Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

20 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

21/4/2000

Sayın

CAN DÜNDAR

Köy Enstitüleri Belgeseli Yapımcısı

ANKARA

 

 

17 Nisan ya da Köy Enstitüleri üzerine hazırladığınız belgeseli izledim. Belgeselinizi teknik açılardan değerlendirip özellikle de eleştirecek düzeyde bilgilerle donanık olduğumu sanmıyorum. Bu nedenle salt girişiminizi alkışlamak, içlerinde anılarımla örtüşmeyen kimi olayları irdelemek amacıyla ve de hoş göreceğinizi umarak söz almış bulunuyorum.

Köy Enstitüleri öncesi açılmış bulunan Köy Öğretmen Okulu’nun (Edirne-Karaağaç) ilk öğrencilerindenim. Köy Enstitüleri’nin kapatıldığı 1953-54 öğretim yılında ise 21  Köy Enstitüsü öğretim kadroları içinde, bu ocaklardan yetişmiş tek yönetici-öğretmen olmak gibi ayrıcalıklı bir bakıma da  traji-komik (Acıklı güldürü)) bir burukluk yaşayan tek kişi de benim. Böylece, 1938 Kasım ayında başlayan öykümüzün özgün bölümü, o günlerin sorumlularınca yeni bir hamle, bir büyük değişim(!)diye sarılıp sunulmasına karşın, bence bu, adı söylenemeyen, söylemekten kaçınılan bir bitiriş, daha açık bir deyimle yok edilişti. ”Yeni bir “Gelişme” denilip yaldızlı sözlerle meydanlarda  çığırtkanların sakızı  olan bu karşıt devinim, salt Köy Enstitüleri değil, Türk ulusunun özverili çalışma simgesi olmaya yönelen bir ikinci  Kuvayı milliye ruhunu da acımasızca köstekledi. Adı gibi  yörüngesi de değiştirilen Köy Enstitüleri öteki işlevsiz kuruluşlar arasına itildi. O günleri yaşayanlar hep bilir; böylesi bir  kıyımı, Türk basınını büyük bir bölümü sahibiyle, yazarıyla geniş bir okuyucu kesiminin arkalarında olduğunu düşüncesiyle susarak karşıladı. Buna sessiz seyirci rolünü üslenip, zaman simidine sarılmayı yeğlediler de diyebiliriz. Herkes suspusken Köy ve Eğitim Dergisi’nin 1954 Kasım sayısında “Yazık Oldu Köy Enstitüleri’ne başlıklı yazımda bu konudaki kanımı, dilimin döndüğünce açıklamış, bu kararı verenlerin  tarih önünde sorumlu olacaklarını anımsatmıştım. Kolayca tahmin edilebileceği gibi ,o günlerin M.E.Bakanlığı (O günler  Maarif Vekaleti) merkez mafyası, ivedi olarak çalışma yerimi değiştirdi, arkasından da müfettişlikten stajiyer öğretmenliğe  indirildim. Ben kendi düşüncemi değiştirmedim ama mafya da çok öfkelenmiş  olacak, 1960 yılına dek onların bu öfkeli ilgileri(!) nedeniyle  yurdumun en geri kalmış (Van –Erciş, Adıyaman-Kâhta, Yozgat-Akdağmadeni- Karaköse yörelerini görme olanağını buldum. Böylece Köy Enstitüleri’nin işlevini de yerinde yaşayarak, üzülerek, inanarak bilincime geçirdim. Demir Kırat mavallarıyla avunan, avunduğunu sanan  nice insancık maroken koltuklara sünepeleşerek, eğilip bükülerek bakarken ben, T.C.D.D yıpranmış kompartımanlarında Tevfik Fikret’i okuyarak bilendim, Namık Kemal’i ,Nazım Hikmet’i okuyarak direndim.26/5/1960 günü Tekirdağ  Balkan Otelinde yeni  sürgün emrimi beklerken bir gün sonra kimi insanların ne denli sünepeleştiğini bir kez daha görerek acı duydum. Bu tür, sözüm ona insancıkların bir bölümü” Kâbbstan kurtulduk! ”diye şarkılarına benden  önce başlamışlardı.

Köy Enstitüleri’ndeki yaşamım az sayılmaz, tamı tamına 15 yıl. Köy Öğretmen okulunda geçen iki yıl da eklenince benim emek sürecim Köy Enstitüleri’nin bilinen yaşından fazladır. Öğrenci, öğretmen, yönetici, müfettiş olarak renkler değişse de hepsi köy çocuklarının yetişmesi üstüne tüketilen kıvanç verici bir çabadır benim için kıvanç verici bir süreçtir.. Hepsi bir birine bağlı, biri ötekinin dalı, yaprağı, çiçeği. Ne yazık ki bıçakla kesilirce acı duyarak koparıldık birbirimizden. Bizim tekrar buluşacağımız ürküntüsünü yaşayanlar, manevi bağlarımızı yıpratmak için şeytanları güldürecek nedenler  ortaya sürdüler. Tarihsel bir görüntü içinde Kul-Köle ilişkisini sürdüren, patronlarının kral-palyaço çizgisini aşamayan kimi yeteneksiz yazarcıkların (!) günümüzde bile Köy Enstitüleri’ne  saldırması(*) insan beyninin ne denli güdümlü kullanıldığını örnekleme bakımından üzerinde durulacak bir olaydır. Ünlü İngiliz filozofu D.T.Hobbes, sanırım bunun  için “Homu homini lupus!” demiş.(İnsan, insan için kurttur.)

Belgeselinizde, hangi nedenle olursa olsun dışlanmışlığına tanık olduğum Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden söze girmek istiyorum. Biz Kepirtepelilerin ilk konağı Edirne-Karaağaç beldesi olmuştu. Burada toplandık, kısa bir  süre sonra Alpullu ’ya oradan da Lüleburgaz’a taşındık. Bu yer değiştirmeler, yıllar değil hatta yıl da değil 10 ay içinde oldu. Bir halk deyimi vardır, ”Şans üçe dek denenmeli!” diye. Yazık ki biz dördüncü denemeye de kendi isteğimiz dışında zorlandık. Halk deyimine karşın, sıvadık kolları dördüncü denememizde bu kez kendi yuvamızın kesinlikle kurulacağı inancı içinde çalıştık. Köy Enstitüleri yasası çıktığı zaman (3803-17 /Nisan/1940) Kepirtepe’ de erkin bir Köy Öğretmen Okulu vardı. Bu okul dikili bir ağacı bulunmayan, damla sudan yoksun kırsalda kurulmuştu. Kepirtepe’nin günümüzde de halk deyimiyle “Kale gibi” ayakta duran binaları Köy Öğretmen Okulu dönemi yapılarıdır. Kısacası  bizler, sözü edilen 3803 sayılı yasayı kendi yaptığımız dersliklerde iki, üç bilinmeyenli denklemlerle cebelleşirken (**) Küçük Paşa, Çıkrıklar Durunca, Beyaz Zambaklar Memleketinde, Beyaz Lale, Yaban, Kuyucaklı Yusuf, Yeşil Gece, Çalı Kuşu, Vurun Kahpeye türünden kitapları okurken, hepimiz mandolin, kimimiz keman, bağlama, akordeon gibi sazlarla notalı çalışmalar yaparken karşıladık. Dirençle üzerinde durduğum bu konu, belki size “Belgeselle doğrudan ilgili değil!”, gibi görünebilir. Kimilerinin dediği gibi” Belgesel bir belge değildir!” savına katılmış olabilirsiniz.  Tıpkılığı konusunda dayatacak değilim, adı üstünde  belge-Sel,Sel eki ne denli ayrıcılık belirtisi olarak gösterilebilirse de, belge gövdesi, o denli  belgeyle tıpkılığını  kolayca kanıtlamaktadır. Belgesel ya da belgesellerin içeriği, sınırları konusundaki düşüncelerinize saygı duyarak, bundan sonraki yazacaklarıma açıklık getireceği inancımı belirterek, sözlerimi sürdürüyorum.

Okulumuzun adı Köy Enstitüsü’ne dönüştükten bir sonra 1941 nisan ayında bir büyük göç daha yaşadık. Bu dördüncü göçümüz, konduğumuz yer ise beşinci konağımızdı. Gittiğimiz yer, Ankara’ya 32 km. uzaklıktaki Hasanoğlan köyü meralığıydı. Kırsallık ve yaşamsal koşullar açısından Kepirtepe’den farksızdı. Biz Kepirliler( Bu adı ,değiştirmemek üzere kendimize kendimiz takmıştık) tıpkı Kepir’de olduğu gibi burada da kalacakmışçasına yeni yuvamızı kurmaya giriştik. Deneyimliydik, önce alt yapı sorunlarımızı çözdük. Ancak Hasanoğlan Köy Enstitüsü temelleri atılır atılmaz Kepirtepe’den farklı bir yapılanmaya dönüştü. Salt bir okul değil okullar topluluğu olabilirliliği öne  çıkarıldı. Olay böyle genişletilince kardeş Köy Enstitüleri’nden yardımlar önerildi. Bu yardımlar, her enstitüden yirmi öğrencilik çalışma kümesi olarak saptandı, ilk grup olarak da on  Köy Enstitüsü’nden iki yüz öğrenci ayrı zamanlarda  Hasanoğlan’a gelerek geçici olarak bize katıldı. Belgeselinizde de değinilen bu konuda bir kasıt yoksa kesinlikle bir bilgisizlik örneği verilmektedir. Şöyle de diyebiliriz:

-Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihinde yürürlüğe giren bir yasa ile kurulmuştur. Bu tarihten sonra belirli bir süreçte(Aylar sonra) öğrenci toplayıp etkinliklere başlandı. Bu süreç bölgelere göre 4 ile 6 ay arasında uzadı. Yasa tarihini zorunlu başlangıç alınca yeni açılan enstitülerin 1941 yılı ile etkinliklere başladığı kolayca anlaşılır. Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri Hasanoğlan’a 1941 nisan ayı sonunda gelmiştir. Bina yapım işleri haziran sonunda ele alınmış, öteki okullardan ekipler bundan sonra gelmiştir. Çok önemli gördüğüm, sayısız haksızlıkların da burada  yığıldığını sandığım  bu tarihe önemle eğilinmesini istiyorum. Hasanoğlan’a gelen ilk on ekibin yedisi daha sekiz aylık öğrencilerden oluşuyordu. Öteki  iki ekibin  içinde de1937-1938 de okula  başlayan   yarı yarıya deneyimli öğrenciler vardır. Oysa Kepirtepe ekibinde bulunan yirmi öğrenci de 1938’de okula girmiş, genel liselerde, öğretmen okullarındaki öğrenciler gibi öğrenim görmüş, ortaokul basamağını bitirip lise 1.sınıf hakkını almıştı. Yaş ortalaması 17’yi geçmiş aylara tırmanmaya başlamış durumdadır. Sınıfımızın ağırlık ortalaması 64 kg, boy ortalaması 165 cm’ dir.(Benim yaşım 20,boyum 170,kilom 70)Üç yıl düzenli  ders görmüş, kendi okul binasını, öteki gerekli yapılarını tamamlamış bir ekiple sekiz aylık çocukların yapacağı ya da yaptığı etkinlikleri harmanlayıp izleyiciye aktarmak, sanırım Köy Enstitüleri Belgeseli’ne bir İLK SANI kazandıracak İLK’ler kitabına yazdıracaktır. Bilerek ya da bilmeyerek burada siz de bir pay almış olacaksınız(!)Yanılma, yanlış, yarım bilgilere belge niteliği kazandırma gayretlerine katılma ya da göz yumma Plâketi  sahibi olacaksınız(?!) Geçen 70 yılın sünger çekip izlerini kaldıramadığı, buna karşın kimi çıkarcıların yanlış bilgilerle karıştırıp kararttığı bu konuyu depreştirmemin nedeni, gerçekte yanlış düzeltmekten çok insanların o her zaman başvurdukları, başkasından usanmadan bekledikleri insaf mekanizmalarını ırgalamaktır. Söylediklerim bir sav değil yaşanmış bir gerçektir. Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri deneyimli kişiler olarak öteki ekiplerin yardımına koşmuş, özellikle çatı, kapı, sıva gibi eğitilim gereken işlerin tamamına yakınını yaparak onlara katkıda bulunmuştur. Yukarda yaşımı, boyumu, kilomu belirtmem, sağlıklı, çalışkan bir genç tiplemesi yapmak içindir. Bir de gelen ekiplerin  teknik yöneticilerine bakalım. İşe hiç karışmayan ders öğretmenleri ki bunların  hemen hemen  hepsi ilkokul öğretmenliğinden gelmiş kültür dersi  öğretmenidir. Bunların hepsinin M.E.B kayıtlarından böyle olduğu kolayca  öğrenilebilir. Yanlarındaki teknik öğretmenlerin çoğu  da Yapı-Sanat okulunu yeni bitirmiş deneyimsiz gençlerdir. Bunların, Kepirtepeli bir öğrenci olan bana,  SİLİ’nin yardımcısı dediklerini, kimisinin beni öğretmen sandığını, bunu daha sonra kendileri söylediklerini bu gün bile üzülerek buraya yazıyorum. Sili diye kısaca söylediğimiz kişi Hasanoğlan Köy Enstitüsü  tüm yapılarını kondurup kuran yetkili, Macar asıllı mühendistir.(Başka enstitülerin sayısız yapısını da o var etmiştir.) Doğrudan doğruya M.E.Bakanlığı en yetkin makamına  karşı sorumluydu. Böyle bir insanın beğenisini kazanmak benim için büyük bir onurdur. Yakınında bulunmak ise beni çok ama çok gururlandırmıştır. Bu nedenle beni öğretmen gibi görmeleri çok doğaldı. Buna karşın ben öğrenciydim  işlere koşuk olarak derslerimi de sürdürüyordum. Örneğin müzik derslerime giren öğretmenim Behire Bil-Süheyla Başokçu öğretmenler, tamı tamına  yirmi yaşındaydı. Marangozluk işlerini yürüten Ali Yılmaz öğretmen yirmi iki yaşındaydı. İlk bakışta gereksiz gibi görebileceğinizi umduğum bu bilgiler, Hasanoğlan olgusunun gerçek kurucularını seçmede yardımcı olacak, onların başarılarının kendine özgü bir özveri anıtı sayılacak değerlerini yerine oturtacak kesin bilgilerdir. Kepirtepeli öğrencileri sıradan bir ekip gibi gösterip halk deyimiyle laf salatası yapmak sözün tam anlamıyla sapla samanı karıştırmak olmuştur. Hasanoğlan’ın  kuruluşunda  olduğu gibi Yüksek  Bölümün  oluşumunda da (kapanana dek)  özellikle yapısal alanda en büyük yükü bu kez de Kepirtepelilerin içinde bulunduğu Köy Öğretmen Okulu kökenli öğrenciler çekmiştir. Bu olguyu atlayıp ya da oyuncuların  deyimiyle taşların yerini değiştirerek yeni düzenlemeler yapılması burada da  gerçeği çarpıtmış, tarihsel görünüme fırça yamaları eklemiştir. Oysa durum hiç de karışık ya da karmaşık değildir. Kepirtepe öğrencileri Hasanoğlan’ da bulunan bir alana getirilmiş tıpkı Kepirtepe’de yaptıkları gibi okullarını yapmaya başlamıştır. Ancak  üst yetkililer plânlarda değişiklik yaparak büyük oylumlu yapılanmaya yönelince olay bütünüyle değişmiştir. İşte bu değişiklik, yeni kararlar gerektirmiş, sınırlı öğrencisi bulunan Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne yardım amacıyla öteki enstitüler devreye sokulmuştur. Kepirtepe  Köy Enstitüsü’nün o günkü öğrenci sayısı 250 dolayındadır. Belgeselde söylendiği gibi her enstitü gelmiş, bir bina yapıp gitmiş söylemleri gerçeği yansıtacak ciddilikten çok uzaktır. Gerçekte, içinde oturulacak bina kurmak başlı başına bir deneyim, bilgiye dayanan bir eğitim sorunudur. Bu nedenle belgeselinizde gösterilen yapıları değil, yapıp gittiler gibi rahat söylenişleri yadırgadım. Olaya böyle bakanlara:

-Ünlü Alman pedagogu Frobel’in oyun bahçelerinde tahta takozlarla oyuncak ev mi yapıyorsunuz? diye televizyonun başında söylendim. Bu tepkimi yeterli bulmadığım için bir kez daha size aktarıyorum. Gene gene yazıldığı gibi ekipler geldi, gösterilen yerlerde kendilerine verilen yapı çalışmalarını sürdürdü. Ancak bu binanın tamamını yaptı, anahtar teslimi adını yazdı gitti biçemi içinde sunulunca yanlış oluyor. Çünkü ekipler güçleri ölçüsünde yapının sınırlı işlerini gördü. Şöyle de demek doğru olur:

-Onlar bilek gücü ile yapabilecekleri yardıma koşmuştu, onu yapma gayretiyle çalıştılar. Bu da duvar örme, bir ölçüde dolgu ya da  kaba sıva türünden kolay işlerdi. Bilindiği gibi içinde yaşanılacak binanın yapımı bu denli yalın bir iş değildir. Yapının çatısı, döşemesi, kapısı, çerçevesi, ince sıvası, badanası gerçekte binayı oluşturan ögelerdir. İşte bunları gelen ekiplere Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri tamamladı. Çünkü gelen ekiplerin ikisi Kızılçullu-Çifteler)dışındaki  öğrencilerin içinde doğru dürüst, rende, destere, planya hatta çekiç, keser tutacak düzeye ulaşmış kimse bulunmuyordu. Kepirtepe Köy Enstitüsü  öğrencileri onların bu eksikliğini tamamladı. Daha açık bir deyimle Flober Oyuncak Evi olmayan Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Kepirtepeli öğrencilerin büyük emeğiyle kurulduğunu Mısır’daki sağır sultan duydu ama burnumuzun dibindeki birilerinin duyamamış olmasına üzüldüm! Bu emekleri belirtmeden kem kümle geçiştirmek büyük bir manevi haksızlık  olmuştur. Öteki ekipler adı üstünde konuktur, konuk olarak bir süre kalmış, ellerinden geldiğince yardım edip ayrılmışlardır Binalara adları yazılması ayrıca bir onur konusudur. Ama bu onurun çoğu gene Kepirtepelilerindir. Kepirtepeliler yardıma gelen konuklarını anmak için böyle bir yöntemi benimsemişlerdir. Öyle ki yapılarını bitiremeden dönenlerin ki çoğu böyledir, ad yazılarını  bile  duvarlarına, yapılarını tamamlayan Kepirtepeliler takmıştır. Bu çok olağandır, ekipler üçerli gruplar olark temmuz ayında gelmiş eylül ortaların da ayrılmıştır. Kepirtepelilerin  ise geriye dönüşü  uzun süre söz konusu olmamış ancak aralık ayında gündeme gelmiştir. Bu süreçte Kepirtepeliler geceli gündüzlü öteki yarım işleri de tamamlamıştır. Çok önemli bir nokta da Kepirtepe ekibine,  bu  ortak çalışma sürecinde verilen ek görevdir. Tüm ekiplerle sağlıklı bir işbölümü yapmak, tutarlı bir iletişim oluşturup araç-gereç kullanımını ekonomik çizgide sürdürmek, emekleri  olabildiğince işe yansıtıp ürüne dönüştürmek; birlikte çalışanlar için çok önemli bir olgu sayılan iletişim Kepirtepe yöneticileri tarafından olağan üstü bir tarafsızlıkla yürütülmüştür. Sonradan yurt düzeyinde çok anılır olan, Köy Enstitüsü adı ile simgeleşen İMECE söylemi bu süreçte gerçeğine uygun yaşanmıştır.

Bina yapımı karmaşık bir işlevler yumağıdır. Sözü edilen on yapının 250 çalışanı, üstelik bunların çok genç, deneyimsiz aynı zamanda öğrenci oluşu işi daha çok zorlaştırmıştır. Bu nedenle eşgüdüm sorumluluğunu üslenen Kepirtepe Yöneticileri bu  oluşta anılmaya değer örnek bir çaba göstermiştir. Örneğin o günlerin yapı-teknik işler yönetim sorumlusu( Köy Enstitüleri’nde Sanat Başı denir) Mustafa Güneri bu süreçte benzersiz bir çaba  tüketmiştir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü büyük projesinin gerçekleşmesini onun olağanüstü çabalarına bağlayanlar vardır. Bu savı, o günün en yetkili kişilerinin övgülü sözlerini basından tarayarak, canlı tanık olan biz öğrencilerin  değişmeyen kanılarını saptayarak kolayca  kanıtlanabilir.

Yukarda değindiğim gibi Kepirtepe ekibinin en yaşlı belki de en sağlıklı(Bir genel sağlık yoklamasında bana öyle denmişti) öğrencisi olduğum için, okulumuz geleneklerine  uyularak içinde bulunduğum ekibin öğrenci sözcüsü ben seçilmiştim. Bu nedenlerle öğretmenlerin yakınlarında çok bulundum, iş konusunda olduğu gibi iş dışı durumlarda da ekipler arası bağlantılarda sürekli görev aldım. Sanırım verilen görevleri yeterince yaptım. Bu olayı anımsatmak üzere tüm ekipler üstü yetkili sorumlu  Sn. Sili imzasıyla adıma yazılan bir onur belgemi yaşamım boyu sakladım, onu öteki belgelerimden hep üstün tuttum. Baktıkça  bu belge bana o insanların çalışkanlığını, iş bilirliğini, dürüstlüğünü, özveri sahibi olduklarını kısaca insanlıklarını  sımsıcak yaşatıyor, bu canlılığı eksiksiz sürdürüyor. Hangi koşulda olursa olsun, yanlarına gidildiğinde kesinlikle sert bir tavır almazlar, ters bir karşılamada bulunmazlar, bedensel devinimleri sözlerine uygundur. Tüm başvurularda onların “Olur, kolay, hemen yaparız, bir de şöyle deneyelim, şimdi geliyorum, beraber deneyelim!” türünden iyimser uyarıcılıklarını tatlı birer anı olarak hep andım, çevremdekilere anlattım. Bu duygulardan yola çıkarak Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün ilk temel harcını atan, karabasancı, ulusumun aydınlık bahtını kara eden kara yürekli takımın o güzel etkinlikleri sabote edip durdurttuğu güne değin  yirmiler, otuzlarla anılan yapıların kurulmasına alınteri katarak tanık olan Mustafa Güneri’nin belgeselde anılmamasını yadırgadığımı bilmenizi isterim.  Salt  biz Kepirlileri değil her ekibi eşit sayıp,her davranışı eğitim ilkeleri içinde değerlendiren bu saygın insan Hasanoğlan’dan uzaklaştırılınca da gittiği yerlerde  üstün başarılarını sürdürmüş seçkin bir eğitimci olarak çevresinin beğenisini kazanmıştır. O günlerde  belki de bir özenti olarak elimden geldiğince  tarafsız tuttuğum günlük notlarımda koruduğum, belleğimden de silinmeyen dört olayı kısaca anmak istiyorum. Yukarda sayılarını verdiğim ekiplerden birisi de Adana-Düziçi Köy Enstitüsü’nden gelmişti. Ekibin başındaki öğretmenlerden biri rahatsızlığı nedeniyle izinli sayılmış tüm yük  ikinci öğretmen Vahdet Kayık’ a kalmıştı. İşler tıkırında giderken bir terslik çıkmış yapı çalışmalarında kullanılan araçlarda (Beton kalıbı denen kutular.) eksilme görülmüş. Öğrencilerin bir bölümü bu eksikliği bahane edip işleri durdurmaya kalkışır. Öğretmen Vahdet Kayık nerdeyse benim yaşımda genç bir delikanlıdır. Durumu iletişim görevlisi olan bizim öğretmene duyurur. Olay yetkili olarak ancak Mustafa Güneri’nin çözebileceği duruma  dönüşmüştür. Ortada bir öğrenci-öğretmen gerginliği söz konusudur. Ancak Mustafa Güneri o an Hasan Dağı’ından getirilmeye çalışılan  büyük su kaynaklarına gitmiş bulunmaktadır .Bizim ekip öğretmenimiz  Ali Yılmaz bir öneride bulundu. Bu önerinin iletilmesi için de beni Düziçi ekibine gönderdi. Öneri şuydu:

-Onlar bugün gelip bize yardım etsin, yarın da biz onların işlerini birlikte yapalım! Yanlarına gittiğimde öğrencileri topluca oturmuş, öğretmen Vahdet Kayık aralarında şarkı söylüyordu. Şarkı o günlerin çok moda bir şarkısı, ünlü ses sanatçısı Safiye Ayla’nın söylediği “Sarı kurdelem sarı, dağlara saldım yâri, Dağlar kurbanın olam, tez gönder nazlı yâri vb. olarak sürüyordu. Öğretmen Vahdet Kayık şarkıyı oldukça güzel söylüyordu. Öğrenciler çalışmak istemediklerini söyleyince öğretmen yetkili kişi olarak Mustafa Güneri’yi aratmış. Mustafa Güneri’nin  oldukça  uzağa, dağa gittiğini öğrenince öğretmen, bu dağ çağrışımlı moda şarkıyı söylemiş. Ben durumu anlattım, öğretmen memnun oldu ama ekibe egemen olan  öğrenciler direndi, bizim önerimize uyulmadı. Durumu bizim öğretmene anlatırken bir rastlantı ,Mustafa Güneri dağdan dönmüş, tam zamanında bizim iş yerine gelmişti. Durumu öğrendi, beni de yanına alarak Düziçililerin iş yerine gittik. Yolda şarkı olayını söylemiştim. Mustafa Güneri Düziçililere “Günaydın!” dedikten sonra “Güzel çağrınızı duyar duymaz  dağlardan koşarak geldim. Hayatımda beni bugüne dek hiç kimse  bu denli güzel bir sesle çağırmamıştı, teşekkür ederim!” dedi. Çocuklar bakıştı, bir kaçı alkışladı. Mustafa Güneri , öğrencilerin bahane olarak öne sürdüğü kaybolan beton kalıpları, gereksinim duyulduğu için kendisinin dün  aldırdığını, onların dinlenme günü olduğu için de kendilerine haber veremediğini, anlattı. Çocuklar gözlerini öğretmene çevirdi. Öğretmen Mustafa Güneri’ye benim daha önce getirdiğim önerimi anlattı, karşılıklı teşekkürlerden sonra Mustafa Güneri kendi işine biz de Düziçililerle, birlikte bizim iş yerine döndük, gün boyu da şakalaşarak çalıştık. Akşam yemeğinde arkadaşlar bu olaya değinince bir arkadaşımız “Bugün neler oldu? ”diye sordu.  Başka bir arkadaşımız“ Bugün bizim Kepir ekibi güzel şarkı söyleyen bir öğretmeni tanıdı, Düziçi ekibi de bir yanlış inatlaşmadan dönerek kendilerine yakışanı yaptı!” dedi. Tatsızlığa neden olan kayıp  olayını Mustafa Güneri bizim kalıpları göndererek çözdü. Çünkü bizim o kalıplara bundan böyle gereksinimimiz kalmamıştı. Benzer üç olay da  gene böyle öğrenci diretmesidir. Eskişehir-Çifteler ekibinde bizim gibi  üç yıllık hatta dört yıllık arkadaşlarımız vardı. Yaş yakınlığımız nedeniyle bunlarla çabuk yakınlaştık, iş dışı  oyunlarda da iyi anlaştık. Bunlardan benim de çok sevdiğim, biz Kepirtepelilere on dolayında milli oyun öğreten Mustafa Atavcı’ya,  Kepirtepe Eğlence gecesi için - yardımı olur diye- bir gün izin aldık. Mustafa arkadaş o gün işe gitmeyince ekibinde büyük sorun olur, işleri aksatacak düzeyde kaynaşma başlar. Benzer bir direniş de Arifiye ekibinde olmuştur. Ekipte bulunan Selahattin Odabaşı akordeon çalmaktadır. Kendi eğlence gecesine hazırlanan bir başka ekip Selahattin Odabaşı için izin almıştır. Bu izinler iki arkadaşın ekiplerinde sorun olmuş, inanılmaz tepki uyandırmıştır .Çok yakından tanık olduğum bu olaylarda Mustafa Güneri kışkırtıcı durumdakilerin apaçık ortada olmasına karşın öyle davranmıştır ki, onların özür dilemelerine bile gerek görmeden sorunları çözmüş kimsenin burnunu kanatmadan olaylar kapanmıştır. Anlatacağım bir başka olay ise Kepirtepeli öğrencilerle onların başına atanan yeni müdür arasında patlak vermiştir. Kepirtepe öğrencileri Hasanoğlan’ a göçünce müdürleri Nejat İdil Kepirtepe’ de kalmış, Hasanoğlan’ a Mehmet Tuğrul adlı bir müdür  atanmıştır. Yeni müdür deneyimsiz olacak, ilk bayrak töreninde konuşma yaptıktan sonra öğrencilere “Eski müdürünüzü seviyor musunuz?” diye sordu. Öğrenciler “Seviyoruz!” dedikten sonra “Eski müdür sözüne de tepki gösterdi, bir ağızdan ”Bizim müdürümüz eskimeyecek, hep yerinde, yeni kalacak!” deyip alkışladılar. Olayın burada bitmesi beklenirken yeni müdür “İyi çoban olsaydı sürüsünün başında olurdu!” gibi acayip bir söz söyledi. Öğrenciler bu kez bir ağızdan “Müdürümüz çoban değil, biz de koyun değiliz!” deyip, konuşmayı dinlemeden kendi aralarında söylenerek dağılmaya başladı. Dur sus dinlemedikleri gibi, “Çoban sensin!” türünden söz atanlar da oldu. Müdürün adı o anda “Çoban Mehmet” oluverdi. Yeni müdür, olayı izleyen günlerde tüm çabasıyla açılan arayı bulmaya çalışıyor göründüyse de  gerginlik artarak sürdü. Çünkü yeni müdür hem yaklaşmak için güler yüz gösteriyor hem de öç almak için yollar arıyordu. Örneğin o günlerde Kastamonu-Gölköy ekibi gelmişti. Kepirtepelilere yakın bir yerde yerleştirildiler. Yeni müdür Mehmet Tuğrul da oradan gelme olduğu için  Gölköylü öğrenciler eski öğretmenlerini  koruyucu bir tavır alıp gerginlik yarattılar. Kepirtepeli öğrenciler zaten çok tedirgindi, savaş kaygısıyla okullarından, evlerinden daha doğrusu tümüyle yörelerinden uzaklaşmış, geri dönüşleri belki yıllarca sürecek bir ayrılığın acısı içindeydiler. Tam bu günler(22/Haziran/1941 günü) Almanya S.S.C.Birliğine savaş başlatmıştı. Böyle bir günde Gölköy ekibinden Abdullah adlı bir öğrenci ( Soy adı benim notlarımda Daltaban. Bunu o zaman öyle yazmışım, doğruı mu yoksa birisi şaka olarak öyle mi yazdırdı, o zaman üzerinde durmamıştım.)Kepirtepeli bir arkadaşla dalaşmaya kalkmış, bu duyulur duyulmaz tüm  Kepirli öğrenciler, sayısı  ancak 20 olan Gölköy ekibine boykota kalkıştı. Günün duyarlığı içinde bu durum yeni  yeni  olaylara neden olabilecek  belki de öteki ekipleri de etkileyip tatsız sonuçlar doğurabilecekti. Bir yandan da olay yaratan yeni müdür, öğrenci başkanı olan Halil Basutçu arkadaşımızı   sorumlu göstermek için gizlice izletmeye aldığı ortaya çıktı. Buna, kimi ilgisiz, küçük sınıflardaki olay dışı çocukların sorgulandığı haberi eklenince “Bölerek zayıflat” yöntemleriyle karşılaşıldığı kanısı  tüm öğrencilerde yaygınlaştı. Bu kez Kepirtepeli öğrenciler çalışmaları aksatmaya kalkışmak üzereyken Mustafa Güneri devreye girdi. Bayrak töreninden sonra, öğrencilerle kısa ama apaçık bir konuşma yaptı:

- Herkes iş başı yapacaktır, iş başka aramızdaki anlaşmazlıklar başka. Anlaşmazlıklar  belki bir süre uzar ama sonra biter. Ancak yarım kalan iş tümden bozulabilir. Bozulan iş de iş olmaktan çıkar.İş aksarsa yaşam da aksar. Okul müdürü ya da benim gibi görevliler isterse ya da istemezse alır çantasını gider, bir başka  yerde çalışır. Öğrencinin böyle bir şansı yok, sizinse hemen hemen hiç yok. Bu nedenle sizin buradaki işiniz  aynı zamanda öğrencilik bağınızdır. Bu bağı gerip koparmamak elinizde. İşlerimizin bir saat bile aksatılması bize çok büyük zarar verecektir. İşiniz dışında anlaşmazlığa düştüğünüz kimselerle konuşup sorununuzu çözün.  Benimle bir sorununuz yoksa haydi işbaşına! ’Benimle bir sorunu olan varsa onunla işinin başında konuşacağım! dedi gitti. Hiç kimse tek bir söz söylemedi, eksiksiz olarak ıpış tıpış işlerimize gittik. O gün akşama dek benim kümemde hiç kimse bu olaydan söz etmedi. Bunu  izleyen günlerde de iş yerlerinde bu konuya dönülmedi. Ancak yeni müdür kendine yediremediği için kısa sürede görevinden ayrıldı. Bu arada Sanat Başı olan Mustafa Güneri bu olaydan sonra  önce müdür yardımcısı  daha sonra da müdür vekili olarak Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün Kuruluşuna katılanların sıralamasında  Kepirtepeli Öğrenciler değerlendirmesinde Mustafa Güneri 1. sıraya oturdu. Müdürlük makamına(Vekil olarak) oturdu ama o bu saygın kurumun yönetimini döner koltuktan  değil iş alanlarından yönetti. Sonradan, kimilerince birilerine haksız olarak giydirilmeye çalıştığı “ İş İçinde Yönetim” ilkesini  Mustafa Güneri Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kuruluşunda uygulamıştır. Mustafa Güneri’nin en saygıdeğer özelliği öğrencilerine karşı bakış açısıdır. Nisan 1941 tarihinde Hasanoğlan’a gelen Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri, yıl sonunda Kepirtepe’ye dönerken “Sevgili öğrencilerimle birlikte gidip onları çok sevdikleri müdürleri, arkadaşım Nejat İdil’e  sağlıkla kendim teslim edeceğim!” demesi, gerçekten tren yolculuğu boyunca kompartımanları gezerek hepimizle ilgilenmesi unutulmaz bir anı olarak benliğimizde iz bırakmıştır. Bundan iki yıl sonra Yüksek Köy Enstitüsü’ne geldiğimizde de Mustafa Güneri’yi aynı tempo içinde çalışırken bulduk. Hasanoğlan’da kaldığı süreçte olduğu gibi daha sonraki çalışmalarında da örnek bir eğitimci olarak çevresini etkiledi, öğrencilerinin  gönlündeki bu saygınlığı ile yaşamını tamamladı.

Aktardığım bu küçük örnekler anlatmak istediğim  esas fikri vermeyebilir, yapılanlar da çok sıradan sayılabilir. Ancak karmaşık işlerin çok zor tarafları olduğu, bu karmaşık işlerin tıkırında gitmesi  başarılı yöneticilerin kendine özgü yönetimleriyle iyi sonuç verdiği unutulmamalıdır. İyi bir yönetici, usta bir satranç oyuncusudur, taşları yerine uygun kondurursa oyunu zaferle bitirebilir. Mustafa Güneri, usta bir satranç oyuncusu başarılı bir eğitimci, kesinlikle utulmaması gereken bir vefalı bir yöneticiydi.

Belgeselde zaman zaman vurgulandığı gibi Köy Enstitüleri’ nde vazgeçilmez ilke, Yaparak öğrenme, bireyin, gerçek işin içinde  yoğrulmasıdır. İşte bunu öğrenciye beğendirip özümletecek olanlar kesinlikle usta öğreticilerdir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde övünç duyduğumuz işler üretilmişse bunlar, Mustafa Güneri, Namık Ergin, Layoş Sili gibi özverili ustaların güdümünde gerçekleştirilmiştir. Tüm enstitülerin böylesi övünç yüklü kişileri kuşkusuz vardır. Ancak söz konusu yer Hasanoğlan Köy Enstitüsü olgusudur. Bu nedenle, gerçek emek sahipleri, Mustafa Güneri, İzzet Palamar, Layoş Sili anılmalıydı, diye gene gene vurgulamaktayım

Köy Enstitüleri  bilindiği gibi 21 yörede etkinlik  göstermiş 21 olanak sayılmıştı. Oysa yukarıdan beri salt ikisi üzerinde duruyorum. Bunun nedenine kısaca değinmekte yarar vardır. Hasanoğlan ile Kepirtepe önceliği tarla bile olmayan halk deyimiyle gariban kırlıkta kurulmuştur. Öteki enstitülerin hemen hemen hepsi, iyi kötü eski yapılardan yararlanmışlardır. Bilindiği gibi bunlardan dördü düpedüz daha önceki okulların yerine konmuş, bir takımı da eklentilerle gereksinimlerini karşılayacak yerlerde konumlandırılmıştır. Ortaklar, Savaştepe, Arifiye, Beşikdüzü, Gölköy,vb.’nı  bu gruba katabiliriz. Halk deyimiyle asker çadırında oturup okulunu yapan Kepirtepe ile Hasanoğlan’dır.

Kepirtepe öğrencileri kendi okuluna dönünce Hasanoğlan Köy Enstitüsü  yeni öğrencilerini toplayıp etkinliğe başladı. Tarih 1941 yılının sonu 1942 yılının başıdır. Aynı zamanda Yüksek Köy Enstitüsü açılmıştır. Kepirtepe sınırlı bir sayı öğrenci için yer hazırlayıp ayrılmıştır ama  bıraktığı konutlar hem orta hem de Yüksek Bölümün gereksinimlerini karşılayacak  durumda değildi. Bu nedenle Yüksek Bölüme gelenler kendi konutlarını kendileri yapmak  durumunda kaldılar. Bir yanda zorlu kültür dersleri öbür yanda tıpkı enstitülerde olduğu gibi atölye çalışmaları, yapı kondurmaları sürdürüldü. Yüksek Bölümün ilk iki yılı böyle  geçti. Bir kez daha vurgulamakta yarar vardır. Bu iki yılın Yüksek Bölüm öğrencileri Önceki Köy Öğretmen Okulu kökenli öğrencilerdir. Böylece Hasanoğlan Köy Enstitüsü aslında Köy Öğretmen Okullarında yetişip deneyim kazanmış bir ekibin  oluşturduğu bir kuruluştur. Söz konusu ekibi  oluşturanlar, daha sonra da kendi alanlarında  çok başarılı olmuşlardır. Belgeselde, yüklendikleri işlevler göz ardı edilmeden bu başarılı insanların anılması Köy Enstitüleri söylemini daha da somutlaştırabilirdi. ”Kendi yöresinde  güzel işler başarmış, çevresindekilerce saygınlık kazanmış kimse yok!” der, gibi köy Enstitülerini  bitiren binlerce  öğretmeni henüz yaşarken yok sayıp genelini hiç ilgilendirmeyen  birilerinin kişisel tutkularını destansı tantanalarla günümüz insanının önüne çıkarılması, SUNULUŞA oldukça ters düşmüştür. Gerçekten amaç Köy Enstitüleri’ni işlevlerine uygun olarak çalışmalarını anlatmak, çalışanları tanıtmaksa, yanlış bir yöntem uygulanmıştır, bunu üzülerek belirtiyorum.

3803 sayılı yasayı Milât yapıp, önceki emekleri, alın teri ile kazanılan başarıları görmezden gelmek büyük bir haksızlık olmuştur. Yüksek Bölüm öğrencileri kendi binalarını yaparken gerçekten daha bilinçli daha candan çalışmış, elinden geldiğince bulunduğu basamağı doldurmaya çalışmıştır. Ancak bizim bu çok dürüst davranışımıza, esirgemediğimiz çabalarımıza karşın, içimizden kimi arkadaşlarımız  daha başarılı olmuş, hepimize fark atarak becerileriyle beğeni kazanmış, bizden başarı bekleyenlerin gözünde daha büyük umutlar uyandırmıştır. Bunlardan hiç değilse Hüseyin Atmaca, Ekrem Ula, İsmail Koralay, Enver Ötnü ,  bence anılmalıydı. Özellikle Ekrem Ula  bu başarısını daha  sonra da sürdürmüş inşaat sektöründe güven verici bir ad olarak sayısız büyük yapıyı var etmiştir. Belgeselde ne yaptıkları anlaşılmayan fotoğraflar arasına bu değerli ve çalışkan insanlar  katılsaydı, iş-insan ilişkisi bakımından büyük bir hak sayarlık olurdu, diye düşünüyorum.

Yüksek Bölümün etkinliklerinden söz edilirken sık sık sahne çalışmalarına da değinildi. Sevgimizi ve sürekli saygımızı kazanmış bulunan Mahir Canova’nın da adı anıldı. Çok yerinde, hak edilmiş bir anımsama bu. Gerçekte de o bunun belki daha çoğunu hak etmişti. Ancak sözü edilen etkinliklerin, ilgili ve yetenekli öğrencilerin katılımıyla kotarıldığı nasıl göz ardı edildi, anlaşılır gibi değil. Öğrencilerden birileri özverili çalışmasaydı kim ne yapabilirdi ki? Bunların hiç birini anmamak, o güzel anıları nerede ise bir aileye yüklemek hem yanlış hem de haksızlık olmuştur. Oysa bizler 30-40 yıl sonra bile bir toplantıya Kamil Yıldırım girince hep bir ağızdan “Müfettiş geldi diye bağırabiliyoruz.50 yıl sonra da Beşiktaş Parkında bir arkadaşım ”Şurada Dopçinski’nin dükkanı var!” deyince koşarak Muttalip Çardak arkadaşımı kucaklayabiliyorum. Adlar  gerçekte N.V.Gogol’un öyküsel tipleri olmasına karşın bizim için coşkulu günlerimizin belleklere sarılmış altın bağlarıdır. Salt bunlar değil, Kral Oidipus’da, Bir Evlenme de, Bir Yaz Gecesinde, bunları hazırlayan öteki çalışmalarda alınteri dökmüş, alkışlanmış arkadaşlarımız, anılarımız arasında silinmezliklerini korumuşlardır. Her oyunda kesinlikle büyük payı olan Şerif Yalman, Yıldız Kırktepeli, nasıl anımsanmaz ki? Bunlar bu konudaki anı çiçeklerimizin sadece bir kaçı. Bunları dışlayarak Yüksek Köy Enstitüsü temsillerinden söz açmak hele hele olayı Tek Kişilik Tiyatro’ya dönüştürüp yalınlaştırmak, emeği geçenlerin dışlanmasının ötesinde Mahir Canova’nın yıllarca vermeye çalıştığı sanatsal Etik’e de ters düşmektedir.

Müzik etkinliklerine değinilirken de buna benzer umursamazlıklar göze batmaktadır. Örneğin bir piyano sözü ediliyor, piyano, döndürülerek gösteriliyor. Sanki arkasından bir şey çıkacakmış gibi bir sanı uyandırılıp geçiliyor. Ayrıca piyano öyküsünden söz ediliyor. Ancak inandırıcı açıklama yapılmıyor. Oysa o piyano olayının açıklanması günümüz insanları için tam bir ibret dersi olurdu. Öyle ki, tüm belgesel boyunca kullanılan ya da kullanılmaya çalışılan Köy Enstitülerine kıyanlara lanetli tavrın tümünü aşacak ölçüde nefret çağrıştıracak en  aykırı, en sarsıcı yıkım kinini sergileyecek bu piyano olayıydı. Üstelik olayın bilinmeyecek ya da unutulacak bir yanı yoktu. Köy Öğretmen Okullarının açılmasına önayak olan Değerli insan Saffet Arıkan Berlin Büyük elçiliğinden Ankara’ya dönünce başarılı gelişmelerini duyduğu enstitüleri görmek istemişti. Sanırım ilk durağı  Hasanoğlan  Yüksek Kısım oldu. Bu bir rastlantı da olabilir, bir amaca yönelik de. Belki de

-Benim, köylerden seçtirip okutmaya başlattığım öğrenciler,(Yüksek Kısımdaki öğrencilerin tümü Köy Öğretmen Okulundan gelmeydi.)nasıl bir gelişme gösterdi? deyip ilk durak olarak burasını seçmiştir. Hasanoğlan’a gelen konuklar genellikle Müzik Salonu’na uğrardı. Bu gelenekleşen bir   durum olmuştu. Görevli öğrenciler konukları böyle yönlendirirlerdi. Salonda  çalışan öğrenciler de, elinden geldiğince gelen konuklara küçük çapta  konserler vererek olumlu ilk etki oluşturulmaya çalışılırdı. Bu  konserler, öğrencilerin enstrüman düzeyindeki durumuna ya da bireysel becerisine göre küçükten büyüğe doğru  bir yöntem izlenirdi. Çoğunlukla da piyano öğrencileri bu tür  konserlerde önemli ilgi toplardı. Sn.

Saffet Arıkan geldiğinde salonda bir piyano öğrencisi  çalışmaktaydı. Öğrenci gelenlerden habersiz coşkuyla çalışmasını sürdürürken konuklar bir süre kapıda dinlemiş, çalınan parçaları beğenmişler,bir rastlantı, yanlarında bir piyanist  bulunmaktadır. Piyanist ,Macaristan Büyükelçiline konser için gelmiş ünlü bir kişidir.K. Pratt.Kendisine anlatılan okulun gerçek amacını öğrenince çalınan parçaları önemser, bunu, Saffet Arıkan’a takdirle söyler. İçeri girip otururlar. Piyanist öğrenciden izin isteyip L. van Beethoven’in Patetik sonatının ilk bölümünü çalar, öğrenciye dönerek şakadan” Devam et!” der. Öğrenci oturur sonatın kalan bölümünü kusursuz çalar. Bir rastlantıdır bu.Çünkü sonatın bu bölümü, öğrencinin çok sevdiği ,durmadan çaldığı Rondo bölümüdür. Piyanist alkışlar, güzel sözlerle öğrenciyi onurlandırır. Bu kez  öğrenciye “Sana borçlandım, şimdi sen bir parçaya başla ben devam edeyim!” der. Öğrenci henüz  tamamlayamadığı ama  ilk bölümünü çok iyi çaldığı   Mozart  kw.331 la majör sonatını ilk iki bölümünü  çalar, arkasından konuk piyanist  sonatı tamamlar. O sıra  başka gelenler olmuş salon dolmuştur. Müzik Bölümü Yöneticisi yetişmiş öğrenciyi övücü sözlerle konuklara bir kez de kendisi  tanıtmıştır. Saffet Arıkan ilgiyle izler, öğrenciyi yanına çağırır ”Sandığım kadarıyla sen bir köylü çocuğusun, bu piyano çalma tutkun nereden geliyor, piyanoyu nerede gördün ki?” diye sorar. Öğrenci “Ben piyanoyu sayenizde gördüm, yine sizin sayenizde ilk çalışmalarıma başladım. Sonra buraya gelince de geliştirdim!” deyince Saffet Arıkan oturduğu yerden,  gülümseyerek öğrenciye ,heyecanlı bir sesle:

- Anlat bakayım, merak ettim, bu nasıl oldu?” der. Öğrenci:

-1938’de sizin açtığınız Edirne –Karaağaç Köy öğretmen okuluna girdim, piyanoyu orada gördüm, uzun süre öğretmensizlik nedeniyle yararlanamadım ama öğretmen gelince dilediğimce çalıştım! Saffet Arıkan:

-Pekiyi gideceğin yerde piyano olmazsa ne yapacaksın? deyince Müzik Bölümü yöneticisi “Çok iyi akordeon çalıyor , zaten derslerde hep akordiyon kullanıyoruz!” yanıtını verir. Bu sıra tıka basa izleyici dolu salonda çık çıkmaz, herkes ilgiyle eski bakanı izler. Eski bakan, gülümseyen bakışlarla kalkıp teşekkür ederek ayrılırken alkış tufanı kopar. Konuklar gidince, piyano çalan öğrenci  gerçek bir piyanistle cebelleşmenin kıvancı içinde arkadaşlarının övgülerini dinlerken bir haberci gelir:

-Saffet Arıkan  öğrenciyi Okul Yönetim binasına çağırtmıştır .Öğrenci çağrıya uyup gidince Saffet Arıkan öğrenciye üstünde ad, adres yazılı bir mektup verir. Adres Ankara Belvü Palas’tır. Öğrenciye, bulabilecek misin ?diye sorar. Öğrenci bildiğini söyleyince ”Güle güle git, mektubu verdiğin kişiye selâmımı söyle!” der. Öğrenci dışarı çıkınca  Müzik Bölümü yöneticisi kendisini beklemektedir, gülerek “Al sana bir sürpriz!” der, başka hiçbir söz söylemez. Okulun  kamyonu ile sürücüsü Kazım efendi hazır beklemektedir. Üç saat sonra bir kuyruklu piyano okula gelmiş olur. Nordvic marka bordo-kahve rengi bir piyano. Saffet Arıkan kendisi “Bana hediyeydi, hediyeyi size hediye ediyorum!” diye  Müzik Bölümü yöneticisine söylemiştir. Ancak yanındaki hanım, O dönem Almanya devlet başkanı Adolf Hitler’in hediyesi olduğunu, eklemiştir. Olayın birinci  bölümü böyledir. Bu öyküyü o günlerde Hasanoğlan Yüksek Bölümünde bulunanlar hep böyle duydu, öğrendi, böyle anlattı. Bu öykünün bundan sonrası ibretengizdir. Gerçek acıklı-güldürü  bundan sonra başlar. Bu bölümü anlatan ,merhum Saffet Arıkan’la konuşan, şanslı,   piyano sevdalısı öğrencisi değil, kültür düşmanı, cılk beyinli toplumsal özürlü yaratıklarla yaşam boyu savaşan, yorulmadan,yılmadan onların üstüne gitmeye çalışan öğrencinin ağabeyi, babası, giderek de dedesidir. Söze şöyle  başlayabiliriz:

-Yüksek Kısım Müzik bölümü kapatılınca hediye piyano Devlet  Operasına verilmiştir.  Opera  yönetimi bu değerli hediye, kuyruklu piyanoyu, Hasanoğlan’da kız öğrencilerin donattığı bej kadife örtüsü bile değiştirmeden Opera  yönetimine teslim edilmiş, onlar da geldiği gibi Opera salonunun fuayesine korunmak üzere  koymuştur.1950 opera mevsiminde  opera  fuayesinde piyanoyu gören eski tanıdık! durumu ilgililere anlatır, olayın nasılını niçinini sorar. Ne acıdır baş vurulan kişiler anlatılanlara hem inanmazlar hem de araştırmaya yanaşmazlar. İnatçı meraklı, Hasanoğlan Yüksek Bölümünü bitirince Müzik Bölümü yöneticisi Mehmet Öztekin, askerliğini atlatınca onu Hasanoğlan’a aldıracağına söz vermiş, hediye piyano konusunda yardımcı olduğunu anımsamak üzere de konuk olarak geldiğinde  çalma hakkını sürerliliği anlamında piyanonun bir anahtarını ondan  almamıştır. hOpera Yöneticilerin umursamazlığına bir çimdik atmak üzere anahtarı anımsayınca yanındakilere:

-Haftaya, var mısınız, burada bir komedi gösterisi yapalım? Olayı arkadaşlarına anlatır. Arkadaşları hep müzikseverdir.(Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü Öğrencileri)Hep birlikte plân kurarlar. Bir hafta sonra  anahtarla operaya giderek  perde arasında fuayedeki piyano açılıp çalınır. Perde arasında salona çıkan izleyiciler yukarı kata  piyano çevresine doluşur. Gong vurmuştur ama insanlar duymazdan gelip çalınanları ilgiyle dinlemektedir. Salon görevlilerinden başka daire yöneticisi  de gelmiş, önce sert çıkmışsa da sonra kuzu kuzu barışıklık çizgisine dönmüştür. Anahtar kontrol edilir, onlardakiyle karşılaştırılınca olay tatlıya bağlanır. Amaç, piyanonun Hasanoğlan’a dönmesi için bu bir ilk girişimdir. Bir başkasıymış gibi buraya dek anlattığım kişinin kendim onduğumu burada açıklamak zorundayım. Çünkü 1953-60 yılları arası,  piyano gibi, benim için de talihsiz bir dönemdir. Van, Bingöl, Adıyaman yörelerinde görevlendirildim.I960 değişiminde güzel amaçlarla kurulan Türk Kültür Derneği’nde görev alınca Behçet Kemal Çağlar, Ceyhun Atıf Kansu, Ahmet Adnan Saygun, Mahir Canova, Orhan Asena gibi  saygın kişilerle sanatsal etkinliklerde birlikteliğim oldu. Durumu onlara da anlattım, olurlarını alarak yeniden söz konusu piyanoyu izlemeye aldım .Öyle ki bir keresinde bu saygın kişilerle topluca gidip o günün en yetkili  kişilerine durumu  anlattık. Bu  kişiler, kendilerini, bakanlıklar üstü yetkili olduklarını söyleyerek ilgililere emirler yağdırdı, ”İvedi iş bitirmek bizim ilkemizdir!” deyip bizi  savuşturdular. Piyanonun bir kuruma  hediye oluşu, bu kurum var oldukça onun orada kalması konusunda herkes aynı fikri taşıyordu. Onu oradan alıp başka bir kuruma gönderilmesini onlar da şiddetle kınamaktaydı .Bu açık   ve olumlu havadan sonra piyanonun Hasanoğlan Köy Enstitüsü yerine oluşturulan okula   döneceğine  inanarak görevime gittim. Yıllar sonra özellikle  uğradım, piyanoyu Hasanoğlan’da yani kendi evinde kesinlikle göreceğimi sanıyordum. Hasanoğlan’da karşılaştığım İlgililer bu kez  piyanonun bir müzeye konduğunu, ancak müzenin adını bilmediklerini söylediler. Bu bilgiler eksik de olsa beni sevindirdi. Ankara’ya uğradıkça soruşturdum, müze yeni oluşturuluyormuş, sayısız eksikleri için bir türlü açılamıyormuş. Sonunda müze açıldı, belki ilk gezen değildim ama ilgiyle soruşturma yaptığım ilk kişinin ben olduğumu, görevlilerin sitemli bakışlarından, esas amacımın ne olduğunu  sormalarından anlaşılmıştı. Sonunda bir kuyruksuz(Duvar) piyanonun üstündeki şu yazıyı en derin üzüntüler içinde okudum. ”Bu piyano 1940 yılında Hasanoğlan’nda kullanılmıştır! ”İrkiltici bir anımsatma. Bu yazıyı okuyan müzeyi gezer kişi nasıl bir çağrışım ilişkisi kuracak? Müze böylesi bir yazı ile kişiyi geçmişe nasıl götürecek? Müzenin gerçek işlevi nedir? Hepsi bir yana 1940 yılında Hasanoğlan henüz Ankara’nın bir köyüdür. Söz konusu okul 1941 yılı ikinci yarısında kurulmaya başlandı. Üstüne üslük müzeye, müzelik bir piyano gelmişse, geldiği yere küçük bir saygı belirtisi olarak gerçeği yansıtacak bir not eklenmek müzeciliğin zorunlu işlevidir. Hepsi bir yana müzedeki piyano Berchstein marka,  siyah, sanırım Berchstein kurumunun ilk çıkardığı  ürünlerden, en azından 150 yıllık bir yapım. Benim aradığım piyano ise Nordvic, Norveç yapımı bordo-Kahve rengi, çok az kullanılmış, yaşlı ama yıpranmamış bir piyanodur.Düş kırıklığı içinde donup kalınca görevlilerden biri beni teselli etmek gereğini duymuş olacak, karşılaştığım olayın her zaman olabilirliği üzerine örnekler verdi. ”Burası Türkiye, hep böyledir, her şey olur, onu bir yere verip bunu göndermişlerdir. En iyisi siz bütün müzeleri gezin, birinde belki bulursunuz vb.!” Müzede  bulunan  bir izleyici yüzümden, yüreğimden geçen acıları okuduğu besbelli, yaklaştı, benimle konuştu. Olayı ona da anlattım:

-Merhum Saffet Arıkan’a karşı ödevimi yapamamanın acısını duydum! dedim. Bu kez karşımdaki daha da duygulanarak “Atatürk’ün vasiyeti tutulmadı, bozuldu. Buna tepki göstermeyen  insanların yetiştirdiği politikacıların kayırıp  buralara doldurduğu memurlar senin piyanonu düşünür mü? Yerine bir başkasını koymalarına şaştım. Kusura bakma, bu bile beni sevindirdi, sen bu memleketin gerçeğini daha iyi kavrayamamışa benziyorsun !”dedi. Üzüntümden konuşamadım. İkimiz de ağlamaklı seslerle birbirimize iyi günler dileyerek müzeden ayrıldık.

 Görüldüğü gibi piyano konusunda kişisel bir duyarlılığım var. Bu bireysel değerlendirmelere sizlerin doğrudan katılacağınızı ummuyorum. Ancak bu kuruluşları birilerinin haksız ve acımasız  hançerlediğini öne sürenlerin(Bu kez siz de bu kervana katılmış oldunuz.)  sözü geçen kötülüklere bir boyut kazandırılması yolunda öneri üretilmesi zamanı çoktan gelmiştir. Bunu yapacak kişilerin  desteklenmesi, gerektiğinde özendirici girişimlerle  onların yanlarında olunmasının yararlı olacağı inancındayım. Köy Enstitüleri’ni sevenlerin, imece ruhuyla  destekleyeceğini bildiğim böyle bir girişim, söz konusu kaynak kökenli sanatçılar için de bağlayıcı bir ilke  olmalıdır. Örneğin Faust’u ya da Sokrat’ı okumak, okuyana belirli bir düşünsel katkı sağlar, bakış açılarını genişletir ama birincisini Mefisto’suz ,ikincisini Menelaos’suz anımsamak okuyanda köklü, kalıcı bir iz bırakmaz. Bu örnekler Köy Enstitüleri için de geçerlidir. Onlar vardı, yok edildi. Bu yokluğu var eden Mefistoları, Menelaos’ları sözsellikten öte tıynetlerine yakışacak (!)türden görsel ürkünçlükleri  içinde simgelense  daha doğru olmaz mı? Bu, küçük görülmeyeceğini umduğum piyano olayı bile  Köy Enstitüleri’ni kapatanların nemene basit, toplumsal değerlere saygısız  kişiler olduğunu yeterince kanıtlamaktadır .Böyle bir soysuz davranışa örnek  Dünya Tarihi’nde gösterilemez, çünkü yoktur. Bir değerli Türk büyüğü, kuruluşuna katkıda bulunduğu bir kuruma bağışta bulunuyor. Bağış, örnek bir davranış olarak o kurumun geçmişine nakşedilmesi gerekirken, kaldırılıp başka yere taşınıyor. Bunu haydutlar, hırsızlar değil devlet mekanizmasında sorumluluk almış makam sahipleri yapıyor. Kırk haramilerin bile gönüllerine yediremeyeceği bir manevi vurgunculuktur bu. Bu vurguncuları, hoşgörü duyguları içinde değerlendirip yaptıklarını zamanın yargılamasına bırakmak yerine onları, kendi ardıllarının(Çoluk çocuğunun, yedi sülalesinin) bile onları acı acı yargılayacağı “Bize bıraktığınız kalıt bir insanlık ayıbı!” dedirtecek ölçüde bu ayıplı suçlarıyla ortaya dökmek, kimi adi suçluların tv  gösterimlerinde yaptığı gibi ellerini yüzlerine kapatamayacak ölçüde çırılçıplak, suçlarıyla  görüntülemek gerekir. Ancak bu durumlara düşürülürlerse işledikleri suçlarla denk bir değerlendirmeye uğramış olurlar. Siz belgeselinizde bu denli ayrıntıya inip hesap sorma işlevini yüklenmeyebilirsiniz. Bunda da haklı olabilirsiniz. Ancak Köy Enstitülerinden yetişmiş sayısız yazardan, sanatçıdan söz ediyorsunuz, bunların ikinci, üçüncü kuşakları yetişti bunlara neden böyle bir çağrıda bulunulmasın ki? Biz Köy Enstitüleri’nde okuyanlar, devletimizin dirliği, halkımızın mutluluğu için savaşlarda kolunu, bacağını kaybeden, canından olan, bu özverilerinden ötürü Mehmetçik adı verilerek övünç gösterileri yapılan halkın çocuklarıydık. Devletimizi simgeleyen birileri bizi seçerek aldı, birileri elimizden tutup anne-baba şefkatiyle yetiştirdi, ”İşte siz, işte meydan, halkınıza hizmeti esirgemeden son gayretinizle, dürüstçe çalışın!” buyruklarına uyarak örneğin ben atandığım Bingöl İli Kiğı ilçesinde özveriyle çalışırken, emeğimi belgelemek için il yöneticileri bana yasal belgelerle övünç yazıları yazarken Bursa kentinde seçim nutukları çeken, Hemşinli bir halk çocuğu olmakla övünen, lâyık olmadığı makama(Bu sav Tarih önünde saptanmıştır.) nasıl gelmişse gelmiş(Ki bu da ulusumun talihsiz bir rastlantısıdır) benim de içinde bulunduğum tüm Köy Enstitülüleri komunist ilân etti.(1951 ara seçimleri)”İddianızı kabul etmiyorum, size aynen iade ediyorum!” diyerek benliğimi korumaya kalkışınca başarılı çalışmamı görmezden gelip başka bir ile cezalı olarak gönderdi. Adalet, olayı terazisine koyarak (Danıştay )bu kararı bozdu, mahkeme harçlarını da o makama yükledi. Böylesi haksızlığa karşın  verilen görevler yine yerine getirildi. Sözünü ettiğim tek olay değildir. Yetkili makamlara oturanların bir  bölümü  bir dönem baştaki kötü örneğe öykünerek aynı saldırıları, devlet gücünü, makam yetkilerini kullanarak yaptılar. Olayın bir başka acıklı yanı da bu suçlulara karşı Türk Basını’ nın susması, hatta yardımcı olmasıydı .Azalmakla birlikte zaman zaman günümüzde de karşılaştığımız bu çirkin saldırıların nedenlerini sağlıklı beyinlerin kavraması gerçekten olanaksızdır. Çünkü sağlıklı beyinler doğal işlevini sürdürür. Bu işlevlerin sorumlu birimleri zorlanmadan kendi kulvarları içinde görev yapar. Böyle bir doğal etkinlikte mantık dışı önermeler oluşmaz. Örneğin günümüz okullarının acıklı durumu dile dolayıp bir iki sözden sonra sözü Köy Enstitüleri’ne getirip  o günlerde ileri sürülen akıldışı yalanları bir kez daha tekrarlamak sağlıklı bir düşünce ürünü olamaz. Arada söylenen bir iki okşayıcı söz de gizli bir amacın varlığının belirtisidir. Okuyucu avlamak, satışı artırmak. Bir bakıma bunlar, vaktiyle tırtıllaşıp  güzelim fidanların yapraklarını kemiren, tomurcukları kuruttuktan sonra kalan kuru dallara renkli kelebek olarak gelip sözde renk donanımı yapmak gibi bir şey! Sözün tam anlamıyla iki yüzlülük. Kelebeğin, tırtılın  uzantısı olduğundan habersiz kimseler, onlar için yem, bu da onlara yetiyor. Bu  yıkıcı tutum, kimi iyi insanın sandığı, zaman zaman da savunduğu gibi ne bireysel görüş ne de paranoyak birkaç  yaratığın çıkışı, kesinlikle değildir. Bu,  kendi  dar evreni içinde duygusal örgütlenmeye yatkın, düzene, kurallara daha açık  bir anlatımla  toplumsal uyuma tepki gösteren, düzeni, huzuru reddeden, peygamberleri, kutsal kitapları tanımayan, Kafkasya’dan sonra Balkanları sarsan, Bizans’a sızdıktan sonra da gömlek değiştirip Bizans entrikası adı altında günümüze dek süren bir Bogomil  sayrılığıdır. Tarih bu sayrılığı saptamıştır. Ancak tarihe önem vermeyenler, bu sayrılığı geçici sayıp yeterince  üstüne gitmemişlerdir .Bizans Oyunu, söylem olarak bugün yaşamaktadır ama, enine boyuna incelemek, yaptığı yıkımı saptamak işini kimse üslenmez. Bu kaçışta da gene Bogomil sinsiliği  vardır. Cumhuriyet aydınlığı ile duraksayan ,yok  olmamak için kendine daha gizli bir alan arayan bu toplumsal habis, demokrasi şarkıları arasında, işine gelen  alanları seçip yeni tezgahını kurmuş, sömürdükçe büyümüş, yeni yeni kökler salarak tam anlamıyla toplumsal bir ahtapot durumuna gelmiştir..Söylemsel olarak başka sayısız örnek   verilebilmekle beraber bu toplumsal ahtapot en büyük  yıkım denemesini Köy Enstitüleri olgusunda yapmış, o alanı felç ederek  kendi meşrebince devre dışı bırakmıştır. Bu, aslında Türkiye’nin insan kaynağı olan Köy konusunu bir yana itme,  o temiz kaynağı kurutma anlamı taşımaktadır. Öz kaynağı bakımsız bırakılan bir toplum nasıl gelişir ki? Toplumsal habisler de biyolojik habislerden farksızdır. Bir bölgeyi çürütünce bu kez bir başka bölgede işlevini sürdürür. Yazık ki yurdumuz böyle bir toplumsal habisin pençesine düştüğünün bilincine tam olarak varmış değildir. Habis tanısını koyduğumuzu söylüyoruz, yıkımlarını gözlüyoruz da  “Godot” beklercesine büyük felce gün sayıyoruz. Oysa Köy Enstitüleri örneğinde olduğu gibi tüm Cumhuriyet  getirileri birer birer gidiyor. Önce  sözsel küçümsemelerle sokağa ,arkasından  salaş tiyatrolar,  sinemalar, şarkılar, moda , radyo, tv gibi  etkili   kurumlar  eliyle geniş alan tavlaması yapılıp  arkasından habis düdeni devreye sokuluyor. Köy Enstitüleri’nde bu yapıldı. Önceleri kız-erkek ilişkisi, çiftçi-toprak ilişkisi, imam-öğretmen ilişkisi, öğretmen-iş ilişkisi, okul-öğretmen evi ilişkisi, öğretmenlerin kente inme  sorunları, öğretmenlerin giyim sorunları yıllarca konu edilip halkın kafası karıştırıldı. Arkasından toplumun hiçbir zaman sezinleyemediği. dinsel kavramlar, gelenekler, ulusal değerler ortaya dökülerek ölüm kalım savaşı durumuna dönüştürülüp “Vatan Kurtarma” sinirsel savaşına döndürüldü. Öğretmen, öğretmenlik mesleği, okul çağdışı bir çığırtkanlıkla toplum katmanlarında yargısız mahkûm edildi. Söz gelimi az maaşlı köy öğretmenlerinin, Köy Enstitüsü öğrencilerinin giysileri dillere dolandırıldı. Oysa bu halk, yüz yıllar boyunca çuval modası denilebilecek bir değişmez giysi ile dolaşan insanlara saygı duymuş, bilgi almış, yaşam boyu onları kollayıp ellerini öpmüştür. Türk anne-baba  çocuğunu okula yazdırırken  öğretmene “Eti senin kemiği benim!” diyerek  canı kadar sevdiği evlâdını teslim etmişti .Hiç bir ulusun dilinde bu tür güven gösterici söz yoktur. Acıklı aşamalardan geçerek Cumhuriyet’le daha aydınlık bir sürece giren, kısa sürede uygar ülkeleri yakalayan eğitim alanımız öteki hangi alandan geridir ki ilk bu alan yergi furyasına tutulmuştur? Cumhuriyet yeniliklerinin her biri bir gereksinim sonucu ele alınmıştır. Her birinin değişik alanlarda değişik, çağdaş bir  görünümü vardır. Örneğin Dil olayı bunlardan biridir. Osmanlı döneminde büyük sorunlar çıkaran konuşma, özellikle yazın dili iki yüz yıldır gündeme gelmiş gelmiş gitmişti. Bunun  nedenleri, niçinleri ilgili arşivlerde bulunmaktadır. Son kez 1910’larda başlatılan yenileştirme savaşlar nedeniyle tamamlanamadan gelecekte ele alınma umuduyla bırakılmıştır. İşte Cumhuriyet yönetimi bu yarım işi ele almış, gerekeni yapmış önemine değer vererek gelecekte tamamlanması için dileğiyle  topluma sunmuştur. Toplum bundan mutlu olmuş, ilk yirmi yılı yenilikleri yadırgamadan yaşamıştır. Sözgelimi kadına, kadın, karı, hatun, avrat, kapılık, kapama, kaşık düşmanı, eksik etek köroğlu, hanım, hanımefendi, haremlik  vb  .gibi ne idiği tam olarak bilinmeyen sözlerin yerine “ Bayan” denmiş, erkeğe, adam, ağa, herif, efendi, bey, beyefendi, vb. sözleri yerine “Bay” denmiş. Bu iki sözcük yıllarca yadırganmadan kullanılmıştır. Öteyandan  okullarda okutulan kitapların büyük bir dil sorunu vardır. Bunu herkes bilir, özellikle terimler büyük bir zorluk içinde öğrenilmekte ya da öğretilmeye çalışılmaktadır. Burada yapılacak yeniliklerle halk dilinin doğrudan ilişkisi yok denemez ama hiç değilse azdır. Yapılan değişmelere ne doğudan, ne batıdan, ne güneyden, ne kuzeyden hiçbir tepki yoktur. İnsanlar öğreneceği kadarını öğrenip kalanlarını kavrama yolunu ararken demokrasi söylemleri ortaya dökülmüş daha büyük değişimler beklenirken o güne dek devlet eliyle  yapılan yenilikler, devlete güvenen halkın içtenlikli uyumu fırsat bilinmiş, devlet mekanizmasını ele geçiren Cumhuriyet karşıtları bu kez devrim akışlarını durdurup gelinen yolu izleyerek ters dönüşe geçilmiştir. Duruma karşı olanların dirençli tavırları karşısında öne sürdükleri nedenler ise gülünç derecede saçmadır, saptırmadır. Sözde devrimler halk tarafından benimsenmemişmiş. Gerçekten yapılan yenileşmelerde kimi aksamalar olmuştur. Bunlar, uygulama yetersizliğinden olmuş olabilir. Önceki yönetimin yapmış olduğu bu tür eksiklikler, onun yerine nöbeti alan yeni yönetimin eksikleri tamamlama yerine 20-25 yıllık kazanımları ters yüz etmek, demokrasi şarkıları söyleyerek, kendilerine kendi yaptıkları yasalarla erk devreden bir siyasi kuruluşa böylesine ters  tavır almak uygar dünyada örneği görülmemiş bir siyasi suçtu. Uzun savaş yılgınlığından henüz kurtulamamış bulunan öteki uluslar gibi Türk toplumu da olayı “Ne oluyoruz yerine dur bakalım!” anlayışı içinde, biraz da şaşırarak aymaz takımına zaman tanıdı. Yazık ki tanınan zaman tanıyanların zararına geçti. İlerlemeyi, geriye doğru, gelinen izi sürme gibi plânlayanlar, tüm devrimleri abartılı sloganlarla  halkın gözünden düşürmeye yöneldi. Yöneticilerin bu anlayışı zaten var olan Cumhuriyet karşıtlarına, daha doğrusu Türk toplumun ezeli düşmanlarına gün doğdurdu. Bunlar, salt  özgürlük isteyen azınlık yanlıları, geliri engelenmiş kapitilasyon artığı  ya da saray uyrukların İstanbul Boğazını kuşatmaya kalkışanlarla  onlardan pay umanlar, hele hele düpedüz Kurtuluş Savaşına karşı çıkmış, diliyle, kalemiyle, kulluk yetisine dayanarak elde ettiği makam yetkisiyle Kuvva- i Milliye’ye doğrudan engel olmaya kalkışmış, büyük zararlar vermiş, savaşanlara beddualar etmiş, ölüm fermanları hazırlatmış millet hainleri mal bulmuş Magrıbî gibi  ortalığa dökülmüş, kendilerini ibretle izleyen Türk halkına demokrasi dersi verme konumuna geçebilmiştir. Bununla da kalmayıp devleti, Türkiye Cumhuriyeti yönetim koltuklarına oturmuş kişilere rehberlik de ettiler.(Ediyorlar.) Kurtuluş Savaşını kundaklayan, Yüzellilikler adı ile ülkeden kovulanlar bile şimdi ortaya  demokrasi  bilgini olarak alkışlanıyor(!)  Bunların yıllardır beklemeye alınıp pişirilip  kaşarlaştırılmış çok önemli (!)konuları vardır. Örneğin matematik derslerinde eskiden taksim denilen bir  işlemler  yapılıyordu. Şimdi ona bölme deniyor. Fatih Sultan  Mehmet’in bize hediye ettiği   güzelim İstanbul’un Taksim’ine biz şimdi Bölme mi diyeceğiz? İstanbul’un değişik semtlerinde “Ağa, Bey, Paşa, Efendi, Hanım türünden çok ad vardır. Kasıtlı olarak bunlar sorun yapılıp ortaya getirilir. Hayır, orası gene öyle anılacak, örneğin  Taksim gene  Taksim olarak kalacak, deyince de ”Olur mu efendim, ya o olmalı ya bu! ”Bu söylediklerim bir kişinin kendine özgü düşüncesi değil bir kesimin tavrıdır. Seyr-seferin sözü doğru sözlenememekteydi. Buna Deniz Yolları dendi ”Olmaz efendim, bu kadar da olmaz!”Bizim kahraman bahriyelilerimiz vardı, şimdi onlara denizciler mi diyeceğiz? Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya nasıl deniz vekili deriz? Aynı kalemlerin İttihat ve Terakki partisinden avanta  alamayanları  başka bir yerde aynı Cemal Paşa’dan söz ederken çekinmeden ihanetle suçlayabilmektedir.1950 seçimlerinin demokratik bir anlayışla hazırlanıp yapıldığı  tarihsel bir gerçektir. Ancak, seçim sonunda devlet mekanizmasının ehil olmayan ellere düşmesi, sorumsuz girişimler demokrasi söylemini kısa süreçte lekelenmiş daha sonra da  temizlenememiş ya da temizlenmesi için çaba gösterilmemiştir. Bu tür ters tepkilerin bir kaynaktan geldiği ya da yönlendirildiği savı kabul görecek bir sav olamaz, biliyorum. Tümüyle böyle bir sav ortaya  atılması için çok sağlıklı bulgular gerekmektedir. Ancak İstanbul’un tarihsel getirileri, içinde yaşattığı insanları ayrı dilleri konuşsa da, ayrı dinlere bağlansa da, apayrı işleri yapsa da belli bir düzlemde buluşturucu etkileri verebilmektedir. Örneğin  İstanbul Rumları Rodos Rumlarından  çok Zeyrek Türklerine, Kasımpaşa Türkleri Kastamonu Türklerinden çok Gedikpaşa Ermenilerine benzer!  denmesine neden olan yaklaşık özellikler incelenince şaşırtıcı sonuçlar alınacaktır. Halk arasında zaman zaman biri pek doğru bulmadığı bir başkasının düşüncesini eleştirirken “Şeytanca düşünce” deyip kestirir atar. Yer yer karşılaşılan bu şeytanca düşünceler öbekleştirilip sürekliliğe dönüştürülerek topluma yayılırsa tarihsel Bogomil yaşam felsefesinin günümüze yansıyan yüzü  kolayca seçilebilir. Günümüzde en hızlı gelişen nerdeyse canlı türlerinin var olan tüm doğal özelliklerini gün ışığına çıkaran Psikoloji bilginleri insan türünde bulunan iki eğilimin varlığında  kesin kez birleştiklerini hepimiz bilmekteyiz. Bu iki duygudan birincisi, doğruyu, yararlıyı giderek güzeli seçme daha ileriye gidince de çevresine yardımcı olma duygusudur. Bu duygu, geliştikçe toplumsal alanlara kaymış kısaca bu günkü uygarlığı var etmiştir. Söz konusu duygu inandırıcı izler bıraktığı için benimseyenler açık açık ortada görünmüş etkinliklerle katılmayı da özendirmek için insan türünün önünü açıcı, daha ileriye gidici kurallar koyarak hızı artırmıştır. İnsanlığın uygarlık yarışındaki temel güdünün özü işte budur. İkinci duygu diyebileceğimiz içgüdüsel görünümlü eğilim birinciden oldukça farklıdır. Önce ortaya çıkışı güdülenmeye bağlıdır. Bu güdüye, dış etkilere göre kendini gösterir de diyebiliriz. Örneklemek gerekirse birinci duygu dış etkene  doğrudan doğruya  yanıt verir. Şekeri bilen  çocuk onu görünce yer. Açılmış gülü gören genç onu koklar, belki de koparıp sevdiğine götürür. Bir  bay güzel görünümlü bir   bayanı görünce belleğinde bir karşılaştırma yaparak, gördüğünü değerlendirip  ya ilgilenmeyi sürdürür ya da onu utulacaklar arasına katar. Bu  kesinlikle yetersiz örneklerle verilmeye çalıştığım duygu sanatı, sanatçıyı derken evrensel dünya estetiğini doğurmuş, yaşamın yaşanmaya değer olduğu konusunda bu günkü düzeye getirmiştir. Kökü bu duyguya dayanmayan insancıl ya da evrensel bir ürün yoktur. Doğrudan kişileri bir iz bırakmaya zorlamayan  dinlerin bile dolaylı buyrukları bu duygunun güçlenmesi doğrultusunda birleşmektedir. İkinci duygu oldukça değişik görünümdedir. Öncelikle birincide olduğu gibi doğal bir dürtüyle değil tersine bir başka dürtünün etkisiyle canlanır. Örneğin gül bahçesine giren kişi gülü koklarken eline batan diken acısıyla gülü koklamak şöyle dursun, belki de tüm dalı ya da öteki dalları da kırabilir. Buradaki tepki başlangıçtaki duygusal eğilimin sınırlarını aşmış, devinimini, rengini değiştirmiş olarak gelişmiştir. Burada tepki verenin haklılığı, savunma güdüsünü kullanması gerektiği gibi tartışmalara kaymadan ikisi arasındaki ilk doğuşla sonraki süreçte ortaya çıkan zıtlık bizim için önemlidir. İlki içten gelen doğal bir eğilime dayanırken ikincide öc almaya dayanan bir kinsel tepki oluşmuştur. İşte insan türünün etki tepki mekanizması bu tür doğal ya da yapay etkilerle sürekli cebelleşerek bir değişmezlik sürecine girer. Bu süreçte etkiler çok önemlidir. Bilimsel alanlarda enine boyuna inandırıcı örneklerle üstünde durulan bu konuyu sınırlı zamanımız dahası yetersiz bilgilerimizde aydınlığa çıkaramayacağımızı biliyoruz. Ancak yukarda Bogomil inançsızlıkların toplandığı noktanın işte bu ikinci duyguya da kışkırtılmış duygu üzerinde toplandığını tekrarlayarak kendi konumuza dönüyoruz. Kolayca anlaşılacağı üzere ikinci duygunun uyandırılması salt Bogomillerle,  salt Bogomil inançsızlığın  Galata dukalığı aracılığiyle Bizans’a tebelleş olmasıyla kalmamış, Hasan Sabbah’dan Adolf Hitler’e, El Kaideye uzanan değişik boyutlarda görünümler altında sürmüş gelmiştir. Toplumlardan toplumlara yönelen bu kıyamların arasında bireyler de bireylere hatta bireylerin toplumları hedef alan  karıştırıcı, durdurucu, yıkıcı taktikleri sürüp gitmektedir. Soğuk Savaş denilen süreçte çevrilen filmler, yazılan yazılar, anlatılan uydurma olaylar birer örnek niteliğindedir. İstanbul Basını, yukarda da değindiğim gibi Köy Enstitüleri’ni savunmamıştır. Yazarlardan birey olarak  kuşkusuz yer yer savunanlar olmuştur. Ama bunlar da, hiçbir zaman İstanbul Basını olamamışlardır. Uzak geçmişte kalmasına karşın belgelerle kolayca saptanabilecek şu iki örnek bana tanıklık edecektir.

Vatan Gazetesi yazarlarından Cemil Cahit Cem yönetiminde tüm gazetecilerin temsilcileri bir Doğu Anadolu gezisine  çıkmış 20/Ağustos/1952 günü Van-Ernis Köy Enstitüsü’ne uğramış  konuğumuz olmuşlardı. Tüm yönetim birimi, öğretmen hatta öğrenciler bu seçkin konuklara  ilgiyle yaklaşma yarışı içindeyken  o anda bir acı haber yayılır. Orta ikinci sınıf öğrencisi Hilmi Dede yasak olan bir yerden teli geçerek göle girmiş, ne yazık ki  girdiği yerde boğulmuştur. Okul, gölün içinde  yarımada durumundadır. Büyük bir bölümü kapatılmış, yüzme saatleri, kurulduğu günden beri bir düzene sokulmuş, o güne dek de hiçbir olay olmamıştır. Orada bulunanlar için bu ölüm

büyük bir yıkım olmuş, saygın konuklar önünde göz yaşlarını tutamamışlardır. Okul yönetimi  için  doğal olarak bir yasal sorun ortaya çıkmıştır. Yöneticiler, “Neyse ki Basın Temsilcileri, olayı yakından gördü, hiç değilse olayı onlar doğru yazar, bize güvenli tanıklık ederler. Onların gözlemlerine göre yapılacak bir yargılamada biçilecek cezaları gönül  denilerek ile çekeriz! ”gibilerde konuşmalar yapılır, kalanların sağlığı üzerine temenniler edilerek konuklar “Güle Güle” çekilerek uğurlanır. Ev sahipliği yapanlar da, görevlisi görevsizi, sorumlusu sorumsuzu  talihsiz günün ezikliği içince kıvransalar da kendi gerçekleriyle baş başa kalırlar. Ertesi günler bir iki gazetede “Göz göre göre öğrencinin boğulduğu, deniz içinde bir okulun kurulmasına karşın yönetimin hiçbir önlem almadığı, öğrencilerin paydoslarda diledikleri gibi göle girdiği” türünden haberler çıkar. Öğrenciler dahil tüm orada yaşayanlar haberlere şaşarlar, okuduklarına inanamazlar .Gerçi arada şaka yollu konuşmalar olmuştu ama hiç kimse o saygın görünümlü habercilerden gerçek dışı bir beyan beklemiyordu. Beş yıllık okulda bir öğrenci kaybedilmişti, bunun acısı yetmişti, sorumlusu varsa cezasını çekmeliydi. Burada birlikte yaşayan 800 dolayında insan böyle düşünüyordu. Oysa tanık olan basın herkese “ AAAA!” çektirmişti. Sonradan ünlü olan bir gazeteciye (O zaman Çağlak diye tantıılan Yaşar Kemal, köken olarak okulun hemen yakınındaki Ernis köyündendir, amcası Mehmet Kemal’ de onu görmek için  gelmişti) zaman bunu anımsattığımda yemin ederek, ”Ben olayı olduğu gibi  aktardım, yazımı bir kenara atıp kısa habere döndürmüşler, yersizlik nedenini öne sürerek hep böyle yapıyorlar!” diyerek içini çekmişti. İkinci örneğim daha yakın zamandadır.17/Nisan/1962.Tekirdağ lise müdürü Lütfü Alpay, sık sık kendisine ters düşen hanım resim öğretmenini, emniyet güçlerini yanıltarak sokakta yakalatıp Bakırköy Hastanesine bağırta çağırta göndertmiş. Bunu gören ,duyan halk ayaklanmış, olay öğrencilere yansıyınca da Tekirdağ Namık Kemal Lisesi öğrencileri  öğretmenlerine yapılan bu çirkin tavrı kınayarak dersleri terketmiş, kent karmaşık bir sinir gerginliğine itilmişti. Bir gün sonra tüm İstanbul gazeteleri olaya el koydu,(Ya da öyle göründü.)köşe yazarları bile arka arkaya makaleler döktürdü. Ulunay,Burhan Felek, Nizamettin Nazif gibi eski tüfekler başta olmak üzere niceleri Tekirdağ’ın  özellikleri üstüne inciler sıraladı. Söz konusu olaya değinilen 17,18,19,Nisan 1962 günlü İstanbul gazeteleri incelenince görüleceği üzere ibretengiz bir ilgi, Tekirdağ üzerinde toplanmıştı. Ancak bu benim açımdan “Hamamda  şarkı söylemek” türünden bir kuru gürültüydü. Çünkü öğretmen, o güne dek Tekirdağ Namık Kemal Lisesinde öğretmenlik yaparken polis güçlerince sokakta tutulup  “Hastadır!”diye yatırıldığı hastanede (Sözde gözetimde)bekletilmekteydi. Yazı yazanlar o bilgiçliklerinden(!)yararlanıp, ne hastaneyle, ne de Milli Eğitim yetkilileriyle bir ilişki kurmuyordu. Bu acayip durum benim için hem acıyı hem de mutluluğu bir arada yaşattı. Öğretmenler Derneği Başkanıydım, öğretmen arkadaşların isteği üzerine Başbakan İsmet İnönü’ye, Sağlık Bakanına, Milli Eğitim Bakanına çektiğim. telgraflar gider gitmez, o akşam öğretmen  sağlıklı olarak çıktı, evine  kavuştu. Bu iki olay beni merhum  Ahmet Adnan Adıvar’ın söylemiyle “Dur,Düşün!” basamağına getirmiş, daha da genelleştirerek değerlendirmeye zorlamıştır. Sonuç söyle özetlenebilir:

-,81 ili olan büyük bir ülkene 80 il taşra, bir il EGEMEN sayılırsa, bu egemenlik tümüyle yıkılmış olan bir saltanatın uzantılarını bağrına basıp, bundan kendine övünç payı yapıp  ayakta duruşunu buna bağlarsa, giderek kendi karmaşık yöntemleriyle  ekonomiye de el atarsa, orada birincil, sağlıklı, özgür düşünce üretilemez, diğer 80 ili de kapsayacak kültür birliği kurulamaz. Ancak ikincil, ısmarlama uyarılarla belli amaçlara yönelik, engelleyici, yıkıcı, insancıl, evrensel birikimlere saldırıcı, olumsuz etkinlikler  boy atar. Bunu, çok bilinen  belgelerle örnekleyebiliriz:

-Mustafa Kemal Paşa bir görevle İstanbul’dan Samsun’a çıktı. Gerekli gördüğünce kimi işleri düzenli yürütüp Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Bilindiği gibi  bu büyük ihanetlerle de karşılaşılan  savaş mutlu sona erdi. Savaş sone erdi ama ihanet çetelerinin  kinleri de kendi kursaklarında düğümlenip kaldı. Bu kinler hoş görülü davranışlarla giderilecek türünden değildi. İçin için işledi, giderek de semirmeye başladı. Bunların daha da palazlanmaları onlar için zorunluydu. Bunun yolu  kendilerini besleyecek olumsuzluklar katmanının dirilmesine ya da diriltilmesine bağlıydı. Toplumların her zaman hastalıklı katmanları olur. Bu katmanlara ufak tefek de olsa olumsuzlukları sergileyerek yaklaşmak  tarih boyunca  bozguncuların taktiğidir. İşte  bu kez de bu yapıldı; fırsat bekleyenler, körlerin değneklerini kullanması gibi yoklama güdülerini kullanarak  yollara döküldüler. Doğal olarak Atatürk Samsun’a çıktı, oradan Anadolu’ya yöneldi, deyip gerçeği anlatacak değil ya, onlar, Atatürk Samsun’a Bandırma vapuru ile gitti. Ama bu vapurun boyu, eni kaç metre idi? En boy derken bir iki yalan katıp huzursuzluk kulvarına ulaşırız, sonrası kolay! ”Tamam!” Bandırma Vapuru  kesinlikle yeterli olmaz. Bu arada Atatürk’ün aldığı paralar sayılıp dökülür. Atatürk, Osmanlı hazinesini götürdü mü götürmedi mi? Bu da yetmez Kurtuluş Savaşı’nda İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerde kaç kişi asıldı?120 kişi mi,1200 kişi mi, 120000 kişi mi? Atatürk evlenmek için Makbule hanımdan önce Fikriye hanıma söz verdi mi vermedi mi? Vermişse “Yazık oldu Fikriye’ ye…..Madalyonun bir de öbür yanına bakalım. Japon yazarı (*)Türkiye üstüne bir kitap yazdı. Kitapta boy boy belgeler verilmiş. İstanbul büyük basının(!) büyük ağabeyleri, bir bakıma bugünkülerin çoğunun velinimetleri burada yurdu terk edip kaçan Enver Paşa’dan, yana yakıla para istiyorlar. Açık açık sergilenen bu avuç açma, Kurtuluş Savaşı  karşıtlığının da belgesidir. Birileri savaş suçlusu olarak dışarıda dolaşanlara yönetim umudu  verip  salt para sızdırmak amacıyla oyalamaktadır. Bu çirkin oyunlar, Kurtuluş Savaşı boyunca sürmüş, daha sonra da uzunca bir süre  el altından yürütülmüştür. Çoğunlukça bilindiği halde Bab-ı Ali anaç basının da hiçbir zaman candan bir yer tutmamıştır. Yabancılar açıklayıp belgeleri yayımladıktan sonra bile “Malûmlar Takımı” kör ve dilsiz oyununu  sahneden çekmemiş, Tiridine Bandım  şarkısı söyleyerek kamu oyuna  çaktırmadan kuklalarını satranççı ustalığıyla kendi alanlarındaki görev yerlerine yerleştirmeyi sürdürmüştür. İsterseniz bunlara Bogomil demeyin. Ama kesinlikle taktiklerinde onlardan esintiler vardır, yıktıkları  Bogomillerin bile ulaşamadığı ölçüde yüksek değerlerdir.(!)İşte Türkiye için  gerekli görülen Köy Enstitüleri Bogomilce bir kıyım sonucu yok edilmiştir. Öteki Cumhuriyet kurumları da böylesi bir taktikle yıkım sürecine dizilmiş ya yıkılacak derecede yara  almış, can çekişir durumda gün saymaktadır. Piyano konusunun çok uzadığını biliyorum. Ancak bu konu döndürülen dolapların derinliklerini göstermesi bakımından üstünde durulmaya değerdi. Belgeselle ilgili asıl önerimi doğru belirtebilmek için   bir iki söz daha söylemek gereğini duydum. Gerçekte Yüksek Köy Enstitüsü Müzik Bölümü’nde üç piyano vardı. Bunlar Rostov, Bercstein duvar piyanosu, Nordvic kuyruklu piyano.Bu piyanolarda çalışmış iyi derecede başarılı olan öğrenciler yetişmişti. Bunlardan  Hüseyin Çakar,Abdullah Erçetin, Naci Ön, Erdoğan Güney anımsadıklarımdan bir kaçıdır. Bu adını andıklarım yaşamları boyu müzikle ilişkilerini kesmemiş, piyanodan uzak kalmamışlardır. Hüseyin Çakar piyano çalışı yanında beste, çok seslendirme çalışmaları yapmış ,öğrenciliğinde bizlere dinleterek başlattığı bu etkinliklerini yaşam boyu sürdürmüştür.  Öteki arkadaşlar da piyanoyu esas alarak, yerine göre mandolin ya da akordiyon, keman gibi araçları kullanarak müzik etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Abdullah Erçetin’in mandolin çalışmaları geniş bir yöremizde yıllarca ( Trakya)çok olumlu yankı yapmıştır. Erdoğan Güney özel piyano dersleri vermiş ,bunu önce Ankara’da sonra da İstanbul’da başarıyla sürdürüp küçümsenmeyecek sayıda öğrenci yetiştirmiştir.

Bu konu üzerinde bu denli durmamın bir başka nedeni de piyanonun Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde özellikle büyük ilgi uyandırması, beklenmedik ölçüde dinleyici bulmasıdır. Yaygın olarak bilindiği gibi Köy Enstitüleri’nde öğrenci etkinliklerinin eğlenceye dönük olanları halka açıktır. Halkın katılımı olmayan şölenler kesinlikle sönük geçer.  Enstitülülerde bu inanç yaygındır ve de iyi tutmuştur. Neyin varsa, neyi becerebiliyorsan dök ortaya, beğeniliyorsan sürdür, olmadıysa oldurmak için daha ter dök!. Bu anlayış küçük bir olimpiyat denemesi gibi uygulanmaya konmuştur(.Bu benzetmeyi ben yapıyorum, orada bu tür  öykünmelere  hiç yer verilmemiştir.)Yüksek Kısım Etkinliklerinde çalışma yöntemleri açısından ayrı bir yol  denenmiştir. Müzik çalışmalarının sürekliliği enstruman seslerinin müziksel  çekiciliği sürekli ilgi odağı olmuştur. Hele koro çalışmaları, toplu enstruman  seslendirimleri ,dinlenmede olanları öteki öğrencileri, gezmeye gelmiş bulunan konukları müzik salonuna ya da salon yakınlarına çekiyordu.    Bu ilgi, gelenleri daha  mutlu etmek için yöneticileri daha başka önlemleri almaya yöneltti. Sonuçta ders öğretmeni bulunmayan saatlerde salon gelenlere  tümden açıldı. Dileyen  salt  müzik dinlemek istiyorsa salonda oturdu, dinledi, yorgunluğunu giderdi. Bu arada gelenlerin  çoğunlukla piyano dinlediği saptandı. Bu kez piyano çalışanlar da bu eğilime uyarak özellikle radyolarda, belli yayınlarda çok duyulan kısa yapıtları çalışmaları arasına alıp sık sık çalmaya başladılar. Bu karşılıklı iletişim değişmez bir düzene sokularak süreklileştirildi. Ağırlık piyanolarda olmak üzere zaman zaman keman dinletileri  eklendi, korolarla  daha renkli bir durum oluşturuldu. Önemli olan gelenlerin dinlemek istemesi, sıcak ilgisi, buna kalkışanların da bu istekleri yerine getirebilmesiydi .Bu tam anlamıyla başarılmıştı. Geçmişte bir gün  Hasanoğlan’daki bu etkinlikleri birilerine anlatırken karşıcılardan bir kişi, biraz da kinayeli olarak “Sizi dinlemeye kim geliyordu ki, karşınızda kimlerin oturduğunu, adam gibi bir adamın geldiğini söyleyebilir misin? demesi üzerine verdiğim bir yanıtı sonradan kendim de çok beyendiğim için buraya alıyorum. Karşıya gelip oturanları ayrı ayrı değerlendirmiyorduk ama önümüzdeki yüzler kendiliğinden gözümüze takılıyor o an biz de şaşıyorduk. Bir kez öğrenci  Hacı Karaca’nın annesini( Bir köylü kadın) milletvekili Tezer Taşkıran’la yine Milletvekili Hasene Ilgaz’ın arasında otururken gördüğümü bir kez de yine Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ben sahnedeyken gözüm köyün muhtarı Mehmet Çakır’la   A.B.D.33.C.Başkanlığı için aday olmuş, seçimden sonra da Dünya turuna çıkmış Van der Wilki’ yi(Tek bir Dünya  kitabının yazarı) yan yana otururken gördüm!” demiştim. Soruyu soran ilginç izleyici, olarak bakan, başbakan, cumhurbaşkanı demek istiyormuş, bunları sormuşmuş. Ona da yanıtım  oldu 1945 yılı üniversite askerlik kampında  başbakan Şükrü Saraçoğlu ‘na akordiyonla Ödemiş Zeybeğini oynattım, karşısındaki oyuncular arkadaşım Mehmet Gönül’le Zekeriya Kayhan’dı. Sunucumuz tiyatrocu, şair Suat Taşer’di. İzleyiciler ise tüm Ankara yüksek okullarının oluşturduğu Talim Taburu ve komutanları idi.(Sonradan ünlü olanlardan bir kaçı, Can Yücel, Bülent Ecevit, Selâhattin Ertürk, o dönemin tüm yüksek okul öğrencileri) Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, sık sık gösterilerimize katıldı, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü I7 Nisan günleri bayramlarımıza kutlamaya geldi, dedikten sonra devam ettim: Orgeneral Fahrettin Altay, Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Asım Gündüz, Orgeneral İsmail Hakkı Tunaboylu konserlerimize hep katıldı. Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü Esmer, Halide Edip Adıvar, Ahmet Adnan Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Adnan Saygun, Behçet Kemal Çağlar. Erdoğan Çaplı, Roji Sabo, Liko Amar, Suna Kan gibi konuklara konser verdik deyince sorucu  buruk buruk gülümseyer k sustu.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü giderek Yüksek Köy Enstitüsü özellikle de Müzik bölümü halka yönelik sanatsal etkinliklerde olabildiğince yaklaşımcı davranmış bunda başarılı olmuştur. Zamanın basını bunda da kesinlikle görevini yapmamıştır. Hiçbir araştırmaya gerek duymadan, küçük bir gözlem yapmadan uydurma tevatürleri  haber gibi  yaymış, kuruluşun içindekilerle ilişkiye yanaşmamıştır. Vatan Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman sözüm ona bu konuya eğilmişse de o da kendi meşrebince dıydının dıydısıyla ilgilenmiş daha çok sanal konulara yere vermiştir.

Uzun uzun üstünde durduğum piyanonun, müzik etkinliklerimizdeki  işlevsel payı büyüktü.Bu nedenle belgeselde sözü edilince herkes gibi ben de ilgiyle bekledim. Oysa boş bir piyano gösterildi. Ufo gözlemcilerini heyecanlandıracak titreşimsel bir yaklaşımla çilekeş piyano yerine salaş bir enkaz ekrana yaklaştırılıp uzaklaştırıldı, kimseler elini sürmedi, izleyenlerde sağlıksız bir müzayede metahı  izlenimi uyandırdıktan sonra da Tanzimat kalıntısı öykülerdeki konak piyanolarını çağrıştıran bir görünümde  tın diyemeden köşesine itiliverildi.( Besbelli ki sözü edilen piyano bir zahmet aranıp bulunmamış, bir resmi bile çekilmeye değer görülmemiş).Bu, tam Attila İlhan’lık bir gösterim oldu. Belgeseli izleseydi neler yazardı acaba? diye düşündüm. Herhalde “Onların bir şey yapamadığını ben daha önce yazmıştım. Bakın işte bu kez, mandolinden geçtik piyano ile bile bir Mozart  çalamadılar!” diyecek, 50 yıldır yazdığı yalan ve  yanlışlara, bu kez  gerçekten bir doğru (!) katmış olacaktı. Sahiden o piyanoda neden bir Mozart çalınmadı ki? Örneğin İstanbul’da oturmasına karşın bir ayağı Ankara’da olan Erdoğan Güney’e duyurulsa hiç değilse o günü yaşayanların anılarındaki parçaları bir kez daha çınlatsa olay renklenecek, gerçek nostalji kısmen de olsa yaşanabilecekti. Hem Attila İlhan’a da bu konuda lâf düşmeyecekti(!)

Güzel Sanatlar Bölümü, bölüm başkanı Mehmet Öztekin’in kendine özgü pedagoji anlayışı içinde oluşmuş özel ve güzel ilkeler içeren bir kurumdu.(Mehmet Öztekin  ayrıca pedagoji öğrenimi görmüş bir müzik eğitimcisiydi)Kısacası Güzel Sanatlar Bölümünde benzersiz bir sanat eğitimi denemesi yapılıyordu. Öğrenciler çok çalışıyordu bu kesindi. Ancak  eğitici Mehmet Öztekin’in çabaları sözün tam anlamıyla olağanüstü  boyutlardaydı. Ünlü romancımız Halide Edip Adıvar ile eşi Dr. Ahmet Adnan Adıvar’a verilen bir piyano dinletisinden sonra Halide Edip Adıvar’ın sorularına  Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin’in verdiği ilginç  yanıtları  anımsıyorum. Öğrenciye, Halide Edip övücü sözlerle onurlandırdıktan sonra günde kaç saat çalıştığını sordu. Öğrenci günde 12 saat çalıştığını söyleyince Halide Edip hayretle Mehmet Öztekin ‘e baktı “Doğru mu duydum?” dedi. Mehmet Öztekin “Şimdilik ben günde 16 saat çalışıyorum, öğrencilere böyle bir hak verilmedi, onlar ilerde öğretmen olunca bu hakka kavuşacaklar!” sözü bitmemeşti k, Halide Edip: ”Aman Allah!’ım, siz hiç uyumaz mısınız? Sorusuna, Mehmet Öztekin “Sizin Kurtuluş Savaşı süresince çektiğiniz uykusuzlukların yanında bizimkilerin sözü mü olur? deyince  Adıvar çifti çok duygusal seslerle teşekkür ettiler. Bu olayı Dr.Adnan Adıvar  bir gazetede(Akşam 1944)yazdı daha sonra da kitabına aldı.Yıllar sonra ise yazar Mehmet Kemal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde bu olaya tekrar değindi.

Bu bölümde büyük özveriyle çalışan bir başka öğretmen de yurt düzeyinde okul şarkılarıyla, marşlarıyla tanınmış Faik Canselen ‘ dir. Değerli bir bestecimiz de olan Faik Canselen yapıtlarının bir bölümünün ilk tınılarını bu piyanolarda duyurmuştu. Ünlü Köy Düğünü süitini daha önce bestelemişti ama biz onu sayısız denecek kadar ısrarla çaldırıp kendisinden dinledik. Uzun uzun sözünü ettiğimiz hediye piyanonun tuşlarına ilk dokunan kişi de Faik Canselen’dir. Dört saat için geldiği Hasanoğlan’da 24 saat kalıp, bizlere  seçkin yapıtları dinleterek evrensel müziği tanıtıp sevdiren, sevdirmek için de değişik yöntemlerle bizi usandırmadan müzik düzleminde tutabilen  usta müzik sevdiricisi Faik Canselen belgeselde anılmalıydı. Koro çalışmaları, plâk dinletileri, Cumartesi C.B. Orkestra Konserlerinde çalınan yapıtları tanıtmadaki çabaları bizde temel müzik bilgisini oluşturmuştur. Faik Canselen anılsa idi, onun onurlanmasından çok belgeselin değeri artacaktı! demekten kendimi alamıyorum. Ayrıca Ruhi Su, Aydın Gün, Hilmi Girginkoç, Süleyman Güler koro ve şan çalışmalarımızda bize çok büyük ışık tutmuşlar, saygıyla anılacak ölçüde emek vermişlerdir. Onların çabaları sonunda Güzel Sanatlar bölümünün en başarılı etkinliklerinden biri de koro çalışmaları alanı olmuştur. Koro çalışmaları  bir bakıma imece görünümlüdür. Ancak dışa böyle yansımasına karşın kendine özgü bir iç düzeni vardır. Bu iç düzeni, koro arasından birileri sağlar. Koronun başarısı bu iç düzene bağlıdır. Bizde bu düzeni kuran, başarıyla sürdüren arkadaşlarımız olmuştur. Abdullah Ön, Orhan Doğan, Fahri Yücel, Ahmet Yol, Mehmet Arseven, Abdullah Erçetin bu konuda en başarılılarımızdı. Kulak duyarlığı, ses tınısı, kısacası ses kullanmada bunlar hepimizden daha duyarlıydılar. Ayrıca Abdullah Ön’ün türkülerde, Ahmet Yol’un şarkılardaki usta yorumları çok beğeni topluyordu. Değerli ozan Ruhi Su, ”Operadan sonra kesin kez türkülere dönünce, değerli öğrencim Abdullah Ön’den çok yararlandım!” diye kaç kez söylemişti. Bu bir gönül alma  sözü olabilir, dense bile bizler Abdullah Ön’ün türkülerini severek dinliyorduk. Belgeselde hiç değinilmemesi  acaba değersizliklerinden mi? diye düşünüyorum. Değersizliktense bu kez de bu değersizlik ele alınan konudan mı yoksa  etkinliklerde bulunan kişilerden mi kaynaklanıyor? deyip duraksıyorum! Bunlar yok olunca Güzel Sanatlar Kolunun  işlevsel yapısında büyük bir boşluğun  oluştuğunu üzülerek duyumsuyorum. Biliyorum, görüntülü belgeseller akar su gibidir, geçen geçmiş akan akmıştır. Ancak siz bu tür etkinliklerin usta adayı, izleyici katmanında belgeselle özdeşleştirilmiş, bu uğraşlarda öne çıkmış, toplumun bir bakıma umudu olmuş durumdasınız. Dilerim aynı konuyu gene ele alma fırsatı yaratır ya da daha ayrıntılı bir belgesel oluşturmak istersiniz. Hiç değilse o zaman lütfen danışmanlarınızı uyarın hatta karşılaştırmalı belgelerle bu konuları titizce gözden geçirin. Köy Enstitüleri’nin yaşamsal özelliği, el ve güç birliği, gönül birliği, başka bir deyimle imecedir. Daha önce de belirtildiği gibi daha kuruluş günlerinde gerçekleştirdiği bu  ruhsal bağı, sonraları da sürdürmüş daha da olgunlaştırarak yurt düzeyine yaymış, bir sevgi ağına dönüştürmüştür. İşte bu ruh, bugün de varsa o derin kökten güç almaktadır. Eğer  yaşayacaksa, gelecekte de o derin kökten  alacağı sevgi besinleriyle gelişip serpilecektir. Bu nedenlerle asker fotoğrafı örneği, tek tek gösterilen pozlarla Yurt Kalkınması savıyla girişilen bu Yürekli Uygarlık Coşkusu, tamlığı bir yana özüyle bile anlatılamaz. Hele yansıtma amacıyla yapılan değinmeler büsbütün saptırmalara yol açar. Bu da sevenlerin değil yerenlerin işine yarar. Bence bu tür yolu seçenler ünlü ressam Antoine-Jean Gros'un yaptığı Napolyon Bonapart’ın Arcole Köprüsü’ndeki portresine bakarak Austerlitz (Osterliç) Savaşı’nı anlatmaya çalışanların acayip durumuna düşmüş olurlar. Söylenenler ne denli güzel, etkileri ne denli yaygın olursa olsun olay tablo içeriğiyle sınırlı kalmış olacaktır. Oysa savaş kan, kemik ve etin zaman-mekan örtü ve özellikleriyle kaynaşıp  bütünleşmiş bir olgudur. Savaşı yaşayanlar, tabloda gösterilenin ötesinde bir şeyler aramaları bundandır. Belgeselde de bu ilke geçerlidir. Burada da izleyici gösterilenden öte, bakış olmasa bile duygu ya da düşünce  taşırarak araştırıcı özelliğini devindirir. Bu onların, aslında görmek istedikleri daha bir şeyler olduğunun belirtisidir.

Yüksek Köy Enstitüsü’nün özellikle de Güzel Sanatlar Bölümü etkinlikleri konusunda belgeselde çok eksik gördüğümü söylememin nedeni, benim de orada öğrenci olmam, orasını çok yakından tanımam, hemen hemen tüm olayların içinde yaşamış olmamdandır. Çalışkan öğrenciler arasında sayıldığımı gösteren sayısız belgelerim vardır. Örneğin Yaz Dönemi  stajımı, okul yönetimi seçimiyle orada yaptım. Tüm arkadaşlarım başka yerlere giderken benim okulda alıkonmam bu dört aylık süreçte bana büyük kazanımlar sağlamış, yöneticilerle yakınlaşmamı, onların beni görev başında tanımaları ,bana karşı güvenlerinin artması, açısından benim  için bir sınav olmuş,2. ve 3. sınıflarda da aynı güven sürerek okulda çalışmalarımın sürekliliği sağlanmıştır.(Piyano öğrencisi olduğumdan bu benim için çok büyük bir ayrıcalıktı.)Staj sürecinde başka öğrenciler tüm enstitülere dağılıp, öğretmen olarak  müzik derslerine giriyordu. Benim stajım ise bölüm başkanının yanında, onun vereceği işleri görmek, bölümün demirbaşlarını gözetmek, gelen giden konuklarla ilgilenmek, bu konuda görevli kişileri uyarmak, okul yönetimiyle iletişimi sağlamaktı. Belgeselde danışman olarak gösterilen Talip Apaydın sınıf arkadaşımdı. Ancak Talip Apaydın 40 yıl önce yazmış olduğu Köy Enstitüsü Yılları kitabında ”Ben daha okurken kendime yazarlık yolunu seçtim, bu nedenle müziği bir araç olarak kullandım!” demektedir. Yaşam yolunu seçmek bireylerin hakkıdır. Tutku doğal bir eğilimdir, saptırılırsa örselenebilir. Hangi yaşta olursa olsun bu konuda söz söylemek” Abesle iştigal) yüzeyinde ya da düzeysizliğinde kalır. Ancak müziği yaşam boyu uğraş edinip sürdürenler varken, onlar adına kendini yetkili saymak, hele Güzel Sanatlar Bölümü ile hiçbir ilgisi bulunmayan, mandolin çalmak şöyle dursun doğru dürüst tutamadığı ilk anda  gözden kaçmayan (Abdullah Özkucur)bir örnek seçmesi, müziği hâlâ araç olarak kullandığının apaçık kanıtı olmuştur. Bu müziği yaşam boyu uğraş seçmiş, derslerini mandolin aracılığıyla sürdürmüş, öğretmenlik süresince öğrencilerine mandolinle müzik tınılatmış , bundan hoşnut kalan öğrencileriyle iletişimini sürdürmüş arkadaşlarımız adına kırıcı bir şaka (!)olmuştur. Bu konuda siz kendinizi hangi ölçüler içinde sorumlu tutuyorsanız benim  söyleyeceklerim de o ölçüler içinde geçerlidir. Ancak önemli bir uygarlaşma savaşı olarak nitelediğimiz, severek, inanarak tüm gençliğimizi, o coşkulu etkinlikler içinde geçirdiğimiz, öğrendiklerimizi uygulayarak yaşamımızla yoğurduğumuz, kazandırdığı ilkeler  uğruna pek çok çile çektiğimiz Köy Enstitüleri’nin hiç değilse anılarımızda kendi gerçeğine uygun kalmasını dilemekteyiz. Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı kitabında çok üzücü bir konuya değinilmektedir. Sessiz ve derinden sürdürülen bir ikilik ya da karşıtlık. Bu öğrencilik aşamasında olmuş olabilir. Olduysa bu, genele dağılmamış, dar bir çember içinde kalıp yaşam sürecini tamamlamıştır. Birileri kendi anılarındaki bu ikilik kırıntılarını günümüze taşıyıp yeşertmek istiyorsa  bu geçmişte olmadı, şimdi ise hiç olmayacaktır, olmamalıdır. Hepimizin anımsadığı o çok sınırlı tartışma on binlerin içinde kendine sığınak bulamadan  sınırlı kişilerin yüreğinde günahıyla sevabıyla gömüldü gitti. Ayrılık bir yana soğumak, sadakatsizlik, unutma gibi sözcükler “Köy Enstitülü’yüm!”  diyen, diyebilen için yadırganıcı sözcüklerdir. Birlikte yaşadığımız altmış yılın olayları bunu kanıtlamıştır. Arımıza çotuk sokmaya çalışan nice kurumun yaptığından utanç duyarak zamanla yanımızda olmasının, hakkımızda övgüler yağdırmasının asıl nedenleri bu  granit karakter yapımızdan, çelik omuriliğimizden, yaşam boyu cılgamayan katışsız beyin yapımızdandır. Köy Enstitüleri utkusu, oradan çıkanların birbiriyle karşılıklı tutkusuyla gerçekten canlanır. Bu nedenle Köy Enstitüleri’ni sevenlere, orada  bulunmuşlar ya da ardılları 1950’li yılları anımsamalıdır. Bu süreçte Köy Enstitüleri’ni kapatan, oradan çıkanları yasal haklarından yoksun bırakan, Vatan  Cephesi mavallarıyla halkı uyutan sakıtlara karşı kenetlenip birlik oluşturan giderek de tüm öğretmenleri, tüm üniversite erklerini bir çatı altında toplayarak sesini gürleştiren insanların dayanağı bu birlik ruhu idi.1960’a gelindiğinde bu ruh birliği tüm halkı da yanına  çekerek özlenen iletişimi  tam anlamıyla kurmuştu. Olayı tüm ayrıntıları ile ele alacak olursak ilk günden başlayarak belli olguları irdelemek gerekir. Örneğin Köy Enstitüleri ilk açılınca, birileri dedikodu düzeyinde yergilerini sürmeye başlamıştı. Basın burada arabulucu olup  bir çok yanlışı önleyebilirdi. Köy Enstitüleri inandırıcı olmayan nedenlerle devlet tarafından kapatıldı.(Aslında devleti dolaylı olarak ele geçirmiş bir çete demek yerinde olur.)Basın olaya seyirci kaldı. Ne var ki birkaç yıl sonra, daha önce “Tarihe karıştı” diye bittiklerini duyurdukları Köy Enstitüsü konusuna bu kez  çağırılmadan tıpış tıpış döndüler. Çünkü Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler, birliklerini yasalara uyarak kurdu, güç birliği ile oluşturdukları sıkı ve sert yumruklarını karton kaplanların(!) önüne dikti. Dernekler tüm Türkiye Öğretmenleri Federasyonu’nu yeni bir ruhla (Köy Enstitüleri görev anlayışı ruhuyla)ele alıp canlandırmışlardı. T.Ö.D.F yıllık toplantılarının özellikle Adapazarı, Edirne vb. toplantı tutanaklarını inceleyenler, bu değişimi daha iyi anlayacaklardır. Buralarda yükselen seslerin önce bireysel olarak algılanması da yanıltıcı  olmuştu. Sonradan  gerçek ortaya çıktı:

-Köy Enstitüsü  ruhu  üreyerek artıyordu. Can Yücel’in deyimiyle Köy Enstitüsü ruhu “Yaşayarak azalanlardan değil, çoğalarak ölenlerdendi. Ancak bu on yıllık uzun savaşta kan dökülmedi ama çok can yandı, çok insan yerinden, işinden oldu. Köy Enstitüleri’nin karşısındakiler  yetki silahlarını , hakkını arayanların daha büyük haksızlığa itilmesi için  kötüye kullanabiliyordu. Adapazarı  T.Ö.D.F toplantısında konuşan Hayrettin Uysal, hemen o saat Bitlis’e sürülebilmişti. Bu süreçte Halil Akyavaş, Hüseyin Atmaca, A.N.Macit, M.Ş.Koç, Dursun Kut, Haşim Kanar, Dursun Akçam vb. öncülerin çekici gücü yadsınamaz. Bunlara koşut çok bireysel gibi görünmekle birlikte Köy Enstitüleri kökenli 20-25 dolayında  arkadaşımız politikaya atılmış, bu alanda da başarılı olmuşlardır. Hele bunlardan 5-6 kadarının bakanlık makamlarına oturması, yetiştikleri  ocakların güvenilirliğini yurt insanımızın gözünde ve yüreğinde pekiştirdi. Adlarını  vermeden anmaya çalıştığım  Türk Ulusu’nun toplumsal belleğinde Köy Enstitüleri’nin sağlıklı  bir kurum olarak yerleşmesine katkıda bulunan bu değerli insanları anmaya değer görmemek oldukça düşündürücü ve de  bazı sorulara açık kapı bırakmaktadır.

Özet olarak belgesel bir şeyler anlatıyor elbette ama doğal olanı değil, yapay, kurgusal düzenlemeleri, kişisel tanıtımları, eş dost katılımları ile oluşturulan ilginç bir aile fotoğrafı çıkıyor ortaya. Ağaçların yetiştirilmiş görüntüleri, işlevsiz tiyatro sahnesi, bakımsızlıktan yıpranmış binalar vb. Belki de günümüz insanının umursamazlığı bunu gerektiriyor, denilebilir. Ama ben Hasanoğlan olgusunu bu denli yalın düşünemiyor, belgeselde gördüklerimle avunamıyorum. Sanki birileri çıkmış belgesel önerisini ortaya atmış, çevresi de bunu yararlı bulmuş, karar alınmış. Konu ne olacak?  Sözgelimi” Konu aslan olsun!” denmiş. Aslan ama hangi aslan, bir gerçek aslan mı, hani şu ormanlar kralı, kükreyince tüm canlıları titreten, sahici aslanın doğal özelliklerini taşımasının ötesinde, insanların ona yamandırdığı olağanüstü yetileri taşıyan gerçek aslan mı? Yoksa hayvanat bahçesinden ya da sirklerden seçilecek bir yozlaşmış aslan mı? İkinci önerinin   benimsendiği besbelli, bir sirk aslanı model alınıp anlatılmış. Yukarda değindiğim “Duyarsız  Toplum Teorisi”ne uygun bir seçim. Nasıl olsa izleyici ekranda gördüğünü yarım yamalak kavrayacak, kulak ucuyla edindiği duyuntu bilgileriyle karıştırıp en alt  düzeydeki  algılama çizgisine indirecek! Her konuda olduğu gibi ekran kararınca da geniş halk katmanlarında  egemen olan  gerçek dışı söylemlerin esintileri içinde kılık değiştirip kaybolacak.

Ne var ki ben, Köy Enstitülü ruhunu duyumsadığım sürece gerçek aslanın ele alınmasından yana olacağım. Aslanı aslan yapan özelliklerin ancak onda  olduğunu biliyorum. O özellikler sayılıp ortaya dökülmeden aslanı tam tanımak olanaksızdır. Kırbaç şaklatmasıyla ateşten atlayan, bir el uyarısıyla  arka ayakları üzerine dikilen bir aslanın ormanlarda krallığı söz konusu olur mu? Sirk ya da hayvanat bahçelerinde bir takım hünerler gösteren aslanların kendilerinden çok bakıcılarının  becerileri üzerinde durmak sanırım daha yararlı olur. Çünkü onlar, araç olarak kullandıklarını iyi eğitip gelirini ona göre artırıyorlar. Onları gözleyip yeteneklerinin ölçüsünü saptamak belki de birileri için özendirici olabilir. Olağanüstü bir irade, iradeye dayalı güçlü bir dikkat, çizilen hedefe varmak için yılmayan bir direnç. İşte sirk aslanından çok yetiştiricilerinde bulunan bu özellikler üstünde asıl durulması gereken  önemli yetilerdir. Bu belgeselin yapımcılarıyla böylesi iş erbabı arasında bir benzerlik kurulabileceğini düşünmek istemiyorum!

Köy Enstitüler üzerine yazılmış sayısız kitaptan, yapılan anmalardan, özellikle de kimi bireysel konuşmalardan süzülüp gelen bir kanı tortusu oluşmakta bu da zaman zaman bizi kuşkuya düşürmektedir. Yukarda da değindiğim bu kuşku uyandırıcı tavır, belki çok  duyarlı olduğumuz için bizi kolay etkiliyor. İşte belgeselde de takıldığımız olaylardan birisi de budur. Gösterilen resimlerin dışındaki dolgular ya da eklemelerde bu kuşkuyu uyandırıp perçinleyen tavır apaçık ortaya çıkmış durumda. Bu bir rastlantı olamaz. Yapılan kesinlikle Köy Enstitüsü utkusuna, oradaki içtenliğe, okul sonrası dönemlerde aramızda kurduğumuz içtenlikli bağlara, bizimle özdeşleşen İmece olgusuna ters düşmektedir. Bu terslik, Köy Enstitüsü çıkışlıların yuva bağlılığı tutkusu, imece bağlılığı güvenleri bir yana itilse bile Köy Enstitüleri ile Türk  Toplumu’nun belleğinde özdeşleşmiş bulunan büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’un ilkelerinde, onun kişisel yaşam savaşında  böyle bir ikilemin yeri yoktur. Besbelli ki birlikte olduğumuz etkinliklerde, elbirliği ile yaptığımız işlerde kurduğumuz beraberlik bölünmüş, bütünden bir şeyler ayıklanmış, belli beğeniler süzgecinden geçirilen kimi ortak ürünler ayrıştırılarak özgünlüğü bozulmuştur. Anılarımızın bozulması bahasına bunun yapılması üzücüdür. Bunu, konunun büyüklüğü, zamanın darlığı ya da başka özürlerle karşılayıp geçiştirmek olanaksızdır. İlgililer “Böyle bir düşünce taşımadık, taşımaya da niyetimiz yok!” diyebiliyorsa, bundan mutlu olacağımızı belirtmekle birlikte, bu kez de bunca iftiraya uğramış bulunan  Köy Enstitüsü konusu irdelenirken daha dikkatli olunmasını, en küçük bir yanlış ya da yanılgının abartılarak ortaya döküleceğinin  bilinmesi gerektiğini, burada ise bu tür bir önlem alınmamış olduğunu anımsatmak isterim.

Köy Enstitüleri’nde okuyup en kırsal kesimlerde görev alanların çoğu kendine özgü tutarlıkları içinde yaşadı. Bir bölümü yaşamını tamamlayarak aramızdan ayrıldı, bir bölümü de aynı değerlere saygı duyarak  yaşam savaşlarını sürdürüyor. Örneğin Trakya Bölgesi’nde Nedim Menekşe, Mehmet Yücel, Namık Yücel, Sefer Tunca, Salih Baydemir, Yusuf Asıl, Recep Kocaman, Sakine Ateş, Hüseyin Orhan, Nazif Karaçam, Hüsnü Yalçın vb. Örneğin Ege’de Niyazi Başkaya, Hüseyin Yalçın, Fatma Yalçın, Galip Aköz, Hamdi Özer, Ziya Özlen, Kemal Aydoğdu, Halil Akıncı, A.Kadir Ariç vb. Örneğin güneyde, Arif Canbolat, Ahmet Canbolat, Mustafa Şanlı, Mustafa Yavuz, Hurşit Kılıçaslan, Hasan Turan, Ali Aslan, Remzi Aslan, Meylut Alkan, Mahmut Bozdoğan. vb. Örneğin Orta Anadolu’da Ali Yılmaz, Veli Yazar, Ali Dündar, Eyup Yaşar, Satılmış Aslantaş, H.Latif Sarıyüce, Emin Özdemir, Adnan Binyazar, Hasan Tekin, Feyzullah  Ertuğrul, Arif Gelen vb. örneğin Karadeniz Yöresinde, Bayram Pat, Ahmet Öztürk, Şemsettin Deveci, A. Nuri Macit, Osman Işık, Şükrü Erten, Mustafa Aydın, Ahmet Öztürk. Enis Deveci vb .örneğin Doğu Anadolu Yöresinde, Süleyman Karabulut, Muzaffer Aslan, Paşa Güney, Osman Alkan, Şükrü Aydın, Mehmet Bayraktar, Yusuf Aşık, Kadir Kazan, Kazım Aydın, Osman Çağlar, İsa Öztürk, Hayri Taner vb. Bunlar tanıyıp da unutamadığım insanların bir  kaçı. Bunlar, nerede olursa olsun, yüksek öğrenim görüp değişik işlere geçmiş olsa da ilk ocaklarını unutmamış, haksız olarak saldıranlara karşı bu ilk yuvalarını savunmuşlardır. Acı tatlı anılarını, halk arasında özel bir yer tutmuş olan askerlik  öyküleri gibi söyleye gelmektedirler. Bunları dinleyenler, salt bir öykü dinlemenin ötesinde Köy Enstitüleri’nin işlevlerinin boyutlarını görmekte, öğretmenlerin karşılaştığı zorlukların nereden kaynaklandığını, kimlerin tezgahında geliştirilip kotarıldığı gerçeğini de  yaşayan kişilerin dilinden öğrenmektedir. İşte bunlardan bir kaçını seçerek kendi yöre özellikleri içinde  yaşamış kişilerden dinletmek sanırım yurt genelinde  giderek artan duygusal titreşimi güçlendirecekti. Bunları önemsemeyip bireysel eğilimleri öne çıkarmak örneğin yazar Sabahattin Ali’nin Hasanoğlan’a geldiğini, kaç saat kaldığını, daha daha kiminle konuştuğunu irdelemek kaç kişinin ilgisini çekti? Üstelik böyle bir sunuş yanlışlıklara, tartışmalara da neden oldu. Bakın ben bu konuda bildiklerimi, o günle tuttuğum notlardan aktaracağım. Sabahattin Ali, Hasanoğlan’a daha önce ,31 Aralık 1943 gecesi  geldi, öteki konuklar gibi ağırlandı, geç vakitlerde de arkadaşlarıyla Ankara’ya döndü. Yanında da Namdar Rahmi Karataylı, Faruk Kaleli, Cevat Dursunoğlu vardı. Namdar Rahmi kendi şiirlerini  okudu. ”Geçti Bor’un pazarı, Tezekten Terazi, Komşunun karısı Kız. vb. Faruk Kaleli de iki kez “Orası Muş’tur, Yolu yokuştur. Türküsünü söyledi. Türkünün içinde hem Yemen hem de Muş geçince kendisine bunun ilişkisi soruldu. Faruk Kaleli “Yanıtını Sayın Dursunoğlu versin, o bu türküyü çok sever!” diyerek topu Cevat Dursunoğlu’ya attı. Cevat Dursunoğlu, ”Kesin değil, varsayımdan söz edeceğim!” deyip anlattı….Bu konuşmalara, şakalaşmalara  Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden bir çok arkadaşımız tanık oldu. Sanırım yazarın, sonraki gelişini anlatanlar o gece orada bulunmamış ya da unutmuş. Bir başka ilginç sunuş da yazar Sabahattin Ali’nin Köy Enstitüleri Belgeseli içinde  anılmaya değer görülmesidir. İyi bir yazardır, Kuyucaklı Yusuf’u hepimiz okumuşuzdur. Bunlar başka, onun okulumuza gelmesini ayrıcalıklı görme gayreti başka. Sabahattin Ali Konservatuvarda  görevli idi. Aynı yerde cumartesi günleri C.B.Orkestara konserleri veriliyordu. Biz, yani Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar Bölümü öğrencileri  yıllık konserler süresince Konservatuvara gidip konser saatine dek( zaman  zaman)  orada ders yapıyorduk. Öğretmenlerimiz Mehmet Öztekin, çoğunlukla da Faik Canselen bize o  gün konserde çalınacak yapıtlarla ilgili bilgiler aktarıyordu. Konservatuvar binasında da bizim için bir giriş çıkış kısıtlaması yoktu. Örneğin Aydın Gün, Hilmi Girginkoç,Selçuk Uras, Mithat Kurfalı, Şükrü Arsev, Mahir Canova, Faik Canselen  konservatuvar öğretmeniydi ama bize de derse geliyorlardı. Bu tanışlık bizi konservatuvara iyice ısındırmıştı. Boş oda bulunca rahatça piyano çalışıyorduk, kurallara uyarak orkestra provalarına  bile girebiliyorduk. Okul müdürü önce Tefik Ararat, sonra  Orhan Şaik Gökyay, yanında Cahit Külebi, Nurettin Sevin, Bedrettin  Tuncel, Ertuğrul İlgin, Muazzez İlgin, Nurullah Taşkıran, Rabia Erler, Mahmut Ragıp Kösemihal vb. gülümseyerek “Günaydın!” larımıza yanıt veren insanlardı. Ben, Sabahattin Ali ile, Konservatuvar yöneticilerinden Nurettin Sevin’in(Konservatuvar  d. Yardımcısı) odasında sık sık karşılaştım. Konuştum. Dahası beni daha iyi tanıyan Sayın Nurettin Sevin, biraz da kasıtlı olarak Sabahattin Ali’ye övmüştü. Sabahattin Ali, belki de Nurettin Sevin’in hatırı için benimle içtenlikle konuştu sorular sordu. Bir keresinde ise odada yalnızdı,  ben dönmeye  kalkışınca beni durdurup kendisi konuşmuştu.

Bizim bülümün( üç sınıfının toplamı yuvarlak olarak) otuz öğrencisinden biriydim. Öyleyse benimle konserlere devam eden arkadaşlarımız için Sabahattin Ali,(Onun yazdığı örneklemeye göre) “Sırça Köşkte” değil Cebeci Konservatuvarında bir görevliydi. Öteki bölümlerde olup da müzik seven  sayısız arkadaşımızdan az da olsa birileri bizimle geldi, bizim gibi konservatuvarı yakından tanıdı. Ayrıca bizim Güzel Sanatlar kolu tıpkı konserler gibi tiyatro ve operaları da  ders olarak izliyordu. Tiyatro öğretmenimiz Mahir Canova aynı zamanda ünlü çalıştırıcı Carl Ebert’in yardımcısıydı. Carl Ebert çalışmalarında çevirmen olarak çoğunlukla kızını, Mahir Canova’ yı ya da Ertuğrul İlgin’i  yanında bulunduruyordu. Zaman zaman  Sabahattin Ali’yi de Carl Ebert’in yanında görüyorduk. Bu anlattıklarımı o süreçte konservatuvarda okuyanlar, konserlere gelenler, orada çalışanlar hep bilir. Üzülerek soruyorum, etkinliklerimizi seyrek de olsa  gelip dinleyen, zaman zaman da duygularını bizden esirgemeyen, okulumuza gelip bizi onurlandıran Ahmet Kutsi Tecer, Reşat Nuri Güntekin, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret Solok, Behçet Kemal Çağlar, Halide Edip Adıvar, Sabahattin Eyuboğlu, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday, Cahit Sıtkı Tarancı, Bedri Rahmi Eyuboğlu vb. gibi o günün ün yapmış  kişileri  de Hasanoğlan’ a gelip gitmiştir. Bunlar önemsenmeyip geçilirken, tümüyle  ilişkili olduğumuz bir okulun bir görevlisi bizim okula gelince neden olağanüstülük kazanıyor? Üstelik Sabahattin Ali’nin Köy Enstitülerini sevmediğini, onları, C.H.P’nin kendisine piyon yetiştirmek için açtığını, yöneticilerini de parti kodamanlarının damatlarına,(Reşat Şemsettin Meclis Başkanı Kazım Özalp’in damadı)bacanaklarına (İsmail Hakkı Tonguç, C.H.P Genel Sekreteri Nafi Atuf Kansu’nun bacanağı) emaneten bıraktığını sık sık söylediği bilinmektedir. Ona yapılan bu olağanüstü söylemler, görüntüler, düpedüz belgesel yapımında kayrılmış  kimi kişilerin çok özel değerlendirmesi değil  de nedir? Zaman zaman yapılan bu çok özel  değerlendirmeler, bireysel davranışlar Köy Enstitüleri’ne büyük zararlar verdiği unutuldu mu? Yoksa birileri  hâlâ bunun ayırdında değil midir? Köy Enstitüleri, ülkemizin kırsal kesimlerine uygarlığı  götürmek için  kurulmuş kuramlaştırılmış bir girişimdi. Bu büyük girişimin yolu yöntemi  üzerine tartışmak olağandır. Ancak “Benim karpuzum daha iyi!” dercesine reklâmsı çıkışlar, bireysel beğenileri öne çıkarmalar bu belgeselde hiç mi hiç yerine oturmamıştır.

Köy Enstitüleri’nden ışık almış sayısız arkadaşımız anılarını yazdı, okuyucusuna, konumuza ilgi gösterenlere iletti. Bunları burada sayıp dökmek hem gereksiz hem de olanaksız. Daha da  yazılacak, ikinci, üçüncü kuşaklar konuya eğildikçe bu girişimler artacaktır. Buna gerek vardır. Yazılanların çoğunun içtenliğine katılmamak haksızlık olur. Ancak olayı edebiyat alanına kaydırarak Köy Enstitüleri’nin pragmatik gerçeğini romantik öyküler ya da öykücükler yumağına dönüştürmek çok büyük bir yanlıştır. Bunu görmezden gelip özgünlüğünü gölgeletirsek “Tarih Tekerrürden İbarettir!” söylemine bir örnek daha katmış oluruz. Örneğin geçmişte Ayasofya’ nın mozaiklerini kapatmışlar. Yüzlerce yıl böyle kalan duvarlar sonunda özgün durumuna döndürüldü. Bu kolay atlatılan bir kaza idi. Köy Enstitüleri amaç ve düşünsel düzeni değiştirilirse, kuruluşunda oluşturulan altın ilkeleri, açık olduğu süreçte destansı  ürünleri gerçeğine  uygun korunmazsa, bilerek ya da bilmeyerek çarpıtılıp yabancılaştırılırsa onun gerçeği de Ayasofya’nın mozaikleri gibi örtülmüş olacaktır. Bu böyle bir örtü  Ayasofya kapatma sıvasından çok daha korkunç çok daha tehlikelidir. Bu nedenle Köy Enstitüleri kendi gerçeği içinde tutulmalı, kesinlikle abartıya önayak olunmamalıdır. J.Swift’in Gulliver kahramanı gibi yerine göre olanak buldukça yaptırılacak büyümeler, küçülmeler giderek perdeleşirse gerçekler sahte bir örtü altında kalır. Toplumsal tarihte bunun sayısız örnekleri vardır.

Değerli araştırmacı yazar Uğur Mumcu’ nun  yukarıda değindiğim kitabında konuşturulan Hüseyin Atmaca’nın belirttiği gibi Köy Enstitüsü olgusuna bir Pazar gözü ile bakanlar da vardır. İşin acı yanı bunlar giderek artmaktadır. Böylesi sözleri söylemek kolay ama bir seçim yaparak doğruyu eğriden ayırmak o denli  kolay değildir. Eskiden de bu tür pazardan söz ediliyordu. Örneğin  F.Tevetoğlu ve benzeri kişiler Köy Enstitüleri’ni dile dolayıp kitaplar dolusu yalanlar yazdılar, bunları kitap şekline sokup devlet katmanlarına, yetkilileri aracı yaparak satıp, küçümsenmeyecek servetler  yığdılar. Ancak bunlar, doğru ya da yanlış, karşı kanatta idiler, karşı olduklarını  da bağıra çağıra söylüyorlardı. Bu  nedenle onları kolayca seçebiliyorduk. Oysa Köy Enstitüleri’ni överek sahneye çıkanları böylesi kolaylıkla seçmek olası değil. Söz konusu pazardan pay kapmaya çalışanlarla,  gerçek savunucuları, yüreğiyle konuya yaklaşanları  ayırmak yükümlülüğüyle karşı karşıyayız. Bu nedenle öne sürülen savları kuşkuyla karşılamakla birlikte kesin kez yadsıyamıyoruz .İşte bu kaygılar içinde bir birimizi önce insafa çağırıyor, onlardan, kuşkuları hoşgörüyle karşılayarak iyi niyetlerini açık seçik sergilemelerini  bekliyoruz. Elimizde en doğru, en şaşmaz ölçek  kendi yaşadığımız, bu güne dek belleğimizde tuttuğumuz anılardır. Olayları birlikte yaşadığımız  imece arkadaşlarımızla zaman zaman karşılaştırıp diri  tutmaya çalıştığımız bu anıların bir bölümü de günlük notlar olarak tutulmuştur. İşte, böylesi yaşamsal izlerle içimize işlemiş  bulunan ortak anıları ölçü alıp, bunlarla  örtüşmeyen anlatıları kesinlikle doğru saymıyor, dahası bu tür söylemleri zararlı buluyoruz. Yaşamımızın sağlıklı bir  parçası saydığımız uygar insan olma savaşımızın her dakikasını bilinçle algıladık. Doğal olarak bilincimiz canlı durdukça  algıladıklarımız, geçmişimizle  günümüz arasındaki köprüleri ayakta tuttuğu gibi bundan sonra da işlevini ilk tazeliğiyle sürdürecektir..

Mutlu çocukluğumuzdan gençliğimize geçiş sürecinde, Yedi düvele karşı verdiğimiz benzersiz Kurtuluş Savaşı’mızın  onuruyla dik  yürürken giderek, Devlet denetimindeki T.V.’lerde “Atın,atın!” diye reklâm yapılan, bu reklâmlar sonucu birilerinin buzdolaplarını, radyolarını, telefonlarını sokağa attığı görülen,  buna karşın belediye kamyonlarıyla dağıtılan bayat ekmekleri itişe apışak alırken çıkan kavgalarda kan dökülen bir memleket düzleminde ayak sürter olduk. Yerli Malı kullanalım uyarılarını bir tarafa itmekten öte okul çocuklarının söylediği Yeri Malı şarkılarını bile dile dolayıp sahnelerde alay konusu yapan saptırık sunucuları kuzu kuzu  bağrına basan(!)insansılar düzeyine nasıl indik? Her gün evlerimizdeki TV ekranlarında  gözümüzün içine baka baka aldığı emri yerine getiren özel yetiştirilmiş kişilerle yüz yüze kalıyoruz. Bunları giderek seçkin sanatçı  sanıyla donatıp, akıllarınca dünyaya karşı böbürlenmeye kalkan yöneticileri içimiz sızlayarak izliyoruz. İşin acı yanı ortaya  çıkanlar hangi görevde olurlarsa olsunlar, onlar oraya sürülmüş  kişiliksiz bireylerdir. Onlar bir şeyler bildiğinden değil öyle koşullandırılıp halkın karşısına arkalarından itilerek çıkarılmışlardır. Bu arada sahiden kendini yetiştiren  sanatçılar varsa ki kesinlikle vardır. Bunların da bir yolunu bulup aynı kervana çekildiği de görüle gelmektedir Bunun kesinlikle bir kuralı yoktur, yerine göre olaylardan yararlanıp işi kotarmak yeterli olur. Örneğin  halkın sevdiği bir türkücü Devlet Konservatuarı müfredat programını yerin  dibine batırdığında  ya da  C.B.S.orkestrasında ud  ya da zurna kullanılmamasını milli eksiklik olarak eleştirdiğinde alkış tufanı kopar, bir gün sonraki basının ortak konusu olur, alkışlanır. Bu, kamu oyunun onayı alınmış gibi  sunulur. Eskilerin deyimiyle “Zurnada Peşrev olmaz!” Yozgat’ın bir ilçesinden okuma olanağı bulup yetişen bir genç. Kendi çevresinde duymadığı sözcükleri eline bir mikrofon verilince kırk yıllık konuşmasıymışçasına kullanmaya başlayabilmektedir. Örneğin yetiştiği ailede kimse bir başkasına hanımefendi, beyefendi  demezken genç, sözde saygı  gösteriyormuş tavırlarıyla  düpedüz meyhanedeki içki düşkünlerine, kadınsa,(Bar bağımlıları bile olsa.) hanımefendi, erkekse beyefendi sıfatlarını ağzını yayarak yapıştırabilir. Soranlar  olunca “Aman efendim, neymiş o bay, bayan sözleri, hiçbir mana ifade etmiyorlar, ben oldum olası kullanmadım!” diyerek, bir de dil dersi verir. Karşısındakine yakıştırdığı sıfat  böylece  sözde yerine oturmuştur. (!) Karşısındaki bir  akşamcıdır ya da kirli işler peşinde koşan bir toplum düşmanıdır. Olsun, kemikleşmemiş omurgalı sunucu  görevini yapmıştır.(!)Böylesini biraz yakından  izlesek, kesinlikle çok daha acıklı sahneler görürüz. Sözgelimi küçük maganda, akşam eve dönünce heyecanla “Baba bugün öğretmenim bana AFERİN verdi!” dese, baba, başını çevirmeden rahatça sorar, ”Şu uzun boylu hocahanım mı? Çocuk yanıt vermeden önce anne, kuşkusuz düzeltme yapar. ”Hayır, sen Şadiye hocahanım’dan söz ediyorsun, o bu sene Menşure hocahanımın derslerini  takip ediyor, olur. Bu seneki hocası çok hanımefendidir. Çocuk ,varsın şaşırıp kalsın, anne-baba  sadık T.V. izleyicisidir. Tüm dizileri kaçırmadan bakar, artı arada salaş bir ısmarlama, salt  devletten yıllık almak için kurulmuş özel(Güzel Gelir!) tiyatroların kırk yıldır tekrarlanan düzmece  gülünçlüklerden birine gitmiş, kültürünü arttırmış, zevklerini tazelemiştir. Haberleri candan izleyip, yurdunun  selâmeti için canını verebileceğini sık sık tekrarlar. Hele yasalara müthiş bağlıdır. Örneğin Türk ABC’ si için özel bir yasa çıkarıldığını, bu yasaya uyularak, dilimizin ses düzenini sağlandığını söylendiğinde “ A, ne iyi!” der. Yasanın  minicik bir koşulu vardır. Sessiz harfler, sonunda bir “e” harfi varmışça düşünülüp seslendirilir. Bay Kavat bir kez daha “A, ne iyi!” dedikten sonra telefonu açarak çocuğunun okuluna “Okulunuzun 4   k(a) sınıfındaki kızım için rahatsız ettim!” diye söz edebilir. Ya da Doğu illerinde P(e) K(a) K(a) gene zarar veriyor!” diyebilir. T.V’lerin sorumsuz, dil bozan düzen düşmanlarına hiçbir tepki duymaz. İstiklal Marşı’na Ulusal Düttürü diyenlere sırıtarak bakar, içinde bir tepki kıpırdaması olmaz. Midesi dışa bağlı birileri “A.B.C’ ye biz de w,x ekleyelim!” deyince “Yazı makinelerinde onlar  zaten var, o halde onları neden kullanmıyoruz?” diyebilir. Bu tür kişiler, bir gün kendilerine   zarar gelme olasılığı belirince da kara kara düşünürler, ”Memleket, neden böyle bir duruma düştü?” Neden olacak? Sen bilinçsiz bir süreçte, tam anlamıyla aldatıldın, kendi kendinin düşmanı yapıldın. Bunun ayırdına şimdi vardınsa geçmiş olsun. Nice gafil bu tür ihanetleriyle  salt kendi geçmişini değil mezarını bile pisletiyor. Atatürk’ün büyük bir öngörüyle  uyardığı  ”Gaflet ve dalalet!” işte budur, dangalak beyefendi!.(Bay değil, o oraya çıkacak yolu çoktan saptırmıştır.)

Köy Enstitüleri, bir takım çağcıl ilkeleri yurt gerçekleri içinde insanlarımıza ATATÜRK’ ün işmarı doğrultusunda sunmak üzere kurulmuş BÜYÜK BİR DEĞİŞİM ve GELİŞİM GİRİŞİMİDİR. Kendileri yok edilmiş olsa bile konuları her açılışta bu özellikler beraberinde anılmalıdır. Bunlar eksik söylendikçe gerçek zedelenecektir. Öte yandan, Köy Enstitüleri anlatılırken, benzer olgulardan yararlanıp örneklemelere kalkışmak ya da akıl dışı  yakıştırmalarla onları donatmaya kalkmak daha da  zararlı bir davranış olmaktadır. Kısacası Köy Enstitüleri olgusu tarihe oldukları gibi geçmeli, geçmesine  de yardımcı olunmalıdır. Örneğin, Ermiş  Kabirleri’ndeki bezleri anımsatan iliştirilmiş fikirlerle, kendilerinde olmayan yama sloganlarla onları ne büyütebiliriz ne de  yalın sözlerle, yakıştırma sıfatlarla küçültebiliriz. Onlar, çağdaş insanın, içinde yaşadığı uygar toplumun tüm kazanımlarını algılayıp yaşama sevincini duyumsayarak yaşayacak bilinçli yurttaş yetiştirme amacıyla kurulmuştu. Türk  toplumu bir gün,  insanlarımızın bu boyutta ve de  nitelikte yetişmesi gerektiğine kesinlikle inanacaktır. Bunun için yeni bir modele gerek kalmayacak “Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür!” deyip, yeni koşullarına uygun Köy Enstitüleri yöntemlerini uygulayacaktır. İşte bu tür bir deneme için Köy Enstitüleri gerçeği özgünlüğü içinde ele alınmalıdır. Bunu günümüzde de önerenlerin bulunduğu bilinmektedir. Ancak Köy Enstitüleri denemesinde yakaladığımız eğitim örneğini kuramlaştırıp uygulanma aşamasına getirirsek,70 yıllık değişken sürecin toplum değerleri açısından evrelerini iyi saptarsak belki “Tarih bu kez ezeli bir tekerrür olmaz. Böyle bir girişimin güven kaynağı Köy Enstitüsü çıkışlıların bıraktığı izlenimler olacaktır. Sayıları azalmış olsa  da bunların yazıları gibi  söylemleri  giderek daha da ağırlık kazanmaktadır. Bu güvene denk  düşecek saygınlığın sürmesi, kişisel çıkarların özveri süzgecinden geçirilmesine, bencil duyguların yürekten atılabilmesine, geçmişte yaşanılan acı-tatlı olaylardaki bize düşen payları iyi değerlendirip sorumlu bulunduğumuz  toplumun yararına dönüştürülmesine bağlıdır. Sayısız yazı bir o kadar kitap yazılmasına karşın Köy Enstitüleri’nden günümüzde uygulanacak Eğitim  İlkeleri konusunda inandırıcı görüşler tartışılmamıştır. Bir kaç yazarın beğenisini çeken birkaç güzel etkinlik olabilir. Ancak bunlar oradan koparılıp bir başka yere yamanabilir. Nitekim, Köy Enstitüleri kapatılınca bu yapılmıştır. Sözgelimi Milli Oyunlar, ilgili ilgisiz sayısız kuruma eklenmiş ,bu yetmemiş devlet bütçesiyle kurumlar oluşturularak iskelelerde, kent meydanlarında zeybek oyunları gösterisi yapılarak  güzelim folklor geleneklerimiz, bu toplum kültürümüzün en eski ve belirgin değerleri küçümsenerek tam anlamıyla sokaklara dökülmüştür. Günümüz insanları bunları pek bilmez ama yazık ki gerçek budur. Günümüzde, yozlaştığı sık sık yazılıp söylenen folklor etkinliklerinin  başlangıcı, Köy Enstitüleri boşluğunu doldurmak için  düzenlenmiş bir politik çıkıştır. Önce radyolarda sonra da TV.’lerde boy atan bağlama ve benzeri  göstermelik birimler bilinçli bir çalışma ile  gelişmiş değildir. Salt, Köy Enstitüleri’nin  yaptığını biz de yaparız inadıyla birilerinin işe el atması  sonucu, ”Devlet parası deniz” zihniyetiyle bu günkü ne idiği belli olmayan kargaşaya dönüştürülmüştür. Ayrıca benzer  etkinlikler tüm okullarda  uygulanmaya konmuşsa da  hiç birisi  konunun özgünlüğünü koruyamamış başka başka kılıklara girmiş ,Dünya Karması ritimler, renkler cümbüşü içinde bir bakıma  tünden yabancılaşmıştır.

Yukarda değinilen konulardan  biri  de Köy Enstitüleri çıkışlı kimi arkadaşların bireysel konulara çok önem verdiği hatta kişisel savunmaları bile, Köy Enstitüleri’nin genel ilkeleri içine katma çabalarına yöneldikleri yanılgısıydı .Burada yanılgı sonucu ya da kişisel kanılarla oluşan örnekleri irdelemek hiçbir yarar sağlamayacaktır. Ancak oluşundan günümüze yarım yüz yılı aşan bir konuyu özellikle seçip açıklık kazandırmamız sanırım yeni kuşaklar için yararlı olacaktır. Bu konu, belki de Köy Enstitüleri üzerine söylenen yüzeysel, gereksiz, sorumsuz, belki de  en abartılı yakıştırmalardan biridir. Köy Enstitüsü çıkışlıların askerliklerini çavuş olarak yapmaları. Önce şunu   belirtmekten onur duyduğumuzun   bilinmesini isteriz. Ailelerimizden  her sağlıklı  birey, erkekse askerliğini er olarak yapmıştır. Bunların içinde  çavuş olabilenler vardır. Bunların bizim gönlümüzde özel yeri bulunduğundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Kurtuluş Savaşı madalyasıyla törenlere katılan Çavuş  Amca’mın  köy gençlerinin kahramanlık simgesi olduğunu nasıl unutabilirim ki? Bu nedenle biz köy çocuklarının çavuşluktan gocunacak bir tarafımız  olduğunu sanmıyorum. Burada, bu tür duygusal titreşimleri bir yana bırakıp gerçeğe dönmek istiyorum; kasıtlı söylemlerin, bu söylemleri bile bile ağzına sakız eden, söyleye söyleye dudakları yalama olan birilerinin halk deyimiyle “ Zübek gibi” ortada kalacaklarını umarak konuyu bir kez de burada irdelemek istiyorum. Amacım, ilgi duyanlara, Köy Enstitüsü konusuna  yürekten eğilenlere sağlıklı bilgi vermek, yasaları hiçe sayan o küçük insanların ,bu denli nasıl küçüldüğünü göstermektir. Köy Enstitülülere yakıştırılan “Çavuşluk” olayı Arap tarihinde Sudu Ukaz ya da El-Muallâkatu’s-Seb’a benzeri sergilenip  tam 55 yıldır askıdan indirilmedi. Yine İslâm Tarihi’nde Kerbelâ benzeri inanç katmanlarında değişik söylemlere karışmış gerçek, söylentiler içinde oldukça  tanınmaz duruma girmiştir .Örneğin tarikatların kimileri Hz. Hüseyin’le kardeşi Hasan’ı birlikte katledildi diye ana gelmektedirler. Oysa gerçekte tarih Hasan’ın Kerbelâ savaşına katılmadığını açık açık yazmaktadır. İşte bizim Yedek Subay Okulu’na  katılıp da subaylık hakkını alamamış  arkadaşlarımızın öyküsü benzer bir yanlışlıklar yumağına sarılmış, birilerinin dilinde şaşılası karmaşık söylemini böylece getirilmiştir. Salt söylem olsa, insanların masal aşamasından kurtulamadığı öne sürülüp geçilir.  Ancak, konu üzerine kitaplar yazılıyor, yeni yeni baskılar yapılıyor hatta bunlara ödüller dağıtılıyor, içerikleri ise hep aynı  söylemler. Bu tür kitapların etkisiyle on binlerce insan zan altında kalıp kendini savunmak durumuna  düşüyor. Yıllar önce orduda  yedek subay olarak görev yapmış sayısız  dede,  torunlarının acıyası tavırlarla sorduğu soruları içi burkularak yanıtlamak zorunda bırakılıyor. Seviyesiz kişilerin bunu bahane edip kaç  çocuğu, kaç anne-babayı, kaç eşi, kaç torunu rahatsız ettiği düşünülünce, sanırım amacımız daha iyi anlaşılacaktır. İşte konu da kanımızca bu açıdan sürekli  kurcalanıyor, hiçbir sonuca varılmadan ustalıkla başka bahara aktartılıyor. Olay,  apaçık bir toplumsal şizofirenik görünümlü sadistik doyum örneğidir. Tezgahlayanlarla uygulayanlar paranoyak güdülerinin iştahında elbirliği, sözbirliği doyum birliği etmiş durumdalar. Din yobazlarının tarih boyunca yineleyip durduğu, ”Mum Söndü!” söyleminin bir benzeri, ”Pireyi Deve yapıp dinleyeni kandır!”

Aileler, çocukları, torunları, onları seven insanlar, Köy Enstitülerine ilgi duyanlar bu anlamsız sözsel kargaşayı sürdürmemelidirler, sürdürmelerine de gerek yoktur! Olay sayısal gerçeklerle ortaya  dökülüp insancıl duygularla  yargılar yapılırsa, çok büyük bir çoğunluk  olayın, Köy Enstitüleri’nin değil kişilerin üzerinde  düğümlendiğini anlamış olacaktır. Örneğin Köy Enstitüleri’nden 17000 öğrenci yetişmiştir. Bunların yuvarlak olarak 1000 kadarı kızdır. Geriye kalan 16000 erkek yetişkin sırası gelince askerlik görevine gitmiştir. Bunların yuvarlak olarak1944-1960 yılları arasında  askerlik görevlerini tamamladıkları bilinmektedir. Bu 16 yıllık süreç içinde bir yıl,1947 Mayıs 26.Dönem sonunda 40 dolayında Yedek Subay adayı kıtalara çavuş olarak gönderilmiştir. Gerçekte bu olay tümüyle Y.S. Okulu’nun  yasal işlemlerine yönelik bir durumdur. Çünkü öteki yıllarda da benzer olaylar olagelmiştir. Sözü edilen dönemdeki başarısızların 20 kararı bizim arkadaşlarımızdır. Bizim kaynağımız kökenli oldukları için duyarlığımız bu konuya yönelmiştir. Bir başka önemli taraf da bu hak kaybının öteden beri yetersizliklere bağlanagelmesine karşın bizim arkadaşlarımızın çok başarılı olması, öyle ki bir arkadaşımızın kendi kesiminde  birinciliği, okul geleneğine göre o dönem Başarı Kütüğüne çivi çakacağı  adı açıklanarak önceden duyulmasıdır. Bir başka ilginç taraf, yüzün üstündeki sayımıza karşın neden  bu 20 arkadaş seçilmişti? Bu soruların daha açık yanıtlanması için önce, o günün özellikle Y.S. Okulunun o devre konumuna  bakmak yerinde olacaktır.26.Dönem Y.S. Okulu ondan önceki dönemlerin iki katı öğrenci alınmıştır. Doğal olarak  her dönemin  bin dolaylarındaki sayısına karşın  26.dönem  aday sayısı 4000 olmuştur. Gerekçe ilginçtir, o güne dek okula alınmayan daha doğrusu subaylık hakkı olmayan azınlık okumuşlarına bu hak bu yıl verilmiş, yıllardır askerliğini erteleyen sayısız okumuş insan bunu bir fırsat sayıp okula başvurmuştur. Ayrıca dönem sırası lise çıkışlılarınındır. Azınlıkların bir başka özelliği de yaş farklılığıdır.40 yaşını çoktan aşmış sayısız insan vardır, liseden gelenler bunlara “Baba” diye takılmaktadır. Bu dönem adayları önce Çanakkale-Gelibolu’da toplanıp iki ay eğitim gördükten sonra Y.S. Okulu’na 5/5/1947 tarihinde gelmiştir. Bu karmaşık dönemi izleyen Milli Eğitim Bakanlığı kendine özgü plânlarını uygulamaya koyup Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlıları bu döneme gecikmeli olarak katmak  kalkışmıştır. 21 Temmuz 1946 seçimlerinden sonra M.E.B.’ lığı merkez ünitesini oluşturan  Köy Enstitüleri karşıtı takım ne yapıp yapıp bu plânı uygulamak için tüm entrikasını çevirmiştir. Niçin bu dönem? Bu soruyu bizden başka kimse sormadı, sormaya yanaşmadı. ”Niçin bu dönem?” Bu sorunun yanıtını aramaya kalkan bizler M.S. Bakanlığı ile G.K. Başkanlığının “Bu dönem sizin alınmanız söz konusu değildir!” yanıtını aldık. Milli Eğitim Bakanlığı’nın  “Köy Enstitüsü müdürlüklerine Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler bu dönem  Y.S. Okuluna gidecekler, bunlar derhal Askerlik Şübeleri’ne  baş vursun!” emirlerine uyan sayısız arkadaşımız Askerlik şübelerine başvurunca  “Bu dönem sizi alamıyoruz, gelecek dönemi bekleyin!” uyarısıyla karşılaşarak görevine döndü. Bu baş vuruyu yapanlardan ikisi bunu fırsat sayıp diretti, bir raslantı,o dönem okul komutanı bulunan  Orgen.İsmail Hakkı Tunaboylu aracılığiyle Y.S. Okuluna alındı. İbrahim Tunalı-Hüseyin Sezgin. Ben Topçu bölümünde arkadaşım Hüseyin Piyade bölümünde olmak üzere 5 Mayıs/1947 pazartesi günü törenle etkinliklere başladık. Ben arkadaşımla karşılaşınca “İyi mi yaptık yoksa yanlış mı, arkadaşların olduğu dönemde olsaydık daha mı iyi olacaktı? gibilerde kendimizi sorgularken ay sonuna doğru birer ikişer arkadaşlarımızın suçlu gibi, argo deyimiyle “Kargatulumba” Askerlik şubelerince gönderildiğine tanık olduk. Bu arkadan katılma sanırım haziran ayına da sarktı. Bu tür bir olay Y.S.Okulu  tarihinde yaşanmamışmış, bunu ilk günlerde komutanlarımız sık sık söyledi. Sayısız arkadaşımız kendi iş ve aile düzenleri açısından hak kayıbına uğradığı gibi tümümüz  yasal bir hak gaspıyla karşı karşıya kalmıştık. Bir önceki mezun  arkadaşlarımızın yasal barem dereceleri karmakarışık olmuş, bizim dönem arkadaşlarımızın meslek stajyerlikleri tamamlanamadan öylece kalmıştı. Olay apaçık ortaya çıktı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri en utanç verici bir karar alınmış, bu kesim sorumluları yasal yetkilerini aşarak uymak zorunda bulundukları yasaları hiçe sayarak korumak  zorunda bulundukları kendi elemanlarını kahrettiler. Öte yandan, arkadaşlarımızın koparılarak ayrıldığı okullar tam  öğretim yılı sonunu yaşıyordu. Boşalan yerlerin doldurulması olanaksızdı. İşte bu ortamda birileri çıktı “Yurduma ve ulusuma hizmet aşkıyla çalışacağıma ant içiyorum!” diyerek başladığı görevi böyle kötü sürdürdü. Bunu biz böyle saptadık, belgelerini  birer birer inceledik, kahramanlarını  bulup çıkardık, sonraki yaşamlarındaki marifetlerini de ekleyerek konuyu “Çıplak Kral öyküsüne dönüştürdük. İçimiz rahatladı mı? Ne yazık ki, bu kez de Çıplak Kralı görüp görmeme sorunu karşımıza çıktı. Sanırım bu daha  sürekli acı verdi. Örneğin yarım yüz yıldır söz konusu çavuşluk olayına değinenler bir kez olsun yukarda anlatılan komplolara eğilmediler. Eğilin çağrılarına da kulaklarını tıkadılar. Araştırmadan yazanlarsa kalemlerine, soyundukları mesleğin ilkelerine ihanet ettiler. Araştırıp öğrendilerse bu kez de suçluları gerçekler karşısında savunur duruma düştüler. Asıl büyük ayıpları ise mağdur olarak dile doladıkları insanların acılarını tazeleyip, alay ederce aralarında dolaştılar. Az değil, 16000 öğretmenin onuru söz konusuydu. Bunların aileleri, dostları giderek eşleri, çocukları eklendi Türkiye yüzeyine dağılmış yüz binler olmuştu. Bunlar, konunun yüzeysel depreştirilmesinden çok   sorumlularının açıklanmasını hatta sorgulanmasını beklediler. Yayımlanan kitaplarda  bununla ilgili ip uçları aradılar. Neden askere apar topar alınmışlardı? Alınacaksalar neden önce önlem alınmadı? Çok değil beş ay sonra yeni bir dönem başlıyordu, hem bu dönem  yüksek öğrenim görmüşlerin dönemiydi, hem de bu dönemden sayı olarak  çok az olacaklardı Üstelik bir birlerine yabancı da değillerdi Çok değil iki yıl önce yüksek okul öğrencileri olarak hep birlikte Karabiberler Çiftliği tepelerinde  Savunma  kampı yapmış kardeşçe kaynaşmışlardı.             Yetersizmiydik?  Bunu, Milli Eğitim Bakanlığının o günkü özürlü taifesi değil ilgili komutanlar bilir. Kamp süresinde yaptığımız ortak eğlencelerimizin  birine Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun  katıldığını  sanırım o dönemi yaşayanlar anımsarlar. Benim çaldığım akordionla, zeybek oynayan arkadaşlarımıza imrenerek katılan Başbakan Şükrü Saraçoğlu,(Ayrıca kendisi tek olarak Ödemiş zeybeğine başlamış, arkadaşlarımızdan Mehmet Gönül’le Zekeriya Kayhan izin alarak kendisine katılmışlardır.) çok memnun olmuş oyun sonunda yüksek sesle Kamp komutanı alb. Şükrü Kızıltuğ’a “Köy Enstitülüler nasıl?” diye sormuştur. Verilen yanıt aynen  böyledir, ”Çok memnunuz, tam asker disiplini içindedirler, kampımızın da medar-ı iftiharıdırlar!” O günkü kamplarda birlikteliğimizi sonradan anılarında yazan sn. Erdal İnönü, sn. Bülent Ecevit sanırım ayrıntıyı unutmamışladır. Daha sonraki bir karşılaşmada o geceki sunucumuz Suat Taşer’e(O Konservatuvar öğrencisi olarak kampta idi) sorduğumda bana “O geceden belleğimde kalan en canlı anı sizin için söylenen  sözledir. Ama sonraki olaylarınızı  duydukça  da kahrolduğumu gizleyemem!” demiştir.

Böylesi izler bırakarak çevresiyle ilişkilerini sürdürürken, sonradan daha da acımasız entrikalar çeviren M.E. Bakanlığı o günün merkez munafıkları, Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlıları halk gözünden düşürmek bahasına  suç üstüne suç işlemişlerdir. Örneğin topluca askere almalar, o günkü 20 Köy Enstitüsünü uzun bir süre öğretmensiz bırakmıştır. Şöyle ki, okuldan mezun olan iki sınıfın tamamı Köy Enstitülerine öğretmen olarak verilmişti. Bu nedenle her enstitüde 5 ile 8 arası Yüksek Köy Enstitülü öğretmen vardı. Bunlar derdest alınınca büyük bir öğretmen eksikliği oldu. Ayrıca Köy Enstitüleri karşıtı olduğunu her  hareketiyle  belli eden  M. E. Bakanı Reşat Şemsettin Sirer gittiği  yerlerden aleyhte konuştukça Köy Enstitüleri’nde çalışan öğretmenler kitleler halinde ayrılmaya başlamışlardı. Bu eksikliği kapatmak o günkü koşullar içinde  olası değildi. Bu kez ikinci bir hileye baş vuruldu. O sıra öğretmen kaynağı olarak kullanılan Eğitim Enstitüleri vardı. Bunlar dört  adetti ve sınırlı öğrenci kapasitesiyle  etkinliklerini sürdürüyordu. Belli  ve ciddi program izliyor, yeterli derecede çalışanlara  diploma veriyordu. Mezun olup öğretmenlik hakkını alanlar olduğu gibi sayısız öğrenci de  öğretmenlik hakkı alamadan okuldan uzaklaştırılıyordu. İşte bunlara yasa dışı,gene gene sınavlar açılarak hatta sınav dışı olanak sağlanarak öğretmenlik hakkı verilip gizlice Köy Enstitülerine gönderildi. Bunların çoğu ilgili dairelere çağırılarak yönlendirildi. Bu yönlendirmeler öğretmenlik mesleği üstüne gibi örtülerle gizlense de Köy Enstitüleri’nde huzursuzluk yaratılması üstüne idi. Bunların hepsi, kendilerinden beklenen kötülüğü yaptı demek kimsenin aklından geçmez. Niceleri çok üstün başarılarla üst makamlara dek yükseldi.  Ancak, “İstisnalar kaideleri bozmaz!” söylemi burada da geçerlidir. İçlerinden birileri kendi yöntemlerini sinsi sinsi uyguladı ve Köy Enstitüleri tüm yurtta eski iyi anılırlığı yerine tam tersi  acımasız yerilir oldu. O günün basınında görüleceği üzere en düzenli Köy Enstitüleri’nde bile akıl almaz olaylar patlak verdi. Düziçi Köy Enstitüsü’nde bayrak yırtmalar, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde kız vurmalar, Arifiye Köy Enstitüsü’nde ders boykotları vb. bu süreçte görülmüştür.

Üzerinde önemle durulması gereken, belki de tarihsel bir ibret belgesi olacak olan bu dönemde 20 Köy Enstitüsü  müdürünün değiştirilmesidir. Bu okulları yoktan var etmeye çalışmış bulunan başarılı insanları uzaklaştırıp yerlerine deneyimsiz kişileri getirmek insanlık çizgisinden öteye çıkmanın yanında T.C. Döneminde önemle uygulanan bir geleneği de bozmuştur. Gizli talimatlarla işbaşı yapmış olan bu kişilerin çoğu YÖNETİM yerine sinsice davranışları yeğlemiş, suç arayıp bulma yerine küçük yanılgıları abartarak hatta kendileri de bir şeyler ekleyerek jurnallama yöntemlerini kullanmışlardır. Bu  özel seçilmiş yöneticilerin topluca  giriştikleri ilk önemli(!) işleri 1947 yılı Mayıs ayında bulundukları Askerlik Şubelerine baş vurup, sözlü beyanlarıyla(Aslında kendi karanlık duygularının birikmiş kirleri)Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlıları şubelerin çağırıp sevkini sağlamaktı. Böyle olunca kendi kamplarına T.S.K.’de katıp ”Bakın işte!” diyerek safralarını dökeceklerdi. Bir ikinci amaçları da Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlıların tümünü Köy Enstitülerine atamışlardı. Bunların çoğu yönetimlerle uyum sağlamış yörede saygınlık kazanmaya başlamıştı. Bu durum önlenmezse onların başarıları gizli planlarını aksatacaktı. Onları askerlik bahanesiyle yerlerinden etmek, başaramayacakları işlere verip eritmekti. T.S.K onlara  yardımcı olabilirdi. Askerlik Şubeleri bu kuşkulu oyunu tümüyle sezdi, gelen Emir Kulları’na kapıları gösterdi. Yöneticiliği “Evet Efendim!” olarak algılayan  bu uydu kişilerin kimileri ise sahiden uyduruk (Sonraki yaşamları bunu gösterdi, T.Ö.D.F yönetimi ile M.E.B. Merkez örgütünün ilişkileri incelenince ip uçları bulunacaktır.) görevliler, durumu velinimet olarak bildikleri mutasaddır, mutâvaat kişilere ivedi duyurdular.(Uşaklık edenlerle ettirenlere)Bu kez M.E.B. merkez fesat çetesi T.S.K.’ den yediği bu silleyi içine atıp  beyinsiz kellelerini kurtarma yollarını aramaya yöneldiler. Ankara kazan, onlar kepçe, geceli gündüzlü, neredeyse  bir ay boyunca çalmadık kapı  bırakmadılar. Sorumlu makamlar yüz vermeyince kişilere yalvarma  taktiğini denediler. Aslında bu onların tek yapabildiği bir işti. Bu kez, yetkili makamlardaki ikinci, üçüncü kişilerin eşiklerine tebelleş oldular .Buralarda yumuşak karınlıların  olabileceğini biliyorlardı. Yurt gerçeklerinden habersiz, salt Devlet Baremi düzeni içinde vakit dolduran birileri hep olmuştur. Onlar bunların varlığını hem biliyor hem de kolayca buluyorlardı. Sanırım burada da böyle oldu. Yukarda belirtildiği gibi 5/5/1947 günü açılan Y.S. Okuluna arkadaşlarımız haziran başlarında ancak katılabildi.4000 Y.S.O öğrencisi gerçekte üç aydır etkinlik yapıyordu. İki ayını Gelibolu Hazırlık Kıtasında geçirmiş, mayıs ayında buraya gelmişti. Okul yönetimi ise yeni öğrenciye hazır değildi. Katılan arkadaşlarımıza okul yönetimi bir süre elbise veremedi. Sonradan bir piyade birliğinden emanet elbiseler alınarak dağıtıldı. Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı arkadaşlar, acıklı toplanmalarının ardından bu kez gülünçlü bir oyunla karşılaştılar. Her biri ayrı birliklere dağıtıldı. Her birlikte yeni elbiseli bir ya da iki kişi, elbise renkleri apayrı, yeşil. Bu durum tüm iyi niyetlerine karşın görevli komutanlarda da bir tedirginlik yarattı. Alışılmışlık dışına çıkmak ya da çıkarılmak insan doğasına ters gelen bir durumdur. Bu evrensel duygu, komutanları etkiledi, Yeni Gelenler, bir süre arkadaşlarımızın adı yerine geçti. Yeni gelenler giysilerinden belli oluyordu. Bu giderek değişti, Yeşil Elbiseliler oldu. Bu da yetmedi, Yeşil elbiseli Köy Enstitüler olarak  anılmaya başladı. Artık herkes öğrenmişti, Yeşil elbiseliler Köy Enstitülüdür, bunlara Köy Enstitülü demek yeter, deyip genel bir ayırım oluştu. M.E.B merkez hizbinin de beklediği buydu. Sonunda T.S.K görevlileriyle aramızda bir sorun oluşmuştu. Çok şekilsel olan bu durum, onlarca kasıtlı yapılmış bir ayırım olarak yayıldı, ayrıldığımız okullar başta olmak üzere  ilgili kurumlara duyuruldu. Bir yandan da okullardan haklarımızda yapılacak jurnalların Y.S. Okuluna iletilmesi ivedilikle istendi. Yukarda değindiğim gibi yeni yöneticiler bu konuda  uyarılmıştı. Bu kez işi uygulamaya koydular. Çalıştığımız okullardan Y.S.O. komutanlığına yazılar gelmeye başladı. Örneğin benim hakkımda gelen yazı için Adli subaylığa çağırıldığımda komik denecek ölçüde bir uydurma iftira ile karşılaştım. Düziçi Köy Enstitüsü 4B sınıfının sınıf öğretmeni idim. Çalışkan çocuklardı, ilk aylıklarımdan artırabildiğim parayla sınıfa bir radyo almıştım. Kız öğrenciler İş derslerinde bu radyoya bir örtü işlemişlerdi. Örtü  iş atölyesinde  ders uygulamaları olarak yapıldığından ben hiç üzerinde durmadım. Radyo 4B sınıfının olduğu için ayrılırken sözkonusu bile edilmedi. Hakkımda gelen yazı okul Md. Şakir Oba imzasını taşıyordu. Ambar çıkış kayıtlarının incelenmesinde 4B sınıfı radyosu için bir metre patiska çıkışı görülmektedir. Adı geçen sınıfın öğretmeni olduğunuz zamanda çıktığı anlaşılan patiskanın iadesi ya da bedelinin ödenmesi için müdürlüğümüze başvurulması…..

Yazı Y.S.O. Komutanlığına gelmiş, bir takım işlemler görmüş, gereği yapılmak üzere adli subaylığa havale edilmiş. Kendine özgü merasimler içinde çağırıldım, sert, bir  o kadar da kuşkulu bakışlar arasında ifade vermeye girdim.Biri çavuş biri er iki görevli beni karşılayıp bir yüzbaşı önüne çıkardılar. Yüzbaşı gelen yazıyı önce çavuşa sonra da bana okuttu. Yazıyı kekeleyerek okudum. Yüzbaşı bu kez biraz sertçe “Olayı bir de sen anlat!”dedi. Üzgün bir sesle anlattım. Yüzbaşı birden  bire yumuşadı, ”Bunlar senden radyo mu yoksa örtüsünü mü istiyorlar? diye sordu.Yanıtı benden önce çavuş verdi. ”Radyoyu değil örtülük bezi!” dedi. Yüzbaşı çavuşun elinden yazıyı aldı, yırttı, küçük  parçalara ayırdı, karşısındaki ere uzatarak, eliyle, çöp kutusunu gösterdi. Bana baktı, yakamdaki numarayı okuyarak,1743 öğretmen misin? diye sordu. Öğretmen olduğumu söyleyince, Bu kez sevecen bir sesle “Öğretmenliğine dönünce sakın bu dürzülere kızıp öğrencilerini bırakma, paran olursa onlara bir radyo daha al, o müdüre de iki metre  amerikan bezi al, gönder, ”Kefenlik için bu sana yeter! diye de üstüne yaz!” dedi. Teşekkür etti. Şaşırdım, “Sağolun,, deyip ayrıldım. Sevinmem gerekirken sevinemedim. Şakir Oba ya da Şakir Soba’lar daha neler bulup çıkaracaklar? diyerek  arkadaşlara katıldım.

Ayrıldığımız okullarda candan arkadaşlarımız olmuştu. Onların kimi uyarıları hepimizi bu konuya duyarlı kıldı. Yapılan araştırmaların ortak yanı yıllar sonra araştırmacı yazar  Fay Kırby’nın Türkiye’de Köy Enstitüleri kitabında dediği gibi (Sayfa 351) Reşat Şemsettin Sirer ve günah takımının entrikalarından habersiz kitlelere  “Bakın T.S.K makamları da bu öğretmenleri sevmiyor, onları orduya subay  olarak  bile katmak istemedi!” dedirtmek, bu kanıyı halk katmanlarına yayarak genel bir olumsuzluk havası yaratmaktı. Halkımızın,  sayısal olarak bu oyuna kaçta kaçı geldi bilmem ama basın, silme diyebileceğim ağırlıkta entrikacıları destekledi. Oysa üzerinde durulacak çok önemli konular vardı. Örneğin azınlıklar firesiz subay olmuştu. Benim birimimde Kurken, Arman, Melon, Elezer,                                                                                              Taki Çenerini, Dimitri, Mişon bir halk deyimiyle söylenmek isterse” Onlar ellerini Kollarını sallayarak subay oldular!” Hepsi ile arkadaştık ama askerlik sonundaki plânlarımız çok başka idi. Benimki Anadolu’nun her hangi bir yeri, Melon’ un ise kurulmakta olan  Brezilya’nın Brazil kentinde iş kurmak, Elezer’in yeni kurulmaya çalışılan İsrail’e kavuşmaktı. Elezer’in bu hevesi Tarih Öğretmeni Bnb. Yahya Ok’a iletildiğinde, komutan İsrail olarak gösterilen yeri haritada tebeşirle işaretleyerek, ”Araplar, burada bir avuç Musevi’yi yaşatmazlar!” dediğinde Elezer, dikleşerek, ”Yaşatmazlarsa biz de ölürüz, ama hiç olmazsa kendi toprağımız için ölürüz!” diyerek gerçek düşüncesini açıklamıştı Bu saydığım arkadaşlar 40. yaşlarına dayanmış, yetişkin insanlardı. Okul Komutanı Sadık  Atak kendine özgü sözcükleri seçer onları sık sık tekrarlatırdı. Bunlardan biri de “Merhaba Oğlum!” du. İster tek kişi olsun isterse bin kişi, selâmlarken ”Merhaba Oğlum!” derdi. Bu tür törensel karşılaşmalarda azınlıkların takındığı tavırlar hepimizi incitiyordu. Merhaba oğluma bizim duyacağımız şekilde verilen yanıtlar, galis küfürler, saygısız sözlerdi. Kendi çabalarımızla bunların kinlerini azaltmaya  çalışıyorduk Ancak onlar kendilerini ezilmiş sayıyorlardı, onları bu duygudan uzaklaştıramadık, daha fazla ezilmemeleri için de  konu üzerinde durmadık. Onlar asla bizden değildi, bizim bu konudaki kanımız kesinlik kazanmıştı. Oysa sonuçta bizim arkadaşlarımız  “Bizden Değil!”liği öne sürülüp dışlandı,  Elezerler, Kurkenler, Melonlar bağırlara basıldı. Ne yazık ki kapısında  “Millî” sözü yazılı teşkilatın ayırımcıları bize bunu yapmış ya da yaptırabilmişti.

Y.S. Okulu sürecinde derslerini izlediğimiz  öğretmen komutanlar bizlerden çok memnundu. Bunu onların sözlerinden değil genel çalışma değerlendirmelerinden biliyorduk. Okulun geleneksel kimi değerlendirme yöntemleri vardır. Örneğin subaylık için önemli görülen derslerin öğretmenleri, öğrencinin  çalışmalarını o hafta yeterli bulmamışsa izinli çıkmasını kısıtlardı. Bu ilke, devre ortasındaki 15 günlük ara tatili için de geçerliydi. İşte bu kısıtlamalarda adlarımızın olmaması buna karşın yüzlerde adayın kısıtlı kalması  komutan öğretmenlerce övgü konusu oluyor bizi mutlu ediyordu. M.E.B. merkez mafyasının askerlik sonu yapacağı oyunları düşünüyor ama Y.S. Okulundan hiçbir kuşkumuz kalmamıştı. Devre sonu gelip subay giysilerimize kavuştuğumuz gün  bize göre “Yer yerinden oynadı! İnanamayacağımız  haber hemen yayıldı, 20 Köy Enstitülü çavuş çıkmış. Gerçekte o dönem 40 adfaya subaylık hakkı verilmemişti. Ancak ötekiler için, olay doğal sayılıyordu. Önemli olan(!) olan Köy Enstitüsü çıkışlıların çavuş olmasıydı.

Altı aydır arkadaşlık ettiğim, ev adreslerini, imzalı fotoğrafları veren arkadaşlar bile bana “Geçmiş Olsun!”diyor, olayı  doğal karşılıyordu. Belli ki birlikteliğimizde konuya eğilmeyen bu arkadaşlar da birileri tarafından zaman zaman doldurulmuş, bir beklentiye yöneltilmişti. İçlerinde dokuz yıllık arkadaşlarımın da bulunduğunu duyunca birlik komutanım Tevfik Evcimen’e koştum. Beni anlayacağını biliyordum, Kardeşi Bekir de benim sınıfımdaydı, (Prof. Bekir Evcimen)onunla iyi arkadaş olmuştuk. Bundan da cesaret alarak girdim, durumu anlattım. Nasıl anlattımsa komutan  beni de aralarında anlamış olacak, güldü, ”Seni bir arkadaşın işletmiş olacak! Subay hakkı vermeseler sana bu giysiyi giydirirler mi?” diye sordu. Durumu  açıklayınca, üzüntülü bir sesle “Bildiğim kadarıyla bu arkadaşlarınız çalıştığı yerlerde bazı olaylara karışmış ya da karıştırılmış; haklarında dosyalar hazırlanıp G.K.B. ve M.S.B parafları alınarak Y.S. Okuluna gönderilmiş. Davaları bitmemiş davalar meyanına sokulduğu için okul yönetiminin herhangi bir takdir hakkı kalmamış. Geçmiş dönemlerde uygulanan yöntemlere göre arkadaşlarınızı kıtalara bu sıfat altında göndermiştir. Çok sevdiğim bir generalin oğlu da aynı durumdadır, elimiz kolumuz bağlı, yardımcı olamıyoruz! “Teşekkür ettim ayrıldım. Ancak yeni bir bilgi almış değildim. Gideceğimiz kıtaların saptanması, yolluk durumlarımızın belirlenmesi için beklediğimiz günler  söz konusu 20 arkadaşımızın kimler olduğunu öğrenebildik. Bu arada M.E.Bakanlığı ile  kimi arkadaşlarımızın yapmış olduğu temaslarda hemen hemen Tevfik yüzbaşının anlattıklarına uyan bilgiler ortaya çıktı. Arkadaşların bir bölümü çalıştığı okullarda  hazırlanmış  dosyaların “Meslekten Uzaklaştırma” önerilerine dek vardırıldığı söylentileri yayıldı. Söylentiler maksatlı yayılıyordu. Örneğin” Hepsini çavuş yaptıramadık ama yaptırdıklarımızın yarası hepsini kahretmeye yetecektir!” ya da “Asıl Tufan askerlik sonundaki atamalarda olacak!” türünden yıldırıcı söylemler arka arkaya yayıldı. İşin ilginci bunları, merkez bürolarında  görevli kişiler, sözde bizim dostumuzmuş gibi görünerek fısıltıyla söylüyorlardı. Kıtalarımıza böyle buruk bir ruhsal sarsıntıyla çıktık. Ben subaydım ama dokuz yıllık öğrencilik arkadaşlarım yakın birliklerde boynu bükük  dolaşıyorlardı. Bir rastlantı, Y.S. Okulundaki taburumda görevli üst. İsmet Tetikaslan benim birliğime kıta hizmeti için geldi. İyi bir subay olduğu kadar insancıl duyarlılığı üstün bir kişiydi. Askerliği bir otorite olarak algılamaz, insanın yaşam boyu uğraşı sonunda ulaşabileceği” Kültür Birikimi” olarak düşlerdi. Nitekim böyle kaldı, gelişti, generalliğe yükseldi. Rütbe olayının askerlikteki önemini göz ardı etmeden biz yedek subaylarla ilişkisi gerçekten örnekti. ”Asker Ocağı” olgusu içinde görevlerimizi eksiksiz yapmamıza büyük yardımları oldu. Arkadaşlarımızın  başına  gelen olayı iyi biliyordu, zaman zaman değinmiş üzüntüsünü belirtmişti. Bir keresinde  d3e:

-“Sizin teşkilâtınız, korkunç bir teşkilât, merkezde çalışanlar için   söylüyorum, bunu sakın unutma! Ancak yaptıklarını beceriksizce yapıyorlar. Sırtlarını makamlara dayamışlar, ”Alikıran Baş kesen “olmuşlar. Onların numaralarını bizim bir kurmay adayımız bile 24 saatte ortaya çıkarır. Siz öğretmenler çok bilgi ediniyorsunuz ama düşman kaygınız olmadığı için, düşmana karşı teçhizatsızsınız. Bu nedenle bir avuç densiz sizde kitleleri kolayca rahatsız edebiliyor!” demişti. Bir gün de konuk, komşu 6.tümen kurmay başkanı Nidai Piremehmetoğlu’ya  satranç oynarken beni biraz övmüş ardından da duyarlı olduğum bu konuyu açmıştı. Oyun süresince konu değişmeden hep bu konuşuldu. Geçmiş dönemlerden sayısız örnekler verildi. Y.S. Okulunda bu çavuşluk olayının olageldiğini, ancak bizdeki gibi kitlesel bir  örnek olmadığını vurguladılar. Binbaşı saygın bir kişi olarak tanınıyordu. Bu saygınlığı hem görevinden hem de babası  ünlü Piremehmet’in Atatürk’e yakınlığından  kaynaklanıyordu. Onun söyledikleri de  bir öncekilerin tıpkısıydı. ”M.E.B’ ğı   okulu yanılttı. Aslında  salt okulu da  değil tüm teşkilatlar gibi, kamu oyunu  da yanılttı. Kişilerin tamamlanmamış dosyalarını  tamamlanmış gibi işleme koymak hangi akla hizmettir? Önemli olan budur. Benim tümenimde de arkadaşlarınızdan vardır. Çalışkan, terbiyeli insanlar ,üzüldük. Köy Enstitüsü çıkışlı diye böylesi tertiplerin  hazırlanması şaşırtıcıdır. Gene de bundan böyle bu gibi zalimce tertiplerin önlenmesi için raporlar hazırlandı, silsile- i- meratip içinde ilgili makamlara sunuldu. Ayrıca Atatürk’ün belirttiği gibi ordumuzun maddei asliyesi Mehmetçiktir, kaynağı köydür. T.S.K bunu göz ardı edip Köy Enstitüleri’ne karşı tavır alır mı? Bu, düpedüz M.E.B. teşkilatının bir komplosudur!”Nidai Piremehmetoğlu’nun sözleri kulağımdan silinmeden terhisler başladı. Bizlerin soru sual etmeden köy okullarına atandığımız ortaya çıktı. Kimimiz doğrudan okul öğretmenliğine, kimimiz de öğretmenlikle doğrudan ilgisi olmayan yan işlere verilmiştik. Örneğin ben askere Düziçi Köy Enstitüsü müzik öğretmeni olarak çalışırken ayrılmıştım. İyi bir müzik öğretmeni olduğumu kanıtlayacak belgelerim vardı. Ayrıca mevcut 20 Köy Enstitüsü’nün 16’sında müzik öğretmeni yoktu. Yeni  öğretmen atamak olanak dışıydı, çünkü kaynaklık eden okullar kapatılmıştı. M.E.B ’den aldığım bilgilere göre o sıra mevcut öğretmen okullarının (10 okul)6’sında, liselerin 40/100, ortaokulların 90/100’nde müzik öğretmeni yoktu. Böyleyken ben, Hatay İli okul inşaatları kereste tevzi memuru olarak atandığımı öğrendim. Öğrendim diyorum ama bunu Ankara’ya giden bir arkadaşım söyledi. Üç ay evimde atama emri bekledim. M.E. Bakanlığı’na uğradığımda, atamaları bizzat yaptığını söyleyen kişi(İlköğretim 1.Şube md. Halit Berk) hemen Hatay’a gitmemi, yoluğumun oradan verileceğini, daha gecikirsem açığa alınacağımı, tehdit ederek söyledi. Elime verilen bir zarfla Hatay Valiliğine başvurdum. Milli Eğitim Müdürü Nabi Taşar, getirdiğim yazıyı okuyunca açık açık bana acıyarak baktı, nereden geldiğimi, nerede kalacağımı, paramın olup olmadığını sordu, ”Yarın saat 11oo gel!” diyerek bir görevliyle tanıdığı bir otele gönderdi. Yarı sevinçli yarı buruk otele giderken arkadaşım Şevki Erışık’la  karşılaştım ”Bu benim için uğur muştusu oldu!” diye düşündüm, Hatay hakkında sağlıklı bilgiler aldım. Şevki Milli eğitim  müdürlüğünde görevliymiş, buna ayrıca sevindim. İstenen saatte gittim, Milli Eğitim Müdürü gene üzüntülü bakışlarla bana sorular sordu. Birden bana “Piyano çalmayı sürdürüyor musun?” diye sordu. Ben toparlanıp yanıt vermeye hazırlanırken o anlattı. Daha önce Samsun Milli Eğitim Müdürü imiş, bir toplantı sonunda  grupla Hasanoğlan’a gelmişler, Müzik Salonunda ben piyano çalmışım, o zaman konuşmuşuz. Bunu deyince ben de anımsadım, çok sevindim. Sevincim az sürdü, atama emrimde eksikler varmış, bu emre göre muhasebe ödeme yapamıyormuş, gidip Ankara’dan düzeltilmesi gerekiyormuş. Yapılan yanlışın düzeltilmesi için Hatay’dan Ankara’ya iki kez gittim. İkincisinde  öğretmenlikten ayrılmaya karar verdim, dilekçe istediler. Dilekçem hemen işleme kondu. ”Bir gün sonra gel, pürüzsüz ayrıl, iş bulmada kolaylık sağlar!” gibilerde sözler söylendi. Oysa bir gün sonra karşıma 20 yıllık zorunlu çalışmamın değerlendirilmesi çıktı. Ayrıca Yüksek Böümde okuduğum 3 yıl için de borçlanacağımı ancak bunun yasal saptanmasının çok özel şekilde sonra yapılacağı söylendi. Hemen ödemezsem faiz işleyecekmiş. Ailemle konuşmadan böyle bir kararı veremezdim, daha doğrusu korktum, kusurlu atamayı düzelttiremeden Hatay’a döndüm. Milli Eğitim Müdürü Nabi Taşar beni daha sevecen karşıladı, gitti  Vali Ali Fuat Yurttaş ile görüştükten sonra geldi, elimden tutarak öylece beni Vali Bey’e götürdü. Durumu benden de dinleyen  değerli insan Ali Fuat Yurttaş, yaşamım boyu unutmayacağım bir deyim söyledi ”Böyle başın böyle olur tıraşı!” Önce kendi üstüme alır gibi olduğum sözün anlamı kısa sürede yerini buldu. Muhasebe müdürü çağırıldı, konuşmalar yapıldı. Bir gün sonra beni il yetkileri içinde İskenderun İlkokullarında Müzik derslerine girmek üzere atanmam yapıldı. Maaş karşılığı ücret için formüller bulundu, kalmam için de İskenderun merkez Mithatpaşa okulu seçilip onay çıkartıldı. Beş ay sonra Milli Eğitim Bakanlığı maaş alabilmem için kadro gönderdi. İlk atandığımın 6.ayında  hak ettiğim maaşa kavuşmuştum, bunun sevincini yaşayamadan  yeni bir  atama emri geldi. Ancak bu emir benden çok İl yönetimini şaşırtmıştı. Benim, ilkokulların 4-5. sınıflarına  derse girmemi uygun buluyor, ama bunu  ayın 15 günü için öneriyor. Kalan 15 günü köy okullarına gitmemi, köy öğretmenlerinin maaşlarını dağıtmamı böylece köy öğretmenlerinin ilçelere inmelerini engellememi, ayrıca benim de ilce merkezinde değil seçeceğim bir köyde oturmamı emrediyordu. İl yönetimi buna da uymadı, ilk program aynen uygulandı. Bir yıl sonra bir başka atama geldi. Bu daha ilginçti, Payas  Orta okuluna Müzik öğretmeni olarak atanmıştım. Bu atamayı da il yetkilileri bana tebliğ etmeden geldiği yere iade ettiler. Bu atama benim sicil dosyamda bir anı olarak kaldı. Çünkü o tarihlerde Payas Orta okulu diye bir okul yoktu. Bu da gösterdi ki desise üstüne bina edilmiş bir düzenden ancak böylesi evraklar çıkar. Ben  daha doğrusu tüm yurt çapında biz bu tür  çarpıklıkların acısını duyarken T.B.M.M ‘de bir yasa çıkarılıyordu. Kardeşi   vali(Şefik Soyer) olan bir(Niğde Miller Vekili İbrahim Refik Soyer) millet vekili “Bir öğretmeni  yerinden alıp başka yara atamayan valiye ben vali mi derim!”demişti ve bu adam alkışlanmıştı. İşte bu tür adamlar belli merkezlerde tüneyip pisliklerini örterken Ali Fuat Yurttaş gibi valiler, Nabi Taşar gibi Milli Eğitim Müdürleri de vicdan terazileriyle görev yapıyordu. Alçaklığın sığlığını gördükçe üzüldük ama onurlarıyla yükselenlerin bize verdiği güçle yaşam yollarımızı da görev alanlarımızı da ak pak devrettik, devredeceğiz.

İskenderun’dan ayrılınca iki yıl Anakara’ da kaldım. Bu zaman içinde sayısız  M.E.B. ’lığı görevlileriyle ilişki kurup  genelde işlerin nasıl yürüdüğünü daha doğrusu yürümediğini öğrendim. Bu zaman içinde kimi yetkililer değişti, yenilikler olacağı duyuruldu. Gerçekte ise kişiler  koltuk değiştirmişti. Örneğin beni eksik belgeyle  Hatay’a gönderen, iki kez gelip gidişime neden olan, Kırklareli-Hatay arası yolluk almamı önleyen kişi bu kez genel müdür olmuştu.I950 seçimleri sözde yenilik belirtisi gibi sunuldu ise de tüm kurumlarda böyle olmadığı çabucak anlaşıldı. Örneğin M.E.B. ’de beklenenin tam tersti oldu. Çünkü malum  merkez cuntası daha önce muhalefetle işbirliği yapmış koruganlarından geleceğini garanti altına almıştı. Üstelik bu kez bakanlık makamlarına da kendilerinden birini oturtmak istiyorlardı. İlk 3 ay içinde durum anlaşıldı, ilk D.P. Bakanı  ayrılmak gereğini duydu, bir başka meydan nutukçusu  “Ben  bakan olmak istiyorum!” diyerek ortaya çıktı, gerçek olarak da o makama oturdu. Günümüz deyimiyle mafya kendilerine uygun bir” Baba!” bulmuştu. Bu taktik tam on yıl sürdü. On yılda on bakan! değişti. Mafya da bunu istiyordu:

- Bakan, meslekten olmamalı, merkez teşkilatı hakkında gerçekleri bilmemeli, kısa zamanda da ayrılmalı! Bir başka istekleri de yurdun herhangi bir yöresinde başarılı  çalışmışların Ankara’ya atanmaları önlenmeliydi. Merkez teşkilatına ancak Ankara’da olanlar alınmalı, ayrıca Ankara’ya başka illerden ancak hasta olanlar, heyet raporuyla gelebilmeliydi. Bunlar sağlandı. Sanırım on yıl Ankara’ya raporlular gelebildi, bakanlık teşkilatındaki eksikleri de bu raporlu kimseler doldurdu. Biz Köy Enstitüsü kökenli öğretmenler için bu kez daha traji-komik bir süreç başladı. Örneğin 10/Eylül 1951 günü Bursa’da yaptığı seçim konuşmasında “Köy Enstitüleri’ne müfettiş sokulmadı ama Bulgaristan sınırında öldürülen Sabahattin Ali sokuldu!” der. Sabahattin Ali bir yurttaştır. Günahıyla sevabıyla ülkesinde  yaşamış, herkesin bildiği gibi bir ihanete  uğrayarak yaşam defterini kapatmıştır. Sabahattin Ali aynı zamanda yukarıdaki sözleri söyleyen  kişinin  başında bulunduğu teşkilatta 20 yıl görev yapmış bir öğretmendir, sevilen bir yazardır. Okuyucuları vardır, ailesi, çocukları, akrabaları, hemşerileri, sevenleri vardır. ”Olsun !” deyip  geçene sorulacak sorular olmalıdır ve bunlar sorulmalıdır. Bunları ıskalayıp Örneğin Sabahattin Ali bir Köy Enstitüsü’ne iki kez uğramış, bunlarda da çevresindeki öteki insanlarla birlikte  iki üç saat kalmışmış! Bu çok mu önemlidir? Oysa Sabahattin Ali,Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Devlet Konservatuvarında Rehber Öğretmendir. (Dramaturg )Devlet bütçesinden maaş almaktadır. M.E.B. başında bulunan bir kişi devletin kurumlarına bu denli saygısız olunca ondan ne beklenir? Bundan ne beklenir diyerek nokta koymak asla beklenmemelidir. Çünkü o yukarda belirtilen konuşmasında “Köy Enstitülerinde çocuklar Stalin’i seviyordu !” gibi çok seviyesiz sözler de söylemişti. Böyle sözleri, dengesiz, kültürsüz kısacası  seviyesiz insanlar söyler. Biliyorum birileri yarım bilgileriyle kalkıp “Olur mu o bir mühendisti!”! gibilerde sözler de söyleyecektir. Lütfen yavaş olun, çünkü o sizin bildiğiniz mühendislik yollarını ,tek ayak atlayarak geçti. Zamanın koşulları gereği orta okuldan sonra lise düzeyi bile olmayan bir yetiştirme yöntemiyle görev verilecek duruma getirilip atama yapıldı. Atandığı yerlerde ortaklaşa görülen  başarıları sahiplenme gibi bir yaratılışı   olduğu için parsa toplamasını bildi(!)Yeri gelince inkârı ise çekinmeden yaptı. Örneğin Samsun’da görevliyken katıldığı Köy Enstitüsü etkinliklerinde söylediği, sonra da 19 Mayıs Dergisinde yayımladığı sözlerini, imzasını pekâlâ reddedebildi. Demek oluyor ki yaşasaydı 27/Mayıs/1960 sabahı bindirildiği çöp arabasını da kuşkusuz  sonraları malûmlara anlatırken bindiği çöp arabasını Altın Taht olarak  tanımlayabilecekti. Az değil bir düzine oluşturacak düzeye varan bu tür sorumluların söyledikleri bu günün insanları için komik sayılabilir ama kahrettikleri insanların yakınlarına karşı sorumluluğu düşünülürse yenilir yutulur türden olmadığı da kolayca anlaşılabilir. Dilerim bu insaf yoksunu  kişilerin iftira  ve herzelerini okudukça çocukları, torunları, uzak-yakın tanıdıkları kendilerini tümden sorumlu tutmaz, vebâl miraslarına razı olup teselli bulurlar.

Ancak hiç kimse onları tümden günahsız sanıp acı çektirdiği insanların tepkilerine gücenmesinler,  af maf dilemesinler. Savaş meydanlarında kolunu bacağını bırakmış insanların, savaş şehidi dullarının, gazilerin çocuklarını, torunlarını Devlet Yükümlülüğü altında topla, okut, sonra da yaşam hakkını kısıtla, kendi sorumluluklarını  göz ardı edip, yetkilerini yasalar üstü tutarak gaddarca onlara karşı kullan. Bu,1945-1960 arası tam 15 yıl Köy Enstitülü öğretmenlere yapıldı, acılar çektirildi, yuvaları yıktırıldı. Bu nedenle bu acılı insanlardan geçmişi günahlarıyla, günahkarlarıyla tümden affetmek beklenmemelidir. Onlar acılarını çekerken sebep olanlara öyle lânet etmişlerdi ki  belediye çöp kamyonlarında itlaf edilmek üzere toplandıklarını duyunca  yürekten “Oh!” çektiler, itlâftan kurtulduklarını duyunca da “Ya(!)” deyip yutkundular. Gene de T.S .K’nin  sahte Vatan Cephesi’ni yıkması coşkuyla karşılandı, yapılan haksızlıkların giderileceği umudu uyandı. Her şeyden öte, şer güçlerinin dağılması hepimizin yaşama sevincini tazeledi. Bu nedenle Irfan Ordusu olarak adlandırılan Öğretmenler topluluğu T.Ö.D.F  “Türk Ordusu-İrfan Ordusu Elele” sloganıyla eylemi destekledi. Gerçekten sayısız arkadaşımız gasp edilen haklarının bir bölümünü aldı. Bir bölümünü diyorum, arkadaşlarımızın kimileri öylesi karmaşık olaylar içinde bırakılmıştı ki bunların tekrar mesleklerine dönmesi olanağı bulunamadı. Acı dönem geride kalmıştı ama acı çekenler  yaşamlarını sürdürüyordu. Özgürlüğü bulunca geçmiş yaşamlarını sergilemeye başladılar. Sözlü anlatımların yanında eli kalem tutanlar, gördüklerini, duyduklarını, kişisel anılarını yazdılar. Özgürlük, yasalar karşısında hüküm giymemiş tüm yurttaşlar için geçerliydi. Bu nedenle sakıt dönemi yerenlere önce açıklayıcı yanıtlar, giderek yalanlamalar başladı. Bunu övgüler izledi. Bu karşılıklı takışmalar arasında Köy Enstitüleri gündeme getirildi. Köy Enstitüleri bilimsel olarak ele alınacak umutları artarken nedense, yukarda uzun uzun üstünde durduğumuz  Y.S. Okulundan  çavuş çıkarılma olayına sarılıp kalındı. Bu olayda mağdur olduğuna inanmış arkadaşların  yayınladıkları anılarında geçen bu olay, taze bir haber niteliği içinde karşıcılarca  işlenmeye başlandı. (Tekirdağ-Yeni İnan Gazetesi v.b.)Özellikle yurdun sayısız köşesinde salt ilân için çıkan Yeni İnan benzeri gazetelerde bu konu tekrar tekrar işlenerek hem eski bir yarayı kaşımak hem de İrfan Ordusu-Türk Ordusu El ele sloganını  halk katında yaralamak için kullanıldı. Köy Enstitülerini bitirenler çavuş yapılıyormuş. Dikkat edin, yapılmış değil yapılıyormuş .Söz konusu olay olalı 13 yıl, Köy Enstitüleri kapatılalı 6 yıl olmuştu. Bir başka ilginç taraf da bu çavuşluk olayında M.E. Bakanlığının adı kaldırılmasıydı. Bunun yerine M.S. Bakanlığı yerleştirilmişti. Bu giderek T.S. Kuvvetlerine dönüşmeye başladı. Nedeni apaçıktır; T.Ö.D.F yönetim olarak Köy Enstitüleri çıkışlıların elindedir. Böyle bir işbirliği merkez mafyası için ölümdür. Bu birliğin bozulması için  çürütken buluşlar(!) üretip bu işbirliği sürekliliği önlemelidir. Gerçekten bunun için çok didindiler ama bir süre sonra emellerine de kavuştular. T.Ö.D.F yıllık toplantılarının birine (Eskişehir) Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem  katılmıştı. Yılların olumsuzluklarından yakınan öğretmenler Bakanı oldukça sıkıştırdılar. Yakınmaların çoğu, haksızlıklardan, kayırmalardan, atamalardan geliyordu. Yorgun düşen bakan çıkınca bir süre bir grup öğretmenin yanında oturup dinlendi ya da özel söyleşi yapmak istedi. Konu gene merkez teşkilatında yıllardır çöreklenmiş çıkarcı takımına  döndü. Bir öğretmen ”Bunları siz bilmiyor musunuz ? deyince  İbrahim Öktem güldü, ”Bunları biliyorum, bunları siz de biliyorsunuz. İşte toplantınızdalar, buradalar. Amaçları T.Ö.D.F’ nin yönetimini sizden almaktır .Eskiden onlardaydı, kaybettiler. Bunu kendilerine yediremiyorlar, diretmeleri bundan. Bunların düzenini bozmak için zaman  gerekecek!” demişti. Bu konuşma hepimizi sevindirmişti. Yazık ki bu değerli insan birkaç ay sonra  bakanlıktan ayrıldı. Bilindiği gibi yerine, karşı kanattan birileri geldi, beklenen değişiklikler gene başka bahara kaldı. Tam bu sıralar yukarda değindiğimiz  “Çavuşluk Olayı” değişik söylemlerle  bir kez daha ele alındı. Köy Enstitüleri’ne yakınlık duyanlar giderek çoğalmıştı. Bunlar belki de gelecekteki durumlarını düşleyerek olaya  eğilmeye çalışıyorlardı. Doğru yanlış, genç katmanlar okuyor, ilgileniyor, yorumlara katılarak yeni yorumlara  alan açmaya çalışıyordu .Gerçek  Köy Enstitüleri’ni bitirenler de bu yeni  gelişmelere katılarak acı tatlı anılarını gün ışığına çıkarıyordu. Karşıt görüştekiler önce irkilir gibi olduysa da kısa zamanda yayınlardan yararlanma yolunu bulup işlerine gelen olayları kimi kez yarım kimi kez de tersine çevirerek kendi kanadına duyuruyordu. Kasıtlı kasıtsız, bilinçli bilinçsiz geçmiş dönemlerin Köy Enstitüleri bu kez basında bir kez daha yaşar oldu. Ancak yorumlar tam anlamıyla kargaşaya dönmüştü. Halk deyimiyle “Yukarı Mahallede yalan söyleyen, aşağı mahallede kendi yalanını dinleyince rahatça inanıyordu. 27/Mayıs/ 1960 okuyucu kuşağı bu tür bir Köy Enstitüsü gerçeğiyle karşı karşıya bırakılmıştı. İşte bu karmaşada en ilginç sunuşlar bu çavuşluk  konusu üzerinde odaklandı. Karşıtlar bunu  T.S.K  ’nin  Köy Enstitülerini bir tür dışlaması olarak gösterirken olaydan üzüntü duyanların bir bölümünün de bu görüşe katıldığı görüldü. Dahası, söz konusu olaya  karışan belli sayıdaki arkadaşımızın gözünün içine baka baka sayı çoğaltıldı. Çoğaltma da yetmedi tüm köy enstitü çıkışlılar orta getirildi. Sayıları az diye  haksızlığa uğrayan arkadaşlarımızın acılarını küçümsemeye kalkışacak değiliz .Ancak kalan büyük bir kitlenin de burada göz ardı edilmesini hoş görmüyoruz. Söz konusu konu genellikle karşıcıların yazılarında nerdeyse tamamı  T.S.K. tarafından dışlanmış olarak gösterildi. Bu sav, yazarlık değil genel anlamda en ilkel insanın bile sınırlı ahlâk anlayışına uymaz. Köy Enstitüleri’ni bitiren 16000 öğretmenin bugün yüzbinleri aşan geniş bir etki alanı vardır. Baba, oğul, dede, torun, bunların uzantıları yüzbinleri de çoktan aşmıştır. Bunların insan olarak onurlarını, bunlarsın geçmişlerini, görevlerini gerçek olmayan sınırlar içinde göstermeye  kimsenin hakkı yoktur. Buna yeltenenler de düpedüz insanlık kavramından fıttırmış tiplerdir. Yukarda sayısını verdiğim 16.000 insanlardan biriyim. Öğretmen olarak çalıştığım bir lisede  Köy Enstitüsü sözü geçti. Öğrencinin babası orada okumuşmuş. Üzerinde durmadım ama çocuğun bu konuda bir sorunla karşılaşmış olacağını düşünerek, belki yardımım olur deyip ”Ben de Köy Enstitüsü’nde okudum!” dedim. Öğrenci pek  bir tepki göstermedi. Ancak sınıfın  atak öğrencilerinden biri, sözünü esirgemedi “Öyleyse siz  yedek subay olamadınız! ”dedi. Güldüm, dilimin döndüğü kadar açıklamaya çalıştım. Çok olağan bir durum olarak karşılamaya çalıştımsa da  akşam eve dönünce evraklarımı, nüfus tezkeremi, Y.S.O. diplomamı hazırlayıp çantama koydum. İki gün sonra aynı sınıfa girince konuyu açtım  ”Bana inanmanız için değil, tersini söyleyenlere inanmamanız için size bir ders vermek istiyorum. Kişiler için olumsuz sözler  söyleyenlere, sözlerini kanıtlamasını isterseniz, çevrenizde daha az yalancı dolaşır! ”Lise 2. sınıf öğrencileri idi,beni çok iyi anladılar, daha sonraki süreçte çok daha güzel anlaştık. Yedek subay olmamın ötesinde üsteğmen  oluşuma da şaştılar. İki kez uzun tatbikatlara katıldığımı (Yıldırım/1955,Alacakurt/1956) anlattım. Sonra uzun uzun düşündüm, ben neden böyle kendimi savunur duruma düşmüştüm? Ne okulumla ne de öğrencilerimle bir sorunum vardı.10 yıldır aynı lisede çalışıyordum. üstelik yöneticiydim. Okulun yüzü aşkın öğretmeni, iki bini aşkın öğrencisi vardı. Hiç kimseye böyle bir soru sorulmamış, kimse de kendini savunma durumuna düşmemişti. Ancak  bu benim için bir uyarı oldu, konuya eğilme gereğini derinliğine düşündüm. Öğretmen arkadaşlar için de bir boşalma yolu açıldı. Öğretmenler odasına uğradıkça  S. Dersleri öğretmeni Alb.tekmil ister oldu. Ben de:

-76036 nolu  yedek topçu üsteğmeni bataryayı teftişlere hazırladı komutanım! deyip bir şakalaşma yolu açılmıştı. İşin ilgin bir başka yanı aynı apartmanda kapı komşu oturduğumuz bir arkadaş bir gün:

- Hep sormak istiyordum, bu sizin çavuşluk meselesi nedir? diye. Üzürlüsünüz, acınızı depreştirmemek için soramadım!” demesi beni oldukça üzdü. Demek arkadaşım, kapı komşum, kısa dönem askerliği nedeniyle teğmenlik bile alamamış ama benim için  üzülmüş. Kapı komşuyuz, çocuklarımız beraber büyüyor ,eşlerimiz ahret kardeş, biz yakın dost ve meslektaş ama aramıza bir dinamit konmuş. Bunu koyan kim? Ben kendi olanaklarım içinde er geç bu sorunu çözüyorum ama daha dar  çevreler içindeki arkadaşlarımız böylesi ruhsal sıkıntı  yaratan durumlardan nasıl kurtuluyorlar? Köy kahvelerine dek yayılan böylesi yalanlara, yılışık tiplerin sitemlerine, dolaylı sataşmalarına  köylerinde  tek  çalışan köy öğretmenleri arkadaşlar nasıl katlandılar, kendilerini kanıtlamak için nasıl çırpındılar? Bunu düşünmek bile acı veriyor. Gerçi ben bir çok kimseden farklı olarak düşündüğüm, yakınım olan  Haydar Yeniçağ gibi yürekli Köy Enstitülüleri yakından tanıdığım için  kimi olayları olağan sayıyorum” Herkes,  her yerde kendine düşeni yapar, yapmalıdır!” deyip teselli buluyorum. Ama buna neden zorlandık? Haydar Yeniçağ’dan kimse söz etmez. Oysa basın için güzel bir değerlendirme ölçeğidir, Haydar Yeniçağ. Konumuz için de yön gösteren bir pusula gibidir. Uzun uzun üstünde durduğumuz 26. Dönem Y.S. Okulundan  çavuş çıkan 20 arkadaşımız sonraki dönemde de konu olmuş, kimi görevliler bunu dile dolayıp göz dağı vermeye  başlamıştır. Bilindiği gibi tehdit başlayınca sınırın ı çizmek oldukça zorlaşır. Haydar Yeniçağ bu dönemde Y.S. adayıdır. Kendisinin bulunduğu böylesi bir derste, bir subayın konuşmalarını bir süre dinledikten sonra söz alıp sorar, ”Sen kimsin ki Köy Enstitülerini dile dolayıp, buradaki insanları onların aleyhine döndürmeye çalışıyorsun? Sen kimsin ki yasalara göre kurulmuş, binlerce insanın okuyup yetiştiği, yurdun dört köşesine dağılıp görev yaptığı insanları hiçe sayıp senden tarafsız, dürüst, sağlıklı bilgiler bekleyen insanlara görevinle hiç ilgisi olmayan konuları dile dolayıp gönül eğlendirirce ders saatlerini heder ediyorsun? Sen kimsin ki, beni tanımadan geleceğim hakkında hükümler veriyorsun? Sen kimsin ki, anlayıp öğrenmeden benim geçmişimi yok sayıp bir takım olasılıklar üzerinde yorumlar yapıyorsun? Sen kim oluyorsun ki. benim yüreğimden geçenleri ölçüp biçmeden, vatan için yapıp yapamayacaklarım üstüne kesin  hükümler söylüyorsun? Cesaretin varsa şimdi burada ,arkadaşların önünde aile geçmişimizi ortaya dökelim, bu memleket için kim nerede, nasıl ne ölçüde özveride bulunmuş, arkadaşlarımız tarafsız bir değerlendirmede bulunsun sonucu hep birlikte görelim!. Ben işte kim olduğumu, daha da kim olabileceğimi gösterdim, ”İşte ben senin söylediğin değil gerçekte buyum. De buyur bakalım şimdi sen kimsin, seni de görelim? Sonuçta Haydar, kılı kıpırdamadan subay olarak görevini, yapıyor. O subay ise, olaya tanık olanların belleklerinden pısırıklaşmış , parça parça olarak ebedî yokluğa göçüyor.

Ben o subayı görmedim ama ne duruma düştüğünü görmüş gibiyim. Haydarsa, bizim Haydar, gene güleç güleç bakıyordu, gene esmerdi, biraz kilo almıştı. Acayip alçak gönüllü, olabildiğince özveri sahibiydi. Bu olayı duyup cesaretini alkışlayanlara bıyık altından güler, kendine özgü baş sallayışıyla yanıt veriyordu. Bu olayı  ben sorduğumda ise “Hiç işte canım, öyle bir şey, yüreğimden geldiğince parladım, sahte parlayıcıları bir püf ile, söndürdüm!” deyip geçmişti. Gerçekten Haydar Yeniçağ, adına yakışır  bir tavır sergilemiş, ucuz ve yalana dayalı tevatürlerle kafa ütüleyip çevresine eyyam kesenlere soylu bir ders vermiş bir ölçüde de  bir kanadın çanlarını tıkamıştı. Köy Enstitüsü konusunun  uzunca bir süre unutulur gibi olduğu söylenebilir. Ne oldu da  bir süre sonra gene canlandığını doğru saptamak için bu kez gene Köy Enstitüleri’nin açık olduğu günlere dönmek gerekmektedir. Örneğin 1951 yılı bir  saptama tarihi olabilir. Bu tarih onların can çekiştiği tarihtir.Maarif Vekili Tevfik İleri(O kendini böyle daha dehşetengiz buluyordu)yukarda değindiğimiz türden utanç verici  konuşmalar yapıyor, Köy Enstitülerinde çalışmış sayısız insanın yerini değiştiriyor, hak ettiği yükseliş basamaklarını indiriyor, dahası, İsmail Hakkı Tonguç gibi  Milli Eğitim Bakanlığı kademelerinde otuz yıl üstün başarılarla çalışmış bir değerli eğitimciyi açığa alıyor. Gene Köy Enstitüleri’nde  başarıyla çalışmış Fikret Madaralı, İsmail Safa Güner, İzzet Palamar gibi değerli  yetiştiricileri mesleklerinden, hak ettikleri kazanımlarından yoksun bırakabiliyordu. Bir yandan da bu tarihte yeni bir Eğitim Reformundan  söz ediliyor; özellikle A.B.D destekli reformcular yurdumuza çağırılıp konferanslar verdiriliyor, seminerler  düzenleniyor bir yandan da o günler tek öğretmen kaynağı olan Eğitim Enstitülerinde bu getirtme prof’lar  yeni diye öne sürdükleri programlarını uyguluyordu. Öğrencisi olduğum Pedagoji Bölümünde izlemek zorunda bırakıldığım Prof.Woford, Prof.Rufi,  Prof,Mils, Prof,Gabel…… bunlardan bir kaçıydı. Bunların derslerinde tuttuğumuz notlar, olduğu gibi kitaplığımda durmaktadır. Zaman zaman üzülerek baktığım bu notlar uygulanacak türden olmadığı gibi, o günden bu güne hiçbir kimse tarafından da dile getirilmemiştir. Oysa biz bunu o günler daha sezmiş ilgililere duyurmuştuk. Hatta sınıf arkadaşımız İsmet Sayın bir gün sabredememiş, Sayın Prof,Rufi, bu söylediğiniz yeni bir görüş değil bunu Viyana Okulu yüz yıldır uygulamaktadır, bunu biz onlardan daha önce alıp uyguladık!” deyince prof, gevrek bir kahkaha attıktan(Çok gülen bir kişiydi)”Siz alıp iyi uygulayamamışsınız, bizse alıp kendimize uydurmuşuz!” gibilerde sudan bir yanıt vermişti. Tam bu kargaşalı günlerde genç bir A.B.D’li çıktı geldi. Bir üniversite adına “Türkiye’de Köy Enstitüleri!” konusunu inceleyip doktora hazırlayacakmış. Maarif Vekili buna çok celallenir ama müsteşarı Reşat Tardu daha sakin davranıp, bir öneride bulunur. Doktora hazırlayıcı, Reşat Tardu’nun müdürlüğünden yeni ayrıldığı okula Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümüne bağlanacak. Yabancı uyruklu olduğu için bu doğal bir öneridir, benimsenir. Araştırmacı konuk Mss. Fay Kırby’ dır. Yeni müdür Fuat Baymur  konuğu pedagoji Bölümü öğrencilerine tanıttıktan sonra aralarında tek Köy Enstitüsü çıkışlı ben olduğumdan, beni, Mss.Fay Kırby’ye aynen şöyle tanıtır. ”İbrahim Tunalı, Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra Yüksek Bölümünü de bitirip Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapmış, ayrıca, Köy Enstitülü öğretmenlerinin çalıştığı bölgelerde yönetici olarak çalışmış,   senin istediklerine doğru bilgi verecek tek arkadaşımız!” Mss.Fay Kırby ile böyle tanıştık, konuştuk, o uzun süre hazırlığını yaptı. Ben de çok iyi tanıdığım dört Köy Enstitüsü üstüne notlarımı hazırladım, okulun öteki şubelerde bulunan  56 Köy Enstitüsü çıkışlı öğrencileri saptadım. Mss. Fay Kırby çalışma tekniğini kumuş çok çalışkan bir insandı, kısa zamanda umulandan çok belge topladı. Bu arada yakın arkadaşlarımdan Sırrı Özerdem, Kemal Kuyaş, Hüseyin Düzoğlu, karınca kaderince yardımda bulundular. Bahara yakın günlerin birinde Öğretmen  Okulları Genel Müdürünün beni aratması herkesin ilgisi çekti. Arkadaşlar bunu, benim okulu bitirmeden  Öğretmen okulu müdürü olacağıma yorarken genel Müdür Fevzi Ertem’le konuştuktan sonra ben  gerçeği anladım. Fevzi Bey, ben mezun olduktan sonra Hasanoğlan Yüksek  Köy Enstitüsü müdürü olmuştu. Daha sonra  M.E.B. müfettişi olarak Adana Bölgesinde çalıştı. Sık sık geldiği İskenderun’da, birlikte gezdikleri değerli öğretmenim Sabahattin Eyuboğlu  yanın da çok konuştuğumuz olmuştu. Fevzi Bey cebinden bir kağıt çıkardı, sınıf arkadaşlarımdan 4-5 kişiyi sordu, dersleri, durumları vb. Sivas Öğretmen okulundan öğrencileri imiş, onları öğretmen okullarına öğretmen olarak atamak istiyormuş İnandım, neden olmasın? Gerçekten o arkadaşlar kendilerini iyiden iyiye  kendilerini öğretmenliğe  hazırlamışlardı. Ancak ayrılmak üzereyken, Mss.Fay Kırby’nin Köy Enstitüleri’ni gezmek istediğini, izin çıkartacağını ancak oralarda ne yapacağı hakkında hiçbir fikri olmadığını, bilgim varsa yardımcı olmamı istedi. Durum anlaşılmıştı, yanıtsız da bırakacak değildim, bildiklerimi anlattım. Mss.Fay Kırby ne yapıyorsa  öylece söyledim, ayrıldım. Mss. Fay Kırby’nin bir çok yerlere birlikte gitmemizi istemesine karşın bir kez Hasanoğlan’a birkaç kez de yakın köylere katıldım. Yardımlarım, daha çok notların toplanması, bölümlere ayrılması vb.gibi masa çalışmalarında oldu. İşte bu aşamada bir akşam Mss.Fay Kırby bana “Sen bana Köy Enstitüleri üzerine bildiklerinin bazılarını ya saklıyorsun ya da doğru söylemiyorsun!” dedi. Söz konusu edilen yanlış bilgi Y.S.Okulundan benim dönemimde çıkan çavuşluk  üstüne verilen sayılardı. Ben yirmi kişi olarak söylemiştim, oysa ”Çok çok çok!” diye diretti. Nedense bu tavrından üzüntü duydum, azıcık da çıkıştım. ”Senin konun Köy Enstitüleri’nin kuruluşu, yörelere serpilişi, amaçları, amaçlarına yaklaşım durumu, öğrencilerin alınması, yetiştirilmesi, yetişme durumları, köylere atanmaları, atandıkları yerlerde yararlı olma durumları!” diye sıraladıktan sonra, yedek subaylık öğretmenliğin dışında bir olay,o bizim ülkemize özgü bir özel ödüldür. Benim en sevdiğim öğretmenlerimden Namık Ergin, Hamdi Bağ, Naci İnan askerliğini er ya da çavuş olarak yapmıştır.38o3 sayılı yasa çıkarken böyle bir hak tanınmasaydı, Köy Enstitüleri gene olacaktı, sen gene gelip araştırmanı yapacaktın. Mss.Fay Kırby sanırım beni haklı buldu, ”Bu konu zaten benim programımın içeriğinde yok!” deyip konuyu kapattı. Ancak bende bir kuşku doğdu. Mss.Fay Kırby ,benim ve arkadaşlarımın dışında birilerinden de bilgi topluyor. İlişkimiz sürdü, Çifteler, Arifiye gibi yakınca yerlere bir geceliğine de olsa gittik. Ben  mezun olunca da gene birlikte Van-Ernis Köy Enstitüsü’ne gittik. Buradaki çalışma  iki bölümde olmak üzere bir ay kadar sürdü. Tez  geneliyle bitmiş durumdaydı. Ancak 21 Köy Enstitüsü’nün bir bölümünün kendilerine has özellikleri, oraları gezilerek eklenecek duruma gelmişti. Bunlar sanırım, Kepirtepe,  Kızılçullu, Savaştepe, Ortaklar, Aksu, Düziçi vb gibi gezilmesi kolay yerlerdi. Ayrılıken dostça ayrıldığımızı ilişkilerimizin yakınlığını, birlikte olduğumuz zamanki yakın  arkadaşlarımız hep bilirler. Ayrılırken işin politik taraflarına girmemesi konusunda uyarım için de ayrıca teşekkür etmişti. Yıllar sonra  “Türkiye’de Köy Enstitüleri” Kitabıyla karşılaştım, yazarı Fay Kırby. Tekrar Türkiye’ye gelişine sevindim, kutlamak üzere adres aramaya kalkıştım. Bu arada kitabın bir çok yerini tekrar tekrar okudum. Sanki tanıdık olaylar, tanıdık konular vardı. Kitabı, Köy Enstitüleri ile özdeşleşen ya da o sav ile ortaya çıkan bir kurum çıkarmıştı. (İmece-Yayını)Herhalde dikkatlice gözden geçirmiş, Fay Kırby ’nin olası yanılgılarını gözden kaçırmamıştır. Derken kitabın 351.sayfasında,Fay Kırby’ nin doktora tezine almayacağını söylediği, benim de öyle oldu sandığım  çavuşluk olayı kitapta yerini almış hem de nasıl? Birlikte okuyalım, ”Mezun olmak üzere bulunan öğrenciler, derhal askere alındılar, subay olma hakları böylece ellerinden alındı. ”Bu kuyruklu yalanı Fay Kırby mi  yazdı? O yazdı ise İmece’cilerin gözünden nasıl kaçtı? İşin acıklı olan bir başka yanı Köy Enstitüleri ile ilgilenenlere sağlıklı kaynak kitap olarak günümüzde de Fay Kırby’nin doktora tezi gösterilmektedir. Demek oluyor ki Köy Enstitüleri üzerine çıkarılan  yalan yanlış söylemler iki kanattaki birileri için ortak birlikteliği sağlıyor. Şaşılası bu birlikteliğin olabileceğini düşünmek sağ duyu sahiplerini şaşırtabilir ama bu gerçek.  Oysa mağduriyeti söz konusu olanlardan rahmetli Bekir Semerci olayın ilk gününde daha 20 arkadaşın adını almış, askerlik süresince onlarla mektuplaşmış, daha sonraki yaşamlarında da ilgisini kesmemiştir. Ayrıca yaşamı boyu yaptığı etkinlikleri göz nuru dökerek hazırladığı TÜRKİYE’ de İLERİ ADIMLAR ve KÖY ENSTİTÜLERİ adlı kitabının 301.sayfasında bu sayıyı kesin olarak bildirmiştir. Bekir Semerci arkadaşımız geçekçi ,olayları abartmadan irdeleyen sabırlı bir kişiliğe sahipti. Öğrencilik yıllarında da bu özelliği ile tanınmış, gerek öğretmenler gerekse öğrenciler üzerinde güvenilir bir ad olmuştur. Sık sık anılan yüksek bölüm ürünü Köy Enstitüleri Dergisi’nin  oluşmasında onun büyük emeği vardır. Emekli olduktan sonra yakın arkadaşların ayda bir araya gelmesi için gösterdiği çabayı yakın yöresinde bulunanlar hep bilirler. Onun  gayretleriyle bir çok arkadaşımız yıllar sonra bir araya gelmiş, bu birlikteliği gelenekleştirip yıllarca sıcak ilişkilerini sürdürmüştür. Bu tür toplanmalarda geçmiş olaylar anımsanırken “Çavuşluk “ konusuna da sıkı sık değinilmiştir. Bekir Semerci için acı bir konu olmasına karşı o, sayısal abartmalara sürekli karşı koymuş, ilk günden tuttuğunu söylediği not defterini göstererek “Bunun dışında bir sayı olduğunu kanıtlayana ödül veririm!” demiştir. Adlarını sıraladığı arkadaşların çoğuyla daha önce ilişkili olduğunu, askerlik döneminde bunlarla mektuplaştığını, mektuplarını sakladığını, gerekirse  ilgili arkadaşlardan izin alıp belge olarak kullanabileceğini söyleyen Bekir Semerci “Başımıza gelen bu acı olayın tek sorumlusu olarak İlköğretim Genel Müdürü Yunus Kazım Köni’yi  gösteriyordu. Köy Enstitüsü müdürlüklerine kışkırtıcı yazıları onun yazdığını, bu yazılara karşı yapılan tertipleri gene onun değerlendirdiğini, Askerlik şubeleri sevketmediği halde 26. döneme zorla katılmamızı onun sağladığını  öne sürüp  tekrar tekrar ”Tek sorumlu odur!” diyordu. Ayrıca Bekir Semerci, kendisi ve Eskişehir-Çifteler çıkışlı arkadaşlarının durumlarını çok iyi bildiği halde  eski müdürleri Rauf İnan’ı da sorumlu buluyordu. Bekir Semerci, o sıra Millî Eğitim Bakanlığı  Müfettişi olan Rauf İnan’la konuyu görüşmüş, yardımını rica etmiş, görüşülecek kişi “Rauf Bey’’ni bekliyorum !” diye haberler gönderdiği halde görüşme gerçekleşmemiş. Neydi, niçindi, açıklanmadı ama Bekir Semerci bu görüşmeye çok önem vermiş olacak” Rauf İnan bu olayın 2. Sorumlusu!” diye ekliyordu.

Gerçeğinin içinde yaşayanların bu denli kesin açıklamalarına karşın Fay Kırby’nin ve de onu kaynak yapanlar neden yuvarlak sözlere dönüştürüp abartılı sayıları öne sürüyorlar? Söz konusu kitabı basıp yayanlar bu konuyu hiç mi önemsemediler? Yoksa son günlerde gene Köy Enstitüleri sözleri edilmeye başladı, bu tür tevatürlerden bir yarar mı umuluyor. Belki de zihinsel kargaşa çıkarıp iyi niyetleri gölgelemek, birilerinin çıkarına olabilir. Ya da, günümüzde T.S.K karşıtı olanlar konuyu Köy-Kent zıtlaşmasına  dönüştürüp köy kanadını yanlarına mı  almak istiyorlar? İnanılır gibi değil, 2000 yılına girerken saygın bir bankanın çıkardığı, tümüyle Köy Enstitüleri üzerine yazıların derlendiği, üstüne üslük Köy Enstitüleri ile özdeşleşmiş İsmail Hakkı Tonguç’un adını taşıyan bir kitapta olay nasıl sergileniyor. Buyurun, söz konusu kitabın 291.sayfasından bir alıntıyı beraber okuyalım…Ancak Köy Enstitüleri’nde yıkım başladığında en üzücü vuruşlardan biri de o çok sevdiğimiz “Askeriye”den gelecek,en  çalışkan ve askerliğe özenen bir çok enstitülü, yedek subay okulundan  çavuş çıkarılacaktı…..Erkek arkadaşlarımızın gençliğine,subaylık özlemine kıyan büyük bir yıkım da askerler kanadından geldi..En çalışkan ve disiplinli olanlarımızdan bir çoğu,subaylık hakkı verilmeyip çavuş ve er olarak kıtaya gönderildiler…Hepimiz için büyük bir üzüntü olan bu yarayı alanların yıllarca anlatılmaz acılar yaşadığı,çeşitli anılardan vb. yazılardan anlaşılıyor” İşte böyle, olayı bilmeseydim, ben bu yazılardan şöyle  sonuçlar çıkarabilirdim.1-Yedek Subay Okulu’nda bir sınav yapılmış, en başarılılar çavuşluğa ayrılmış.Ya da söz konusu arkadaşların öğrenci dosyaları incelenmiş en başarılılar ayrılarak çavuş yapılmış. Bu arada “Er” sözü de geçiyor, onlar nasıl seçildi acaba? Ben böyle  dedim ama bunun hiçbir mantığı yok .Çünkü bu arkadaşları çalışmalarından  değil, öğretmen olarak çalıştıkları yerlerde aldıkları olumsuzluk dosyaları nedeniyle bu haktan yoksun bırakılmışlardır. Bunu hâlâ gevelemenin ne anlamı  var?Y.S. Okulu bir Sirat köprüsü sayılıyorsa oradan 16000 Köy Enstitülü geçti. Bunlar güçleri yettiğince çalıştı, kendi kaderlerini yazdı ,alnını sile sile çilesini doldurdu. Ancak Sırat köprüsünü “Sirer köprüsü gibi gören Yunus Kazım Köni  ve çevresindeki günah keçileri söz konusu köprüyü tam değilse bile gerçekten oynattılar ki söz konusu arkadaşlarımız yara aldılar. Tekrar tekrar değinildiği gibi bu olay o günler karışık gibi gösterilmeler sonunda puslu bir duruma itilmişti. Ancak aradan geçen 63 yıl tüm gerçekleri ortaya çıkardı. Bunları bir araya getirmek araştırıcılığa kalkışanlar için zor değildir. O günler ağzına bakla ıslatanlar dolaylı dolaysız baklalarını birer birer çıkardı. Gerçi baklalar ayrı yerlere döküldü ama toplaması o denli zor değildir. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığının bu olay sonrası sürecinde uyguladığı öteki kinli tutumu bile belge niteliğindedir. Tüm bunları yok saymak birilerinin aklından geçiyorsa onlara söyleyecek bir sözümüz olacak: ”Karanlığınıza üzülüyoruz ama yaşayacaksınız, bakın yarasalar size örnek olmaktadır, bununla  teselli  olur, başınız eğik olarak  sonsuza dek  öyle kalabilirsiniz!”

2-Kimi yazarlarsa sayı vermiyor ama “Birçoğu” pekişmiş sözcüğü ile aşırı bir belirsizliğe yol açıyor. Örneğin tümü 16000 değil mi? Bunların çoğu denirse nasıl bir sayı algılanır? Yarısı 8000 dir. Demek daha çoğu yani 9000,1000,11000  vb..Çok mu oldu* Haydi biraz inelim,  birçoğu diyelim, sınırsız bir algılama olabilir,1000,2000,3000 vb. Söz konusu insanlar öğretmendir, sayıları bellidir. İşin şaşılası tarafı bunlar Milli Eğitim Bakanlığı kayıtlarında vardır. Bunlar salt öğretmen değil yönetim kademelerinde çalışmış, sorumluluklar yüklenmiş, kimileri üstün başarılar göstererek ödüllendirilmiş insanlardır. İçlerinde görgülerini arttırmak üzere Batıya gönderilenler de vardır. Milli Eğitim Bakanlığı bunları saklamak gereğini (Ad değil, sayı açısından) duymaz. Sorulunca dosyalarını çıkarır, gerekli bilgileri verir. Yeter ki karşısında iyi niyete dayanan araştırmacı olsun.

Çok ayrıntılı olarak üzerinde durduğum bu konu aslında ötekilere de örnek olacak tipik bir özellik taşımaktadır. Görüldüğü gibi burada balıkçılara özenilmiş  ya da onlarda öykünülmüş bir benzerlik var. Balıkçı  oltasını atıp avını  vurur, ipini çekip kolayca yakalar. Çünkü vurucu nesne batar bırakmaz. Kurtulmaya çalışan daha çok acı çeker. Burada da böyle ikili bir duygusal durum oluşmaktadır. Mağdur olan insanlar vardır, neden olan kurum vardır. Mağdurları andıkça hedef gösterilen kurum doğal olarak yıpranacaktır. Zaten amaç da budur. Amaç  o denli budur ki, apaçık sorumlu olan  Milli Eğitim Bakanlığı ortadan kalkıyor yerine önce Milli Savunma Bakanlığı geçiyor ardından Genel Kurma Başkanlığı sonunda da  T. S.K. ya da kısaca “ASKERİYE” oluyor. Bir yandan da kutuplaşmış iki kamp havası içinde ifadelerle genel   ve sürekli bir gerginlik havası  duyumsatacak  biçemlerde sunuşlar oluyor. Oysa aradan yarım yüzyıl geçmiş, ak koyun kara koyun belli olmuş eksiler artılar elle tutulurca ortadadır. Örneğin Köy Enstitüsü kökenli 6 bakan T.C. Hükümetlerinde görev almış, otuz dolayında insan  T.B.M. Meclisinde halkımızı temsil etmiş,Türk Halkının kutsal saydığı T.B.M.M Alın Zincirine takılma onurunu yaşamıştır.Ayrıca sayıları yüzleri aşan yazar, bilim adamı, sanatçı kendini kanıtlamış, sevenleriyle iletişimini kurmuş, kaynaşmıştır. Böyleyken 21.yy’ karşılayan kitaplarımızda bile hala İmreül Kays’ Muallakası  bir şeyleri askıda tutmak, ya da günümüz müzik heveslilerinin yıllık “HİT” leri gibi konuyu öne çıkarmak mağdur arkadaşlarımıza ne kazandırmaktadır? Bunun yerine onların asker dönüşü nasıl karşılandıklarını araştırmak, kısmen olsun gönüllerinin alındığını muştulamak daha yerinde olmaz mıydı? Örneğin benim  kişisel ilgimle saptadığıma göre bu arkadaşlar asker dönüşü çoğunlukla kendi seçtikleri illere verildiler. Mesleklerinin ilk on yılında üçü dışında hepsi İstanbul, Ankara, İzmir illerinde toplandılar. Bizler bu iller için emekliliğimizi beklerken onların çoğu çocuklarını diledikleri gibi okutma şansını buldular. Emeklilik döneminde  sık sık görüşme olanağını bulduğumuz bu arkadaşların, bu acılarını unutmamakla birlikte, T.S.K.’ den değil o zamanın( M.E.B.)Reşat Şemsettin Sirer-Yunus Kazım Köni ve piyonlarından yakındıklarına çok tanık olduk. Olayın bir başka acıklı yanı da T.S.K ile öteki Köy Enstitüsü çıkışlı en az 15000 yedek subayın durumudur. Kitaplarında konuyu irdeleyenler bunları yok mu sayıyor? Yoksa  ”Onlar zaten tembel, seçilmeye ya da üstünde durmaya değmez mi?” diyorlar. T.S.K bu 15000 yedek subayını bağrına basmamış, onlar da   bu görevlerinden kıvanç duymamışlar, gitmişler, katılmışlar, bakışmışlar, beklemişler ”Bay bay” deyip ayrılmışlar mı acaba?. Peki bunlar  o Köy Enstitüleri’nde bulunmadı mı? Bunlardan hiç biri o Ankara 29 Ekim bayramlarında Akordeon Takımları’na katılıp gösteri yapmadılar mı? Gerçi ben  1944-45 yılının 29 Ekim bayramlarında İzmir’den gelen izcilerin zeybek oyunlarını Ahmet Yekta Madra’nın klârneti eşliğinde o zamanın tek yayın aracı radyo ile tüm yurda ses veren iki akordeon çalar  anımsıyorum(Hüseyin Çakar-İbrahim Tunalı)İstisnalar kaideleri bozmaz öyle mi?. İnsanların çok sayılara gereksinimi var besbelli! Ormanlar dururken ağaçlarla neden uğraşsınlar? İyi ama görmezden gelinen 15000 kişi de giderek çoğaldı, kendileri, anne-babaları derken eşleri, çocukları, çocuklarının eşleri, torunları  tüm bunların da eşleri-dostları vb. Küçük bir matematik işlemiyle yuvarlak olarak saptanacağı üzere yüz binlerle insan dışlanmıyor mu burada? Yıllardır tekrarlanan bu maksatlı  ya da yalan-yavan yazıları bu yüz binler nasıl karşılıyor? ”Kitaplarımız satıldığına göre önemli bir sorun yok!” düşüncesi  olanlara  söylenecek bir sözümüz var! Bunları düşünmeyenler bu tür yanlışları düzeltirse bilsinler ki satışları kat kat artacaktır. Çavuş tutkunlarına da ancak şunu önerebiliriz. Türküler dağarımızda güzel  Çavuş türküleri vardır. Bunları söylerlerse daha iyi bir boşalım olayıyla karşılaşacaklardır. ”Yandım çavuş yandım senin elinden-Çok sallama kasatura fırlar belinden” gibi. Hatta  ünlü Üsküdar şarkısını da çavuşa döndürüp ”Çavuş benim, ben çavuşun, el ne karışır? Değişimiyle meydanlarda da okuyabilirler. Çavuşun elinden kasatura çoktan düştü ama eğreti kalemler birilerin ellerinden bir türlü düşmüyor. Patronları , onların kalemlerini ellerine özel sıvılarla tutturmuşlar herhalde! Köy Enstitüleri ve oradan çıkanlar üstüne yazılmış olumlu yazıların bir ortak yanı vardır. Bu kanatta hemen herkes  sözbirliği etmiş gibidir. ”Onlar çok kitap okur!” Bu doğru da okunan kitaplar çokluğu ölçüsünde yararlı mı? Ya da okunan bunca kitaptan gereğince yararlanılıyor mu? Bu konuda bir araştırma yapmadım, elimde  yapılmış bir sağlıklı araştırma sonucu da yok. Ancak bu kuşkum zaman zaman beni rahatsız ediyor. Buna burada  değinmekte yarar görüyorum. Çok okuyan, okuduğundan yararlanmasını bilen  bir okuyucu tabanı seçmekte, iyi seçmek için de  eleştirme yetisini kullanma gereğini duyar, zaman içinde bunu belli bir düzeye yükseltir. Böylesi bir titiz okuyucu katmanına da kolay yazılar, çok bireysel anılar, karşılaştırmalardan uzak öneriler, yerine yenileri sağlıkla kondurulmuş uygulamalar sürdürülürken, geçmişin üstünkörü denemeleri yeniymiş gibi nasıl ortaya getirilir? Bunu uzun süre düşündüm. Birileri yanlış üstünde ama kim? Yazanlar mı, yoksa  yazanları özendirirce onları alıp okuyanlar mı? Gerçi çevremdekilerin bir üçüncü yönde olası uyarıları var ama bence bu da tam doyurucu olamıyor. Sözde Köy Enstitülü kesim ta başlarda büyük bir haksızlığa uğradıklarını görünce güdüsel bir  itiyle bir birine sarılmışlardır. İşte bu sarılış haksız, acımasız ve giderek de duyarsız bir toplumdan gelince bu kenetlenme çözülmez bir sarılıma dönüşmüştür. Bu nedenle “ Bizden olanların kusurlarını hoş görmek de bizim görevimizdir. Varsın yanlış yazsın, biz onun doğrusunu nasıl olsa biliyoruz. Hiç değilse ötekileri gibi küfretmiyorlar. Karşı olduğunu söyleyenler ise, biz onların çocuklarını gözümüz gibi koruyup yetiştirmeye çalışırken kimilerinin babası ya da akrabası bizi toplu yerlerde örneğin kahvelerde, ibadet yerlerinde en ağır dille yeriyorlardı. Yıllarca camilerde yalan yanlış ithamlarda bulundular. Bayram namazlarında bile Allah’tan korkmadan dil uzattılar. Dil uzatanların çoğu günahlarını kat kat ödedi. Bizim için öne sürdükleri düzmece söylemleri onların yakınları yaşadılar, bizim için düşledikleri acıları soy sop olarak  onlar yılarca çektiler. Bu acıklı duruma insan olarak onlar derecesinde üzüldük. Yalan yanlış yazılanları hep karşıtlara yüklemek de etik bir olay değil. Çok  bilineni belgelerle kanıtlaması olası kimi olayları tanık olduğunu söyleyenlerin yazması da ortalığı  büsbütün bulandırıyor.Tanık olduğum, sorumluluğunu taşıdığım kendi bölümümle ilgili bir olayı anmadan demedim.1945 yılını ilk ayında çıkan Köy Enstitüleri dergisinde kendi bölümümle ilgili bir yazı çıkmıştı.Şöylede diyebilirim,” Derginin ilk sayısında bölümleri tanıtmak istediler.Hepimize öneri geldi:

-Güzel Sanatlar Bölümünü tanıtın. Arkadaşlar, hepimiz yazacağımıza bunu bir arkadaş yüklensin!                                                                                                                   Özellikle de bunun son sınıftan bir ağa beyin yapması istendi. Son sınıf  ağabeyleri içinde çok uyumlu, ağabey Abdullah Ön. Söylenince gülümseyerek:

-Siz istiyorsanız niçin olmasın? Ancak birinizin ikinizin dergiye verilmeden önce  yazdıklarımın okumasını istiyorum! dedi. Abdullah Ön yazıyı yazıp arkadaşlara vermiş.  Onların süzgecinden sonra yazı Dergi Yazı kuruluna teslim edilmiş. Dergi çıkınca bir çok arkadaş okumuş, yazıyı beğenmiş. Okuyanlar, yazıya eklenen demirbaş listelerini görmezden gelmiş. Bölümde bulunan müzik aletlerine bakarken akordiyonların 2 değil  8 olduğunu görünce çıngar koptu. Sekiz akordiyon, değil  Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde tüm enstitülerde yoktu. Olamazdı çünkü  altı yıla yaklaşan savaş kısıtlamaları nedeniyle akordiyon üreten İtalya, Almanya, Arjantin ülkeleriyle bağlantı yoktu. Akordiyonu ancak  deniz bağlantısı olan ülkelerden özellikle  şileplerde görevli kimseler eliyle hileli yollarla getiriyordu. Onlar da sözde kendi kullanmak üzere bir adet getirebiliyordu. Ara not: Yıllar sonra(1949 yılında )İstanbul’u kolaçan etmeme karşın akaordiyon bulamayınca bir arkadaş aracılığıyla tanıştığım Yaşar Kaptan ( Yozgat Şilebi)eliyle Beyrut’an  bir akordiyon getirtebilmiştim.)

 

 

  Olaya  hem güldük, hem de düzeltilebilecek bir yanlışlık olduğu için üzerinde durmadık. Çok önemseyenler dergicilerle konuştu. Baskı hatası olduğu anlaşıldı, düzeltme notu konacağı söylenerek olay kapandı. Meğer kapanmamış, dergiyi kaynak  yaparak yazı döktürenler  nişangâhsız atarak günümüz insanını yanıltıyorlar. Üstelik çok çelişik söylemlerle. Bakın, yukarda başka bir nedenle değindiğim kitapta(TONGUÇ’ un Köy Enstitüleri)

 

 

 

 

Oysa iki akordiyon vardı. Biri Hohner marka 80 Bas, biiri de 40 bas (İki oktavlık.)Bu hafif olduğu için Bölüm başkanımız kimi zaman kullanır. Öğrencilerle yaptığı çalışmalarda resimleri çekilmiştir.(Albümlerden bu izlenebilir.) Hohner akordiyonu benden önce Hüseyin Çakar kullanmış .Ben geldikten sonra akordiyon bana teslim edildi, ben kullandım.29 Ekim Cumhuriyet Bayramlarında (1944-1945.) İzmirli lise  izcilerine zeybekleri çalacağımız zaman Hüseyin Çakar küçük akordiyonu reddedince aramızda tartışma çıkmıştı. İzci grubunun organize işlerinde görevli  Gazi Lisesi Müdürü Hasan  Özbay bir 80 bas akordiyon sağladığı için olay barışla kapanmıştı.Ben,1  Ağustos 1946 tarihinde Bizim bölüm demirbaşlarını Yıldız Kırktepeli’ye teslim ettim. Aramızda tuttuğumuz  Teslim tutanağı  Bitiriş tezimin sonunda eklidir. İsmail Hakkı Tonguç o tarihte görevden alınmıştı. Bu arada altı akordiyon alınması söz konusu olamaz. Sekiz akordiyonlu fotoğraflar olsa olsa bu tarihten çok sonra Halkevleri malları bedava denecek bir şekilde dağıtılırken kimi Köy enstitülerine akordiyonlar bağışlanmıştı, onlar bir araya getirilmiş olur. Böyle bile olsa akordiyon bol sesli bir çalgıdır, sekizinin bir arada çalınması dünyada görülmüş değildir.  Akordiyon ya da kardeşi sayılan Bandeneon Arjantin halkının sevdiği çalgılardır. Onların çalgı gruplarında bile  bunların  beşini altısını bir araya  getirmeyi kimse düşünmez.

Böyleyken bunu düşünenlerin olduğuna tanık oluyoruz. Tonguç ve Köy Enstitüleri kitabından bir alıntı,sayfa  314.

“O güne kadar stadyuma ulusal oyun ve ritimler hiç girmemişti.1945 yılı 19 Mayısında Ankara Stadyumunda halkı neredeyse göklere çıkaran, alışılmamış bambaşka bir hareket sergilendi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün 5oo kişilik oyun ekibi, davulları ve  çok sayıda akordeon vb çalgılarıyla Ankara Garının önünde görününce başladı halkın çılgı lığı. Daha ekip Stadyuma girmeden “Hasanoğlan!.. Hasan Ali..” sloganları göklere yükseliyordu. Hasanoğlanlılar, yüzyıllardır bir yerlerde sıkışıp kalmış halk kültürünün kapısını açmış, o tanıdık sesi ve ritmi stadyuma getirmişti. Artık oradakiler için ilginç olan, ne Gazi Eğitim’li şortlu kızların gösterileri ne Harbiye’lilerin havadan ve karadan yürüttükleri görkemli hareketti. Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Spor Başkanı Sıtkı Şanoğlu’nun yönetiminde stadyumda yerini alan 500 kişilik oyun ekibi ve onların müziğiyle onların halkın ilgi odağı. Oyun başkanı Zekeriya Kayhan’ın işaretiyle davulun vuruşları ve akordionlardan arka arkaya başlayan, Bengi, Arpazlı, ve Dağlı zeybeklerinin müziğiyle havalanan  beyaz gömlekli, lacivert asker kumaşı pantolonlu kızlı-erkekli oyuncular, Stadyumu dolduran halkı kendi  ritmiyle ve sesine ortak etmişti. Ankara Ankara olalı halkın sesiyle ve ritmiyle ilk kez böylesine bütünleşiyordu. Halk büyülenmişti. Çoktan kaybettiği  bir şeyi  bu oyunlarda bulmuşçasına bir sevinç ve coşkuyla ayağa kalkıyor ve  bağırıyordu” Hasanoğlan!.”....

Anılar, bilindiği gibi kişilerin geçmişten belleğinde kalanları bir süre sonra  gün yüzüne çıkarması olayıdır. Geçmişte olanlarla bellekte kalanlar her zaman örtüşmeyebilir. Özellikle anı anlatılarında, bunların yazıya dönüşmesinde olayın ilk  özgün oluşu beklenemez. Bu açıdan bakınca yukarda anlatılan bir anıyı ele almamız ilk bakışta anlamsız görülecektir. Ancak anıların iki boyutu vardır. Birincisi ,kişinin çok özel durumları anlatması, anlatılanların salt kişisel, kişiye bağımlı olması. İkinci ise,  tek kişinin anlatmasına karşın o olaya tanık olanlar var olunca  anlatılanların bir başkası tarafından da anlatılması olasılığı  söz konusu oluyor. Bu durumlarda okuyucu ikircil duruma düşmekle birlikte, isterse bir üçüncü kaynağa yönelip güvenilir bilgiye erişme umuduyla  araştırmasını sürdürüyor. Böyle düşündüğüm için yukarıya aldığım anlatı içinde olduğumdan yanlışlarını düzeltmek için  değil, biliyorum bu olayın yanlışı düzelmez. Çünkü olay anlatılmış, yankıları gök kubbenin altına dağılmıştır. Benim yapabileceğim kattı, o yazı gibi benim söylediklerimi dinleyen kimse, 1944  29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlama programını, hiç değilse o günün Radyo yanları programını izleyince İzmir Liselerinden gelen 500 öğrencinin, usta öğretici ,folklorcu ,besteci Ahmet  Yekta Madran yönetiminde Ankara halkına kendi derleyip  kotardığı Ege Zeybeklerinden seçmeleri sunduğu, Ankara  halkının yüreğini hoplattığını  öğrenecektir. İzmir’den seçilerek gelen lise öğrencileri şimdilerde (Yıl 2000) 70-75 arası yaşlı insanlar. Bunların içinde bu kitabı okuyanları varsayıyorum. Ankara’ya niçin geldiklerini düşleyecekler. Güvenip arkasına düştükleri Ahmet Yekta Madran’ın Zeybek oyunları üstüne tek güvenilir insan olduğunu anımsayacaklar. Ankara’da kendilerini Millî Eğitim Bakan’ı Hasan Ali Yücel’in karşıladığını, onlara ev sahipliği ettiği, onlara özel olarak Tatbikat Sahnesi sanatçılarına Satılmış Nişanlı Operasını oynattığını, dahası Marjenka sahneye çıktıkça ıslık çaldıklarında  oyun durdurularak  Hasan Ali Yücel tarafından sevecen bir sesle uyarıldıklarını, Gazi Lisesi Müdürü Hasan Özbay’ın, Konservatuvar Müdürü Tevfik Ararat’ın kendileriyle sıcak ilişkilerini anımsayacaklardır. Benzer program 1945 Cumhuriyet Bayramında da uygulanmıştır. Tüm Türkiye’ye karşın İzmir’den öğrenci seçilmesinin bir nedeni vardır. Zeybek denilen oyunlar o yörenin ürünüdür. Ancak söylendiği gibi o oyunlar geçmiş dönemlerde yayınlaşamamış, dahası yaygınlaştırılmamıştır. O oyunlar Cumhuriyet döneminin ilk yılları heyecanıyla Ahmet Yekta Madran, Osman Bayatlı ,sonradan onlara katılan Hasan Çakı tarafından yeniden varedilirce  üstünde işlenmiş, ilk olarak da gene Ahmet Yekta Madran tarafından Kızılçullu Köy Enstitüsü uygulamalarıyla kamuya kazandırılmıştır. Ahmet Yekta Madran Müzika i Hümayûn’da yetişmiş, orada Klârnet çalmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı orkestrasında  şeflik yapmış bir gerçek Müzik bilginidir. Folklorculuk yanı ağır basınca Ege Yöresi oyunların el atmış yörede oynanan halk oyunlarını toplayarak belli bir disipline soktuğu gibi melodilerini de notaya almıştır.

Bir başka önemli belge, söz konusu olayda sözü edilen 500 Zeybek oyunu oynayan kişinin Hasanoğlan’da olup olmadığıdır. Okulların belli bir kadrosu vardır. Bu kadrolar yıllar içinde değişmez, ilgilenen açıp bakar.500 Zeybek oynayan bir okulda en az 6-7 yüz öğrencinin olması gerekir. Tüm öğrencilerin Dağlı zeybeğini oynadığını söylemek, oldukça iddialı bir sav olur. Oyun öğretici Hasan Çakı ile birlikte her sabah kalkıp zeybek havalarını çalan ben, bunun olamayacağını, olmadığını belgelerle kanıtlayabilirim. Bu nedenle bizleri, okuyacakların insaflı ölçüler içinde uyandırma  yolundan sapılmamasında  direniyorum. Benim  kabul edemeyeceğim aşırı durumları, bu olayın dışında bulunan  sağduyu sahibi yurttaşlar nasıl kabul eder? Gene de tekrarlıyorum; özellikle Dağlı Zeybeği’ni 500 kişinin oynayabilmesi için, onların tıpkı Mehmetçiklerin, sağa dön- sola dön! Tüfek as-tüfek çıkar! mekanikliği içinde en az 3 yıl çalışması gerekir. Zeybekleri dışardan izlemiş kimseler, onların zorlu tarafını kavrayamaz. Ancak yaşamında bir kez  el dele tutuşup “Hay nanay-May nanay (!)” oynamış olanlar tüm oyunları öyle sayabilirler. Hele günümüzün kendine yakışır modası (!) durumuna getirilerek iskelelerde turist karşılayan el ele tutuşmuş birilerinin yaptığı bir iki göğüs, bir o kadar da kalça titretmeyi Millî Oyun yutturmacalarına kapılanların Dağlı, Bengi, Somalı, Güvende gibi  disiplinli oynanması gereken zeybekleri seçmesi  beklenmemeli!

Örnek seçtiğim yazıda sırıtan ya da sitem duyumsatan bir söylem de  İsveç Jimnastiği tekrarıdır. Tüm Dünya insanına, beden sağlığı için  önemli bir çağ açan İsveç Jimnastiği küçümsenmiş olamaz! Hiç değilse anlatılan  bu etkinlikler içinde bu düşünülemez. Çünkü övgüye değer olayı hazırlayan Sıtkı Şanoğlu, İsveç Jimnastiği yöntemlerinde gelişmiş bir uzman kişidir. Hiç değilse  dışta tutulabilirdi. Yoksa ona da ötekiler gibi Hasanoğlan’ın ima edilen (!) giz havasında  vahiy geldi?

Söz gelişi bir başka  söylem de, ”Lacivert asker kumaşı!” Böyle bir söylem hemen dikkatleri çeker. Dilimize bir Asker Kumaşı sözü girmiştir ama bu kumaşın yapısından değil rengindendir. Asker kumaşı ,renk olarak doğanın kırsal fonuna uyduğundan Askersel alanda işe yaradığından deyimleşmiş,  bir anlam kazanmıştır. Lacivert asker kumaşı deyince, bir başka anlam çıkmaktadır. ”Köy Enstitülerinde askerlerin giydiği boz renkli nesneleri sonraları  rengini değiştirerek giymeyi sürdürmüşlerdir. Böyle bir zan uyandırmaya kimin ne hakkı vardır? Köy Enstitülü günlerde ortaya atılan yalan yanlış söylemleri çağrıştıracak sözleri genelemenin ya da gevelemenin ne anlamı var?Böyle söylemekle birlikte değişik anlatışların kesinlikle saf dışı edilmesini düşünmüyorum. Aynı konuyu başka başka düşünmüş olmamıza karşın Gene de bizim bir birimize tutkunluğumuz sürmelidir. Bu, yazılar, anlatılar, kitaplar konusunda da geçerlidir. Bu, bizce bir kusur değil bir bakıma vefa borcu ödemesidir!” diyenler bulunmaktadır. Vefa borçları, akitler, işin içine çekilince üçüncü kişilere söz düşmez. Ancak konumuz,  kişi ya da kuruluş akitlerinden çok bir basın olayıdır. Basın denilen olgu, insanlığın ortak bir denetim aygıtı olarak geliştirilmiş bir HAKSAVUNMA AĞI” dır. Biz,  bireyler, bir takım çıkarcı güçler karşısında haklarımızı bu aygıt eliyle korur ya da korunacağına inanırız. Bu inanç bizlere güç verir, yaşama sevincimizi arttırır. Böylesi yalın tanımlarla basına ısınır, onun varlığını duyumsadıkça geleceğe daha güvenle bakarız .Beklentilerimizin tersi olunca ise yaşam yılgınlığımız katmerleşir. Bundan da toplum zarar görür, bireyler, bireylik aşamasında mutsuz olur. Kısaca basında saptırmalar, yanlışlar, yalanlar, kasıtlı tekrarlar ya da düpedüz ihmaller salt bireyin değil dolaylı olarak toplumsal sayrılığın göstergesidir. Hele yalan yanlış anılar, yaşanılanın gerçeğiyle  örtüşmeyen yorumlar, yakıştırmalar, özellikle toplumun bir kesiminin değerlerini kirletmek için yapılınca o toplumda dirlik kurulamaz. Savunma durumunda kalan taraf korunma güdüsüyle diretir, giderek saldırıya da geçebilir. Toplumsal katmanlarımızdaki mezhep çekişmeleri, günümüzdeki laik, laiklik karşıtı ya da sömürü taraftarlarının çekişmeleri biraz da bu nedenle sürüp gitmektedir. Taraflar güçlendikçe dirençlerini  karşı tarafa göstermeye kalkarlar. Gerçi burada irdelediğimiz bir tür yazar taifesinin tavrıdır. Birileri kap-kaç yöntemleriyle işi sürdürüyor. Sınırlı tutarak Köy Enstitüleri üzerine yapılan yayınları inceleyince görüyoruz. Adı duyulmamış birisi, hatta bu dışarıda dümenini kurmuş bir işbirlikçi bile olabilir. Ne bir Köy Enstitüsü görmüştür ne de bu konu üzerinde bir araştırma yapmıştır. Pekâlâ köşesinde bir gün “Köy Enstitüleri vasat insan yetiştirdi” diyebilir. Bir insanın vasat hatta vasatın altında olması olağandır. Hatta nice erkeğin  kadınsal işlevleri yüklendiği çağımızın zoraki de olsa benimsediği görülmektedir. Yemlendiği ülkedeki yönetim mekanizmasında görev yapan erkek bakanların bile kadınlık işlevleri(!) tartışılırken, ülkesinde elli yıl önce kapanmış, oradan çıkanlar görevlerini başarıyla sürdürüp tamamlamış, çoğu yaşamını  noktalamış durumdayken duyduğu bir iki uydurma sözü, okuduğu bir iki yazıyı 21.yy’a taşımak için kendi içinde tutarlı bir gerekçe olması  gerekir. Bu yazara uygun okuyucu var mı, yok mu? Tencere yuvarlanır, kapağını bulur” tekerlemesi anımsanıp bu konu geçilebilir mi? Yukardan beri,  yazar özellikle de basın sözleriyle genelleştirilmiş bir durum sergilenmiş ise de; burada  Köy Enstitüleri konusunda saplantılı, az emekle  ucuz ahkam kesenlerle, onları yönlendirenlerin görüntüleri  verilmeye çalışılmıştır. Bilindiği gibi suçlular hiçbir zaman “Ben buradayım!” demez. Onlar,  her zaman saklanırlar. Hele Köy Enstitüsü karşıtı yazarcıkların çoğunu izlemek olanaksızdır. Ben bunları oldum olası eski savaş alanlar kalıntılarına benzetirim. Savaş olmuş bitmiştir. Aradan yıllar geçmiş, geriye yıkık dökük kimi kalıntılar kalmıştır. Bunlar da giderek anılardan silinmeye yüz tutarken bir de bakılır ki kalıntılar arasında  patlamayı bekleyen bir nesne ateş alır, hiçbir zarar vermese bile duyanların yüreğini hoplatır, geçici bir ürperme yapar. Kalıntılar bilindiği gibi toplanıp hurdacılara verilir. Köy Enstitüleri için yazılanlar da tıpkı böyledir .Birisi vaktiyle  bir şeyler karalamıştır. Böylesi inançsız bir işlevi yüklenecek saftirik her devirde bulunmaz, bu nedenle “Varak-ı ebleh bekletilir. Ta ki bir başka zamanda  tıpkılık izlenimini veren bir yeni yetmeye “De buyur !”edilir. Piştovcu çıkan sesin yankısını bir süre duyar gibi olur. Aslında ses mes yoktur, ses sanılan bir yankıdır. Kulağına gelen, 60 yıldır benzerlerine geldiği gibi onu da  yankı alanına çekmiştir. Ebediyen duyacaktır bu yankıyı. Çunkü o yankı Türk Ulusunun lanet çığlığıdır. Çağının tüm insanları uygarlık için yarış ederken Türk halkı doğru dürüst okuma hakkından, el becerisini geliştirme etkinliklerinden yoksun edilmiştir. Suç, aslında çok büyüktür, Uluslararası yarışta hızımızın yitirilmesine neden olunmuş giderek de kendimize güven duygumuzu güdükleştirmiştir. Bu denli suç işleyen bu insancıklar toplum içinde nasıl yaşıyorlar? Bu soru hep sorulmaktadır. Bu sorunu yanıtı da hep verilir. Kurtla kuzunun, tilkiyle tavuğun yaşadığı bir dünyada başka zıtlıklar da bulunmaktadır. Özellikle insan zıtlaşmasında bu daha karmaşık boyutlara dönüşmektedir. Bu zıtlıklar içinde bireyler kendilerini koruyacak önlemleri aldığı gibi yandaşlarının da korunması için kolaylıklar bulmaktadır. İşte Köy Enstitüleri olayı, kapatılmış olmalarına karşın “Büyük Yıkım” için tuzak peşinde koşanları bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Suçlu  arayanlar, eşkalleri köşe bucak demeyip ortalığa  çizilmiş caniler gibi toplum düşmanlarını kolayca görmektedir. Burada, benzetmeden söz edilse de  tıpkılık beklenmemelidir.  Genel hatlarıyla toplum suçu  işleyenler belirli bir görünüme sokularak  suçlu gömlekleri içinde kamuya tanıtılmıştır. Öte yandan Köy Enstitüleri’ni kendi olgusu içinde gezip, görüp anlatan, onurlandırıcı, özendirici sözlerle onları umutlandıran yazarlar elbette vardı. Bu tür kıvanç verici çalışmalar bugün de vardır ki bunlar giderek salt halkımızı değil bilim yuvalarımızı, sanatsal kesimlerimizi devindirmiş sayısız  prof, doçent, sanatçı günümüz eğitim  batağından  çıkışı, Köy Enstitüleri denemesinden yararlanmada gördüklerini açık açık yazıp söylemektedirler. 60 yıl önce başlayan karalama  saldırılarına karşı ilk günden daha gerçekleri haykıranlar olmasaydı ,onlara katılan sağduyu sahipleri dirençle gerçekleri yazmasaydı  Köy Enstitüleri toplumsal katmanda UNUTULMADILAR,UNUTULMAYACAKLAR söylemleriyle belleklere yerleşebilir miydi? Onların doğrularıdır ki öteki  bozguncuların kuru gürültüsü içinde dimdik durdu, yeni yeni filizlenmeye çalışan Köy Enstitüsü kaynaklı yazarlara ışık tuttu. Usta çırak örneğinde olduğu gibi kısa bir süreçte bir birini tamamlayan  bu Köy Enstitüleri savunmanlığı gerçekte bir HAK SAVUNMANLIĞI idi. Şaşmaz Tarih önünde rahatça söyleyebiliriz ki bu savaş kazanılmıştır. Kazanılan savaşlar zafer sözcükleriyle süslendir. Hatta muzaffer komutanları olur. Burada da bunlar doğal olarak gündeme gelmiştir. Bu savaşın kahramanları var kuşkusuz önemli olan hak paylarının yerin de üleşilmesidir. Dillere destan olmuş imece, şu  üretilmiş  işlerden  herkese eşit pay  dağıtıcısı olanlar zaferi nasıl bölüştürdüler? Yoksa Ünlü  filozof Descartes’in Metot Üzerine Konuşmalar’ ında değindiği gibi “Kişiler akıl dağılımdaki eşitliğe razı olurlar ama başka bölüşümlerde hep kendine yonarlar!” ilkesi burada da geçerliğini sürdürdü mü? Konuyu daha açık olarak ortaya çıkarmak için örnekler vermek kolaylık sağlar. Yukarda değinildiği gibi Köy Enstitüleri’nden yetişmiş sayısız değerlerin bir bölümü öteki değerlerden halk katmanlarında daha öne geçmiş olabilir. Örneğin Fakir Baykurt bunlardan biridir. Onun için bu büyük bir mutluluktur, bu mutluluk da onun hakkıdır. Aynı zamanda  bu Köy Enstitüleri için bir başarı belgesidir. Öteki Köy Enstitülüleri için zararına da olsa çitayı yükseltmiştir. (Kendi kulvarında)Ne var ki kimileri bu konuyu hemen meşrebince saptırıp hedef değiştirme yolunu açmıştır. ”Köy Enstitüleri bir Fakir Baykurt yetiştirmiştir!” deyip  eveleme geveleme oyununa başlamışlardır. Doğrusu bu yanıltıcı  sav  övgü gibi sunulup Köy Enstitüleri’nin işlevsel alanını daraltmak için sinsice kurulmuş bir  saptırmaya dönüşüyor. Tarafsız ya da olayın dışında olanlar bu söylemi olduğu gibi  benimseyip geçiyorlar. Zaten öteden beri okullarımızda bir ucuz övgü sürüp gelmektedir. İstiklal Marşı’mızı yazan Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp Veteriner okulunda okumuştur. Ömer Seyfettin, Aziz Nesin, Fazıl Hüsnü Dağlarca,  Turgut Uyar Harp Okulunda okumuştur. Halide Edip Adıvar Amerikan Kolejinde, Cemal Süreya Siyasal Bilgiler, Gülten Akın Hukuk Fakültesinde okumuştur. Bu sözler, onların kültür oluşumu açısından bir önem taşır ancak bu okulların belirli amaçları vardır, bu insanların kazandığı ünlerle bu amaçların doğrudan  ilgisi yoktur. Sözgelimi Cemal Süreya ile Turgut Uyarın şiir anlayışı yaklaşımları  Siyasal Bilgiler Fakültesi-Harp Okulu derslerinin yakınlığın olamayacağı gibi ikisi de Harp Okulu’nda okumuş Fazıl Hüsnü Dağlarca-Turgut Uyar şiir anlayışı ayrılığı okudukları okulun verdiği kültürden değildir. İşin en ilginç yanı da VETERİNER ÖĞRENİMİ görmüş Ziya Gökalp’le Mehmet Akif Ersoy iki şair olarak taban tabana denecek ölçüde bir birine karşıttırlar. Konu, şekil, söylem, biçem yakınlıkları görülmez.    Böyleyken onları tanıtan kitaplar bunlarla yetinen öğreticiler 70 yıldır Veteriner öğrenimini, sanki katkısı varmış gibi araya sıkıştırıyorlar. Kısacası okulların genel amaçları vardır .Onlar bu amaçları gerçekleştirecek bireyleri yetiştirmek uğruna olağanüstü çaba gösterirler. Buralardan çıkanlar belirli   işlere yönelirler. Bu işler geneliyle bir meslek adı almıştır. Orada çalışanlarda bu mesleği benimseyip akitleri gereği sürdürürler. Veteriner, Maliyeci, Subay, vb. gibi....Öteki okulları bir yana bırakıp bu açıdan Köy Enstitüleri’ irdeleyebiliriz. Bu okullar, her boyda kültür kırıntısı taşıyan insanın apaçık anlayacağı yalınlıkta bir amacı vardır. Köy insanına yardımcı  olacak, onların sorunlarına yakınlık duyabilecek öğretmen yetiştirmek.  Köy toplumu kapalı bir toplumdur. Bu toplumun çağdaş yaşama açılması için, onun içinde birlikte yaşamak, yenilikleri gözleri önünde sergilemek, tepkileri sabırla değerlendirip  alışmaları yeni alışmalara yöneltmek gerekir. Kapalı toplumların tarihsel bir uzun süreç içinde yüzeysel görüntü vermesine karşın  katılaşmış, katmanlaşmış olmazsa olmaz! alışkanlıkları  oluşmuştur. Bunlara çok yönlü duyarlıklar yumağı da  denilebilir. Bunları irdelemek için  yaklaşmak, inandırıcı girişimlerle ele almak, açılımlara olanak sağlamak zorunluluğu vardır. Bu, bir bakıma  kendine özgü yöntemleri  oluşturmak  için o sorunların içinde yaşayıp çözümlerini bulma ilkesi diyebiliriz. İşte Köy Enstitüleri’nde bu ilke benimsenmiş  öğrenciler derinliği az da olsa değişik alanlarda denenerek-gözlenerek bir ufuk açma deviniminden geçirilmiştir. Önce öğrencilere çalışmanın hem de çok çalışmanın gerekliliği vurgulanıp yaşamsal bir gereklilik benimsetilmiştir. Başarının çalışarak kazanılacağına inandırılmış, sevip seçtiği alana ürküntüsüz atılma güveni verilmiştir. Bu donanımlara bireysel yetiler de katılınca göğüslenen işlerde başarılar kazanılmıştır. ”Köy Enstitülerini halkımız yadırgadı!” diyenler çıkmıştır. Bunlar doğaldır. Bu tür değerlendirmeleri içgüdüsel itilerle yapanlara nedenleri sorulsa da bu terane sürecektir. Çünkü bu tipler halkımızın da uygarlığı yadırgadığını bilirler de  kıllarını bile oynatmazlar. Kendi doğrularını daha doğrusu eğrilerini gizlemek için şeytansı yöntemlerini değişik renklere ya da biçimlere sokarak gününü gün etmeyi yeğlerler. Bunların Köy Enstitüleri üstüne saptırıcı taktiklerinden biri de tüm Köy Enstitülerini, oralardan ışık almış binlerce insanı sıfırlayıp halkın kör gözüne parmağım dercesine karşılarına diktiği kişileri alkışlayarak, sözüm ona değerbilirlik yapmaya kalkmalarıdır. Örneğin Fakir Baykurt’u yadsımaları olanaksız. Fakir Baykurt’un yazın alanındaki başarısı onların cüce kalemleriyle çiziktirip kirleteceği düzeyi kat kat geçmiş. Sakın bunların susacakları sanılmasın? Onlar bir yolunu bulup kemirgenliğini yapacaklardır. Nitekim yaptılar da. Fakir Baykurt bir ödül mü aldı? Ödülü  öne sürüp arkasından, Fakir Baykurt’un başkanı olduğu  T.Ö.S’ü ele alıp yapacaklarını yaptılar. Fakir Baykurt bir öğretmendi, M.E. Bakanlığı ile ilişkisi vardı. Bu ilişkiyi bozmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu çirkin  oyunlarında bir yandan da Köy Enstitüleri’ni Fakir Baykurt’a bağlayıp sövgülerini sürdürdüler. Bu konuda tek Fakir Baykurt değil, adı yaygın duyulmuş öteki Köy Enstitüsü çıkışlı kimseler de aynı  durumlarla karşılaştı. Köy Enstitüsü kökenli bir çok insan yüksek öğrenim görüp ilgi duyduğu alanda başarılı oldu. Bunlardan politikaya atılıp bakan olanlar çıktı. Sayısız  başarılı işleri yanında sözgelimi  beklenmeyen çıkışlar da oldu. Bu kez, ”İşte fırsat!” deyip hemen Köy Enstitülü olduğu ortaya döküldü. Milli Eğitim, İçişleri, İskan, Sosyal Yardımlaşma Bakanlıkları arşivleri incelenince bunlara sayısız örnek bulunabilir. Bunun yanında yine sayısız Köy Enstitüsü kökenli yetenekli insan sanat ve bilim alanlarını seçmiş ürünleriyle yurt sınırlarını aşarak dünya ölçüleri içinde ad yapıp yüzümüzü güldürmüştür. Sayıları yüzleri aşan bu tür başarılı sanatçılarımız, prof’larımız kendi konuşmalarında değinmese onun yetişmesinde ilk  izlerin nerede başladığını kimseler bilemeyecektir. ”Köy Enstitüleri’nde Gorky ya da Panait İstrati okunuyor!” diye yaygara yapanların buralarda susması iyi niyetle bağlanabilir mi?

Köy Enstitüleri,  öğretmen yetiştiren birer kuruluştu. Ancak bireysel eğilimleri kurutan değil yeşerten bir ilkeyi birinci plânda tutuyordu. Bu ilke doğrultusunda yetişen öğrenciler dileyince öğretmenliğin ötesine rahatça geçebilecek doğal yetilerin de bilemekteydi. Anımsadığım arkadaşlarımdan Arif Gelen, Rıza Dönmez öğrencilik sürecinde artı olarak yabancı dillere gönül vermiş durumda idi. Okulu bitirince tüm gücüyle bu alana kayıp yaşamlarını bu uğurda yönlendirdiler. Ekrem Ula, Hazma Soydan yapı-sanat alanına önem verdi, yaşamlarını böyle sürdürdü. Örneğin Hüseyin Atmaca öğrenci örgütleriyle ilişkileniyordu. Tüm öğrencilik süreci bu uğraş içinde geçmişti. Okulu bitirir bitirmez İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un önerisi ve oluru ile bitirdiği okulda yönetici olarak kaldı. Daha sonra da bu alanda örnek bir yönetici olarak anılır oldu. Hakkari’den başlattığı Milli Eğitim Müdürlüğü görevini, Artvin, Maraş, Kütahya, Muğla, Aydın, İzmir illerinde sürdürdü. Uzun  bir zaman süreci çalıştığı bu illerde başarı grafiği hep yükseldi, aldığı başarı belgeleri benzerlerine rekor olarak gösterilir oldu. Üstelik bu başarılar onun yetiştiği okulu kapatacak ölçüde karşıt bir yönetimden geldi. M.Şükrü Koç, Hayrettin Ünsal, Mustafa Üstündağ, Hasan Fehmi Güneş, Niyazi Ünsal, Hüseyin Öztürk, Tufan Doğan, H.Latif Sarıyüce, Mahmut Bozdoğan, Fahri Özçelik, İsmail Kutluk vb. politik alanda bir değerse, Doğan Çağlar, İ.Ethem Başaran, Cemal Yıldırım, Ayşe Baysal bilimsel eğitim alanında, Ömer Demircan, Emin Özdemir, Adnan Binyazar dil çalışmalarında, Sami Akıncı, Hüsnü arıcı hukuk alanında başarı kazanmıştır. Bunlara İsa Öztürk ansiklopedi uzmanlığı ile, Celil Altın usta yöneticiliği ile, Ali Yüce ozan olarak, Osman Şahin öykücü olarak, Ali Dündar düşün yazarı olarak, Y.Ziya Bahadınlı, İsmail Aydoğan , Mustgafa Koç, Mevlüt Kaplan yayıncı olarak başarılı kişiler dizisini sürdürebiliriz. Ancak  bu kadarını anımsayabildiğim bu başarılı insanlara bir o kadarını daha eklemek olasıdır. Bunların başarı gizini araştırmaya kalkınca çok değişik etkenlerle karşılaşacağımız kesindir. Bu etkenlerin ne ölçüde Köy Enstitüleri’nden geldiğini söylemek, bizi, ölçüsü saptanamayacak ayrışık ya da yaklaşık tutkularla  karşı karşıya bırakmaktadır. Bunlarda, okuduğu okullardan bir esinlenme olduğu kuşkusuzdur ama bunun etkilenim boyutu  bireyseldir, kişinin gensel getirimleriyle  ilgilidir. Bu nedenle her biri ötekinden çok ayrıcalıklar gösteren bu alanların hiç birisini doğrudan doğruya Köy Enstitülerine bağlayamayız. Bunların hiç birisi salt Köy Enstitüsü ülküsünü içine sığacak etkinlikler değildir. Bu nedenle yukarıdaki listeye bir de Ali Yıldız’ı ekleyebiliriz. Hanı şu İstanbul –Çorlu arası yolun üstündeki Çiftlik Köyü öğretmeni Ali Yıldız. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitirince bu köye atanmış hep bilinen didişmeleri aşarak görevini sürdürüp emekli olmuş, yaşamını orada noktalamış. Çocukları köyün bir parçası, mezarı sevenlerince çiçeklerle donatılmakta olan Ali Yıldız öğretmen. Bir de adını çağrıştıran çamlığı var. Çamlık, bir orman ya da çağdaş bir park, haftalık yorgunluğu giderecek, dinlencelerde öğrencilerin, yakın çevredekilerin  gereksinimlerini karşılayacak ölçüde geniş bir  alan. Şimdilerde, şöyle de diyebiliriz 2000 yılında,20. yüzyıl biterken İstanbul çevresinde imece ürünü çam ormanı salt burada vardır. İşte bu nedenle Ali Yıldız’ı da yukarıdaki çok değerli ve başarılı insanlar listesinde yeri olsun istedim. Üstüne üslük bir de görüntü kurguladım. Bu bir rüya da olabilir. Ancak rüyaların gerçekleri bu denli yansıtacağına inananlardan değilim. Gene de uzun ve huzurlu bir gecenin deliksiz uykusunda görülmüş olabilir. Köy Enstitüleri konusundaki bilgi ve  emeğini hiç kimsenin yadsıyamayacağı değerli eğitimci İsmail Hakkı Tonguç, her zamanki yalnız görünümüyle  yürüyüşe çıkmış. Çevresiyle ilgilenmiyormuş gibi algılanılmasına karşı  tüm yüreğiyle çevresini süzdüğü  bir gerçek. Yukarıda başarılı çalışmalarıyla  adlarını andığımız öğrencileri kendi  adlarını verip “Tonguç Baba bize de uğra!” diyerek kendi yönlerine yönelmesini bekliyorlar. Tonguç Baba bu sıcak ilgiye çok seviniyor ama başını bile çevirmeden yürüyüşünü sürdürüyor. Bu sıra nasılsa ben bu görkemli görünüm içinde bitiyorum. Ün  yapmış arkadaşlarımız arasında olamamanın acısını duyup görülmeden kaçmayı hesaplarken, tıpkı öğrenciliğimde olduğu gibi Tonguç Baba o unutamadım güçlü sesiyle ”Lüleburgazlı sen  neden oralarda değilsin?” diyor. Oralarda olamadığım için  özür bulamıyorum, boynum bükük duruyorum. Tonguç, kendine özgü büyüklüğü içinde beni teselli edip “Şimdi gel sen bana yardımcı ol, git o arkadaşlarına teşekkürlerimi ilet, ayrı ayrı hepsine gidecek vaktim yok, görüşmek isterlerse şuraya,(Ali Yıldız’ın çamlığını gösteriyor.)Çam ormanına gelsinler, özlemle kucaklaşalım! Gelemeyenlere de  bol bol selâmlarımı söyle!” Düş kurgum  bu denli kısaymış besbelli, noktayı buraya koydum. Uzun uzun düşündüm, konuşmalarını anımsadım, kitaplarını bir daha gözden geçirdim, elimden düşürmediğim mektuplarından birinde bir öğretmene verdiği öğüt kaygılarımı azalttı. ”Siz, her biriniz, gittiğiniz köylerde birer  Pestalozzi olmak zorundasınız!” diyordu o mektubunda. Rahatladım. Rüyam sürse idi Tonguç  beni de  Ali Yıldız’ın çamlığına, çağrılı arkadaşlarla bir tutacaktı, bekli de gene “Lüleburgazlı piyano ile aran nasıl, o kargacık burgacık notaları güzel seslere döndürebiliyor musun?” deyip, gülecekti. Belki de diyorum ama tümden rahatladığımı da söyleyemem…Uzun bir zaman sürecine dağılmış, neredeyse kaybolmuş, toplumun belleğinden silinmiş olaylardan, olayların nedenlerinden, sonuçlarından söz ettim. Saptırılmış söylemlerin olumsuz etkilerinden yakındım. Yazdıklarımı okuyanlar herhalde “Oldukça dertliymiş!” deyip duraksayacaklar. Duraksamalarına bir başka neden de olabilir belki! Yaygın bir kanı vardır, biz köy kökenliler az konuşuruz. Köy Enstitülüler bu genelleme içinde suskunca bir düzleme çoktan yerleştirilmişlerdir. Bu suskunluğumuza biz  kızarız ama gene de tutarlı bir çıkış yapıp dil tutukluğu sınırımızı aşamayız. Belki de bu özelliğimizden olacak 60 yıldır hep sustuk. Gerçi içimizden birileri durmadan konuştu ama bunların bizim adımıza mı yoksa kendi çıkarları  üstüne mi konuştuklarının uzun süre ayırtına varamadık. Onların dedikleriyle bizim demek istediklerimizin örtüşmediğini gördükçe bu kez de içimizden gelen sızıların acılarıyla kıvrandık. Giderek konuşanlarla susanlar belirgin bir çizgi ile ayrılıp öbekleşti Suskunlar anılarıyla, kendince boy atan tutkularıyla yetinip bunu bir varsıllık saydılar. Konuşanlarsa anlatılarını bir ayrıcalık, giderek de varsıllığın belirtisi sayıp  daha geniş bir yelpaze içinde bir bakıma kendileriyle yarışa kalkıştılar, kimileri de değişik kulvarlarda bireysel güçlerini deneyip, olağanüstülüklerine herkesin inanması için çok yönlü uğraşlara kalkıştılar. Doğal olarak bu olağanüstü bir güç gösterisi, büyük zaferler kazanma  hevesinin zorlu yarışıydı. Bu yarışta kimileri durumu anlar gibi oldu duraksadı, kendini yenileme yerine tekrarı yeğledi. Alışılmaya görsün tekrar, başarıyı geriye doğru itip tüm kazanımları eriten bir ters yürüyüş de olabilirdi. Nitekim böylesi de oldu. Kişiler, toplumsal paylaşımdan büyük payı kapma tutkusuna  kalkışınca ayırdında olmadan teneşirliğin kapısına dayanır …

 

Halkımız dilinde zaman zaman söylenen uyarıcı sözler vardır:”Birileri, insana kırk gün deli!” derse, kişi  biraz oynatırmış. Şu da denir:

- Şaşıyla düşüp kalkan şaşırır! Bu sözleri kanıtlarca Köy Enstitüleri’ni bitirenlerde de söylemlerin etkisiyle  olacak değişik bir durum gözlemlendi. Konuşanlarla ,susanlar ! Konuşanlar ne konuştu? Kime konuştu? Köy Enstitüsü olgusunu yaşayanlar  bu ikili ayrışımla  karşı karşıya kaldılar. Bir yanda içinde yaşayıp yoğruldukları gerçek, bir yanda şekilsel, sözler üstüne kondurulmuş  bir kurguluk

Suskunlar olarak belirtmeye çalıştığım Köy Enstitüsü çıkışlı geniş katmanın Bu tür bir Kurgukondu  ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Yurt düzeyinde belirginleşen bu ikircil görüntüyü canlandırmak için kotarılmış bir öykümüzü var. Kıssadan hisse…Bir köylü öyküsü:

-Adamın biri kuyu kazıyormuş. İşini geliştirdikçe ünlenmiş adı da Kuyucu oluvermiş; gel Kuyucu, git Kuyucu!…Kuyucu, işini tek başına yapıyormuş. Kullandığı araçlar, ip, kazma, kürek vb .Kuyu derinleştikçe sağlam ipini dayanıklı bir tutaca bağlar tutuna tutuna iner çıkarmış. Bir gün dalgınlık etmiış, ipini sağlam tutturamamış olacak, tam kuyuya indiğinde ip arkasından  gelmiş. Tenha bir yermiş. Uzun  süre beklemiş, bağırmış çağırmış ama sesini duyan olmamış. Çaresiz, kaderine boyun eğip günlerce beklemiş. Yalnız çalıştığı için kimse de kaygılanmamış. Günler sonra ilgilenenler çıkmış, aranmış, kuyuda bulunmuş. Ölmemiş ama ölüm halinde kuyudan çıkarılıp hekime götürülmüş. Hekim, ”Tehlikeyi atlattı, yaşayacak ama bir süre konuşamayabilir, kaygılanmayın sonra sonra  açılır, benzerleri oldu, zaman içinde düzeldiler. Önce suskun bir dönem geçirecek, bir süre sonra anlamsız sözler, sık sık tekrarlar yapacak. Bu süreçte sakın sözünü kesmeyin, yanlışlarını düzeltmeyin, duraksama yaparsa tümden susabilir. Bu  aşamalardan sonra eski duruma gelmemesi için bir neden yok!” demiş. Köy halkı Kuyucu’yu kendi halinde biri, olarak bellediği için, ona yardımda elbirliği edip hekimin dediklerini noktası noktasına yerine getirmişler. Arada dikkatsizlik eden olunca hekimin dediklerini anımsatıp uyarmışlar. Kuyucu gerçekten hekimin dediği gibi günden güne iyileşmiş, gücü geldikçe de konuşmaya başlamış. Ancak kimi sözleri sık sık tekrarladığı gibi,kimi sözleri de  anlatmak istediklerini olaylara gereksiz yere  karıştırıyormuş. Köylüler, hekime verdikleri  sözlerinde durarak Kuyucu’nun  konuşmalarını sabırla dinlemiş. Özellikle gençlerin kimi zaman sabırsızlandıklarını görünce elbirliği ile onları susturup  Kuyucu’yu desteklemişler. Sonunda Kuyucu eski gücüne kavuşmuş dahası eski suskunluğu yerine çok konuşan biri olup çıkmış. Ancak konuşmalarında, sözcük tekrarları yerine bu kez de tümce tekrarı  görülmeye başlanmış. Özellikle de bir tümce diline persenk olmuş. ”Ben kuyudayken!” Ne anlatsa araya bu sözü getirir katarmış. ”Ben kuyudayken düşündüm ki, ben kuyudayken anımsadım, ben kuyudayken karar verdim” türünden tekrarlar Kuyucu’nun belirgin özelliği olmuş çıkmış. Kuyucu’nun  bir başka  yeni özelliği de eskiden olduğu gibi bir kenarda kalması yerine her konuşmada ortaya atılması, biçiminde belirmiş. Son sözü söyleme gayreti içinde  diretmeleri giderek gözden kaçmaz olmuş. Kuyucu’nun varsayımlarından bıkan gençler “Yeter artık, Kuyucu iyileşti, onu dinlemek zorunda mıyız? diyerek diretince; yaşlılar: ”Aman ha, bir süre daha katlanalım, adamcağız oğlunu evlendiriyor, bu mutlu gününde onu üzmeyelim! ”Kuyucu oğlunu evlendirmiş, mutluluğunu yaşamış anlatılarını da bol bol sürdürmüş. ”Ben  kuyudayken bu kızın iyi bir gelin olacağını düşündüm, ya da yağmur yağacağını düşündüm vb. deyip gidiyormuş. Seçimler gelmiş geçmiş, ölenler olmuş. Kuyucu bunları kuyudayken hep düşünmüşmüş. Gene bir direnme denemesi yapılmak istenmiş. ”Kuyucu ne zaman bir köşeye çekilecek?” diye soranlar olmuş. Yaşlılar bu kez, ”Kuyucu artık çok yaşlandı, sayılı günlerini geçiriyor, bırakalım içini boşaltsın, giderayak kalbini kırmayalım!” demişler. Kuyucu çevresiyle kendi arasındaki duvarın ayırdında olmadan konuşmasını sürdürmüş, ”Fatma kadının öleceğini ben kuyudayken  anlamıştım, pancar paralarının bu yıl verilmeyeceğini ben kuyudayken düşünmüştüm!” v.b. Anlayana Sivri sinek!..................

Genel bir döküme göre Köy Enstitüleri’ni bitiren 16000 insan, 1950-1960 arası kuyuya düşmüş gibi suskun  takımını, tıpkı Kuyucu’nun dinleyicileri gibi yaşamları boyu  dinlediler. Sanki onların anlatacak öyküleri yoktu.21 Köy Enstitüsü biriminde 600 dolayında binayı onlar yapmamıştı. Küçük küçük yörelerde tarihin karanlık dönemlerinde gıdım gıdım üretilmiş, yüzyıllardır kıyıda köşede kalmış millî oyunları (Zeybekleri, horonları)onlar toplayıp yaymamış ,onların özgün müziklerini, halk ninnilerini, ağıtları, söylenceleri onlar derlememişti. Öte yandan işbirlikçi artıklarının, yobaz bozuntularının besleme basın ile elbirliği edip çamur attığı onlar değildi. Onlar sustular ama acaba hiçbir beklentileri yok muydu? Sanırım bir beklentileri vardı.(Bu şimdi de var, gelecekte de olacaktır).Ülkemizin eğitim yönünden gelişme ölçekleri nedir? .Örneğin 1940-1950-1960-1970-1980-1990 yıllarının eğitim çizgisi sayısal ölçüler içinde nasıl bir gelişme göstermiştir? Giderleriyle kazanımlarının sergilenmesi Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin sonsuza dek istedikleri değişmez bir dilektir. Bu yapıldığı takdirde uğradıkları haksızlıklar ortaya çıkacak, böylece onların emeklerini görmezden gelenleri, onların çalışma şevklerini kıranları Türk halkı  ebediyen lanetleneceklerdir. Bu da tarafsız bilim adamlarının çabalarıyla gün yüzüne çıkacaktır. En kutsal beklentileri işte  budur!

17 Nisan 2000 günü  Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde okumuş birkaç arkadaşla içinde yetişip yaşam savaşına güvenle girdiğimiz, bilgi yuvamızı gezdik. Bizim yaptığımız yapılar ilk günkü gibi ayakta duruyor. Bu yapıların plân uygulayıcısı, her tuğlasının nereye konacağını bize sabırla anlatan öğretmenimiz, değerli insan Namık Ergin’i gördük, elini öptük.90’lık ulu çınar Namık Ergin. Köy Enstitüleri üstüne giderek artan ilgi sorulunca, ”İlgi artmasına şaşmıyorum!” deyip, gülümsüyor. Gülümsemesinde, kahredici bir sitemin olduğu besbelli, gizliliğini koruyamıyor. Eski günlere,55-60 yıl öncelere gidiyoruz. Yüzlerce genç bir iş yapmanın mutluluğu içinde sanatsal donanım uğraşı veriyor, bilinç süzgecinden geçirerek yeteneklerini geliştiriyor. Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandıranlardan yurt yönetim nöbetini almak için hazırlanıyor, onların zafer şarkılarını çok sesli korolara dönüştürüp yankılandırıyor. Yıllar sonra buluşmuş 10-15 insan, bir birine bakıp gülümserken belli ki bu anla geçmiş arasında gidip geliyor. Mutluluklar, umutlar derken ağarmış saçlar değişmiş sesler kendimizi çabucak kendimize getirip kaygılarımıza bürünüyoruz. İçimizden biri ansızın, ”Ne umduk ne bulduk? deyiveriyor. Yanıt bekleyen yok. Bir başkası “!”Biz halkımıza yaklaşmak istiyorduk, onlarla kaynaşmak ,onların sorunlarını çözmek için  gerekli bilgileri ter toprak içinde öğreniyorduk!” Gene bir sessizlik, anlamlı bakışlar. Sanki hazırlanmış bir metni değişik seslerle okumak üzere hazırlanmış bir sahne. Bir üçüncü arkadaş “Oysa onlar bizi görmezden geldiler. Bir önceki memur öğretmenlere yaptıkları bize de yapmaya  kalktılar. Yıllarca onlardan yakınmışlardı. O tip öğretmenler hem onlara tepeden bakıyordu, hem de hiç yararlı olamıyordu. Üstelik kendine hizmet ettirerek onları  aşağılamaktaydı!” Tek tek konuşmalar duruyor .Bu kez bir kaçı birden kendini tutamayıp, ”Onlar bunun ayırdında olamadılar. Daha doğrusu onlar bunun ayırtına varmadan gafil avlandılar. Basının olumsuz kanadı ,bir bakıma kalemkeş harâmileri sahte kutup yıldızlığına(Kervankıran yıldızı) burada da soyunmuş yol şaşırtmasını ustaca yapmıştı. Olumsuz kanat demek de az tam anlamıyla besleme basındı bu. Hem de devlet kasasından besleniyordu. Bu bir sav değil, yüksek mahkemelerin sayısız tutanaklarında yerlerini almış gerçeklerdir. Büyük Doğu, Millet Mecmuası daha bir takım kırık kıydırık varak-ı rezile vb. N.Fazıl, C,Kutay, F.Tevet , İ.Pehlivanoğlu,  S.Hocaoğlu daha sayısız bilmem ne oğlu(!)öylesi yalan, yanlış yazılar yazdılar, öylesi suç yönelttiler ki sıradan insanın inanmaması giderek zorlaştı. Çünkü yönetim kadrolarındaki yandaşları olayı yönetim mekanizmasına devrederek sahici  görüntüsüne kolayca bürüyebiliyorlardı. Örneğin dersini sürdürmekte olan bir öğretmen  derdest  alınıp karakola götürülüyor, karakol onbaşısı isterse öğretmeni bir süre karakolda  bekletebiliyordu. Bunun için  bir imzasız mektup ya da kendisini gizli tutmak isteyen bir vatandaşın duyurusu yeterliydi ..Şu işe bakın, vatandaş kendini gizli tutuyor da  özel yasaların koruma altına aldığı öğretmen görevinden uzaklaştırabiliyor. Yönetim sorumluları bu çarpıklığı görmezden gelip olaya karıştırılan öğretmeni suçlamak için, bile bile tertiplere aracı olabiliyordu. Bunları yaşadık ,unutmadık. Burada hepsini  konuştuk mu? Tıpa tıp diyemesem de, bakışlarımızda bunlar hep vardı. Sonunda bir arkadaş kendi anıları içinde boğulmuş olacak, TV’deki “Cemal Kutay!” dedi yutkundu. ”O Kutay mı? yoksa ad benzerliği mi var?” diyebildi. ”O KUTAY!” Bundan hâlâ medet uman kimler ki? Bunun yanıtını kim verecek? İşte gene Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kitap adı çıktı karşımıza “HEP O ŞARKI!

Tarihimizde Tanzimat Fermanı 1839’da ilân edilirken Fransa’da O.Comte adlı bilgin 3 Hal  Kanunu diye adlandırdığı yöntemi ile yeni bir bilimi müjdelemekteydi: Sosyoloji. Bugün, Toplum Bilim olarak andığımız bu bilimi okullarımızda okuruz, okuturuz. Toplum, bilinçli bir bireyler birlikteliği demektir. Söz konusu birliktelik kurallara  dayanır. Kurallar bireylerden çok  toplum katmanları arası iletişimlerle ilgilidir. Burada beğenme, eleştirme, yargılama gibi önemli değer ölçüleri benimsenmiştir. Bizim toplumumuza bu açıdan bakıldığında sağlıklı bir sosyoloji bedene sahip olmadığı apaçık görülür. Örneğin bir  toplumsal yargılama, kınama, beğeni ölçeği oluşmadığı gibi böyle bir sorun da yoktur. Bu konuda bir uyandırma girişimi olsa, yönlendirilmeye hazır bir tavlı taban bulunamaz. Belli katmanlarda bir takım yargılamalar, değerlendirmeler  yapılmakta ise de bunlar ilkel ölçüler içinde kotarılan dinsel yaptırımlardır. Bilimsel gelişmelere, uygarlığın evrensel değerlerine genel katman buna kayıtsız kaldıkça ”Eski Hamam Eski  Tas” söylemini tekrarlanarak  uyutuluyor insanlarımız. Böylece insansal evrenimizde, eğriyle doğru yan yana yaşıyor. Toplum bunu  değişmez bir kuram gibi içinde yaşatıyor, sonucuna da acı çekerek, ”Kaderim!” deyip katlanıyor. Böyle olunca da sürekli olumsuzluklar yaşanıyor hatta bu sorunsuzluklar katmerleşerek çığ gibi büyüyor.1920’lerde saygınlığımızı kazanmak için verdiğimiz namus savaşı, elde ettiğimiz kazanımlar birer ikişer elimizden çıkmakta, saygın devletler arasındaki yerimiz giderek geriye doğru itilmektedir. İnsanlığın değer ölçülerine karşı umursamazlığımız buna karşın salt bireysel kazanç uğruna ulusal çıkarlarımızı göz ardı etme yarışına kalkışmamız Cumhuriyet Döneminin kazandırdığı etik güçlendiriciliğimizi de takatten iyice düşürmüştür. Hayali ihracatçılık, gemi dolusu insanı başka ülkelere kaçırma, bankaları hortumlama, ihale fesatları, uyuşturucu kaçakçılıkları yapılması yanında, bu tür yolsuzlukların  yapılabilir, yapılırsa daha iyi olur, mantalitesi içinde karşılanması düpedüz bir toplumsal sayrılıktır. Toplumsal sayrılıkların tanısı kolaydır ama sağlığa dönüştürülmesi oldukça zordur, hatta buna olanak da yoktur gibidir. Sayrılı toplumlar kimi zaman kelebeğin tırtıla dönüşmesi gibi  bir başka biçime girerek yaşamını  sürdürürler ama tırtıldan kelebeğe dönüşüp gösterişli bir görünüm kazanması az görülmüştür. Bu nedenle içine düşürüldüğümüz durumu vurdumduymazlıkla karşılayıp kendimizi  aldatmamız anlaşılır gibi değildir. ”Vurdumduymazlık,  toplumların yaşamlarını , tarihsel süreci içinde  kendi elleriyle kısaltır! ”diye boşuna mı söylemişler?

İşte Namık Ergin’ler, onun gibi yurt toprağına alın teri  katanlar, çevresinde olup bitenlere kaygıyla bakıp içleniyorlar. Nasıl ilgisiz kalsınlar,  nasıl mutlu olsunlar ki?

Büyük İMECE’ nin tüm bireylerine sonsuz sevgiler, kaybettiklerimizin anısı önünde saygıyla  eğilirken kalanların tümüne sağlıklı yaşamlar, bol ürünlü çalışmalar dilerim.

 

 

 

20/Nisan/2000

Erenköy/İstanbul

 

 

 

Belgesel bağlamında, danışman Talip Apaydın’a kısa bir ileti, bir öykücük:

-Adam, yaralanmış, halsiz düşmüş yatıyormuş. Sağlıklı olduğu dönemlerdeki eşi dostu günümüzde çok geçerli bir deyimle sıvışmış. Eski ünü nedeniyle yaklaşan birileri de, salt insanlık adına,(Hep böyle denir)bir hekim bulup getirmişler. Hekim hastanın orasını burasını yoklamış, kapsamlı bir onarım yapılmasını buyurup çekilir gibi yapmış. Bu kez yardımına koşanlar telaşlanır gibi olmuşlar, hekime:

-Yapılması gerekeni siz yapamaz mısınız,? diye sormuşlar. Hekim tam zamanında işe el koyuyoruz, daha da gecikirse hiçbir işe yaramayacak!” deyip  hastayı özel bir bakımevinde gözetim altına almış. Yaralı kişiyle ilgilenenler, hayırlı bir iş yapmanın sevinci içinde yaralıyı hekimle baş başa bırakıp çekilmişler. Yaptıklarının küçümsenmeyecek bir insanlık görevi olduğuna başkalarını da inandırmak için eşe dosta yaymışlar. Bu kez  yaralıyı  tanımış olan başkaları da görmek istemişler. Usta hekim elini biraz da çabuk tutarak hastanın  işe yarayacak organlarını birer birer almış, kalanların da bir süre da titreşimler sağlayan teknik gerekleri devreye sokmuş. Kişi, devinimden yoksun, tüm organlar işlevsiz sözün  kısası bitkisel sürece girmiş. Hekim kendi açısından başarılı ver de  mutlu, gelenleri güler yüzle karşılamış. Yaralıyı görenler, düş kırıklığına uğramış, şaşkın şaşkın bakışıp mırın kırın etmeye kalkışmışlar. Hekim:

-Bakın, yaralınız eski gücüne göre  geliştirdiği bedeni  koruyamayacak ölçüde güçten düşmüştü. Bu nedenle sağlıklı sürecin organlarını taşıyamazdı ,fazla geldiğini gördüklerimi alıp yükünü hafiflettim. Bildiğiniz gibi gemilerden bile fazla yükü “SAFRA” olarak atarlar. Benim yaptığım da buna benzer bir olay. Gelenlerden birileri, ”Ama ölüyor!” diyecek olur. Hekim:

,-İlahi takdir ne ise o olur, kul buna ne yapabilir?” deyip arkasını döner…Böyle bir benzetmeye kalkıştığım için ben de rahatsız oldum; önce bunun bilinmesini isterim. Ancak beni bu denli acımasız yapan şu soruların da yanıtsız  kalmasına gönlüm razı olmadı. Örneğin, Hasanoğlan-Yüksek Köy Enstitü anılıyor, dikilen heykeller dile getiriliyor, prof..Nusret Suman anılmıyor, yanında çalışanlardan hiç değilse İsmail Koralay’ ın adının geçmesi düşünülmüyor. Uzun uzun temsiller anlatılıyor ama, yetiştirici Mahir Canova, özellikle de o anılan temsilleri ortaya çıkaran, Kamil Yıldırım, Yıldız Kırktepeli,  Şerif Yalman, Muttalip Çardak  yok sayılıyor. Korolardan söz açılıyor, öğretmen Aydın Gün, Hilmi Girginkoç, Süleyman Güler, öğrencilerden Abdullah Ön, Fahri Yücel, Ahmet Yol, Abdullah Erçetin, Orhan Doğan   anılmaya değer bulunmuyor. Talip Apaydın Vivaldi keman konçertoları çalıyor ama  Mehmet Arseven’n, kulaklarımızda derin iz bırakan Toselli serenadı, Doğan Güney’in  Boccherini menueti unutulup, kemanları kutularında kapalı tutuldu. Özellikle de Müzik Bölümü Başkanı Mehmet Öztekin, öğretmen Faik Canselen, Şükrü Arsev es geçiliyor. Burada gerçekten bir  haksızlık yapılmıştır. Alınteri dökerken imece şarkıları söyleyenlerin iş- ürün toplamaya dönüşünce “Nalıncı Keseri” rolü üslenmek ne anlama gelir? Talip Apaydın’ın Kütahya yörelerinden topladığı notaya alması ne güzel bir olaydır! Bu girişim günümüz bile örnek alınacak, gençlere önerilecek bir çabadır. Ancak, ondan önce arkadaşımız Şevki Aydın da bu konuda çok başarını bir çalışma yapmış bunlardan bir bölümü Köy Enstitüleri dergisinde basılmıştı. Bunlardan özellikle  Deriko,Mavilim benimsenmiş o yandan bu yana söylenmir. Bunların anılması fazla mı olacaktı? Olmamışları olmuş gibi göster nasıl gerçeği değiştirmiyorsa yanılgıların olmuşları da  kimseye bir  ün  kazandırmaz. Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar Bölümü etkinlikleri bir konservatuvar ölçeğinde değildi. Bu nedenle orada bir konçerto etkinliğinden söz etmek oldukça  abartılıdır. Ancak orada bir kez  F.Mendelsshon      op 64 keman konçertosu, Lico Amar-Roji Sabo ikilisi tarafından konser olarak çalınmıştır. O günlerin ünlü, çocuk kemancısı Suna Kan bile geldiğinde küçük parçalardan oluşan bir konser vermiştir….  Hasanoğlan, olay olarak, Cumhuriyet kültürümüz içinde örnek bir imece ürünüdür. Besbelli bu, tarihimize de böyle girecektir. Ancak biz, bu kuruluşun varoluşuna tanık olanlar, bu büyük imecenin ter dökme yarışında yıldızlaşan adlarını  saygıyla anmakta  kusur etmemeliyiz, etmeyeceğiz , bu konuda titiz davranacağız. Bizden olduğunu söyleyenlere de bu inancımızı duyuracağız. Bu ilke biraz da söz konusu olayın özüdür. Emek, Ürün, Değer  bileşkesi. Buna katılanlar, Hasanoğlan’ın o günlerde yapılmış tüm binalarında Layoş Sili’nin el izi olduğu gibi, tüm dikilmiş fidanlarında da İzzet Palamar’ın göz izi olduğunu unutamazlar. Onların gölgesinde İzzet Palamar’ın, Layoş Sili’nin anılmaması büyük bir eksiklik dahası bir saygı yitikliğidir. Söylediklerim ayrıntı değil olayın kişisel tutkulardan arındırılmış özüdür; bence, imececiler bunu  yapmamlıydı, bundan böyle de yapmamalıdır. Saygılarımla….

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ