Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

73 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 Şairlerimizi Tanıyoruz

 

20 Aralık 1945 Perşembe

 

Bizim sınıftan birileri, Hececi beş şairden söz edince, Ali Dündar:

-Biz de onları okuyoruz! dedi. Bir süre aynı konunun iki sınıfa yakın zamanlarda işlenmesi olmalı mı, olmamalı mı tartışması yapıldı. Kimisi:

-Belki olayı değişik yönlerden ele alır: Örneğin şiir ölçekleri bakımından, ötekiler ise şiirin hitap edeceği okuyucular açısından konuyu ortaya getirir. 

Doğrusu hiçbirimiz inanarak savunma yapamıyoruz ama, karşımızdakilere hemen de boyun eğmiyoruz. Yatakhanede başlayan tartışmalar zaman zaman biraz değişerek Kahvaltı masalarına da iletiliyor. Kahvaltıdaki savunmalar daha kolay oluyor. 

Bizim masa genellikle Hamdi Keskin öğretmeni sever. O nedenle onun dersi, ders olarak değil de ele alınan konuların ortaya getirilişi bakımından bazı bazı eleştirilir. Örneğin geçen ders, Hamdi Keskin Öğretmen, gelecek derslerde Hecenin Beş şairini ele alacağız deyince Turan Aydoğan:

-Genç Şairleri de inceleyecek miyiz? diye sorunca Hamdi Keskin öğretmen:

-Elbette, geçen ders yılında üç şairin Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet üçlüsünü şiirlerini incelemedik mi? diye sordu. Daha sonra doğrudan Beş şairin adlarını sıraladı. 

Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç hakkında bilgiler verdi:

-Faruk Nafiz Çamlıbel, 22 yaşında Kayseri Lisesine öğretmen olarak atanmış, ünlü Han Duvarları şiiri bu yolcuğun anısıymış. Faruk Nafiz Çamlıbel’in ikinci bir başarısı aynı lisede öğrenci olan, günümüzün en ünlü şairlerinden biri sayılan Behçet Kemal Çağlar’ı yetiştirmesidir. Öğrenci-Öğretmen olarak başlayan iş birliği daha sonra da sürmüş, söz gelimi 10. Yıl Marşı, Ziraat Marşı gibi ünlü eserleri birlikte kaleme almışlardır. 

Hamdi Keskin öğretmen gülümseyerek:

-Öğretmenler taraf tutmamalı derler ama, sanırım bu tarafsızlık zaman zaman sözde kalıyor. Gördüğünüz gibi ben, beş şairin birini daha çok öne çıkarıyorum. Bu, onun ötekilerden önemli tuttuğuma yorulmamalıdır; ne de olsa yaştaş sayılırız. Daha doğrusu Faruk Nafiz Çamlıbel, bizim kuşağın önüne getirip örnek konulan Reşat Nuri Güntekin’in Feride’sine (Çalıkuşu) sahici bir erkek model olarak oldukça ün katmıştır. Sizlerin bunları bilmeniz gerekir. 

Bir grup arkadaş el kaldırdı. Sevindim, bizim Kepirtepelilerden de parmak kaldıran olmuştu. Harun Özçelik farketmiş, Halil Basutçu’yu uyardı:

-Kalk konuş arkadaşım, senden daha iyi Faruk Nafiz’i bilen mi olur, bir yıla yakın onu okudun, onun duygularını duydun! Hamdi Keskin Öğretmen Harun’u dikkatle dinledikten sonra Halil Basutçu’ya dönerek:

-Arkadaşını kıracak mısın? diyerek takıldı:

-Bizler fazla bir yakınlığımız olmamasına karşın sevdiğimiz sanatçıları dost olarak benimsiyoruz. Öğretmenlere yakışan da budur. 

Bu kez de Kepirlilerin tümüne yakını Halil Basutçu’ya döndüler. Halil Basutçu:

-Haklısınız belki ama, yıllar önce oynanan bir oyunu, böyle aniden soru karşısında ben nasıl derleyip toparlayabilirim! Bu kez tüm Kepirliler, Halil Basutçu’ya yardım edeceklerini söylediler. Harun Özçelik ise:

-Aynı oyunda başka arkadaşlar da vardı, onlar da yardım eder. Mustafa Saatçi ise ad vererek:

-Mehmet Başaran da önemli rollerden birindeydi! Mustafa Saatçi bunu deyince Mehmet Başaran, yakınlarının duyabileceği bir sesle Mustafa Saatçi’ye küfretmiş. (*) Halil Basutçu sözü uzatmadı, Akın Piyesi çalışmaları süresince Türkçe Öğretmeni Sabahat Kartekin’in anlattıklarını da ekleyerek Faruk Nafiz Çamlıbel’i, Akın Piyesi’ni oluştururken defalarca Atatürk tarafından çağrılarak bilgi aldığını anlattı. Kolundaki saate bakan Hamdi Keskin öğretmen, kısa bir eleştiri yaptı:

-Bildiğinizi, yeri gelince kullanmaktan niçin çekiyorsunuz? Hamdi Keskin öğretmen:

-Hececi Beş Şair’den biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel hakkında, yeter değil ama küçümsenmeyecek oylumda bilgi topladık Umarım ötekileri de tanıyacağız. Belki tanıdıklarınız bile vardır! Abdullah Erçetin bana bakıyordu. Müzik çalışmalarında Abdullah ile birlikte çalıştığımızda sık sık andığımız Adem Gürçağlayan öğretmeni anımsadım: o, ilk yıl bize üç tane Enis Behiç Koryürek’ten üç parça ezberletmişti; özellikle Biz Kimleriz Marşı’nı notasıyla okuyorduk. Salt o değil örneğin Kır At adlı Efe şarkısını:

Kır Atınla geçiver, şu dağlar inlesin, Efem! Si-do-mi-re do-si-la si-do-si la sol fa-mi-re-la-sol la-si

 

Öğretmen ayrılınca, iki boş dersimizi ödevlerimizi yapmak için kullanmak üzere soğuk moğuk demeden bir süre bazı arkadaşlar gibi ben de Kitaplıkta kaldım Öğrenci Başkanımız Hasan Yılmaz, geçerken görmüş, bir bahane bulup beni odasına çağırdı. Ben öyle sanmıştım ama gerçekte bir sorunu varmış: Büyük Yemekhane sahnesi Yeni Yıl Başı eğlenceleri için düzenlenecekmiş. Müdür Rauf İnan, ağız ucuyla rica etmiş, Hasan Yılmaz:

-Onun ricasını öğrendim artık; gülerken ısırıyor. 

Bizim arkadaşlar bir süreden beri üst balkonda keman çalışmayı düşlüyorlardı. Başkan Hasan Yılmaz'ın Gölköy arkadaşlarından Bayram Bayrak'ı önerdim. Meğer Müdür Rauf İnan yeni bir tutku peşindeymiş, büyük salonu sahnelerini düzenli bir duruma getirip sürekli kullanacakmış. Son gelen konuşmacı, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi profesörü Enver Ziya Karal için, “Adam ömrü boyunca dinleyicilerin tepesinden bakarak konuşuyor, biz onu hem davet ediyoruz hem de hoşlanmayacağı mekânlara alışmadığı yerlerde oturmaya mecbur ediyoruz!” diyerek sızlanıyormuş. 

Yemekte, arkadaşlar neşeliydi, Bölüm Başkanı, aynı konuyu müjdelemiş:

-Nihayet Müdür razı oldu, Büyük Yemekhanenin sahnelerinde keman çalışabileceğiz. Sevinenler yanında kuşkulu konuşmalar yapıldı. Bölüm Başkanı:

-Siz de Müdür kadar inatçısınız. Ne bekliyorsunuz? Adam iki yıldır oyalıyor. Bu defa da böyle bir oyalama yolu seçmiş, olabileceğini kulağımızın bir kıyısında duyabileceğimizi hesaplayarak umutlanabiliriz. İhtiyaçlarımızın karşılanmasını bekliyorsak; seçebileceğimiz en güzel yol budur! Umut, insanların sabır mekanizmasını güçlendirir. Kristof Kolomb benzerlerinin en sabırlısı olduğu için Yeni Kıta'yı, (Amerika'yı) buldu. Sabır, aslında insanların umutlarını gerçekleştiren en dinamik mekanizmasıdır. 

 

Bölüm Başkanı, Keman Grubu ile toplu çalışmaya geçince ben de Öğrenci Başkanı Hasan Yılmaz'ın çağrısı üzerine, onun odasına gittim. Öğrenci Başkanı bazı dersleri izlemekteymiş, iyi bir rastlantı odasına iki saat kimse uğramadı, böylece Hamdi Keskin öğretmenin ödevini rahatça tamamladım.

 

Hecenin Beş Şairi'nden seçme şiirler

 

Öğretmen:

-Birer şiir! demişti, ama ben ikiye çıkardım. Çünkü şiirlerin çoğu Ortaokul Türkçe derslerinde okunmaktadır. 

Şairlerden daha önce okuduklarım hep hece ölçüsüyle yazılmıştı. Azıcık karıştırınca onların da başlangıçta Arûz denemesi yaptığını böylece öğrenmiş oldum. Hattâ içlerinde bazıları, Arûza Vedâ adlı şiirler bile yazmış

 

  *

 

Hecenin Beş Şairi

 

 

 

 Faruk Nafiz Çamlıbel 

 

1-Çoban Çeşmesi

2-Serenad

 

 Çoban Çeşmesi
 
 Derinden derine ırmaklar ağlar
 Uzaktan uzağa Çoban Çeşmesi
 Ey suyun sesinden anlayan bağlar
 Ne söyler şu dağa Çoban Çeşmesi
 Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca
 Yol almış hayatın ufuklarınca
 O hızla dağları Ferhat yarınca
 Başlamış akmaya Çoban Çeşmesi
 O zaman başından aşkındı derdi
 Mermeri oyardı taşı delerdi
 Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi
 Değdi kaç dudağa Çoban Çeşmesi
 Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu
 Kerem’in sazına cevap veren bu
 Kuruyan gözlere yaş gönderen bu 
 Sızmazdı toprağa Çoban Çeşmesi
 Leyla gelin oldu Mecnun mezarda
 Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda
 Ateşten kızaran bir gül arar da
 Gezer bağdan bağa Çoban Çeşmesi
 Ne şair yaş döker ne aşık ağlar
 Tarihe karıştı eski sevdalar
 Beyhude seslenir beyhude çağlar
 Bir sağa bir sola Çoban Çeşmesi
 
 
 
Serenad
 
Bir nisan akşamıydı, serin bir günün
Şark'ın bu sevimli, güzel köyünün 
Cenneti andıran bir akşamıydı. 

Sizi ilk balkonda gördüğüm gündü, 
Yüzünüz sararmış gibi göründü, 
Acaba ruhunuz çok hasta mıydı? 

Sordum ki bu kimdir, gülümsediler, 
'Eşinden ayrılan bir kız dediler, 
'Gezdiği yer işte bu ücra saray. 

Hicran ne anlamış, sevda ne bilmiş, 
Ağlatmış, ağlamış, sevmiş, sevilmiş 
Bir güzelmişsiniz, isminizde Ay. 

 

 *

 

  

 Enis Behiç Koryürek

1. Süvariler

2. Denizciler. 

 

Süvariler

 

Biz kasırga oğulları, biz kanatlı süvariler, 
Sınırlarda akın eden tamam yedi in nefer!
Ordumuzun dolu dizgin hücumlarından 
Dalgalanır bir kahraman uğultu
Şimşek gibi bu ordu
Hep muzaffer
Cenk eder
Bu asker, 
Er oğlu er, 
Şehleventler fırkası
Bulutlardan bizi sorar, 
Varılmayan bulutların arkası.
Uzak değil varılmayan bu ufuklar!
Bizim için yryüzünde yoktur asla uzak yer;
Bizim için bütütn yollar şereflere doğru gider. 
Akşamüstü alaylarla biz geçerken bu yollardan, 
Mızrakları gören sanır:Yerde uçan bir orman!
Kabardıkça kır atların yelesi,
Na'ralarla kişnemeler ne korkunç!
Korkusuzlar, arş ileri!
Gün batısı kızıl tunç!
Ova: Tufan!
Gök duman!
Ey vatan!
Güzel Turan!
Sana fedâ biz varız. 
Düşman oğlu, meydana çık!
Kahramanlık kime ise anlarız. . 
Işgarlarda yiğitlerin bhtı açık, 
Hak yolunda gaazilerin kılıçları bütün kan!
Her zaman kan!. . Fakat bizim bayrağa şan, bayrağa şan!. . 
 

 *

 

Gemiciler
Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz, 
Ufuklardan ufuklar haber sorar, gezeriz. 
Güneşlerde uuklayan yamaçları,
Kalbi durgun tarlaları bıraktık
Gölge veren ağaçları, 
Sevmiyoruz biz aratık
Sevgilimiz, 
Ey deniz!
İşte biz:
Nihayetsiz
Mavilikler yolcusu!
Ruhumuzuzun kardeşidir
Güneşlerde parlayan bu yeşil su. 
Bayrağımız, yeşil sular ateşidir. 
Biz bayrağın fedâisi sayısız Türk genciyiz. 
Biz hilâle şan arayan korku bilmez gemiciyiz. 
Ey vatandan müjdelerle bize kadar gelen rüzgâr
O sarışın sahillerde kara gözlü genç kızlar, 
Yaz gecesi meh-tâb ile konuşuken
Doğu söyle, sordular mı bizleri?
Nasıl cevap verdi gökten
Gemimiizin reh-beri, 
O vefa-kâr
Yıldızlar?
Poyraz var;
Yelken dolar
Gemi sanki kanatlı
Enginlerde pembe güneş, 
Gülümserken bu yolculuk ne tatlı
Çal sazını kalenderce yiğit kardeş!
Nağmelerin yorulmayan dalgalardan bahtiyar!

                     

 *

 

Halit Fahri Ozansoy

 

Aruza Vedâ

Şadırvan

 

Aruza Vedâ
 
İlk hasretiyle gençliğimin ilk elemleri
Ey paslı tellerinde gülen, ağlayan aruz, 
Ey eski dost, yadedelim eski demleri,
Madem ki son sadanı dağıtmış, yorulmuşuz!
Anlat alevli bir çölün üstünde ansızın
Billur sesinle hıçkırarak doğduğun günü!
Binbir diyarda binbir ilâhi üzel kızın
Anlat nasıl terennümün inletti gönlünü!
Neydin gönülde, şimdi ne oldun, zavallı, sen, 
Hıçkır benim de bari bu son gizli nâlemi!
Timsalin âsümanda ziyalarla işlenen
Bir pembe gül mü, yoksa bir altın piyale mi?
Akşam, guruba karşı tüten bir buhurdanın
Hüzniyle şhit olma nihayet zevaline!
İran yoluyla-Zühre tcın, nğme kervanın-
Şahâne geldiğin gibi şahâne git yine!
Biz şimdi başka bir yeni âhenge bğlıız:
Aşık nazıyla geldi erenler bu meclise(*)
Yalnız bugün senin gibi ölgün sadalıız, 
Zira bu saz da parçalanır, gülmek istese. . . 
İncitmeden rübabını insafsız ellerin, 
Zalim temasıyla zamanın sitemleri, 
Ah ayrılırken, inleyen paslı tellerin, 
Ey eski dost, yâd edelim eski günleri. 
 
 
Şadırvanlar
 
Musluklarında ince bir âheng-i şi'r-i şûh, 
Mermer sutunlarında güvercinler ağlaşır, 
 Baygın cıvıldaşır, 
Munis şırıltılarla akar msuiki-yi rûh. 
Ra'şân ezanların uzanır aks-i nâlişi, 
Sessiz, boş avlularda küçük kumrular gezer. 
 Durgun minareler
 Dinler şırıltıdaki eş'âr-ı cûşişi. 
 Hülyalı servilerden jçr hasta bir recâ. 
 
Hülyalı servilerden uçar hasta bir recâ. 
Yorgun pırıldaşır, der-i mescidtehep sarı
 Kandil ziyaları. 
Abdest alır şadırvanın altında bi hoca. . . 
Muslukların ince bir âheng-i şi'r -i şûh
 Mermer sütunlarında güvrcinler ağlaşır, 
  Baygın cıvıldaşır, 
Mûnis şırıltılarla akar mûsikî- yi rûh

 

 *

 

 Orhan Seyfi Orhon 

 

 1-Anadolu Toprağı

 2. Maniler. 

 

Anadolu Toprağı
Senelerce sana hasret taşıyan
Bir gönülle kollarına atılsam. 
Ben de, bir gün, kucağında yaşayan
Bahtiyarlar arasına katılsam. 
 
Bu bakımsız, en kuytu bir bucağın
Bence İrem Bağı gibi güzeldir. 
Bir yıkılmış evin, harâb ocağın, 
Şu heybetli saraylara bedeldir. 
 
Kadîr Mevlam, eğer senden uzakta
Bana takdir eylemişse ölümü;
Rahat etmem bu yabancı toprakta, 
Cennette de avutamam gönlümü. 
 
Anladım ki: Sevda, gençlik, şeref, şan. . . 
Asılsızmış şu yalancı dünyada. 
Hasretinle yâd ellerde dolaşan
Hızr'ı bulsa yine ermez murâda. 
 
Yalnız senin tatlı esen havanda
Kendi milli gururumu sezerim. 
Yalnız senin dağında, ya ovanda
Başım gökte, alnım açık gezerim. 
 
Hürüm derim, eskisinden daha hür, 
Zincirinle bağlansa da ayağım. 
Şimdikinden daha ferah görünür, 
Zindanında olsa bile durağım. 
 
Bir gün olup kucağına ulaşsam, 
Gözlerimden döksem sevinç yaşını. 
Sancağının gölgesinde dolaşsam, 
Öpsem, öpsem toprağını taşını!

 

Maniler
 
Sen gül dalında gonca
Ben dağ yolunda yonca, 
Sen açılır gülersin
Ben sarıp solunca
 
Sevdi aldattı beni
Güldü, ağlattı beni!
Gittim kölesi oldum, 
Götürdü sttı beni
 
Can işte canan hani?
Dert işte derman hani?
Gönül sarayı bomboş, 
Beklenen sultan hani?

 

 *

 

Yusuf Ziya Ortaç 

 

Evim

Zeybekler

 

Evim
 
Dedemden yâdigâr olan bu evi
Kışın fırtınası, yazın alevi
Daha ben doğmadan ihtiyarlatmış!
 
Fikrimbir hulyaya bazı dalar da 
Düşünür derim ki: bu odalarda
Kimbilir kaç kişi oturmuş yatmış!
 
Şimdi bir ben varım, bir de annem var, 
Zaten ondan başka dünyada nem var?
Benim ömrüm onun, onunki benim!
 
Senelerden beri akşam oldu mu
Donuk gözleriyle ıssız yolumu
Ondan başka yok ki bir bekleyenim!

  

Zeybekler

Ay doğarken şu tepeden iner zeybekler
Karşı dağın yosmaları dört gözle bekler
Bir tarafta raksa başlar İzmir'in gülü
Sırma saçlar topuklara kadar örtülü
Zil sesleri uzandıkça karşı yakaya
Genç efeler silah çekip başlar şakaya
Kimi oynar elde pala, kimi sendeler
Karanlığın sükûtunu kurşunlar deler. 

 

 *

Şiirleri yazınca bir daha okudum; açıkçası Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirleri, ötekilere göre daha rahat okunuyor. Orhan Seyfi Orhon'da da benzer akıcılık var ama Faruk Nafiz Çamlıbel'in konularına daha yakınlık duyuyorum. Örneğin Çoban Çeşmesi'ni her okuyuşta bizim köyün Çeşme Dere'si gözümde tütüyor. Bizim köyün Çeşme Deresi de bir Çoban Çeşmesi'dir. 

Ben oraya Çobanların Çeşmesi, diyorum. Oldukça büyük bir kaynak su vardır. Köyün tüm sürüleri orada sulanır, dinlenir. Sürülerin belli yerleri vardır. Köy kurulmadan önce Padişah'ın sürüleri için düzenlenmiş yerleri olduğu gibi benimseyen köy halkı, kurallarını da sürdürmektedir. Bu nedenle Çoban Çeşmesi şiiri beni rahatça Çeşme Dere'ye götürmektedir. İşin ilginci, öğle dinlenmelerinde sürüler yerlerinde dinlenirken çobanlar da toplanır, anlatacakları olanlar içlerini boşaltır. İşin bir başka benzerliği de çobanların türkücüleri genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel'in andığı kahramanlar üstüne türküler söyler, aşk öyküleri anlatır. Arzu ile Kamber, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Azerbaycan'ın Gence(*) kenti ile İran'ın Tebriz kentlerinden başlayıp ta Musul hattâ Halep kentlerine uzanan bir geniş alanda kara sevdalarını yaşarlar. 

Çobanların ağabeyi sayılan Kamber, (o zaman soyadı yoktu) “Aşık Kamber” olarak çobanların Pîri sayılırdı. En çok da Kerem’i andığı, “Aldı Kerem sazı!” deyip ağızla bağlama sesi çıkardığı için, (Oldukça da düzenli "Dımdımlar! çıkarır) anlattıklarını renklendirirdi. Kerem ile Aslı için uydurduğu kendi manileri, düpedüz bizim köyün manileriydi. Sözlerin çoğunu Kamber uydururdu (Bunu en erken keşfedenlerden biriydim.)

Kamber kahveye gelince gramofon dinlemek isterdi. Kimi kez de bana plâk seçtirir, dinlerken gözlerini yumar, uyur gibi hareketsiz dururdu. O dönemde, ilkbahar-sonbahar mevsimlerinde, Bulgaristan'dan Gelibolu'ya koyun sürüleri bizim köyden geçerdi. Çok iyi Bulgarca konuşan Kamber onları sevinçle karşılar, yakınlık gösterirdi. Soranlara:

-Sizler, onlara düşmanca baktığınız için sevmiyorsunuz, memleketimize gelen Bulgar, bize ne zarar verebilir ki? diye sorardı. Kamber, Bulgar şarkısı “Kara Kole”yi sık sık söylerdi. Gene de en sevdiği, Aşık Kerem olduğu, ondan çok sık söz ettiği için adı Aşık Kerem kalmıştı. 

Çoban Kamber, Çeşme, Çoban Çeşmesi, Çeşmekolu köyü derken, birden; yatakhanede yalnız kalmışım duygusuna kapıldım. 

 *

(*) Gence, adı bana daha önce öğrendiğim bir adı anımsattı:

-Bektaşi şairi Genci'nin, Abbas Amcamda bir çok şiiri vardı. Gence’de (Azerbaycan) Türkçe şiir, giderek dikkatimi çekti. İlgilendiğimi gören Abbas amcam, bir gün bana küçük bir kitapçık gösterdi; Genci Nefesleri yazıyordu. Bunu bir kez daha göstermişti; onu sevenler gene gene bastırıyormuş. Azerbaycan'ın uzaklığından söz ettiğimde Abbas amcam:

-Ne uzaklığı, Azerbaycan, Trabzon'un burnu dibinde, kahvede görüyorsun, çalışmaya gelen Trabzonlu usta dolu! Trabzonlular, kışları çalışmak için Türkiye'nin her yanıda dağılır, yaz gelince yerlerine dönerler! demişti. 

Bizden sonraki sınıfta Trabzonlu iki arkadaşımız var, Raşit- Cesarettin, bunları onlarla neden konuşmadığımı kendi kendime sorarken uyudum. 

 

21 Aralık 1945 Cuma

 

Bizim bölümden, sabah uyandırıcılarından biri de Azmi Erdoğan'dır. “Oh be, tüm gün dersimiz yok!” deyince Ali Yücel:

- Sizin ne zaman dersiniz var ki ? dedi. Araya başkaları da karıştı; bir süre bölümlerin dersleri karşılaştırıldı. Uzun süredir beklenen tartışmalardan biri böylece başladı: Bölümlerin gerçek ders durumları. 

Bizim bölümdekiler çok dersten, derslerin altında ezildiklerinden yakınıyorlar. Öteki bölümlerdekilerin çoğu bunu önemsemiyor, keman ya da piyano çalmayı oyuncak sanıyor. Bizim arkadaşları, orta bölümde, altı ay önce eline mandolin alanlarla bir tutuyor. En yakın arkadaşım Halil Dere bile zaman zaman:

- Biz de bir süre çalıştık! diyebiliyor. 

Kahvaltıda bu yanılgının kaynağını araştırdık; bu yanılgı nereden kaynaklanıyor? Bu konuda benim kararım belli:

-Düşüncesizlikten! Kendinin yapamadığını yapanların, kendine göre üstünlüğünü bir türlü benimsemiyor. Köydeki çocuklarda da bu tür konuşmalar dinlenir. Köpeğini öven biri:

-Bizim köpek, kurtları korkutur! deyince bir başkası “Bizimki korkutmaz!” demez. Eğer köpekleri yoksa, ineklerinin boynuzlarını öne sürer:

-Bizim öküzün boynuzu kurdun karnını deler!

Kahvaltıda sevimsiz olasılıklar öne sürüldü:

-Bölüm Başkanı bugün bizi tüm gün çalıştırır. “İyi olur” diyecek oldum, hemen karşıcılar çıktı:

-Niyeymiş o? Hep kendini düşünüyorsun! Susmadım, sesi çok çıkan Ekrem Bilgin'e bakarak:

-Senin gibi Ödemiş'i sevdiğini söyleyip hedef yanıltacak değilim ya! Hedef yanıltma sözü Askerlik kampını anımsattı. Az ötemizdeki Öğretmenler masasında oturan Süleyman Alkan anımsandı. Süleyman Alkan o kampın kahramanıydı. Hemen hemen tüm kampçılar bir teneke barakada yemek yiyorduk. Uzun bir barakanın bir kapısından girip ötekisinden çıkıyorduk. Okullar belli bir sıra ile Yemek Barakasına giriyordu: Bizim önümüzde Hukuk Fakültesi, onların önünd Dil-Tarih, Coğrafya Fakültesi giriyordu. Dil-Tarihliler, bizim masaların önünden geçerken sınırlı ekmek paylarımızı ellerini uzatarak yürütüyordu. Dil-Tarihlilerin içinde bu işi en çok uzun boylu bir öğrenci olan Nurettin adlı biri yapıyordu. Gerçi her grubun masa nöbetçisi vardı ama nöbetçiler görmezden geliniyordu. Ekmek çalan Nurettin, alışmış, nöbetçi falan tanımaz bir edâ ile bizim masalardan ekmek çalmış; nöbetçi Süleyman Alkan ansızın Nurettin soytarının bileğinden tutarak ekmeği aldıktan başka bileğini bükerek, “Of, bileğimi kopardın!” diyerek yalvarırca bağıran Nurettin'i sıradan çekti. Nöbetçi Üsteğmen olaya tanık olmuş:

-Sizi, kavgada değil, dostça güreşlerde görmek isterim! diyerek olayı kapatmıştı. Ancak Nurettin'in cakası, kendi arkadaşları üzerinde bile sıfırlanmıştı. 

Salona dönünce de bir süre Süleyman Alkan övüldü: Süleyman Alkan, Çifteler Köy Enstitüsü'nün Herkül'ü imiş.

Az sonra Bölüm Başkanı geldi, ilk sözü de bana oldu:

-İbrahim, sen bugün izinlisin; zaten biz de sensiz çalışacaktık; bu Yılbaşı kendimizi göstermeliyiz. Arkadaşlardan sözün arkasını bekleyenler vardı; öğretmen söyleyince rahatladılar: Süleyman Alkan'ın başrolünu oynadığı Shakespeare'in Bir Yaz Gecesi oyununun provası yapılacakmış. İrkilir gibi oldum: Çaldığım müziğin zorluğundan değil, oyuncular bir türlü tiyatro havasına giremediler. Müzik başlarken daha durmak zorunda kalıyorum. Gene de sevindiğim bir tarafı var, oyuncularla oynatan, hele şimdi (bugün için) sabah sabah övgülerini dinlediğim Süleyman Alkan'la olmayı şans saydım. Bu kez de Pakize'ye takıldım; acaba ortada gerçekten bir sevgi ya da yaklaşım var mı? Bunları düşünüyorum ama, gerçekte hiçbirisi ile yakınlaşmak istemiyorum. Köy Enstitüleri'nde çalışacaksam, ona göre bir yuva kurmam gerekir. Oysa ben Köy Enstitüleri'nde kalmayı asla düşünmüyorum. En iyisi saydığım Kepirtepe bile benim için dar geliyor. Ya ne olacaktım? Onu da bir türlü kestiremiyorum. Çaldığım da Mendelsshon'un ünlü Düğün Marşı! İyi ki akordiyon öğrenmişim. Marşı bir başka müzik çalgısıyla çalmayı bir türlü düşünemiyorum. Ara ara akordiyonun körüklerini patlatmaktan korkuyorum; ara ara basmak zorunda kaldığım, geri alıp tekrarlamalar akordiyonu oldukça gerdiriyor!

Bir ara Süleyman Alkan yanıma geldi:

-Dostum, senin akordiyon bizi rahatlattı, bu mandolinle falan kesinlikle oynanamazdı. Süleymn Alkan'ın bu sözleri beni onurlandırdı. On kişilik bir grubun içinden hiç değilse bir takdir eden çıktı!

Öğle yemeğinde arkadaşları sevinçli buldum, toplu çalışmalarını Bölüm Başkanı iyi bulmuş. Üstelik Radyo yayınlarıyla karşılaştırarak övgüler yağdırmış. Örneğin toplu çalışmalarda yayları uyum içinde kullanmaları nedeniyle teşekkür etti:

-İki alaturkacı bir arada çalarken yaylar rastgele gider gelir, “Alafranga” diye küçümsenen müzikte, yaylar kurallarla sarılmıştır, o kuralların dışına çıkmak herhangi bir kimsenin haddi değildir!

Ekrem Bilgin sordu:

-Her gün hepimizin kullandığı alaturka-alafranga sözleri müziği iki bölüme ayrılmış gibi gösteriyor; sanki dünyada tüm müzikler ikiye bölünmüş gibi, Türk müziği- Fransız müziği gibi… İngiliz, özellikle de İtalyan müziği görmezden mi geliniyor? 

Bölüm Başkanı güldü:

-İlâhî Ekrem, sana-bana göre düzenlenen müzik kuralları, kimi kısaltmalarla konuşma kolaylığı sağlanmıştır. Örneğin porte başında yazılan Grave, Allegro ya da Andante birer rümuz, anlamları da İtalyancadır. Bunları tüm dünya benimsememiştir. Örneğin Çin, Japon, ya da öteki Doğulular bunları kullanmaz. Bizler, olayı daha anlamlı tutarak belli bir kesimin, kısacası tüm dünya müziğinin değil, bir grup oluşturan Alaturka-Alafanga ikilisinin biri olan Alafranga bölümü kurallarını benimsiyoruz. Doğu ülkelerinin aslında çok başka bir müzik anlayışı vardır. Bizim Alaturka dediğimiz ilkel, kuralsız, çağın değişimlerine yatkın olmayan bir anlayışın sürmesini isteyen, yeniliğe karşı tepkiyi bir marifet sayan zihniyetin ezelî koruyucularıdır. Bunlar salt şimdilerde türemiş değildir, tiyatro tarihi okuyorsunuz, eski Yunan metinlerinde okuyorsunuz; Sokrates de bu tür yaratıklarla yaşam boyu didişmiş. Bu koruyucu adı altında insanların atılımlarını köstekleyen anlayış yeni değil, adetâ insan türünün bir yaşam sorunu gibi doğumuyla başlayan, ilk günlerde kurtarılamazsa çocuğun yaşam boyu taşıyacağı bir ayak bağıdır. İşte bu anlayışı toplum olarak bir türlü kırıp atamayan bizim halkımız öteden beri kendi çıkmazı içinde dönmüş durmuştur. 

Konumuza dönersek: Lâle Devrine dek biz notadan bile habersizdik. 1711 Prut Savaşı'ndan sonra Romanya'dan gelen göçmenlerin Kâğıthane'ye yerleşmesinden sonra toplu çalgı çalınmaya başlanmıştır. 

Bölüm Başkanımızın söylediklerine uygun olduğu için anımsatmak istiyorum; bir süre sonra memleketimize gelen bir İngiliz bayan yazar, Leydi Elizabett Graven mektuplarında bunları uzun uzun anlatmaktadır. Aynı bayanın yazdıklarına ayrıca mezuniyet tezimin ilgili bölümünde değinilmektedir. (Mahmut Ragıp Kösemihaloğlu'nun kitabı kaynak gösterilerek. )

Akşam yemeğinde gideceğimiz konserde çalınacak eserler tartışmaya neden oldu. Çoğumuzun anımsadığına göre yılbaşı öncesi konserleri genellikle daha hafif sayılan eserlerden oluşur. Tartışmaya katılmadım; çünkü yarınki konseri Yılbaşı Konseri bile saymıyorum. Bu arada Nebahat'i anımsadım; ne oldu, sınıfının bir yere gönderilecğini duymuştum, gerçekleşti mi, yoksa vazgeçildi mi?

Halil Basutçu duyurdu, Sami Akıncı ile Yusuf Asıl’dan mektup gelmiş, Kepirliler toplanacakmış, onlara katılmak için Yapıcılar Salonuna çağırıldım. Ben de böyle bir çağrı bekliyordum, sevinerek gittim. Mektuplar pek sevindirici olmamakla birlikte arkadaşlar sevinerek yazmışlar; kullandıkları sözcükler bunu kanıtlıyor. Bir süre onları andık. Sami Akıncı daha umutlu:

-Bir yıl sonra aranızda olmayacağım ama sizi anarak bir yılımı daha rahat geçireceğim! demiş. Hepimiz ona üzüldük. En çalışkan arkadaşımız hastahanelerde yatıyor. Hemşerisi İbrahim Ertur söyledi: Sami Akıncı bizim okula girdiğinde çok düşünmüş, durumunu Okul Müdürüne anlatmış. Okul Müdürü de kendisini koruyacağına söz verince kaydını yaptırmış. Hepimiz üzüldük. Oya biz onu işten kaçan, Okul Müdürünün gölgesine sığınan biri olarak kınıyorduk…

Yatınca da bir süre Sami Akıncı'yı düşündüm. Arkadaş bencildi, bu gerçek, ancak kim biraz bencil değildir ki?

Bir süre ilkokulda okuduğum Bencil Adam öyküsünü düşündüm.Yaşlı bir adamla olayın içinde bir de bahçe vardı. 

 

22 Aralık 1945 Cumartesi

 

Hava ısınmış, tam konser havası! Hemşerim Kadir Pekgöz bana muştuladı: Hemşerimiz İsmet Akın da bu yıl Hukuk Fakültesini bitiriyormuş, Kadir'e göre İsmet askerliğini atlatınca Lüleburgaz'da çalışacakmış:

-Avukat, İsmet Akın! 

Kadir düş kuruyor: Lüleburgaz'a gittikçe uğrarız değil mi? Ben:

-Olabilir! dedim. Ben, İsmet'le ilkokul 4. sınıfı, yakın bir sırada oturarak okudum. O zaman da pek konuşmuyorduk. Babası milletvekili seçilince sanki İsmet milletvekili olmuştu. O yıl Hamidâbat'ta kaldı ertesi yıl da ayrıldı. Babası milletvekili seçilince bizim köye geldiğinde İsmet yanındaydı. Bana bir süre yan baktı ya da ben öyle sandım. Daha sonra güvercinlerle ilgilendi, nasıl bakıldıklarını sordu. Bizi dinleyen babam, İsmet ayrılırken iki güvercin hediye etti. İsmet o derece sevindi ki babamın eline sarılarak öptü. Benim öteden beri yabani olarak sıfatlandırdığım İsmet, bir an içinde babamın gönlünü almıştı. Belki de İsmet'le aramızdaki aramızdaki uyumsuzluk benden kaynaklanıyordu!

Kahvaltıda süresince konserde dinleyeceğimiz eserleri tahmin etmeye çalıştık. Olasılığı öne sürülen eserlerin içinde İtalyan bestecilerinden kimsenin olmaması dikkatimizi çekti; Praeterius'un Alman oluşuna bağladık. Ancak söylediğimize biz de inanmamış olacağız, tiyatroların başındaki Carl Ebert de Alman, o nasıl İtalyan eserlerini oynatıyor? Otelci Kadın, Kahvehane İtalyan eseri değil mi? Bu arada, Praeterius'un hastalığına da değinildi; uzun sürelerden beri konser yönetmiyormuş. Özellikle Carl Ebert üzerinde duruldu. Öğretmenimiz Mahir Canova, Carl Ebert'le çalışıyor, onun tercümanı gibi hep yanında oluyor. 

Tren durağına inince güneşli Elmadağ tepelerinin buzları ikinci bir güneş gibi parlıyordu. Elmadağ denilen yer, bizim dereden neredeyse yer-gök kesimine dek yükseliyor. Soranlar oldu:

-Oraları yazın nasıl görülüyor? Ekrem'in cevabı:

-İki yıldır bakmamışsın, üzülme, bir yılın daha var, bu yaz bakarsın!

Trene sevinçle bindik. Sevinçle diyorum ama ben pek sevinçli değilim, onca söz vermeme karşın bir süredir Nebahat' ı aramadım. 

Faik Canselen öğretmen bir grup arkadaşıyla tatile çıkmış, o nedenle sabah dersi yok. Cebeci'de inmeden Yenişehir'e geçtik. Arkadaşların çoğu Yenişehir'de indi. Tren durunca Büyük Gara yalnız olarak indim. Bir süre düşündüm, erkenden gitmem uygun olur mu? Bir süre kalkan trenlere baktım, kalkacak tren uyarıları yapılıyor. Tolstoy'un Anna Karenina'sını anımsadım, Bayan Karenina bizim garda böyle bir işe kalkışsaydı kurtarılırdı? Tüm roman belleğime takıldı; o denli güzel yaşam nasıl öyle bir sonuca dönüştü? Romanlarda karşılaştığım bu tür acıklı olaylar köylerde de oluyor. Komşu köyümüz Deveçatak’ta olan bir olayı anımsadım. Evin büyük oğlu Ali arkadaşımdı. O köye gittiğimde ablamın akrabası Moçuk Veli denilen bir ailede kalırdım. Ali de bitişik komşuydu. Kaldığım ailenin oğlu Veli ile iyi anlaşıyordum ama Veli sürekli işe gittiğinden ben, benim gibi aylakları seçerdim. İşte o Ali'nin babası da böyle bir aşk uğruna can vermiş, derlerdi. 

Bir süre kendimi oyalayacak, geçmiş olaylarını tekrarladıktan sonra cesaretimi toplayarak Nebahat'in okuluna gittim. Okul dediğim yerde kalabalık bir insan grubu binayı onarıyordu. Şaşkın şaşkın bakınırken Nebahat'in yeğeni beni görmüş; “Ağabey!” deyip yanıma geldi. Baktım babası da hemen yakınımızdaydı. Ben, Nebahat'ı sorunca adam birden sinirlendi:

-Sizin okul da bizim işletmelerden farksız, kim kimin nesi, kimse bilmiyor herhalde! Devam ederek: 

-Çocuklar uzun bir tatil için köylerine gönderildi, tatil sonunda da başka bir okula gönderileceklermiş! dedi. Nebahat'ın izinli sayıldığını, şimdilerde, Kızıcahamam’da anne-babasının yanında olduğunu söyledi. Teşekkür edip ayrıldım. O an kendimi bir boşlukta gibi hissettim. Tren gelince toparlanıp Ulus'a döndüm. Kızılırmak'a girmek üzereyken İstanbul Pastanesi'nde oturan Yıldız'la arkadaşları cama vurdular. Onlar da kalkmak üzereymiş, Halkevi salonunda Ayşe Abla okulu diye anılan okulun temsili varmış. Hep merak ederdim, bu nasıl bir okul ki, akşam sabah radyoda adı geçiyor? Orada anılanlardan biri de Erdoğan Çaplı, Konservatuvarda öğrenci, gösterip duruyorlar, hem keman hem de piyano çalıyormuş, ilginç burunlu bir çocuk!

Arkadaşlara katıldım, bir bakıma iyi oldu; Ayşe Abla okulu adını duyunca hep bizim köydeki Ayşe Ablaları anımsardım. Yaşlı Ayşe kadınlardan kolsuz Hamza amcamın kızı Ayşe'ye dek tüm bizim köylü Ayşe’leri gözlerim önüne getirdim:

-Başı yemenili, pembe, beyaz, desenli Ayşe'ler. Oysa karşıma çıkan Ayşe Abla, sıradan bir Ankaralı orta yaşlı bir bayan. Onun da gerçek adı Ayşe değilmiş, Gittiğime sevindim, Çarpık burunlu Erdoğan Çaplı'yı bol bol dinledim. Gerçekten güzel çalıyor. Doğrusu piyano çalıyor da denmez, piyanoyla oynuyor. Ara ara Amerikan filmlerinde ilgiyle izlediğim bir piyanist, Jose İturbi vardır, onun gibi Erdoğan'ın da tuşlar üstünde ellerini, zaman zaman inceden kalına, zaman zaman da kalından inceye kaydırması olayı renklendiriyor. 

Bizim yönetici sanırım Erdoğan'ı bizim piyanolara bu çalışı nedeniyle oturtmaz!

Uzunca bir zaman, çocukları izledim, geldiğime de sevindim. Gene de ara ara aklım Nebahat'a takıldı:

-Nebahat! Onu ilk kez nerede ne zaman görmüştüm?

Kış sonu ya da ilkbahar başlarındaydı. bizim okul Orta bölümüne yeni atanmıştı. Bölüm Başkanımıza birilerinden selâm getirmişti. Hava soğuktu, Nebahat sobaya iyice yakın oturuyordu. Isınınca yanakları al al olmuştu. Bölüm Başkanı bana:

-İbrahim, okulumuza yeni gelen arkadaşa bizim bölümü sevdirelim. Zaten müziği çok seviyormuş, sık sık gelmesi için seveceği parçaları dinletelim! demişti. Öyle demesine karşın ben Nebahat'la ancak o yaz Hasanoğlan'da kalıp Enstitü bölümü öğrencileriyle mandolin çalışmalarına başlayınca yakından tanışmıştım. Nebahat, öğrencilerine kendini sevdirmiş, her sözüne uyan bir grupla mandolin çalışmalarına birlikte geliyor, çalışma sonunda da aynı düzen içinde gene birlikte ayrılıyorlardı. 

Bir gün, kitaplıktan çıkıp öğle yemeğine giderken Okul Müdürü ile karşılaştım. Rauf İnan, öğrencilere, zaman zaman anlaşılmaz bir yakınlık gösterir, bu kez bana da böyle yaptı; koluma girdi:

-Bugün yemeği beraber yiyelim! deyip beni yönetim binasının altındaki bir odaya götürdü. Gittiğimiz yerde 40 kadar öğrenci vardı. Son öğrenciler geleli uzun bir zaman geçmişti. Oysa bu öğrenciler yeniydi. Rauf İnan anlattı ama doğrusu pek anlamamıştım, sonradan öğrendim; bu öğrenciler okula yeni gelmiş, çoğu Çankırı, Çorum illerinden, katıksız köylü çocukları. Öğrenciler, köylü kılıklarıyla oturuyordu. 

Müdür Rauf İnan çocukları neşelendirmek için çok yumuşak davranıyor, kolay, neşelendirici sorular soruyordu. 

Öteki, normal çağrıyla gelen öğrenciler sanırım iki ay kadar önce gelmişti. Onları sessiz sessiz gözetlerken, Müdür Rauf İnan, masalardaki portakalların ne olduğunu sordu. Çoğunluk susmuştu ama heyecanla yanıtlayanlar da olmuştu:

 -Portakal! Rauf İnan, bir portakal alıp kabuğunu halka halka soydu. Çocuklar da denediler. Rauf İnan öyle ustaca soydu ki, doğrusu ben de şaştım. Çünkü soyduğu portakalı çekip aldıktan sonra kabukları gene portakalmış gibi masanın ortasına koydu. Çocuklar gibi ben de becerememiştim. Rauf İnan bizim yapamadığımızı söyleyince açıkgöz olduğun inanana biri:

-Siz, Müdürsünüz! deyince Rauf İnan:

-Al sana bir müdür tarifi: “Portakalı iyi soyan, Müdür olur!” 

O günden sonra karşılaşmadığım o çocukları bir süre sonra Nebahat'ın yönetiminde de sürgünde gördüm. Öğrenciler görünüşte çok rahatlardı ama sık sık sordukları aynı soruydu:

-Biz, okuldaki arkadaşlara ne zaman katılacağız? Onlar gitti, bu sorular yanıtsız kaldı… 

Bunları anımsayarak, Ulus'a, Kızılırmak Kırathanesine döndüm. Asım öğretmen oradaymış, gülerek:

-Gel gel, sana sevindirici haberlerim var; okulu bitirince öğretmenliğe dönmeyeceğim. Konservatuvar'dan bize derse gelen öğrermnler, beni okuldan sonra Konservatuvar'a alma kararı vermişler. 

Benim aklıma doğrusu piyano çalışı geldi. Hemen:

-Orada piyanoyu iyice olgunlaştıracaksın! Asım Öğretmen hemen düzeltme yaptı:

-Hayır hayır, konservatuvar korosuna seçilmişim! deyince şaşırdım. Asım Öğretmen gülerek:

-Sesimin beğenilmesine ben de şaşırdım; önce inanamadım ama inanınca çok sevindim! Öğretmenliği seviyordum ya yöneticilerin horozlar gibi öğretmenlerin başında durması sinirlerimi bozuyordu.

Asım Öğretmen zaman zaman opera korolarına katıldığında, karşıdan görünce çok seviniyordum. Asım Öğretmeni, aralarında var sayarak eski izlediğim koroları da bir kez daha gözüm de canlandırmaya çalıştım. 

Asım Öğretmen, şen-şakrak tavırlar içinde, geleceği, yapacağı çalışmaları üstüne varsayımlar sıraladı. 

Asım öğretmen ayrılınca arkadaşlara katıldım, yeni yeni haberler almışlar. Akşam gazetecilerinin duyurularından anlaşılcağı üzere Birleşmiş Milletler Örgütü giderek etkinliğe başlamış. Adı zor söylenen bir Genel Sekreter seçilmiş. İngiliz, Gladwyn Jeeb! İngilizler gene başta geliyor; tüm sömürgelerini de devlet adıyla Birleşmiş Milletler'e sokmuşlar. 

Arkadaşlardan gelenler oldu, birlikte İstasyona indik. Tren saatini iyi öğrendiğimiz için tam zamanında yetişiyoruz. Genellikle trende bir yere ilişip oturduğum için günlük haberleri pek alamıyorum. Bu konuda kaygım yok; nasıl olsa yemek masasında ne var, ne yok ortaya dökülecek! Nitekim gene öyle oldu. Kızılçullu grubu, eski müdürleri Emin Soysal'ın ilk seçimde aday olacağı,  milletvekili olur olmaz da Milli Eğitim Bakanı yapılacağı üstüne rivayetten söz ettiler. Kimisi olayı gülümseyerek dinlerken kimisi de, öyle bir durum olursa, kendilerinin yararlanıp yararlanmayacağı üstüne varsayımlar öne sürdüler. 

Yemekte duyduk, Okul Müdürü Rauf İnan yarın (pazar günü) öğleden sonra toplantı yapılacağını duyurmuş. Arkadaşlar, duyar duymaz:

-Gene mi? dediler ama, hiç kimse katılmayacağım diyemedi. Ekrem Bilgin, en kahraman:

-Katılmasak ne olur?

Herkes susarken hemşerim Kadir Pekgöz, gene gafil davrandı:

-Bir dene bakalım! Nihat, Kadir'e:

-De sus be çocuk, arkadaş seni bekliyor; şuna fırsat verme! Bu kez de Ekrem sinirlendi:

-Bak bak baak! Hemşeriye bak!

Ekrem, buna da karşı çıktı:

-Ne hemşerisi, Ödemiş her zaman İzmir'in karşısındadır. İzmir'e Gâvur İzmir'i diyen Ödemişlilerdir. 

Giderek tartışma uzadı, İzmirli, Ödemişli efeler sayıldı, döküldü. Başbakan Şükrü Saraçoğlu araya sokuldu, Yunan İşgali döneminde halkların tepkilerinden söz edildi. 

Sonunda da Kâmil Yıldırım noktayı koydu:

-Yeter be arkadaşlar, bu sizin olmayan yerleri överek ne kazanıyorsunuz?

Yemekten sonra Salona gittim, çok az arkadaş vardı, küçük odadaki piyanoda bir süre çalıştım. Yüzük parmağımın kusurunu henüz düzeltmemiştim, ona çalıştım. Salonda sesler kesilince ben de yatakhaneye gittim. Yatanların bir bölümü uyumuş, birileri ise konuşuordu. “Sus!” uyarıları arasında uyudum. 

 

23 Aralık 1945 Pazar

 

Uyanınca, ilk aklıma gelen o oldu; akşam yatarken Nebahat'i hiç anımsamazdım, belli ki bu kez etkilenmişim. Onun durumu hakkında en sağlıklı bilgi Fatma Öğretmenden alınır, onunla konuşmalıyım!

“Kar yine başladı!” diyenler oldu. Ayrıntılı bilgiler verildi:

-Esinti yok, neredeyse kar parçaları, yırtıp yırtıp rüzgâra bırakılan bez parçaları gibi savruluyor! 

Bizim köyde bu tür kar yağışına, "Lâpa lâpa” derlerler. Benim bildiğim lâpa, yoğun bir parça olur. Oysa kar, zaif naif bir nesne, gül yaprağı gibi! Kendi kendime güldüm, benzetme yaptım ama benzetmenin ögeleri belirsiz; hangi gül yaprağı? Daha doğrusu gül yapraklarının hangisi? Gülün kök yaprağı mı, yoksa gül çiçeğinin renkli yaprağı mı?

 *

Kahvaltıda, olasılıklar öne sürüldü:

-Okul Müdürü, yeni projelerden söz edecek! Varsayımları duymazdan gelip ben Yeni Yıl Kutlama Proğramı üstüne görev bölümü yapacağını söyledim. Tam karşımdaki masada Süleyman Alkan vardı, onu göstererek onların oyunundan söz ettim. Meğer oyunu Okul Müdürü yaza erteletmiş:

-Köy Enstitüleri'nin havasına yabancı bir olay, ayrıca bizim konumuz olan Köy Kalkınma davasına katkısı olacak bir gösteri değil! demiş. Bunu duyunca Bella'yı anımsadım; o denli bu oyunu gösterime sokmak istiyordu ki; bu defaki geriye atılış nedeniyle hasta bile olabilir! Kızcağız, Ritmik Cimnastik öğretmeni olarak atandı; neredeyse 3. yılı dolduruyor, Md. Yardımcısı Tahir Erdem'e sekreterlik yapmaktan başka bir iş yapmadı. Bella'yı buraya aldıran Sabahattin Öğretmen de susuyor. Neden?

Banyo tartışması. . . 

Halil Dere:

-Ben anneme söz verdim, haftada bir banyo yapacağım! diyor; gerçekten banyoyu hiç aksatmıyor. Beni de saçlarım için banyoya sürüklüyor:

-Saçlar temiz olmazsa çabuk dökülürmüş. Sık sık bana:

-Senin kafan büyük, saçlar bunu gölgeliyor, bir süre sonra saçlar dökülünce ortaya çıkacak koca kafaya üzülürsün! gibisine hoşa gitmeyecek sözler söyleyerek banyoya götürmeye zorluyor. Halil Dere şaka olarak zorluyor ama olayın bir gerçek tarafı da var. Gerçekten, Halil Dere'nin kafa yapısı çok düzgün! O bunu annesinin dikkatine yoruyor:

-Annem beni bebekliğimde rastgele yerlere yatırmamış!

Söz uzayınca iş ciddiyete biniyor:

-Ne yapalım, benim de kaderim annesiz büyümekmiş, kimbilir nice eğri büğrü yerlerde uyudum! Bu kez de teselli başlıyor:

-Boş versene sen, arkadaşlara baksana; onların çoğu anne kucağında büyümüş, kaç tanesi senin gibi düzgün!

Bu kez tartışma kesiliyor; sınıftaki arkadaşların hangisi bilgili anne elinde büyümüştür?

Arkasından tumturaklı bir soru:

-Öğretmenden bilgili anne olur mu?

 *

Yemekte, merak edilen Okul Müdürü'nün toplantı nedeni açıklandı:

-Büyük Yemekhane'nin perişan halde bulunan sahne ve balkonları, kullanılır duruma getirilecekmiş!

Arkadaşımız Nihat tamamladı:

-Yani, diploma alıncaya dek adamlar, bizi inşaatlarda çalıştıracak!

Ekrem Bilgin sordu:

-Sonra ne yapacaklar? 

-Ne olacak? Sonra da bizler başkalarını çalıştıracağız!

 Bu kez de Halil Yıldırım sordu:

-Bu işin içinde çalışmamak yok mu? İbrahim Kavasoğlu cevapladı:

-Bir yolunu bulursan, var! Hürrem Arman, bakın bulmuş yolunu, çalışmadan ortalıkta dolaşıyor!

Hürrem Arman, Kırklareli doğumlu, bunu duyduğumda sevinmiştim; o da Ahmet Korkut gibi yakınlık gösterecek diye! Oysa şimdi, babamın bir sözünü anımsayıp geçiyorum:

- Ne Arap'ın yüzü, ne Şam'ın şekeri!

 

Okul Müdürünün toplantılarından herkes yakınıyorsa da, çoğunluk toplantıdan saatlerce önce salona doluşuyor. Gene öyle oldu, neredeyse en kıyıda bir yer buldum. Az sonra da Rauf İnan, yanında da bizi eğitenlerin başı (!) Hürrem Arman geldiler. Halil Dere kulağıma eğilerek:

-Odun kesicinin hık deyicisi!

Gülüp geçeceğimi sanırken, gözlerin Hürrem Arman'da takıldı kaldı. Rauf İnan'ın yanında onun bir türlü mutlu olacağını düşünemiyorum. Adam okulun müdürü iken, Rauf İnan onun başına geliyor, olaydan etkilenmeden o hâlâ yerinde oturuyor. 

Okul Müdürü:

-Belki birkaç gün dersleri de aksatacağız! deyince tüm sandalyeler hareketlendi:

-Birkaç gün derslere de ara vereceğiz!

Dikkat kesildim; Rauf İnan iyi dileklerde bulunuyor, ilgi çekici örnekler veriyor. Örneklerinden kendi etkilendiği gibi bizi de etkiliyor. Verdiği bir örnek benim de ilgimi çekmişti. Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesinden Prof. Enver Ziya Karal gelmiş, bize Genel Tarih, toplumların giderek bilinçlenmesi üstüne konferans vermiş, biz de ilgiyle dinlemiştik. Salonumuzda yüksek bir oturacak nesne olmadığı için Frof. Enver Ziya Karal konuşurken arkadaşların arasında sıkışmış gibiydi. Arada, çok önemli bulduğu noktalara dikkatimizi çekerken, neredeyse ayağa kalkacak gibi başını kaldırıyordu. O zaman bu olayı eleştiren arkadaşlar olmuştu. Özellikle bizden önceki sınıfla bizim bazı bölümlerin Fakültelerde dersleri vardı, hep anlattılar; Fakültelerde Profesörler yüksek kürsülerde ders veriyormuş. 

Müdür Rauf İnan da bunları anlattı:

-Bizde her dersliğe böyle bir kürsü gereksiz ama toplu bir konferans salonumuz olacak! dedi. İşte bu kürsü bizim en büyük salonumuz olan yemekhanedeki sahne olacakmış. Rauf İnan bu kez hazırlıklı gelmiş, geçen yıl bizden giden Abdullah Ön, Enver Ötnü, İsmail Koralay, Süleyman Alkan, Hüseyin Çakar konuştular. Daha içtenlikli bir yaklaşımdan sonra yapılacak işler sıralanıp karar alındı, gruplar oluşturuldu. 

Gruplar, üzerine düşen işleri, öteki gruplarla anlaşarak, bir sıra izleyerek tamamlayacak. Hüseyin Çakar, listesine beni almış, sahnede çalışacak Güzel Sanatlar grubunda ben de varım. Ne yapacağımı bilmeden seçilişime bir bakıma sevindim. 

Toplantıdan sonra Hüseyin Çakar bana:

-Sahneyi birlikte görelim mi? diye sordu. Bir sakınca görmediğimden, ona katıldım. Çakar, bu arada, Rauf İnan'ın gelecek hakkında tasarılarından söz etti:

-Güzel bir sahne oluşturabilirse, kuyruklu piyanoyu da oraya aldıracakmış.

İçimden:

-Buna Çakar da sevinmiştir! gibisine kinimsi duygular belirmesine karşın sustum. Yıl sonunda ayrılıp gideceğim, ne yaparlarsa yapsınlar! deyip geçiştirmeye çalıştım ama içimi de yedim. Acaba, Çakar bunları bir bakıma özel bir incinme hesabına mı depreştiriyor?

Biz sahneye çıkınca orada Sili Usta ile Mustafa Güneri bir takım öneriler sıralıyordu. Bizi görünce Sili Usta bana:

-Gene yakaladım seni, bu binayı sen yapmadığın için hep kuşkuluyum. Bu senin binalar gibi kaliteli bir yapı değil. 

Mustafa Güneri karşı çıktı:

-İbrahim'i seversin biliyoruz ama bizim de onlarda payımız var!

Hüseyin Çakar, geçmiş olayları bilmediği için azıcık duraladı. Sili Usta ortaya konuştu:

-Beş yılda altmış dolayında bina yaptık. Bunların en dayanıklıları İbrahim'in binalarıdır. 

Eliyle de gösterek:

-Duvarında Akçadağ yazdığına bakmayın, o ekip duvarları alt katın pencerelerinde bırakıp gitti. 

Sili Usta'nın bana sahip çıkmasına şaşıran Hüseyin Çakar, oradan ayrılınca dayanamadı sordu. Uzun zamandır konuşmak istediğim Hüseyin Çakar'a, bunu fırsat bilip olayı ayrıntılarıyla anlatmaya başladım: 

-Olay, o zaman bize öyle anlatılmıştı ki, inanmamak elde değildi; büyük bir savaş başlamış, Alman Ordusu, dağları, taşları aşarak ülkemize doğru geliyordu. Daha önce, 1877-78 savaşı ile Balkan Savaşı'nda olduğu gibi Trakya halkı, kurtuluşu, Anadolu yakasına geçmekte buluyordu. Edirne Öğretmen okulları (Kız-Erkek ayrı ayrı) taşınmıştı. Bizim de taşınmamız doğaldı. Bu düşünce ile sessiz-sakin olayı doğal karşılamıştık. Ancak, taşınmanın ne mene bir şey olduğunu, ya da bize uygulanan taşınmanın onlardan çok farklı olduğunu, çok geçmeden anladık. Bu bilinç bizi taşınmanın verdiği şaşkınlıktan çok daha fazla üzmüştü. Komşu saydığımız Edirne Erkek Öğretmen Okulu, Sivas Öğretmen okuluna, Kız Öğretmen Okulu Bursa Öğretmen okuluna giderken, biz neden Ankara'nın bir köyüne gitmiştik? Üstelik, 200 öğrenci, okulundan ayrıldığı gibi yöneticilerinden, öğretmenlerinden de ayrılmıştı. 200 öğrenci dört öğretmenle, başlarını yağmurdan, yaştan koruyacak bir yeri olmayan ilkel bir kırlığa sürülmüştük. 

Öğretmenler:;Selçuk Korol, Hidayet Gülen, Namık Ergin, 

(Bize, orada katılan) Reşat Tekinay, Mustafa Güneri 

Hasanoğlan'a ilk giden bizim sınıf, Orta 3. sınıf 30 öğrenciydik. Öteki gruplar gelene dek caminin bir köşesinde yatmıştık. Bu kısa süreçte, gelecek grupların çadırlarını hazırladık. Ara sıra Selçuk Korol öğretmen bizi bir çadırda toplar, çevreyi tanıtırdı. Bir süre sonra bir yabancı geldi; Sili Usta! Önce onu bir yabancı olarak küçümsemiştik. Namık Öğretmenin ona karşı tutumunu gözledikçe, o yabancıya biz de daha dikkatli bakmaya başladık. O yabancı bir gün yanımıza geldi, yüzlerimize bakarak, sanırım bizi değerlendirdi. Arkadaşlar, tıs -pıs ederken ben çok ciddi olarak gelen yabancının ne yapacağını düşünüyordum. Sili Usta gelip önümde durdu, gülümsedi:

-Sen sarışın ben sarışın, bana yardımcı olur musun? diye sordu. Başımı sallayara. olacağımı belirttim. Beni diziden ayırdı, adımı sordu, üsleneceğim görev için:

-Benimle birlikte, (geniş bir alanı gösterdi) şu gördüğün dereleri-tepeleri bir kaç kes dolaşacaksın! dedi. 

Yapacağım işin gerçeğini bilmeden sevindim. Arkadaşlar arasından seçilmiş olmak, hoşuma gittiği için yapılacak işin zoluğunu düşünmemiştim. Meğer işim, Sili Ustanın üç ayaklı âleti varmış, onunla alanları ölçüyormuş, ben onu, Sili Usta'nın gittiği yerlere taşıyacakmışım!

Hemen işe başladık. Üç ayaklı kutu oldukça ağır olmasına karşın, yapılan işin önemini farkettikçe işe ısındım. Alanları ölçtükten sonra yapılacak binaların yerleri saptandı. Ben, Sili Usta'nın yardımcısı olmuştum. 

Halil Dere uyardı:

-Konuşmanı bitir lâf ebesi, baksana herkes gitti!

Hüseyin Çakar:

-Hikâyenin sonunu da dinlemek isterim!

Anlatacağımı söyleyerek ayrıldım. 

 *

Akşam yemeğinde gelen öğretmenler duyuruldu, bizim bölümden yalnız Mahir Canova gelmiş. Selçuk Öğretmenin gelmeyişine sevindim. Bu sevincim neden? Belli ki ben giderek piyano çalışmayı tavsatıyorum. 

Arkadaşlardan rol yüklenmiş olanlar telaşlandı:

-Eyvah, Mahir öğretmen, boş derslerde de bizi çalıştırır! Ekrem hemen başladı:

-Kraliçe İokaste öldü! Ekrem, yeni düzenlemede Kral Oidipus'u oynuyor. Bir çok olaydan sonra kraliçe İokaste intihar eder. Bunu gören Kral Oidipus halka, kraliçenin kendini öldürdüğünü söyler. Ekrem, saraydan çıkıp, yüksek, kederli bir sesle:

-Kraliçe İokaste öldü! diyor ama söylediğini Mahir Öğretmen bir türlü beğenmiyor. Ekrem:

- Kraliçe İokaste öldü! derken Mahir Öğretmen kendisi tekrarlıyor:

-Kraliçe İokaste derken İokaste yüksek sesle söylenip "öldü” sözü bitkinliği ifâde etmeli! “Öldü”de l harfi yükselirken dü hecesi sakinleşecek: Ööl-dü gibi. 

Babamın sık sık söylediği bir sözü anımsadım:

-Herkesin derdi dert, değirmencinin de su! Bu söz, su değirmenleri için olmalı. Hamitabat köyündeki Zühtü Akın'ın fabrikası olacak değil ya!. . 

Değirmen falan derken gene köye uçtum; köylerimiz arası 4 km. Yazları, dışarda yatarken değirmenin kalp gibi tık tık edişini hep dinlerim. 

 

24 Aralık 1945 Pazartesi

 

Bu da bir başka tür Kızılçullu-Çifteler çatışması olmalı! Ziya Fikri Özlen:

-Kar gördüm ama böylesini görmedim! Veli Demiröz karşılık verdi:

-Bu kar mı? Sen gel de, bizim Bozkır'da karı gör! Karı sözü başka şeyler çağrıştırmış olmalı:

-Konya'nınkiler biliniyor ama sizin Bozkır'ı duymamıştık, orası da mı Kaşık Havası?

Kaşık Havası, Konya kadınları, ellerinde çifter kaşıkla, kaşıkları tokuşturarak oynarmış. Veli Demiröz, tartışmayı sürdürmedi:

-Aynı ülkede yaşıyoruz, sizde ne varsa bizde de benzerleri vardır! deyip sustu. Veli Demiröz'ün sözünü, bizim köylülerin bir sözüne benzettim:

-Biz, hepimiz bir sürü içindeyiz, birbirimizi biliriz!

 *

Kahvaltıda konu, Mahir Canova öğretmen:

-Boş dersleri kullanacak mı? Piyeslerde rol alanlar bunun sevdasında! Bense, Bölüm Başkanı gelmezse, küçük odadaki piyanoyu kullanmayı düşünüyorum. Bu olmazsa, Yönetim binasına gideceğim, Bella'nın “Bir Yaz Gecesi Rüyası” geriye bırakıldığından o da öylesine boş duruyor. 

Kuruntular boşa çıktı, bölüme gidince yönetici kapıda muştuladı:

-İbrahim seni Yemekhane işine seçmişler, çağırdılar; bizim adımıza, onlara katılmanı istiyorlar. Duyduğuma göre de, seni Sili Usta istiyormuş! 

Belli etmedim ama sevindim. Pikap dolabındaki, Sili Usta'nın hediyesi fotoğraf albümünü alıp cebime koydum. 

 

 

 

 

         

 İbrahim Tunalı/Y. K. E.- Güzelsanatlar Bölümü 

 

 

Bu çalışma olayı özet olarak şöyle gelişmişti: Biz, Kepirtepeliler, 18 Nisan günü Hasanoğlan'a geldik. Bizden sonra öteki Köy Enstitüleri de ekipler gönderdi. (Yuvarlak olarak 10 Enstitüden 200 öğrenci 20'şer gün çalışmıştı.) Bir çok iş yoluna girdi belki ama, ağustos ayına gelindiğinde, çatı işine yaklaşan tek yapı Kepirtepe binasıydı. Öteki ekiplerin başlattığı yapılar öylece yarım kalmıştı. Biz Kepirtepeliler, kendi binamızın çatısına başlarken (Ağustos ortaları) Genel Müdür geldi, çalışmalarımızı övdü, Kepirtepe'de kalan müdürümüz Nejat İdil'i övdü, Kepirtepe'de boş durmamış, 3. denemede arteziyen suyuna kavuşulmuş, bunu muştuladı. Arkasından da bize (çatıda çalışanlara) sordu:

-Heyecanla, çatıda bayrağı görmek istiyorum; bayrak ne zaman dalgalanacak? 

Bayrakların çatılara ne zaman asılacağını biliyordum:

- Bayrak, cuma günü dalgalanacak! dedim. Genel Müdür:

-Beni sevindirmek için söyleme, sonra mahcup olursun, ben sana inanarak, işimi gücümü bırakıp, o gün gelebilirim; böyle bir mahcubiyete düşmeni de istemem!

Benim de inadım inattı, direndim:

-Cuma günü gelin, bayrağı dalgalanırken göreceksiniz! 

Genel Müdür:

-Haydi sana bir gün daha bırakıyorum; cumartesi günü gelince, bayrağı ta karşıdan, Lalahan yokuşundan görmek istiyorum!

Genel Müdür ayrılınca Ali Yılmaz öğretmen beni alkışladı:

-Cesaretini takdir ediyorum, verdiğin sözü yerine getirelim! Ali Yılmaz öğretmen tekrar bir iş paylaşımı yaptı. 

Sözün özü, cuma günü bayrak çatıya rahatça asıldı. Bayrak dalgalanırken Genel Müdür çıktı geldi. Geliş nedeninin başka olduğunu, kasıtlı program değiştirmediğini, Kayseri/Pazarören'e giderken uğradığını anlattı. Beni, benimle birlikte çalışan arkadaşları öven sözler söyledi, Ali Yılmaz öğretmeni kutlayarak:

-Bunların bu kararlılığında payınızın büyüklüğünü görmemek mümkün değil!dedi, öğretmeni kutladı. Gerçekten, Ali Yılmaz (Demirbilek) öğretmen bana güveniyor, beni çok rahat bırakıyordu. 

İşe bu olayı belgeleyen albumun hikâyesi… 

Sili Usta'nın bana verdiği pakette, albümden başa şeyler de vardı: Renkli kalem kutusu, bir mürekkepli kalem, 100 yapraklı bir defter, cedvel, minkale. . . (*)

(*) Kalemlerin sonra çok işim yaradığına değinmeden edemedim. Yedek Subay Okulunda, tüm subayların gözüne girmiştim. Cihat Alpan Üsteğmen'e bir türlü yaranamıyordum. Bir çalışma saatinde Cihat Üsteğmen dersliğimize girmişti. O sıra serbest çalışma yapıyorduk, ben harita ödevlerimi renklendiriyordum. Üsteğmen, hiç göstermediği bir yumuşaklıkla, çalışmamı beğendiğini söyledi. Arkasından da kalemleri sordu:

-Arattım ama bulduramadım, sen nereden temin ediyorsun bunları? deyince olayı anlattım. Sili Usta'nın yabancı oluşunu söyleyince gülerek:

-Sen bulmuşsun kaynağını! deyip gitmişti. Bir süre sonra nöbetçi çavuşu:

- Seni, Cihat Üsteğmen çağırdı! deyince oldukça tasalanmıştım. Oysa Üsteğmen gülerek karşıladı:

-Ben de sizin gibi sınava giriyorum, topçu tabyaları konusunda bizden de harita-grafik türü çizimler istiyorlar. Kısacası ben de sizin gibi sınav derdindeyim. Kalemlerini, belki kullanmam ama verirsen memnun olurum!

Kalemleri, sevinerek vermiştim. Üsteğmen sınavı kazanmış, bense, iki sınav kazanmış gibi sevinmiştim. Bu olaydan sonra Cihat Üsteğmen bana karşı bambaşka bir üsteğmen olmuştu. (*)

(*) Cihat Üsteğmeni, 27 Mayıs Devrimi'nde gazeteler, Cihat Alpan'ın general olarak boy boy fotoğraflarını basmıştı. Biraz daha sert bakıyordu. İstanbul/Davutpaşa Komutanı gibi sıfatlar takmışlardı. Kendisini görmemiştim ama görmüş gibi sevinmiştim. Yassıada mahkemeleri sürerken, Tekirdağ Öğretmenleri olarak, bir mahkeme celsesini izlemek üzere izin almıştık. Öğretmenler Derneği Başkanı olarak, işi ben organize etmiştim. Bu amaçla, bir grup öğretmen İstanbul'a inmiştik. 

Yassıada motorları, Dolmabahçe Sarayı yakınlarında bir yerden kalkıyordu. 

Barakamsı bir yere girip izin evraklarımızı gösterdik. 

Görevliler bizden 50 tl. giriş ücreti istediler. 30 öğretmendik, bu parayı verebilirdik ama arkadaşlar nedense tepki gösterdi. 

Yetkili biri:

- Giriş salt para konusu değil, (benim boynumdaki fotoğraf makinesini göstererek) bazı başka talimatlar da var: Fotoğraf çekmek yok, yiyecek ya da mektup türü şeyler yasak! Arkadaşın biri:

-Fotoğraf çekmek yok da, o, her gün gazetelerde izlediğimiz fotoğraflar nereden çıkıyor?

-Onları, Hürriyet Gazetesi satın almış, o yayımlıyor ya da satıyor. 

Arkadaşlar, kendi aralarında:

-Daha neler, eğlence yerine girer gibi, parayla gir, fotoğraf istersen Hürriyet Gazetesi'nden al!

Arkadaşlar söz birliği etmişçe:

-Askerî bölgeye neden parayla girelim? diyerek geriye dönerken askerin biri:

-Bize de emir yukarıdan geldi; Cihat Paşa geleli beri para alıyoruz. 

Cihat Paşa sözüne takıldım. Cihat Alpay mı? Gişedeki çavuş:

-Tanıyorsanız, telefon edin, bazıları öyle yapıp ücretsiz giriyor! Telefon etmeye cesraet edemedim. Böylece, Yassıada mahkemelerini izlemekten yoksun kalmıştık ama, Alpay Üsteğmen'in Paşa (General) olduğunu da vurgulatmış, sevinmiştim. (!)

 *

Sahne onarımcıları arasında, bizim Kepirtepelilerden Halil Basutçu da vardı. Arkadaş, çok çalışkan olduğu gibi yaptığı işi bilinçli yapan biridir. Aramızda o da vardı. İlgimi çekti, arkadaş bir kenara çekilip sessiz sakin oturuyor. Meğer arkadaş oturmuyor, elindeki kitabı açık okuyormuş. Baktıp kitap, oldukça oylumlu, ünlü Alman yazarı'ın, Erich Maria Remarque’ın Zafer Anıtı. Hem şaştım hem sevindim. Arkadaş, Kepirtepe'de önce çok okuyanlardandı, sonra sonra bu alışkanlığını bıraktı. Son günlerde ise hiç okumaz duruma girmişti. Kitabı okuyacağını düşünmediğimden, takıldım:

-Okuduğun kitaptan, aklında kalan bir olayı anlatır mısın? Arkadaş iyi niyetimi bildiği için, soru sual etmede, bir ölüm anlattı. Olay, deniz kıyısında geçiyor. Denizin dalgaları sürekli karaya vurup geri döner. Her zaman öpüşen bu iki dost karşılıklı olarak yaşamlarından mutludurlar. Oysa biri ötekinin altını her an kazmakta, onu denize katmaya çalışmaktadır. Bir gün o da olur; kara parçası, sulara karışıverir. Halk dilinde “Altını oymak!” sözü burada gerçekleşir. Arkadaş bu satırları gösterince duygulandım, gerçekten okumaya başlamış. Geçmiş dönemlerde olayı anlatmışım, arkadaş, Faruk Nazif Çamlıbel'ın Akın Piyesindeki İstemi Han rolünü ezberlemiş, kusursuz oynamıştı. Nedense sonra bir başağrısına tutuldu. O sıralar bizim köye gitmiştik. Köyde ablamlara durumu anlatmıştım; köyün Bilge Nenelerinden Şehri (Şehriban) Kadın:

-O delikanlı sırılsıklam âşık! demişmiş. 

Yüksek Köy Enstitüsüne seçilince, durum düzelmişti. 

Babamın bir sözünü anımsadım:

-Değişik mekânda ferah vardır!

Biz konuşurken arkadaşlar, temizlik işini tamamladılar. Temizlenince sahne koskoca bir mekân olarak açıldı. Plânlayıcı ustalar (İsmail Koralay ile Enver Ötnü) sahneyi göstererek “Bu sahne sıva ister” deyip gün saydılar:

-25, 26, 27 Aralık günlerimiz var, nasıl olsa bitiririz! deyip, sıva- badana işini de eklediler. Bir bakıma buna da sevindim, Hamdi Keskin Öğretmenin dersleri dışındaki dersleri kaçırmakta bir sakınca görmüyorum. 

  *

Akşam yemeğinde arkadaşları dinledim; Bölüm Başkanı hepsini paylıyormuş. Yıl Başı gecesi için bir Mozart Serenad hazırlıyorlarmış. Hangisini? diyecek oldum, hemşerim Kadir Pekgöz, dayanamadı sordu: Kaç tane serenadı var ki? Mozart eserlerini yavaş yavaş ezberlemeye başlamıştım. Hemen cevap verdim:

-On kadar olduğunu sanıyorum.

Olay başka tarafa kaydırıldı da dırıltının önü kesildi. Daha doğrusu biz hepimiz, daha ilkokullarda Schubert serenadı, serenad olarak bellediğimizden hep öyle sanıyoruz. Oysa serenad türleri de ötekiler gibi boy boy değişik türlerde besteleniyormuş. Anton Dvorak'ın konserde izlediğimiz Serenatlarını anımsadık. 

Öğretmenlerin gelmeyişi beni de bir ölçüde gevşetti, Halil Dere'ye takıldım, onların grubuna katıldım ama konuşmadım. Neyse bu geceki konuları, benim hiç önemsemediğim bir cinayet davasıydı. İşin içinde bir General oğlu Haşmet Orbay olduğundan şaştım. Adam, çalışmış Orgeneral olmuş, oğlu cinayet işliyor ya da işletiyor. Bu ne perhis, bu ne Lahana turşusu! Bu cinayet olayına Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün büyük oğlu Ömer'in de adı karışıyormuş. Sıkıldım! Bana ne bunlardan? Bir yandan da Rauf İnan'ı anımsadım, adam bir gün haklı olarak:

-İşte sizin kentli diye örnek aldığınız insanların yetişirdikleri oğulları! diyebilir. 

Yatınca da bir süre aklım bunlara takıldı!

 

25 Aralık 1945 Salı

 

Sabahattin öğretmenin Fransa'ya gittiği muştulandı. Dikkat ettim, hiç kimse aleyhine yönelik söz söylemedi. Konuşanlar:

-Gittiyse haklı olarak gitmiştir, ana dili gibi Fransızca biliyor, o gitmeyecek de hep dayısı olanlar mı gidecek!

-Onun dayısı olmadığını kim biliyor ki?

Dikkat ettim, kimse karşılık vermedi. 

 *

Kahvaltıda Mozart Serenad, yedik-içtik gibi… Arkadaşların rüyalarına girmiş, melodi yakalamaya çalışmışlar. Mozart bu melodileri nasıl bulmuş?

Mozart için anlatılan bir olayı anımsattım. Mozart dört yaşında, ablası Nannerl yedi yaşındadır. Babaları Leopold Mozart ise gününün ünlü bir bestecisi, müziği özellikle de keman tekniğini başkalarına öğretecek derecede bilmektedir. Bu nedenle günümüzde de kullanılan keman metodlarından biri Leopold Mozart'ındır. 

Leopold Mozart, kızı Nannerl'e keman yanında piyanoyu da öğretmek ister. Nannerl biraz tembel ya da işi ağırdan alan biridir. Piyano ödevlerini babasına dinletirken sıkıntı çekmektedir. Leopold Mozart bir gün Nannerl'i dinleyince, çaldıklarını beğenmez, ancak parçayı da bırakıp geçmez. Biraz çalışması için Nannerl'e zaman tanıyıp ayrılır. Babası ayrılınca Nannerl piyanoyu bırakıp gider. Leopold Mozart bir süre sonra döndüğünde gelen piyano sesini kapıdan dinler, “Nannerl parçayı düzgün çalıyor!” diye sevinir, Nanner'in çalışını bölmemek için yavaşça kapıdan girer, bir de bakar ki, piyanoda dört yaşındaki Mozart oturmaktadır. Mozart'ın babası Leopold Mozart ünlü biridir, olay hemen müzik çevrelerinde duyulur. O zaman müzik beldelerinin merkezi sayılan Viyana'da bu olay, İmparatorluk Sarayı da dahil, çok önemsenir. 4 yaşındaki Mozart, kısa zamanda İmparatoriçe Maria Theresa ile kızı Marie Antoinette’in önünde piyano çalar. 

Çok geçmeden Mozart turnelere çıkar. Paris’e, özellikle de o dönem müzik kaynağı sayılan İtalya'ya gider, Papa tarafından kabul edilir. Mozart, asıl dehasını burada gösterir. İtalya müziğin merkezidir ama hangi müziğin? Doğal olarak Kilise Müziği'nin. Mozart, çoğunlukla kiliselerde söylenen dualarla ilgilenir. Vatikan kiliselerinden birinde Allegry'in bir bestesi çalınmaktadır. Mozart, bunu çok beğenir, notasını ister. Oysa bunu bestecisi, bu kilise için bestelemiş, koşullu olarak kiliseye bağışlamıştır:

-Eserim, ebediyen başka yerde çalınamaz! Bunu duyan Mozart, ikinci dinleyişinde eserin notasını çıkarır. Mozart, İtalya'da uzunca bir zaman kalır. Ancak, İtalyan müziğini beğenmez, armoni olarak zayıf bulur. Bu nedenle Mozart'in eserleri arasında İtalyan müziği melodi esintisine pek rastlanmaz. 

Oysa Mozart, operalarının konularını çoğunlukla, dahası (tıpkısı denecek yakınlıkta) adlarını, olaylarını İtalyanlardan almıştır, bir bölümünün de dili İtalyancadır. Örneğin, La Nozze Di Figaro, (Figaro'nun Düğünü) Cosi Fan Tutte, (Bayanlar Hep Böyledir) Don Giovanni (Don Juan) metinleri, aynı yazarın, İtalyan Lorenzo da Ponte'nindir. Mozart, İtalyan metinlerle yazdığı operaların başarısını gördükçe işi Almanca'ya aktarmış, kendi dili olan Almanca operalarda da başarılı olmuştur. Örneğin, Saraydan Kız Kaçırma, İmparator 2. Joseph'in isteğiyle bestelenmiştir, metin Almanca'dır. İşin ilginci konu bizim ülkemizde geçer. Avusturya İmparatoru 2. Joseph, 1780'lerde Osmanlı Sarayı ile ilgileniyor, ora hakkında bilgi almakla kalmıyor, orada olabilecek olaylar hakkında eser yazdırıyor. Eser, Saraydan Kız Kaçırma! Aslında Saraydan kız mız kaçırılmıyor, o günlerde tüm saraylarda, yabancı ülkelerden getirilen ya da getirtilen kızlar vardır. Osmanlı Sarayı'na sığınmış bir yabancı kız, Selim Paşa namlı bir ünlü tarafından beğenilmiş, evlilik teklifi yapılıyor. (Bu aslında yabancıların fikri, onlar böyle yapmaktadır; oysa Osmanlılarda böyle bir insancıl tavır yoktur.) Yabancı, sevgilisi olduğunu, onu beklediğini, dahası, tutukluluk halinin kaldırılmasını istemektedir. Aşık Selim Paşa, benzerleri gibi gaddar olmadığından, işi gönül rızasıyla yapmaya çalışır. Dikkat edilince anlaşılacağı üzere Avusturya İmparatoru 2. Joseph bile Osmanlı'nın da bir insanlık tarafı olduğunu var saymaktadır. Sonuç olarak, esir kız, çevresinin hoşgörüsünden yararlanır, sevdiğine kavuşur. Bu nedenle Osmanlı Sarayı, aleyhinde yapılan tüm karalamalara karşın, insancıl duygu ve düşüncelerden yoksun değildir. Bunu kim söyletiyor? Avusturya İmparatoru 2. Joseph, 1780'li yıllarda Osmanlı Sarayı'na böyle bakıyor. Gerçekten de o sıralar, Osmanlı Sarayında böylesi bir esinti sezilmektedir. Sonraları, 3. Selim için, “Ilımlı bir isandı, sanat severdi!” denmesi bundan olacak. Çünkü o, böylesi bir anlayış içinde tahta oturmuştu. Lâle Devri diye anılan uygarlaşma denemesi, her ne kadar talihsiz bir yıkımla ortadan kaldırılmışsa da, etkili esintileri tümüyle silinememiştir…

 *

Sahne çalışmalarına katılanlar arasında Zekeriya Kayhan da var. Zekeriya'nın aklı fikri sahnede; hangi Zeybek oyunlarının sahnede kaç kişi ile rahat oynanabileceği? Bunu, öyle önemsemiş ki, cebinden bir kâğıdı çıkarıp çıkarıp not ediyor. Dağlı, 10, Bengi 12, Arpazlı 8, Güvende 8 v.b. 

Enver Ötnü, açıkladı:

-Arkadaşa, ben yer açacağım. Anam benim askerliğimi bekliyor, evlendirecek. Mayıs başında ben yokum! İsmail Koralay da:

-Kim var ki?

Hiç belli etmiyorum ama içimden içimden Hüseyin Çakar'ın konuşmasını bekler gibiyim, o ne yapacak? İsmail Koralay onu da açıkladı:

-Arkadaş, besteciliğe devam edecek. Ancak etmesi için bir süre daha Konservatuvar'a gidip gelecek!

Benim umutlarım, iğne dokunmuş balon gibi pörsüdü; Hüseyin Çakar, burada kalıcı gibi. Gene de umudumu tümden kesmedim. Hüseyin Çakar, benim yapacaklarımı yapacak durumda değil, zaten onun için besteciliğe kaymış durumda. Öncelikle, Bölüm Yöneticisiyle anlaşmazlıkları kolay kolay geçiştirilemeyecek kertelerde. Daha önemlisi, parmaklarında sorunu var, sürekli çalışınca, titreme oluyormuş! Arkadaşın ayrıca doğuştan gelen göz sorunu da var. 

 *

Halil Basutçu, Zafer Takı'nı bitirmiş, çok beğendiğini söyledi. Bana kitap adı sordu. O sıralar okuduğum bir kitabı salık verdim; Joseph Kessel'in Gölgeler Ordusu'nu. Arkadaş, her kitap soruşunda tekrarlar:

-İçindeki olaylardan birini anlatır mısın?

         

Bu kitap, Fransız halkının son savaşta, Alman işgalcilerine karşı direnişlerini anlatır. Örneğin, işgalcilerinin yasakladığı nesneleri, birbirine vererek karşıya geçirmelerinde olağanüstü buluşlar görülür. Ancak bunlar öyle dolu dizgin yapılmıyor, sözde bir Fransızın bir Almandan üstünlüğünü öne sürerce kurnazlıklara dayandırılarak yapılıyor. Köprüden karşılıklı geçen iki insanın el becerisi… Köprüde yürüyen birisinin, elindekini, karşıdan gelen birine, gözetenlere sezdirmeden vermesi gerekir. Çünkü iki Fransızın durup birbiriyle konuşması yasaktır. Öyleyse, köprüden geçerken, bekleşen iki insan yan yana geldiklerinde ellerindekileri değiştiriyor. Bunun olup olmaması tartışılabilir!

Kitap, inandırıcı bir çabayla, bu tür numaralar anlatıyor ama sanırım okuyanların çoğu (benim gibi) anlatılanlara inanmıyordur. Dünyaya bunca korkuyu yayacak ölçüde disiplin kurmuş Alman askeri, bu denli ucuz numaraları yutacak kadar avanak olur mu? Hattâ ben, “Bu denli vatansever olan Fransız halkı, geçilmez saydıkları Majino Hattı'nı Almanlar bir günde geçtiğinde neredeydiler?” diyorum. Bizim köyde çok söylenen bir söz vardır:

-Bayram geçtikten sonra bağışlayacağın yağı kendi başına çal!

Kitabın yazdıklarını, anlatılanları anımsadıkça, bir bakıma Fransızlara kızıyorum. Onlar, akıllanmamışlar sanırım; bu savaşla Almanlara yenilişleri 3. oluyor. 1870, 1914, 1940. İlkinde İngilizler, son ikisinde de ABD olmasaydı kesinlikle sürekli Alman kuşatması altında olacaklardı.

Yatınca bir süre benzer yorumları tekrarladım! Sonra da Fransız tarihini anımsadım, özellikle Napolyon Bonapart, gerçekten bir Fransız mı idi? Öteden beri kendime sorarım:

-Acaba Napolyon Bonapart, Korsika'yı terkedip Fransa'ya yerleşince Fransızlaştı mı?

          

Napolyon Bonapart

 (Din, sıradan insanları topluca tuzakta tutmak için düşünülmüş bir kurnazlık ürünüdür: N. B.)

Nedense, bende bir Napolyon Bonapart tutkusu var, adam çok şanslıymış, bunca savaşta Fransa'yı zafere taşımış; nasıl oldu da tam zamanında ayrılıp bir köşeye çekilmişken, kalkıp gene Paris'e döndü; keşke dönmeseydi derken; içimden bir ses: 

-Sana ne be İbrahim, senin başka sorunun mu yok! deyip beni güldürüyor! Uyurken güldüğümü gören olsa:

-Mutlulukları rüyalarını bile etkiliyor sanır! Nereden bilecek, 200 yıl önce olmuş olayları, sil yeni baştan düzene koymaya çalıştığımı (!)

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ