Yarının Türkiyesine Seyahat Yazarı Yanılıyor mu Yoksa Yanıltıyor mu?
11 Ağustos 1944 Cuma
Çakı Efe kılık değiştirmiş, gene Efe ama bedenini biraz inceltmiş:
-Çok sıcak oluyor, Bir terleyince de uzun süre kurunamıyorum. Bir de böylesini deneyeyim! dedi. Küçük Efeler hazır. Önce Güvende, Bengi gene Güvende. Okul Müdürü az uzağımızdan geçti. Ben hiç oralı olmadım ama Hasan Çakı Efe, azıcık önemsiyor. Gene de konu üzerinde konuşmadık. Aşık Veysel'den söz etti, beni sormuş. Pazar günü birlikte gitmeye karar verdik.
Kahvaltıda Yüksek Bölüme geleceklerin listelerinden söz edildi. İlgilenmez göründüm ama içimden Kepirtepe'den gelecekleri öğrenmek isteği oldukça tedirgin ediyor. Çiftelerle, Haruniye listeleri gelmiş. Haruniye'den beklediğim vardı. Önce mektuplaşmıştık, sonra kestik ama gene de gelirse iyi olur.
Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin burada olduğunu söylediler. Media Öğretmen kardeşinde kalıyor, özel sorunları olsa gerek! deyince, fısıldaşmalar oldu. Ekrem Ula Muallâ Öğretmenini koruyucu tavır alarak:
-İşi saptırmayalım, o iş tarihe gömüldü! deyince ilgimi çekti:
-Neymiş o tarihe gömülen? Tarih seven biri olarak olan hiç bir olayın tarihe gömülemeyeceğini, ancak bir süre için insanlar tarafından örtülebileceğini, bir süre sonra gene insanlar tarafından gün yüzüne çıkarılacağını söyledim. Ekrem Ula uyardı: “Haklı olabilirsin ama bunu eşeleyici biz olmayalım!” Konu öylece kapandı. Gene de ben Bella'yı anımsayarak, Sabahattin Öğretmen'le gelmiş olabileceğini düşünerek hemen salona indim. Doğru düşünmüşüm, hemen ardımdan Bella geldi. Günaydın! deyip piyanoya oturdu. Bir parça çaldı. Arkasından Rusça şarkı bilip bilmediğimi sordu. Sözlerini bilmiyordum ama Volga Volga ile O Çiçorniya'ı akordiyonla çok çalmıştım. Bella Volga Volga! diye sözleriyle çaldı. "Öteki Bulgarca, onu sevmiyorum!” deyip kalktı. Ablası da buradaymış, buraya atamasının olduğunu dersler başlayınca geleceğini söyleyip ayrıldı. Gülerek:
-Seni görmek için değil, şımarma, kendimi sana göstermek için geldim! deyip ayrıldı. Arkasından çıkarken baktım. Sahiden araba kapının az ötesinde onu bekliyormuş, kapıyı kapatırken el salladı. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmeni düşündüm, bunları neye yorar acaba? Bella gidince kafam iyice karıştı. Kahvaltıda sözü edilen olayı okula geldiğimiz ilk günler daha öğrenmiştik. Bizim bölüme şan dersine gelen Ruhi Su, Muallâ Eyuboğlu ile mercimeği fırına vermeye kalkışınca buradaki görevinden uzaklaştırılmış. Bunu bir aile olayı sayan arkadaşlar belki gene öyle bir kuşkuya kapılmış olabilir. Pencereden Lalabel tepelerinde bir süre baktıktan sonra çalışmaya oturdum. Joseph Haydn 59'u toz ettim. Mozart Varyasyon (Maman) ilk sayfasını da kendim için hazırladım. Nedenini de Faik Canselen Öğretmene anlatacağım; sanırım hoşnut olacak.
Yemekte, öğretmenlerin çoğu erken gelip gitmiş. Buna sevindim, Nebahat Öğretmenle karşı karşıya oturduk. "Yarın gidiyor musun?” diye sordu. "Yarını iple çekiyorum! " deyince yüzü al al oldu. Arkasından ekledim:
-15 gündür aynı parçayı çalmaktan usandım. Onu geçmeden başka parçalarla oyalanmaktan da çekiniyorum.
Nebahat Öğretmen yumuşadı. Aysel Öğretmen geldi, onun grubunun çalışma günüydü, özür diledi, öğrencileri göndereceğini söyledi. Yüzüne baktım, tam:
-Hayrola, her zaman söylemeden gönderiyorsunuz, bugün bir gelişme mi var? diyecektim. Nebahat Öğretmen:
-Bugün ben bakayım, bir başka gün de sen bana yardım edersin! dedi. Aysel Öğretmen yapmacık bir tavırla Nebahat Öğretmene:
-Sen bir meleksin, benim güzel arkadaşım, bir yerine iki nöbet tutarım! deyip işi lâfla savuşturdu.
Aysel Öğretmen 2. sınıflara bakıyor. Pek zevkli çalışma olmuyor ama ben bugün seslere; türkülere ağırlık verdim. Açık açık, eskileri tekrarlayarak vakit doldurdum. Sonunda da “Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim!” hesabı çocuklara piyano çaldım. Çocuklar çıkarken Nebahat Öğretmen teşekkür etti. Arkasından da onun çocuklarına neden piyano çalmadığımı sordu. Söz verdim, bundan sonra her çalışmada çalacağım. Yarın için bir söz bekledim, tınmadı. O tınmayınca ben de unutmuş numarası yapıp ayrıldım. Ancak çok üzüldüm. Ben mi sorup kurcalasaydım? Böyle yaptığımı doğru sayıp çalışmaya döndüm. Ne var ki bu tür kararsız durumlara düşünce çalışmalarım verimli olmuyor. Aklım gidip gidip aynı konuya dayanıyor. Öztekin Öğretmen pazartesi günü gelecek. “İzinim 15 Ağustosta dolacak” demişti. Belki de pazar günü gelecektir. O gelince bu rahatlığı bulamayacağım. Bir süre de buna üzüldüm. Her zamanki tutumumun tersine bir durum; çalışmaktan başka bir düşüncem olmayacak! diye kendi kendime kural koyarken, şimdi en rahat zamanımda böyle saçmalıyorum! Kalktım, rastgele bir plâk seçtim Edvard Grieg piyano konçertosu. Koyarken daha triram, triram, triram dedikten sonra laaa, laa laa, la laaa! demesi hoşuma gitti. Vakti gelince kapının açılmasını bekleyen kuzular, kapı açılınca birden dışarı çıkıp bir süre koşuşurlar, sonra da sakinleşip otlamaya geçerler. Edvard Grieg'in konçertosu bana bunu anımsattı. Edvard Grieg Piyanosu, kuzular. Zaman zaman aklıma gelen olay; ben ilk müziği ne zaman, nerede algıladım? Koyunların çanlarında. Özellikle keçilere takılan ziller ilgimi çekiyordu. Sonra babamın saatı. Onu dikkatle dinlemem Kırklareli'deki Hasan Amcamın dikkatinden kaçmamış, bir dahaki gelişinde bana bir mızıka getirdi. Mızıka bana geldi ama Hasan Amcamın yeğeni arkadaşım Hilmi:
-O dayımın mızıkası diye tutturdu, o denli ağladı ki ailece karar verilip mızıka el değiştirdi. Bir süre sonra bana bir zilli mızıka geldi. Zil dedikleri üst iki tarafında ses çıkaran iki ek vardı. Bu arada kahveye bir köpekli gramofon geldi. Gramofon mızıkaları susturdu. Ben zilli mızıkamı çalmayı ilkokul 3. sınıfı bitirene dek bırakmadım. en büyük başarılarımdan biri Kırklareli Valisi Faik Üstün köye geldiğinde oğlunu da getirmişti. Vali oğlu zilli mızıka görmemiş, herkesin içinde babasından zilli mızıka istemişti. Vali baba oğluna:
-Yakında İstanbul'a gideceğiz, orada istediğini alırsın! deyince bu kez ben boynumu bükmüştüm:
-Yakında İstanbul'a gitmek, nasıl bir olay? Gramofon İstanbul'dan, plâklar İstanbul'dan, iğneler İstanbul'dan babamın çalar saati de İstanbul'dan. Bir gün Kırklareli'ye gidince Hasan Amcamın klârnetini gördüm. Bizim köydeki Topal Yusuf'un zurnasını andırıyordu ama Amcam eline alınca klârnet kulağımdaki sesleri toz etti. Bir süre sonra da Vahit Dede (Vahit Lütfi Salcı) bandoyla köye geldi. Gıdım gıdım çiziktirdiğim müzik patikam birden büyük bir alana dönüştü. Flütler, klârnetler, trompetler, Trombonlar, Kornolar, Kornetler. Bandoyu dinleyince plâklar üstüne kurduğum giz kalktı. "İşte böyle topluluklar çalıp söylüyor, onlardan plâk yapılıyor” derken bir cızırtı duydum, plâk bitmiş iğne dış çizgide cız çalıyor. Kayıp plâğı bozabilirdi. Toparlandım. Öztekin Öğretmenin her an gelebilirliğini düşünüp ortalığı topladım. Yarın burası kapalı, Pazar günü burada olacağıma göre Öztekin Öğretmen salonu derli toplu bulacak. Piyanoları da sildim. Yemek ziline dek Joseph Haydn 59'u bir daha tekrarlayıp kapattım. Daha ellemeyeceğim. Mozart varyasyonu açıp ikinci bölümü çalıştım.
Yemekte bir öneri:
-Aşık Veysel'e gidelim! Rahatsız olur, demeye kalkıştım, Çak Efe söze karıştı, çok sevineceğini söyledi. O daha çok görüşüyor. Az düşününce bu öneri benim de işime geldi:
-Yemeği çabuk yeyip masadaki konuşmalara dalmayız. Sabah trende karşılaşır da yumuşak bir hava bulursam daha onurlu davranmış olurum! Haklıymışım Nebahat Öğretmen yemeğe zaten gelmeyecekmiş. İçimden:
-Öyleyse yarın da gelmeyecek! Oldukça rahatladım. Aşık Veysel bizi çok hoş karşıladı. Arifiye ona çok yaramış. Okul müdürü Süleyman Edip Balkır'ı överek söze başladı. hemen hemen her yaşadığı değişik anı anımsayıp anlattı. Gölde gezdirmişler, o çok hoşuna gitmiş:
-Beni de kendileri gibi düşünmeleri, beni ayrıca sevindirdi. Kendileri gördüklerini anlatırken benim görmediğimi unutmalarından mutlu oldum. İnsanlara sürekli acındırmaktan utandığım oluyor. Bu bakımdan sazım benim imdadıma koşuyor. Bağlamayı aldı:
Aslıma Karışıp Toprak Olunca
Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gök yüzünde dalgalanır seslerim
Her zaman toprakla birleşir cismim
Cümle Mahlûk ile bir olur ismim
Ne hasudum kalır ne de bir hasmım
Eski düşmanlarım olur dostlarım
Evvel de topraktır sonra da adım
Geldim gittim bu sahnede oynadım
Türlü türlü tebdilâta uğradım
Gâhi viran şen olurdu postlarım
Benden ayrılınca kin ve buğuzum
Herkese güzellik gösterir yüzüm
Topraktır cesedim güneştir özüm
Hava yağmur uyandırır hislerim
Alimler âlemi ölçer biçerler
Hanını hasını eler biçerler
Bu dünya fânidir konar göçerler
Veysel der ki gel barışak küslerim
Aşık Veysel (11 Ağustos 1944 Hasanoğlan)
Neler Yaptı Bana Kader
Neler yaptı bana kader
Uyansana kara bahtım
Yel değdikçe erir gider
Karşı dağda karabahtım
Tecelliin ters kalemi
Bana dar etti âlemi
Dedim güzel sar yâremi
Çıkageldi hora bahtım
İçimden gitmez kederim
Mihnet ile doldu derim
Dünya kalsın ben giderim
Bilet veren kara bahtım
Yükün adı gam kervanı
Terk edip gider bu hanı
Bilinmez nerde mekânı
Göğe bahtım yere bahtım
Bu bir sır ki açıklanmaz
Diyen bilmez bilen demez
Öyle bir yol giden gelmez
Uzar gider ara bahtım
Veysel söyler derdi çoktur
Ecel gelir ölüm haktır
Saklanmaya imkân yoktur
Ora bahtım bura bahtım
Aşık Veysel (11Ağustos 1944 Hasanoğlan)
Veysel, sazı almadan önce neşeliydi, Sazı bırakırken azıcık hüzünlendi. Ekrem Ula havayı değiştirmek için bana sordu:
-Geçen yıl biz doğru dürüst Edebiyat Dersi görmedik. Bu yıl da Hamdi Keskin Öğretmen hep Divan Edebiyatından söz etti! deyince Hüsnü Yalçın da:
-Bize de öyle değince söze karıştım:
-Neden öyle diyorsun? Halk Ozanlarından örnekler okuduk, Ahmet Yesevî'den Dertli'ye dek örnekler okuduk, Pir Sultan Abdal, Kazak Abdal, Aşık Ömer, Karacaoğlan, Emrahlar, Gevheri, Dertli. Aşık Veysel dikkat kesildi:
-Dertliden ne okudunuz? Telli Saz! deyince gülümsedi:
-Hep onu okuturlar zaten deyince ben:
-Hamdi Keskin Öğretmen bu konuda çok hoşgörülü;
Sakiya camında nededir bu esrar-Katresi eder mestane beni-Şarabı Lâlinde ne keyfiyet var-Gezdirir meyhane meyhane beni. koşmasını da okudu! dedim. Aşık Veysel, Dertli'nin "Telli Sazdır Bunun Adı semaisini okudu. Ben de yukarıda başladığımı tamamladım. Böylece Aşık Veysel'in yüzünü güldürdük. Kazak Abdal'dan "Eşeği saldım çayıra !” deyince yüzünü buruşturdu. Bu kez Pir Sultan Abdal! dedim. Gülümsedi. Ancak Pir Sultan Abdal'dan ezber şiir bilmiyorum, bildiklerim hep yarım yantal parçalar. Bülbül olsam varsam gelsem-Hakkın divanına dursam-Ben bir yanıl alma olsam-Dalında bitsem ne dersin? Veysel dillendi:
Sen bir yanıl alma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çöğmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin?
Çakı Efe dayanamadı, sordu:
-Çöğmen nedir? Ekrem, ev sahibini çok yormayalım bizi bir daha kabul etmez! deyince Aşık Veysel:
-Sizi sevdim her zaman beklerim! dedi, başındaki özel takkesini çıkararak selâmladı. Oldukça geç olmuştu. Koşuşturarak dönüp yattık
12 Ağustos 1944 Cumartesi
Çakı Efe yetişti, birlikte gittik. Önce bir Harmandalı, arkasından Bengi, arkasından gene Harmandalı son olarak Güvende. Dört oyun zamanı tam dolduruyor. Çocuklar dördüne de alıştılar.
Kahvaltıda gözlerim aradı ama yok. Ortada bir oyun var ama üstünde durup canımı daha fazla sıkmak istemiyorum. Salonu dolaşıp nöbetçiye söyleyeceklerimi söyleyip trene yetiştim. Tren tenhaydı. İlk kompartmana bakınca şaşırdım. Nebahat Öğretmen yalnız oturuyor. Günaydın! dedikten sonra “Ne zaman gittiniz?” diye sordum. “Nereye?” diye o da bana sordu. “Ya Kırıkkale'ye ya da Elmadağ'a” deyince güldü. “Yanılıyorsun, okuldaydım, sürpriz yapmak için erken geldim.” “Ya dün, akşam, kahvaltı?” “Hepsi sürpriz.” Yüzünü güleç görünce karşısına oturdum. Yüzüme gülümseyerek bakıyor, bir türlü değerlendiremiyorum. Başka arkadaşlarının da olabileceğini düşünmeye başladım. Etimesgut'u tam bilmiyorum, nasıl buluşacağımızı sordum. Etimesgut'a gitmeyeceğimizi söyledi. “Şaka etme” demek zorunda kaldım. Benimle Konservatuvara geleceğini söyledi, ardından da sordu, “Gelebilir miyim?” “Elbette, ancak kısa bir zaman beklemek zorunda kalacaksın!” Biz konuşurken Cebeci’ye ulaştık. Hala olayı kavramış değilim. Bir açıklama yapmasını bekliyorum.
Konservatuvara girdik. Faik Canselen Öğretmen gördü, el çırparak üst kattaki odayı gösterdi. Biz girdik az sonra da Faik Öğretmen geldi. Çok nazik olarak ikimizi ayırmadan selâmladı. Nebahat Öğretmene, “Sizi çok bekletmeyeceğiz, biliyorum 15 gündür İbrahim ödevini yapmıştır!” dedi. Önce kendisi girişi çaldı. Sonra ben geçtim. Kısa bir konuşmadan sonra Sonata başladım, başladığım gibi bitirdim. Faik Canselen Öğretmen “işte bu kadar. Bir Haydn’a daha ne dersin, bu kez de 60 olsun mu?” diye sordu. Tamam. Faik Öğretmen okulu sordu; Öztekin Öğretmenin yarın geleceğini söyleyince “selâmlarımı ilet” deyip bizden önce merdivenden inerek ayrıldı. Kapıdan çıkınca Nebahat Öğretmen Faik Canselen Öğretmeni çok övdü. Ancak yüzüme bakarak sordu:
-Bizi ne sandı acaba? Ben de:
-Arkadaş sanmıştır, üzülme senin gibi güzel birinin benim sevgilim olacağını düşünmez! Daha doğrusu düşünemez. Böyle bir durum olsa benim bunu böylesine açıklamayacağımı bilir.
-İyi öyleyse! deyip gülümsedi. Bu kez de ben sordum:
-Sence ne düşünmüştür? Biraz ekşimsi gülümseyerek:
-Benim düşünebileceklerimin anlamsızlığını en baştan söyledin.
Ulus’a gidiyoruz. Sol tarafta Esen Park var. Gölgeliklerde oturan var ama tenha sayılır. Orasını gösterdim, çıktık. Oturunca sordum:
-Önce sen mi konuşmak istiyorsun yoksa benim mi konuşmamı istiyorsun?
-Sen bilirsin dedi. O zaman ben de:
-Bana bırakıyorsan senin konuşmanı istiyorum. Ancak önce bir söz söyleyeyim: Seni seviyorum. Ama gönül geçirmek için değil, beğeniyorum. Yakından tanımak istiyorum, güvenilir bir arkadaş olarak görüyorum.
-Ondan sonra? diye sordu. Ondan sonrası yok. Yok değil var ama ona daha çok vakit olduğundan değinmek istemiyorum.
-Evlilik mi? diye sordu. Evlilik ama ona en azından üç yılım var, iki yıl okul, bir yıl da askerlik. En azından üç yıl. Yüzüme sevecen sevecen baktı:
-Sen çok akıllı, çok dürüst bir insansın, seni bu yüzden seviyorum. Ancak evlilik anlayışım, arkadaşlık anlayışım tıpkı senin gibi. Tek farkımız ben üç yıl bekleyecek durumda değilim. Bunu bilmeni istedim. Bana kırılmamanı istiyorum. Bunu söylemek için çoktandır düşündüm. Rahat konuşmak için böyle bir gün seçtim. Annem, babam bizim gibi düşünmüyorlar. Onlar sevgide, arkadaşlıkta falan değil belli bir yaş içinde bu işin olmasını kafalarına koymuşlar. Beni mutsuz etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Onlara göre ben şimdi nişanlıyım. Elimi elinin içine aldı:
-Ne güzel ellerin var, piyano çalarken onları elime almayı o denli düşledim ki, sanırım bu düşüm ömrüm boyunca sürecek.
Birden ürperdim, söyleyecek söz bulamadım. Kendimi sinemada, daha çok da roman okuyor düşüne kapıldım. Yüzüne bakıyorum, güzel yüzünde çok doğal bir gülümseme var, bu bir aşk muştusu olamaz. Bunu fırsat bilip bir adım ileri gitmeye kalkarsam her şey berbat olabilir. İşi savsaklar duruma da düşürmek istemiyorum. Hemen, “ayırdında olmadın belki ama senin çocukluktan kalma bir piyano özlemin var. Bu çok küçüklükten başından geçen bir isteğin bilinçaltı depreşmesi olabilir. Örneğin piyano çalan ya da piyanoyla oynayan bir çocuğu görüp, o an onun yaptığını yapamamanın özlemi giderek doğrudan piyanoya değil de onunla ilgili bir tür fetiş duygusunun sürmesi olabilir. Piyano çalarken ellerime olan ilgiyi yemek masasında çorba kaşıklarken duyman olası değil. Şimdi birlikteyiz, benim sizinle birlikte olmaktan mutluluk duyduğumu biliyorsunuz. Bu duygular da sizi etkiliyor. Belki de şimdi bir arada oluşumuzun nedenini hep piyanoya bağlıyorsunuz. Bu nedenle ellerimi piyanoda görür gibisiniz. Birçok insan özellikle kendini beğendirmek isteyen açık gözler bu numaradan çok yararlanır. Arkadaşının yeni giysilerini giyip sokağa çıkanlardan tutun da borç alarak varsıl görünüp kız kandıranlar hep bu insan zaafından yararlanır. Bunların bizim olayımızla doğrudan ilgisi yok gibi görünür ama yol aynı kapıya çıkar, ilk görünüşte olumlu etki bırakıp sonra işi mantık alanına saptırarak yaşamı sürdürmek.”
Beni dikkatle dinleyen Nebahat gülümseyerek:
-Evlilik konusunda ben kendimi çok titiz, hesaplı kitaplı sayıyordum ama, siz benden çok aşırısınız. Böyle oluşunuz bana cesaret veriyor, sizinle olmaktan sakınmıyorum. Dedikodu çıkarsalar bile aldırmam. Cumartesi günleri geldiğinizde bana haber verirseniz, severek gelirim.
Bitişiğimize gelen olunca kalktık, Betty Grable filmi varmış, ona girdik.
Film başlayalı çok olmuş. Olsun! dedik, film bitince çıkmak zorunluğu yok. Ancak araya bir yığın gelecek proğramlardan parçalar giriyor. Ona da olsun! dedik. Film zaten İngilizce. Arkadaşım İngilizce okumuş ama önceden söyledi:
-Filmlerdeki konuşmaları çevirmem olanaksız. Bildiğim sözleri bile bir süre sonra anımsayabiliyorum. Zaten filmde anlaşılmayacak bir taraf yok. Şarkıcı, sarışın güzel Betty Grable açıla saçıla bir takım olaylara kalkışıp sık sık şarkı söylüyor. Gökte ay, denizin ışıklı görüntüsü, az sonra film bitti. Az bekledikten sonra başka filmlerde dinlediğim Harry James çıktı. Çaldığı çalgının
Harry James
adı da Trumpet. Bizim trampetin adını almışlar ama benzerliği yok. Arkadaşım:
-Sen bunları iyi biliyorsun! dedi. Sesinden bir pişmanlık olmadığını anladım. "Sıkıldım, çıkalım!" diyeceği kuşkusu içimi kemiriyordu. Rahat rahat filmde gösterilen yerlerin güzelliğini konuştuk. Arkadaşım hemen Harry James'in (çalgıcı diyor) eşinin öyle rollere çıkmasına nasıl izin verdiğini sordu. Doğrusu buna benim de aklım yatmıyordu ama sanki öylesine inanıyormuş gibi yarım tiyatro bilgimden yararlanarak işin bir sanat olduğunu, öyle rolleri yapmasına karşın eşini gene sevdiğini, aşk denilen şeyin aslında bu olduğunu anlattım. Karanlıkta gülümsediğini farkedemedim ama sesinden öyle anladım:
-Sen buna inanıyor musun? diye sordu.
Film başlar başlamaz, nasıl olduysa Betty Grable o açık saçık giyimiyle yere düştü. (Rol gereği) Arkadaşım sordu:
-Sen olsan eşinin böyle, herkes içinde yerlerde yuvarlanmasına razı olur musun? Artık iyice anladım ki, arkadaşım düpedüz kendini rol yapanın yerine koyup kendini savunuyor. Ne desem nafile, "Olmam!" dedim ama; sözümü başka konulara kaydırdım; okuduğu romanları, hikayeleri sordum. Bu sıra Betty Grable tüm güzelliği içinde sahneye çıktı, şarkı söyledi. Zaten onun filmdeki gerçek rolü hareketli şarkılarla filmi değerlendirmek.
Betty Grable
Sahnede şarkı söylerken halkın coşkusu, az önceki yapmacık olayları aldı götürdü. “Onu sevenler, bunları düşünerek başka filmlerine gelecek. Eve döndüklerinde Trumpet çalan Harry James de kutlarken şarkıları için kutlayacak!” deyince sabredemedi:
-Bunları şaka olsun diye söylüyorsun! değil mi? diye sordu. Ben de:
-Senin söylediklerin şaka değil mi? Sevgi, aşk ya da karşılıklı bağlılığın ne olduğunu biliyorsak bunları doğal olarak şaka sayarız. Filmin sonuna doğru roldekiler sarılınca takıldım:
-İyi ki Trumpetçi gitti, bunu görseydi çıldırırdı! deyince elimi tuttu:
-Hani şaka konuşuyorduk?
-Onların hepsi şakaydı ama bizim konuşmadıklarımız şaka değil! deyip elini ellerimin arasına aldım. Çekmesini beklerken öteki elini de ellerimin üstüne kapadı. Film bitmek üzereyken birden “çıkalım!” deyip ayaklandı. Çıktık. “Ulus tarafına gitmeyelim” dedi. Kızılay’a, Güven parka gittik. Tenha bir yere oturdu. Ben yanında sessizce yürüdüm. Zaman zaman da içimden acaip duygular geçirdim. "Ya şimdi boynuma sarılırsa? Ya da:
-Bir daha konuşmayalım? Böyle derse karşılaşacağım sonuçları hesapladım, arkadaşlar arasında konu olur, konuşup dururken neden küsüştüler? Hiç de öyle olmadı, uzun bir süre sonra sordu:
-Sen hiç aşık oldun mu? Soruyu durgun bir yüzle sordu ama arkasından da güldü. Yüzüne baktım, hiç duraksamadan “sevdim ama aşık olmadım. Sevdiklerimi sorarsan seninle beşinci olacak. Bak oldu demiyorum, çünkü sana aşık olma hazırlığı içindeydim.” Sevmekle aşık olmayı anlatmamı sordu. C ile A'yı ona da tekrarladım. C ile silip geçen ilişkiyi olduğu gibi söyledim. “Pişman mısın?” diye sordu. Şimdi de pişman olmayacağımı söyledim, “pişmanlığı yaşamıma sokarsam mutluluğu hiçbir zaman yakalayamayacağımı biliyorum!” dedim. Sevdiklerimin adlarını sordu. "Cemile, Hacer, Süheyla, Muazzez, ötekini biliyorsun!” deyince kendi adını söyledi...
13 Ağustos 1944 Pazar
Ekrem, ne düşünmüş ya da rüyasında hoşlanmadık bir olay mı görmüş, gözlerini açarken daha:
-O kitap çıkmış, aldın mı, aldınsa ver okuyayım şunu... Bakalım benim sözlerime de ekleme yapmış mı? dedi. Ahmet Emin Yalman'ın Köy Enstitüleriyle ilgili Yarının Türkiyesine Seyahat'ı kastediyordu. "Kitabın çıktığını duydum ama almadım!" dedim. Oysa aldım, kaç gündür onunla uğraşıyorum. Doğrusunu söylesem, belki ters bir durum olur, Ekrem'le ters düşmek istemem. Sanırım yakında kitaplığa gelir, açar okuruz. Ne yazacak ki, en az on arkadaştan yazı almış ya da düşüncelerini not etmiş. Anımsadığım kadarıyla arkadaşlar da nişangahsız atmışlardı. Ekrem'in söylediklerini tam anımsamadım.
Oyun alanına yetişmek için ivedi gittiğimden konuşmamız yarım kaldı. Ancak Ekrem'in söyleyeceklerini önemsedim: Kitabı görmeden neden durup dururken böylesine sinirlendi?
Oyunlar boyunca Güvende, Bengi, Harmandalı çaldım ama aklım hep orada kaldı. Kahvaltıda konuşacağımızı umarak yatıştırıcı olmaya karar verdim ama, Ekrem erken ayrılmış, üzüldüm. Giderek merakım arttı. Salona dönünce kitabı açıp Ekrem'in konuşmasını okudum:
Ahmet Emin Yalman önce hazırladığı listeyi açıp konuşma yazısı verenleri okuyor. Gene elindeki listeye baktı, Ekrem Ula'ya dönerek “çok soylu hemşerilerin var, onlar sana yardım ederler. Asım, Tarık, Rasim Uz kardeşler, onlarla işbirliği edersen gayene çabuk ulaşırsın!” deyip Ekrem'in yazısını okudu.
"Gördes'in Belen köyünden Ekrem Ula'nın köyünün davalarına ait plânları şunlardır! deyip Ekrem'e devam etmesini söyledi. Ekrem:
-Eskiden şöyle düşünürdüm ki köye iyi bir öğretmen gelse, çocukları okutsa, yaşlıların gözünü açsa her şey iyi olacak! Enstitüde okuduktan sonra anladım ki, köyün kalkınması için oraya öğretmenle beraber sanat, alet, yeni ziraat tekniği ve kooperatif girmelidir. Gordes'in köyleri on beştir. Yalnız kaza merkezinde 5 sınıflı bir mektep açılmıştır. Diğer beş köyde 3 sınıflı mektepler vardır. Fakat bunlar çok zaman muallimsiz kalıyordu. Benim kendi köyüme bir aralık bir öğretmen gelmişti. O gidince orta mektep mezunları geldi-gitti. Mektepten hiçbir istifade olmadı. Ancak kazadaki mektebe gidenler bir şeyler öğrendiler. Şimdi yeni bir dava yeni bir mektebi köy için istifadeli bir hal koymaktır. Bir defa kanunun icapları var, bunları yerine getireceğim. zaten şartlanmışım. Bunun haricinde köye sanat sokacağım. Kardeşimi de bu maksat için hazırladım. Hep birden örnek olmaya çalışacağız. İçimde dert olan bir mesele Köyceğiz-Muğla şosesini iyi bir halde tutmaktır. Köyün hayatı bu şoseye bağlıdır. Şose seller yüzünden boyuna bozuluyor, tamirat yapılmıyor; ara sıra Kaymakam jandarma gönderiyor. Bir kaç teskere toprak dökülüyor, yaptırılan bu işle yol güya tamir ediliyor. Ben bu işi kendi menfaatimize ait bir şey diye gönül hoşluğu ile köylüye yaptırmak yolunu tutacağım!
Önce Ahmet Emin Yalman'ın "Ünlü hemşerin var!" dediği ilgimi çekti. Düşündüm; Us soyadlı bir yazarı anımsadım. Gazetelerde yazıları çıkıyordu ama hangi gazetede? Birden toparlandım:
-Dr. Behçet Uz'la karıştırıyorum Sağlık Bakanı Behçet Uz. En doğrusu Ekrem'den sormak! Açtım bu kez öteki konuşmacıları okudum. 2. sınıflardan Ali Yılmaz, Sarılmış Aslantaş, Enver Ötnü, Rahim Ünüvar, Galip Şahin, Hüseyin Sezgin. Bizim 1. sınıftan iki kişi çıkmış, Veli Demiröz'le Mustafa Buğday.
Önce çok konuşkan Veli Demiröz'ü aldım:
-Ağabeyim Eğitmen kurslarına gitti. 1940 senesinde mezun olarak Eğitmen sıfatıyla köyümüzün mektebini ele aldı. Kendisiyle mektuplaşıyorum. Devamsızlıktan acı acı şikâyet ediyor. Bazan kanunu tatbik suretiyle devamsızların babaları cezalandırılıyor. Fakat bu cezalar mektep etrafında sevgi ve lâkayı çoğaltmıyor, azaltıyor. Devamsızlık nedendir? Birinci sebep iktisadi durumdur. İkinci sebep okuma ihtiyacının duyulmamasıdır. Fakat bu ikinci sebebi de birincinin bir neticesi diye kabul ederek en evvel iktisadi durumun ıslahı ile uğraşmak çok yerinde olur. Cıvar köylerimizde aynı zorluklar vardır. Bunun için bir cıvar köyden gelen arkadaşım Musa Ali Yılmaz’la el ele verdik. İşleri beraberce düşündük Arkadaşım biraz evvel fikirlerini anlattı. Kendisiyle programlaştıracağımız işler arasında hayvanları, meyveleri ıslah etmek, kurslarla sanat öğretmek, kooperatif fikrini kurmak ve ilerletmek gibi işler bulunmaktadır.
Ahmet Emin Yalman az önce konuşan Ali Yılmaz'ı dinlerken daha güleçti. Ali Yılmaz'ın özellikle bir işbilen eşle işe başlayacağını öne sürmesi arkadaşların da beğenisini kazanmıştı. Ali de bir uygulanabilirlik sezilmişti. Hiç değilse düşünülmüş bir olay seziliyordu. Veli, "Ali ile ortak çalışacağız!" demesine karşı parmaklar kalktı; en az on kişi söz aldı. Önceliği Hasan Özden aldı. Hasan Özden:
-Arkadaşlar, biz gerçekten köy davasına inanıyorsak olaya daha geniş çerçeveden bakmalıyız. Hepimiz bir köyden geldik, hepimizin köyünde bir değil bin sorun var. Bu sorunların hepsi birbirinden önemli olduğu gibi birbirine bağlı da. Biz içlerinden birini seçip düzeltmeye kalkarsak kesinlikle başarılı olamayız. Veli arkadaşın konuşmasından bunu anladım; yanıldıysam arkadaş uyarsın. Öğrenci devamsızlığını ekonomik bir olay deyip bir yana iter kooperatifçiliğe sarılırsak biz öğretmenlik değil ticaret sorunları içinde boğuluruz. Veli Demiröz, söz istemeden savunmaya geçti. Birkaç arkadaş birden Veli'ye karşı vurdu. Şükrü Koç söz istedi, konuşunca kooperatifçiliğin bir kültürü olduğunu, bunu içimize sindirip ortaya atılırsak bundan başarılı olamayacağımızı söyledi. Kooperatifçilik üstüne doğru dürüst ders okumadığımızı, okuduğumuzdan salt kooperatifçilik diye bir olayın olduğunu öğrendik. Oysa kooperatifçilik salt alım-satım işi olmadığını; bunun yurt düzeyine yayılması için en az Köy Enstitülerine verilen önem kadar genel bir dayanışma sağlanması gerektiği; bunu İzmir'de General Kazım Dirik 10 yılda ancak işin olabileceği inancını yayabildiğini, ayrılınca bu inancın halk katına çabucak tavsadığını ancak İzmir Belediyesinin uyanıklığı nedeniyle kurulan İzmir Fuarı insanların gözünü daha geniş olarak açınca kooperatifçiliğe sıcak bakmaya başladığını, uzun yıllardır sömürü düzenini kurup kurallarını, yakınlarına öğreten sömürü düzeni bir kaç kişinin girişeceği kooperatifleri daha başlamadan tökezletir! deyince, Şükrü'ye karşı olmamakla birlikte halkın giderek uyandığını söyleyen oldu.
Bu kez de ben, General Kazım Dirik Paşa'nın Trakya Genel Valisi olarak köyümüze iki kez geldiğini, gelmeden önce de tüm köylere duyuru yapıldığını, bizim köye ilk geldiğinde tüm köy halkının toplanıp Genel Valiyi can kulağıyla dinlediğini, Genel Vali'nin özellikle bayan işleri üzerinde durduğunu hemen hemen tüm köy halkının el işlemesi, el dokuması giyindiğini görünce çok sevindiğini anlattım. Genel Vali erkeklerden çok giyim işleri yapanları dinledi, örnekler aldı. Kullanılan eski püskü dokuma tahta araçlara baktı. En kısa zamanda bu tür işler için hazırlanmış yeni tezgahlardan söz etti, bu işlerden çalışanların sayısını aldı, hiç bir ödeme yapılmadan herkese tezgâh, tezgahların kullanılmasını öğretmek üzere ustalar göndereceğini söyledi. Köyün karpuzu, kavunu, üzümü de çevrede ünlüydü. Bunu da duyunca Genel Vali gezi programını değiştirip bizim köyde kaldı. Halk dağılınca muhtar başta olmak üzere hane büyüklerini topladı; önce kendisinden ne istendiğini sordu. Hiç bir yanıt almayınca kendisi sordu:
-Peki, bu ürettiklerinizi ne yapacaksınız? Karşılık verilmeyince kooperatif önerdi. Kooperatif sözünden irkilenler oldu ama korkularından sustular. Genel Vali önce kendisi sonra da yanındaki görevliye anlattıklarını tekrarlattı. Olumlu bir hava esmişti. Genel Vali köyün içinde gezerken ahlat ağaçlarına takıldı. Aşı falan derken Edirne Fidanlığından yeterince bedelsiz fidan verilebileceğini, bunların alınmasını da köy muhtarına gülerek:
-Bu senin resmen görevindir! dedikten sonra iki ay düşünme, görev bölüşme, çözemedikleri bir sorun olursa kendisine duyurma koşuluyla anlaştıklarını söyleyerek neşeli bir görünüm içinde ayrıldı. Önce tüm köyde bir sevinç havası esti. Eve döndüğümde iki ablam da acınası deyişlerle ellerini bana bile gösterdiler. Yün taramaktan, tarananları sarmak için fırıldak çevirir gibi iğ bükmekten parmaklarımız eğildi. Gözümü açtığımdan beri yaptıkları bu işlerden bu denli yakınacaklarını doğrusu beklemiyordum. Gene de olayı pek anlamadım ama onların yakınmalarına, ardından da sevinmelerine katıldım. Kahveye gittiğim zamanlar koyunların yünlerinden, sütlerinden artacak kazançlar hesap ediliyordu. Günler, haftalar böyle geçti. Giderek konuşmalar dışardan gelen habere dönüştü:
-Çancı Kamil dedi ki, Fırıncı Yusuf ne demişti? Her yıl sütleri alan Musevi Yuda ise:
-Bir yıl ara verin, bir daha sizden süt müt almam! dedi. Sözleri giderek öne çıktı. Köy muhtarının uyarıları sonucu değiştirmedi. Bir gün Genel Vali General Kazım Dirik geldi. Bu kez yalnız erkeklerin toplanmasını istemiş. Erkekler Köy Odasının bahçesinde toplandılar. Genel Vali:
-Ben Edirne'nin en güzel bir binasında yatıp kalkıp rahat rahat yaşıyorum, bir başka binasında da etrafımda benim her dediğimi koşarak yerine getiren insanlara işlerimi gördürüyorum. Edirne'den dışarı çıkmasam bana kimse hesap sormaz. Oysa ben sizin köyünüze gelip dil döküyorum, niçin yapıyorum bunu? Dediklerim yapılmayacak işler olmadı, azıcık kendinize güveniniz olsa, ellerin ağzına bakmadan düşünseniz bu sefaletten kurtulacağınızı bildiği için yapıyorum. Size küstüm, bir daha köyünüze gelmeyeceğim ama gene de dediklerimi düşünün. Çünkü gidip görüştüğüm köylerin çoğu bu konuda çok canlandı. Sizin köyde umduğum ilgiyi bulamadım ama siz bunu bir daha düşünerek kendi kendinize yapacaksınız! deyip ayrıldı. Genel Vali ayrılınca Köy Odasının önün de bir itiş kakış oldu. "Biz hangi şeytana uyduk? Bu Paşa kırılır mıydı?” diyenlerin yanında "Domuzormanı iki adım, adamlar oraya dükkan açmış, gider alırsınız” (!) sözleri arasında dağıldılar. O yıl (1934) Museviler Trakya'dan kovulduğundan sütleri alan da olmadı. Bu olaya en çok üzülenlerden biri babam olmuştu. Genel Vali General Kazım Dirik'in Atatürk'le ikili bir resmini kahvenin duvarına astı. Atatürk bir şey anlatıyor olmalı, Kazım Dirik Paşa gülüyordu. Unun süre o resme bakıp “Kazım Dirik Paşa bize gülüyor!” deyip şakalaşmalar oldu. Özet olarak söylemek gerekirse köylerde işbirliği yapmak kolay değil.
Parmaklar kalktı; olayın bölgelere göre düşünülmesi öne sürüldü. Bu kez de ben: Geldiğimiz Enstitülerdeki kooperatifleri sordum. Bizim Kepirtepe'de dört aylık bir süreç dışında kooperatif olmadığını, onun da Hasanoğlan'a göç nedeniyle kuruluş aşamasında kapandığını anlattım. Kızılçullu çıkışlılarla Çifteler çıkışlıların kooperatifçilik anlayışları arasında ise büyük ayrılıklar saptandı. Çiftelerin okul Müdürü kontrolunda bir dükkan, Kızılçullu'nun ise belli bir grup öğrencinin elinde sığınak yeri olduğu anlaşıldı.
Kitabın havasına girince kendimi o geceki toplantıdan kurtaramadım. En iyisi kitabı bulduğumu söyleyip birlikte okuyup birlikte yorum yapmak. Zaten okuduğum yerler bana olayın tümünü anımsattı. Zaten piyanoyu gevşetir gibi olmuştum. Bir günüm kaldı. Faik Canselen Öğretmenden "Pişmemiş!" sözü duymayayım. Mozart'la Beethoven'e göre kolay saydığım Josef Haydn'da tökezlersem ayıp olur. Bir süre çalıştım.
Yemekhaneye gidince bir değişiklik sezdim, yemeğe gelmeyen bir çok öğretmen bugün gelmiş. Ali Kılıç, Ziya Kaplan, Abülrezzak Tığlı, Esat İnanç, Veli Ertan, Cemil Balcıoğlu, yanlarında bir de yabancı var. Ekrem'le Hüsnü gelmemiş. Az durakladım. Ali Kılıç Öğretmen yer açar gibi çekildi ama bayanların tarafına geçtim. Gerçekte yemeklerde bay-bayan yer ayırımı yok ama Bay öğretmenler nöbetleri dışında yemeklere gelmediğinden topluca geldiklerinde bir yabancılaşma oluyor. Bugün gerçekten bir yabancı var. Tanıttılar:
-Türkçe Öğretmeni Cemil Toygar. Deneyimli gibi görünmesine karşın mahcup olmuş gibi yüzü kızardı. Oldukça düzgün yüzlü. Saçlar kıvırcık gibi. Uzun değil ama uzunmuş gibi başı örtüyor. Bayanların masasının boş ucuna oturmuştum. Arada iki üç kişilik yer var. Az sonra Hüsnü ile Ekrem gelince beni iki sandalye öteye sürdüler. Oysa ben oraya özellikle oturmak istemiyordum. Nebahat Öğretmen, belli olmaz, değişik bir poz takınabilir diye çekinmiştim. Hiç de olmadı, "Buyur!" deyip yer bile açtı. Dahası Cumartesi günü Etimesgut'a gideceğini, zamanım olursa benim de gelip orasını görmemi istedi. Şaşırdım, arkadaşların konuşmalarını bile duymaz oldum. Yeni çıkan bir kitaptan söz edildi. Ahmet Emin Yalman'ın kitabı sanıp aldığımı söyleyince Cemil Balcıoğlu güldü:
-Başka dilden konuşuyoruz, kitap daha basılmadı; basılıyor. Ben:
-Nasıl olur aldım, sabahtan beri de okuyorum deyince Cemil Balcıoğlu:
-İşte bunun için başka dilden konuşuyoruz! dedim. Biz, Aşık Veysel'in kitabından söz ediyoruz! deyince, ben de:
-Ahmet Emin Yalman'ın! dedim. Kahkahalar atıldı. Karşı masa topluca kalktı. Ekrem Ahmet Emin Yalman'ın kitabına sevindi. Ben Etimesgut'a gideceğim hesabını yapmaya başlayınca az önceki plânlarım altüst oldu. Yarının Türkiyesine Seyahat, Etimesgut yolculuğuna dönüştü. Gene de bir gün var. Akşam Ekrem'le bir süre konuşurum. Josef Haydn 59 nolu sonatla Etimesgut arasında sıkışıp kaldım. Nebahat Öğretmen niçin gidiyor? Gene orada mı çalışacak? Yoksa kısa süreli bir durum için mi gidecek? Öğle grubunda Fatma Öğretmenin grubu geldi. Disiplinli bir grup. Bildikleri türküleri tekrar etmek istediler. Birisi tahtaya yazdı. Yenice Yolları, Meşeli, Menekşe Buldum Derede, Sarı Kız, Arpa-Buğday, Ziller, Süpürgesi Yoncadan, Zekiyem, Altın Yüzük. Saydılar, dokuz iyen olunca ben de bir şarkı, Gül'ü ekledim. Ufak tefek bir iki pürüz dışında on parçayı da güzel çaldılar. Ayrılırken ben çocuklara Fatma Öğretmen de bana teşekkür etti. Onlar ayrılınca piyanoya oturup bir güzel çalıştım. Hüsnü uğramasaydı akşam yemeğini bile kaçıracaktım.
Yemekte Aşık Veysel'in çıkacak şiirlerinden söz edildi.
İlk okuduklarından birini bana yazdırmıştı:
Senin Yolunda Yolunda
Bitti ömrüm geçti çağım - Senin yolunda yolunda
Soldu çiçeğim yaprağım -Senin yolunda yolunda
Ben ne idim nasıl oldum -Kâh-i doldum kâh boşaldım
Yandım yakıldım kül oldum -Senin yolunda yolunda
İşte geldi sonbaharım -Beni ister sadık yarım
Heder oldu namus arım -Senin yolunda yolunda
Elinden bir dolu içtim -Türlü türlü derde düştüm
Cümle varlığımdan geçtim -Senin yolunda yolunda
Dilsiz oldum pepelendim -Yağmur oldum sepelendim
Toprak oldum tepelendim -Senin yolunda yolunda
Sana uzanan el oldum -Kâh-i uslu kâh deli oldum
Nacizane Veysel oldum -Senin yolunda yolunda
Aşık Veysel
Arkadaşlar beğendiler. Nasıl yazıyor? diye soranlar oldu. Halk şiiri türünün yazmadan çok düşünceye dayandığını, kişi düşüncesinde girişi yapınca, arkasını deneye deneye getireceğini söyledim. Aşık Veysel'in görmediğini öne sürenler oldu. Görmeyenlerin belleklerinin güçlü olduğunu söyledim. Gazi Eğitim Enstitüsü'nde psikoloji derslerine giren bir öğretmenin de iki gözü görmemesine karşın ders okuttuğunu söyledim. Ziya Kaplan, Fatma Özbay onu biliyormuşlar. Üzülerek olayı anlattılar. Liseyi sağlıklı bitirmiş Hukuk Fakültesinde okurken bir rahatsızlık geçirmiş, tedavi için gittiği Almanya, Avusturya ülkelerinde de çare bulamamış, görme duyarlığını kaybetmiş. Ancak okumasını sürdürmüş daha sonra Amerika'ya giderek oradaki görmezler üniversitesini bitirerek doktora yapıp yurda dönmüş. Onun derslerine girenler çok memnunlar. Derslikte sinek uçsa sezermiş. Çok da bilgiliymiş.
Kulübemize dönünce bir süre gene Aşık Veysel'den söz ettik. Okuduğum şiiri bir daha irdeledik. Yakınma mı? yoksa bağlılık mı? Aşık Veysel'i görmeden okuyanlar doğrudan bir bağlılık şiiri olarak okur. Ancak Aşık Veysel'i görenler ikicil bir duruma düşerler:
-Hem yakınma hem de bağlılık! Söz gelimi
Heder oldu namus-arım-Senin yolunda yolunda
ile
Elinden bir dolu içtim-türlü türlü derde düştüm
Cümle varlığımdan geçtim- Senin yolunda yolunda
dizelerinin anlamları çatışık düşünceye kayabilir.
Ekrem hoşlanmadı. Onun derdi Ahmet Emin Yalman. Bu kez de Ahmet Emin Yalman'ın Ekrem:
-Senin güçlü hemşehrilerin var, Asım, Ekrem, Tarık Us'lardan söz etmişti. Oysa, özellikle Asım Us'la yıldızları barışık değilmiş. Ekrem memleketiyle Us'ların ilişkisini anlattı. Asım Us'un Köy Enstitüleri için yazılar yazdığını anlattı. Gördes'te bir süre yöneticilik yaptığını, önemli işler gördüğü söylenip gidiyor! dedi. Ekrem kitabı aldı, acımsı bir gülümsemeyle kendisinin söylediği sözleri kendisi okudu. Hüsnü ile bir süre bakıştık. Yazı bittikten sonra “ben bunların çoğunu söylemedim nereden çıkarmışlar bunları?” diye sordu. Sonra da:
-Şuna bakın, Muğla-Köyceğiz yolunun bakımıyla uğraşacağım. İşler yol bakımlarına dek uzarsa vay başımıza gelenler. Kardeşim, annem elbirliği ile köyleri kalkındıracağız (!) deyip güldü.
O gece konuşanların gösteriş olsun diye konuştuğunu hep biliyorduk. Ancak söylenenlere söz katılacağını düşünmemiştik. Ekrem bizi yanıltmıyorsa o da yapılmış. Ekrem'in sözlerinin hiç birisi bir köy öğretmeninin yapacağı iş değil. Hüsnü ile gülüştük:
-İyi ki köylere gitmemişiz. Köylere gidenler eğer bunlarla uğraşacaksa vay onların başına gelenler! Sıra ile köydeki arkadaşları andık. Hilmi Altınsoy:
-Köye gidince anama istediğimi pişirtip yiyeceğim. Sonra da askere gideceğim, başka düşündüğüm yok! derdi. Besbelli Hilmi şimdilerde Sırınsıllı köyünün yollarını yaptırıyordu. Ya İbriktepeli Hüseyin? Derken Tonbergte fasıl heyeti başladı. Yusuf Paşa'nın Saz semâisi, Rauf Beyin, sûz-i dil peşrevi, Tatyos Efendi, Kürdili Hicazkâr derken Ekrem kapattı.
14 Ağustos 1944 Pazartesi
Akşam huzursuz yatmıştım ama erken kalktım. Öztekin Öğretmen akşam gelmemişse bugün kesinlikle gelecektir. Gelmişse oyun alanına da çıkar. Tam saatinde alana gittim. Efe henüz gelmemiş ama öğrenciler alana toplanmış. Gerçekte daha önce oynadılar ama değişik grupla oynamanın kimi kez olumsuz etkisi oluyor. Çocuklar aralarında "O oyun bu oyun! "diye konuşurken Çakı Efe geldi bir "Heuy!" çekti. Oyuncular daire oldu. Efe, "Güvende!" deyip başını dikti, bana baktı. Oyun güzel başladı ama ara verenlerden bir kaç tanesini Efe çekip ortaya aldı. Oyun durdu. İki de son oyunlarda bulunanlardan çağırdı. önce ayrı ayrı oynattı sonra da birlikte oynadılar. Kusurlar görülmüştü. Bu sabah Güvende sabahı oldu.
Kahvaltıda Öztekin Öğretmenin geldiğini öğrendim. Nebahat Öğretmen sordu:
-Özgürlüğün kısıtlandı! Biraz kuru bir sesle sordum:
-Özgürlüğüm var mıydı ki? Niçin olmasındı? Karışan, işiniz işin söz söyleyen biri yoktu. O bakımdan haklısın! deyip kestim. Aysel Öğretmen araya girdi; hangimizin özgürlüğü var? Sahi başka işlerde çalışan arkadaşlar, öğretmenliği rahat, kimsenin karışmadığı bir meslek sanıyorlar. Oysa kendileri, işleri bitti mi yeni bir iş verilinceye dek tırnak dörpüleyip oje tazeliyorlar. Örneğin hangi meslekler? diye sordum. Bakanlıktaki arkadaşlarını söyledi. Birisi Özel Kalem Müdürünün sekreteriymiş. Özel Kalem Müdürünün verdiği yazıları temize çekip, yeni yazı gelinceye dek bekliyormuş. Öğretmen olduğunu söyleyince şaşırdım:
-Öğretmeni neden almışlar oraya? Torpilliymiş! Saf saf sordum:
-Nasıl oluyor bu torpil işi? Nebahat Öğretmen uyardı:
-Her konuda bilgisi olan bunu bilmez mi? Haklısın sahiden ben buradaki torpillileri biliyorum ama Bakanlıklardakileri bilmiyordum. Benden başka herkes güldü. Ekrem Ula:
-Arkadaş, bu numaranı kimse yutmadı! gel sen istersen konuyu gene kitaba çevir. Gülüşerek kalktık görevlerimize dağıldık.
Salona giderken Öztekin Öğretmenle karşılaştım. Beni iyi gördüğünü söyledi. Sorular sordu, gelen gidenleri anlattım. Mandolin çalışmalarının aksaksız sürdüğünü söyledim. Salonun altını bölüp keman çalışma odaları yapma düşüncesi vardı; onu anımsattım. Yüzünü ekşitti. (Rauf İnan için) “Bu adama bu işi 100 kez söyledim, adam bizim bölümün daha doğrusu sanatın düşmanı, o oldukça yeni bir girişime kalkacak gücüm yok. Hakkı Beyi ikna etmiştim, onu da caydırdı sanırım, ondan da bir ses çıkmadı.”
Öğretmen yeni plâklara bir daha baktı. Bana teşekkür etti. "Ben buradayım ama ay sonuna dek beni arayan olmazsa yok say, çalışmalarını sürdür!" deyip ayıldı.
İçim rahat piyanoya oturdum. Trap, rap rap! ilginç bir girişi var, Joseph Haydn 60 nolu sonatın. Sonra sonra eller ayrılıyor. Tınınınam, tınınınam. . . . . . Tim pam, tim pam, tim pam. . . . . Kolay gibi göründü ama bakalım sonu nasıl çıkacak? Bırakıp 59'u tekrarladım, benzer tarafları var. Timpam, timpam, timpam! . . . . .
* * *
Ayaklarımı karşı sandalyeye uzatıp Yarının Türkiyesine Seyahat'ı okudum.
Salt anlattıklarına değil kullandığı dile de baktım. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen okusa sinirden çatlar. Muallim, hoca, öğretmen kardeş kardeş kullanılıyor. Öğretmen öğrencilere hem karışmıyor hem de düzen veriyor. Kenarda durur gibi görünüp rol yapmak Eski Yunan Tiyatrolarındaki koro şefleri Chorodidaskalos (Didaskalos) gibi. Bunlar, oyunlara karışmaz, rolleri daha doğrusu koroyu yönlendirir, Yazar bunları Amerika'da izleyip anımsamış olacak!
"Öğretmen (*) kenarda durur gibi görünür, fakat çok faydalı rolleri vardır. Münakaşalara düzen verir, hatalar varsa düzeltir, yanlış telâkkileri tashi eder. Şu kadar var ki, bu şekilde verilen izahat ta merakla dinlenir ve zihinlerde yer eder.
Bundan başka talebesiyle bu kadar yakından temas eden ve mustakil bir şekildeki çalışmalarının mahsulünü gören hocanın (*) ayrıca imtihana ihtiyacı yoktur. Her ders haftasından sonra talebe hakkında kanaat notu verir ve bunların yekûnu imtihan notu yerine geçer.
Bazan bir ders zamanı seyahatla geçer ve seyahat esnasında en ameli bir şekilde ders görülür. Meselâ bir sınıf, coğrafya hocalariyle beraber bir Hatay seyahati yapmıştır. Memleketin iklim farklarını, hallerini, şartlarını, gözleriyle görmüşlerdir. Diğer bir sınıf tarih öğretmeniyle İstanbul ve Trakya'ya etmiş. ders haftalarından birini yollarda ve tarihi âbideler arasında geçirmiştir. Muhtelif köy enstitüleri talebesi sık sık seyahate çıkarak birbirlerini ziyarete gelirler ve böylece birbirlerinin tecrübelerinden istifade ederler. . . . . . . .
Yarının mektebi acaba hocasız bir mektep olur mu (!?) Kendi kendilerini yetiştirmek mesuliyeti acaba talebenin mesuliyetine bırakılamaz mı?
Böyle bir ihtimalin bile hatıra gelebileceğini, Çifteler Köy Enstitüsü talebesi, musikî gibi bir derste iki senedir tek başlarına çalışmak suretiyle, ispat etmişlerdir.
Musiki muallimi iki sene evvel hastalığı dolayısiyle çekilmiş, yenisi bulunamamıştır. Halbuki buradan çıkan talebe zaten öğretmen (*) olmayacak mı? Kendi kendilerini ve bir birlerini yetiştirmek vazifesini üzerlerine almışlar, inanılmayacak bir ciddiyet ve alâka ile çalışarak notları sökmüşler, takım halinde çalışmışlar, aralarında şefler yetiştirmişler, musikide zevk duyacak ve zevk verecek bir olgunluğa varmışlardır. Bunu hafta sonu münasebetiyle talebenin tertip ettiği müsamerede kendi gözümüzle gördük ve kendi kulağımızla duyduk.
Musikide hocasız kalan talebe, tamam bizim ziyaretimizden evvel kıymetli bir misafire ve yardımcıya kavuşmuştur. Bu misafir Sivaslı Aşık Veysel'dir. Bütün ruhile sanatkâr olan Aşık Veysel talebeye saz çalmakta ve halk şarkılar söylemekte yetiştirmek üzere bir kaç ay kalacaktır. Talebenin kendisine gösterdiği sevgi ve saygı görülecek bir şeydir.
İptidaları Köy Enstitülerinin hiçbir nevi müfredat programları yoktu Her enstitü ve her öğretmen, umumi gayeyi aklında tutarak talebeyi en iyi bir şekilde yetiştirmeye gayret ederdi. Bugün müfredat programları vardır. Fakat tamamile tecrübe ve ihtiyaçtan doğmuş bir programdır. İçinde ne taklitçilik, ne de nazarî mantık yer al(ma)mıştır.
Bütün derslerde; talebenin yalnız merak ve tecessüsüne dayanmak ve kendisini ameli surette yetiştirmek gayesine varılmış mıdır (? ? ?) Bunu iddia etmek güçtür!!! Öğretmenin de eskinin tesirinden kurtulması ve yeni ruha uyması için zaman ve tecrübe lâzımdır. Bununla beraber bu istikamete doğru pek çok yol alınmış ve alınmaktadır. Meselâ öğretmenlerden bir kısmı, haftalık ders sistemine ilk önce itiraz etmişler, fakat sonra bunu çok cazip bulmaya ve tiryakisi olmaya başlamışlardır. Dersini kesif bir bir şekilde veren öğretmen. dersi olmadığı haftalarda kendisi için çalışmk, okumak, dinlenmek imkânı bulmaktadır (! ? )
Çifteler Köy Enstitüsünde bulunduğum yeni ve beklenmez âlemin hikâyesi bu kadarla kalmıyor. Bun dan sonraki sayfalarda, enstitüye dair diğer bir takım malûmat bulacaksınız. Göreceksiniz ki başarılan işlerin zihinlerimizde yeni ufuklar açacak tarafları çoktur!
Hürriyet ve serbest tenkid mükemmel bir imtihan geçiriyor.
Bu memleketin insanlarına nasıl muamele edilirse en iyi neticeler alınır. Bu sualin cevabını Çifteler Köy Enstitüsü en kati bir şekilde vermiştir. Cevap şudur:
-Bu memleketin insanının şerefine, haysiyetine saygı göstermek, hareketlerinin mesuliyetini kendine bırakmak, en iyi hareketi seçip yapacağına emniyet duymak; en doğru usuldür. Eski tarzdaki kör ve sert disiplin, bu memleketi, kalplerin halis duygusunu felce uğratır, insanlar arasında sun'i mesafeler yaratır, haksızlıklara ve anlayışsızlıklara yol açar, mukavemetler ve terslikler uyandırır. Halbuki sevgi, izzetinefse saygı, iyi muamele, hakkaniyet ve müsavat bu memleketin insanını bağlar, en iyi hareketlere sevkeder, ahenk, birlik ve hazlı iş beraberliği yaratır.
Bu hakikati keşfeden, tatbik eden ahenk ve hayret verici neticeler alan sihirbaz (!) Çifteler Köy Enstitüsü MÜDÜR RAUF İNAN'dır.
Köy Enstitülerine giden disiplinci ve klâsik bir terbiyeci aklını bozabilir. Herşey; düşündüklerine, bildiklerine bellediklerine aykırıdır. Dünyanın sonu geldiğini, anarşi kopacağını, herkesin şımaracağını sanır. Bir müddet sonra hayretle keşfetmeye başlar ki, herşey olduğu gibi duruyor. Ortalıkta vekarlı bir hava , karşılıklı bir saygı, verimli bir çalışma var. Zerre kadar insafı varsa birkaç hafta veya birkaç ay sonra şu itirafta bulunur:
-Bütün bellediklerim yanlışmış. . . Meğer insanların kendilerindeki frenleri işler bir halde tutmaktan, buna bağlanmaktan başka doğru yol yokmuş. Meğer iyi kullanmak şartiyle hürriyet ve emniyet en mükemmel mürebbi imiş.
RAUF İNAN DİYOR Kİ. . . . . . . !
Rauf İnan'ın dediklerini Ahmet Emin Yalman ( belki farkında değil) daha önce başkalarından çok duymuş, çok okumuştur. Çin Seddi'nden Taçmahal'a, Babil bahçelerinden Mısır Ehramları'na, Partenon'dan Kolesioma, Notredam'dan Beyaz Saraya, uzaktan yakından bakmıştır. Özellikle de Madrid Prada, Paris Luvr, Leningrad Ermitac müzelerini gezmiş, Milano/La Scala, Paris/Odeon, Viyana, Londra, Berlin özellikle de Bayreut Operalarına girmiştir. Buralarda bulunanlar, adım gibi biliyorum, değerli yazarımız Adnan Adıvar'ın (Kitap adıyla) deyimiyle DUR DÜŞÜN! diye cızıltı içinden geçirmiştir. Rönesans diye adını anıp geçtiğimiz İnsan aklını aydınlatan 18. yy. düşünürleri, Perikles gününden beri insanın insana kulluğunu kaldırmak için nice düşünmüş, nice kelle vermiş. Özelikle Comenius'la başlayan birey olarak insanların uyanması için Rousseau, Pestalozzi, Herbart, Dewey, Russel, Kerschenteiner, Terman, Binet gibi niceleri özgür insan, özgür düşünce için vagonlar dolusu kitap yazmış, ömürlerini bu konu üzerinde tüketmişlerdir. Gemiler dolusu kürek mahkûmlarını Avustralya'ya, neredeyse Afrika'nın yarısını Amerika'ya taşıyan gemiler durmuşsa- bunların çabalarıyla durmuştur. Kölelik-Asillik ayırımı bir yana peygamberlerin ile bireyler arasından ayırım yaptığı bilinmektedir. Binet-Simon, sonra da Terman'la gelişen zekâ ölçümleri karşısından Jean Ovido Decroli, Jean Piaget, Montessori, Fröbel, deneyimlerini, Wilhelm Wund, Sigmund Freud, Carl Jung gibi insan-çocuk psikolojisi üstüne önemli görüşleri yok sayarak öğrencileri bireysel iç itilerine bırakmak, onları geliştirip olgunlaştırır mı, yoksa kolayından bir model seçip kişilik sapmasına mı yol açar?
L. Terman S. Freud W. Wund O. Decroly A. Binet C. Jung T. Simon
Sıraladığım bu adlara ek daha yüzlercesini katabileceğimiz bilginler insan türünün ruhsal, zihinsel gelişimini incelemiş, bireyler arasındaki farkları ortaya koyduklarından başka farklılıkları gidermek için yollar göstermiştir. Gösterilen yollardan yararlanan uygar dünyanın insanları bu önerileri uygulayıp daha başarılı, daha mutlu olurken bizim Robenson gibi topluca salt varolmak için kendimizi doğaya bırakmamız doğru olur mu?
Köylerin geri kalmışlığı bir bakıma bundan değil midir? Sözde Köy Enstitülerini bitirenler farklı olarak köyüne dönecekti. Bu fark, benzer köyden gelen arkadaş davranışları içinde iş birliği ile aşılır mı?
Kitapları karıştırdıkça giderek bir olaya şaşıyorum. Şaştığım olaya konuştuğum herkesin de şaştığına tanık oluyorum Batı devletlerini susta durdururken nedense bir zaman sonra onların diline "Hasta Adam!" olarak düşmüşüz. Sonunda da Koca Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış, bu parçalardan 30 kadar devlet çıkmış. İşin ilginci bizden ayrıldıktan 10 yıl sonra bize savaş açıp yenenler de olmuş. Bunun nedenleri sorulunca aynı cevap alınıyor:
-Biz yeniliklere sırt çevirmişiz! Anladım, Osmanlı anlayışı uygarlığa ters bakarak yıkılmış. Şimdi Cumhuriyet Yönetimindeyiz, Atatürk, tekrar tekrar Batı uygarlığının düzeyine çıkışı buyurmuş. Anakent Üniversitesi'nin üstünde "HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR! "Her yıl yüzlerce öğrenci Batı üniversitelerine gidip oradaki çalışmalara katılıyor. Bunlardan bir bölümü ülkeye dönüp yönetimde görev alıyor. Böyleyken Batı türü çalışma düzeni kurulamıyor. Örneğin okullar neden istenilen düzeyde değil? Olmadığını yapılan konuşmalardan anlıyoruz. Köy Enstitülerini anlatırken öteki okulların yetersizliği anlatmakla bitmiyor. Bu nedenle Köy Enstitüleri yeni bir model, yeni bir umut olarak ortaya sürülüyor. İçinde bulunduğumuz için mutlu oluyoruz ama ders öğretmenlerimiz batı okullarının gelişmesinde önemli katkıları olan bilginleri okuyunca içimiz buruklaşıyor mutluluğumuz bir yana bir kuşku uyanıyor, bir büyük "Acaba?" sorusunu sormak zorunda kalıyoruz. Örneğin Psikoloji dersinde bir Wilhelm Wund laboratuvarı geçiyor. Bu laboratuvara çoğunlukla çocuğu okul çağına gelen anne-babalar baş vuruyor. Bu, denemeler 1880-90 yıllarında başlamış. 50 yıldır bu bizim ilgimizi çekmedi mi? Hemen hemen bu yıllarda Sigmund Freud araştırmaları başlamış, okula gidecek çocuğun ruhsal durumuna dikkat çekilmiş. Bu araştırmalar sürerken bir başka önemli konu ortaya atılmış, çocuğun zekâ durumu. Dr. Alfred Binet-Dr. Teodore Simon ikilisi çocuğun zekâ yaşı ile doğum yaşı arasındaki farkı kanıtlamış. Bu olay o denli önemsenmiş ki, 1. Dünya Savaşı sırasında Avrupa'ya gönderilecek asker sayısını azaltmak, daha doğrusu işe yaramayacakları boş yere taşımamak için dr. Psikolog Lewis Terman gözetiminde uzmanlar, savaşa katılacakları testlerden geçirmiş. Salt bunlar değil Belçikalı Jean Ovido Decroli, okuldaki çocukları, yaş, beceri ya da zekâ yakınlığına göre sınıflandırılınca başarının artığını kanıtlayarak eğitim alanında bir çığır açmıştır. Bunu izleyen sayısız yeni denemeler yapılmış, okulların başarıları bunlara yaklaştıkça artmıştır. 50 yılı aşan böyle bir yeni buluş ya da deneyiş sürecine karşı, bizim okullarımızda bunların hiç birine değer verilmemesinin nedenini anlamakta güçlük çekiyorum. Benim duyduklarımı yetkililerin bilmemesi olanaksız. Almanya'da Maarif kitabı yazan Genel Müdürümüz (Sivas Milletvekili Şemsettin Sirer'le) İsmail Hakkı Tonguç'un bunları çok iyi bildiğini biliyorum. Böyleyken yeni bir okul türü olarak ortaya sürülen Köy Enstitüleri'ne öğrenci alırken hiç bir sınırlama konmaması; aynı sınıfta 10 yaş farklı öğrencilerin bir arada bulunmasına göz yumulmasını bir türlü anlamıyorum. Bu konuyu açtığım öğretmenlerim genellikle köylerin bir an önce okula kavuşması olanağını öne sürüyorsa da ben buna katılmıyorum. Ruhsal dengesizliği, meslek yetersizliği, dahası ahlaksal umursamazlığı olan öğretmeni köye göndermenin kazancı değil, tüm öğretmen kitlesine zararı olacağı niçin düşünülmüyor? Kepirtepe Köy Enstitüsü'nde okurken yeni aldığım ayakkaplarım bir ara tatil çıkış günü dolabımdan çalındı. Her yana birer ikişer öğrenci dağılıyordu ama onların ardından itmek bir işe yaramazdı. Çoğunluk Lüleburgaz tren istasyonun gidiyordu. Bir umut tren istasyonuna kestirme yoldan (tarlalık içinden) gittim. İstasyona henüz ulaşamamış bir gruba yetişmek üzereyken gidenlerin içinden biri beni görünce kaçmaya başladı. Nasıl koştumsa arkadaşlarından uzaklaşamadan yetiştim. Elindeki çantasından ayakkaplarımı elimle koymuş gibi aldım. Çocuğa da:
-Sana bir söz söylemeyeceğim, tatil sonunda yaptığının hesabını verirsin! deyip okula döndüm. Tatil sonu sınıf öğretmenine söyledim, tanık öğrencileri de çağırıp olayı tanık olarak doğrulattım. Öğrenci sınıfça sevilen biriymiş, sözde tatilde bir iki gün giyip getirecekmiş. Sınıf öğretmeni bir uyarıda bulundu:
-Burada yaşamında bir çok şeyden yoksun köy çocukları okuyor. Onları özendirici bir çok nesneye ilgi duyarlar. O da senin ayakkaplarına ilgi duymuş. Bunu da hoş görmeli!
Kendi sınıf öğretmenime söyledim. Hırsız öğrencinin öğretmeninin söylediği anlatınca o da:
-Keşke ona söylemeseydin, onlarda tuhaf bir anlayış var:
-Ortalıkta çalacak bir şey olmazsa hırsız olmaz! mantığını taşıyorlar. Yazık ki bu tehlikeli anlayış, Bakanlığı elinde tutan bir çok kimsede var. Örnekleri ise daha ilginç, daha doğrusu Osmanlı kafası. . .
-Açık saçık bayanlara sataşanlar oluyormuş, oysa kapalı giyen kadınlara kimse sataşmıyormuş! Bunlarla sorun çözülmez. Öğretmen olmuşlar ama kafalarının içi hala imam. Senin burada yakın (Yeni Bedir köyü) evin var, üşenme günlük giysilerinden başka neyin varsa orada dursun! dedi. Ondan sonra öyle yaptım. Hiçbir şeyim çalınmadı ama okuldan ayrılanlar olduğunu ara ara duyuyorduk. Sonunda son sınıfımızdan bir arkadaşımızın kovulduğunu öğrendik. Doğruysa okulun tarım deposundan Lüleburgaz Hububatçılarına çuvalla yiyecek satarken yakalanmış. Biz de buna inanamadık! Ancak beş yıldır sınıfımız 30 kişi, derken 29 kişi olarak okulu bitirdik. Sınıf öğretmenim ayrılmıştı, bir gün onun söylediğini arkadaşlara anlattım. "Bazı öğretmen açık saçık bayanlara saldırıldığını düşünürlermiş!" Arkadaşlar güldüler; "Köylerde nice sarılı kadın zorla kirletiliyor, duyurulmadığı için yok sanılıyor!" deyip güldüler.
Beni dinlerken Ekrem uyumuş. Sınıf arkadaşım Hüsnü, üzgün bir sesle:
-6 Ali'nin hırsızlığına ben halâ inanamıyorum! dedi. Ben de:
-O değilse bir başkası yaptı, onun üstüne kaldı, demem o ki okula öğrenci alınırken bir süzgeçten geçmeli, o süzgeç okulda da geçerli olmalı. İlerlemiş ülkelerde neler yapılıyorsa onlar yapılmadan onların düzeyine çıkmamız olası değil.
15 Ağustos 1944 Salı
Çakı Efe uğradı birlikte gittik. Kısa bir uyarı arkasından Güvende. Güvende bir iki uyarıyla oldukça düzgünleşti. Güvende grubun yarısı için iyice pişmişti. Arpazlı da durum değişti; Efe, uyarılar yaparak düzgün bir halka yaptı. "Sol ayaklar öne çıkacak!" uyarısı oyuncuları şaşırttı. Öğrenciler alışmadığı bir durumda beklerken sık sık yerlerinden oynayıp gülüştüler. Efe uyardı:
-Ne çabuk unuttunuz, hani çakı gibi olacaksınız! dedikten sonra kendine baktırdı:
-Buna esas duruş diyoruz! Ayaklara dikkat, şimdi sayacağız, bir, iki üç. Ayaklar kaldırıldı, indirildi. Zil çaldı. "Biz bunu böyle bilmiyorduk! diyen oldu. Çakı Efe:
-Siz gene bildiğinizi oynarsınız. Böylece iki Arpazlı'nız olur. Ama Arpazlı'yı bilenler buna Arpazlı ötekine de yozpazlı derler. Öğrenciler gülüşerek dağıldı.
Çakı Efe ile kahvaltıya birlikte gittik.
Kahvaltı masaları tıkabasa doluydu. En yakın öğrenci masası boştu, oraya geçtik. Daha önce kitap konusu geçmiş sanırım, Cemil Balcıoğlu bana sordu:
-Kitabı nasıl buldun?
-Bedia Öğretmen verdi! dedim. Soruyu anlamazdan geldiğimi anlayanlar güldü. Aysel Öğretmenin çok dikkatli olduğumu söylemesi duyuldu. Soru tekrarlanınca:
-Kitabı tam okuduktan sonra, beğenimi, eleştirimi yapacağım. Eleştirim, şimdilik meslek adımız bakımından var. Öğretmen demekle yetinmiyor, Hoca, Muallim! diyor. Atatürk'ün kurduğu, Bakanımızın da başkanı olduğu Türk Dili Araştırma Kurumunun çıkardığı Kılavuzum, benim yaptığım işe öğretmen adını koymuş. Ahmet Emin Yalman'dan da onu beklerdim! İstediği karşılığı alamayınca:
-Bu kadarcık mı?
Ben de:
-Daha fazlasını siz ağabeylerden bekliyoruz! Anladığıma göre öğretmenler toplantıya çağırılmış. Bayan öğretmenlerin giyimleri iş kılıklarından farklı. Öztekin Öğretmen burada olduğu için ben zaten çağrı beklemiyorum. Gene de bir yolunu buldu Nebahat Öğretmen, “sen gelmiyor musun?” diye sordu. Öztekin Öğretmenin katılacağını söyledim. Böylece toplantıdan habersizliğimi duyurmaktan kaçındım. "Haberleri sizden alırım” dedim.
Salona gittim. Piyanoya oturdum ama toplantının konusu ilgimi çekti. Uzun süre Beringer 2 etütlerine çalıştım. Parmaklar iyice hantallaşmış. Su gibi çaldığım parçalarda sesler çift çift tınılıyor. Bir süre de Haydn no 60'ı kurcaladım.
Toplantı sonunda Öztekin Öğretmenin geleceğini umuyordum. Toplantıda da söz konusu kitaptan söz edileceğine kesin gözüyle bakarak kitabı açtım. Kaldığım yerden başlar başlamaz Ahmet Emin Yalman'ın bir kez daha:
-Müdür Rauf İnan diyor ki! diye tekrarlaması dikkatini çekti. Rauf İnan; "Bu okulda binden fazla öğrenci var. Bunlar dağınık olarak çalışırlar. Bunlar kendi kendine çalışacaklarına itimat edilmez de her kişinin başına mubassır takılırsa bu işin altından kalkılmaz! Bence olay burada saptırılıyor; bir bakıma da düğümleniyor. Eğitimci ya da öğretmen salt mubassır olarak düşünülürse öğreten-öğrenen ilişkisi güvenli bir ilişki sayılır mı? Ya da bırakalım kendi kendine ne olacaksa olsunlar mı diyelim? Yok, bırakmayalım, kendi kendilerine yetecek kadar onların duygularını, becerilerini, kısacası yarın onlara gerekli olacak güven benliğinin özünü irdeleyelim. Çalışmaya hazır bir duruma gelen benlik gerektiğinde "Ben!" olarak ortaya çıkar. Bu bir kişiliktir aynı zamanda. Kişilik; ortaklık istemez, onun güveni kişiliğinedir. Destek ararsa toplumdan arar, kişilerden değil. Köylere gidecek öğretmenlere verilecek bu tür bir payandalı kişilik sahibi öğretmen, topluluk değiştirince yeni topluma karşı koyma gücünü kendinde bulamaz! Ben de bunu yazar Ahmet Emin Yalman'a anımsatıyorum, sahiden Müdür Rauf İnan'a inanıyorsa, hemen Eskişehir köylerine çıksın. Oralarda çalışanların derdini dinlesin. Dertleri kolayca aşılacak türden olanları bile çoğunun aşmakta zorlandıklarını görecektir!
Gelelim Aşık Veysel konusuna! 1300 öğrencili bir okulda iki sene süresince Müzik öğretmeni bulunamıyor. Bu önemli değil Aşık Veysel bu yokluğu kapattığı gibi daha da fazlasını yapıyor. Öğrencilerin Aşık Veysel'i sevmesi insancıl bir duygu. Ancak Aşık Veysel'in gücü 1300 öğrencili bir okulun müzik programlarını karşılar mı? Köy Enstitüleri için müfredat Programını yok saysanız bile İlkokulların Müfredat programları var. Onu da yok sayabilir misiniz? Yoksa köy çocuklarının, kent okullarına gitmesi de mi tümüyle gereksiz bulunuyor? Kent okullarına gidince dersler ilkokullar müfredat proğramlarına dayalı başlar. Bu düşünülmeden yapılacak ilköğretim doğal olarak temelden ayrılmış olur. Köyü, köylüyü kentlere yaklaştıralım derken tümden ayırmak ortaya atılmış söylemlere ters düşmüyor mu? Aşık Veysel'in değeri üstüne söyleyecek sözüm yok. Aşık Veysel kendine özgü bir olay. Ancak bu kendine özgülük onun bireysel gücüyle sınırlı. Aşık Veysel Usta ile iki aydır bir aradayız. Onu takdir etmemek, sanatla, emekle, irade ile ilişkiden yoksunluk sayılır. Gene de, her birey gibi Aşık Veysel'in de sınırlı bir çalışma gücü, bu güç ölçüsünde başarı sınırı vardır. Aşık Veysel bağlama çalar, kendine özgü bir söyleyişi vardır. Ancak, Aşık Veysel bir meydan sazcısı değildir. Aşık Veysel'i onu bilmeyenlere yanlış tanıtmak kendisine haksızlık olur. İşte Aşık Veysel'in deyişleri. Her biri bir inci diyebiliriz: Karacaoğlan, Aşık Ömer, Emrahlar, Gevheriler, Dertliler altın zincirine takılmaya adaylığı kesin. Ne var ki, zaman acımasızdır. Yaşam şansı izin verirse söz konusu altın zincire kesinlikle takılacaktır. Şimdilerde böylesi bir öngörüde bulunmak Aşık Veysel'i çok üzer. Aşık Veysel'in ezgileri de kendine özgüdür. Öğrenci toplulukları ya da geleneksel Saz Şölenlerinde abartılı gösterilere uymaz. Bu nedenle de Aşık Veysel takıldığı altın zincirde bu özelliği ile ilgi çekecektir. Bu konu üzerinde duruşum Aşık Veysel için değil onu tanımayanları, onu dinlemeyenleri yanlış sanıya kaptırmamaktır. Çiftelerde 1300 öğrenciye saz öğrettiği ya da öğretmeye kalkıştığı sözüne karşı, olumsuz bir tavır takınışımın bir başka nedeni de, Yüksek Bölümde Çiftelerden gelme 10 arkadaşımız vardır. Bunlar hepsi müziği sevdiği için Müzik Öğretmenliğini meslek seçmişler. İçlerinde tek bir bağlama çalan yoktur. İlgimi çektiği için soruşturdum, öteki bölümlerdeki 45 Çifteler'li arkadaş da bağlamayla ilgilenmemiş. Öyleyse sözü genelleştirmeye ya da eksikliği kapatmak amacıyla sevgili Aşık Veysel'in adını karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. 2 aydır birlikteyiz. Hevesli öğrenciler çevresinde dört dönüyor. Tüm öğrenciler seviyor, sayıyor, sık sık dinlemek için can atıyor ama, gene de öğretmenliğinde rahat kullanabileceği mandolini seçiyor. Bağlamanın dersliklerde kullanma zorluğu yanında evrensel müzik kurallarına ters düşmesi öğretmen adaylarını mandoline adeta zorunlu kılıyor. Bu nedenlerle ben, Çifteler Köy Enstitüsü'ne gittiği gibi bize de geldi, iki aydır beraberliğimizde kendisiyle salt, müzik, şiir değil her konuda söyleşiyoruz ama müzik derslerine girdi diyemiyoruz Çünkü onun genel durumu dersliklerde ne ders vermeye elverişli olmadığı gibi kullandığı saz da evrensel müzik kurallarına uymaktadır.
Amaç, Aşık Veysel'i değerlendirmek, onun bireysel çabalarıyla geleneksel halk müziğimizin canlandığını duyurmaksa ona sözüm yok. Ancak buna o kendisi gereken karşılığı vermektedir. Gelmiş, geçmiş halk ozanlarından duyumsular algılamış, özellikle Karacaoğlan başta olmak üzere Aşık Ömer, Gevheri, Emrahlar özellikle Aşık Dertli ile gönül bağı kurmuştur. Ancak onlar gibi dağılmamış, onların çağdaşları Divan Şairlerine gösterdikleri özentiyi kimseye göstermemiştir. Örneğin Aşık Dertli kırmızı ya da al renkli şarap yerine Şarab-ı lâl, Aşık Ömer'in aşk içki yerine Bade-i aşk dememiş çevresindeki konuşmaları dile getirmiştir. Söylediklerine şiir bile dememiş, DEYİŞLER diyerek kendine özgü bir alan açmıştır. Deyişleri de çok yaygınlaştırmamış, belli alanları özellikle insanlara özgü değerleri işlemiştir. Örneğin yukarıya aldığımız birinci deyiş, Aslıma Karışıp Toprak Olunca başlığı altında Varlık-yokluk üstüne deyişleri) yazılıdır. Yine yukarıya aldığım Senin Yolunda Yolunda başlığı altında (Tanrıya deyişleri) yazılıdır. Kitap olarak yenice elimize gelen 10 deyişin de altında alan sınırlaması vardır. Neler Yaptı Bana Kader alınsa da Kader, Talih, Gönül üstüne deyişler yazılmıştır. Bundan da anlıyoruz ki Aşık Veysel başkalarının hazır yaptığını tekrarlama değil içinden geleni söylemektedir. Örneğin,
Senlik Benlik Nedir Bırak
(Birlik, Doğruluk, iyilik, üstüne deyişler)
Allah birdir Peygamber bir
Rabbül âlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyeyim geldi sırası
Kürt'ü Türk'ü ne Çerkes'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Kur'na hak İncil'e hak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir öörüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Bin bir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma âsi
Yezit nedir ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kadaş
Bizi yakar bizim ataş
Sönürmektir tek çaresi
Kişi ne çeker dilindem
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası
Şu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi sünnilik nedir
Menfaattir varvarası
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur emir haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Boldürür rahmet dünyası
Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dâva insanlık dâvası
Aşık Veysel (Hasanoğlan 1944 Ağustos)
Şiirleri, özellikle yazıyorum, Aşık Veysel bunları zihninde biriktirip sazıyla söylüyor. Güzel de söylüyor. Ancak yetişkin insanlar için söylendikleri besbelli. Kahır, kader, umut, ihanet, ayrılık. . . türü sözler Ortaokul çocukları için yaşları üstünde kahırlı bir etki yapmaz mı? Bilindiği gibi uygar ülkeler bu konuda yaşlıların okuduğu kitapları yetersiz ya da yararsız görüp çocuklar için bir Çocuk Edebiyatı alanı açmış, kitaplıklar dolusu kitaplar yazmıştır. Gazeteci Ahmet Emin Yalman bu olaydan haberli ki birkaç yerde "İki sene Mektep Tatili" falan diyor. İki Sene Mektep Tatili kimin için yazılmıştır? Köy Enstitüsü öğrencileriyle bir ilişki kurulabilir mi? Köy Enstitüsü öğrencileri çalışıyor ama deniz kıyısında kumdan ev yapmıyor; içinde yaşayacağı evi yapıyor. Bunu yaparken bireysel bir özgürlük söz konusu olur mu? Çifteler'deki öğrenciler duvar örerken taş ya da tuğlaları gönüllerince mi yerleştiriyor? 1941 yazında Hasanoğlan Köy Enstitüsü yapılırken çalışmalardan genel sorumlu kişi Layoş Sili'nin en yakınında çalıştım. İyi çalıştığımı belgelemek için beni, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'a tanıttığı gibi bir de teşekkür yazısıyla anı verdi. Öyle sanıyorum ki o yaz odada çalışan 480 öğrencinin hiç birisi böyle bir onura erememişti. Öyleyken ben, hiç bir duvara “özgürüm” diyerek bir tuğla koymadım, hiç bir çatıya bir fazla çivi çakmadım. Layoş Sili beni bir öğretmen gibi özgür bırakmıştı. Bu nedenle diyorum ki, özgürlük bir bedel karşılığıdır. Çiftelerde bir hırsızlık olmuş ama hemen olan açıklanmış. Mısırdaki sağır Sultan bile duydu. İki ay önce arkadaşlar staj için okullara dağılırken Çifteler çıkışlı Yüksek Bölümden biri, arkadaşının paltosunu çaldı, suçüstü yakalandı, okulla ilişkisi kesildiği söylendi. Bu kişiyi hepimiz dış görünüşüyle tanıyorduk, paltosu da vardı, ceketi de. Bilmediğimiz, o arkadaşın bir kleptoman oluşuydu. O ruhsal durumuyla Çiftelerde 6 yıl nasıl yaşamıştı?
Öğle yemeğine geç kalmışım, Nazif Balcıoğlu ile Yeni Türkçe Öğretmeni Cemil Toygar vardı. Nazif Öğretmen beni tanıttı:
-Yalnız kalırsanız, bir söyleyeceğin varsa önce söyle, o konuşmaya başlarsa söyleyeceğini unutursun! dedi. Cemil Toygar:
-Konuşanları dinlemeyi severim, meslek gereği derslerde çok konuştuğumdan dinlemek beni dinlendiriyor! deyince Nazif Balcıoğlu bu kez beni kutladı:
-Hadi gene şanslısın, iyi bir dinleyici buldun! Onlar kalkarken Nebahat Öğretmen geldi:
-Çocuklar aramış, çalışma yapılmayacak mı? Yapılacağını söyleyip hemen kalktım. Duraksamadan salona gittim. Az sonra da çocuklar geldi. Titizlikle mandolinleri akort ettirdim, kendim de yardım ettim. Öztekin Öğretmen gelebilir! diye azıcık sertleştim. Kısa bir diskurdan sonra piyanoya geçtim. Çocukların bayıldığı mamanı çaldım. Çocuklar ilk girişi bildikleri için ikinci ölümle bir türlü ilişki kuramıyorlar. Bunu benim bir numaram sanıyorlar. Şarkılar söyledik, bu sınıf da Sarı Kız'ı çok seviyor. Sarıkız'ın sonunda da öyle çal diye tutturdular. Söz verdim ama yapamayacağımı biliyordum. Biraz da Nebahat Öğretmen için böbürlenmek duygusuna kapıldım. Yan gözle hep izledim. Onun da beni izlediğini kaçamak bakışlardan anladım. Ayrılırken gülümseyerek:
-Haklıymışsın, eğer bir kazançsa kazandın! dedi. Sevindim, kendisiyle bir şey söylemesini beklerken:
-Gelen kitapların hepsini küme öğretmenlerine verdiler, öğrencilere Enstitüsü hediyesi olarak dağıtılacak. Arkadaşlar, senin uyanıklığına hem şaşıyorlar hem de cesaretini alkışlıyorlar! dedi. Ben de:
-O benim fikrim değil Bakan Hasan Ali Yücel'in fikri. Ben ondan dinledim. Sonra da okudum. Bugün de uzunca bir yazı yazdım. Hiç önemsememiş gibi:
-Sen onu boş ver sen nasılsın? Bundan sonra her cumartesi Ankara'ya gideceğim; güzel filmler olacak. Gülümsedi:
-Kırılmamışa benziyorsun, buna sevindim. Ben de “seni sevindirmek için kırılmamaya kararlıyım, her cumartesi olmaz biliyorum, arada bir kaçamak olabilir.” Gülümsedi:
-Arkadaşlarla bazı nöbet değişiklikleri yapıyoruz; bir soruşturayım. Ben teklif etmem, eden olursa kabul ederim. Nedense birilerinin gözleri üstümde. Benden değil herkes senden kuşkulanıyor. Kendileri için pay çıkaranlar da var.
Teşekkür ettim ayrıldık. Öyle sevindim ki, atabilseydim takla atacaktım. Kulübeye gittim, tutmadı, Hüsnü Yalçın'ın çalıştığı yere hiç gitmemiştim; oraya gittim. Bir grup yabancı vardı, Veteriner öğrencilerinden bir grup gelmiş. Fazla kalamadım. Gene kendi salonumuza döndüm. Haydn sonatları tekrarladım. 59 nolu sonatın girişine alışmışım, oturunca hemen başlıyorum tururuurum rup! trurururum rup! biraz çalıp kestim. Ödevim 60. sonat. Onunla bir hayli didişeceğimi sanıyorum. O da 59 gibi trırum, trıromla giriş yapıyor. Bir yandan da düş kuruyorum:
-Sinema sözleşmesine inanasım gelmedi ama gene de sonsuz bir sevinç duydum. Niçin olmasın? Bu kez başka türlü davranacağım. Yeni bir istek doğdu, 60 nolu sonata yumuldum. Trırırum trırıum rum trırummm' rum tum rum tum trurum, turum tum tum. rumtrurum rumtrum. 59'dan pek farklı değil. Yarı yarıya tanıdım. Tanıyınca daha ısınıyorum. Zevk alarak çalıştım. Geçen haftayı düşündüm; Faik öğretmen olayı neye yordu acaba? Bir ara arkadaşlara söylemeyi düşündüm, vazgeçtim: Elin diline düşmek de var.
Akşam yemeğinde önce ikişerli üçerli bakışıp gülüşmeler oldu. İşkillendim. Nebahat Öğretmen çok durgun bir durumda. Onun için olur mu? Ekrem konuyu açtı:
-Küme öğretmenleri, kitaplar yetti mi? Yetmediyse hemen sipariş verelim. Aysel Öğretmen sordu:
-Size ne kuzum? Kümeniz yok sorumluluğunuz yok. Ekrem:
-Haklısınız, gerçekten kümemiz (Sınıf öğretmenliği) yok, sorumluluğumuz da yok.
Ben hemen ekledim:
-Arkadaş kitaptaki kahramanlardan biri. Okulu bitirince Köyüne gidecek, köyünün ilçesinin bozuk düzen işlerini düzeltecek, bu düzeltmeleri nasıl yapacağını gelip soranlara anlatacak. Ekrem güldü:
-Ekrem bu duruma göre köye gitmeyecek. Gidecek olsa şimdi burada olmazdı. Bakın arkadaşlarımın hepsi önce kendi Enstitülerine oradan da illerine uğrayıp köylerine gittiler. Ben bu şansı bile kullanamadım. Söz konusu kitapta yazılanları ben söylemedim. Benim söylediğim, bana göre o bölgenin eksiklikleriydi. Ahmet Emin Yalman, kendi işine geldiği gibi benim yapacağımı yazmış. İyi niyetle yazsaydı, önce benim köyüme gitmeyeceğimi, en azından bir Köy Enstitüsünde çalışacağımı yazardı. Kitabı okuyunca dikkat edin, Köy Enstitüsü diyor da Yüksek Bölüm için salt salondaki toplantıyı anlatıyor. Toplantıdaki konuşmalar da tıpkı Köy Enstitüsü çıkışlılar gibi köye gidince yapılacak işler. Kars Cılavuz köy Enstitüsü yapıcılık öğretmeni olarak çalışırken Gördez ilçesine düzen vereceğim (!) Enver Ötnü de Trabzon/Beşikdüzü’nde çalışırken Bergama'ya gidecek, hazırladığı 30 yıllık plânı uygulayacak (!) Özellikle de kızları toplayıp sanatçı yapacağı gibi, yöneticilerin uygulayamadığı Yönetmelikleri uygulayacak (!) Önce konuşan Veli Demiröz yasaların, yönetmeliklerin, uygulanmadığını söylemişti. Gerekçesi de bunları uygulayacak olanların vurdumduymazlığı idi. Enver'in, Bergama ilçesi bu bakımdan da Enver'i sabırsızlıkla bekliyor olmalı (!?) Ekrem son olarak:
-Ahmet Emin Yalman geçen yıl Çiftelere gidip bir süre kaldı, bunu bilen Çiftelerli arkadaşlar bildiklerini tekrarladı, hiç birisi Yüksek Bölümü bitirince ne yapacağından söz etmedi, biz de onlara uyarak boş lâflar söyledik! dedi.
Ekrem'in konuşmasını herkes can kulağıyla dinledi ama kimse sözüne söz katmadı. "İyi geceler!” diyerek ayrılıştık. Kulübeye gidince kendi aramızda yorum yaptık. Kitaplar öğrencilere parasız verildiğine göre, demek oluyor ki kitapları İlköğretim Genel Müdürlüğü aldı. Öyleyse salt Hasanoğlan değil tüm Enstitü öğrencilerine dağıtıldı. Hüsnü Yalçın bir; "Vay be!" çekti. 20 Köy Enstitüsü yuvarlak olarak 20.000 tl. Ben de duramadım, “Ne 20.000'i, Enstitülere umut bağlayan, onların gelişmesini bekleyen ya da onların nemene birşeyler olduğunu merak edenleri düşünürsen 20.000 değil 50.000 tl. demelisin!”
Bu kez de Ekrem "Vay be! " çekti. Ekrem bu arada bir de olasılıktan söz etti:
-Kitapta saydım en az 20 kez Rauf İnan'dan söz etmiş; hem de salt müdür olarak değil büyültücü sıfatlarla donatmış: Keşifçi, Sihirbaz, Ruh Mimarı, Sevgi yüklü, İncelikli, (Serbest saha, makul vasıta ve imkânlar sahibi) Bugünkü anlamıyla istediğini yapmakta özgürsün. Üst makamlar seni kanatları altına almıştır, yapsan da bozsan da koruncaksın! denilmiş, geniş yetkili müdür. Kitap, 9 sayfa. . . .
Ekrem:
-Bu duruma göre Ahmet Emin Yalman, bunun ardını sürdürecektir. Zaten bunu duyumsatır gibi söze başlamış: Henüz 3 ya da dört Enstitü gördüm! diyor. Demek ötekilerini de görmeyi aklına koymuş. Neden Yarının Seyahat'ını sürdürmesin; sözgelimi Kars/Cılavuz'la çevresi... Daha geniş, daha ilgi çekici bölge, pekalâ bir oraya da seyahat yapabilir. Adamın dilinden bal akıyor, Trakya için söyleyecek söz bulamayacak mı? Köylerde kimse ile konuşmadı, bundan sonra köylerdeki arkadaşları da sayfalarına dizip tüm Türkiye'yi yazamaz mı? Bence onun niyeti bu. Yoksa bizim hesapladığımız gibi 20.000 tl için bu işe kalkışmazdı. Önce tepkisel bir tavır aldıksa da sonradan Rauf İnan'a yaptığı gibi öteki müdürlere de abartılı yaklaşım yapmadan böyle bir girişimde bulunsa iyi olacağı kanısına vardık. Şimdiki düpedüz Rauf İnan'ı övme, aynı zamanda öteki Köy Enstitülerini küçümseme anlamını taşıyor. Yönetmeliklere uymamak, bir hafta ders yapan öğretmenin bir hafta serbest kalması ne anlama gelir? Öğrenciyi kendi isteğine bırakmak, Aşık Veysel'den saz ya da bağlama öğrenip öğretmen olmak yeteri mi? İlkokul Müfredat proğramının uygulanması için yarın Gezici başöğetmenler, denetmenler, ilköğretim Müfettişleri denetleme yapacak. Müfredat Programında ilkokulda öğrenilecek konularla bunların öğrenim kurallarına 26 sayfa ayrılmış. Tüm buyruklar evrensel kurallarla evrensel çalgı düzeni üzerine verilmiş örnek sayfalarda görüleceği üzere bunları öğrenciler kendi çabalarıyla çözüp okullarında uygulayabilir mi? Konu, bilgisi ne boyutta olursa olsun amaç köye (tıpkı eğitmenlerde olduğu gibi) öğretmen göndermekse (Kesinlikle bu değildir.) Öyleyse köy çocuklarına kent okullarına da gidebilme şansı verilmek zorunluğu vardır. Bu konuda amaç, köy-kent ayırımı düşünülmeden ilkokul çağına gelmiş tüm çocuklarımızın tek çıtadan atlayarak dilediği okula gitmesinin önünü açmak olmalıdır. Bu da, insanların duygusal duyarlığına dayanarak Aşık Veysel ya da benzeri çevresel ün yapmış tek yönlü kişileri model seçerek başarılamaz. Kırklareli İlinde oturan Soğan Mustafa sanırım dünyada eşi bulunmayan bir zurnacıdır. Filmlerde dinlediğimiz Harry James'in Trumpetini aratmaz. Kepirtepe Köy Enstitüsü açılalı beri (1938 Köy Öğretmen Okulu dahil) branşı müzik olan bir öğretmen görmemiştir. İlk yıl, henüz askerliğini yapmamış bir ilkokul öğretmeni olan Adem Gürçağlayan müzik derslerine girmiştir ama yaptığına gülersem kimse saygısız demesin. Çünkü söyleyerek öğrettiği "Kır Atınla Geçiver Şu Dağlar İnlesin Efem” şarkısını söyleyerek öğrettikten sonra notasını yazmış, şarkının notasını ezberletmiştir. Si do mi re do si la si do si la sol fa mi re la sol la siii, tekrar, re sol fa sol fa sol la si do si la re sol fa sol la miii. . . diye nota okumuştuk. Salt bunu değil, sözlerini Enver Behiç Koryürek'in yazdığı "Biz kimleriz, biz Altay'dan gelen erleriz, Çamlıbel'den uğuldarız coşar gürleriz.” Bu marşı da önce söyledik, yollarda yürüdük, sonra notaları yazdırıldı, notaları ezberledik. Yıllar sonra karşılaştığım sevgili öğretmenim Adana Öğretmen Okulunda Meslek Dersleri öğretmeniydi. Öğretmen odasındaki radyoda ara müziği olarak Mozart'ın o nefis “Küçük Şeylerden Bir Gece Müziği” olarak Türkçeleştirilen serenadı başlayınca "Kafa şişirmesin!” deyip kapatmıştı. Kepirtepe tam dört yıl sonra Cumhurbaşkanı uğradığı zaman tüm öğrenciler:
-Müzik öğretmeni isteriz! diye tek dilekte bulununca gene öğretmen okulunu yeni bitirmiş bir öğretmen geldi. Benim yaşımdaydı, birlikte akordiyon çaldık, çalışkandı, birlikte piyano çalıştık. Sonunda o Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümüne girdi, ben de buraya geldim. Başarırsak 2 yıl sonra ikimiz de müzik öğretmeni olacağız. Durum böyleyken hiç kimse yıllarca boş geçen müzik dersleri için Soğan Mustafa'yı önermedi. Önerseydi kuşkusuz Dayler dayleri, Alişimin Kaşleri Kareyi, Edirne Köprüsü Taştan'ı, Drama Köprüsünü öğretecek, Trakya Hora'sıyla herkesi coşturacaktı. Coşturacaktı ama benim gibi müzik çalışmalarını önemsemeyip voleybol oynayan yeğenim İsmet şimdi 5. Sınıflara müzik dersine girdiğinde Evrensel Müziğin en önemli ögelerinden Nüanslara, fonomimiye, Toniko do ya da Tünek-Ses merdivenlerini görünce sanırım yutkunacaktı. Köyünde ortaokullara gidenler var. Onlardan çaresiz kalıp soranlar olunca ne diyecek? Ben yeğenim İsmet'i örnek verdim. Çiftelerde okuyan 1300 arkadaşım da aklımdan geçti. Köyümün deresini düşündüm, yılın dokuz ayında diz boyu su akıtır. Ayağını ıslatmak istemeyenler karşılıklı iki tümseğe bir eğri büğrü ağaç koyup geçerler. Yağış başlayınca o ağaç köprü yetersiz kalır. Gene de geçmek için çaba harcayanlar olur. Olur ama buna girişenlerin yarısı düşer. Islananlar, hasta olanlar, sakat kalanlar olmuştur. 1900 yılında kurulan köy 35 yıl sonra bir köprü yaptı da dere derdinden kurtuldu. İnsanlar için yaşam gereksinimi neyse meslekler için de o mesleğin gereksinimleri olacaksa tam olmalı. Ünlü olduğu söylenen bir yazar, tüm ülke için yararlı olacak bir kuru konu alıp kitap yazıyor beğendiklerini salt beğeni olarak değil geleceğe yönelik büyük bir toplum şansı, insanlarımızı umutlarından muştularda bulunuyor. Ulus olarak göğüs kabartıcı bir olay, biz o kurumun bireyleri olarak onur duyuyoruz. Bu söylenenler var. Ancak bu varların, oluşu bir bütün olamamış, bu olamamışlık görüle görüle neden görmezden geliniyor? 1300 öğrenci kendi benliklerini kendi kendine geliştirmeye çalışıyorsa alkışlansın. Ancak bunlardan sorumlu olanlar kendi. sorumluluklarını neden yerine getirmiyor? Bunları yazarken üzülüyorum, kendim için değil, içinde bulunduğum aksak durumun sorumluları bunun nasıl ayırdında olmaz? Ayırdındaysa neden önlem almaz? Üstüne kitap yazmayı yeğleyen ünlü bir gazeteci ele aldığı kuruma neden kendi gözüyle bakmaz? Köy Enstitüleri, oradan yetişenler bu ülkenin kültürüyle yoğrulacaklar ki, olması gelen kültürün dışında kalanlara yardımcı olacaklar. Yazara bakıyorum mutluluk içinde, kitabına örnekler de almış. Geleceğin şairlerini de işmar ediyor. Öğrenci şiiri olarak hepsi güzel bulunabilir. Ancak ünlü bir gazeteci olan yazarın, günümüzdeki çok önemli şiir tartışmasına değinmeden geçmesi oldukça ilginç. Habersizdir denemez, haberli de taraf mı tutuyor?
Köy Enstitüleri için değerli Bakanımız Hasan Ali Yücel, bir gelişinde bizim bölüme uğradığında benden başka kimse yoktu. Oturdu, hal hatır sorduktan sonra hiç büyüklenmeden bana:
-Bu bölümün kurulmasında benim payım vardır. Bütün bölümler köye yönelik yenilikler için yetişecek ama bence en zorlu, ancak en gerekli yeniliği sizin bölüm yapacaktır. Çünkü güzel sanatlar alanında geri kalmış değil olayı hiç mi hiç anlamamışız. Padişah 2. Mahmut bunu sezerek bir çaba göstermiş ama saray çevresinden ancak Pera'ya kadar çıkmış, değil halka İstanbul içine bile yayamamıştır. İşte siz bu eksikliği giderecek öncüler olacaksınız. Salt müzik değil güzel sanatlar: Müzik, Resim, Tiyatro. Bu üç kardeş sanat gelişip birleşince uygarlığa erişmiş olacağız. Savaştan çıkar çıkmaz Atatürk'ün diline takılanlar da bunlardı. Ancak, savaşlar, kötü yönetimler yurdun ekonomisini tüketmişti. Çok daha yaşamsal sorunlar nedeniyle bu işi üzülerek küçük çapta ele almış, ancak sağlam temeller atmıştı. İşte sizler bunu köye, gerçek halkımıza götüreceksiniz. İşiniz kolay değil. Geçen gün bir karikatür gördüm. Bunu çizen bir İstanbullu. Köylü, radyo almak için radyo satıcısına giriyor. "Bir ıradıyo alacam ama içinde Nihat Esengin olmasın!" demişmiş. Köylünün bunu demediğini adım gibi biliyorum. Gerçi saksafonu, klarneti sevmeyebilir; çünkü hiç dinlememiştir. Ancak burada çok önemli olan daha doğrusu bizim için de tehlikeli olan İstanbullu olan karikatüristtir. Kendisi Bab-ı Aliye atmış kapağı, bulmuş sığıntısını, okuyucuyu yanıltma bahasına gıdıklamasını yapıyor. Velev ki köylü bunu söyledi, "Radyonun düğmesi var!” diyemez miydi? Onu dese Bab-ı Ali'den zincirini çözerler. Bu gibi akıl almaz engellerle karşılaşma bahasına kapatılmış aralıklar bularak halkın gerçek zevkini geliştirecek, bu sanatları en ücra köylere dek sizler götüreceksiniz. Bu bir bayrak yarışıdır, bayrağı bir süre sizler, sizlerden sonra gelenler derken bir gün sorun kendiliğinden istenen düzeye çıkacaktır.
Hasan Ali Yücel'den dinlediğim için mutlandığım bu olaya ters düşen görüşleri söz konusu karikatürist gibi bir zincire takılı kimselerden çıktığını sezer gibiyim. Konu, şanssız bir rastlantı Aşık Veysel'den açıldığı için üzgünüm. Oysa Aşık Veysel benim için çok değerli bir dost. O da bunu biliyor. Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Kul Hüseyin'leri konuşurken Aşık Veysel'in sözümü keserek:
-Kul İbrahim'i unuttun demesi, arkadaşları bir hayli güldürmüştü. Onlar bilmediği için Aşık Veysel'in bana dediğini sanmışlardı. Oysa gerçekten ötekiler değerinde bir de Kul İbrahim vardır. Bunlar Bektaşi tarikatinin ünlüleridir. Bunların nefesleri günümüzde de Bektaşilerce söylenmekte bir bölümü de ufak tefek değişiklerle halk şiiri imişçesine şarkı olarak söylenmektedir. Vahit Dedem, dediğim Varlık sayılarındaki Bektaşilik üstüne yazılarını sık sık okuduğum Aşık Veysel kendisi de henüz işin başında olduğunu ömrü izin verirse daha ileri gideceğine inandığını söylemektedir. Söyleşilerinin kitap olarak yayınlanmasını istememesine karşın dostlarını kıramadığını söyleyen Aşık Veysel, Çifteler üstüne yazdıklarımı kesinlikle umursamayacaktır. Zaten ilk fırsatta kendim söyleyeceğim.
Söyleşilerden örnekler:
DEYİŞLER
Genç yaşımda felek vurdu başıma
Aldırdım elimden iki gözümü
Yeni değmiş idim yedi yaşıma
Kaybettim baharımı yazımı
Bağlandım köşede kaldım bir zaman
Nice kimselere dedim elâman
Onbeş yaşıma girince heman
Yavaş yavaş düzen ettim sazımı
Üç yüz onda gelmiş idim cıhana
Dünyaya bakmadım ben kana kana
Kader böyle imiş çiçek bahana
Levhi kalem kara yazmış yazımı
Geçirdim ömrümü havayı heves
Derdim bir kimseye değildir kıyas
Her zaman her vakit kalbimde bir yas
Çarhı devran güldürmedi yüzümü
Bir vefasız zalim yare bağlandım
Tarih üç yüz otuz beşte evlendim
Sekiz sene bir arada eğlendim
Zalim kâfir yetim kodu kuzumu
Ele geniş bana dünya dar oldu
Tahammülsüz gönlüm bikarar oldu
Gönlüm zindan gecelerim zâr oldu
Kader ile bölemedim kozumu
Veysel der dünyaya ben neye geldim
Her zaman ağladım ne zaman güldüm
Gönlüme teselli kendimde buldum
Sabır ile teskin ettim kendimi
Aşık Veysel (Deyişler)
Köy Enstitülerine
Enstitü bir kovana misaldir
Her türlü çiçekten alır bal yapar
Yurdumuz için de doğu bir yoldur
Memlekete kanat takar kol takar
Mahmudiye Hamidiye Çifteler
Enstitü köylere yapacak neler
Bu toplu fikirle dağları deler
Kimisi makine kimi bel yapar
Resim yaparlar plân çizerler
Çözülmedik düğümler çözeler
Bir kısmı şairdir şiir yazarlar
Kimi saz düzenler kimi tel takar
Hocaları dersin vermiş okutmuş
Varolsun bu gençler duyduğun tutmuş
Kimi deniz gibi ırmaklar yutmuş
Kimi yağmur olur coşar sel yapar
İnan ki her işi başarır insan
İnsana yoldaştır gayretle iman
Vatan sizden hizmet ister her zaman
Maarif sizi memlekete el yapar
Uyarın köylüyü varsın ayılsın
Enstitü kuvveti yurda yayılsın
Herkes kazancının yolunu bilsin
Öğretmenler iz gösterir yol yapar
Yiğitlik cesurluk yılmaz yorulmaz
Tembellere hazır sofra kurulmaz
Veysel'in elinden hiç bir iş gelmez
Çalı gibi yaprak açar gül yapar
Aşık Veysel (Çifteler 1943)
Besbelli oluyor ki Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü gelen konukların gözünde tam anlamıyla gözde sıfatını kazanıyor. Bu yıl bizim konuğumuz olan Aşık Veysel es geçerse bunu talihsizlik değil konuk ağırlama becerisinden yoksulluğumuza sayalım (! )
Aşık Veysel'i gücendirmek değil sevindirmek için Vahit Dede'nin notlarını karıştırıyorum, işte Hatai'den (Şah İsmail'den) bir nefes!
İçinde
Önüme bir çığır geldi
Bir ucu var şar içinde
Attarları dükkân açmış
Her ne dersen var içinde
Gir dükkâna pazar eyle
Hışmı yenip hazer eyle
Aya güne nazar eyle
Ay Muhammet nur içinde
Al Ali'dir gün Muhammet
Üç yüz altmış altı âyet
Balıklardır suya hasret
Çarkı döner göl içinde
Kudretinden verdi balı
Bahanesi oldu arı
Men kılarım âh-ü zarı
Arı inler bal içinde
Can Hatayi'm adın hezar
Annımızda ak yazılar
Talibler pîrim arzular
Bülbül öter gül içinde
Hatayi(Şah İsmail)
***
Muhammet-Ali
Yol içinde yol ararsın,
Yol Muhammet Ali'nindir
Yetmiş iki dil içinde
Dil Muhammet Ali'nindir
Kanı bizden evvel gelen
Beş vakti daima kılan
On parmağı pınar olan
El Muhammet Ali'nindir
Varma cahilin yanına
Uğrarsın çerhin seline
Lânet Yezid'in canına
Din Muhammet Ali'nindir
Cennet kapusu açıldı
Misk-ü anberler saçıldı
Bağ-u bağçede açıldı
Gül Muhammet Ali'nindir
Söyler Pir Sultan'ım söyler
Hak'kın birliğini birler
Doğmuş âlemlere parlar
Nur Muhammet Ali'nindir.
Pir Sultan Abdal
* * *
Ali'yi Gördüm
Dün gece seyrim içinde
Ben dedem Ali'yi gördüm
Eğildim niyaz deminde
Ben dedem Ali'yi gördüm
Üç çerağ yanar şişede
Aslanlar gizli meşede
Yedi iklim dört köşede
Ben dedem Ali'yi gördüm
Kızıl güller deste deste
Bergüzâr yolladın dosta
Üç dolu mihmandan iste
Ben dedem Ali'yi gördüm
Cennet kapusunda duran
Kilidin mührünü kuran
Yezid'e kılıcın vuran
Ben dedem Ali'yi gördüm
Yüce dağlar coşkun coşkun
Kul Himmet'im aşka düşkün
Cümle meleklerden üstün
Ben dedem Ali'yi gördüm
Kul Himmet (16. yy)
* * *
Koşma (Nefes)
Gel ey hâce bize ilmini satma
Hak mihman oluğu yeri bildin mi
El aybını görüp günha batma
Felek dolabında zârı bildin mi
Evvel kapu şeriattır girerler
Tarikatte gonca güller dererler
Canlar menziline anda ererler
Aceb menziline erebilin mi
Şeriat dildedir tarikat canda
Gönül dost evinde mihmandır anda
Bunca velilerin mekânı kanda
Hakikat elinde seyri bildin mi
Kul Hüseyin'im kemter nedir çaresi
Ne kadardır arşın Kürs'un arası
Uyumuşken yüreğimin yaresi
Ey hace sızlattın sarbildin mi
Kul Hüseyin(16. yy)
***
Diyesin
Ey ruh, benden dostlarıma selâm et
Felek ile pek cengi var, diyesin
Felek verdiği emaneti ister
Hasret vakfını görüyor, diyesin
Elim ermez dostlarıma, nâçarım
Hayf çekerim, olmaz işten kaçarım
Sunarlarsa ecel zehrini içerim
Felek bizi göz-aldırmış diyesin
Gel, deyince söze uymaz, delidir
Aslım Muhammed'e çıkar, velidir
Bu insan da yer yüzünün gülüdür
Kimi almış kimi verdi diyesin
Kul İbrahim der ki, gördüm düşünü
Hak narsın cümlemizin işini
Bakın kayırmış mı sefil başını
Dosta, gönül intizarda, diyesin
Kul İbrahim (16. yy)
Yemekte Eğitimbaşı Şeref Tarlan vardı, o da masaya oturmadı, “toplantı sürüyor, ben, kimse yoktur düşüncesiyle geldim, madem buradasın ben toplantıya döneyim!” dedi. Zaten öğrenciler yemeklerini yemiş durumdaydı. Hasan Tekin koştu geldi. O gelince kaygım kalmadı. Hasan işleri kotarınca salona döndüm. Hiçbir saplantıya girmeden uzun süre çalıştım. Röslein gelmeyecek, bu hikaye burada bitecek ama Johann Wolfgang von Gothe'nin sözlerini yazıp Franz Schubert'in bestelediği Röslein 100 yıldır çalınıp söylediği gibi gene çalınıp söylenecek; diyerek teselli buldum. Bella Kent gelecek, Felix Mendelsshon'un Bir Yaz Gecesi Üvertürünü koydum. Salıngaçta sallanır gibi bir süre dinledim. Düğün Marşı gözlerimi açtı. Bella Kent gözümün önüne geldi. Bir kuruntuya kapıldım:
-Cuma günü dersi olursa cumartesi kesinlikle Ankara'ya döner. O zaman ne yapar yapar onu konsere götürürüm. Pikabı kapatıp piyanoya döndüm gene Beringer 2 etütleri pedallı çalışmaya başladım. Öztekin Öğretmen geldi:
-Ne güzel ne güzel! Seni böyle çalışırken görünce gururlanıyorum; senin için değil, yanlış anlama çok isabetli bir iş yaptığım için. Gene de “Sağolun, sizin isabetli işiniz benim için gurur kaynağı oldu.” Bazan kendimi havalarda uçar gibi sanıyorum.
Öğretmen toplantı için bir şey söylemedi, ben de sormadım. Öğretmen gidince bu kez Haydn 60'ı dikkatlıca çalıştım. Birinci bölüm oldu gibi, 2. Bölüme yumuldum. 2. Bölüm de daha ağırca olarak Durururumm, durururum dum, dum. Sol la do, do, mi fal sol. . . . . .
Bir süre çalıştım, bu kez de arkadaşlar geldi, kaygılanmışlar, ben neden yok muşum? Özel olarak çağrılmayı hiç düşünmemiştim ama onları dinleyince içime bir kuşku düştü. Ancak Öztekin Öğretmenin az önce söylediklerinden sonra kaygılanmamın gereksizliğin inandım. Zaten toplantı yeni ders yılına hazırlıkmış. Enstitü bölümüne bu yıl çok öğrenci alınacakmış ayrıca sağlık kolunun da sayısı arttırılmış. Yeniden bir düzenleme yapılacakmış. Etimesgut resmen okulun bir parçası olarak duyurulmuş. Yüksek Bölüm son sınıf öğrencilerinden daha fazla yararlanılması konuşulmuş. Her konuda Müdür Rauf İnan bildiğini okuyacağını açık açık belirtmiş. Ne kitaptan ne de Aşık Veysel'den söz edilmiş. Zaten öğretmenlerden kimse soru sormamış. Rauf İnan gelecek yeni öğretmenlerden söz etmiş, ayılmak isteyen olup olmadığını sormuş. Yeni gelen Cemil Toygar'ı övücü bir konuşmayla tanıtmış.
Birlikte yemeğe gittik, yemekte değişik bir hava vardı. Yüzlerden herkesin hoşnut olduğu seziliyordu. Cemil Balcıoğlu bana takılmadan duramadı:
-Ne o, Müzikçi arkadaşımız bu akşam durgun, bana mı öyle geliyor? diye ortaya sorunca herkesten önce ben:
-Sizi neşelendiren olaya katılamamamdan ileri gelen bir fark, ben her zamanki çizgimdeyim. Siz şanslı kişilerin aldığı moral coşkusu karşısında sönük duruşum ondan. Kendimi yokluyorum, dün akşamdan daha iyiyim, çünkü bugün hem çok çalıştım hem de çok güzel müzikler dinledim. Ayrıca sizleri de çok neşeli görüşüm beni ayrıca sevindirdi. Bu nedenle benim de geçmiş günlere göre birkaç çıta kaldırdığım kanısındayım.
Yanındaki Cemil Toygar'a dönerek:
-Laf altında kalmaya hiç razı olmaz! dedi.
Yemekten sonra kulübemize çekildik. Behçet Kemal Çağlar'ın şiir saati vardı.
Radyo sunucusu “Şiir Saati, Behçet Kemal Çağlar” deyince Hüsnü yüzünü ekşitti. Onu gören Ekrem:
-Sakın kapatma dinlemek istiyorum bunu. Atatürk'ün ölümünde dinlemiştim, sesi kulaklarımdan uzun süre gitmedi. Hüsnü de “yok, kapatır mıyım? Ben de severim Behçet Kemal Çağlar'ı”. Onların öyle konuşması beni tetikledi, dikkat kesildim. Bakalım benim bildiğim bazlamalı şiirini okuyacak mı? Sabahat Kartekin öğretmeni anımsadım. Benim şiirime ondan alma gibi demişti
YOLLAR BOYUNCA
Geçmedim durmayan ekispiresle,
Değildim açıktan kıvrılan yatta;
Gezdim karış karış şevkle hevesle
Bazı boz yaylıda bazı al atta
Halı orta yayla, sedir Erzurum;
Bahçemdir Alanya, Ayvalık, Bodrum;
Fıskiyen Manavgat, Girlevik, Tortum;
Çok yıkandım-Seyhan-Fırat'ta. . .
Oldu kaç pınara havuçlarım tas;
Ne başımda humma ne içimde pas
Alnıma değdi Kop-Süphan-Erciyas;
Hararet söndürdüm ben Ararat'ta. .
Bolu'da Yunusu kendim okudum
Uşak'ta şevkimi kendim dokudum
Antalya'da bülbül oldum şakıdım;
Gönlüm ne kafeste ne de kanatta. .
Konya'da gönlümü sürdüm de ektim;
Antep'te zevkimi imbikten çektim,
Yaylada Türkmendim, dağda Zeybektim;
Kader birliğini tattım hayatta. . .
Bendedir etekte açan nerkisler
Bendedir tepeyi kaplayan sisler.
Bendedir harmanda yanan göğüsler,
Bendedir savrulan-kalan hasatta. .
Bir dinmeyen sızı, bir sonsuz tasa,
Yapan Halk, başkası toplayan parsa;
Ey Tanrım bu halkın günahı varsa
Ver de yükleneyim onu Sıratta. .
Yeşerir defnedir, kurur gül olur;
Kızar kılıçlaşır, sever tül olur,
Ah etse karşıki dağlar kül olur;
Susar Bazkır denen bir arafatta. .
Ey baş yap gönlün ne isterse canı;
Murat dağı! Murat suyunu tanı.
Yeri ister ırmak ister dağ yanı
Çağlar ikisinde birden Murat'ta. . .
Behçet Kemal Çağlar (17 Ağustos 1944 Salı)
Şiiri, daha önce Şadırvan ya da Aile dergisinde okumuştum. Heveslendi, “Kayseri için de yazmıştır” deyince arayacağıma söz verdim. Anca az önceki şiirde Erciyes, geçtiğini anımsattım. (Alnıma değdi, Kop, Süphan Erciyes!) Hüsnü ise Aşık Veysel'le karşılaştırmaya kalkıştı.
Aşık Veysel'in dar bir alanı ele aldığını, bu şiirde ise bir gezgincinin görebileceklerini birer birer saydığını söyledim. Aşık Veysel Çiftelere bakarak Köy Enstitülerini yazmış. Şimdi burada daha geniş bir alan içinde bulunuyor. Yeni bir şiir yazdığında göreceksiniz çok değişik sözler kullanacaktır, dedim. Sanırım Ekrem demek istediğimi anlamadı ya da karşılaştırmayı kesmek istedi:
- Bu görüşüne katılmıyorum, övgüler kurumlara değil o kurumların simgelerinedir. Bu nedenle aynı simgenin yer değiştirmesi yeni bir övgü gerektirmez öncekinde amaca ulaşılmıştır. Belki ilerde yeni bir kombinezon düşünülebilir. Ancak onu da eskilerle karşılaştırmamak gerekir.
Anladığım kadarıyla Ekrem, bugünkü toplantıdan etkilenmiş, Rauf İnan üstüne söz yıkmak istemedi. Zaten benim de öyle bir amacım yoktu. Bu kes Hüsnü sözü kendimize çevirdi:
-Yüksek öğrenim görüyoruz ama gerçekten gördüğümüz yüksek öğretim mi? Arkadaşların anlattığına göre girdiği derslerde Matematik öğretmeni Ali Rıza Kalkancı:
-Birkaçınız dışında ortaokullusunuz! diyormuş. Bizim bölümlerde dersler başka alanlara dönüştüğünden böyle bir karşılaştırma yapılmıyor ama gerçekten genel ilgi bakımından iyi yetişmemişiz. Örneğin yabancı dilden (bizim Almanca bölümü için söylüyorum) ortaokul birinci sınıfız. Birinci sınıfta Ömer Uzgil ne öğrettiyse onunla kalmışız. Aradan geçen zaman, onun da çoğunu alıp götürmüş. Şanssızlığımızdan şimdi de dersi konuşmayla atlatan birine çattık; yabancı dil olarak buradan da ortaokul öğrencisi olarak çıkacağız. Gerçi Almanca dersi okutmayacağız ama bu bir Yüksek Öğrenim eksikliği olacaktır. Matematik dersinden de böyleleri olursa, gittikleri yerde matematik dersi böyle olacak ki, vay oradan çıkacak öğretmenlere!
Konuya nereden girdik nereye getirdik. Ahmet Emin Yalman tüm Türk halkına yeni bir öğretmenden, bu yeni öğretmenlerin yurdu aydınlatacağından söz ediyor. O denli umut yayıyor ki, okulu bile ortadan kaldırıp çocukların kendi kendini yetiştirebileceği muştusunu veriyor. Onu bu denli umutlandıran da Çifteler Köy Enstitüsündeki özgür eğitim, Rauf İnan'ın kullandığı yöntemler. Ekrem, nedense,
-Söz, döndü dolaştı gene Rauf İnan'a dayandı deyince Hüsnü:
-Çok doğal, çünkü işin başlangıç nedeni o, ateşe ilk çakmağı o çaktı. Bu benim fikrim değil yılların deneyimli öğretmeni Hidayet Gülen bile:
-Rauf Bey bunun hesabını vermekte zorlanacaktır. Çünkü kitaplar öteki enstitülere de dağıtılmıştır. 20 Köy Enstitüsü içinde bir iki örnek öne alınıp salt birinin adı onlarca kez öne sürüldüğüne göre insanlar bunu kolay kolay hoşgörmezler. Sözlerini irdeledik. Gene de Ekrem:
-Rauf İnan bundan kendini sıyırır. Bu kitap işi bir olay olarak ortaya çıkarsa sorumluluk İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un hesabına yazılır. Rauf İnan çok kurnaz biri, kolay kolay yaş tahtaya basmaz! deyince duramadım:
-Söylendiğine göre Rauf İnan seçkin öğrenci olarak Avusturya'ya okumak için gidenler arasındaymış. Viyana’da kaç yıl kaldıysa döndüğünde birlikte gittiği arkadaşları gibi başarı kazanamamış. Ya da Avusturya'daki kurumdan başarı belgesi alamamış. Belgesizliği nedeniyle arkadaşları gibi seçkin yerlere atanamamış. Örneğin arkadaşlarından biri Fuat Baymur! Fuat Baymur, gelir gelmez Gazi Öğretmen Okuluna Meslek Dersleri Öğretmeni olurken (Sonra Gazi Terbiye Enstitüsü) Rauf İnan Ege bölgesindeki köy okulları müfettişi yapılmış. Bir süre sonra köy okullarını canlandırma tartışmaları çıkınca bunu fırsat sayıp Köy okullarıyla yıllarca ilgilenmiş bir uzman sıfatıyla ortaya atılmış. Milli Eğitim Bakanı Eğitmen Kurslarına izin verip Milli Eğitim Müsteşarı Nafi Atıf Kansu, bacanağı o zamanki adıyla henüz kuruluş söylentisi olarak ortada dolaşan Mektepler Müzesi Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'u geçici olarak İlköğretim Genel Müdür Vekilliğine atayınca Rauf İnan yardım edebileceğini, bu konuda çalıştığını öne sürüp adını duyurmuş. Eğitmen kursları denemelerinde Ege bölgesinde açılan eğitmen kursuna katılmış. Duygusal yanı ağır basarak arkadaşlarının Ankara'da kalmaları onu kamçılamış olacak, bu yeni girişimde başarılı olup tutunmaya koşullanmış. Bu nedenle nerede ne görev verilse bir kahraman görüntüsü içinde koşmuş. Örneğin Manisa Horozköy’de Eğitmen uzmanıyken Kastamonu/Gölköy'de görev almıştır. Müdür Süleyman Edip Balkır’dır. Bu kez Rauf İnan/Kocaeli/Arifiye Eğitmen kursundadır. Kurslarla Köy Enstitüleri aynı yönetimlerde toplanınca Kocaeli/Arifiye Köy Enstitüsüne Süleyman Edip atanmış, Rauf İnan böylece Süleyman Edip Balkır'ın iki kez gölgesinde kalmış. O buna aldırmaz, onun için önemli olan İsmail Hakkı Tonguç'un gözüne girmektir. Bir süre ikinci plânda kalıp sabreder. Tam bu sıralar Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsünde olaylar çıkar, sorumlu olmamasına karşın Müdür Remzi Özyürek yöneticiliği bırakır. Böyle bir fırsatı bekleyen Rauf İnan ortaya çıkar. O zaten kendine çalışma alanı olarak seçtiği köy çocuklarını okutma davasında kurucu sayıyordu. Hemen bir tamlama yaptı:
-Kurucu Müdür! Kurucu Müdür Rauf İnan Çiftelerde 4 yıl yöneticilik yaparken kendince bir plân uyguladı; hangi enstitüde yönetim boşalırsa oraya kendine uyabilenleri yönetici olarak göndertti. Örneğin Osman Ülkümen gibi. Osman Ülkümen Trabzon/Beşikdüzü'de bir yıl kalmadan Eskişehir/Çifteler’e döndü. Çünkü, Rauf İnan, Çifteler'den çıkanlarla ipleri koparmak istemiyordu. Çifteler’de o denli öğretmen boşluğu varken kadronun yarısını Hasanoğlan'a göndermişti. Kendine göre hesapları vardı. Bir zaman düştüğü yalnızlığın acısını unutamıyordu. Yönetici olduğundan beri burada, Yüksek Bölüm öğrencileri arasında da bu politikayı sürdürüyor. Tek engeli, Çifteler’den gelmesine karşın sanatçı tarafı ağır basan Mehmet Öztekin, bizim Bölüm Başkanıdır. Benim de bunları rahatça düşünmem hatta yazmam ondan aldığım güvendendi. Yakından bilenler şerrinden o denli korkuyor ki, "Rauf İnan'ın gözünden düşmek kör kuyuya düşmekten beter!" diyorlar. Nedense ben bu denli çekinmiyorum, Hasan Ali Yücel gibi bir Bakanın emrinde çalışan birisi, aynı örgütten bir başkasına haksızlık yapamaz. Yeter ki o duysun
Ahmet Emin Yalman'ın yazmış olduğu Yarının Türkiyesine Seyahat adlı kitabı öğrencilere dağıtıldığını kanıtlayan bir belge.
Benim önemsediğim bir nokta, yazar Arifiye Köy Enstitüsü'ndeki müzik çalışmalarını yakından izleyip çok beğeniyor Müzik öğretmenini övüyor hatta başarılı öğrencilerin adlarını yazıyor da Çifteler'e gelince bu işi neden başka bir yöne döndürüyor? Burada bir değer benzeşikliğinden çok okul müdürünün görüşüne karşı çıkmamak gibi bir taraf tutmak ya da arıya çomak sokmamak nezaketi seziliyor. Nezaket güzel bir davranış da yanlışa nezaket tülü örtersek, tül, ne denli değerli olursa olsun sıradan bir çul görevinde kullanılmış sayılmaz mı?
Biz, zıtlaşırca konuşurken Hüsnü uyudu. Ekrem de esneyerek:
-Haklısın kardeş, aynı düşüncedeyiz ama adam, bugün başımızda yönetici. Hem de hiç hakkı olmamasına karşın Yüksek Bölümün yönetimini de vekil olarak yürütmesine karşın, asil olarak tavır koyuyor.
16 Ağustos 1944 Çarşamba
Akşamki çok karmaşık konulara değinmemize, kimisinde birleşip kimisinde ayrı düşmemize karşın Tonberg bizi neşelendirdi. Ekrem "Günaydın!" der demez Kayseri şiirini beklediğini söyledi. Ben de:
-Kayseri şiiri mi yoksa yukardaki şiirde Erciyes gibi şiir içinde geçen Kayseri mi? Erciyes şiirini kesinlikle bulacağımı ancak Kayseri ya da Erciyes'e bu denli tutkun olduğuna göre Erciyes efsanesini bilip bilmediğini sordum. Onu da bilmediğini, anlatmamı söyledi. Söz verdim. Ekrem'i birçok bakımlardan sevdiğimi hep söylerdim Son kitap olayında ayrı düşündüğümüzü farkettim. Bunu düşünerek Oyun alanına gittim
Çakı Efe çakı gibi, işaret edene dek çalmamamı söyledi. Oyuncular Arpazlı için sıra oldu, ayaklar hazırlanıp bir, iki, üç sayıldı. İçe, dışa dönüş yapıldı. Efe işaret verdi, ağır ağır çaldım. Bir iki durdurup başlattıktan sonra oldukça düzgün bir halka çıktı. Çakı Efe usandı mı, sevindi mi anlamadım birden "Güvende! dedi. Çocuklar sevdiklerinden Güvende'yi güzel oynadılar. Ara ara Eğitimbaşı Şeref Tarlan dolaşır, bu sabah benim yanıma geldi, gülümseyerek başıyla selâm verdi. "Böyle daha güzel oldu. Sıtkı Şanoğlu haklıydı. 600 öğrenci bir arada oyun öğrenemezdi. Bak ne güzel oynuyorlar! "deyip ayrıldı.
Kahvaltıya Çakı Efe ile gittik. “Aşık Veysel'in dinlenme günü bugün gidelim, seninle konuşmaktan hoşlandığını söyledi!” dedi. Nasıl "Hayır!” derim? Öğle çalışmamdan sonra buluşup gideceğiz.
Salona dönerken Müdür Rauf İnan'la karşılaştım. Ben, "Günaydın!" dedim, o ise "İşler yolunda gidiyor mu?" diye sordu. Durmadan geçiştik. İster istemez arkadaşlarla yaptığımız konuşmalar belleğimde sıralandı. Ekrem'in azıcık yan dönüp dönmediğini düşünürken Hüseyin Atmaca'nın anlattığı bir olayı anımsadım. 1941 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü kurarken her enstitüden ekipler gelmişti. Kızılçullu ekibi dönüşte Çifteler'e uğrayıp iki gün konuk kalmış. Çifteler öğrencilerinin kılıklarını felâket bulmuşlar. Salt öğrenciler değil öğretmenler de eski püskü asker postalı ya da çorçil denilen ayaklara uygun olmayan postallarla geziyormuş. Buna karşın Kızılçullu öğrencileri Çiftelerde, düzgün giyimli saçı oldukça uzun, kravatlı, cebi mendilli düzgün konuşan birini görmüşler. Md. Yardımcısıymış, konuk öğrencilere iyi davranmış Bu yakışıklı, iyi giyimli kişiye filmlerden benzetme bile yapmışlar. Robert Taylor. Kızılçullu'ya döndüklerinden kısa bir süre sonra kendi kurucu müdürleri Emin Soysal ayrılmış. Müdürlerinin ayrılışına günlerce üzülen öğrenciler yeni müdürün Çifteler'de gördükleri o temiz giyimli nazik konuşan kimse olduğunu duyunca görenler arkadaşlarını yatıştırmak için çaba harcamışlar. Bir süre sonra yeni müdür gelmiş. Bir de ne görsünler; Çiftlerdeki kocaman, hatta yırtık postallı yıpranmış asker giysileri içinde biri. Konuşması da kaba saba, “hey, işt, bana bak; köftehor!” türü sözler. İlk uyarısı da öğrencilerin kesinlikle İzmir'e inmemesi, şehirlilere özenmemesi! olmuş. Öğrenciler bunu bir süre sonra şöyle bir olaya bağlamışlar:
-Birileri, Köy Enstitülerini düpedüz uygarlıktan uzaklaştırıp köle gibi köylerde çalıştırmak için geniş kapsamlı bir koşullandırma yöntemi uygulamak amacına yönelmişler. Kendileri bunu belli bir süre yapıp çekilecekler, gelecekleri için bir süre katlanıyorlar. 20 Köy Enstitüsü müdürü ya da öğretmenlerinin hiç birinin çocukları enstitülerde okumuyor. Geçtiğimiz ders yılı içinde Köy Enstitüsü Müdürleri başarılarını anlatmak için gelip bizimle tanışmışlardı. Gelenlerin içinde sahiden en kaba en tutarsız konuşan Kızılçullu Müdürü Hamdi Akman'dı. Bu nasıl oldu? Koşullanma!
Koşullanma için bir yazı okumuştum: Hasan Sabbah, çok az askerle koca orduları yenmiş ya da durdurmuş. Söylendiğine göre, Hasan Sabbah'tan bunun nedenini sormuşlar. Hasan Sabbah'ın barınağı Alamud kalesi çok yüksek bir dağ üstündeymiş. Kaleye dar bir geçitten çıkılıyormuş. Öbür yanlar uçurummuş. Hasan Sabbah soranlara şöyle bir cevap vermiş. Adamlarından on kişi çağırmış, kalenin bin metreden derin uçurumunu hedef gösterip atlamalarını emretmiş. Adamlar hiç bir tepki göstermeden sıraya girip arka arkaya uçuruma uçup parçalanmışlar. 900 yüz yıl önce olan bu olaya, insanlar için koşullanmanın ne denli yaşamsal bir sapma olduğuna örnek gösterirler. Günümüzde de nice ölüm olayı bu tür kişilik saptırmasıyla yapılmaktadır. Sağolsun Ekrem'le çok ayrı düştüğümüzü düşünmüyorum ama gene de bir mim koydum. Ekrem, Erciyes Dağı ya da Kayseri ile ilgili şiir istiyordu. Behçet Kemal Çağlar’ın Erciyes'ten Kopan Çığ, 1932 baskılı olduğu için bulamama olasılığını düşünerek, hiç değilse Halk Ozanı Kerem Dede'nin Mesnevisini aldım. Önce efsane. . . .
Erciyes Efsanesi:
Vaktiyle Erciyes dağı eteklerinde Ercişler Kabilesi yaşarmış. Bu kabile Başbuğu'nun da Cis Hatun adında çok güzel bir kızı varmış. Cis Hatun'u gören delikanlılar kara sevdalara tutuluyormuş ama Güzel Cis Hatun kendi obalarındaki yufka yürekli delikanlılara yan bile bakmıyormuş. Tek eğlencesi ya da oyalandığı olay karşıdaki yüksek dağa bakmakmış. Söylendiğine göre dağın tepesinde zaman zaman yanan bir ateş varmış. Ateş yanınca görenleri korkutuyormuş. Oba halkını bu korkulu ateşten kurtarma çareleri arayan obanın Başbuğuna bir gün kabile halkını korkutan dağ tarafından dağın eteğine bir delikanlı indiğini duyurmuşlar. Başbuğ, gelen delikanlıyı görmek istemiş. Başbuğa gelen delikanlıyı, Bey’in kızı Cis Hatun da görmüş, görür görmez de delikanlıya aşık olmuş. Delikanlı da Cis Hatun'a tutulmuş. Bir zaman sonra delikanlı, Başbuğ babasından kızı Cis Hatunu istemeye karar vermiş. Oymağın, Uluları, Alp'leri Delikanlıyı pek beğendiklerinden aracı olup Bey’den kızı isterler. Bey, kızını isteyen delikanlının dürüstlüğünü ve mertliğini beğenmiştir. Fakat, delikanlının kızıyla evlenebilmesi için bir şartı vardır. Şartı ise, yanıbaşlarındaki dağın tepesinde ateş püsküren bir ejderhanın öldürülüp, ortadan kaldırılmasıdır. Delikanlı o denli cesurdur, Cis Hatun'u da o denli sevdiğinden öneriyi hiç duraksamadan kabul edip dağa dönmek, isteneni tezelden yerine getirip sevgilisine kavuşmak ister. Ancak, Cis Hatun delikanlıyı bırakmaz, gelinlik için hazırlanan tülünü duvağını alıp yola çıkarlar. Bir süre gittikten sonra yanlarındaki öteki hediyeleri bir mağaraya bırakıp Cis Hatun gelinliğini giyip beraberce yola devam ederler. Dağın zirvesine yaklaştıkları anda, alevler aniden çoğalır ve üstlerine akmaya başlar. Delikanlı, Cis Hatun’u korumak için atılır, ama alevler onu alır götürür. Cis Hatun başında beyaz duvağı ve üstünde gelinliğiyle sevgilisini kurtarmaya çalışır, ancak onun da ayakları alevlerin içinde kalarak yok olur. Bu sırada beyaz duvağı açılır, gelinliği dağın üzerine yayılarak zirvenin üstüne bembeyaz bir örtü olur. Alevse, Cis Hatun'la delikanlıyı aldığı gibi yok olup gider.
İşte o gün bu gündür Erciyes dağının zirvesi, hep böyle beyazdır.
Erciyes Dağının sakin hali-Cis Hatun'un zirveyi süsleyen gelinliği
"Şiiri bulamadım!" dememek için şimdilik kaydıyla yazıyorum. Efsaneyi bulduğuma sevineceği için Kayseri ya da Erciyes başlıklı şiir bulamamamı hoş görecektir. Behçet Kemal Çağlar'ın Erciyes'ten Kopan Çığ kitabı bizim kitaplıkta kitap olarak yok. Çünkü 1932 yılında basılmış.
Cumartesi günü Bakanlık kitaplığında belki bulurum.
Halk Ozanı Kerem Dede: Semai
Her kaçan görüntü dağlar
Derdim bin oldu bin oldu
Aktı şu gözümün yaşı
Görün sel oldu sel oldu
Ben anamdan doğmayaydım
Bu gurbeti görmeyeydim
Gönül kuşu salmayaydım
Benzim sar'oldu sar'oldu
Kayseri'nin gökçekleri
Al yeşildir giydikleri
Han Aslı'nın dedikleri
Bana dert oldu dert oldu
Kemendin atıldı dâra
Esir düştüm ben küffara
Aslı tek vefasız yâra
Kerem bend oldu bend oldu
Kerem Dede(18. yy)
* * *
Ekrem'le Hüsnü öğle yemeğine gelmediler. Sanırım İzzet Palamar'a konuk oldular.
Ömer Çiftçi bir grupla geldi. Ömer bu yıl okulu bitirdi. Yüksek Bölüme seçilmiş. Bedia Öğretmen grubunu onunla yollamış. Sevindim. Ömer daha önce seçilirse bu bölüme geleceğini söylerdi. Kısa bir süre köyüne gidip erken gelecekmiş, birlikte çalışma konusunda sözleştik. Çalışma sonunda Hasan Çakı Efe geldi. Konuşa konuşa Aşık Veysel'in konağına gittik. Ben rahatsız etmekten çekiniyordum, oysa Aşık Veysel kalktı kalktı oturdu, rahat olmamızı istedi. Çay içip içmeyeceğimizi sordu. Şaka olarak:
-Çay kaynatma zahmetine ne katlanacaksın? Birer Cem suyu daha makbule geçer! dedim. Çakı Efe ciddiye aldı:
-Köylülerce hoş karşılanmaz! dedi. Oturduğumuz yerin az ilerisindeki binayı gösterdim; oranın adı şaraphanedir. Eskiden daha çok bağcılık yaptıklarından üzümlerini şaraphanede eziyorlarmış. Belki de üzümler olunca gelip şarap alıcılar çıkarıyordu. Bizim köyde öyle bina olarak şaraphane yoktur ama üzümler olunca şarap alıcılar, şarapana denilen kamyon büyüklüğünde üzüm ezilen özel yapılmış ezecekler getirirler. Üstünden ezilirken özel kurnalarından şıralar bidonlara dökülür. Bidonları götürürler. Suyu alınmış ezikler köyde ya da köye yakın yerlerde kalır. Bizde onlara cibre derler. Köy uzun süre cibre kokar. Sanırım burada bağlar bozulunca toplu çalışmaktan vazgeçmişler. Gene şarap yapıyorlar ama evlerinde.
Aşık Veysel sordu:
-Bu konuda çok bilgin var, içkiyi seviyor musun? İçkiyi sevmediğimi söyledim, “ama ara sıra iyi arkadaşlarla içtiğim oldu. İçkiye karşı değilim ama sarhoş olacak ölçüde içilmesine karşıyım” dedim. Babamın içip içmediğini sordu. Babamın kahve-dükkan işlettiğinden, içki satma ruhsatı olduğunu, rakı, şarap, bira sattığını anlattım. Babamın az içtiğini, ağabeylerimin birinin çok içtiğini anlattım. Vahit Lütfi Salcı için:
- Vahit Dede çok içer! derler ama sarhoş olmaz, "İçince daha iyi düşündüğünü söyler!" deyince Aşık Veysel güldü. En mutlu olduğu olay, kendi notaya aldığı nefesleri bir bağlama çalandan dinlemektir.
(Resim, Jübile bülteninden alınmıştır. )
Sahiden daha mı iyi düşünüyor? diye sorunca yanımda kendisi için yazılmış yazı vardı, onu okudum. Yazanı da tanıdığımı, Konservatuvarda herkesin saygı duyduğu konuşmalarını dinlemek için çevresinde sürekli insanlar toplandığını, konserlerde yanında oturmak için herkesten önce salona gittiğimi anlattım. Bize derse gelen öğretmenlerin de öğretmeni sayıldığından çekinmeden yanına gidiyorum. Kimi kez başkası için ayırdığı sandalyeyi bana verdiği bile oluyor. Daha önceki konuşmalarımızda ona Vahit Lütfü Salcı'yı tanıdığımı, kendisine Dede dediğimi anlatmıştım. Bir süre sonra beni yanına çağırdı Vahit Lütfi Salcı'nın ona mektup yazdığını anlattı. Konu müzik olduğu için bir konuda kendisinden fikir danışmak istemiş. Sözünü ettiğim Mahmut Ragıp Kösemihal, Devlet Konservatuvarı Müzik Tarihi profesörü. Gerçekte, Vahit Lütfi Salcı iyi bildiği bir konuda bir yazı yazmış. Ancak bir başkası konunun yabancısı olmasına karşın Vahit Lütfi Salcı'yı eleştirmiş. O da yanlış eleştiriyi it dalaşına çevirip tatsızlaştırmamak için oturmuş, Mahmut Ragıp Kösemihal'e durumu mektupla bildirmiş. Profesör bundan çok gurur duymuş. Bana anlatırken o denli mutluydu ki, “mektup yazarsan hemen saygılarımı söyle, karşılaştığında da benim sevincimi anlat, de ki:
-Senin gibi bu konuda bilgili bir üstadın bana sorması beni şımarttı, benden de sonsuz saygılar, sağlıklı çalışmalar, dileklerimi ilet!
BİR İKİ SÖZ
Folklor muharriri olarak şimdiye kadar muhtelif neşriyatta bulunan Bay Vahit Lütfi Salcı, Bu kitabını (neşrinden evvel) bir kere gözden geçirmemi arzu etti. Ben de bu nezakete şu birkaç satırın ilâvesi suretiyle mukabelede bulunmak ve teşekkür etmek istedim.
Meraklı müdekkıkın bütün yazıları gibi bu risalesi de tenkid mukayese ve intişar etmemiş malzeme gibi üç unsurdan terekküp ediyor; sonra da münevebe ile bir musikiden, bir diğer her hangi âdetten söz açıyor. Meselâ, "Eski Türk cemiyetinde Bektaşiliğin rolü, "Mevlevi Simaının menşei ve hususiyetleri"gibi ayrı ayrı mevzuları bir takım mukayese ve tenkidleri sıraya koymuş ki böyle terkiplerden her zaman ve her yerde daima müellifler mesul olmuşlardır. B. Vahit Lütfi'nin bu sefer de bir kaç orijinal tarif verdiği görülüyor. Fakat bu halk içinde büyüyerek ve halk âdetlerinin hususi güzelliklerini duyarak halkı o yollardan tanıtmaya çalışan yurt bilginlerinin yazış ve anlatış tarzı da başlı başına folklor olduğundan şüphe yoktur. Ezcümle yeni risalenin tertibinde ben muharrire ve Bektaşiliğe hâs samimî ve mert kalenderliği gördüm; risalenin kıymeti de buradadır sanırım. Bay Vahit Lütfi objektif kalemle müşahedelerini düpe düz tespit eden bir bîtaraf ilim adamı gibi konuşmuyor, aynı zamanda Bektaşi halk sanatının iç âlemini bir Bektaşinin nasıl yaşadığını hissettirmeye çalışıyor. . "Nefes'lerde böyle birartistik iç âlemi cidden vardır ve nefistir.
Bektaşi Ayinleri gizli yapıldığı için her şeyi ister istemezgişi idiyse de, meselâ Bektaşî sazının, makam ve usüllerinin, ses ve nağmelerinin gizli tarafı olamazdı. Halbuki, aynı ayinlerin toplu yapılan tarafları-Kelimenin bütün şiddetiyle ve mahremiyetiyle- gizli kalıyordu. Oyunlar ve deste nefeslerde varlığı anlatılan icra hususiyetleri işte bu toplu kısımlardandı. Bunlara ait tarifler de bulunmak da, unutulmaya mahkûm nefes metinlerini neşretmek kadar hayırlı bir iş olur.
Bektaşî olmayanlarca bilinmemiş, çünkü öğrenilmemiş olabilirdi; fakat o nefeslerin mensup olduğu ezgi tipleri ve halk işi ağızları gizli ve ayrı olamazdı. Halbuki, aynı ayinlerin"toplu"yapılan tarafları-kelimenin bütün şiddetiyle ve mahremiyetiyle-gizli kalıyordu:oyunlar ve deste nefeslerde varlığı anlatılan icra ususiyetleri işte bu toplu kısımdandı. Bunlara ait tariflerde bulunmakta unutulmaya bulunmakta olan nefes metinlerini neşretmek kadar hayırlı bir iş olur. Bay V. Lütfi yeni risalesiyle böyle toplu taraflara ait ilk tarifleri çıkrmaya başlamış bulunuyor. Ne kadar memnun olsak yeridir.
Gelecek neşriyatı hakkında gene bu metotla ilgili bir temennimizi buraya ilâve etmeden edemeyeceğiz. Fotoğrafın mevkut bulunduğu eski asırlarda şarka gelen ecnebî seyyahlar-Ressam olmasalar da gördükleri orijinal şeylere ait hatıraları ellerinden geldiğince çizerlerdi. Hiç bir hakikî ressamın memleketimize ayak basmadığı uzak asırlardan kalma olarak bu sayede öyle canlı resimlere sahip bulunuyoruz ki yardımlarıyla 16. 17. asırlara ait Türk sahnelerini bugünkü gibi görüyoruz. İşte bu merasim sahneleri de çizgilerle canlandırılsa fotoğrafa lüzum kalmadan her şey tam manasıla tecessüm etmiş olur. Bay Salcıdan bunu rica ediyoruz!
Tekrar ediyoruz ki, Bay Salcı'nın oyunların menşei ile ilgili mukayeseli tenkidî görüşleri tamamen Bay Vahit Lütfi Salcı'nın kendi kanaat ve hükümleridir. Orijinal tarifleri cidden takdire şayandır.
Yaşça büyüğüm olan Bay Vahid'in senelereden beri neşrettiği malzeleden cidden çok istifade ettim, bilmediğim çok şeyler öğrendim.
Kendisine "Hocam! "diye hitabetmekten zevk duyar oldum. Neticede takdir ve tebriklerim samimi olacaktır. Bol bol malzeme neşretmesini büsbütün, hiç çekinmeden isteyebileceğim.
Mahmut Ragıp Kösemihal
Aşık Veysel konuyu sordu. Konu müzik ama gerçek Türk Müziği, Bektaşilerin nefeslerinin gerçekte çok sesli olduğunu, Bektaşi nefeslerinin birileri tarafından sinsice bozularak Arapçaya kaydırıldığını, kendisinin özellikle Bektaşi toplantılarına katılıp söylenenleri notaya aldığını, Bektaşi nefeslerinin Asya kökenli olduğunu, Halk Müziği diye ortaya atılan müziğin Bektaşi ya da Alevi şairlerinin ürünleri olduğunu yazıp kitaplaştırıyor. Ayrıca Bektaşi Ulularının yattığı yerleri saptayıp belgelendiriyor. Pir Sultan Abdal, Hatai, Yunus Emre dahil söylediklerini sonradan saptıranların, hatta Yunus Emre için "Bektaşi değildir! " diyenleri belgelerle yalanlıyor. Bu çabasından dolayı Mahmut Ragıp Kösemihal takdir ediyor.
Vahit Dede, kendisini seven bir grup genç arasında
Aşık Veysel ilgiyle dinledi, nereli olduğunu, öğrenim durumunu sordu. Bir kitaptan aldığım bilgilerle kendinden dinlediklerimi karıştırıp tanıttım. 1875 yılında İstanbul'da doğmuş, Deniz Muzika okulunu bitirmiş, bir süre bandoda çalışmış. Bandoda bulunun tüm çalgıları çalıyormuş. Bir süre Bando komutanlığı yapmış. Bektaşi tekkesine devam etmiş. 2. Hamit'in son günlerinde Sivas'a sürgün edilmiş. Sürgün yerini terkettiği jurnal edilince Sinop Hapishanesine atılmış. Ancak oradan kaçarak gene Sivas, Tokat, Elazığ, Yozgat yörelerindeki Bektaşiler üzerine araştırma yapmış. İstanbul'a dönünce Üsküdar Bektaşi Tekkesine devam edip ehliyet almış, benim büyük amcam Pullu Mehmet Dede ile birlikte Kırklareli'ye gitmiş. Tüm Trakya’yı dolaşıp aynı cemlere katılmış. Üsküdar Tekkesinden arkadaşı Ali Kemteri (*) ile işbirliği ederek yüzden (100) fazla Bektaşi nefesini notaya almışlar.
Vahit Lütfi Salcı'yı çok seven Kırklareli halkı onun 65. yaşında bir Jübile yapmıştır. Bu jübilede konuşan Vahit Lütfi Salcı:
-Sevgili Kırklarelili yurttaşlarım!
Yarım yüzyıldandan fazla bir zamandan beri memleket folklor ve edebiyatı ile musiki ve şiir sanatları arasında büyük bir zevkle vaki olan çalışmalarım, siz il gençleri ve aydınları tarafından lütfen takdir buyurarak bu gece adıma bir jübile tertip etmek suretiyle gösterdiğiniz ilgi bana yaşamımın ilk büyük saadetini tattırdı.
Bu umut içimden coşup şükran ifadelerimi arz etmeye söz bulamıyorum. Yalnız şu kadar bir ma'ruzatta bulunmaya cesaret edeceğim:
Okuduğumuz büyük ilim kitaplarından anlıyoruz ki, aslen Flâman ırkından olup Berlin ve Viyana'da yaşayıp uluslararası müzik dehası kabul edilen Ludwig van Beethoven, yanındakilere; "Komedi bitti, perde indi!" demiştir. İşte benim de artık oynamakta olduğum komedi bitmiş ve perde inmekte bulunmuşken siz gençler bana bu akşam bir perdelik daha rol vermekle hayatıma hayat kattınız. İşte bende bu akşamdan kalan zevk ve saadet budur. Şu halde sizin bana güven ile verdiğiniz bu rol ve vazifeyi bundan sonra daha canlı ve heyecanlı olarak yapacağıma değerli huzurlarınızda söz veriyorum
Vahit Lütfi Salcı'dan bir yakarış:
Ey Koca Yargıç
Bana vermiş olduğun mahkümiyet
Altmış beş yıldır halâ bitmedi mi?
Ne kadar acı imiş bu esaret
Altmış beş yıl da ona yetmedi mi?
Ne ilâmı ne de tebliği belli
Ne kararı ne de temyizi belli
Ne gün, ne ay, ne de saati belli
Hiç mucib'e, hiç tasdike gitmedi mi?
Şu hapishanede sürünüyorum
Uçan gölge gibi görünüyorum
Gece gündüz emrini bekliyorum
Sağır mı kulağın işitmedin mi?
Ey (Vahit) ne yapsam? zehir mi yeyim?
Ben nasıl mahkümum ben nasıl şeyim?
Yoksa yüzbir yıllık mahkum mu neyim?
Bir af kanunu südur eylemedi mi?
Vahit Lütfi Salcı
(*) Ali Kemterî, Vahit Lütfi Salcı'nın yakın yakın arkadaşı, benim de "Ad"dedem.
Atatürk'e Ağıt
Ey koca dahi, ey ulu önder
Matemin ile cihan ağladı
Vefatın herkese verdi keder
Firkatinle cümle can ağladı
Herkesin gözünden yaşlar aktı
Ziyaın senin ciğerler yaktı
Bütün kâinat sana aşıktı
Göklerde huri, cenan ağladı
Senin sevginle doldu gönüller
Medhin çekerler her zaman bülbüller
Şevk-ü şadınla açardı güller
Hazan erdi, gülistan ağladı
Çizdiğin yolda biz olduk revan
Senin dehandı bu devlete şan
Yüce namınla doldu bu cihan
Tarih yazıp hâmeran ağladı
Türk milleti ölmüştü can verdin
Uyuşmuş damarlara kan verdin
Bütün cihana nâm-ü şan verdin
Gün kûsuf oldu, cihan ağladı
Gittin bu âlemden ey vefakâr
Gökçe bir devlet kıldın yadigâr
Türklük seninle eder iftihar
Kâmilen millet hep kan ağladı
Ey Kemter Ali, sen bırak lâfı
Yazmakla bitmez, Atam evsafı
Onun yolundan gitsin ahlâfı
Ona hep birden ekvân ağladı
Ali Kemterî (1938, Tekirdağ-Kılavuzlu)
Aşık Veysel, anlattıklarımı, okuduklarımı dikkatle dinledi, Trakya hakkında bilgisi olmadığını, daha doğrusu oralarda Alevi-Bektaşi olduğunu bilmediğini, okuduklarımı, özellikle Ankara'da basılan Varlık Dergisi'nde yeni çıkmış yazılara çok sevindiğini, Vahit Lütfü Salcı'nın notaya aldığı nefesleri merak ettiğini söyleyince basılmış kitabı olduğunu, tez elden getirteceğimi söz verdim.
Çakı Efe oldukça sıkıldı:
-Veysel dedeyi yorduk! dedi. Hiç aldırmadım:
-O daha dede değil, elli yaşında, konuştuğumuz insanlar, yetmişlerine merdiven dayamış! dedim. Hasan Çakı, anlayışlı arkadaş. Ben sahiden sözü çok uzattım ama, konu ilginç, Aşık Veysel bunların konuşulmasını istiyor. Açık açık:
-Ben bunları Şarkışla'nın Sivrialanı köyümden çıkınca kimseyle konuşmam. Konuştuklarım da hep Alevilerin-Bektaşilerin acıklı sonlarını anlatan olaylardır. Bak burada kavga yok, saygı, sevgi var. Ben birkaç günlüğüne gene gideceğim, dönüşte Dede'nin Sivas dolaylarından aldığı nefesleri de getirirsen memnun olurum. Söz verdim. Gene buluşmak üzere iyi günler, sağlıklar dileşerek ayrıldık.
Çakı Efeden ayrılınca piyanoya oturdum. Uykudan kalkmış gibiyim. Çok konuştum ama, severek konuştuğum için bir bıkkınlık yok. Joseph Haydn 60 nolu sonatı açıp uzun süre çalıştım. Vahit Dede'nin jübilede anlattığı Beethoven fıkrasını düşündüm. Beethoven 1827 yılında öldü. Bu konuşma 1820 yıllarında olsa gerek. 1820 yıllarında Kırklareli'de öyle bir konuşma olabilir miydi? O sıralar adı Kırkkilise olduğuna göre belki de kentte hiç Türk yoktu. Küçük bir kent olmasına karşın ünlü bağları ile Avrupa'da Rosengrad (Üzüm şehri) olarak tanınıyormuş.