Son Sınıfa Geçince Öğretmenlik Bilgisi Dersi Önem Kazandı
13 Aralık 1942 Pazar
Okulun en sıcak yeri neresi? diye soranlar oldu. Ben önce anlamadım, “Olsa olsa burasıdır!” dedim. Birileri, makaraları saldı:
-Bilemedin! dediler. Neresi? diye sormayı düşünmedim. Hemşerim Kadir dünkü olayı tekrarlayarak anımsattı. Okulun en sıcak yeri tuvaletlermiş. Sevmediğim bir şakalaşma şekli, “Tuvalet, muvalet diyerek gülünecekse, istemem öyle şakaları" dedim. Bu, “İstemem!” sözünü bir yere bağlamaya çalıştım, olmadı. “İstemem senin olsun!” şekline soktum, daha uygunmuş gibi geldi. Giyinip çıkarken aklım “İstemem senin olsun!” sözüne iyice takıldı. Kendimi Raskolnikov'a bile benzettim. Gerçi kafamıza takılanlar benzeşmiyor ama takılma takılmadır, deyip dersliğe gittim. Oturunca anımsadım, bu sözleri Cyrano söylüyordu. Öyleyse benim son defterimde bu sözler bulunacaktır. Bugün pazar, yatakhaneye girmek daha kolay, banyo işlerimiz nedeniyle belli zamanlarda izin veriliyor. Bakıp rahatlayacağım.
Kahvaltıda çorba tartışması yapıldı. Oysa bu sabahki çorba bana çok tatlı geldi. Undan yapılmış gibi ama kesinlikle içinde bolca yağ var. Bunu söyleyince eleştirmeler durdu. Hilmi Altınsoy:
-Vallahi, adı çorba olmasaydı ben de beğendiğimi söyleyecektim!” deyince Hilmi, öteki arkadaşlarca nankörlükle sıfatlandırıldı. “Adı için iyi bir nesne, kötülenir mi?" Olay giderek insanlara uyarlandı:
-İyiliksever bir insan, yaşlı ya da çirkin görünüşlü olunca kötü sayılır mı? Bunu tersi de söylendi, “Çok yakışıklı bir hırsız, yakışıklı diye korunur mu? Eğer böyle olsaydı, içimizde en şanslı Hilmi olurdu!” denince Hilmi bu kez küplere bindi. Mehmet Aygün, Hilmi'yi korurmuş gibi yaparak, "Hilmi gibi böyle bir şansım olsaydı hırsızlığı kabul ederdim. Ne var yani, yaşam boyu hırsızlık yapacak değilim ya, bir iki hırsızlıktan sonra bırakırdım. Uzun süre hırsızlık yapmadığım görülünce çevremdekiler bana hırsız demekten vaz geçerlerdi. Böylece ben, yakışıklı olmanın avantalarını bol bol toplamış olurdum!" deyince Salih Baydemir eliyle işaret ederek “Nanik!” dedi. Arkasından da, “Elinden iş gelmeyen yakışıklı olsa ne olur? Kim anasını satar öylelerinin?" deyince bu kez “Ana satma!” sözü üstünde duruldu. “Anasını sattığım!” deyimi bizim köyde çok söylenir. Bir anlam için kullanılmaz. Kimileri o sözü diline takmış sık sık tekrarlar. Nerede, nasıl kullanıldığı üstüne örnekler verdim. Salih Baydemir'den de bir örnek istedik. Salih kızdı, “Her söylediğimin hesabını mı vereceğim? deyip kesti. Salih kestirip attı ama bu kez de ben bu söze takıldım. Söz, ne zaman nerelerde kullanılıyor? Çok örnek bulamadım. Köyde bu sözü en çok kullananları anımsamaya çalıştım. En başta halamoğlu Hilmi geldi. Hilmi sık sık çok sevdiği dayısına, benim de amcam olan Kırklareli'deki Hasan Büyükerenler'e giderdi. Hasan Amcamın bisikleti vardı, Hilmi gidince kesinlikle bisiklete biner. Binmesi bir yana da bindiğini köye dönünce ballandıra ballandıra anlatır. İşte onu anlatırken sık sık bu sözü kullanır. “Çeşmenin yanından Şeytan Deresine doğru anasını sattığım, pedalları bir çeviririm, çeviriş o çeviriş kendimi o saat karşıda, İstanbul yolunda bulurum!” İş burada kalmaz doğal olarak; kimi kez de yokuştan geri dönüşünü anlatır. Bu kez de; “Pedala basarsın basarsın bir türlü gitmez. Bakarsın başka çaren yok, anasını sattığım, yüklenirsin bisikleti sırtına, çıkarsın doruğa. İşte o zaman anasını sattığım, bisiklet altında kuş olur." Hilmi'den başka bu sözü edenleri anımsamaya çalıştım. Bunları anımsamaya çalışırken dikkatim bir noktaya takıldı. Anasını sattığım sözü, uzun uzun anlatılan konuşmalarda daha çok kullanılıyor. Avcıları anımsadım “Son ava gittiğimizde anasını sattığım tam Göksu deresine inerken, bir de gördük ki keklikler fıkır fıkır kaynıyor. Tutabilirsen tut kendini anası sattığım, bir, bir, bir daha; topla toplayabildiğin kadar anasını sattığım, doldur çuvala..." Buna örnek buldum bulmasına da bunu düşünürken bir de anladın mı? sorusu çok tekrarlanmaktadır. Üstelik bunu öğretmenlerden de kullananlar bulunur. Sıradan bir soru gibi sorulanın dışında alışkanlık olarak tekrarlayanlar vardır.
Derslikte bir ara Müdür Beyin iki kez Lüleburgaz'a gitmekten söz ettiği, son kez ise düpedüz gün verdiği öne sürülerek, “Yarın Lüleburgaz'dayız, bu kesin ama sabah mı yoksa öğleden sonra mı? ” soruları soruldu. Okul yönetimiyle ilgili sorular ortaya sorulsa da sanki Sami Akıncı'ya soruluyormuş gibi algılama var. Sami arkadaşımız da bunu bildiği için hemen yanıtladı. Ancak yanıtı sorularla oldu:
-"Lüleburgaz'a niçin gidiyoruz arkadaşlar? İlçede bulunan yönetim birimlerini yerinde görmek için değil mi? Öyle olduğuna göre onların yöneticilerini görmemiz gerekmez mi? Onlara daha önce haber verdik mi? Haber vermediğimize göre bizim geleceğimizi bilebilirler mi? Bu nedenle belki çoğu sabah yerlerine gelmemiş olabilir. Üstelik bugün oranın pazarı, pazara uğrayabilirler. Bu nedenle bizim öğleden sonra gitmemiz daha mantıklı değil mi?" Sanki doğrulanmış gibi birçok arkadaş hemen “Daha iyi, öğleden sonraki işlerden kurtulduk!” sevincine kapıldılar. Öğleden sonra gitmek benim de işime yarayacak, köyden gelenler olursa karşılaşıp eve iyi olduğum haberini iletebilirim.
Derslikte rahat okuyamayacağımı anlayınca kitaplığa gittim. Kitaplık nöbetçileri değişmiş. Birisi Hasan Akyol. Hasan'ı Hasanoğlan'da iyi tanımıştım. Kepirtepe binasını (Hasanoğlan'daki Kepirtepe binasını) yaparken 20 kişilik grubumuzda o da vardı. Hasan Üner, Hasan Gülümser, Hasan Arabacı, Hasan Akyol. Hasanlar grubunu oluşturuyordu. Hepsi çalışkan arkadaşlardı. Ancak hepsinin kendi aralarında sıfatları vardı, o sıfatlarına göre çağrılıyorlardı. Hasan Üner, bizim sınıfın küçüklerindendi. Arkadaşlar ona daha ilk günlerde Küçük Hasan demişlerdi. Sonraları tüm öğrenciler tarafından benimsenen Küçük Hasan sıfatı değişmeden sürdü. Hasan Gülümser'in soyadı gülümserliğini belirtiyorsa da gülümser Hasan gerçekten gülümseyen bir yüzü olan bir arkadaş, o nedenle ona hemen ad sırasını değiştirip Gülümseyen Hasan dendi. Hasan Arabacı da gülümseyen bir yüz taşımakla birlikte zaman zaman kaşlarını çatıp domuzuna inatlaşan bir yanı da bulunmaktadır. Bu domuzuna sözü, Hasanoğlan'da çalıştığımız günlerde Selcuk Korol Öğretmen tarafından özellikle Hasan Arabacı için söylenmiş bir şakaydı. Arkadaşlar, Selçuk Öğretmen konuşurken, işbaşında yapılan şakaları anlatmışlardı. En çok şaka götürenlerden biri Hasan Arabacı ile Kamil Varlık olarak söylenmişti. Selçuk Öğretmen Hasan Arabacıyı daha önce tanımış, Kamil'i anımsayamadığını söyledikten sonra Hasan için, “Onu tanırım, inatçıdır, hem de domuzuna inat eder!” dedikten sonra “Domuzuna inat!” sözünün yaygın bir deyim olduğunu da anlatmıştı. Domuzuna inat, sonuna dek sözünün ya da yaptığı eylemin doğru olduğunu savunmak, yaptığı işin dayanıklılığına, söylediği sözün doğru olduğuna inanarak direnmek anlamı taşıdığını söylemişti.
Hasanlar içinde en çekinden daha doğrusu en uyumlu Hasan Akyol'du. Kimi kez ona Esmer Hasan diyenler olmuştu ama o, esmer diyecek ölçüde esmer olmadığı için bu sıfat tutmamıştı.
Hasan Akyol'la karşılaşınca ben bunları aklımdan geçirdim. Başka kitaplık nöbetçilerine sorduğum gibi Hasan'a önce kitap okuyup okumadığını sormadım. Daha doğrusu belleğimdeki Hasan Akyol izlenimini bozmamak duygusuyla kitap okuma işini araya tıkıştırmadım. Hasan sormak üzereyken ben, elimdeki kitabı göstererek “Bitirebilirsem bırakacağım!” deyip okuma masasına oturdum. Kitap okuyacağımı anlayan Hasan bana kendi oturduğu yeri gösterdi. Yer biraz daha sapacaydı, arkamı dönebileceğimi düşünerek teşekkür edip oraya geçtim.
Kitabı, kaldığım yerden açınca Raskolnikov'a annesinden gelen mektubun son tümcesiyle karşılaştım. “MEZARA KADAR SENİ SEVECEK OLAN PÜLHERİYA RASKOLNİKOVA." Ne mutlu Raskolnikov'a bak annesi onu ne denli seviyormuş, derken, bu güzel güzel duyguya karşın oğul Raskolnikov'un sözüyle çarpıldım:
-Ben sağ oldukça bu evlenme yapılmayacak. Lujin'i şeytanlar alsın! O denli seven anneye bu denli meymenetsiz yanıt! Önce kızar gibi oldum ama sonra bunun bir kitap olduğunu anımsayıp güldüm. Yazar böyle düşünüyor. Yazar Dostoyevsky. Onun Karamasof Kardeşlerini anımsadım. Bu iki kitapta kimi anlatımlar neredeyse bir birinin benzeri. Bu benzerlik konu benzerliği değilse bile bir yerlere konuşları, yardımcılık işlevleri bakımından gözden kaçırılamayacak derecede bir birlerine yakınlar. Örneğin az önce okuduğum Marmeladov, Karamasof Kardeşlerdeki yüzbaşının bir ikiz kardeşi gibidir. Biri memurluktan dışlanmış, biri askerlikten. Biri alkol tutkusuyla toplumdan kopmuş, öteki gene bir toplumsal illet olan dalavereli işlerden. Sonuç olarak ikisi de düşledikleri yaşamların altına düşüp acınası bir duruma girmiştir. Roman içinde bunların doğrudan bir işlevleri olmamasına karşın yan etkiler olarak birer destek durumundadır. Yazar, bu tür kişilerin bulunduğunu bildiği, toplumun da bu konuda duyarlı olduğunu gördüğü için açık açık o tür insanlar için bilgi vermektedir. Marmeledov da Yüzbaşı gibi toplum üzerine görüşler ortaya sürer, insan ahlakı üstüne bilgiçlik taslar. İkisinin de söyledikleri doğrudur ama onlar bu doğruların dışına neden düşmüşlerdir. Niçin düştüklerini değil düşüldüklerininden yakınarak genel kuvamlara sarılmaktadırlar. Güç kaynakları giderek din yaptırımlarına uzanmaktadır. Oysa onlar bu yaptırımlara uymadıklarından bu durumlara düşürülmüştür.
Raskolnikov, annesinin mektubunu okuduktan sonra uzun bir süre neredeyse kendini kaybederce sözde annesiyle konuşur. Zaman zaman sevgi sözleriyle zaman zaman da düşmanca söylemlerle karşılık veirir. Neredeyse mektuba bir o kadar sözle yanıt vermiş olur. Sözleri zaman zaman bir direniş, bir red anlamındadır:
-Hayır anneciğim hayır, beni aldatamazsın!” yahut “Hımmmm. işte bu doğru" ya da "Güya kendi teklif edecekmiş!" gibilerde yaklaşımcı karşılıklarla neredeyse annesiyle bir süre (karşısındaymış gibi) dalaşır. Uzunca bir süre annesinin mektubundaki önerileri dile dolayıp evire çevire eleştirip elinin tersiyle geri çevirdikten sonra birden bire kendisine sorar:
-Peki sonra ne olacak? Ben ne yapmak istiyorum? Marmeldov'un sözünü anımsar:
-İnsanın, artık gidecek hiçbir yeri olmaması ne demektir anlıyor musun muhterem efendim, anlıyor musun? Çünkü her insanın, hiç olmazsa gidebileceği bir yeri olması lazım değil mi? Bu anımsama Raskolnikov'u ürpertir. Annesiyle yüzyüze tartışmış gibi kendi kendisiyle konuşmasından sıkılınca kendini sokakta bulur. Kararsız kararsız gezerken tek başına, garip hareketler yapan bir genç kız görür. Raskonikov kız falan düşünmez ama gene de karşısındaki kızın tavırlarından kuşkulanıp onu izler. Kız, çocuk yaşta olmasına karşın sırıl sıklam sarhoştur. Kıza yardım etmek ister. Ancak kızı izleyen bir başka belalı karşısına çıkar. Raskolnikov belalı ayyaşa karşı koyacak cesareti kendinde bulur. Neyse ki güce gerek kalmaz insaflı bir polis (Ya da görevli) yardıma koşar. Uzunca bir uğraşla kız, ayyaştan kurtarılır. Tümüyle olmasa bile Raskolnikov'un önünde çıkacak bir rezalet önlenmiş olur. Ne var ki kız, besbelli daha önce aldatılmış, sırıl sıklam sarhoş edilip sokağa bırakılmıştır. Raskolnikov bu durumu bir süre düşünür, bundan üzüntü duyar. Bu arada bir arkadaşını anımsar Ruzumihin. Çoktandır görmemiştir ama şimdi pekala görebilir. Raskolnikov bir süre kendisiyle bunu tartışır. Arkadaşıyla görüşmeyi geri bırakır. İvedi bir işi vardır. İvedi dediği iş kafasında kurduğu iştir. Birden, bedeninde bir gerilme duyar. Ürperir. Başka bir Raskolnikov olmuştur. Arkadaşı Ruzimin'i iş bulmak için arayacaktı. Artık işe falan gerek kalmamıştır, büyük iş gerçekeşecektir. Raskolnikov, oturduğu yerden kalkıp gideceği yeri düşünmeden bir uğurda yürümeye başlar. Vasilyevski Ostrova'yı boydan boya katedip Küçük Neva'ya geçer. Oradan dönüp köprüden geçerek Adaya yürür. Bunca yolu nasıl yürümüştür, buna kendisi de şaşar. Petrovski Ostrov'a gelince yorgunluktan yürüyemeyecek duruma girmiştir. Yakındaki bir ormana girip derinlemesine bir uyku çeker. Raskolnikov bu yorgunluk uykusunda korkunç bir rüya görür. Bu korkunç rüyayı anmadan önce yazar Dostoyevsky rüyalar üstüne şu bilgiyi vermektedir:
-Hastalık hallerde rüyalar çok defa, fevkalade keskin ve canlı çizgileri, gerçeğe çok uygun oluşlarıyla dikkati çeker. . . Kimi zaman bu görüntü, tüyleri ürpertecek derecede korkunçtur, görüntü ve düşünce dizisi, gerçeğe öylesine uygun, sanat bakımından tüm tabloya ahenk teşkil eden ince ve beklenmedik ayrıtılarıyla öylesine doludur ki bu rüyayı gören insanın, hatta Puşkin ya da Turgeniev gibi bir sanatçı bile olsa, uyanıkken bunu tasarlamasına ve icadetmesine olanak yoktur. Bu türlü rüyalar, bu hastalıklı rüyalar, her zaman belleklerde uzun müddet yer eder, zaten bozuk ve sarsılmış olan tüm beden üzerinde derin izler bıraklır.
Raskolnikov'un rüyası.
Raskolnikov gün boyu denecek ölçüde durmadan dolaşır, bildiği bilmediği yerlere girip çıkar bitkin denecek ölçüde yorgun düşüp bir köşede uyuyuverir. Uykusunda büyüdüğü beldesine gider. Ancak rüyada şimdiki Raskolnikov değil 10-12 yaşlarının Raskonikov'udur. Babasıyla mutlu mutlu dolaşırken neşeli bir tşplulukla karşılaşırlar. İnsanlar bağırıp çağırır, oynarlar şakalaşırlar. Sözde neşelidirler ama onların neşeleri Raskolnikov için neşeden çok acımasızlığı andırmaktadır. Bunu babasına söyleyince babası:
-Bunlar cahil insanlardır; cahil insanların neşesi bu tür acımasızlıklarla sürer! Yanıtını alır. Neşeli insanlar bir arabaya binerler. Arabaya cılız bir at koşulmuştur. Arabaya kalablık doluşunca at arabayı çekemez. Önce arabacı atı bir güzel döver. Dövülen at daha da çaresiz kalıp iyice düşer. Kalabalıktan kimse ata acımadığı gibi üstüne üslük onlar da atı dövmeye başlarlar. Çok acımasız bir durum doğar; neşeli insanlar bir bakıma hepsi canavarlaşıp atı döverek öldürürler. Raskolnikov'un babasının gözü önünde olan bu olaya o da karışamamıştır. At kanlar içinde yatarken çocuk Raskolnikov koşar o azgın insanların önünde ölmüş atın gözlerinden, ağzından öper. Öper ama büyük bir korku içindedir. Bu korku sarsıntısı içinde uykusundan uyanmıştır. Uyanınca gün boyu gezdiği yerleri düşünür; buraları niçin gezdiğini bilemez. Gezer ama yol mol seçmek aklından geçmez, yürür. Bir pazar yerine uğrar. Niçin uğradığını bilmez. Bir rastlantı ev sahibinin kız kardeşi Lizavetta orada çalışmaktadır. Lizavetta'ya birileri bir iş söylemekte, kesinlikle o işin yapılmasını tembihlemektedirler. Bir de kesin zaman verirler:
-Lizavetta, yarın akşam kesinlikle orada olmalısın!
Raskolnikov bunu duyunca elinde olmayan bir heyecana kapılır. Ancak içinden gelen bir tepkiyle kendini durdurmaya çalışır:
-Sakın aklından geçeni yapma!
İkircil düşünceler içinde Raskolnikov evine gitmek üzere yürür. Gene bir yerlere uğramıştır. Bu kez de kendisi gibi bir gençle bir subay konuşmaktadır. Genç, karşısındaki subaya Raskolnikov'un az önce gördüğü Lizavetta'dan söz etmektedir. Lizavetta'nın kadın özelliklerinden söz eder, bir bakıma Lizavetta'yı subaya önerir. Derken söz Lizavetta'nın ablasına, Raskolnikov'un ev sahibine geçer. Subayla konuşan öğrenci o yaşlı kadını bir cani, bir günahkar, toplum için zararlı bir yaratık olarak tanıttıktan sonra bağıra çağıra:
-O kadını bir gün öldürebilirim! der. Bu, gelişi güzel söylenmiş bir söz olabilir. Nitekim subay:
-Öldürürüm sözüne katılmaz, “Varlıklı biriymiş, ölmeden önce gelirini hayır kurumlarına bırakır, öylesi öldürülür mü? diyerek hayırdan, merhametten söz eder. Genç diretir:
-Kesinlikle o cadı, hayır için bağışta bulunmaz, verse verse bir kiliseye tüm varlığını verir!” deyip sözünü tekrarlar:
-O kadını bir gün boğabilirim!
Bunları dinleyen Raskolnikov, bu rastlantıların kendi alın yazısı ile ilgisini düşünmeye kalkışsa da içinden gelen korkular kesin karar almasını önler. Kesin bir karar veremeden evine dönüp yatar. Rahat bir uyku uyur. Ancak sabah kalkmaz. Geç vakit Nastasya gelir, çay, çorba getirmiştir. Kalkmasını söyler, takılır, azıcık da paylar. Raskolnikov karşılık vermez. Nastasya gittikten sonra Raskolnikov kalkıp getirilenleri yer.
Ben Raskolnikov'un kararından döneceğini beklerken dışardan , “Tören zili çaldı" sesleri geldi, sayfa arasına kağıt koyup çıktım. Olay oldukça ilgimi çekti; bu denli karışık kafayla Raskolnikov nasıl karar verecek! Yoksa vazgeçecek de öteki mi gelip kadını öldürecek? Karamasof Kardeşlerde de böyle bir karışık olay vardı. Baba Karamozof öldürülünce Dimitri'ydi İvan'dı derken öldürenin Smerdiyakov olduğu ortaya çıkmışltı.
Varsayımları içinde törene katıldım.
Oldukça ayaz, şaka yollu hıtıtılar arasında tören yapıldı.
Törenden sonra bir süre yemek zilini bekledik. Arkadaşlar ayazı görünce yarınki Lüleburgaz gezisinden umudu kesmiş gibi. Oysa ben Lüleburgaz gezisinden fazla bir şey beklemediğimden Raskolnikov'un ne yapacağını düşünüyorum.
Yemeğe de gene “Lüleburgaz'a gidersek orada ne yapacağız? ” soruları tekrarlandı.
Yemekten sonra sırama çekilip kaldığım yerden okumayı sürdürdüm.
Kitabın başlığı bir cinayet işleneceğini belirtmesine karşın ben cinayeti Raskolnikov'un işlemeyeceğine inanarak bu bölümü bitirdim. Ne yazık ki aldanmışım. Raskolnikov, korkak, hasta gibi iki taraflı düşünüp zaman zaman çok insancıl tavırlarına karşın yaşlı kadından başka kardeşi, çok günahsız Lizavetta'yı da baltayla öldürdü. Bir yerine iki cinayet işledi. Ben hala, o rüyayı gören çocuk Raskolnikov'un cinayet işlemez kanısını değiştiremekte zorluk çekiyorum. Oysa Raskolnikov'un nasıl hazırlandığını, ayrıntılarıyla okudum. Üstelik çok korkmasına karşın hiçbir engelle karşılaşmaması, kullandığı baltayı bile yerine koyup yatağına yatmasıyla da çok pişkin, çok usta bir katil olduğunu kanıtladı.
Sanırım yazar, Raskolnikov'a bir hasta olarak bu cinayeti işletti. Hasta olmasa, böyle yok yere insanların canını neden alsın?
Azıcık üzüldüm. Arkama yaslanıp arkadaşlara bakarken Hasan Üner geldi; “İşlerini bitirdin sanırım, bana birkaç dakika ayırısan sevinirim” deyip yanıma oturdu. Geçen Türkçe dersinde öğretmenin okuduğu Tevfik Fikret'in Haluk'un Vedaı şiirinden:
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
“Hani bir gün seninle, Topkapı'danGeliyorduk; yol üstü bir meydan ,Bir çınar gördük: Enli, boylu, vakurBir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrurKoca bir gövde; belki altı asır,Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tevfik Fikret
- "Bunun ölçüsünü nasıl buluyoruz?"
Hasan, çok okuyan bir arkadaşımız. Gerçi şimdilerde futbol merakı onun okuma hızını biraz kesti ama gene de kitap tanıma konusunda çoğumuzdan öndedir. Böyleyken arkadaş ayrıntılar üzerinde durmamaktadır. Kitap adlarını unutmaz ama yazarlarını zaman içinde karıştırır. Romanları anımsar da hikayeler üstünde pek durmaz. Sanırım bu huyundan olacak şiirler üzerinde de biraz ihmalcilik yaptığını söyledi.
Konuşarak, aruz ölçüleri için kapalı-açık ya da kısa-uzun heceleri sıraladık. Söz gelimi a, be, ce, ci, ze, ti, , ke, la, mu heceleri kısa ya da açık hecelerdir.
Ko ca bir göv de bel ki al tı a sır
. . - - / . - . - / . . - olarak noktalarız. Nokta çizgi kümeleri uzun yıllar önce adlandırılmıştır. Örneğin, . . --, Fe i la tün sözü ile adlanmıştır. Fe, i nokta ile la üstün de uzatma olduğundan uzun sayılır. Tün zaten kapalıdır, uzun olarak bilinir. . - . - dizisinin adı Me fa i
lün sözü ile anılır. Me açık, fa gene uzatmalı sayıldığından çizgi ile gösterilir. i açık, lün kapalıdır. Sondaki iki nokta ile bir çizgi de fe i lün olarak noktalanır.
Bir örnek daha:
Geliyorduk, yol üstü bir meydan.
Ge li yor duk yo lüs tü bir mey dan
. . - - / . - . - / - -
Bu dize de, feilatün mefailün falün dür. Burada Yol üstü, yo lüstü şekline sokulmuştur. Bu bir kuraldır, buna ulama denir.
Yat zili çalınca çalışmamızı yarınki boş derslerimizde sürdürmek üzere kestik. Hasan olayı kavradığını söyleyince sevindim. Şiir hecelerini Hece ölçülerini okurken çok incelemiştik. Sanırım Hasan onları da anımsadı.
Yatınca önce Raskolnikov'u sonra da gördüğü rüyayı anımsadım. Özellikle de yazar Dostoyevski'nin rüyalar için söylediklerini düşündüm. Benim rüyalarım da çok karışık. Ben onlar üstünde çok duruyor muyum, bunu tam kestiremedim. Çok durmak ne demek? Günlerce onları düşünmüyorum herhalde! Sili ustanın elimi sıkması, sıkılan elimin bir ay sonra ağrıması kolay unutulacak bir olay değil. Bu benim hasta olduğumun ya da giderek hastalanacağımın belirtisi olabilir mi? Şaheserler Antolojisindeki Rüya'yı anımsadım. O da unutulmamış bir rüya. Onu gören insan neden hasta olmamış? Cürüm ve Ceza kitabıyla Karamazof Kardeşleri bir daha okumaya karar verdim. Orada anlatılan olaylardan çıkarılacak çok dersler var.
14 Aralık 1942 Pazartesi
Akşam oldukça üzgün yatmıştım. Üstelik korkulu rüya görebileceğimden de kuşkulanarak yatmıştım. Tersine rüya görmediğim gibi dinlenik olarak da uyandım. Demek Raskolnikov'un yarattığı üzüntü beni çok etkilememiş. Gene de baltayla insana vurmayı bir türlü benimseyemedim. Baltayla çok odun kestim ama bir kez olsun insanlara vurmayı aklımdan geçirmedim. Oysa babamın Nacak dediği eski baltası var. Babam onun, eski Osmanlı askerlerinin Rumeli'yi düşmandan alırken kullandıklarını, yüzyıllardır anlatıla gelen ermiş öykülerini tekrarlar. Bunlar, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun oluşup gelişme tarihidir. Bu aşlamayı anlatan tüm öykülerde bu nacaklar kullanılır, düşmanlar onlarla yok edilir, yurdumuza yeni yeni topraklar katılır. Durum böyleyken gözümün önüne buradaki gibi baltayla adam öldürülmesi hiç canlanmamıştı. Akşamdan beri ise Raskolnikov'un baltası kadınların başlarına şimdi inermiş gibi duyumsayıp, irkiliyorum.
Neyse derslikte başlayan tartışma benim de ilgimi başka yöne çekti. Türkçe öğretmeni, geçen derste yarım kalan Tevfik Fikret konusunu sürdürecek mi yoksa Tevfik Fikret'le zıtlaştığını söylediği Mehmet Akif' Ersoy'a mı geçecek? Mehmet Akif Ersoy'a geçme demek, kesinlikle sorular soracağı anlamına gelmektedir. Saptayabildiğim kadarıyla Sabahat Öğretmen ünlü kişilerin sözü edildiğinde ön sorular sorup konuyu ona göre sürdürmektedir. Tevfik Fikret'i geçen ders öyle yaptı. Öyleyse şimdi Tevfik Fikret, değil Mehmet Akif Ersoy'la ilgili soru soracaktır. Benim bütün düşüncem bu tür sorulara yanıt verip, öğretmenin gözünde kalmak. Mehmet Akif Ersoy üstünde daha önce Fikret Madaralı Öğretmen çok durmuş özellikle İstiklal Marşımızın yazarı olarak ona saygı borcu olduğumuzu anımsatmıştı. Mehmet Akif Ersoy'un Safahat Adlı kitabı (6 kitap) olduğunu biliyordum ama okumak değil elime alıp bakmamıştım bile. Boş geçecek iki derste hiç değilse onlardan birini alıp karıştırmaya karar verdim. Böyle düşünmemi çok doğru bulduğumdan oldukça da sevindim. Arkadaşlar Tevfik Fikret, oğlu Haluk ya da “Bir gün sabah olursa Haluk!” gibi söylemleri sürdürürken ben, kitaplığın açılıp açılmayacağını düşüyordum. Ona da çare buldum, nasıl olsa kitaplık nöbetçisini biliyorum, Hasan Akyol, o beni kırmaz; dersten önce rica eder açtırırım.
Kahvaltıya bu sevinç içinde gittim. Aklım Hasan Akyol'da. Meğer Hasan az ilerideki bir masada oturuyormuş. Görünce sordum, “Kitaplık ne zaman açılacak?” Hasan, kahvaltıdan sonra açılacağını söyleyince neredeyse hoplayacaktım.
Kahvaltıda, Lüleburgaz gezisi öncelik aldı, “Sahi biz gidersek ne öğreneceğiz? ”Sorunun yanıtından çok, arkadaşlar, ilkokullarda yaptıkları gezileri anımsadılar, hemen hemen hiç biri yararlı bir gezisini ortaya getiremedi. Oysa ben katıldığım gezileri çok yararlı bulmuştum. Onları anlattım. İlkokul 3. sınıftayken Deveçatak köyüne gitmiştik. Okul 3 sınıflıydı . Bizim 3. sınıflar, onların 3. sınıflarına konuk olmuştuk. Aziz adlı bir öğrencinin sorulan sorulara yanıt vermesine şaşmış, onunla arkadaş olmak istemiştim. O gece orada kaldık. İyi bir rastlantı bizi evlere dağıtırken ben Aziz'e düşmüştüm. Aziz'le arkadaş olduk. Arkadaşlığımız tüm sıcaklığıyla şimdi de sürmektedir.
Bir başka gezimiz de Domuzorman'a olmuştu. (Hamitabat Köyü) Raşit adlı bir öğrenci çok güzel şiir okumuştu. Bizim öğretmenin de Raşit'i, şiir okuduktan sonra övüp okşaması, şiir okuma hevesimi uyandırdı. Köye dönünce hemen bir şiir bulup ezberledim. Bir süre çıkıp okumaktan çekindimse de, gene bir okul gezisinde cesaretle çıkıp okudum. Ondan sonra da şiir ezberlemek benim için kolaylaştı. Şimdilerde kolayca şiir ezberlememi ben, okul gezilerine borçlu olduğumu düşünüyorum. Ayrıca bu okulda yaptığımız az da olsa gezileri anımsattım. Sarımsaklı, Türkgeldi derken Yusuf Asıl (Şaka olsun düşüncesiyle) ekledi Hasanoğlan! Hasanoğlan deyince arkadaşlar işi saptırdılar, Lalabel, Lalahan derken Ankara, Cumhuriyet Bayramı diyerek kahvaltıdan kalktık.
Hasan Akyol beni beklemiş. Birlikte kitaplığa gittik. Hasan'a Mehmet Akif derken daha Hasan, “Abi, onun kitaplarını Sabahat Öğretmen aldı” yanıtını verdi. Dersliğe boynum bükük olarak döndüm. Birden toparlandım, elimdeki kitaba bakmadan neden başka kitap arıyorum? Hemen İsmail Habib'in Edebi Yeniliğimiz'i açtım. Meşrutiyet devri ve Fecri Ati bölümünde 16 sayfa yazı, Mehmet Akif Ersoy için ayrılmış. Sevincimden kitabı neredeyse öpecektim. Daha geçen akşam bu kitaptan Faruk Nafiz Çamlıbel'le Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nu okumuştum. Daha önce de Cenap Şahabettin'i Enis Behiç Koryürek'i bu kitaptan öğrenmiştim.
Mehmet Akif bölümünü açtım (Kitap eski baskı soyadı yok) Parça parça şiirler alınmış, çok bilgi var ama benim istediğim gibi derli toplu bir bilgi yok. Gene de yazılanları okumaya başladım. Gerçekten burada da Tevfik Fikret'le Mehmet Akif birlikte anılıyor. Özellikle aruz ölçüsünü kullanmakta ikisinin de büyük başarısından söz ediliyor. Türkçeyi aruza ya da aruzu Türkçeye onlar çok ustaca uydurmuşlar.
Sabahat Öğretmen, bu kez kalınca kitaplarla geldi. O kitapların ne olduğunu sanırım benden başka bilen yok. Belli ki Mehmet Akif'ten söz edilecek. Mehmet Akif'ten söz yazı beklerken Sabahat Öğretmen elindeki kitaptan,
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sen tiren, ben vapurda pür temkinAtılırken – en İskoç illerininSisli, yağmurlu, karlı, buzlu, fakatCidd ü himmet, vekaar ü hürriyyetDolu peyguule-yi temeddününe,. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Ne düşündüm? Bilir misin? Şu nine,Şu sahi toprak en sonunda. . . yazık,Bunu benden mi duymalıydın? . . ArtıkVe bakımsız harab olup gidecekAcı şeyler Haluk, fakat gerçek!
Öğretmen, şiiriri biritince sordu:
-Kim söylüyor bunları, kime söylüyor? Arkadaşların çoğu benim gibi belleklerini yoklarken Bekir Temuçin, Sami Akıncı, İsmet Yanar birden “Tevfik Fikret, oğlu Haluk'a" yanıtını verdiler. Sabahat Öğretmen gülümseyip gene kitaba baktı.
Bir kudret-i külliye var ulvi ve münezzehKutsi ve mualla, ona vicdanla inandım.Toprak vatanım, nev-i beşer milletim. . . insanİnsan olur ancak, buna izanla inandım.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Öğretmen başını kaldırıken daha Sami Akıncı yanıtladı:
-Haluk'un Amentü'sü.
Sabahat Öğretmen kahkahayla güldü. Sami'ye dönerek:
-Sen konuşmasan başka ses çıkmayacak mı? dedi. Sami yanlış anladı, özür diledi. Öğretmen açıkladı, “Sen yanlış yapmıyorsun, doğrusu seninki. Ancak sen çok hızlısın. Ağırdan alanlar bilse de senden sonra söyleyemedikleri için bilgisizler arasında kalıyor olabilir diye öyle söyledim. Sen çalışıyorsun, dikkatlisin bildiğini söyle!” dedi.
Bu kez de,
Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır: Ey güzel çocuk, dinle
Fakat sevincinle
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
deyince birden arkadaşlar:
-Haluk'un Bayramı!
diye yanıtladı. Sabahat Öğretmen, "bunu daha önce okuduğunuzu biliyorum. Öyleyse insanlar okuduklarını okumadıklarından kolayca ayırabiliyorlar. Bu nedenle okumak, gene okumak, unutulsa bile okumak bizim için zorunlu, bunu unutmayalım!" deyip kitabı değiştirdi. Hepimize bakarak "bir babanın oğluna yazdıklarını okuduk. Bu baba bir şairdir. Şairler içlerinde yaşadıkları tüm insanlara haykırırlar. Tevfik Fikret oğlu Haluk adı altında tüm Türk çocuklarına düşüncelerini söylemiştir. Bugün de bir başka şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un oğluna söylediklerini okuyalım. Tevfik Fikret değişik başlıklar altında söylemiş. Bu bir seçim sorunudur. Başkaları bunu başka biçimlerde de söyler. Bakalım Mehmet Akif Ersoy nasıl söylemiş?" deyip kitabı aldı, ancak gene kısa bir açıklamada bulundu. Uzunca bir şiirin örnek bir bölümünden giriş yapacağını, gerekirse daha önceki bölümleri de okuyabileceğimizi anımsattı. Mehmet Akif Ersoy'un oğlunun adı Asım, şair, oğlu Asım'la konuşmaktadır.
ASIM'dan. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen;Bu rezalet beni meyus ediyor atiden.Hale baktıkça adam kahr oluyor, elde değil;Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?-Asım'ın nesli hocam.- Nerde!- Hayır, haksızsınGaaliba oğlana pek fazla bugünler hırsın- Asım'ın nesli. . . diyorum. Ne uzun boylu hayal!- Asım'ın nesline münkaat olacak istikbal.Sana vicdanımı açtım, okudum, dinleseneSöyleten başkasıdır, bakma hocam, söyleyene.- Ne kehanet bu?-Bilirsin ki değil muta'dım-Güzel amma, ne faziletleri var evladım?-Ne fazilet mi? Çocuklar, koşuyor aç, çıplak,Cepheden cepheye arslanlar gibi hiç durmayarak.Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;Yüz göz olmuş bu çocuklar ölümün şahsiyle!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Şu Boğaz Harbi nedir var mı ki dünyada eşi?En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,-Tepeden yol bularak, geçmek için Marmara'ya-Kaç donanmayla sarılmış ufacık Marmara'ya.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Eski dünya, Yeni dünya bütün akvam-ı beşer,Kaynıyor kum gibi. . mahşer mi hakikat mahşer.Yedi iklimi cıhanın duruyor karşısında;Avusturalyayla beraber bakıyorsun: Kanada!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,Beşerin azmini tevkif edemez sun-i beşerBu göğüslerse Hüda'nın ebedi ser-haddi“O benim sun'-i bedi'-im, onu çiğnetme”dediAsım'ın nesli. . . diyorum ya nesimiş gerçek:İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar. . .O, rüku' olmasa, dünyada eğilmez başlar,Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,Bu hilal uğruna, ya Rab ne güneşler batıyor!Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.Öğretmen, sessizce dinlememizden hoşlandı mı yoksa dinlemediğimizi mi düşündü; okumayı keserek, "Haluk'a yazılanlarla Asım'a yazılanları ayrıca konuşacağız" deyip okumayı sürdürdü. Sonunda:“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,Sana aguşunu açmış duruyor Peygam-ber.deyip şiiri, kesti. Ders zili çalınca öğretmen, “ Konuya devam edeceğiz!” deyip ayrıldı.
Arkadaşlar beni uyardılar “Müdür bey gelecek mi? ” demeye kalmadı Müdür Beyin sesi geldi:
-Beklesinler, dersten sonra görüşürüm! Müdür bey gelir gelmez nasıl bir plan yaptığımızı sordu. Topluca bir şey yapmadığımız için biraz şaşırdık. Çok kez yaptığı gibi İsmet gene numarasını tekrarladı:
-Havanın soğukluğu nedeniyle gitmeyeceğimizi sanıyorduk! deyince Müdür Bey “Bahane bulunur, bahaneler kimi zaman yalana dek uzar! Sakın siz böyle alışkanlıklara saplanmayın!" Yerine oturunca Mehmet Aygün'e baktı, “Sen Lüleburgazlıydın değil mi? ”diye sordu. Mehmet Aygün, Lüleburgazlı olmadığını söyleyip geçiştireceğini düşünmüş olmalı, oldukça rahat:
-Hayır efendim, Lüleburgazlı değilim!” dedi. Müdür Bey bu kez de “Farketmez, ben öyle sormuştum, sen bize bakanlıkları sırala bakalım!” dedi. Mehmet Aygün bakanlıkları sıraladı. Müdür Bey tahtaya yazmasını söyledi. Mehmet Aygün; Bayındırlık, Sağlık, İç İşleri, Maliye, Milli Savunma, Tarım, Milli Eğitim, Adalet, Dış İşleri, Ulaştırma bakanlıkları tahtaya yazdırdı. Müdür Bey Adalet, Dışişleri, Ulaştırma bakanlıklarını sildirdi. Niçin sildirdiğini açıkladı. Dış İşleri bakanlığının bir ünitesi bulunmadığını, Adalet Bakanlığı ünitelerinin ise çok özel durumları bulunduğunu, bunları bizim bilmemizi ancak fazla ilişki kurmayacağımızı anlattı, arkasından takıldı, “Sakın savcılarla yargıçlarla fazla yüz göz olmayın! dedi. Ulaştırma bakanlığının da ilçelerde yaygın temsilcileri olmadığını, tren güzergahlarında ancak bulunabileceğini sözlerine ekledi. Bu kez de bize, “İsterseniz Milli Eğitim Memurluğunu da başka bir güne bırakalım, orasıyla belli bir ilişkimiz zaten var. Bundan böyle de sık sık orayla karşılaşacağız! dedi. Görülmesi gereken yerler azalmış oldu. Tarım Bakanlığı için ilçe Ziraat memurluğu, İç İşleri bakanlığı için Kaymakamlık, Sağlık Bakanlığı için İlçe Sağlık Memurluğu, Bayındırlık Bakanlığı için İlçe tapu-iskan Memurluğu, Maliye Bakanlığı için Mal müdürlüğü. Mal Müdürlüğü deyince sorular soruldu; “Ötekiler memurluk, bu neden müdürlük? ”Müdür Bey yanıtladı:
-Bakın işte gitmemiz için bir neden çıktı. Bunu ben de hep sorarım, ama kime? Ben de kendi kendime sorarım, “Neden hepsi memurluk, maliye müdürlük. Belki de onun parası çok olduğu içindir. deyip güldü. Müdür Bey şaka ettiğini, belki de halkın eski bir alışkanlığından gelen bir söylemdir. Yetki olarak o da ilçe kaymakamlığına bağlı bir memurluktur. Mal Müdürülüğünün öteki birimlerden farklı işleri bulunmaktadır. Bu nedenle memur sayısı arttığından da müdürlüğe dönüştürülmüş olabilir!
Arkadaşlar daireleri gezerken not nutup tutmamamızı sorunca Müdür Bey, “Nota gerek yok, biz şöyle bir birlikte ziyaret edeceğiz. Siz asıl öğrenmeyi işiniz düşünce yapacaksınız, diyerek gene güldü.
Yemeğe çıkınca havanın oldukça yumuşak olduğuna sevindik. Özellikle ben, Nüfus, Tapu, Ziraat, Maliye, Sağlık Memurluklarını biliyorum.
Yemekte bunları konuşurken Harun Özçelik sordu:
-Bir de evlendirme Memurluğu var o hangi bakanlığa bağlı? Akıl yoluyla nereye bağlı olması gerektiğini bulur gibiyim ama kesin söyleyemedim. Harun Çerkezköylü onun ailesinde konuşulmuş olacak. Evlendirme memuru ya da memurluğu diye bir kavram kafamda yoktu. Bugün onu da öğreniriz , deyip gülüştük.
Oldukça gecikmeli olarak Lüleburgaz'a indik. İlk durağımız Kaymakamlık oldu. Kaymakam Bey haberli olduğu için, bizi karşıladı. Odasına aldı, yeterince sandalyesi olmadığından bizi ayakta dinlettiği için üzüldüğünü söyledi. Lüleburgaz'ın özelliğinden, halkının uygarlığından, kavga, gürültü, hırsızlık gibi rahatsız edici olayların olmadığından söz etti. Kendisini görmek için topluca gelişimizden müteassis olduğunu tekrarladı. Müteassis sözü bir çok arkadaşın ilgisini çekti. Çıktığımızda Kaymakamın adı sorulunca , “Müteassis!” yanıtı verildi. Bu bir süre konuşma konusu oldu. Nüfüs, maliye müdürlükleri aynı binada olduğu için, kolay girdik çıktık. Tapu dairesinde uzunca kaldık, sorumlu kişi uzunca bir süre gelmedi. Yaşlı, zayıf bedenli biriydi. Ben onu çarşıda, pazarda çok görüyordum ama ne iş yaptığını bilmiyordum. Lüleburgaz için Kaymakam beyin söylediklerinin tersine Tapu Memuru Lüleburgaz'ın plansız, proğramsız bir kasaba durumuna düştüğünü, eskiden daha tertipli olduğunu anlattı. O bunları anlatınca ben de babamın anlattıklarını anımsadım. 1922 yılında Yunan askeri Trakya'dan çekilince, işbirlikçi Rumlar da Lüleburgaz'dan Yunanistan'a göçmüş. Göçen Rumların çarşıdaki dükkanları satışa çıkarılmış. Oldukça ucuz satıldıklarından babam bir birine bitişik iki dükkan almış. Parası ödenmiş ama dükkan olarak çalışması işi yeni kurallara bağlanmış. Bugün yarın derken Belediye bu kez çarşıya yeni bir şekil vermek üzere yeni bir plan uygulamış. Bu plana göre bizim dükkanların ikisi de yıkılıp yola açılmış. Babam dükkanların kapı, pencere gibi işe yarayan taraflarını söküp köydeki kahvemizi yaptırmış.
Babamla Lüleburgaz'a gittiğimizde babam acımsı acımsı gülerek bana dükkanın yerini gösterirdi. (Şimdiki Küçük Park denilen çarşı içindeki çay yeri) Arkadaşlar Milli Savunma Bakanlığı için Askerlik şubesini umarken Kaymakamlık binasındaki küçük odasında oturan jandarma Üsteğmeniyle karşılaşınca şaşırdılar. Üsteğmen jandarma kurumunu anlattı. Kendisinin asker olmasına karşın işlev olarak İçişleri bakanlığına bağlı olduğunu anlatınca durum aydınlandı. Bu arada şubenin başındaki subayın albay olduğunu söyleyince ise iyice şaşıranlar oldu. Üsteğmen bu kez de, “Lüleburgaz'da şu an, bir tüm generalle iki tugay komutanı olduğunu, albayların özellikle de binbaşıların sayısını veremeyeceğini, ancak her rüdbenin ayrı bir işlevi olduğunu, bunların bir birine nakiz olmadan (uyum içinde) görev yaptığını anlattı.
Son olarak Belediye başkanlığına gittik. Belediye Başkanı Kemal Çağman'ı kaç yıldır tanıyorduk. Okulumuza da sık sık geliyordu. Bizi gülerek karşıladı. Yüzlerimize bakarak güldü, “Sizler bizim çocuklarımızsınız. Sizi Lüleburgaz büyüttü!” dedi.
Dilimin ucuna geldi ama söylemedim. Biz Kepirtepe'de bina yapmak üzere Lüleburgaz'a geldiğimizde arkadaşlar Kepirtepe'de duvarları çıkarırken biz marangozlar Lüleburgaz içindeki okul bahçesinde çatı, kapı, pencere hazırlıyorduk. Orada oluşumuzun nedeni elektrikten yararlanmaktı. Tam o sıralar Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldi. Ben makinelwerde kapılara korniş çekiyordum. Hasan Ali Yücel. önce ne yaptığımızı sordu, sonra da neden Kepirtepe'de değilde burada çalıştığımı sorunca elektrik nedeniyle yanıtını vermiştim . İşte o zaman Hasan Ali Yücel yanındaki Lüleburgaz Belediye Başkanına. “Beyefendi, belediyeniz bunlara elektirik veremez mi?” diye sormuştu. Belediye başkanı hemen, “Hayhay Beyefendi hemen inceleteceğim!” demişti. Aradan yıllar geçti, Ne oldu o inceletme? diyemedim.
Belediye Başkanı ile Müdür Bey uzunca bir süre konuştular. Bu kez de konu telefondu. Belediye Başkanı telefonu jandarma üstüne atmak istedi. Müdür Bey yüksek sesle, “Aman canım, jandarma aracılığiyle yapılacak telefon görüşmesiyle bizim işler yürümez!" deyip kalktı.
Kamyon yakında bekliyormuş, okula döndük. Az sonra da paydos zili çaldı.
Dersliğe girince herkes memnun gibi olmakla birlikte gene sorular soruldu:
-Ne oldu şimdi?
Konuşmaları dinlememek için kitabı açıp okudum. Raskolnikov o denli sapık, gaddar hatta düşüncesiz olmasına karşın çeyresindeki insanlar ondan kimse kuşkulanmadı. Çaldıklarını sakladı, günlerce yattı. Bu arada kız kardeşi ile enişteliği geldi. . Raskolnikov enişteliğini hiç sevmezmiş, bunu açıkça söyleyince enişteliği ondan uzaklaştı. Raskolnikov aranıp sorulmaz ama o kendisinin suçlu olduğunu bildiği için bir türlü rahat edemez, sürekli kuşku içindedir. Çevresini dinler, gazeteleri izler. Bu arada başına bir de dedektif tebelleş olmuştur. Açık saçık Raskolnikov'dan kuşkulanır ama sağlam bir tutamak bulamayınca üstüne gitmez. Raskolnikov, kısa da olsa bir ara konuşup sevdiği ayyaş Marmeledov'un bir kazada öldüğünü öğrenince sarsılır. Bir de kendisinin yaptığını andıran başka cinayet işlendiğini öğrenince teslim olmayı düşünmeye başlar. Annesi de gelmiştir. Annesine de enişteliğini istemediğini söyleyince eniştelik ortalıktan çekilir. Bu kez de kız kardeşi Raskolnikov'un sevdiği Razmuhin'le ilişki kurar. Raskolnikov hareketlenmiştir. Dost saydığı Marmeledov'un kızı Sonia'yı bulur. Sonia düpedüz bir faişedir. Raskolnikov onunla ilişki kurar. Bu, şaşılası bir ilkişkidir, “İkisi başbaşa verip İNCİL okurlar. Sonia'nın dine bağlılığı Raskolnikov'un ona bağlanmasına neden olur. İlişkiler giderek onları bir birine yaklaştırır. Sonunda Raskolnikov Tefeci kadınla kardeşini nasıl öldürdüğünü Sonia'ya anlatmaya karar verir. Kitap iyice karıştı. Marmeledov'un dul kalan karısı Raskolnikov için bir parti hazırlar. Bu partiye gelenlerden birisi çantasından paraları çalındığını, çalanın da Sonia olduğunu öne sürer. İşler karışıp genişlerken birisi Raskolnikov'un iki kadını öldüren kaatil olduğunu açıklar. Raskolnikov zaten suskunluğunu sürdüremeyecek duruma gelmiştir. Annesinin, kızkardeşinin, özellikle de Sonia'nın kendisi çok sevdiklerine inanmıştır. Bundan güç alarak cinayeti işlediğini itiraf eder. Mahkeme kararını çabuk verir:
- Sekiz yıl, Sibirya'da sürgün yaşamak! Raskolnikov rahatlamıştır. Sevgilisi Sonia da onunla Sibirya ya gider. Raskolnikov gittiği yerde başka bir Raskolnikov olmuştur. Sonia ise Raskolnikov'a sıkı sarılmasından başka öteki sürgünlere yaptığı hayırlı yardımlarından dolayı Küçük Sonya Anne olarak çevresinde saygınlık kazanır.
Neredeyse zorlanarak okumaya başladığım Cürüm ve Ceza kitabını sonunda okuduğuma çok sevindim. “Kitabı okudum!” diyorum ama ben kitabı okumadım, Raskolnikov'un yaptıklarını, genç bir insan, çalışarak para kazanma yerine, başkasından hangi yolla olursa olsun para alıp rahat bir yaşam sürüp süremeyeceği merakiyle izledim. Oysa Raskolnikov dışında sayısız insanın, yaşam anlayışı, doğru-yanlış görüşleri var. Bence onlar daha önemli. Sanırım Dostoyevski bu kitabı onları söylemek için yazmıştır. Onları öğrenmek için kesinlikle bir kez daha okunmalıdır. Salt Raskolnikov'u anlatsaydı, pekala Beyaz Gecelerdeki Nastenka'yı anlattığı gibi yalınca anlatırdı. Kesinlikle bir kez daha okuyacağım, hem de pek yakında. . .
15 Aralık 1942 Salı.
Gene kar yağıyor sözleri arasında uyandım. Birden ürperdim: “15 aralıktayız. Benim bir hafta izinim ne güzel geçmişti. Oysa biz geçen yıl bundan bir hafta önce, diz boyu kar içinde köylerimize dağılmıştık. Üstelik böyle ilk kar görerek değil, çünkü Hasanoğlan’da çoktan yağmıştı. Biz oradan ayrılırken her taraf kardı. Arifiye’de kaldığımız iki gün hep karda dolaştık. Burada o denli kar yoktu ama hava çok soğuktu. Okulda kaldığımız 9 Aralık Cumartesi gecesi hiç unutamayacağımız bir soğuk yemiştik. Demek geçen yıl burada da kış daha önce başlamışmış!” . Bunları, gülerek arkadaşlara söyledim. Hemen yanıt verenler oldu: “Senin yanlışın var!” Tartışmaya kalkışmadım ama:
-Doğrular hep sizdedir, biliyorum. Zaten sizin doğrularınızı öğrenmek için yanlışı öne sürüyorum. Öyle yapmasam doğrularınızı ortaya çıkarmayacaksınız (! )” diyerek yürüyüp gittim. Derslikte de aynı konu bu kez başka arkadaşlarca ortaya getirildi. Halil Basutçu benim için:
-Arkadaş bellibaşlı olayları yazıyor, o nedenle o doğru bilir! deyince ben ekledim:
-Yazmaya gerek yok, benim köye gidiş-gelişim genelllikle pazartesi günüdür. Çünkü köyden o gün Pazar kurulduğu için gelirler, onlarla gidip-dönmek kolay olur. Bu nedenle kolayca anımsıyorum; biz buraya 9 Aralık cumartesi gecesi indik. Sizin de anımsayacağınız üzere yataksız, yorgansız sıralarda, sandalyelerde sabaha dek pinekledik. Sabah onunca herkes başının çaresine baktı. Ben Yeni Bedir köyüne gittim. Pazar gecesini Kamber Amcamda geçirip pazartesi günü de köyüme, pazardan dönenlerle gittim. Lüleburgaz pazarı değişmeyen bir olay olduğu için bellekte tutmak zor olmuyor!
Kahvaltı zili tartışmayı kesti. Hıtıtı yaparak kahvaltıya gittik. Kahvaltıda biraz da yapay olarak titreşerek çorbalarımızı yudumlarken Orhan istemeyerek yeni bir tartışmaya neden oldu. Daha doğrusu az önceki tartışmayı ayırdında olmadan bir başka yönden başlattı “Şansım yokmuş, bu bayramı evde geçirmek istiyordum! dedi. Orhan’ın iyi niyetle söylediğini bildiğim için ben de: “Geçen bayramı yaptığına şükret, bu bayramı da burda geçir!” deyince birkaç arkadaş birden bana sordular: “Hangi geçen bayramı?” Geçen yılki Kurban Bayramından söz ettiğimi tekrarladım. Hilmi Altınsoy başta olmak üzere Salih Baydemir, Mehmet Aygün üçü birden geçen yılki bayramları Hasanoğlan'da geçirdiklerini öne sürdüler. Önce fazla önemsemedimse de yılda iki kez dinsel bayram olduğunu bunların 70 gün aralıklarla bir birini izlediğini, her yıl, geçen yıla göre 10 gün öne geçtiklerini anlattım. Böyle olduğuna göre biz bu yıl Ramazan Bayramını 12-13-14 Ekim günleri geçirdiğimizi, bu tarihten 70 gün sonrası aralık ayının 20. gününe ya da bir-iki günce ya da sonrasına rastladığını; durum böyle olunca geçen yıl bugünler buralarda olduğumuza göre kurban bayramını nasıl orada geçirirsiniz? ”diye sordum. Salih Baydemir gülerek: “Vay canına, sahiden ben geçen yıl kurban bayramını evde geçirmiştim, kesilen kurbandan anımsadım!” deyip diretmekten vazgeçti. Ötekiler de yayılarak gülüşüp, Hasanoğlan’da geçirdikleri Ramazan Bayramını anımsamaya kalkıştılar:“Gerçekte orada Ramazan Bayramı geçirildi ama işler sürdürüldüğü için bayramı ancak küçük sınıflardan birileri köylülerce, hayır-dua yollu evlere çağırılarak bir anı olarak belleklerde kalmasından öte bir etkinlik yapılmadı. Özellikle bizim çatı grubunda çalışanlar o günler yarış yaparca geç saatlara dek çalışıyorduk!” Bizim masadaki bayram konuşmalarını duyan küçük sınıf çocukları bayram günlerini çoktan saptadıklarından arka arkaya yanımızdan geçerken “18 Aralık Cuma günü bayram!” dediler. Teşekkür ettik. Bu kez Hilmi Altınsoy: “Abi kusura bakma, ben böyle olaylara şimdiye dek çok ilgisiz kaldım, bana bunların nasıl öğrenileceğini iyice anlatır mısın? Biliyorsun benim kafam biraz kalındır!" Kalın kafa ince kafa karşılaştırmalarını yaparak dersliğe döndük. İlk dersimiz tarih. Selçuk Korol Öğretmen zil çalar çalmaz geldi. Gelir gelmez de önce kardan sonra da Hasanoğlan’dan, Hasanoğlan çevresindeki kardan söz etti; oradaki karla buradaki karı karşılaştırdı. Durup gülümsedi. Öğretmenin tavrından soru soracağını anladım. Parmağımı hazırlarken öğretmen Abdullah Erçetin’e sordu:
-Kar yağışının azlığı çokluğu neye bağlı? dedi. Abdullah önemsemeyen bir tavırla: -Havanın sıcaklığına soğukluğuna bağlı! yanıtını verdi. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Selçuk Öğretmen Bekir’e:
- Biliyorsun da arkadaşına neden öğretmedin? Nasıl sıra arkadaşısın sen böyle? diye takıldı. Bekir Temuçin:
- Arkadaş çok gururludur, böyle şeyleri sormaz! deyince Selçuk Öğretmen Bekir Temuçin’e :
- Öyleyse sen bana önce gurur dediğin nedir onu anlat! dedi. Bekir, “Öğretmenim, bazı insanlar bilmediklerini saklar, bilirmiş gibi davranırlar. Bilenleri görünce de onlardan sormaya tenezzül etmezler!” deyince Selçuk Öğretmen, “Anlattığını tam anlayamadım ama, dediğin gibi işin içinde bir de tenezzül olayı varsa o gurur gururluktan çıkar. Hele bu öğrencilikte hiç saklanamaz. İşte arkadaşın şimdi beklenen yanıtı veremedi. Bir başka derste de bir başkası böyle duruma düşecektir. Soruya yanıt verememek mi, yoksa bir arkadaşa soru sormak mı daha inciticidir? ” Sami Akıncı parmak kaldırdı. Selçuk öğretmen Sami’ye, “Aman, yetiş Sami, sen gurur için parmak kaldırdın biliyorum ama ben senden şu karın, az-çok yağış nedenlerini anlat, bir an önce dersimize dönelim!” dedi. Sami Akıncı, kara parçalarının denizlerden yüksek oluşuna göre çok kar yağdığını, deniz kıyılarına kar yağsa bile pek tutmadığını, oysa aynı ölçüde yuksek tepelerde günlerce kar kaldığını anlattı. Sami Hasanoğlan, deyince Öğretmen teşekkür etti, Gülerek, “Lütfen dur, bir de Hasanoğlan’a girmeyelim; haftada bir saat dersimiz var, onu öyle har vurup harman savurursak bizden istenenler geri kalır!” dedi. Selçuk Öğretmen elinde tuttuğu bir kağıdı göstererek:
- Benim böyle bir notum var, size okuyayım, ekleyecekleriniz olursa onu da katarız. Bizim bu yılki dersimiz, kendi çevremizden başlayarak yurdumuzun tarihine açılmak olacaktır. Önce Lüleburgaz’ı, Kırklareli ile bu ile bağlı ilçeleri, daha sonra tüm Trakya’yı gözden geçirme olarak sürecektir. Bir bakıma bu, geçen yılların yönteminin tersi gibidir. Öğretmen bu kez de İsmet’e baktı: “Ne dersin İsmet?” diye de sordu. İsmet iyi toparlandı “İlk tarih derslerimize Göç Yollarıyla başlamıştık” deyince Selçuk Öğretmen: “İşte bu, demek eski deyimle Fi Tarihi demektir. Olaylar da öyle. Bu bizimki ise en yakın zamanların tarih olayları olacaktır!” Göç Yolları! Zil çalarken öğretmen, Lüleburgaz hakkında bilgi soruşturmamızı istedi. Uygun bir zamanda da Lüleburgaz içinde görülecek yerleri gezeceğimizi muştulayarak ayrıldı.
Tarım dersimizde Hikmet Öğretmen tahıl tohumlarının nitelikli olması için yapılan çalışmaları anlattı. Daha önce Sarımsaklı ile Türkgeldi Çiftliklerini gezmiş olmamız işimizi kolaylaştırdı. Hikmet Öğretmen de parmak kaldıranlara sorduğu için dersimiz iyi geçti. Ev Ekonomisi dersine de Hikmet Öğretmen geldi. Bundan böyle de kendisi geleceğini söyledi, “Yeni konmuş olan bu dersin kitabı olmadığı gibi belli bir uygulaması da yok!” diye söze başladı, çoğumuzun bildiğimizi sandığımız konuları anlattı. Öğretmen söyleyince çok kez, “Biz bunları biliyoruz!” diye düşündükse de öğretmen ilkin konulara değindi. Bir ara Fikret Madaralı Öğretmenin Kooperatif derslerini anımsadım. Evde ablamın yapmaya çalıştıklarını, babamın, ağabeylerimin yıllık gereksinimler için kaygılarını görür gibi oldum. Hikmen Öğretmen çok yumuşak konuşuyor. Bir ara kar iyice savurmaya başladı. Benim arkam tam pencerenin ortasına dönük. Öğretmen:
-Üşüyebilirsin, gel öne sıkış! dedi. Üşümüyordum, kalkmadım ama öğretmenin ilgisine sevindim.
Okul Müdürü derse geç geldi. Dersliğe girince bizim dersliğin öteki dersliklere göre soğuk olduğunu, binanın derslik olarak düşünülmemiş olduğunu söyledi. Arkadaşlar: “Burası kitaplık olsun!” dediler. Müdür Bey birden: “Bunu siz mi söylüyorsunuz? öbür derslikten çıkarken neden öyle mızıkçılık yaptınız!” dedi. Öteki derslikten çıkarken ne olduğunu ben bilmiyordum. Müdür Beyin başka sınıflarla karıştırdığını sandım, bekledim. Olay değişikmiş. O zaman bodrum kata inmek söz kunusuymuş. Arkadaşlar ona razı olmak istememişler. Müdür Bey Kepirtepe’nin rüzgarından yakındığını söyledi. Konuşmalar, Selçuk Öğretmenin dersine döndü. Bekir Temuçin geçen yıl Hasanoğlan’da buna benzer karın daha kasım ortalarında yağdığını anlattı. Hasanoğlan’da ısınmamızı, yemeklerimizi sordu. Bir ara Müdür Bey bizim okulu en sanslı okullardan biri olarak söyledi. Lüleburgaz’a yakın oluşu bir şans!” dedi. Tam bu sıra da yüzü bana doğruydu. Parmak kaldırdım. Müdür Bey az düşünür gibi yaptı, söyle diye işaret etti. Okulun Lüleburgaz’a yakınlığının bize ne yararı oluyor ki? Biz Lüleburgaz’a bir iş çıkarsa gidiyoruz bir de doktor için. Müdür Bey hemen sözümü kesti: “Fırsat verilse ne yapacağınız belli olur mu? ”deyince bu kez ben: “Biz altı ay Lüleburgaz’ın tam ortasında Belediye Parkının bitişiğinde kaldık. Kaldığımız yerle Belediye parkının arası bir yoldur. İzinsiz hiç birimiz bir kez olsun o yolu aşmadık!” Müdür Bey gülümseyerek: “Öyle mi? Bak ben bunları bilmiyordum. Ben size inanıyorum. Ancak başımızdakiler nasıl düşünüyor, onları bilmiyoruz. Köy Enstitüleri kurulurken hep kentlerden uzaklarda kuruldu sizinki daha önce kurulduğu için, derken arkadaşlar bu kez Arifiye’yi öne sürdüler. Ben Kızılçullu’yu söyledim. Müdür Bey güldü: “Ben sizi anlıyorum çocuklar, biz şimdi dersteyiz, konuşuyoruz. Bizimki işlerin yapılamasına yön vermek değil, neden böyle olduğunu bir bakıma irdelemektir. Ne var ki devlet işlerinde bireylerin her dediği tıpatıp olmuyor. Ben de Lüleburgaz içinde oturmak isterdim. çocuklarım hergün buradan oraya okula gidip geliyor. Gözlerim yollarda. Ne var ki üst yöneticilerimizin de uzun deneyimleri var. Öğretmen okulları kentlerde kurulmuş. Orada yetişen öğretmenler köyde çalışamamış. Köyde çalışacak öğretmeni köylere yakın yerlerde yetiştirme denemesi yapılmak için bizim okulları açmışlar. O eski görüşten kaynaklanan bir düşünceye kapılanlar sizleri kentlerden uzak tutmak istiyor. Üsteklik onlar bu kanıda tartışmaya bile gerek görmüyorlar. Bizler, bu okullarda yönetici ya da öğretmen olarak çalışanların da deneyimlerimize dayanan fikirlerimiz var, bunları, dilimiz döndüğünce duyurmaya çalışıyoruz ama yasalaşmış ilkeler karşısında bunlar ancak birer öneri olarak ortada kalıyor. Dileyelim ilerde bunlar dikkate alınıp yasalara geçerek uygulamalara konur. Bizim şimdi tek yapabileceğimiz, bağlı bulunduğumuz yasaların buyruğunda uyumlu çalışmaktır!” Zil çalınca Müdür Bey öteki derslere göre daha neşeli görünerek “Allahaısmarladık!” diyerek çıktı. Arkadaşlar bir süre yorum yaptılar. “Çocuklarını okulun arabasıyla göndermesi eleştirilerini duydu da ondan böyle konuştu!” diyenler oldu. Başka olasılıklar da öne sürüldü ama ne denirse densin Müdür Beyin senli benli konuşur görüntüsü oldukça iyi karşılandı. Karın kaç santim olduğu üstüne varsayımlar yaparak yemeğe gittik. Asım Öğretmen oldukça büyük bir kartopu yapmış öğretmenler masasına koydu. Tüm öğrenciler hem güldüler hem de kartopu oynama hevesine kapıldılar. Tüm öğrencilerin gözleri öğretmenlere döndü. Bayan öğretmenler masaların iç ucundaydı, Ahmet Kun Öğretmen kar topunu alıp onların önüne götürdü. . Onların ne konuştuğunu duyamadık ama bizim masada bize göre yorumlar yapıldı. Hilmi Altınsoy: -Bunlar düpedüz cilveleşiyorlar azizim! diyerek konuşacakları yönlendirdi. Yeni gelen dört bayan öğretmen, bize derse gelmediği için Pesent Öğretmen dışındakileri hemen hemen hiç tanımıyoruz. Pesent Öğretmen daha önce bir Köy Enstitüsünde (Antalya/Aksu) çalıştığı için gelir gelmez kendini rahat tanıttı. Ayrıca görevi kızlarla ilgili olduğu için dolaylı olarak erkek öğrencilerle de iletişim kurtmuştu. Ayrıca konuşkan bir öğretmen; karşılaştığı öğrencilerle ilgileniyor, hal-hatır sorarak krşısındsakinin önlünü hoş ediyor. Benim yakın tanımam, akordiyon çalışım yüzünden olmuştu. İlk gördüğünde beni övücü sözler söylemiş, gönlümü almıştı. Bu nedenle ben arkadaşları uyardım: “Pesent Öğretmene dil uzatmak yok. Zaten konuşmalar dil uzatma olarak yapılmıyor, dört bekar bayan öğretmenin dört bekar erkek öğretmene yakıştırma olarak sürdürülüyor. Bu arada ben yeni öğreniyorum dört bayan öğretmenin de birer adı varmış. Biri Yumuşak, biri Pabuç, Biri Püskül, biri Nazenin. Narin. Narin’le Püskül’ü arkadaşlar söylemeden tan ıdım. Sarışın, zülüfleri gözlerine dökülen Püskül, Pesent Öğretmen de Narin olmalıdır. Öteki ikisinden biri benim eski okulumun öğretmeni de Yumuşak olsa gerek. Ancak Rezzan Öğretmene neden Pabuç adı verilmiş bir türlü anlayamadım. Arkadaşlar bu adlandırmayı da Mehmet Yücel arkadaşın üstüne yıktılar. Ben adlar üstünde dururken onlar çiftleri seçtiler. Daha doğrusu bu yakıştırmalar daha önce yapılmış, bugünkü bir tekrarlamaymış. Rezzan Öğretmenle Ahmet Kun, Pesent Öğretmenle Asım Öğretmen. Ben bu bölüşüme karşı oldum. Nedense ben, Asım Öğretmenle Cemile Öğretmeni birbirlerine daha çok yakıştırdım. Zehra Öğretmeni ise Namık Öğretmenle dediklerine ise iyice karşı oldum. “Nahide Öğretmen varken bunu düşünmeniz çok yanlış!” derken tartışma yapılan bir duyuruyla kesildi: “Kar yağışı sürüyor, atölye çalışmaları, başka günlerde tamamlanmak üzere bugün durdurulmuştur. Tüm sınıflar dersliklerde, öğretmenler gözetiminde çalışılacaktır!” Buna en çok ben sevindim. Asım Öğretmen kesinlikle bir dersliğe gidecektir. Bu nedenle hiç değilse bir süre akordiyon çalışacağım. Salih Baydemir sordu: “Arkadaş şu senin akordiyon çalışman hiç bitmeyecek mi? ”Salih’in iyi niyetle sorduğunu bildiğim için dilimin döndüğünce anlattım: “Ben akordiyona değil, akordiyonla yeni parçaları öğrenmeye çalışıyorum. Uğraşılarım daha çok yeni notaları seslendirmek. Arada da eski öğrendiklerimi tekrarlayarak belleğimde tutmak!” Hasan Üner sordu: “Şimdiye dek yüz parça ezberlemişsindir!” Güldüm: “Ne yüz parçası oyun havaları ile çocuk şarkıları dışında 20 parça bile olmaz, sanıyorum!” deyince Hilmi Altınsoy yüksek sesle: Vay, vay, vay, yıllardır buna mı uğraşıyorsun? ”diye sordu. Hilmi’ye azıcık anlamlı baktım ama yanıt vermedim. Kalkıp koşuşarak dersliğe döndük. Atölye çalışmalarından kurtulduğuna sevinenler bir süre: “Her gün kar yağsa!” türü söylendiler. Birisi ortaya bir söz attı: “Her zaman papaz yahni yemez!” Sözü açıklama yarışı başladı. İdris Destan, papaz yerine İmam denmesini önerdi. Mustafa Saatçı ise ihtiyar(Gerçekte moruk) demenin daha uygun olacağını savundu. Zil çaldı, öğretmen gelebilirliği düşüncesiyle bir süre susuldu. Asım Öğretmen bizim kapıya gelip beni çağırdı. Kapının anahtarını verip tembihlerde bulundu, kendisi gelinceye dek çalışmamı, ara verirsem kendisini beklememi tembihledi. Arkadaşlara, öğrttmenin bana ödev verdiğini söyleyerek ayrıldım. Ara verdiğimiz 30 nolu etüde dek tekrar tekrar çaldım. Akordiyonla da bir süre çalıştım. Öğretmen dönünce bırakırken öğretmen, ne çalışığımı sordu. Piyano parçalarından ara ara atlayarak üç tanesini çaldırdı. Akordiyonla ise kendisinin verdiği Weber’in Avcılar Marşını dinledi. Çok beğendiğini söyledi. Gülerek: “Akordiyonu iyice ilerlettiğinin ayırdında mısın? ”diye sordu. Sevinerek dersliğe gittim. Derslikte yeni konu, bu yıl bayram günü tüm okuldakiler toplanıp bayramlaşacakmış. Bunu öğrenciler istemiş. Büyük bir çoğunluk, bunu öğrencilerin istediğine inanamadıklarını söyledi. Gerekçeleri de şu, “O öğrenciler geçen yıllarda da buradaydı. O bayramlarda neden bu düşüncelerini ortaya sürmediler. O nedenle bunu okul yönetimi yapıyor ama işi öğrenciler üzerine atıyor!”
Sami Akıncı yeni haftalık ders dağıtım çizelgesini tahtaya yazdı. Büyük bir değişiklik yok. Tek değişiklik, öğretmeni olmayan dersleri ilk saatlere almışlar.
Haftalık Ders Dağılım Çizelgesi
---------------------------------------
Günler Saatler Öğleden Sonra
Pazartesi 1. Mat. 2. Türkçe. 3. Türkçe. 4. Öğ. Bil. Sanat
Salı 1. Tarih. 2. Tarım. 3. E. Eko. 4. Öğ. Bil. Tarım
Çarşamba 1. Mat. 2. Y. Dil. 3. Öğ. Bil. 4. Öğ. Bil. Sanat
Perşembe 1. Fiz. 2. Türkçe. 3. Resim. 4. Öğ. Bil. Tarım
Cuma 1. Asker. 2. Asker. 3 . Y. Bil. 4. Öğ. Bil. Sanat
Cumartesi 1. B. E. 2. Müz. 3. Müz. 4. Öğ. Bil.
Salı günü göreceğimiz , Ev Ekonomisi değişik bir ad olmakla birlikte ilk yıl başladığımız sonradan kesilen Kooperetifçiliğin bir devamı olacakmış. Cuma günü gösterilen Yer Bilgisi dersi de daha önce bir süre okuduğumuz Coğrafya dersinin bir bölümü olarak sürecekmiş. Bu derslere giren Hikmet Özmen’le Seyfi Çaçur öğretmenler bize böyle açıkladılar. Bu açıklamalara göre konularrın yabancısı sayılmıyoruz. Buna karşın kimi arkadaşlar hiç duymamış gibi: “Bu dersler de ne oluyor? ” sorularını yağdırdılar. Oysa yanar dağlar, depremler üstüne yaptığımız konuşmalar bu dersin konularıydı. Kimi arkadaşlar yeni bir bilgi öğrenmekten o denli korkuyorlar ki sanki beyinleri bilgiyle dolmuş gibi ona koruyuculuk yapıyorlar. Oysa. Selçuk Korol Öğretmen daha iki gün önce: -Cim karnında bir nokta!” olmaktansa köylülüğünüzle kalmanız daha hayırlı olurdu. Bunca meşakkatı neden çektiğinizi bir düşünün!demişti.
Yemek saatini beklerken elektrikler söndü. Önce bir uğultu duyuldu ardından gene sessizlik başladı. Elektrikler sık sık kesildiği için çok doğal saydık. Geldi-gelmedi derken “Mustafa Saatçı!” sesleri geldi. Bir nöbetçi öğrenci Mustafa Saatçı’yı alıp götürdü. Pencerelerden bakan arkadaşlar olasılıkları sıraladı: “İmamı çağırdıklarına göre durum önemli, Karanlıkta yemek yeyip hemen yatacağız, Karanlıkta yememek için zili geç çalacaklar!” Bu tür olasılıklar sıralanırken kampana çalındı, nöbetçilerin fenerleri ışığında yemekhaneyi boyladık. Hilmi Altınsoy biraz övündü, onun dediği çıkıyormuş. Elektiklerin hemen yanmayacağını önce o söylemiş. Hilmi neşeli neşeli konuşurken Mehmet Aygün: -Bu tür olaylarda senin başarılı olduğunu biliyoruz. Bilmediğimiz, senin olumlu bir olayda niçin böyle bir akıl yürütme yapamamamndır. Bize bunu açıklarsan sevineceğiz!
Hilmi önce bir duraladı, söyleneni tam duyamadığını söyledi. Salih Baydemir sözcükleri tane tane söyleyerek açıkladı. Hilmi derinden bir iç çektikten sonra:
-Ne yapayım arkadaşım, ben yeteneksiz yaratılmışım. Bir işi doğru yapmaya kalktığımda yapamadığımı görüyorum. Böyle olunca bu tür girişimden uzak duruyorum. Olumsuzluklar bana daha kolay geliyor!”
Talat Tarkan Öğretmen duyuru yaptı:
-Işıkların açılması gecikebilir, fener ışıkları yetersiz, lüks yakma işinin de gecikeceği anlaşılmıştır. Bu nedenle yat zili erken çalacaktır. Zile uyulması önemle duyurulur! Hilmi’yi kutladım, “Ne üzülüyorsun? Bunu bilmek de bir düşünce işidir!” Hilmi az önce Mehmet Aygün’e göstermediği tepkiyi bu kez bana gösterdi: “Abi, alay etmek için bekliyorsun. Eline geçirdiğin olanakları da aksatmadan kullanıyorsun!” deyip çıktı. Önce şaşırdım. Çünkü hiçbir art niyetim yoktu. Üstelik Hilmi bu konuda doluymuş, buna ben değil o olanak bekliyormuş. Beklediği olanağı bulunca da hemen kullandı. Bana söyleyecek söz kalmadı:
-Ya, öyle mi, bak bunu da ben bilmiyordum! deyip sustum. Biz kapıdan çıkarken dersliklere lüksler gitmeye başladı. Arkamızdan gelen bir nöbetçiden lüksü alıp dersliğe gittik. Ne var ki öteki dersliklere düzenli lüks gitmediğinden çoğunluk yatakhaneye yönelince bizim arkadaşlardan da gidenler oldu. Asım Öğretmenin sesini duydum, nöbetçiden bir ışık rica ediyordu. Bizim lüksü alıp götürdüm. Asım Öğretmen çok memnun kaldı. Böylece arkadaşların istediği de olmuş oldu. Çünkü onlar bir an önce yatmaktan yanaydılar.
Yatarken Hilmi benimle konuşmak istedi. Karanlıkta yüzünü göremediğim için sözlerinin ciddiyetini ölçemediğimi söyleyerek konuşmamızı aydınlığa bırakmayı önerdim. Hilmi ne anladıysa, “Anladım!” deyip indi. Yatınca bir süre uyuyamadım. Lapa lapa kar yağıyor ama kar durumuna göre fazla soğuk yok. Gene de kar günlük düzeni bozuyor. Köyü düşündüm, köydekiler ne yapıyorlar şimdi? Kar yağdığı zamanlar hayvanların sulanması sorun olur. Taşıma su çok yorucudur. Hayvanları suya götürmek ise birkaç insanı gerektirir. Üstelik kar diz boyu olduğu zaman hayvanları yürütmek de zorlaşır. Ablacığımın tavuklarına bakmak bile sorun olur. Köyde olsam yardım eder miydim? Yazın onca günde bir yardımım olmadığına göre şimdi mi olacak? deyip kendimi kınadım. Bu bakımdan: “Hilmi’ye söyleyec tek bir sözüm olmamalı!” deyip gözlerimi kapadım.
16 Aralık 1942 Çarşamba.
Kampananın lap lap çalışından kar yağdığı belli oluyor. Bu aynı zamanda elektriklerin yanmadığını da göstermektedir. Mustafa Saatçi ise elektriklerin yanacağını söylüyor. Dışarı çıkanlar, karın bir metre olduğunu söyleyince: “Ne bu, Kepirtepe İdris Dağına mı taşındı!” diye takılanlar oldu. İdris Destan yüksek sesle: “Şimdi bunu söyleyen bir şeyleri hak ediyor!” diye çıkışınca o sözü söyleyen Arif Kalkan özür dileyerek: “Hasan Dağları diyecektim, ağzımdan yanlışlıkla çıktı!” diye dönüş yaptı. ”Arif korktu” diyenler olunca Arif: “Aman aman”ne Şamın şekeri ne Arabın yüzü!” dedi. İdris Destan bekliyormuş: “Sabah sabah, nerden çıktı bu baş belası karşıma!” deyince gülüşmeler oldu. Sami Akıncı İdris Destan’a: “Kardeşim, sen başka türlü konuşamaz mısnı? Deminden beri seni gözlüyorum. Çok merak ettim, sen Arif’in sözünden neden alındın? Hasanoğlan’da bir İdris Dağı vardı. O dağın tepelerinihn nasıl kar kapladığını gördük. Bunu anlatmaya kalksak senden izin mi isteyeceğiz? Ayıp yahu!” deyip gitti. Bu kez Hasan Üner: “Benim dağımdan herkes söz edebilir, kimseden söz kirası almayacağım!” deyince bu kez İdris Hasan Ünere çattı. İsmet’le Mehmet Yücel İdris’in koluna girip götürdüler. Derslikte çıngar çıkacak gibi bir durum seziliyordu. Neyse kahvaltı zili çalınca dizlere dek karlara batarak kahvaltıya gittik. Eğitimbaşı duyuruda bulundu: “Dersi boş olan sınıflar, yolları açma işinde çalışacak!” Bizim sınıfın ilk iki saati boş. Neyse ki bu sabah çay peynir varmış, buna sevindiğimizden fazla mızmızlanma olmadı. Gene de yeni ders dağıtım cedvelinde ilk saatlere neden öğretmeni olmayan derslerin konduğunu anladık. Ders zili çalınca Talat Tarkan Öğretmen geldi; bilmezmiş gibi: “Aaa, sizinde mi dersiniz boştu!” diyerek kapıdan girdi. Bir iki okşayıcı sözden sonra benimle birlikte dört arkadaşı Tarım barakasından yeterince kürek getirmek üzere gönsderdi. . Gerçeği kar kürümeye çıkınca daha iyi anladık. Öteki sınıflar hep derslere girmiş, salt dersi öğretmensiz bizim sınıfmış. Bu kez arkadaşlar: “Bu kışımızı da kar kürüyerek geçireceğiz!” demeye başladılar. Neyse ki kara karşın ayaz yok. Biraz hareket edince ısındık. Okul önünden başlayarak yemekhane önüne dek yolları açtık. Okul Müdürü de derse gelmedi. Son iki derste hem dinlendik hem bir ölçüde öteki derslere çalıştık. Yorgunluğumuz geçince aldatılmış olma duygularımız da dağıldı, konuşmalar başka konulara yöneldi. Daha doğrusu bu günkü faka bastırıldığımız konusunda herkes düşüncesini ortaya döküp boşaldı, rahatladı. Gerçi söylenenler, çoğunlukla şaka yollu sözlerdi; birbirimizi suçlamadan yapılan şakalardı, sabırla dinledik. Ben ara ara Asım Öğretmeni gözledim. O bana tembih etmişti: “Beni sengözetleyeceksin. Beni, dışarlarda görürsen hemen odaya dal çalış, çalışma olanağı kendin yaratacaksın. Ben sana izin veriyorum ama her saat arayıp bulamam. Bu olanaksız, seni sürekli düşünemem arkadaş!”
Asım Öğretmenin söylediklerine güvenerek biraz yüzsüzlük de sayılsa iki de bir kapısına gidiyorum. Bu kez de tam kapıda karşılaştık. Bayan öğretmenler piyano dinlemeye gelecekmiş. Asım Öğretmen: “Sıkılmazsan sen de gel ama sıkılabilirsin!” deyip gülünce anladım bu açıkça gelme, anlamında söylenen bir sözdü. O nedenle alınmadım. Gerçekten gitmeyecektim. Zaten oda çok dar. 3 kişi olunca bile rahat durulmuyor. Oysa bayan öğretmenler en az beş kişi olacaklar. Bu arada Asım Öğretmen bayram tatilinde gideceğini, anahtarı bana bırakacağını muştuladı. Buna çak sevindim. Gene de asfaltı göstererek: “Bu karda nasıl gideceksiniz? ”diye sordum. Asım Öğretmen gülerek bana: “Yola bak yola, otobüsler yarış ediyor. Vallah insanlar kar mar dinlemiyor, otöbüsler tıka basa dolu geçiyor!” diyerek bir süre bana gösterdiği yola kendisi baktı. Gerçekten yoldan durmadan araçlar geçiyor. Ben, Asım Öğretmenin İstanbul’a gideceğini anladım. İçimden hemen hesapladım: “Bayram, 18-19-20-21 Aralık günleri. Özellikle cumartesi, pazar günleri onun odasında beni kimse rahatsız etmez; öyleyse bu bayram benim bayramım olacak!” Sevinerek dersliğe döndüm. Kapıdan girerken yemek zili çaldı. Bahçeye çıkarken kampta öğrendiğimiz birerle kol yürüyüşüne geçip her kafadan bir ses çıkmasına karşın yemekhaneye öteki sınıflardan daha düzgün girdik.
Zehra Öğretmen nöbetçi, öğretmen masalarının yanında durmuş bizim tarafa doğru bakıyordu. Hilmi Altınsoy bana takıldı: “Abi, nasıl olur, koskoca öğretmen durmuş göz göre göre sana bakıyor!” deyip kendi sözüne güldü. Hilmi gülerken mutfak tarafından Sazan diye takıldıkları Mukaddes geldi öğretmenle konuştu. Neredeyse ikisi de bir boyda. Ancak Mukaddes Zehra Öğretmenden kilolu görünüyor. Arkadaşlar, Hilmi Altınsoy’a bir ara Mukaddes için takılmışlardı. Onu anımsadım. O sıra da Mukaddes masalara bakarak ağır ağır bize doğru yöneldi. İçimden: “Hilmi hak etti!” deyip ekledim: “Hilmi elini kaldır kız seni arıyor!” Hilmi birden irkildi: “Sahi mi? ”deyip toparlandı. Arkadaşlar gülmekten kaşıklarını düşürdüler. Kaşığını düşüren Mehmet Aygün Hilmi’nin kaşığını aldı. Kaşıksız kalan Hilmi’ye Mukaddes’ten bir kaşık rica ettik. Mukaddes, sanırım benim rica etmemi önemsedi gülerek kaşık getirdi. Kaşıksız olduğu için durduğunu gördüğü Hilmi’ye kaşığı uzattı. Mukaddes gittikten sonra arkadaşlar Hilmi’ye takıldılar:
-Yapacaksan böyle numaralar yap yapamayacaksan hiç başlama! Hilmi her zamanki dönüşünü tekrarladı:
-Onu yapmasaydım bunu öğrenemeyecektim!
Kar, ara ara lapaya dönüşerek yağmasını sürdürdü. Öğleden sonra dersliklerde oturduk. Bir ara Eğitimbaşı, bir ara Talat Tarkan Öğretmen geldi, yeni projeler için bizi bilgilendirdi. Arifiye Köy Enstitüsü’ndeki çalışmaları anlattı. Özellikle bana ortadaki müzik çalışmalarını övdü. İki Müzik öğretmeni varmış. Biri mandolin- keman çalıştırıyormuş öteki de ses çalışmaları yaptırıyormuş. Oradaki arkadaşlar iki, üç, dört sesli şarkılar söylüyormuş. Talat Tarkan Öğretmen bunları anlatırken bizim arkadaşların gözlerini aradım. Biri ikisi dışında hepsi pısmış olarak önlerine bakıyordu. Parmak kaldırıp:
- Bizim de yakında hiç değilse iki sesi şarkılarımız olacak, Asım Öğretmen öteki sınıflarla bu tür çalışmalara başladı! dedim. Talat Tarkan Öğretmen nasıl yorumladı bilmem ama gülümseyerek:
- Elbette burada da olacak, şimdiye dek olmaması, bundan sonra da olmayacak anlamına gelmez! dedi. Cavit Kafkas geldi:
- Sabahat Öğretmen piyeste rolü olanları kitaplıkta bekliyor! diye duyurdu. Pek ilgilenmediğim için tam öğrenememiştim. Kalkıp gidince kimlerin rol aldığını kesin olarak öğrenmiş oldum. Neredeyse sınıfın yarısı görev almış. Sami Akıncı ile Halil Basutçu’yu öğrenmiştim ama ötekileri bilmiyordum. Halil Basutçu İstemi Han, . bunu arkadaş kendi söylemişti. Az sonra arkadaşların çoğu geldi. Halil Basutçu, Sami Akıncı, Mehmet Başaran geri gelmedi. Anlaşıldı onlar önemli rol almış. Halil’le Sami için bir diyeceğim yok ama Mehmet Başaran hangi rolu yapar ki? kalkıp konuştuğunu görmedik. Yazdım, dediği şiirleri bile okuyamayan arkadaş rol yapabilir mi? Böyle düşündüm ama kimseye bir şey söylemedim. . Az sonra onlar da geldi. Kapıdan girince arkadaşlar takıldıler:
- Tiyatrocular geldi! Kadir Pekgöz fazladan bu kez Mehmet Başaran’a sordu:
- Sen de mi tiyatrocu oldun? Tiyatrocu sözü kimi bölgelerde kötü anlamda kullanılıyormuş. Başaran bu takılmayı öyle algıladığı için Kadir Pekgöz’e ağır bir söz söyledi. Kadir de karşılık verdi:
- Sen zaten doğma büyüme tiyatrocusun. Herkesin arkasından kuyu kazarsın! türü sözler söyleyince araya girenler oldu. Sami Akıncı, Halil Basutçu, Mehmet Yücel, arkadaşları yatıştırdılar. Bayramdan sonra çalışmalar başlayacakmış. Piyes aslında 17 Nisan için düşünülmüş, 23 Nisan Bayramında da Lüleburgaz Halkevi salonun da tekrarlanacakmış. Arkadaşlar, rol alalanlara başarılar dilediler. Sormadım ama ben piyeste kız var, kızlardan kim seçildi? Sami olduğuna göne sanırım N de seçilir. Ben böyle düşünürken Halil Basutçu bana takıldı:
- Sen hiç ilgilenmiyorsun, bari kızları sor, kimler rol alacak? deyince ben, “Kim olursa olsun beni ilgilendirmez!” dedim ama içimde bir irkilme oldu. Sormadım, aynı sözü söyledim; “Beni ilgilendirmez!” Halil inat eder gibi:
- Senin yakın köylün, hemşerin, Kırıkköylü benim kızım olacak! dedi. Akın’ı okuduğum için Suna’yı anımsadım. Suna! Hemşerim, Gül, Röslein şimdi de Suna. Başka bir şey düşünmedim. Birden değiştim:
- Aaaa, buna sevindim, hemşerim güzel, Suna'ya yakışacak, rolünü de başaracaktır. Sözü zaten az, ezberleme zorluğu yok! dedim. Halil bu kez:
- Yaa, bak gördün mü? ilgilendin işte! Ben bunun için söylüyordum, hemşerinle ilgilenirsin diye düşünmüştüm! dedi. Halil ayrılınca İsmail Habib’in kitabından Akın açıklamalarını bir daha okudum. Uzun süre aklım piyese takıldı, rol alsam daha mı iyi olurdu yoksa uzak dursam mı? İşi oluruna bırakmayı yeğledim. Üzülecek bir durum yok.
Yatınca bunu düşünmmeye karar verdim. Röslein şiirini tekrarladım:
Heideröslein Röslein Röslein Röslein rot,Röslein auf der heiden.Sah ein Knap ein Röslein stehn,Röslein auf der Heiden,War so jung und morgenschön,Lief er schnell, es nah zu sehn,Sah’s mit vielen Freuden .
………………………….
Yaban Gülü
Kısa Açıklaması
Bir çocuk, küçük bir gül Bir genç kırda gezerken kırmızı bir gül gördü.Bir küçük gül gördü kırda: Doğan güneşin ışınları gibi güzeldi gül.Sevgiyle yaklaştı genç güzel gülün yanına,Doğan gün kadar güzeldi, Konuşmak istedi taze tomurcuk gülle:Yaklaştı koşup yanına“Güzel kırmızı gül, dermek istiyorum seni ellerimle!” .Baktı gülen gözleriyle. Gül dile geldi yanıt verdi gence:Küçük, küçücük, pembecik gül “Sakın derme beni yiğit genç,Bir küçük gül kırda. Dikenim var beni koruyan sonra batar ellerine.Sızısı seni incitir, dayanamam acı çekmene!”Çocuk, dererim seni, dediKırlardaki küçük güle: Genç acıya katlanmayı göze aldı, derdi gülüGül de ona cevap verdi; Taze tomurcuk kırmızı gülü.Batırırım dikenimi Gül batırdı dikenini, acıtacağını bile bileKalır sızısı elinde, Diken battı delikanlının eline,Katlanamam bu acıya Acısı indi ikisinin de yüreğine.Küçük, küçücük, pembecik gülBir küçük gül kırlarda. Ama çocuk derdi yineKırlardaki küçük gülü;Gül batırdı dikeniniAh’larına hiç bakmadanVe katlandı acısına.Küçük, küçücük, pembecik gülBir küçük gül kırlarda.
Johann Wolfgang von Goethe /Röslein) Ç. Selaahttin Batu Goethe’den Seçme şiirler
17 Aralık 1942 Perşembe
Akın piyesi kar yağışını unutturdu. Piyes konuşmaları dışında kalmaya çalışıyorum. Orhan da benim gibi tartışmalara girm emeye kararlı. Orhan Bayram izini alıp köyüne gidecekti, kar gözünü korkuttu. Ben de kendimi dışlanmış saydığım için bir bakıma önemsemiyorum; ya da öyle görünmeye çalışıyorum. Bakalım Türkçe dersinde konu açılırsa nasıl bir tavır sergileyeceğim. Bunu da kestiremiyorum. Ancak Sabahat Öğretmenle ters düşmeyi kesinlikle istemiyorum
Türkçe dersine çalışacağıma, Fikret Madaralı Öğrekmene gösterdiğim saygıyı yeni öğretmenime de göstereceğime ta baştan kendi kendime söz vermiştim; bu sözümde duracağıma bir kez daha söz verdim. Ancak, bu kesin sözlere karşın daha ilk günlerde kararsızlık içine düşer gibi olmuştum. Kendi kendimi sorguladım:
-Bir hafta okuldan ayrıldım. Ben yokken rol dağılımı yapılmış. Okulda olmadığıma göre, benimle konuşmadan öğretmen bana neden rol versin? Böyle diyorum ama gene de bu olaydan dolayı bir rahatsızlık duyuyorum. Belki de bu yüzden öteki sabahlara göre daha az neşeliyim. Bunu, yatak komşum Orhan sezmiş. Bir şey demedi ama baskışlarından bunu anladım. Kimseyle konuşmadan dersliğe gittim. Arkadaşlar bayram günlerini sayıyorlar: “Bugün Arife, ders olmaz!” diyen var. Doğru mu değil mi? Geçmiş yıllarda doğru dürüst okulda bayram yapmadığımız için kesin bir bilgimiz yok. İçimden: “Keşke bugün de ders olmasa!” dedim. Deyişim sahiymiş gibi rahatlayıp gülümsedim. Gülüşüm arkadaşların dikkatinden kaçmamış, doğruyu bildiğimi sanıp sordular: “Sen bilirsin, bugün ders var mı? Salt bir şey söylemiş olmak için:
- Öğleye dek olabilir! dedim. Arkadaşlar da olabirliği benimsediler. Kahvaltıda duyuru yapıldı: -Bayram nedeniyle 17- 21 Aralık günleri ders yapılmayacaktır. Velileri gelen öğrencilere izin verilecektir. Okulda kalan öğrenciler, nöbetleşe çalışarak günlük işleri sürdürecektir. İzin belgesi almadan okuldan ayrılmak suçtur!
Hilmi Altınsoy bana:
- Abi yalancı çıktın! deyince arkadaşlar birden:
- Sen ne diyorsun? Böyle yhalana can kurban. Sen her gün yalan söylüğuyorsun böyle hayırlı bir yalan ağzından çıktı mı? dediler. Orhan, Salih, Recep Kocaman, İsmet köylerine gitmeyi düşünüyorlardı. Onlar tatilin bugün başlayacağını bilmediklerinden hazırlıklı değiller. Kadir Pekgöz bana geldi:
- Gidiyor muyuz abi? Yeni geldim, gitmek istemiyorum! deyince üzülerek ayrıldı. Kadir’den az sonra Gül geldi, o da gidip gitmeyeceğimi sordu. Soruşunun nedenini anlayamadım. Bu kez de ben ona sordum:
- Niçin soruyorsun? Güldü:
- Biz de yeğenimle gideceğiz ama, bugün gidersen, vereceğim adrese bir haber iletmeni isteyecektim. Onlar bizim eve hemen duyururlar. Gitmiyorsan bir başkasını bulurum! Birden söz değiştirdim:
-Köye gitmiyorum ama Lüleburgaz’a gideceğim. Adrese uğrayabilirim! Sevinerek, yeğeniyle konuşmaya gitti. Ben de İsmet’i buldum. İsmet tren saatlerini bildiği için hazırlanmış. İsmet’e, Birlikte geleceğimi söyleyince telaşlandı. Açıkladım: “Lüleburgaz’a gidip döneceğim. Bu kez İsmet gideceği saati öne almaya karar verdi. Biz bekleşirken Gül gülerek geldi. Gerek kalmamış, Düğüncülü’den, Pancarköy’den gelenler olmuş, onlar geçerken haber verecekmiş. Salt konuşturmak için: “Aaa, Düğüncülü diye bir köy var mı? Düğünler çok mu yapılıyor orada? diye sordum. Gül, güldü:
- Bilmem, sorarsın belki de öyledir. Alpullu’da kaldığına göre o köyü bilmen gerekir, oraya yakındır; unutmuşsun! dedi. Bu kez de ben:
- Bir adın daha olmuş, Suna. Bu da güzel bir ad, hangisinin söylenmesini isteyeceksin? merak ettim. Gülerek:
- Suna geçici bir ad, ben, adımı söviyorum, adımın söylenmesini isterim. Burada kısaltalarak söyleniyor ama, o da geçişi. Buradan ayrılınca gerçek adım söylenecek. Öyleyse Röslein deyişimden hoşlanmıyorsun! . Gülerek, “Onu senden başka söyleyen yok, ikimiz arasında bir söz. Ben ondan da hoşlanıyorum ama onu kendi adımmış gibi düşünmüyorum. A, bak bir şey daha söyleyecektim, Asım Öğretmenin dediğine göre Suna için de bir şarkı varmış, onu merak ediyorum!” deyince hemen öğrenip ileteceğimi söyledim. Ayrılırken “Gene de düşün, İsmet’i göstererek: “Ben yeğenimle birlikte nasıl olsa Lüleburgaz’a gideceğim!” dedim. Dedim ama nedense içimden bir yeniklik duygusu geçti; sanki büyük bir başarı kazanacakmışım da o olanağı elimden kaçırmışım gib geldi bana. Bir süre sonra İsmet: “Dayı, kusura bakma, benim için gelmen güzel ama bunu daha iyi havalarda yaparsın, istersen birlikte köye de gideriz. Bu kez ben yalnız gideyim . Hem yalnız da sayılmam arkadaşımız, Mehmet Aygün’le hemşerisi Numan Bayazıt var, daha başkaları da olacak!” deyince sustum. Mehmet Aygün geldi, saati sordu. Mehmet’le de konuştuk. Buna da sevindim. Az sonra da Asım Öğretmenin odasına girip bir süre piyano tımbırdattım. Asım Öğretmen: “ Tek el çalış, sonra birleştirmek kolay olur!” demişti. Uzun süre sağla- solla tek tek çalıştım. Öğle yemeğinde ara verdimYemekte masaların oldukça boşaldığını gördük. Bugün bu denli boşalırsa yarın daha çok giden olur diye konuştuk. Bizim masa bile yarı yarıya boşalıyor. Mehmet Aygün, Salih, Orhan gidici. Hüsnü Yalçın gülerek geldi, Edirne’ye gideceğini söyledi. Önce inanmadım, kesin olduğuna sevindim. Okula geldiğinden beri görmek istediğini söylediği Edirne’de Tarihçi Osman Nuri Peremeci’yi görmek, elini öpmek istiyordu. Bulgaristan’dan kaçıp gelince ortalıkta kalıvermiş. Bir rastlantı Osman Nuri Peremeci ile görüşmüş. Onun yardımıyla okula girmiş. Daha önce mektuplaşmışlar, adresini biliyor. Edirne otobüsünü bekliyormuş. Arkadaşı Emrullah ile birlikteler. Hüsnü ile Emrullah’ın gidişi beni de düşündürdü; ben neden gitmeyeyim? Çabuk toparlandım. Gene piyanoya girdim. Ancak bu kez akordiyonu çıkardım. Önce Röslein’i çaldım. Uzun süre parmaklarım oynadı ama kafamın içinde sorular dolaştı. Röslein’e şöyle söyleseydim, böyle söyleseydim türü sorularla oyalandım. O denli boş sorular hazırladım ki, bir süre sonra iyice cıvıttığımı anladım. Örneğin Röslein Düğüncülü köyü deyince ben: “O köye böyle bir ad verdiklerine göre orada düğünler değişik oluyordur. Düğününün orada olmasını ister misin? ”diyesiymişim. Yine, ben ona: “Öyle bir köy var mı? ”dediğimde, o da bilmiyor musun? ”diye sormuştu. İşte o zaman: “Biliyorum ama sana düğün dedirtmek için böyle konuşuyorum!” diyesiy mişim. Akordiyon, hem de büyük, Verdi akordiyon umuzlarımda bunları düşündüm. Hava iyice kapalı. Kapıyı kapatıp çıktım. Derslikte çok az arkadaş var. Edirneli arkadaşlar hep okulda. Halil Basutçu, Hüseyin Serin, Bekir Temuçin, Ali Önol, Fettah Biricik, Sefer Tunca, Sami Akıncı, Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur. Abdullah Erçetin. Tekidağlı, Yusuf Asıl, Kırklareli: Abdullah Erçetin, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu. 15 arkadaş kaldığımızı görünce iyice şaşırdım. 79 Ahmet Güner Recep Kocaman’la, Salih Baydemir, Hüseyin Orhan gitmiş. ”Sınıfın yarısı gitmiş!” deyince arkadaşlar düzelttiler: “Kalanla bir kişi fazla. Yani giden 14, kalan 15. Ben de gitseymişim denge o zaman bozulacakmış. Bu kez ben: “Ben de iki gün gideyim, denkleyelim; dedim. Ne ilginç arkadaşlar defalarca sordular:
- Sen neden gitmiyorsun? Doğrudan piyano çalmak için diyemiyorum ama inandırıcı yalanlar uyduruyorum. Örneğin babamlar Yeni Bedir’e geleceği için deyip olayı saptırıyorum. Aklım bir süre Gül’de kaldı. Oturup notaları açtım. Süheyla Öğretmenin verdiği notaları tek elle piyanoda çaldım. Öğretmenin yatağının yanındaki küçük masa üstünde kitaplar vardı. Onlara baktım. Shakespeare-Hamlet. Bu kitab üstüne hep övgüler duydum elime aldım aldım okumadım ama bu kez okuyacağım, deyip aldım. 150 sayfa, üç günde okurum, dedimse de okumaya başlayınca bırakamadım.
Talat Tarkan Öğretmen Sami Akıncı’dan kalanların adlarını istemiş. Fettah hemen yorumladı:
-Bize nöbet işleri verecek! Sefer Tunca daha kestirme söyledi:
-Neden nöbet işi olsun, Bayram Çalışması yaptırılamaz mı? Bayram çalışmaları, hayırlı sayılır, sevap kazanırız(! ) Değişik yorumlamalar takılmalar yaparak karşılıklı gülüştük. Aklım Röslein’de kaldı, nasıl gidecek? Birlikte gideceği yeğeni var ama, o ne yapsın? Hava hem soğuk hem de kar yolları yarı yarıya kapamış durumda. . Çocuklar evlerine gitmek için zorluğu göze alıyorlar ama çoğu zorlu yolculuklardan habersiz. Röslein neden trenle Alpullu’ya gidip oradan geçmeyi düşünmüyor? Çağırtıp söylemeye cesaret bulamadım. Karşılaşırsak sorarım, deyip gene piyanoya gittim. Piyanoya gittim ama ikinci bir düşünceye takıldım; kitabı okuyacaksam, Asım Öğretmen gelmeden bitirmeliyim. Yoksa sormadan odasını karıştırmış duruma düşerim. Piyanonun sandalyesini çekip okumaya başladım. Kitap oteki Shakespeare kitapları gibi bir yığın okunması zor adlarla dolu. Neyse ki litaba adı veriden kişinin adı kolay Hamlet. Hamlet bir kral oğluymuş. Şimdiki kral da onun amcası. , Claudius. Danimarka kralı. Gertrude, Danimarka kraliçesi, aynı zamanda Hamletin annesi. Öyleyse kral Hamlet’in gerçek amcası değil. Kral, kardeş karısını alamayacağına göre arada üveylik vardır. Hamlet’in bir arkadaşı var: Horatio; bir de sevgilisi, Ophelia. Ophelia’nın babası Polonius kral’in sarayında yetkili nazır(Bakan). Ophelio’o ile ağabeyi Leartes’in babası. . Hamlet, en yakın arkadaşı olan Horatio’dur. Ancak kitabın girişinde aşk söz konusu değil daha korkunç bir olay var. Görevli insanlar gece olunca sarayın bir yerlerinde eski kıralı görüyorlar. Tıpkı eski günlerinde olduğu gibi görkemli tavırlar içinde ama neşeli değil, her görünüşü öc alıcı bir tavır sergiliyor, sözlerinden de böyle bir sonuç çıkkarılıyor. Görenler birbirine anlatıyorlar. Bir başka durum da eski kral zamanında Norveç ile Danimarka arasında yapılan bir savaşta büyük bir yurt parçası Danimarka kralına düşmüş. Ancak savaşı kaybeden Norveç kralı ölünce oğlu Fortınbras Danimarka’ya savaş açmış, babasının kaybettiği yerleri istemektedir. Neredeyse kapıya dayanmıştır. Danimarka Krallık sarayı tedirgin bir ortam içindedir. İşte Hamlet bu tedirginlik içinde kendi sezgilerine göre çıkışlar yapmakta, doğrudan doğruya değilse bile dolaylı olarak babasının ölümünden kuşkular duymakta, içine düştüğü durumdan kurtulmaya çalışmaktadır. Gerçek annesi, babası ölür ölmez amcasıyla evlenmiş, babası için geleneksel yası bile tutmamıştır. Anne kraliçe oğlu Hamlet’i sever ama, oğlunun şimdiki kral kocasına ters düşmesini de istemez. İki arada bir derede kalmıştır. Kurnaz kral amca, Hamletten kurtulmak için bir plan kurar. Hamlet’i İngiltere’ye gönderecek, orada haklatacaktır. Ancak bunu öyle açık açık yapmak istemez. Bir kral ya da kraliçe oğluna yakışır yöntemlerle Hamlet İngiltere’ye gönderilir. Öte yandan karanlık olunca eski kral değişmeyen görkemli görünüşüyle saray çevresinde dolaşır, anlamlı izler bırakarak horozlar ötünce kaybolur. Eski kralın gece gezdiği söylemini bu kez iki güvenilir subay Marcellus’la Bernardo gibi Hamlet’in can arkadaşı Horatio da görmüştür. Bundan hiç kuşkuları kalmamıştır, gece gezen eski kraldır. Eski kralın ruhunun gezmesi büyük bir uğursuzluk sayılmaktadır. Bu konuda geçmişten örnekler verilir. Örneğin Büyük Roma’da Caesar(Sezar) vurulmadan önce ölüler mezarlardan çıkmış, sular kana dönüşmüş, baykuşlar ötüşmüş v. b. Şimdiki Kral bir taraftan Norveç kralıyla uğraşırken bir yandan da Hamlet’i gönlüyle İngiltere’ye savuşturmaya çalışır. Bu tuzağa annesi de göz yumar. Hamlet bunu çok iyi anlamıştır. Annesiyle konuşurken neredeyse konuşmaları, annesi için işkenceye döner. Kraliçe annelikle kocasına ihanet arasında gider gelir. Kralın etkisiyle oğlunu kendilerine zararsız bir duruma getirmeye çalışır. Arkadaşları yardımıyla Hamlet İngiltere’ye yola çıkar ama sanıldığığı gibi faka basmamıştır. Geri döner. Ancak geri dönüşü doğal tavırlar içinde görülmez. Kral-Kraliçe bu duruma delilik maskesi takarak çevrelerini kandırmaya çalışırlar. Oysa Hamlet çevresine kendini benimsetmiş, dediğini yaptırmaktadır. . Zaten kamu katmanlarında eski kralın hile yoluyla öldürüldüğü inancı çoktan yayalmıştır. Hamlet kendi delilik yöntemlerine karşı Kral-Kraliçe de sözde ellerindeki erkler yoluyla bir savaş başlamışlardır. Hamlet işi oyuna döker, Tiyatro numarasıyla babasının başına geldiğini tasarladığı bir oyunu ortaya getirir. Oyun gerçekte babasına oynanan oyunun bir benzeridir. Hazırlıklar tamamlanır. Görkemli bir tiyatro şöleni gibi sunulan oyun, giderek eski Krala oynanmış oyunları ortaya dökülünce durum anlaşılır. Oyunu izlemekte olan sahte Kral, oynanan oyunu durdurmak için önlem almaya kalkışır. Ne var ki geç kalmıştır. Hamlet bu kez o yapmacık delilikleri bir yana atmış iyi kılıç kullanan bir şövalye olarak ortaya çıkmıştır. Kral adamlarından seçtiği silahşörü ortaya sürer. Silahşöre verilen kılıcın ucu zehirlidir. Oysa şovalye kurallarına göre zehir kullanmak hem yasal suç hem de Danimarka halkı gözünde ahlaksızlık sayılmaktadır. Tiyatro gösterisi düello alanına dönüşür. Ahlaksız Kral açık açık zehirli kılıcın kullanılmasını emreder. Kılıç kullanılır ama Kralın beklediği olmaz. Kralın adamı can verir. Hamlet de yara alır. Ancak hıncını alamamıştır. Krala saldırıp öcünü alır. Ne var ki zehir etkisini gösterir. Hamlet, kısa bir duraksamadan sonra can verir. Arkadaşları gibi tüm Daiımarka halkı, Hamlet'i o kral olarak görememenin üzüntüsü içinde Danimarka Kralı gibi görkemli bir törenle gömerler.
Kitabın adı Hamlet. Hamlet kitabının baştan sona baş kişi olan Hamlet’in tavırlarını anlatmaktadır. Ancak ayrıntı gibi değinilen bir de aşk tarafı vardır. Hamlet, Ofelia’yı çok sevmesine karşın babasına karşı yapıldığını gördüğü vahşiliği cezalandırmadan kendi yüreğini dondurmuş gibi Ofelia’ya yaklaşmamıştır. Ofelia da çevresinin geleneklerine, özellikle de büyüklerinin övütlerine uyarak Hamlet’e olan sevgisini içinde saklı tutmuştur. Ancak Hamlet’in görünüşte çekip gitmesi onu bir seçki karşısında bırakmıştır. Ya yaşam boyu acı çekmek ya da yaşam karşılığı acıyı sonsuzluğa götürmek! Ofelia ikinciyi yapmıştır. Ofelia’nın kaderini hemen hemen ağabeyi aynı zamanda Hamlet’in arkadaşı Laertes’in ayrılırken kardeşi Ofelia’ya söyledikleri belirlemiştir. Laertes, Hamlet için kardeşi Ofelia'ya:
-Sana gösterdiği o geçici alakaya gelince:
-Bunu bir geçici heves, bir delikanlılık ateşi; baharın ilk günlerin de gözüken, erken açık geçen, tatlı fakat ömürsüz, kokusu bir anda uçan bir menekşe say, başka bir şey bekleme! Ofelia sorar:
-Bu kadarcık mı? Laertes sözlerini sürdürür:
-Daha fazla bir şey sanma. Çünkü büyümekte olan bir insanın salt adaleleri, gövdesi gelişmez; bu bina geliştikçe, onunla birlikte, zihin ve ruhun içten içe çalışması da artar. Şimdi belki seni seviyor, niyeti temizdir, yalan ya da riya bulaşık değildir. Ancak yüksek makama çıktığını hesaba kat da, senin dilediğini yerine getirmemesini düşün; öyle bir sonuç olabileceğınden kork. Çünkü o da içinde doğduğu koşullara bağlıdır. Herhangi bir kimse gibi o yalnız kendi çıkarlarına bakamaz. Unutma ki devletin dirliği düzeni onun seçimine bakıyor. Bu bakımdan eli kolu, başında bulunduğuı insanların düşünceleriyle toplu istekleriyle sınırlandırılmıştır………Danımarka halkının dediğinden dışarı çıkamaz. . . .
Bu doğrultuda uzayıp giden bu ağabey övüdü Ofelia’nın alın yazısını çizmiş gibidir. Hamlet’in İngiltere’ye gittiğini duyunca yaşamı kararmışır. Onun için Hamlet ölmüştür. Öyleyse onun yaşamının da bir anlamı kalmamıştır. Kendisinden sonra gelen insanların dilinde destan olurca kendini sulara atar.
Ağabey Laertes’in ayrılırken kardeşi Ofelia’ya övütleri gibi babası Polonius’n da Laertes ayrılırken verdiği övütler her insan için ders alınacak niteliktedir. Polonius:
-Her düşündüğünü söyleme, olmayacak düşünceleri de uygulamaya kalkma. Candan ol ama sırnaşık olma. Kavgaya girişmekten sakın ama girdikten sonra sıkı dayan ki karşındakinin gözü senden korksun. Herkesi dinle, pek azıyla konuş; hepsinin fikrini öğren ama kendi düşüncen kendine kalsın. Üstün başın kesene göre olsun, züppeliğe kaçmasın; ağır olsun ama gösterişli olmasın. Çünkü giysi, sahibinin ne tür bir insan olduğunu belli eder……Ne kimseden borç al ne de ver. Çünkü ödünç para veren çok kere hem parasından olur, hem de dostundan. Ödünç alan da kendi tutum alışkanlaığını bozar. Hele şunun hiç unutma:
-İsteklerine karşı diren, o zaman herkese karşı gücünü kanıtlamış olursun!
Bu güzel övütlere karşın Laertes dinlediklerinin tersini yaparak can verir. Hamlet İngiltere’ye yollanırken Laertes de Faransa’ya gitmiştir. Hamlet, üstüne hazırlanan planları sezip, gizleri çözerek geri gelmiştir. Laerters ise Fransa’da kılıç oyunları da içinde olan yeni beceriler geliştirmiştir. Fransa'dan dönünce de babası gibi kralın verdiği görevleri yüklenmiştir. O artık kılıcı keskin, adı dillerde dolaşan bir silahşördür. Kralın dostu, onun da dostudur, düşmanı da düşmanı. Kral Hamlet’e bir tuzak hazırlar. Hamlet eski arkadaşı, şimdi ise kralın güvendiği Laertes’le kılıç oyunu oynayacak. Bilinen düello değil, salt bilek gücü, kılıç gösterisi. Belki de Hamlet’in gözünü korkutmak için bir yıldırma girişimi. Ne var ki Hamlet öneriyi olumlu yanıt verip eski arkadaşı Laertes’in karşısına çıkar. Kral çok neşelidir. oyun başlarken içki içer. Davullar çalar, toplar atılır. Sözde Hamlet, büyük silahşörle boy ölçüştüğü için seviniyormuşça konuşmalar yapılır. Kral, Kraliçeye bile:
-Oğlunuz kazanacak! diyerek kutlar. İçkiler içilir. Kraliçe ise terleyen Hamlet’e terini silmesi için mendilini bile uzatır. Hamlet teşekkür eder. Ancak beklenmeyen bir durum ortaya çıkar. Kraliçe elindeki zehirli içkiyi birden içer. Kraliçe oğlu Hamlet’e de içki uzatır. Hamlet içmez. Kral telaş içindedir, Laertes’e bakar. Laertes kendi vicdanıyla karşı karşıya kalmıştır. Hamlet’e bir türlü vuramaz. . Bu kez Hamlet karşısındaki Laertes’e çıkışır:
-Karşında şımarık bir çocuk yok, elinden geleni yap! diye çıkışır. Laertes hamle yapar. Hamlet yaralanır. Bu arada kılıçları değişmiştir. Laertes’in kılıcını kullanan Hamlet Laertes’i de yaralar. Yaralandığını anlayan Laertes, kendi kendine konuşur:
-Kazdığım kuyuya kendim düştüm! Bu sıra kraliçe bayılmıştır. “Ne oldu? ”diye soranlara Kral:
-Kan gördüğü için”deyince Kraliçe bağırır:
-İçkiden!
Bunu duyan Hamlet yüksek sesle bağırır:
-Namussuzlar, ihanet!
-Laertes açıklar:
-Zehirlendin Hamlet, çok az zamanın kaldı! Hamlet :
- Seni akraba ırzına düşmanı, seni kan döken melun! deyip zehiri Krala içirir. Kral ölünce bu kez Laertes Hamlet’e dönerek karşılıklı aflarını ister. Kralın kurduğu zehir tuzağı kendisi başta olmak üzere kraliçeyi, Laertes’i, Hamlet’i öldürür. İçlerinde yalnız Hamlet krallara yapılan bir törenle gömülür.
Baştan sona güzel sözlerle donanmış Hamlet’in tiyatro olarak yazılmış olması, roman ya da öykülerde olduğu gibi belli bir olaylar dizisi olarak anlatılmasını zorlatırıyor. O nedenle anlatırken olayları kitap dizilişine göre özetlemekte zorluk çektim. Shakespeare’den, Kral Lear, Atinalı Timon, Julius Caesar’dan sonra okuduğum bu dördüncü kitap oldu.
Gerek derslikte gerekse yatakhanede b u sıralar, tenhalaşmadan olacak ne tartışma oluyor ne de yüksek sesle konuşma. Halil Basutçu buna dikkatimizi çekti. Fettah Biricik hemen yanıtladı: “Nerede çokluk, orada bokluk!” Hepimiz güldük ama çoğumuzun gülüş nedeni başkaydı. Örneğin ben Fettah’ın sözüne değil de onun bulunduğu yerde azlık da olsa o söylediği hep olur. Çok değil az önce iyi arkadaşlarından sayılan 15 Hüseyin Serin’le boğaz boğaza gelecekti. Durup dururken Hüseyin’e. “Artlik, sen neden bir yere gitmedin? ”Hüseyin Serin bu söze oldum olsı kızıyor. Çoktandır da kimse ona bu sözü söylmiyordu. Fettah söyleyince birden öfkelendi, Fettah’a istemediği sözler söyledi. Sami Akıncı yatıştırmasaydı neredeyse boğaz boğaza geleceklerdi. Bunu unutmuş gibi şimdi böyle söylemesi bana ters geldi. Biraz da bunun için olacak ben olaya değil de sözün pek doğru olmadığına takıldım:
-Bu söz doğru olsaydı en çok kavganın Çin’de olması gerektiğini, yurdumuzda ise İstanbul’la Ankara’da olabileceğini, oysa oralarda insanların daha az kavga ettiğini gazetelerin yazdığını anlattım. Arif Kalkan ise o sözden apayrı bir anlam çıkardığını, çok insan olan yerde tuvaletlerin daha çok olabileceğini, sözün o nedenle söylendiğini ileri sürdü. Fettah suçlu gibi bir iki söz geveledi ama sonunda sustu. . Söz döndü dolaştı Talat Tarkan Öğretmenin sınıf listesini neden istediği üstüne döndü. Sami hiçbir yoruma katılmadı:
- Aklına gelmiş, istemiştir! dedi.
Bir süre ortak varsayımlar sıraladıktan sonra yataklara serildik. Bundan sonra sanırım hepimiz bireysel olasılıklarlar sıralarken gözlerimizi kapadık. Ben önce İsmet’i anımsadım, gece denilecek bir saatte Kırklareli’ye varacak. Bir olasılık, köyünden birilerini bulup köyüne gidecek. Çünkü bayramda onların köyüne dönen çok olur. Köyden dışarda olan çoktur. Özellikle İstenbul’da 15-20 aileden söz edilmektedir. Onlardan bayramlarda sık sık gelenler olur. Ayrıca günümüzde köyün askerlik çağı yüzlerce genç askerde. Onlardan bayram nedeniyle gelenler olacaktır. İsmet’i anımsamak sanki belli bir amaç içinmiş gibi arkasından aklım Röslein’e gitti. Röslein bu gece burada, ancak akşam göremedim. Yoksa gitti mi? Gittiyse nasıl gitti? Gitmediyse sabah nasıl gidecek? Sabah karşılaşırsam neyi nasıl sorarım? Bir süre ilk soru tümceleri kurdum: “A, , sen gitmedin mi? ”Bundan vazgeçtim. Böyle dersem:
- Beni dikkatli dinlememiş bile, ben ona ne söyledim, o ne anlamış! biçiminde yanlış bir kanı uyandırırım. Onun yerine:
- Ne zaman yola çıkıyorsun? desem, gene bir dikkatsizlik belirebilir:
- Evimden biri gelmeden gitmem! dememe karşın bana böyle sorması acayip! diyebilir. “Hava bugün daha güzel, daha rahat gideceksin!” desem olabilir ama bu kez de o havayı güzel bulmuyorsa içinden:
- Budala, laf olsun diye, berbat havaya güzel diyor. Güzelle güzel olmayanı ayıramıyor. Böylesi insan değerini nereden anlar! deyip olumsuz bir tavır takınır. Ya ne demeli? derken uyuduğumu sanıyorum.
18 Aralık 1942 Cuma
Bugün bayram, sözleri arasında uyandım. Bekir Temuçin duyduğu bir şarkıdan mırıldanıyor. Hoş geldin evimize şir oldu dilimize, bayram gecesi, bayram gecesi. Sami Akıncı sordu: “Şir olmak dilimize ne demek? Bekir şir sözünü şiir olarak yanıtladı. Bence doğruydu ama Sami bu kez şir’in başka anlamını sordu. Bekir bilmediğini söyledi. Sami diretti, bilmiyorsan bilenlerden sor!” dedi. Bekir Temuçin öfkelenir gibi tavır alarak: “Biliyorsan sen söyle, sen söylmezsen burada başka kimden sorabilirim? ”diye çıkıştı: Ben onları dinlerden birden adım geçti. Bekir bu kez: “Senin söylemediğini o nereden bilecek? ”diye sordu. Dikkatle izledim Sami: “Ne olur bir sor? ”dedi. Bu kez Bekir bana sordu: “Şir nedir? ” bilmediğimi söyleyince Sami, özür diledi: Bileceğini sanmıştım, ben de senin Büyük Almanca Lügatinden öğrenmiştim. Orada Almanca aslan olan Löve karşılığında şir, aslan olarak gösteriliyor!” dedi. Arkadaşlar hep dinliyormuş. Birden bir kahkaha koptu, arkasından:
- Ohoooooo, Almanca lügatinden öğreneceğiz, Sami bizi ne sanıyor? türü şakalarla önce dersliğe, aynı takılmalarla kahvaltıya geçtik. Başta Mustafa Saatçı, önce kurt, köpek, kedi, tilki arkasından da eşek, at, inek, türü kendi bildiği hayvanları sıraladı. Kahvaltıda Nahtigall’ın nöbetçi olduğunu görünce sustu. Mustafa Saatçı o kuşun adına bir daha söylememek üzere söz vermişti. Sami Akıncı’nın bana takılması çok işime yaradı. Derslikte de benim sırama geldi, söylediğini kanıtlamak işin lügatı açıp Löve buldu. Gerçekten Aslan, şir, eset, jünger gibi sözler sıralanıyor, olduğunu gördüm. Bu defa Sami ile başka sözcüklere bakarken Halil Basutçu dışardan geldi. Bize:
- Siz burada konuşurken sevgilileriniz gitti, çıkıp bir “Güle güle” bile demediniz! dedi. Halil’in “Sevgilileriniz!” deyişi işime yaradı. Gitmediğimize göre demek aralarında bizim sevgilimiz yokmuş! dedim. Sami zaten hiç üslenmedi, lügati bir süre için alıp gitti. Akşamdan beri kurduğum kuruntular böylece rüzgara karışıp gitti. Biraz çekingen olmakla birlikte daha rahat kaldığımı düşünerek Hamlet’ti bir daha karıştırdım. Zil çaldı, nöbetçiler hepimizi yemekhaneye çağırdılar. Bayram kutlaması yapıldı. Bayram kutlamalarını daha değişik olması gerektiği söylenmekle birlikte havanın soğukluğu salon yetersizliği kar engelleri nedeniyle bu yıl bu kadarcıkla geçiştirildiği anlatıldı. Okul Müdürü, eşi, Eğitimbaşı, eşi, Talat Tarkan Öğretmen, Pesent Öğretmen sırada durdu biz önlerinden geçerek bayramlarını kutladık. Hava biraz açılır gibi olmuştu ama gene de üşütüyordu. Yola kadar gidip asfalta baktım, oldukça kaygan. Yürünecek gibi değil Yeni Bedir’e gitmekten vazgeçtim. Asım Öğretmenin odasına girip çalıştım. Öğretmenle çalıştığım tüm pasçaları bir daha tekrarladım. Hamlet kitabını yerine koydum. Öğleye yakın dersliğe gidince yarın öğlede Okul Müdürün evine çağrılı olduğumu öğrendimOkul Müdürümüz bizim sınıftan beşi arkasdaşı Bayram Yemeği’ne çağırmış. Önce kuşkulandım. “Okul Müdürü beni çağırmaz”15 arkadaş içinden beş kişi seçecekse beni seçmez!” dedim. İçimden öyle bir düşünce geçti. Araştırdım, kendimin haklı olduğunu gördüm. Okul Müdürü bizim sınıftan kaç kişi kaldığını sormuş. 15 arkadaş olduğumuzu öğrenince numaraları istemiş. Numara sırasına göre okulda kalan 7-15-16-18-24-42-50-51-53-61-63-66-70-75-76 numaraların sıra ile üçüncülerini işaretlemiş, 16-42-53-66-76 numaralara geldiği için aralarında ben de olmuşum. Gene de çok sevindim. Çok sürüst bir seçim. Kalan on kişi diyecek oldum. onların da ilk numaralarını Eğitimbaşımız Enver Kartekin, ikinci numaralarını da Talat Tarkan Öğretmen çağırmış. böylece 7-18-50-61-70 Eğitimbaşımızın , 15-24-51-63-75 Talat Tarkan Öğretmenin çağrılısı. Hepimiz hoşnutuz ama bu kez de sanki Okul Müdürünün grubu kayırılmışçasına dile dolandı. Bu kez de ben: “İsteyenle değişirim!” dedim. Önce birkaç kişi birden değişim önerdi ise de sonra ne olduysa herkes isteğinden vaz geçti, ilk söylenen yerde kalmaktan mutlu olduğunu savundu. Derslikte sıkılınca Asım Öğretmenin odasına girip akordiyon çaldım. Olabildiğince az sesle çalıştım, öğrendiğim tüm parçaları tekrar tekrar denedim; duyan, gören olmadı. Akşam yemeğinde konumuz giden arkadaşların neler yapabileceği idi. Hilmi Altınsoy Salih Baydemir’e gidecekti. Gitseydi neler olacaktı, salt bizi güldürmek için bir süre konuştu. Salih’in annesine ana diyecekmiş. Bu sözde hiçbir gülünç taraf yok ama arkadaşlar, Salih bunu duyunca ne yapardı? Onun üstüne varsayımlar ürettiler. Gülmeme karşın Hilmi’ye sordum:
- Sen Salih’i götürdüğünde Salih senin anana, “Anne!” deyince sen ne yapardın? Hilmi şaşırdı: “Abi sen ne diyorsun, ben anama gerçekten ana dediğimi mi sanıyorsun? Ben okumuş bir insan olarak anneme neden anne demeyeyim? diye sordu. Konuyu değiştirdik. Yarın herkes gittiği yerde yediklerini iyi belleyecek, yediklerini değerlendirecek, sonra konuşup kimin daha konuksever olduğu üstüne karar vereceğiz. Hilmi hemen kendi gideceği Talat Tarkan Öğretmeni öne sürdü. Gerekçesi de ilginçti:
- Talat Tarkan Öğretmenin eşi ev kadını, evin işlerini, özellikle de yemek yapmasını ötekilerden iyi bilir. Sabahat Öğretmenle Leman Öğretmen hem öğretmenlik yapıyorlar hem de çocuk büyütüyorlar. Sık sık bizim yemekhaneye gelmeleri de bundan! diyerek görüşünde direndi. Hilmi haklıydı ama onu haklı görüp şımartmamak için bir süre biz de direttik. Masa arkadaşlarımızdan izinli giden 4 Mehmet Aygün, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Salih Baydemir’in evlerindeki tavırları saptanmaya çalışıldı. Salih Baydemir, sevmediği bir yiyecekle karşılaşınca:
- Hı, hı, hııı, ben ondan yemem! diyecekmiş. Hüseyin Orhan daha ilk kaşıkta: “Ne güzel olmuş, eline sağlık!” diyecekmiş. Mehmet Aygün beğenmediği bir yiyecek geldiğinde:
- Ben bundan daha önce hiç yemiş miydim? diye soracakmış. Recep Kocaman önüne konan tabağı boşaltmadan konuşmayacakmış. Bizim masadakilerin güldüğünü gören Halil Basutçu tabağını alıp geldi:
- Siz ne konuşuyorsunuz, herkes evine gidemediği için üzgün, gülebildiğiniz için size bakıyor, bu neşeyi nereden buluyorsunuz? dedi. Bu kez de ben yanıt verdim:
- Onlar gidemediği için üzgün olabilir, biz isteyerek gitmediğimiz için neşeliyiz! dedim. Hilmi buna karşı oldu:
- Ben yalan söyleyemem, gidebilseydim gidecektim. Gerçekte üzgünüm ama onu saklamaya çalışıyorum. Onlar da saklarsa iyi ederler! Halil Basutçu:
- Breh, breh, breh, siz söz birliği etmişçe hazırcevap olmuşsunuz. Bunu sürdürün de derslerde biz de yararlanalım! Hasan Üner hemen taşı gediğine koydu:
- Bu konuda siz daha öndesiniz, Türkçe Öğretmenimiz bize değil de sen başta olmak üzere öteki arkadaşlara rol verdiğine göre, bizim bu konuda derslerde pek borumuz ötmeyeceğe benziyor! Beklenmedik bir anda piyes konusu ortaya geldi. Meğer öteki arkadaşların da takıldığı taraflar varmış. Halil’i görünce Sefer Tunca, Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur geldi. Çevremizdeki masalar boşalıncaya dek konuşmalar sürdü.
Derslikte de piyes konuşuldu. Sami piyesin tümünü okumuş. Ben parçalar okumuştum, biraz bilgim vardı. Sami , tarihte okuduğumuz göçlere benzer bir olay olarak özetledi. Öğretmen piyesin, Atatürk’ün isteği, üzerine yazıldığını anlatmış. Piyes İstanbul büyük tiyatrolarında oynanmış, Sabahat Öğretmen de izlemiş. Bunu Sabahat Öğretmen derste de anlatmıştı. Sami tamamaına yakın konuyu tekrarladı. Kendi rolünü neredeyse ezberlemiş. Bunu söyleyince Halil kendi kendine söylendi:
- Bak şimdi! 23 Nisan için hazırlanacak! dendi. 23 Nisana daha daha 4 ay var. Ben daha yüzünden bile doğru dürüst okumadım! diye telaşlandı. Bu kez de ben yeni bitirdiğim Hamlet’i anlattım. Hasan Hamlet’i okumuş. “Aman abi, o piyes oynanamaz. İşin içinde krallar, kraliçeler var, savaşlar, ölümler var!” dedi. Zaten ben oynamak için söylememiştim. Piyes olarak yazılmış bir kitap. Zil çalınca bayramın birinci gününü geçirdiğimizi söyleyerek, sevinçle keder arasında duygularla yatakhaneye gittik. Yatakhanedeki sessizlik te bizi azıcık kederlendirdi. Arif Kalkan durup duruken. “Şu Mehmet Yücel’i nasıl aramazsın, o olsaydı birşeyler söyler bizi neşelendiridi!” dedi. Hilmi Altınsoy yemekte konuştuklarımızı anımsayarak:
- Mehmet Yücel şimdi ne yapar? Bu konuda olasılıklar saptayalım; bakalım bile bilecekmiyiz? Sonunda:
- Bunu herkes düşünsün, belli başlı olasılıkları saptayıp, gelince soralım! kararı alındı. Sesler yavaş yavaş azalınca esnemeye başladım.
19 Aralık 1942 Cumartesi
Zilsiz, gürültüsüz bir sabah. Bitişiğimde Orhan’ın olmayışı yalnızlığımı duyumsattı. Olduğu zaman sürekli konuşmasak da göz alanımdaki varlığı yetiyordu. Ne ilginç olmadığını bilmeme karşın içimden konuşmak geçiyor. Böyle düşünerek yatağımı düzelttim. Sefer Tunca beni beklemiş:
- Müdür Bey bizi görünce ne düşünecek acaba? Sınıfın en irileri seçilmiş! diyecek mi? Saatçı, sen, ben Arif. Leman Öğretmenin bizi doyuracak kadar yemeği var mı acaba? türü sözler söyledi. Arif Kalkan konuştuğumuzu duymuş:
- Oburluğu kabul etmiyorum, öyle düşünmenize de şaşıyorum. Her gün herkesle eşit yemiyor muyuz? Bunu onlar düşünmezler mi? dedi. Sefer Tunca:
-Anlamadınnn, ben öyle demiyorum ki, bizi görünce Müdür Beyin aklından böyle bir düşünce geçer mi? diye sordum. Zaten sözüm şaka, seni de saymayabilirim. Bizim üçümüz de yeteriz; sınıfın üçtane yaşlısı bir araya gelmiş, onun dikkatini çekmez mi? diye düşündüm! Bekir Temuçin Sefet Tunca’ya değişme önerisinde bulundu. Bu kez Sefer Tunca sinirlendi:
- Ben ne diyorum siz ne anlıyorsunuz! Hasan Üner yetişti:
- Ona öyle demezler doğrusu budur, “Ben diyorum mangal tahtası, sen diyorsun Bayram Haftası!” Bu kez de Sami Akıncı:
- Hayır hayır, sözü ters çevirdiniz, “Ben diyorum Bayram Haftası sen anlıyorsun mangal tahtasıolacaktı.
Derslikteki soba yakılmamış. Arkadaşlar ayrıldığı için nöbet sırası bozulmuş. Gönüllü nöbetçi oldum. Asım Öğretmenin odasında yakacak odun vardı, yerine koymak üzere onları aldım. Arkadaşlar sevindiler.
Hava düne göre daha güzel. Kahvaltıda da çay-peynir bol ekmek vardı. Çoktandır kalktığımızda masada bir lokma bile ekmek kalmıyordu. Bu kez ekmekli masadan ayrıldık. İlk yılları anımsatan bir durum vardı. Hemen o günleri anımsadık. Arkadaşlar kendi belleklerindeki olayları anlatttılar. Ben de hiç unutamadığım bir öğle yemeğini anımsattım. Alpullu’da ilk tatilimize çıkacağımız gün havuç-patates-etli bir yemekle tulumba tatlısı vardı. Yemeğe girdikten az sonra Ömer Uzgil Öğretmen tatilin bugünden başladığını söyleyince birden bir bağırış kopmuştu. Az sonra masalardan kalkan dışarı koştu. Yemek masasından en son kalkanlardan biri olmuştum. Çıkarken üzülerek masalara bakmıştım. Güzelim yemekler tabaklarda öyle kalmıştı. Dokunulmadan kalan tulumba tatlılarını uzun süre unutamamıştım. Anlatınca arkadaşlar bana takıldı:
“Tatlıcı!”
Sami Akıncı bugün de aracımız, yemeklere hangi saatte gideceğimizi o öğrenecek. . Saate bakıp piyano çalışmaya gittim, “Neredeyse 3. gün bitecek bir adım ileri gidemedim!” Sıra ile sağ-sol ellerimi kullanarak ancak iki parçayı olgunlaştırdım. İçim rahat etmedi, dersliğe döndüm. Arkadaşlar bıraktığım gibi yemekler üstüne varsayımlar üretiyorlar. Yakup Tanrıkulu:
-Siz düş kurun, yemekleriniz okul yemeklerinden gelecek. Belki tatlılar farklı olacak! deyince hepimizde bir suskunluk görüldü. Ona da teselli bulundu:
-Önemli olan yemek yemek değil, bayram günü bizim gönlümüzü almak olduğuna göre yemeklerin nereden gelişi fazla önem taşımaz deyip konuyu değiştirdik. Sami geldi, hep birlikte gideceğimizi, oraya varınca kapılarda bölüneceğimizi söyledi. İlk duyulduğundan beri ileri sürülen bütün olasılıklar birden silindi. Dersliğe girer gibi sessizce öğretmen evlerinin önüne gittik. Bir kaç ay önce yapaparken sallanıp girdiğimiz evlere bu kez ürkerek girdik. Beş kişiyiz ama kapıdan girerken hepimiz en arkaya kalmak için bekleşir gibiydik. Leman Öğretmen gülümseyerek karşıladı; neredense kollarımızdan bizi çekerek içeri aldı. İçerde bir konuk daha varmış, Pesent Öğretmen. Biz girince o da kalkıp bize yer gösterdi. Uzunlamasına bir masanın çevresine oturduk. Bizim yaptığımız ev, hiç de bizim yaptığımıza benzemiyor. Gülmemek için bir birimize bakamıyoruz. Bir süre sonra Müdür Bey galdi. Biz ayağa kalkınca gülümseyerek, bizim konuk olarak geldiğimizi, kalkmamıza gerek olmadığını söyledi. Kendisini destekletmen için de:
-Öyle değil mi efendim? diyerek Pesen Öğretmene onaylattı. İlk olarak bu seneki karla geçen seneki kış farklı sordu. Geçen sene bu günlerge Hasanoğlan’dan dönünce köylerimize gönderilmiştik. Aralık-ocak aylarını evlerimizde geçirmiştik. Bu nedenle buranın durumunu tam bilmiyoruz. Ancak daha önceki yıllarda bu yıla göre daha çok uşuduğumuzu anlattık. Bu kez de evlerimizi özleyip özlemediğimizi, ayrıca hepimizin aile durumunu sordu. En sonda otyuruyordum, arkadaşlar sıra ile ailelerini anlattılar ama sanki ayni aileyi anlatırmış gibi anne-baba kardeşleri oluğunu söyleyip sözü bitirdiler. Ben, bildiğim gibi davrandım, iki ağabeyimin askerliğinin sürdüğünü, bayramlarda gelseler de temelli gelmiş gibi sevinemediklerinden söz ettim. Müdür Bey hemen ekledi:
-Babanın işi zor, üç oğlunun özlemini çekiyor!” diye ekledi. Bu kez de senin karşı köyde de akraban var, arada uğruyor musun? diye sordu. Her hafta gittimi, kendi köyümle bağlantımın da onlar aracılıyle olduğunu söyleyince bunun nedenini sordu. Köyümüzün, okulumuza göre Lüleburgaz’ın tam kuzeyinde olduğunu. Köyden gelenlerin okula uğraması çok zaman aldığını anlattım. . . Kamber Amcam her pazartesi pazara uğrar. Köyden gelenlerle pazarda buluşulmazsa çarşıda tanıdık dükkan vardır orada görüşürler. Kamber Amcam köye dönerken yeni bir haber alınca bana iletir. Müdür Bey bu kez Kamber Amcamla akrtabalık yakınlığınızı sordu. “Kardeş çocuklarıyız!” deyince:
-Ne iyi senin bir evin de buradaymış, sık gitmekte haklısın! dedi. Sonra da yatılı okullarda okuyanların bu tür sorunları olduğunu, kendisinin de yıllarca ailesinden uzakta kaldığını anlattı. Leman Öğretmen geldi Müdür Beyle konuştu. Leman Öğretmenin:
-“İhsan şunu yap, İhsan şunu itekle gibi sözler söylemesi, bizi gene tedirgin etti. Daha doğrusu gülme duygusuna kapıldık. Bir yandan da Pesent Öğretmeni gözlüyorumYan gözle Mustafa Saatçı’ya baktım. Gülmemek için sürekli alt dudağını dişleri arasında tuttu. İçimizde en rahat Sefer Tunca oldu. Yüzünde hiçbir değişiklik olmadan öyle durdu. Ali Önol’la aynı köyden oluşlarını duyunca Müdür Bey bu kez onlara sorular sordu. Onları, aynı köyden diye arkadaşlar söylemişti. Meğer onlar yakın köylüymüş. Ya da Müdür Beye öyle söylediler. Sefer ailesinin şimdiki köylerine çok yakın şimdilerde Yunanistan’da kalmış köyünden söz edince Müdür Bey ilgiyle sordu:
-Orada kalanlarınız vardır, gelip gitme oluyor mu? Sefer, çoğunlukla kaçak olarak gelip gitmelerin olduğunu anlattı.
Yemekleri masaya yerleştirmede Müdür Bey yardım etti. Müdür Beyin bu işlere karışmasını bir türlü benimsemedik. Tabak içinde tabaklarla yemekler geldi. Piriç çorba, patates/havuç kızartmaları arasında köfte, kaymaklı kadayıf vardı. Müdür Bey bu kez yemeklerle ilgili sorular sordu. Çatalını batırdığı köfteyi kaldırarak:
- Adını biliyor musunuz, hiç yediniz mi? dedi Kepirtepe’ye geldiğimizden beri verilmeyen kadınbudu köfteyi biliyorduk. Edirne’de, Alpullu’da Lüleburgaz’da çok yemiştık. Tam o sıra Leman Öğretmen de gelmiş, Persent Öğretmenin yanına oturmuştu. Bayan Öğretmenlerin yanında, bildiğimiz köftenin adını söyleyemedik. Biz susunca Müdür Bey, yemeklerin sınırlı olmasını savaşın uzamasına, ayrıca giderek yurdumuza yaklaşmasına bağladı. Sözü, bizim dersleri önemsememize getirdi:
-İşte bir yıl daha bitiyor, son yıla giriyorsunuz. Bu yılın sonunda yaşamınız boyu sürecek sorumlulukların altına gireceksiniz! dedi. Bana özel olarak müzik çalışmamı, bu müzik ilgimin nereden geldiğini sordu. Bu konuda ayrıntılı bilgi verdim. Müdür Bey arkadaşlara:
- Bakın arkadaşınız işi sıkı tutmuş, bir taşla iki kuş vurma , diye bir söz vardır, ona uymuş. Öğretmenlikte müzik çok önemli. deyip yıllarca müfettişlik yaptığını, okul teftişlerinde en başarını öğretmenlerin müziği önemsemiş öğretmelerden çıktığını anlattı. Bana dönerek:
- Yüksek öğrenimi düşünüyor musun? dedi. Düşündüğümü söyledim. Leman Öğretmen gelmişti, Müdür Bey Leman Öğretmene dönerek:
- Leman bak kendine güvenen, güvendiğini de rahatça söyleyen biri var, yüksek öğrenim yapmak için çalıştığını söylüyor! deyince Leman Öğretmen:
- Ne iyi, gençler böyle açık yürekli olmalı. Başarının yarısı gönülden geleni istemekle kazanılır! dedi. Müdür Bey bu kez derslerde anlattığı, İzmir/Kızılçullu ile Eskişehir/Çifteler Köy Enstitülerinden bu yıl çıkanların Ankara/Hasanoğlan’da kurs olarak okumaktan olduklarını, yıl sonunda belki bu kursun okula dönüşeceğini söyledi. Gene bana dönerek, senin isteğin bu yolla da gerçekleşebilir, çalışmanı sürdür! dedi. Asım Öğretmenden yararlanıp yararlanmadığımı sordu. Çok yararlandığımı, ondan çok bilgiler öğrendiğimi anlattım. Pesent Öğretmen de tanıklık etti:
- Asım Beyle birlikte çalıştıklarını ben sık sık görüyorum, sesleri de duyuyoruz! dedi. Müdür Bey, besbelli hepimizin gönlünü almaya çalışıyordu. Mustafa Saatçı’ya bakarak önce onu tanıdığını söyledi:
- O bizim teknik adamımız. O nedenle burada ona soru sormayacağım, hemen hemen bir her gün konuşuyoruz! Sıra Arif Kalkan’a geldi. Arif’e de ailesini ordu, köyünü sordu. Arif köyünü söyleyince, köyün oldukça büyük:
- Bakalım seni oraya verecekler mi? Arif aynı köyden daha iki arkadaşının bizim sınıfta üçünün de bir sonraki sınıfta deyince Müdür Bey:
- Dur dur, durrr, aynı köyden 6 kişi mi dedin diye sordu. Bu kez ben:
- Başka köylerden de o sayılarda öğrenci var, örneğin Ceylan Köyden, Hamitabat! derken. Müdür Bey: -Onları hep kendi köylerine veremezler, çaresiz bazıları yakın köylere dağılacaklar. dedi. Müdür Bey bir ara dışarı çıktı; o çıkınca kalkmaya karar verdik; dönünce de izin isteyip ayrıldık. Bahçe kapısından çıkınca makaraları saldık. İçerde bir birimizi gözlemişiz. Dersliğe gidince arkadaşları orada görünce şaşırdık. Onlar yemekleri yeyip kalkmış. Ne yaptıklarını sorunca, bu kez onlar bizden sordular: “Ya ne yapacaktık? ”. Bizim konuşmalarımızı anlatınca Fettah, bana çatmadan edemedi:
- Sen orada olduğuna göre söz bulup konuşmuşsundur! deyince iki hemşerisi birden beni savundular:
- O olmasaydı biz de sizin gibi kaşıkları bırakır bırakmaz gelirdik! dediler. Tartışma yerine gülüşmeler sürdü. Daha sonra yenilen yemekler karşılaştırıldı. Müdür Beyin bize Kadınbudu köfteyi özellikle sorduğu üzerinde duruldu. Bir süre yemek konuşması dinledikten sonra Asım Öğretmenin odasına kapanıp çalıştım. Akordiyon parçalarımı rahatça tekrarlayıp anımsadım. Röslein parçasını unutmuştum, tekrarladım. Piyanodaki Lehrer bölümlerini de tekrarladım. O bölümlerde sol el çalışmaları daha iyi oluyor.
Akşam yemeğinden sonra Şaheserler Antolojisini karıştırdım. Tüm parçaları okumuştum. Başlıklara bakınca adları tanıyorum ama içeriğini anımsayamıyorum. Ancak yarıya dek okuyunca ayırdına varıyorum. Defalarça okuduğum birkaç kez de anlattığım Henryk Sienkievicz’in Rüyası ile Çehov’un dilencisini bile unuttuğumu görünce şaşırdım. Oturdum, bir daha okumaya başladım. Daha önce okuyup geçtiğim kimi parçalar bu kez çok hoşuma gitti. Victor Hugo’nun Vaterlo’su ile Alphonse de Lamartine’nin Göl’ü bunlardan ikisi.
20 Aralık 1942 Pazar
Mustafa Saatçı: “Bu bizim burada son bayramımız arkadaşlar bunu unutmayın!” dedi. Ben düzeltme yapmak istedim: “Son bayram değil son Kurban Bayramı !” dedim. Hesaplar yapıldı parmaklar sayıldı. Ekimden önce ayrılırsak Mustafa Saatçı, Ekim ayından gün alırsak ben haklı çıkacağım. Halil Basutçu soba nöbetçisi, yakacak odunun yerini sordu. Bilmediğimi söyledim ama iyi ki sordu. Ben dün Asım Öğretmenin odunlarını yakmıştım. Belli olmaz ya çıkıp gelirse? diye telaşlandım. Arkadaşa yardım amacıyla birlikte odun aramaya çıktık. Kar her yanı örttüğiü için ortalıkta görünün bir şey yok. Ancak tüm bacalar tütüyor. Sonunda bulduk, kolaydaymış, üstünde yürüdüğümüz merdiven altına yığılmış. Önce bizim dersliğe götürdük. Ben arkadaşa yardım ettikten sonra kendi eksiğimi fazla fazla kapattım.
Kahvaltıda gene dünkü yemekler konu edildi. En çok da bizim olay ilgi topladı:
-Bildiğimiz yemeğin adını nerden söyleyemedik? Bayan öğretmenlerin yanında kadın budu denir mi? Sami Akıncı, “Ben olsaydım, derdim!” deyip kestirdi attı. Bu kez de arkadaşlar Sami Akıncı’ya bir tuzak düşündüler: “İçinde kadın budu köfte geçen bir yazı bulup bunu Türkçe dersinde Sami Akıncı’ya okutmak . Ben karşı durdum: “Hazır yazıyı ben de okurum, önemli olan o sözü Sami kendi konuşmasında kullansın. Yazı yazılmış olduğuna göre okunur, ama bayan öğretmeninin yüzüne baka baka o sözü sözlemek önemli; işte bizim yapamadığımız bu!
Asım Öğretmenin odasını bıraktığı duruma getirip akordiyan çaldım. Tatil süresince umduğum gibi çalışamadığıma üzüldüm. Hiçbir engel yoktu, neden çalışmadım? diye kendime sordum. Sürekli çalışmanın sanıldığı gibi yapılamayacağını anladım. Okullara verilen tatilleri, cumartesi günü neden yarım gün ders yapıldığını, pazar günlerinde neden dinlenildiğini düşünerek dersliğe döndüm. Derslikte kadın budu köfte tartışması sürüyor. Yalnız Sami Akıncı sonunda: “İstiyorsunuz ama ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Ben Türkçe dersinde öğretmene bu sözü söyleyeceğim. İsterseniz nasıl söyleyeceğimi de anlatayım. Elverişli bir ortam bulunca okul yemeklerinden söz açacağım, örneğin ilk yıllar sık sık verilen patlıcan kebabı, taskebabı, kabun budu köfte, baklava şimdilerde hiç verilmiyor!” diyeceğim. Dersin diyemezsinler arasında Sefer Tunca Sami’ye sordu:
- Sami, sen kadın budu mu istiyorsun? derse, deyince Sami birden ayağa kalktı: “Sizim amacınız zaten bu tür kötü niyetleri sürdürmek, aklınız fikriniz bu! deyip derslikten çıktı. Arkasından gülenler oldu ama ben Sami’yi haklı buldum. Ancak Sefer arkadaşın sorusu doğrudan doğruya şakaydı. Sami bunu neden kötüye yordu anlamadım. Elimdeki kitaptan şiirler okudum. Şiirleri düz yazı olarak yazmışlar. Kısa kısa yazılar ama çok anlamlı. Özellikle Röslein şairi Goethe’nin şiirlerini çok sevdim. Tarih kalıntıları üstende yaşayan bir kadın, minicik bebeği, kadının yolcuya karşı davranışı, yolcunun geçmiş dönemleri anımsaması, uyuyan çocuğa bakarak geleceğin de güzel olacağından umutlanması beni de duygulandırdı. Dedeler, oğulları, torunları gibi bir sıralama düşündüm. Aynı zamanda iki yabancının birbirine yardım etmesi, ne güzel. Bu bana başımdan geçen bir olayı anımsattı. Kızılcıkdere köyüne gitmiştim. Kızılcıkdere ile bizim köyü bağlayan yol Kavakdere köyünün biraz yukarısınden geçer. Bu nedenle sık sık yanından geçtiğim köyü hep uzaktan görmüştüm. Bu kez yalnız dönerken köyün içinden geçmek istedim. Yol köyün içinden değil de az altından dolaşarak köye giriyormuş. Köye girişte kaldıraç çekişili birkuyu var. Kuyunun başına gittim. Su çekecek kaldıracı hatta ipi var ama su çekecek kap yok. O sıra biri geldi, kovasını bağlayıp suyunu çekti. Su çekenin tavırlarından hoşlanmadığım için ses çıkarmadım ama su şıpırtısını da duyunca iyice susadığımı anladım. Su çeken orta yaşlı bir bayandı, yüzünü biraz açarak bana baktı: -Delikanlı su bekliyorsun galiba ama benim ivedi işim var, şimdi sana su versem, kalan suyu döküp bir daha çekmem gerekecek. İyisi sen biraz daha sabret, kısmetin varsa gelen olur ondan içersin! deyip gitti. Arkasından baktım kaldım. Benim de inatım tuttu, bekledim. Az sonra elinde iki bakraçla daha çenç bir bayan geldi. İlk sözü:
- Eyvah! şu meret su kabını gene çıkarmışlar. Kimi rahatsız ediyor ki? Ne olur bıraksalar da gelip geçen yolcular rahatsa su içseler! dedi. İvedi olarak bakracın birini doldurup bana uzattı: -Daha önce içmedinse bilemezsin suyumuz güzeldir, dokunmaz, içebildiğin kadar iç! demişti. O bayanın yüzünü uzun süre unutmamıştım. Goethe’nin şiirini okurken onu anımsadım.
Arkadaşlar çıkıp kartopu oynamayı kuruyorlar. Yemekten sonra Amcamlara gitmeyi kuruyordum, aşağıya inip yola bakmayı düşündüm. Asfalta dek yürüyüp baktım. Beni görünce gelenler oldu. Hava oldukça yumuşak, gelen giden araçlar sıklaşınca yol iyice açılmış. . Yeni Bedir’e dek yol neredeyse ayna gibi parlıyor. Söylesem bana arkadaş olan çıkacak biliyorum ama, bayram günleri evin durumunu tam kestiremiyorum, gelen giden olabilir, rahatsızlık çıkarmaktan kaçındım:
-Bu kez de yalnız yolculuk yapayım! deyip sustum. Az sonra yemeğe gittik. Konu değişti:
-Üç gün nasıl da çabuk geçti, yarın akşam herkes gelecek! Abdullah Erçetin, Arif Kalkan Yakup Tanrıkulu seviniyorlar:
-İyi ki gitmedik, yarın akşam boynumuzu büküp gelecektik!
Yemekten sonra önce Asım Öğretmenin odasına girdim. Arkadaşların gittiğimi görmelerini istemedim. Bir süre sonra biraz hızlıca arkama bakmadan asfalta çıkıp hızla uzaklaşım. Yol açık, aynı zamanda ortaları iyice kurumuş. Araç geçmediği zamanlar yolun ortasından rahatça yürüdüm. Yol çok düz-doğru-açık olduğu olduğu gelen araçlar çok uzaklardan görülüyor. Çok rahat olarak köye vardım. Doğru düşünmüşüm, amcamların evi tıka basa insandı. Yengem beni mutfağa aldı. Bir süre oğulları Mahmut’la orada kaldım. Amcam geldi, bir süre konuştuk. Umurca ile Taşlı köylerinden akrabaları gelmiş(Yengem tarafı yakınları. ) Amcam: “Az sonra gidecekler, bu akşam kal!” dedi ama kalmak istemedim. Hemen bir inandırıcı yalan uydurdum. Sözde Asım Öğretmenin anahtarı bendeymiş, kendisi de bu gece gelecekmiş, sobasını yakmam gerekecekmiş. ona giderken söz vermişim! Amcam inandı: “Öğretmene verilen söz tutulmalı!” deyip ayrılmama razı oldu. Zaten ben kalmayı istemiyordum. Kendi yatağımda daha rahat ediyorum. Yola çıkıp gene kendimle konuşarak yürüdüm. Nereden aklıma geldiyse şiir yazmayı düşündüm. Bir kuyu başına, bana su verecek birini bekledim. Biri çıktı geldi, su vermedi, kısmetini bekle dedi. Kuyubaşında ne kısmeti beklenir? Susayanlar kuyu başında kısmet değil su bekler. Ben kısmet değil, bir tas su verecek iyi bir insan bekledim. Sonunda geldi o iyi insan, susuzluğumu giderdim. Uzun süre su içerken o insanı anımsadım. Keşke onun adını sorsaydım. Yazabilirsem onun için de şiir yazardım. Okula girerken şiirrime gülerken katıldım. Bunu arkadaşlara okuyacağım. Ancak önce Goethe’nin şiirini okuyacağım. Sonra da benimkini. Biliyorum benimkime:
-Bunun neresi şiir diyecekler? Ben de onlara:
- Ben şiiri önce Almanca yazdım, sonra da Türkçe’ye çevirdim, çeviyi şiirler böyle olur! Yapacağımdan değil ama yapacakmış hatta yapmış gibi gülerek dersliğe girdim. Beni görünce Halil:
- Neredesin seni arıyoruz! deyince telaşlandım. Aradıkları falan yokmuş, öteki çocuklardan soran olmuş, Asım Öğretmenle işleri varmış, ne zaman geleceğini öğrenmek istiyorlarmış! Bir süre Asım Öğretmenin odasına gidip piyano çalıştım. 20. Lehrer parçasını(Alman Şarkısı) oldukça hızlı çalabildim. Yarın da biraz çalışırsam bu başardığım ikinci şarkım olacak.
Derslikte kendi kendime gülerek şiir yazmayı sürdürdüm. Kafam Göl şiirine takıldı. Alphonse de Lamartine Fransız şairi. Bu şair bir gölden söz ediyor. Ortada göl falan yok ama varmış gibi gösteriyor. Oysa benim bildiğim bir göl var. Kışın kaç kez o göle gidip ördek bekledik. Gene bir başka göl var; o gölde de kaç kez balık tuttuk. Bunlardan şiir olamaz mı? Vaterlo da şiirmiş. Çok büyük bir savaştan, Napolyon Bonapart’ın yenildiği savaştan söz ediyor. Ben de Plevne Savaşından söz edebilirim. Arkadaşlar şiir deyince şakalı sözler söyleyip geçiştiriyorlar. Özellikle yeğenim İsmet’in yazdığını söylediği şiirler, şiir bile değil; bizim köy kızlarının uydurduğu maniler gibi düzmeceler. Daha önce okuduğum şiirleri gözden geçirdim. Önce Rıza Tevfik, sonra Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerini okudum. Özellikle Canavar Piyesi ile Akın piyesinden yazdıklarıma baktım. Onları karıştırıken Behçet Kemal Çağlar’dan yazdığım Kimlik Kartım şiirine takıldım. Bana en uygun örnek oymuş gibi geldi, birkaç kez okuduktan sonra karar verdim; onu örnek seçtim.
Kimlik Kağıdım Yalnayak basardım yaz-kış toprağa;Odun toplamaya giderdim dağa;Ata üzengisiz binmekti derdim;Bazlamaya çaman sürer de yerdim,Beziryağıydı yanan lambamda;Yıldız saya saya uyurdum damda;Yufka pişirmeye frez yolardım,Yazları, üst daldan kiraz yolardım;Yonca otlatırdım sarı tosuna.Bayılırdım yanık un kokusuna.Güzün değirmende nöbet beklerken.Büyük annem “Yasin, ”babam “Türküm ben”Ezberletirdi, kışın her gece;Anam başucuma gelir, gizlice,“Keloğlan” masalı söyler giderdi,Nutuk söyletmekti hocamın derdi.Amcamın yanında askerdim, dimdik.Yazın köylü, kışın şehirli idik.Mektepte leyliydim, bir uzun kıştı,Kitaplar okudum aklım karıştı,Dünya güzelini düşümde gördüm.Denizi on altı yaşımda gördüm.Maden mektebine zorla giderken,Sonra Avrupa’yı dolaştım da benÇeşit çeşit süsler keyifler gördüm,Yine de gözümde tüterdi yurdum;Gurbette vatanı yaman özledim,Yine acıkınca çaman özledim.Yine yıkanmaya aradım dere,Bildim, çabalamam benim boş yere;Ben ki, hep bu dağın-taşın çocuğu;Yüz yıl geçse on beş yaşın çocuğu.
Behçet Kemal Çağlar
Şiiri seçtim ama bir süre düşündüm. Fikret Madaralı Öğretmen bu şairden hiç söz etmemişti. Acaba etti de ben mi unuttum. Bu adı, temsil kitapları seçerken duymuştum. Başka zaman da duydum. Ancak Faruk Nafiz ya da Kemalettin Kamu ya da öteki şairler gibi üstünde durulsaydı adını unutmayacaktım. Şiirin dizeleri 11 hece, okurken 6+5 olarak duraklanıyor.
Yemekte yarın akşam geleceklerin takınacağı tavırlar kestirilmeye çalışıldı. Söz gelimi İdris Destan ne diyecek? Sefer Tunca’ya göre İdris gittiğine pişman olduğunu söyleyecekmiş. Niçini sorulunca da kızacakmış. Niçin kızdığı sorulunca da:
- Böyle soru sorarak onu üzdükleri için kızdığını söyleyecekmiş. Mehmet Aygün için ortak görüş:
- Ne sorarsan sor, yanıt vermez, hemen soru sorar:
- Siz ne yaptınız burad? . Hüseyin Orhan kendisine soru sorulmaya olanak bırakmadan, ilk karşılaştığına ya da karşılaştıklarına:
- Sen ya da siz neden gitmediniz? der. İsmet Yanar, soru sorulmadan konuşur: “Dört gün bayram izini mi olurmuş, şunu bir hafta yapsalar ya! deyip güler. Salih Baydemir, ilk karşılaştığına: “
- Geldik işte, “Tilkinin dönüp geldiği yer Kürkçü dükkanıdır!” demişler. deyip yerine oturur. . . Bu kez de gitmediğini bildiği arkadaşlara gene gene sorar: “Sen gitmedin mi? ” Ahmet Güner genellikle, bir süre baktıktan sonra: “İnsanın kendi evi gibi yok. Ne demişler: “Bülbülü altın kafese koysan gene vatanım!” dermiş. Hüsnü Yalçın ne der? Halil Basutçu hemen Hüsnü Yalçın’ı savundu: “Hüsnü ne diyecek ki? Çocuk 4 yılda bir kez buradan ya da aramızdan ayrıldı. Daha önce hiç ayrılıp döndüğünü gördük mü? Görmeden nasıl tavır yakıştıracağız ona? ”Halil Basutçu’ya yanıt verilmedi ama Hüsnü Yalçın için çok olumlu sözler söylendi. Bu bayram gitmiş olmasına sevindiklerini tekrarladılar. Mustafa Saatçı, gittiği için kutlayacağını söyledi. Arif Kalkan buna karşı durdu:
- İmam, kutlamak için söze başlar, arkasını getiremez, arkadaşı üzebilir! dedi. Öteki arkadaşlar da ona katıldı. Geçmiş yıllarda Hüsnü Yalçın’ı en çok o üzdüğü için, Hüsnü Yalçın ona karşı duyarlıdır! dendi. Mustafa Saatçı anlayışla karşıladı, sözünü geri aldı. Bir süre sonra gitmeyenler, gidip döndükleri zaman kendileri nasıl bir tavır takınıyorlar, bu irdelendiÖnce. bana sordular. Ben de:
- O denli sık gidip geliyorum, ya da gelenlerim oluyor ki olayı hiç yadırgamıyorum; sanki evimdeymişim de evdekiler bir yere gitmiş gibi algılıyorum! deyince arkadaşlar hep güldüler. Sami Akıncı dayanamadı:
- Bu bencilliğini kanıtlamaya yetecek bir duygu! dedi. Güldüm:
- Olabilir, buna iyi bir duygu demiyorum, ama kendi durumumu böyle değerlendiriyorum. Bu her zaman böyle değil. Evde olumsuz bir durum varken ayrılırsam o zaman işler değişiyor. Bu söylediğim en doğal koşullardaki durum. Bu kez de Sami Akıncı kendini anlattı. O, okula geldiğinde bir süre köyünü, evini düşünüyormuş. Köye gidince de burasını bir süre aklından çıkaramıyormuş. Böyle deyince Sefer Tunca:
- İnsan aşık olunca öyle olur! deyiverdi. Hemen tartışma başladı:
- Sami’nin iki sevgilisi mi var? Sevgili sözü edilince Sami sinirlendi:
- Sözü hemen dedikoduya çeviriyorsuz! diyerek vurdu kapıyı gitti. Sami kapıdan çıkarken zil de çaldı
Yatınca düşündüm, Sami Akıncı bana, kendisine söylenenden daha ağır bir değerlendirme yaptı. Ben kızmadım. Oysa kendisi her gün söylenen bir sözün şakadan tekrarına sinirlendi. Yoksa ben de mi kızmalıydım? Bencil olmak kötü bir şey mi? Herkes biraz bencil değil mi? Bana göre Sami Akıncı bizim hepimizden daha bencil. Geçmiş yıllarda ona çok kızıyordum. Oysa şimdi ona karşı hiç de öyle bir duygum yok.
Gene şiir olayına döndüm: Göl. Gerçekte bir değil iki göl var ama, ikisinin de kıyısında gezen güzeller yok. Ördek beklediğimiz göl, geceleri gerçekten parlıyor, kimi geceler yıldızları da görebiliyoruz. Ördek beklerken bülbül falan yok. Ancak bülbül öten başka yerler biliyorum. Düşündüklerim hep ayrı yerlerde. Yıllar sonra olacağım durumu ise iyice uyduruyorum. Ancak bunu başka kimseler de yapıyor. Balzac, İki Yeni Gelinin Hatıralarında iki arkadaşı konuştururken bundan söz eder. Biri ötekine saçları ağarmış olarak geleceğini yazar. Lamartin’de(Alphonse de Lamartine) şiirinde buna benzer sözler yazmış. Ne olursa olsun bir deneme yapacağım. Benim gölümde bülbüller ötecek, yıldızlar parlayacak, sevgililer birbirine gül verecekler. Ama bu güller Oscar Wilde’ın gülüne benzemeyecek! .
21 Aralık 1942 Pazartesi
Eyvah eyvah diyerek gezinenler var. İçimden: “Gene bayram tatili bitti deyip tartışacaklar!” diye düşünürken lapa lapa kardan söz ettiler. Hemen giyinip çıktım, ne lapası kavak yaprağı büyüklüğünde parçalar düşüyor. Bu denli iri kar parçası da hiç görmemiştim. Akşama dek yağarsa bizim yatakhane, yemekhane yolları iyice kapanır. Dersliğe gidene dek kardan adama döndük. Kampananın sesi gene lak lak etti. Demirin etrafını kar kaplayınca çamur sürülmüş gibi ses çıkarıyor. Kahvaltıda gene neşelendik, çay-peynir olunca yüzümüz gülüyor. Şakalaşırken bir nöbetçi beni Pesent Öğretmenin çağardığını söyledi. Öğretmenin nöbetçi olduğunu düşünerek, geçerken görmeyi yeğledim. Gözlerim yemekhane köşelerinde kaldı. Çıkarken mutfağa baktım. Pesent Öğretmen yok nöbetçi kız arkadaş Gülsüm, büyük ablamın kızı, yeğenim Gülsüm’ün adını taşıdığı için daha ilk günlerde tanıdığım Gülsüm’e sordum. Gülsüm, Pesent Öğretmenin bu sabah kahvaltıya gelmediğini söyledi. Giderek olayı önemsedim. Arkadaşlardan ayrılıp üst kata çıttım. Atölyede duvara asılı büyük panolarının bir tarafı aşağıya sarkmış. Tatil olduğu için başka söyleyecek kimse bulamamış, bana haber göndermiş. Marangozluk atölyesinin anahtarlarını bende sanıyormuş. Hiç bozuntuya vermeden, yapacağımı söyleyip çıktım. 9, sınıfları dolaşarak atölye anahtarlarını aradım. Fevzi Üner koştu: “Şimdi bulurum Abi, deyip derslikleri dolaştı. Az sonra Hasan Gülümser’le ikisi geldi, birlikte Biçki-Dikiş Atölyesine gittik. Pano duvara çakılan bir takoza vidalanmış. Vida takozun kenarına geldiği için küçük bir asılmada harçlı tarafa kaymış. Takoz sağlam, tornavida alıp az ileriden vidasını çaktık. Böylece okulda herkesin yapabileceği bir iş için aranmam hoşuma gitti. Öğretmenden başka bir çok kız arkadaş teşekkür etti. Bu arada Pesent Öğretmen Asım Öğretmenin gelip gelmeyeceğini sordu. kesin bilmememe karşın kesinmiş gibi, “Gelecek!” dedim. Çıkınca Fevzi Üner’le Hasan Gülümser’e teşekkür ettikten sonra dersliğe gittim. Derslikten asfaltı göremiyoruz ama gördüğümüz yemekhane tarafında kar saman savurur gibi yuvarlak yuvarlak hortumlar oluşturup görüşleri bile sınırlıyor. Arkadaşlar akşam, gelecek arkadaşlar için şakalı konuşmalar yaparken bu kez nasıl geleceklerini kaygıylara dönüştü. Ben, “Salih Baydemir rahat gelir!” dedim. Çünkü Salih’in hem tren hem de asfalt yol şansı var. Nasıl olsa otobüsler çalışıyor. Biz konuşurken Hüseyin Orhan geldi. Rahat gelmiş, otobüsler gerçekten çalışıyormuş. Hoş beşten sonra arakadaşlar bakışıp bakışıp gülüşmeye başladılar. Hüseyin Orhan bir şeyler sezdi. Ama doğru kestiremediği için sustu. Sessizlik oldu, arkadaşlar pusuya durmuş gibi Orhan’a bakarken Orhan: “Siz neden gitmediniz? ”deyince birden kahkahalar atıldı. Orhan bu kez de sordu, “Ne oluyoruz? Sorduğumda gülünecek ne var? Size, evlerinize neden gitmediniz? ”diye sordum!” dedi. Arkadaşlar açıkladılar. Bu kez de Orhan güldü: “Siz burada kendinizi oyalayacak oyuncaklar bulmuşsunuz!” dedi. Asım Öğretmenin de gelebilirliğini düşünerek sobasını hazırladım. Gelince bir kibrit çakarsa ısınabilecek. Kapıyı kapatıp bir süre akordiyon çaldım. Çok işler yapacağımı sandığım bayram tatilinde küçük odaya girip çıkmaktan başka hiçbir iş yapamadım. Canım darlaştı, gene dersliğe gittim. Kadir Pekgöz geldi. Kadir’i görünce anımsadım, sanırım hemşerim sınıf arkadaşlarınca pek sevilmiyor. Herkesin özelliğini sıralarken onu anmadılar. İşin ilginci ben de anımsamadım. Bunda bir kastım yok ama neden anımsamadım. Bu arada anımsanmayan başkaları da var; örneğin Mehmet Başaran’ın da adı geçmedi. Neden geçmedi? Yanıtını veremem. Belki Kadir de o gruba sokulmuştur. Örneğin Emrullah Öztürk hiç anılmadı. Oysa giden arkadaşlardan söz edildikçe Hüsnü Yalçın çok çok anılmıştı. .
Kar dindi, hafif bir rüzgar var. Arkadaşlar eski dersliği özlemişler:
-Orası ne güzeldi, geleni gideni görüyorduk; burası sapa! diye söyleniyorlar. Ben gene bir kuşkuya kapıldım, Kadir geldiğine göre Lüleburgaz’dan başka gelenler de olmuştur. Tuvaletten dönerken kapıda Röslein’le karşılaştım. Az önce geldiğini söyledi. “Bizim oralarda kar çok, sizde kesinlikle daha fazladır. “Bu yıl kış çok olacak, diyorlar!” dedi. Ben de, “Geçen yıl azmıydı ki? Unutmayalım tam bir buçuk ay evlere tıkılıp kalmıştık!” dedim. Röslein gülerek, sahi onları unuttuk gitti!” deyince ben: “Bunu da unutacağız!” derken arkadaşları Röslein'ı kolundan çekip götürdüler. Ne olduysa oldu, sanki büyük bir eksiklik tamamlanmış gibi sevinerek dersliğe döndüm. Az sonra Ceylan köy grubu geldi. Gelir gelmez Mehmet Yücel önce gidiş maceralarını sonra da dönüşlerini anlattı. İdrs Destan, Recep Kocaman, Ahmet Güner hep birlikte gitmişler, dönüşte de sözleşerek buluşup birlikte dönmüşler. Öteki sınıflarla birlikte 16 öğrenci varmış. Bir otöbüs dolusu Kepirli diye gülüşerek yolculuklarını zaman zaman tanık oldukları olayları anlatırken bizden çok kendileri güldüler. Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Mehmet Aygün, İsmet dışında tüm arkadaşlar döndü. Onlar Edirne treniyle ancak akşama gelebilecekler.
Yemekhane doluverdi. Bizim masadadakiler, “Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun bari gördüklerinizi anlatın!” diyorlar. Salih Baydemir, “Kendi evimize gittik, ben evden hiç çıkmadım; bir şey de görmedim; ne anlatayım? ”deyip kesti. Orhan üzgün: “Hastam vardı, onun üzüntüsü yetti!” deyince şakalar kesildi.
Hilmi Altınsoy konuştu: “İyi ki gitmemişim, gitseydim şimdi tüm konuşma bana kalacaktı!” deyip bir kahkaha attı.
Yemekten sonra Asım Öğretmenin sobasını yaktım. Geleceği üstüne hiçbir bilgim olmamasına karşın içimden öyle bir duygu geçti. Soba yanınca odada kalmak da istemedim. “Ben oradayken açık kapıyı girerse sürekli orada kaldığımı düşünür, dahası buna kızabilir!” deyip çıktım. Ne güzel rastlantı, az sonra nöbetçiler beni aradı Asım Öğretmen gelmiş, kapısını yoklamamış, kilitlidir düşüncesiyle Eğitimbaşı odasına girip beni aratmış. Hemen koştum, gelme olasılıklarının bulunduğu için az önce sobayı yakıp kapıyı açık bırakığımı, ancak sık sık yokladığımı anlattım. Asım Öğretmen gülerek: “Biliyorum, biliyorum; bunu bilmesem anahtarı neden sana bırakacaktım? ”deyip bir kahkaha daha attı. Çalışıp çalışmadığımı sordu. Yeterince çalışamadığımı söyledim. Asım Öğretmen, “Üzülme, beraber çalışır açığımızı kapatırız!” dedi. Ayıldım. Dersliğe gidince gene bir üzüntüye kapıldım. Gidenlere üzülmek doğal bir olay, beklenenler gelince sevinç olacağı yerde üzüntü neden? Bende böyle bir durum oluyor, bu neden? Sırama oturup bir süre düşündüm. Açtım şiirimi okudum. Yalnız oturduğumu görünce Mehmet Yücel karşıdan bağırdı: “Dayı bayramın iyi geçti mi? ”Mehmet Yücel’in takılması hoşuma gitti, bayramı nasıl geçirdiğimizi, neler konuştuğumuzu, evlerine giden arkadaşlar için neler dediğimizi anlattım. Öteki arkadaşlar da katıldı. Eski-yeni bir çok olay gene gene anıldı. Sonunda bir gün, bir daha kolay kolay buluşamayacak şekilde ayrılacağımızdan söz edildi. Bu kez de onun kaygısına kapıldık. Konuşmalar uzayınca sıkıldım. Sırama geçip Şaheserler Antolojisindeki çeviri şiirleri bir daha okudum. Ne denli dikkatsiz olduğumu bu kez iyice anladım. Birinci kitabın ikinci parçası olan Lord Byron’un (Bayron) Deniz şiirine takıldım. Bir kaç kez okudum. Şair deniz olarak ad takmış ama neler neler söylüyor! Yabancı şiirlerle bizim şiirler arasında bir büyük bir fark var bence; bizimkilerde olaylar anlatılıyor. Örneğin Faruk Nafiz Çamlıbel Han Duvarlarında gördüğü yerleri anlatmış. Aralara da duygu ya da düşüncelerini katmış. Oysa bu okuduğum şiirlerde olay ya yok ya da anlatılanların yanında cılız kalıyor. Bu konu üstünde duracağım. Türkçe dersinde şiir konuşulursa bunu soracağım. Göl, Deniz, Vaterlo şiirleri bence böyle. Bakalım öğretmen bu konuda neler söyleyecek!
Tam yemek sırasında Edirne grubu geldi. Mehmet Aygün, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk geldi. İsmet yok. İsmet hep diyordu, “Bundan böyle köye gidersem hep gecikerek geleceğim!” Nasıl isterse öyle yapsın. Çok merak ediyorum, kazancı ne olacak acaba? Güzel güzel çalışırken ters bir tavır alıp okumaya karşı direnmeye kalkıştı. Oysa öğretmen olacak, ondan vazgeçmiyor. Okumayı sevmeyen öğretmen. Üzülüyorum. Oysa anne-babası onun okumasını istiyorlar. İstemek ne ki? Eskisi gibi çalışıyor, sanıyorlar. Ben, başına bir kaza gelmeden diploma almasını istiyorum. Bunda başarılı olursak, onu da kendimi de üstün başarılı sayacağım.
Arkadaşlara bakıyorum Sami Akıncı dışında hiç kimse kitap açmadan öyle bakışıp aynı sözleri tekrarlıyorlar. Ortak soruları: “Yarın ders yapılır mı? ”Sami Akıncı sordu:
-Niçin yapılmasın? Niçini sorulur mu? İnsanlar yapılmasını istemiyor(! )
Yat zilini bu geceki kadar sabırsızlıkla beklediğimi anımsamıyorum. Nedenini ise hiç bir olaya bağlayamıyorum. Görünürde bir kederim yok. Gibi ise de, bir işte başarısızlığa uğramış gibi keyifsiz bir durumda yatağa girdim. Buna neden, İsmet'in gelmeyişi olabilir mi? Yanıtım hayır, oluyor. Röslein’le ilgili olabilir mi? kesinlikle değil. Tersine o konuda neşelenmem gerekir. Ondan gelecek neşe bile etkilemediğine göre çok önemli bir durum olmalı. Şiir olayı olabilir mi? Belki onu başaramamak duygusu sevincimi duraksatabilir.
22 Aralık 1942 Salı
Tüm sorular Hüsnü Yalçın’a soruluyor. Konu: Edirne. Nerelere gittin? Kimleri gördün? Karaağaç’a gittin mi? Hüsnü, Osman Nuri Peremeci’yi görmüş, dünyalar onun olmuş; başka bir yeri görmek için zaten pek isteği yokmuş. Bir de Göçmen Evi’ne gitmiş. Yıllardır orada kalan insanlar varmış, onların durumunu görünce kendisinin çok şanslı olduğunu daha iyi anlamış. Gene gene bunu söyledi.
Kahvaltıda Selçuk Korol Öğretmeni görünce dersleri anımsadık; ilk dersimiz tarih; “Bir süredir ara verdiğimiz bu dersi öğretmen konuşmayla geçirir!” diyen arkadaşlar var. Hilmi de bunlardan. “Ya kaldırırsa!” dedim. Yanıtı ilginç:
-Ama bu dürüstlük olmaz! Dürüstlüğü kim yapacak? Öğretmen mi yoksa öğrenci mi? Yanıt hazır, “Yerine göre hem o, hem öteki!” Yerini kim saptayacak? ”Yanıt yok!
Derslik oldukça soğuk, Selçuk Öğretmen gülerek geldi:
-Ne o, odunda mı bitti? Orhan soba nöbetçisi, telaşlandı Selçuk Öğretmen Orhan’a, yerine oturmasını söyledi, “Kapalı yerdeyiz, biraz üşüsek ne olacak? i
İnsanlar nelere katlanıyorlar? ”diyerek çantasından çıkardığı gazeteyi gösterdi. Bir gün önce Erbaa ile Niksar’da deprem olmuş beş yüz kişiden fazla insan ölmüş. Öğretmen bu ilçelerin yerlerini sordu. Derslikte bir sessizlik oldu. Öğretmen üsteleyerek 73 Kadir Pekgöz’e başıyla işaret etti. Kadir ağırdan aldı, kalkmak üzereyken öğretmen 74 Mehmet Başaran’a, arkasından 75 Yakup Tanrıkulu’ya baktı. Öğretmen başını 76 Arif Kalkan’a çevirirken Bekir Temuçin “Tokat!” deyiverdi. Öğretmen Bekir’e dönerek: “Sen nereden biliyorsun onlara tokat atacağımı? ”diye soprdu. Bekir, kendini suçlu saydığından bayağı bayağı savunmaya kalktı. Geçen yıl gelen Askerlik öğretmenimiz oralıydı!” dedi. Selçuk Öğretmen konuyu gazeteyi göstererek sürdürdü. Gazete de Savaş Haberleri olarak Alman ordusunun(Wehrmacht) geçen haftalar işgal ettiği Kafkasya içlerinden çekildiğini buna karşın Stalingrad dolaylarında kesin sonuç almak üzere harekete geçtiğini yazıyordu. Almanya’ya daha yakın olmasına karşın Leningrad’a giremediler. Selçuk Öğretmen:
-Gene beni tuzağa düşürdünüz, bugün yeni bir konu işlecektik. Köylerde öğretmenlere en çok sorulan bir soru da bu bayramlar üzerinedir. Halkımız, çok sorar ama hiçbir zaman da bu bayramların neden yer değiştirdiğini öğrenemez. O nedenle sık sık öğretmenlerden öğrenmek isterler. Umarım sizler bu konuda bilgi edindiniz!” Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen Sami Akıncı’ya teşekkür etti:
- Bu derste konuyu açalım, gelecek bir derste birlikte inceleyelim. Bunu önemsediğim için konuşulanları yazmanızı da isteyeceğim! dedi. Öğretmen sözünü bitirirken zil çaldı. Öğretmen çıkınca sobanın çevresinde toplananlar oldu. Hikmet Öğretmen: “Ben de üşümüştüm, yer açsanız da biraz ben de ısınsam!” diyerek kapıdan girdi. Önce karın çiftçiler için yararlarında söz etti. Fazla don yapmayan karın toprağı temizlediğinden, sanılanın tersine toprak için bir kürk sayıldığını söyledi. Geldiğimiz bölgelere göre kar gözlemlerimizi anlattık. Kar derinliklerinin nasıl ölçüldüğünü bilmediğimiz ortaya çıktı. Hikmet Öğretmen:
- Öyleyse bugün kar ölçümleri yapalım! diyerek öğleden sonra dışarı çıkacağımızı muştulamış oldu. Bunu beklemiyorduk. Öğretmen çıkınca yakınmalar başladı, “Bizim köylerde kar mı yağıyor ki, kar derinliği öğreneceğiz!”
Seyfi Çaçur Öğretmen :
- Ben bu dersliğe hiç mi gelmemiştim? yoksa unuttum mu? diye sorarak girdi. Keşke biz daha önce buzulları okusaydık da yanar dağları bu günlere bıraksaydık!” diyerek gülümsedi. Daha önce böyle kar görüp görmediğimizi sordu. Hep bir ağızdan Hasanoğlan’dan söz ettik. Tek tek konuşmamızı önerdi. Önce 79 Ahmet Güner konuştu. Arkadaş hemen hemen aynı sözleri tekrarlayınca Mehmet Aygün’e sordu. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Yüksek dağları, derin çukurlukları anlattı. Esen rüzgarın yer değiştirmesiyle yağan karın yer değiştirdiğini kalınlaşıp buzlaştığını söyledi. Seyfi Öğretmen:
- Burada biraz duralım! deyip sözü aldı konuyu kuzey-güney buzullarına, kutuplardaki sürekli kar oluşuna getirdi.
- Buzul bölgelerde de insanların yaşadığını, buzdan korunakların bulunduğunu anlatınca dersliğin ısındığını duyumsamaya başladım.
Müdür Beyin dersi boş geçti. 53 Ali Önol Bayram günü yemeğe gittiğimizde Müdür Beyin söylediklerinin bir bölümünü arkadaşlara anlattı. Özellikle Leman Öğretmenin iki de bir İhsan, diye adını söylediğini anlatınca arkadaşlar bir hayli güldüler. Mustafa Saatçı Mehmet Yücel’e :
- İhsan, sobayı yak! dedi. Bir kaç arkadaş birden bağırdı:
- Olmaz, senin sesin kalın, uymuyor, ince sesliler söylesin! Bunun anlamı bizim sınıfta iyi bilinir. Hemen bakışlar iki tarafa çevrildi. Tam o sıra bi nöbetçi öğrenci beni çağırdı Asım Öğretmen istemiş. Asım Öğretmene gittim. Gittim ama yemek zili yakınmış, öğretmen yeni notalarını gösterecekmiş:
- Akşama bırakalım, öğleden sonra tüm saatlerim dolu! deyip notaları topladı.
Yemekte, yemekten çok öğleden sonra yapacağımız tarım çalışmasını(Kar kürümeye bu ad verildi)konuşuldu. Mehmet Aygün’e göre kar, tarımın bir parçasıymış, “Kar kürümesi yapılmazsa ürünler bol olmaz, insanlar aç kalırmış!” Salih Baydemir, uzunca bir hıııı, çekti: -Kutuplarda neden tarım yapılmadığını şimdi anladım; adamlar karları kürümediği için tarım çalışması yapamıyorlar! Hilmi Altınsoy sordu:
-Kutuplarda Köy Enstitüsü yok mudur? Hasan Üner uyardı, “Kutuplara ne gerek var, buyurun Hasanoğlan’a, orada da kar kürümek yok! Ne konuşuldu anlamadım, herkes gülünce ben de güldüm. Gene de sordum: “Hasanoğlan’da yattığımız çadırın çevresini, bahçedeki muslukların yolunu kürümedik mi? Üstelik biz oradan aralık ayının ilk haftası sonunda ayrıldık. Nisan ortalarına dek kar kalıyormuş. Biz 18 Nisan günü gittiğimizde köyün hemen üstündeki İdris Dağı eteklerinde kar vardı. Kar, kar kürüme tartışması bırakıldı, Hasanoğlan özlemleri dile getirilmeye başlandı. Talat Tarkan Öğretmen duyuru yaptı:
-Sanat çalışması olan sınıflar dersliklerinde toplanıp yoklama yapmak için gelecek öğretmenleri bekleyecekler! Önce Salih Baydemir arkasından da öteki arkadaşlar güllerek: -Haydi Kar kürüme Tarımına! Ben gene de bir başka olasılık payı bıraktım, “Belki bugün dersliklerde oturacağız. Kar kürümek için kürek gerekecek, kürekten söz edilmediğine göre, derslikte neden oturmayalım? Ara verdiğimiz derslere çalışmamız için böyle bir düşünceleri olmuş olabilir!” Düşünceme kimse katılmadığı gibi, böyle düşünebilmeme gülenler oldu. Diretmedim ama, içimden geçen böyle bir olasılığı da yok saymadım. Ders zili çaldıktan bir süre sonra Seyfi Çaçur Öğretmen geldi, yoklama yaptı. Biraz gülümser gibi baktı: “Bugün kar tatili var, ancak bu tatil, kar kürüme tatili, ara verdiğiniz dersleri tamamlamak için düşünülmüş bir lütuf da diyebilirsiniz. Buna sizin adınıza ben de sevindim!” dedi. Çantasını açıp dergiler çıkardı, öğretmen masasına oturup karıştırmaya başladı. İçimden çok sevindim, yarın Türkçe dersimiz var, Sabahat Öğretmenin ödevlerini yaptım ama sorabileceği soruları kestirip hazırlıklı olmak istiyorum. Kesinlikle rol dağıtımı yapılan piyesten söz edilecek. Öyle olunca Faruk Nafiz Çamlıbel üstüne soru gelebilir. Edebi Yeniliğimizi açıp okudum. Akın piyesi için kısa da olsa bilgi var. Bunları daha önce de okudum, özetledim ama derste konuşacak ölçüde belleyemedim. Tekrar tekrar okudum. Manzum piyes deniyor. Manzum piyes, mensur piyes ne demek? Ayrıntılı olarak öğrendim. Geçmiş yıllarda hazırlamaya kalkıştığımız Mavi Yıldırımla, iki yıl önce öteki sınıfların oynadığı Neşat Nuri Güntekin’ın İstiklal Piyesi ile Shakespeare’in Atinalı Timon’u, Kral Lear’mensur yani ölçüsüz, kafiyesiz, öykü ya da romanlardaki şekilde konuşuluyor. Manzumlarda ise ölçülü, kafiyeli, şiir olarak konuşuluyor. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Canavar’la Akın piyesleri böyle yazılmış. Okuduğum birçok çeviri piyesleri de manzum olarak yazılmış. Cırano de Bergerac, Julıus Caesar.
Zil çalınca Seyfi Öğretmen dışarı çıkmamıza izin verdi. Ben çıkmadım, ara ara öğretmeni izledim. Katlanmış kağıtlar açıp dikkatle bakıyor, içlerinden kimilerini yan tarafa kapatarak alırıyor. Sonunda bunlardan bazılarını bize göstereceğini anladım. Daha sonra da masa üstüne bir harita açtı. Harita olukça büyük, kenarları masanın yanlarına düştü. Öndeki arkadaşlara bir şeyler söyledi. Bekir Temuçin’le Hasan Üner haritayı alıp tahtaya astılar. Harita bildiğimiz haritalardan değilmiş karpuz dilimi gibi kesikler var. Arkadaşlar dönünce öğretmen bizden izin istedi: “Dersimizde adları geçti, resimleri okula aldıramadık, Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda çok ağır davranıyor. Gelecek, kesinlikle gelecek ama ne zaman geleceği kestirilemez. Sizin zamanınız kısalıyor. Gelirse gene görürüz. Gelmezse hiç değilse bunları görmüş olun!” deyip ayırdığı resimleri sıralara dağıttı. Her sıraya bir resim düştü. Resimler buzul dağlarıyla yanar dağları gösteriyordu. Resimleri değişerek baktık. Karpuz dilimine benzettiğim çiziklerin yanardağların yer altında olası durumlarıymiş. En ilginci iki resimdi. Biri patlayan bir yanardağın bir kendi nasıl lavla örttüğü ile bir buzul dağında patlayan yanardağdı. Arkadaşlar sormadan duramadı, “Nasıl oluyor da kar-buz içinde o ateşler sönmüyor? Öğretmen gülümsedi:
- Şaka mı ediyorsunuz, çıkan alevlere bakın ne kadar yükseliyor? dedikten sonra Büyük Okyanusta yanardağların olduğunu çok seyrek olmakla birlikte onların da patladığını, Japonya açıklarında bu tür yanardağların bulunduğunu anlattı. Buzul yanardağların, Izlanda, Gronland, Alaska’da bulunduğunu, Kuzey-Güney kutuplarında olabileceğini ancak oraları tam gözlenemediği için henüz tam bir saptama yapılamadığını anlattı. Yanardağ patlamalarını depremlere benzetti. Bir kaç gün önceki depremden söz etti. Aynı bölgelerde neden çok deprem olduğunu, yanar dağların patlamasına benzer bir patlama ya da çökme olabileceğini anlattı. Yurdumuzdaki önemli depremlerden, uğranılan yurtça kayıplardan söz etti. Haritadan eliyle yerler gösterdi. Özellikle İstanbul’dan Erzurum’a bir çizgi çizerek, bu bölgelerde sık sık deprem olduğunu tekrarladı. Amasya-Tokat-Erzincan-Erzurum illeri ile ilçelerini sıraladı. Seyfi Öğretmeni dikkatle izledik. Özellikle depremlerin verdiği zararların bu denli büyük olduğunu bilmiyorduk. Zil çalınca öğretmen bizi serbest bıraktı. Bu kez ben de çıktım.
Son derste öğretmen sessizce masada oturdu, elindeki parçaları gene dikkatle dürüp topladı, çantasına yerleştirdi. Öğretmeni dikkatle izleyenler varmış, onlar öğretmenin gözünden kaçmamış, masadan kalkınca ortaya konuştu:
-Ben, görevimi yaptım, bunları anlatmak, resimleri göstermek istiyordum, gösterdim. Tasarladığımı yapmanın rahatlığı içindeyim. Sizin içinizde de böyle rahatlayanlar vardır. Ama tümünüzün bu rahatlığı duyacağını sanmıyorum. Hiç birinize bakmadım ama içinizden birilerini gördüm; dört saatlik zaman içinde birkaç söz duydular, birkaç resme baktılar. Düşünceleriyle kendilerini hiç zorlamadılar. Onlara şimdi Alaska nerede? biz Alaskayı bugün neden andık? desem, bellekleri onlara bir şey fısıldamayacak. Çünkü, bir şeyler almak için hazırlanmadılar. Hazırlıksız öğrenme olmaz. Öğrenme bizim aklımızda olmayan bilgileri alıp oraya, daha öncekilerin arasına, hem de uygun yerine koymakla olur. Bu düzenli çalışmak gibi düzenli öğrenmeyi istemekle olur. Hepiniz inşaatlerde çalıştınız. Binalar da böyle olmaz mı? Taşı ya da tuğlaları rastgele koyunca duvar olmadığı gibi bilgiler de cumburlop toplamalarla, kulak ucuyla işitmelerle oluşmaz. Benden söylemesi, yine de siz bilirsiniz. O kafalar sizin, onlarla yaşayacak sizsiniz. Benden söylemesi. Verebileceğim övüt bu kadar! ….
Seyfi Öğretmen zilden önce hazırlandı. Çıkarken bir arkadaşınız eksikti, anımsayamadım!” deyince arkadaşlar İsmet Yanar’ın numarasını söylediler. Öğretmen numaraya gerek yok, arkadaşınızı anımsadım, uzun boylu, sarışın!” deyip elini yukarıya kaldırdı. Gülümseyip ayrıldı. Öğretmen gidince bir süre sorusu soruldu:
- Öğretmen kim için konuştu, kızdıysa kime kızdı? Bu kez de Sami Akıncı sordu:
- Ben bu soruyu neden sormuyorum? Çünkü dersimle ilgiliydim, aradığımı bulup okudum. Öğretmene başımı çevirip bir kez olsun bakmadım. Öğretmen ne söylerse söylesin hiç gocunmuyorum. “Yarası olan gocunur!” demişler. Öğretmenin dediği gibi değilseniz siz de gocunmayın. Eğer öyleyseniz o zaman da başkasını aramayın, o sizsiniz!
Derslikte uzun bir sessizlik oldu. Paydos zili çaldı. Asım Öğretmeni görmek için çıktım. Öğretmen henüz odasına gelmemişti, az bekledim. Öğretmen, konuşa konuşa dört öğrenciyle geldi. Önce onlarla da müzik çalışması yapacak sandım. Biraz sertçe: “İçeri girin!” dedi bana da göz kırparak, sen biraz sonra gel!” dedi. Gider gibi yaptım, kapıdan dinledim. Öğretmen yüksek sesle, “ Hanginiz başlattı, bana o gerekli, doğru konuşun; yoksa dördünüzü de cezalandıracağım!” dedi. Öğretmenin sinirli olduğu bir sırada orada olmak istemedim, hemen uzaklaştım. Tam dersliğe girdim, İsmet geldi, sevineceğim yerde telaşlandım: “Nasıl geldin? ”İsmet herkesin kaçındığını yapmış, atlamış İstanbul otobüsüne gelmiş: “Dört saatlik yolu sekiz saatte geldim ama geldim işte!” deyip seviniyor. Arkadaşlar çevresini sardı bir süre şakalaştılar. İsmet’le şakalaşan arkadaşları var. Onlarla bir süre atışmadan İsmet ciddi konuları konuşmaz. Yusuf Asıl, İdris Destan, Mehmet Yücel, Yakup Tanrıkulu etrafını sardılar, bir süre gülme ile bağırma arası onlardan başka ne konuştukları pek anlaşılamayan gürültüye benzer bağırışıp çığırıştılar.
Yemek zili çalınca İsmet yanıma geldi, iyi olduğunu söyledi. Zühre Teyzemin, Muhittin eniştemin başarı dileklerini, kardeşi Sabri’nin, x’in saygılarını getirdiğini söyledi.
Yemekten sonra Asım Öğretmenin çağırmasını bekledim ama ses çıkmadı. Edebi Yeniliğimizi karıştırdım. Orhan Seyfi ile Samih Rifat’ın şiirlerini sevdim. Samih Rifat’ın bir şiirini şarkı olarak biliyordum, “Yaslı gittim, şen geldim!” Böylece şarkıların önce şiir olduğunu da öğrendim. Gerçi bunu İstiklal Marşı’mızı incelerken öğrenmiştim ama bu ilk öğrendiğim şarkının da öyle olduğunu düşünmemiştim.
Yaslı gittim şen geldimAç koynunu ben geldiBana bir yudum su verÇok uzak yoldan geldim.…………………………
Bu şiirin, Kurtuluş Savaşı içinde yazıldığını bilmiyordum. Bunu öğrenince anlamı daha da başka oldu. Özellikle son dizelerde:
“Yürü ey şanlı Gazi,Kılıcı kanlı GaziSeni Meriç beklıyorBüyük ünvanlı Gazi!dendiğine göne benim doğumumdan önce yazılmış. Yunanlılar kovulduğu yıl doğduğuma göre demek şair, Trakya işgal altındayken bu şiirla çağrı yapmış.
Orhan Seyfi ‘nin gözler adlı şiiri de çok hoşuma gitti ama onu öğretmene okuyamam.
GözlerÇıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahateBu yolculuk bilmem nasıl erecekti nihayete Mavi gözler pek asabi, dalgalı bir deniz gibi,Yeşil gözler en ziyade mütemail hiyanete. Sarışınlar, yorgun bir yaz semasını andırıyor,İlk busede başlayacak şikayete. Ela gözler, akşam gibi, gölge dolu, hicran doluı,Bu gözlerde hiç tesadüf etmedim ben saadete. Gece oldu, en onunda siyah gözler geldi, durdumBu karanlık yolda artık imkan yoktu seyahate.
Orhan Seyfi Orhon (Soyadını ben ekledim)
Yazarın bir de Kar adlı şiiri var ama ben hiç beğenmedim. Karı, yaşlı bir adama benzetiyor:
Dışarda yorgun adımlar, çalındı sonra kapım,“Acep gelen bu zaman? ”dedim, gidip açtım.Görünce kalbimi oynattıo bir küçük lerziş:Garip çehreli asardide bir derviş!”
………………………………. . :
Hiç de karı anlatan bir tarafı yok. Hele, ileri doğru anlatış kardan iyice uzaklaşıyor. Demek şairler, her zaman en güzeli anlatamıyorlar!
Yat zilinden sonra bir süre İsmet’le konuştuk. İsmet çok memnun. Ben de bunu anlamıyorum, korku içinde daha bir altı ay geçirecek. Neşesine katılmaya çalıştım ama, içimden hep kaygılandım. İsmet gidince kendimi düşündüm. Kesinlikle ben bunu yapmazdım. Yapamamak değil yapmazdım. Çok sevdiğim halde C’yi bırakıp okula gidişimden zerrece pişman değilim. Tersine gitmeseydim, kendim için çok büyük bir kötülük yapacakmışım, bunun sevincini duyuyorum. Keşke C de okusaydı diyorum ama o, orada kalıyor. A için de çok düşündüm. Bana bekleyeceğini duyursaydı, ne diyecektim? Ne kadar bekleyecek? Şimdilerde Röslein için bile kararsızım. O ne der bilmem ama okumak istediğime göre o da bir süre sonra geride kalacak!
Gene kararsız bir gerginlik içinde gözlerimi kapadım.
23 Aralık 1942 Çarşamba
Sabahat Öğretmen de “Enver!” diyormuş. Mehmet Yücel güldü: “Oğlum siz saraylarda büyümüşsünüz. Sizin babalarınız analarınıza “Hanımefendi, sultanım, meleğin gibi adlarla çağırdığı için onlar da babalarınıza bey, paşa dediklerinden salt adların söylenişini yadırgıyorsunuz. Benim köyümde böyle bir Beyzadelik geleneği olmadığından ben doğal karşılıyorum!” Mehmet Yücel’in söyleyişi büyük tepki gördü:
-Kimmiş o Bey ya da Paşa? İstelet asıl kendisi beylik paşalık peşinde koşuyor; yemek seçen o, giyim kuşamları en çok eleştiren o! türü sözler söylendi. Mehmet Yücel’in söylediğine gönülden katıldım ama tartışmaya karışmadım. Zaten Mehmet Yücel sözünü söyleyip gitmişti. Konuşanlar biraz da bundan cesaret alarak konuştular. Bu kez Harun Özçelik’le Mehmet Yücel’in köylüsü Mehmet Başaran Onu savundular:
-Sağlığığını düşünerek önüne gelen her yiyeceği yiyemiyorsa bu suç mu? diye sordular. Gürültü gülüşmelere dönüştü, “Karıncanın kardeşi varmış! gibi söylemler arasında Sami Akıncı düzeltme yaptı, “Bozacının savunanı sirkecidir!” Bozacı, sirkeci sözleri arasında dersliğe gittik. Orhan soba yakmaya çalışıyor. Bu arada Orhan da payına düşeni aldı. Hava oldukça soğuk. Bir çok arkadaş dişlerini tıkırdatmaya başladı. Halil Basutçu uyardı, “Dişlerinizi şimdi yormayın, nasıl olsa biraz sonra onlar size gerekecek. Unutmayın, bugün öğleye dek dersler boş!” Bu kez de, “Eyvah!” sesleri yükseldi.
Kahvaltıya giderken yerlerin iyice donduğunu gördük. Belli ki hava iyice soğumuş. Bir başka olşumsuzluk da kavrulmuş un çorbasıyla kahvaltı oldu. Az önce Mehmet Yücel’e çatanların başında olan Hilmi Altınsoy bu kez 180 derece dönüş yaparak:
- İskelet haklı yahu, bu çorbayla insan beslenir mi? deyince hepimiz güldük. Yusuf Asıl Hilmi’ye, “Böylece sen, iki taraflı konuşmuş olmuyorsun? deyince Mehmet Aygün:
- Hilmi, bugün çorba çıktığı için böyle konuştu, az önce ise yarın çıkacak çay peynir için öyle söylemişti! Hepimiz güldük. Az sonra Hilmi yüzlerimize bakarak: “Siz benimle konuşurken işi hep alaya almaya çalışıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. İnsanlar bir çok kez yanlış da düşünebilir. Önemli olan o yanlışı görünce dönebilmeleridir!” Sözü değiştirmek için Hilmi’nin çok doğru söylediğini, o nedenle hemen bu yanlıştan dönmemizi önerdim. Hasan Üner sordu:
- Biz tek yönlü konuştuk, ondan dönünce yönümüz bir öncekinin karşıtı olacak. Hemşerimin (Hilmi için) dönüşü bize gene uymayacak. Çünkü o iki kere 180 derecelik dönüş yaptı!” Biz kendi aramızda tartışırken Talat Tarkan Öğretmen duyuru yaptı:
- Son sınıflar zil çalınca derslikte beklesin, Müdür Bey kendileriyle konuşacak!”
Biz kar kürüme işi beklerken Okul Müdürü acaba ne konuşacak kaygısı başladı. Derslikte toplanınca bir süre bunu tartıştık. İlginç soru: Tuskegee Okulunda Kar kürüme varmıydı? ”Bu şakayı anlamayanlar çıktı; Hilmi Altınsoy yana yakıla, “Yahu arkadaşlar, elalemin okulundaki kar kürümeyi getirmeyin şimdi!” Gülüşmeler arasında Müdür Bey kapıdan göründü. Gülümseyerek:
- Sizi Talat Öğretmenden kurtardım. Kendisi Bahçe tanzimi görevlisidir, fırsat bulunca bahçeyi düzenler! dedi. Söylediğini tam anlayamadığımız için, kendisi bizden çok güldü. Sanki bizim konuşmaları dinlemiş gibi Booker Washington’un okulunu bir nebze konuşmuştuk. O okul, tümüyle özel okuldu. Adı üstünde Tuskegee kentinin okulu. Amerika’da okullar, bulunduğu kentlerin özel koşulları içinde çalışırlar. Bizdeki gibi bir bakanlığa bağlı değillerdir. Harcamaları o kentin halkı verdiği için, kentin ortak görüşleri egemen olur. Bizde ise okul nerede olursa olsun harcamaları devlet yapar, bu nedenle okul da devletin denetimindedir. Bu nedenle Tuskegee okuluyla aramızda büyük benzemezlikler vardır. Biz o okulda çocukların işlere yönelişleri açısından bir yakınlık duyuyoruz. İsmet parmak kaldırdı. Müdür Bey görmezden gelir gibi yaptı, yan tarafa bakarak konuşmasını sürdürürken İsmet sırasını sallayarak(Oturakla rahle arası çok dar)kalktı. Müdür Bey durdu, İsmet’e sordu: “Ekleyecek sözün mü var? ”İsmet daha önce derslikte konuştuklarımızı bir bir saydı: ” oradaki çocuklar kimsesiz zenci çocukları, ayrıca onlar için ortak bir gelecek de düşünülmemekte. Bu nedenle bizim onlarla hemen hemen bir benzerliğimiz yok!” dedi. Müdür Bey gülümsedi: “Tabii yok, zaten ben var demedim. Herşeyden önce biz Türküz, belli bir yurdumuz var, yasalarla sınırlı haklarımız var. Ayrıca okulu bitirince sürdüreceğimiz bir işimiz var. Demem o ki, bizim okul gibi dünyada iş ilkeleri üzerine kurulmuş başka okullar da var. Bu açıdan düşünerek onu da gözden geçirmiş olduk. !” İsmet’ten aldığım cesaretle bu kez de ben parmak kaldırdım. İki yıl önce Köy Enstitüleri yasası konuşulurken Yaşar Nabi’nin Yunanistan’da gördüğü bir okulu örnek gösterdiğini, bu okulda da öğrencilerin perişan giysiler içinde kısıtlı yemeklerle ağır işlerde çalıştırıldığını yazmıştı. Açık açık Köy Enstitülerinin de böyle olmasını öneriyordu. Dünyanın bir çok yerinde olabilecek bu tür okullar bize örnek olabilir mi? Biz öksüz değiliz, köylüyüz ama aç değiliz, okumak istiyorduk, devletimiz bizi okutmak üzere aldı. 6 yıl öğrenim yapacaktık, 5 yıla indirildi. İlk yıllarda yediğimiz yemekler kesildiği gibi yattığımız yataklar altımızdan, örtündüğümüz yorganlar üstümüzden alındı. Giderek bu tür okullara mı benzetileceğiz yoksa? diye kaygılanıyoruz!” Müdür Bey biraz sinirlenir gibi oldu: “Yok canım, nerden öğreniyorsunuz bu bilgileri? Kim keser sizin yemeklerini, kim kısıtlar sizin giysilerinizi? ”diye bir sıra soru sordu. Arkadaşlar yanıtladı, “İki yıldır giysi verilmedi. Hasanoğlandan dönünce yorganlarımızı evlerimizden getirdik. Hasanoğlan’dan döndüğümüz 9 Aralık gecesi yataksız yorgansız sıralar üstünde yattık!” Bu kez Müdür Bey gülümsedi:
- Durun durun, bunu bir başka derste etraflıca konuşalım, bunda bir yanlış olsa gerek. Hasanoğlan’a giderken yorganlarınız vardı da siz gidince mi yok oldu? Böyle bir şey olmaz. Ben bunu inceletir size sağlıklı bilgi veririm!” deyip elini kaldırdı. Başka bir söz söyleyecekti ama tam o sıra zil çaldı, kapıya doğrulup gitti. Tüm arkadaşlarda direnç belirmişti. Müdür Bey dönünce başka sorular sıralanmaya başlandı. Onu soralım, bunu soralım dersken 2. ders boş geçti. 3. Derste de Talat Tarkan Öğretmen geldi. Gelir gelmez de bana işaret etti:
- Birkaç arkadaşınla bize yetecek kadar kürek getirin!” dedi. Beş arkadaş Tarım bölümüne güçlükle gidip ikişer kürek getirdik. Bu da bizim kurnazlığım oldu. Kürek sayısı az olunca nöbetleşe çalışacapız. Talat Öğretmen sayı sormadı. Az sonra kürek sayısının azlığını farketti ama nöbetleşe çalışmamızı önerdi. Kendisi örnek verdi. Birimiz karları eziyor, kürekli arkadaş ezik karları daha rahat kürekleyip atıyor. Okul önünü asfalt yola dek açtık. Okulun büyük merdiveni kar altında kalmıştı, onu iyice açtık. Okul önünden Öğretmen Evlerine de bir patika açtık. Paydosa yakın Talat Öğretmen bizi bıraktı. Arkadaşlarla anlaşarak çalışınca ne işler zorlaşıyor ne de çalışmaz zor geliyor! İki saate yakın Tuskegee Okulu öğrencilerini konuştuk. Tuskegee nerede? Amerika’da. İki Amerika var, Kuzey, güney. Kuzey Amerika’da. Kuzeyin neresinde? Sonunda Kuzey Amerika’nın en karlı yeri olarak Alaska’yı ele aldık. Bir bakıma Kuzey Kutbu. Geçen gün Sevfi Çaçur Öğretmen yanar dağları anlatırken söylemişti. Sonunda biz de kendimizi Alaska’daki Tuskegee Okulu öğrencisi varsayıp Türkiye’deki Köy Enstitüleri öğrencilerine selamlar söyledik. Kendi yakıştırmalarımıza kendimiz güldük. Dersliğe girince Kitaplığa vermediğim Pedagoji Tarihine bir daha baktım. Arkadaşlara önemli olarak Amerika Birleşik Devletleri Cumhurtbaşkanı Roosevelt’in Tuskegee’ye gittiğini söyledim. Arkadaşlar kahkahayla gülerek: “İşte bir benzerlik daha bizim cumhurbaşkanımız da bizim okula geldi. Bunu yarın derste Müdür Beye söyleyelim!” dediler. Yalnız bu şaka iyi olmadı. Öteden beri konuşulan, Cumhurbaşkanının okula gelişyle Okul Müdürümüz Nejat İdil’le tüm öğretmenlerin ayrılışı arasında bir bağ kurulduğundan, İdris Destan uyardı: “Bakın oradaki Cumhurbaşkanı gelmiş gitmiş ama okulun müdürü yerinde kalmış!” deyince bu kez İdris'e sorular yağdı, “Ne demek istiyorsun? Tuskegee bizim okuldan daha mı şanslı demek istiyorsun! ? ” gibi sorular soruldu.
Asım Öğretmen dün çağırmıştı, gittim, konuşamadan dönmüştüm, onu anımsayıp gittim. Beni görünce gülerek:
- Şimdi seni çağırtacaktım! dedi. Bir rule açtı on kadar nota. Onları eliyle düzeltti. “Hepsi akordiyon için, alır çalışırsın, istersen yazarsın, notalarımı tümden vermen ona göre! dedi. Biz konuşurken Ahmet Kun Öğretmen geldi. Asım Öğretmen onu buyur edince ben ayrıldım.
Dersliğe dönünce yarınki Türkçe dersine kapandım. Büyük bir olasılıkla Akın piyesinden söz açılacak. Az da olsa bu konuda bildiklerimi ortaya koyarsam Sabahat Öğretmen hoşlanacaktır. Piyeste rolüm olmasa bile piyesin konusunu bilirsem bir kitap daha tanımış olacağım. Bir yandan da yazdığım şiiri öğretmene nasıl duyuracağım? bunun yollarını arıyorum. Fikret Madaralı Öğretmen olsaydı götürür, çekinmeden verirdim. Sabahat Öğretmen bana çok yabancı geliyor. Zaman zaman ona “Öğretmenim!” diyerek yaklaşamayacağımı bile düşünüyorum. Bir iki kez konuşmasına tanık oldum, hiç de çekinilecek gibi sert bir öğretmen değil. Üstelik eşi Eğitimbaşı Enver Kartekin beni Sabahat Öğretmene iki üç kez de övdü.
Şiiri okudukça yanlış bulup düzeltmeye çalışıyorum. Bir daha okuyunca da düzelttiklerimin uymadığını görüp sil yeni baştan değiştiriyorum.
Yatınca iyice canım sıkıldı. İyisi mi, “İlk yazdığım gibi kalsın!” diyorum.
24 Aralık 1942 Perşembe
Birileri piyesten söz ediyor: “Sami Akıncı Demir!” İsmet sordu: “Kömür kim? ”Mustafa Saatçı karşılık verdi: “Kömür sensin!” Konuşmalarına karışmayı hiç düşünmezken ağzımdan kaçıverdi:
-Odun kim? Bekledim, bana da, “O da sensin!” diyebilirdi. Deseydi, “Yo, senin bir hakkın var, herkes bir hak kullanmalı. Bir kişi herkese sıfat takarsa herkesten karşılık alır. Bak İsmet bu kurala uydu sustu!” Bekir Temuçin Ateş kim? deyince bu kez Arif Kalkan tarafından paylandı, “Sen ne kışkırtıcılık yapıyorsun küçük? Ağabeyler konuşurken küçükler susar!” dedi. Yusuf Asıl, Hasan Üner, Kadir Pekgöz Arif Kalkan’a takıldılar, “Peki ağabey, biz sustuk, sen konuş!” Bu kez de Mehmet Yücel, “Aferin çocuklar, Tuskegee okulundan çok şeyler almışsınız. Bugün daha güzel kar kürüyebilirsiz!” deyince tüm gerilim ortadan kalktı. Tuskegee, harflerin yerleri değiştirilerek söylenmeye başlanmıştı. O anımsandı, konuşmalar iyice cıvıyınca uyarılar yapıldı, konu değişti.
Fizik dersimiz boş geçtiği için, bu süreçte genellikle Türkçe dersi konuşuluyor. Ancak konuşulanlar gerekli bilgilerden çok işin çoğunlukla gır gır tarafı oluyor. Yazarları neleriyle tanıyoruz. ? Ahmet Haşim’den unutmadığın ne kaldı? Sadri Ertem’n hangi kitabını unutmadın? gibi… “Ahmet Haşim, bana kargaların sayı saydığını öğretti. ” Sadri Ertem, köylülerin başına kimlerin silindir şapka giydirdiğini! Reşat Nuri Güntekin, kimlere Andavallı dendiğini öğretti! Birden ses kesildi, Türkçe Öğretmen kapıdan girdi:
-Ders zilinin çaldığını duyamadınız galiba, sizin kapınıza ayrıca bir zil koyduralım! dedi. Sol kolunun altında tutarak getirdiği kitapları masa üstüne koyup sıraladı. İçlerinden birini ayırıp yan tarafa koydu. Ötekilere göre ince olan kitabı tanır gibiyim: “Sanırım Akın piyes!” diye geçirdim içimden. Öğretmen arkasını masasına döndürüp bize baktı. Bugün sizinle şiir okuyalım. Sizin daha önce de şiir okuduğunuzu biliyorum. Bilmediğim, hangi şairirn hangi şiirlerini okuduğunuzdur. Bir süre bunları konuşalım. İçlerinde iyi bildiklerinizi tekrarlamamış oluruz !” dedi. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Sami parmak kaldırı kaldırmaz öğretmen gülümsedi: “Şairleri mi söyleyeceksin yoksa şiir mi okuyacaksın!” dedi. Sami: “Önce şairleri saymak istiyorum!” deyip durdu. Öğretmen başıyla işaret edince Sami: “Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Enis Behiç Koryürek!” deyip durdu. İsmet, fısıltıya yakın bir uyarıyla: “Rıza Tevfik!” dedi. Sami karşı durdu: “Ondan parça okumadık, öğretmen kendisi bize okumuştu!” dedi. Öğretmen bize doğru dönünce parmak kaldırdım. Öğretmen şair mi söyleyeceksin? diye sordu. Celal Sahir Erozan, Kemalettin Kamu, Necmettin Halil Onan, İbrahim Alaattin Gövsa, Orhan Seyfi Orhon!” adlarını söyledim. Öğretmen Sami’ye bakıp gülümsedi. Sami: “Unutmuşum öğretmenim!” deyip sustu. Bu kez öğretmen bana döndü, Kemalettin Kamu’dan neler okuduğumuzu sordu. İzmir Yollarında, Gurbet, Akdeniz’den Geçerken şiirlerini okuduğumuzu, İzmir Yollarını da ezberlediğimizi, söyledim. Öğretmen oturmamı işaret edip getirdiği kitaplardan birini alıp bir şiir okudu. Daha önce duyup duymadığımızı sordu. Anımsayamadık. Bir tane daha okudu, onu da anımsayan olmadı. Bir üçüncüye başlarken daha m Sami Akıncı, Mehmet Başaran, ben parmak kaldırdık: “Faruk Nafiz Çamlıbel!” Öğretmen gene bana sordu: “Bu şiiri okudun mu? ”Okuduğumu, ayrıca ezberlemeye kalkıştığımı, aylarca tekrarladığımı ancak Hasanoğlan’a gidince bıraktığımı, anlattım. Kaç dize olduğunu sordu, 140 dize olduğunu söyleyince öğretmen güldü, bir ezber şiir okumamı istedi. İzmir yollarında’yı okudum. Öğretmen bu kez şiir yazmayı deneyip denemediğimi sordu. Yazdığımı söyleyince arkadaşlarda bir kaynaşma oldu. İsmet yardımıma koştu: “Arkadaşın şair dedesi var!” deyince öğretmen bu kez kahkaha ile güldü. “Kim bu şair dede? ”diye ilgiyle sordu. Vahit Lütfi Salcı’nın aile dostu, eşinin akrabası olduğumuzu, anlattım. Öğretmen bunu gene konuşacağız deyip bu kez önce ayırdığı ince kitabı alıp gösterdi. Akın piyesi, bunu arkadaşlarınızın bir bölümü biliyor. Ancak ben tümünüzün öğrenmesini istiyorum. Rol alan arkadaşlarınız kitabı alıp rollerinin sözlerini yazacak. Bu arada sizlerin de ilgilenmenizi istiyorum. Okullarınızda yapacağınız temsiller için buradan alacağınız deneyimler işinizi kolaylaştıracaktır. Temsil salt rol alan arkadaşlarınız değil hepinizinmiş gibi düşünüp kendinizi kenara çekmeyin! derken ders zili çaldı. Öğretmen gelecek derste devam edecepğimizi söyleyip ayrıldı. Öğretmen çıkarken Talat Ayhan Öğretmen kapıdan baktı. Hepimiz toparlanıp Resim salonuna indik. Daha önce ders olduğu için burası, bizim derslikte daha sıcak geldi bize. Öğretmen daha önce kağıtlar hazırlatmış hepimize birer kağıt dağıttı. Tahtaları kapıdan girince tahta masasından almıştık. Talat Ayhan Öğretmen gene Karla ilgili bir konu verdi. Gördüğünüz bir karlı varlığı düşleyerek bir resim yapacaksınız! dedi. Ağaç, Araba, tek ya da bir grup insan, tepe, ev olabilir. Karla ilgili bir çok anım var; bunların çoğunu hemen sözle anlatacak kadar belleğimde canlı tutuyorum ama resimle anlatacak bir becerim yok. Aklımdan geçenler çoğunlukla biraz işin kurnazlığına kaçar gibi. Örneğin kara batmış bir adam. Oysa düzgün bir insan resmi çizemediğimi biliyorum. Kara batmış birini nasıl çizerim. Hasanoğlan’da yaptığımız bayrak direğini(Biz ona bayrak kulesi diyorduk 18 m. ) düşündüm. İki metre kadarı kar olacak. Çabuk vazgeçtim, çizilince ortalıkta yalnız bayrak direği kalacak. Öğretmen kar koşulunu öne sürdü. Sonunda bir kurnazlık aklıma geldi. Bu benim kurnazlığım değil tilkinin kurnazlığı olacak ama ben de bundan yararlanmış olacağım. Karda gezen bir tilki. Tilkiler karda gezerken gerçekten tilkiliklerini gösterirlermiş. Dört ayaklı olmalarına karşın karda gezerken dört ayak değil iki ayak izi bırakırlarmış. Babam bunu sık sık anlatır, her anlattığında da bir süre güler. Birden benim de güleceğim tuttu ama ben de kendimi tuttum. Kağıdı uzunlasmasına yatırıp önce, bana göre uzaklaşan bir tilki çizdim. Çizdiğim tilkinin hiçbir özelliği yoktu. Arkası bana dönük olduğundan kuyruğunu oldukça palazlattım. Arkasından bir sıra küçük halka sıraladktan sonra bunları tırnaklıymış gibi çiziktirdim. Karlı yerleri düz çizgilerle açıklı koyulu taradım. Öğretmen tüm arkadaşları gezdi. Arkamdan benim yanıma da geldi. Tilki diye yaptığım kedi köpek arası yaratığın tilki olacağını öğretmen kestirmiş olacak, “Bari tilkiyi de biraz tarasan!” dedi. Birden bir sevinç duydum; öğretmen benim garip çizgimin sahiden benim sandığım gibi tilki olabileceğini anlamıştı. Dikkatle taradım. Öğretmenin daha önce örneklediği gibi kağıtların köşelerine numaralarımızı, adlarımızı soyadlarımızı yazıp öğretmenin masası üstüne bıraktık. Dersliğe gidince arkadaşlar konuştular, neler yapmamışlar neler; arabalar devrilmiş, askerler savaş yapmış, İnsanlar yollarda kalmış vb. Benim gibi tilki yapan yok ya tek canlı üzerinde duran da yok. Öğretmen tüm resim kağıtlarımızı alıyor, bu da onlar arasında olacak. Öyleyse tek değerlendirme yapılmayacak! deyip gözlerimi kapıya çevirdim. Ben bakarken Müdür Bey geldi. Gelir gelmez de bana: “Hani sen gelip bana haber verecektin, unuttun mu? ”dedi. Unutmamıştım amaBbiraz ağırdan almak istemiştim. “Özür dilerim unuttum!” dedim. Müdür Bey:
-Olur böyle şeyler, unutmadığın günler sen gene gel bana anımsat! dedi.
Müdür Bey, bizim okula gelmeden önce Trabzon’da görev yaptığını, o nedenle bir süredir böylesi kar görmediğini, ancak daha önce bulunduğu yerlerde özellikle Ankara’da da çok kar yağdığını anlattı. Bekir Temuçin söze karıştı, “Ankara karını biz de biliyoruz!” Müdür Bey önce:
- Siz nereden biliyorsunuz? ”dedi. Der demez de, anımsamış olacak:
- A, evet siz de bir süre Ankaralı olmuştunuz!” dedi. Sözü hemen geçen dersteki konuya getirdi “Kar, tarımda çalışanlar için yararlıdır. Ürün veren toprak tabakasını hem sular hem de sert soğuklardan korur. Bu bakımdan fazla yakınmak istemeyiz ama tarım dışında kalanlar için oldukça zararlar vermektedir. Yolların kapanması, bir çok ticaret işini aksatır. Bir yerden bir yere yiyecek taşıyan kurumların işi aksar. Müteahhitler sözleştiği kurumlara vereceklerini zamanında veremezler!” deyip İdris Destan’ın önünde duran Müdür Bey, İdris’e, “Bu senin için önemli olmayabilir ama, düşün ki bir askeri birliğin yiyecek işi aksadı, atların yemi kesildi, erlerin tayınları eksildi. Bundan sorumlu insanlar buna seninle benim gibi kayıtsız kalabilir mi? ”İdris Destan, ürkek ürkek, kısık bir sesle: “Kalamaz!” dedi. Müdür Bey öbür tarafa bakarak: “Ya, işte böyle, bizim işlerde de aksamalar oluyor. Atölyeleri durdurduk. Sanat yerine, tarım yerine boyuna kar kürüyorsunuz. Bu sizin düzenli çalışma alışkanlığınızı da bozuyor. Derslere başlamadan önce yaptığınız çalışmaları düşünün, arı gibi çalışıp işleri sürdürüyordunuz. Dün yarım bıraktığınız işi ertesi gün kaldığınız yerden ele alıp sürdürüyordunuz. Oysa şimdi böyle bir kaygınız yok. Yok ama okulun bir çok işi de geriye kalıyor. İşte bu örnekteki kar yerine başka engelleri de koyabiliriz. Örneğin savaş. Savaşa girmekle girmemek arasında insanların canlı kalması dışında fazla bir fark yok. Yollar tıkalı, halkın çalışan kesimi askere alınmış. Barış zamanına göre on kat, yirmi kat artan asker, beslenmek istiyor. Siz okula başladığınızda savaş yoktu. O zaman yemekleriniz, söylediğiniz gibi çok güzel çıkıyordu. Gelin o günleri birlikte anımsayalım. Henüz savaş başlamamıştı. Sık sık sözü ediliyordu ama toplar atılmıyordu. 1939 yılı savaşı başlattı. Bir yıl sonra Avrupa’da kaç bağımsız devlet kaldı, hiç saydınız mı? O bağımsızlığını yitiren devletlerle biz ticaret yapıyorduk. Onlar fazla ürünlerine bize, biz de onlara verirdik. Onlarla alışverişimiz kesildi. Devletimiz, savaşın daha uzayacağını düşünerek geleceğe yönelik hazırlıklar yaptı. İşte bu nedenlerle 1938 yılında yediğiniz baklavaları, börekleri sonraki yıllarda azalarak yediniz. Bu azalma 4. yılda bazı yiyecekler için eksilme oldu. Ben size bir başka örnek verip bu konuyu kapatacağım. Yanlış düşünüyorsunuz demeyeceğim eksik düşündüğünüzü gördüğüm için böyle konuşuyorum. Sizinle aramızda yuvarlak olarak 20 yaş vardır. Sizin en erken doğanınızın doğduğu yıl ben sizin kadardım. Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyet kuruldu ama nasıl kuruldu? Bunu okudunuz. 1899 yılında başlayan Dömeke savaşı bitince yaralarımızı saralım derken Bulgaristan elimizden çıktı. yüzbinlerce göçmen, yıllarca bir yerlere yerleşip yiyeceğini kazanmaya başlarken 1911 Trablusgarp, o bitmeden 1912 Balkan Savaşı çıktı. Bu kez de tüm Trakya halkı yerinden oldu. İki yıl süren bu acıklı süreç, 1914 yılında 1. Dünya Savaşıyla daha kanlı bir duruma dönüştü. Bir milyona yakın gencin savaş meydanlarında ölmesinden başka koca imparatorluğun 4/5 elimizden çıktı. Kalana da göz dikilince Kurtuluş Savaşını başlattık. Yıl oldu 1923. Benim, benim yaşımda olanların neler çektiğini acaba düşünebiliyor musunuz? İsterseniz bana sorun, 15 yaşımdayken o yemeği değil bunu ya da şunu istiyorum diye bir düşüncem olmuş mudur? Bunu düşünmeyi bile aklımdan geçirmediği söyleyebilirim. Düşünmeye kalksaydım bile yine kendim kendime yanıt verecektim:
- Düşünsen ne olacak? Ne korkunç bir yanıt olurdu bu? İşte bundan korktuğum için düşünemedim. O günler hakkında yazılmış kitaplar vardır, umarım okuyorsunuzdur; daha da okuyacaksınız. Özet olarak söyleyeceğim şudur. Sizler bize göre çok şanslısınız, belki babalarınız, ağabeyleriniz uzun süre asker oldu ama, yaşadıklarını biliyorsunuz. Hatta, onların yakında evlerine döneceklerinden de kuşkunuz yoktur. Bizim kuşakla olan bu farkınız bile büyük bir şanstır. Bizimkiler gittiğinde, geri gelme umudu yok gibiydi. Zaten askere alınırken bile söylenen şarkı, inanın ki tek şarkıydı tüm yurtta söylen, bunu belirtiyordu:
- Al-yeşil bayrağı gelin mi sandın-Askere gideni gelir mi sandın? . Bu şarkı hem söylenir hem de bandolarla sık sık duyururlardı. Benim bugün bu konuyu neden açtığımı anlayacağınızı umarım. Okul yöneticisi olarak sizin isteklerinize bigane olmamız söz konusu olamaz. Sizin yaşadıklarınızı biz de yaşadık. İstedim ki siz de benim, benim gibi öteki arkadaşların bir zamanlar neler çektiğini bilmelisiniz. Tarih dersinde okuduğunuz ardarda yapılarak Osmanlı İmparatorluğunu sayılan uzun savaş süresince yokluklar içinde kıvranan insanlar arasında bizler vardık!
Müdür Bey gülümseyerek yüzlerimize baktı. “Ya çocuklar, karla başladık, çıkıp kar topu oynamadık da geçmiş günlerin acılarını andık. Dileyelim, bu savaş bizim yurdumuza uğramadan uzaklaşsın. Bir süre daha sabredelim. Sizler ayrılacaksınız ama okulumuz gelecek yıllarda kendi gereksinimlerini kendi çıkaracak. O zaman bu tür konuşmalara gerek kalmayacak. Sizler de gideceğiniz okullarınızda benzer çalışmaları yaparak yiyecek gereksinimlerinizi sağlayacaksınız. . Bu konuda da bir gün konuşacağımızı umuyorum!” deyip Müdür Bey ayrılırken ders zili çaldı. Müdür Bey geri dönüp gene bana:
- Sakın beni unutma! dedi.
Arkadaşlar bir süre bakıştılar, “Müdür Bey neden bu konuşmayı yaptı? Benzer sözler söylendi, “Geçen derste yemeklerden yakınmalar olmuştu. İlk yıllarda yemekler güzeldi, sonra sonra hem türce hem de içerik olarak azaldı!” gibi sözler söylenmişti. Onları düşünmüş, bizi uyardı.
Yemek zili çaldı. Yemekte yemek mi yedik yoksa Müdür Beyin konuşmasını mı dinledik? Tekrar tekrar aynı sözler söylendi. Tekrarlandıkça da gerçeğinden uzaklaştı.
Yemekten sonra Hikmet Özmen Öğretmen geldi. Önce o da kar üstüne konuştu. Karın toprak için yararlı taraflarını sıraladı. Özellikle, ormanlara, ağaçlara olan yararını şimdiye dek hiç düşünmemiştim. Hemen söylenenleri not ettim. Öğretmen, not ettiğimi görünce geldi, bana: -Şimdi beni dinle bu söylediklerim yazılısı var, vereyim oradan yaz, anlattıklarımda eksik olabilir! dedi. Öyle deyince arkama yaslanıp dinledim. Konuşması bitince sorular sordu, kimi arkadaşlara takıldı. Mehmet Yücel’le İsmet, dersle doğrudan ilgili olmayan bir konuyu açtı; at etinin yenilip yenilemeyeceğini sordu. Arkasından Mehmet Yücel de yenecek mantarların nasıl ayrılacağını sordu. Hikmet Öğretmen her iki soruyu da ilginç bulduğunu söyledi. At etinin bir çok toplumlarda yendiğini, ancak at etinin korunması konusunda zorluklar olduğunu bu nedenle sıcak bölgelerde yaşayanların at etini yemediğini, belki de bu nedenle bizim dinimizin de at etinin makbul saymadığını anlattı. Öğretmen: “ Atın eti gibi sütünü de biz içmiyoruz ama atalarımız içermiş. At sütünden içki bile yapmışlar. Günümüzde de Asya’da yaşayan soydaşlarımız bu geleneği sürdürüyorlar!” dedi. Mantar için ise öğretmen: “Tehlikeli bir yiyecektir, şekli gibi cinsi için de fazla bir söz söylenemez. Her toprağın gübre durumuna göre mantar çıkar. Çıkan mantarların da hemen hemen 8/10’u zehirlidir. En iyisi bunu bulunduğunuz çevrede öğreneceksiniz. Her çevrenin deneyimli insanları vardır, bunların uyarıları etkili olmaktadır. Ayrıca bölgelerin Tarım Uzmanları sorumlu oldukları bölgelerde bu tür çalışmaları raporlarla bildirirler, bunlardan yararlanabilirsiniz!” dedikten sonra Mehmet Yücel’e mantar sevip sevmediğini sordu. Özellikle Mehmet Yücel’in boyuna göre kilosuzluğunun nedenleri üzerinde durdu. Sonunda da kendisinin de boyuna göre kilo alamadığını, oysa yemek seçmediğini, herkesin yediğini yemesine karşın kilosunun artmadığını anlattı. Buna karşın kendi bedeninden bir yakınması olmadığını, özellikle de:
- Sıcaklarda kilolular gibi oflayıp puflamıyorum. Benim gibi bedensel çalışanlar için bu iyi bir durum! dedi.
Öğretmen gidince tartışma başladı, “Hikmet Öğretmen şişmanlığa karşı, şişman olanlar bunu bilsin!” sözlerine yanıtlar geldi:
-Kendisi kuru, kuruluğu övüyor. Şişman olsaydı o zaman da onu övecekti! Hikmet Öğretmen geri geldi, masaya oturup, dergiler açtı. Bu arada fısıltılar oldu. Öğretmen, “Yanında okuyacak kitabı olmayanlara dergi verebilirim. Bu saat sessiz çalışmamızı sürdürelim!” dedi. Gerçekte herkesin kitabı vardı ama açmak istemiyorlardı. Bu kez kitaplar açıldı, zil çalana dek çıt çıkmadan çalışıldı.
Öğretmen çıkınca gene Kılkuyruk söylencesi başladı. Hikmet Öğretmenin bu sözü sık sık söylediği anıldı. Bu kez de kimlere söylediği saptanmaya çalışıldı. Söylediği çocukların çoğunun zayıf bedenli olduğu ortaya çıkınca bu kez değişik yorumlar yapıldı. Öğretmen zayıf bedenlilere böyle dediğine göre kendisi zayıflıktan memnun olamaz!
Nöbetçi öğrenci beni Asım Öğretmenin çağırdığını söyledi. Bu çağrıyı bekliyordum, koşarak gittim. Öğretmen gülerek: “Gel bakalım arkadaş, piyano çalışmayı iyice serdik!” deyip oturdu. Metodu en baştan açtı, önce bana 10 numaraya dek tek çaldırdı. Arkasından birlikte çaldık. Bu kez bana Lehrer bölümlerini çaldırdı. Gülerek bir “Aferin!” çekti. ZArdından da 20. parçaya dek birlikte çaldık. Kendisi Diabelli Sonatı açıp çaldı. Oldukça uzun ama çok güzel bir parça. Sonat. Sonat, sözsüz, uzun keman ya da piyano kimi kez de her ikisi için bestelenmiş parçalarmış. Başka çalgılar için de yazılanı varmış ama daha çok sonatlar piyano, keman ya da kemen-piyano için bestelenmiş. Öğretmen gülerek, “Konuştuklarımızı öğrenmek istiyorsan bunları yaz. Ne kadar zeki olursan ol, kendini ne denli akıllı sayarsan say, gene unutursun. Unutulan bilginin sana hiç bir faydası olmaz!” dedi. . Bunların hepsini yazdığımı söyledim. Öğretmen:
- Bundan sonra gene sürekli çalışacağız, sen beni sık sık ara! dedi.
Dersliğe gidince bir süre öğretmenin çaldığı sonat kulaklarımdan gitmedi. Aynı seslermiş gibi geliyor ama hiç de aynı ses değil, parmakların değişmesi sesleri su gibi sıralıyor. Bestecinin adı Diabelli, Diyabelli olarak okunurmuş. Hiç duymadığım yeni bir besteci. Mozart-Beethoven-Bach-Schubert-Brahms-Toselli-Diabelli bir de İstiklal Marşı bestecisi Zeki Üngör. Elimdeki parçaların da bestecileri var ama onların o denli ünlü olacağını sanmıyoum.
Derslikte konu yarınki Askerlik Dersi. Sorular hazırlanıyor; Savaşı kim kazanacak? Bu sorunun yanıtı kısa olurmuş. Öyle soru sorulmalıymış ki, 2 ders sürsünmüş! Hepimiz güldük. O zaman da iki saat susup dinlemek zorunda kalacağız! Mehmet Aygün, “Esnemekten yoruluyorum!” dedi. Bekir Temuçin, “Sen de Emrullah gibi gözlerin açık uyu, uyuduğun belli olmaz!” Emrullah her zamanki gibi gene küfretti. Bu kez Emrullah’a karşı olanlar çoğaldı: “Başka arkadaşlara şaka söylenince gülmeye katılıyorsun, nitekim az önce Mehmet arkadaşın sözüne güldün, sana söylenince neden kızıyorsun? ”Emrullah sustu. Askerlik dersi için soru hazırlığı giderek ciddileşti: “Eski de olsa bir gazete bulup savaşlar için soru soralım!” Gazeteyi nereden bulalım? ”Yeni bir karar verildi:
-En geç haftanın Perşembe günü sınıfça bir gazete alınacak! Gazeteyi kim alacak? Sonunda bu görev bana verildi. Bundandan böyle arkadaşlar için bir gazete alacağım. En geç Perşembe denmesine karşın, pazartesi, Salı, Çarşamba günleri de olabilecek. Bu kez genel sorular sorulacak:
-Roosvelt, Churchill, Hitler, Mussolini, Stalin, Rommel, von Paulus, Montgomery! Bunlar gerçekten büyük adamlar mıdır? Japonya üstüne hiç bilgimiz yok. Duyduğumuza göre Japonya, yıllarca Çin’le savaşmış, nasıl oluyor da şimdi A. B. Devletleriyle savaş ediyor, o denli güçlü mü? ”Bu soruları sorabilirsek yanıtları haftaya bile kalır! deyip sevindik.
Halil Basutçu-Sami Akıncı-Mehmet Başaran başbaşa vermiş bir şeyler konuştuklarını gördüm. İçimden:
- Olsa olsa oynanacak piyersle ilgilidir! dedim. Az sonra ayrıldılar. Halil kitabı kaldırarak okumaya başladı. Üstündeki çizgili resimlerden tanıdım, Akın-Faruk Nafiz yazılı, ayrıca ok çizilmiş. At başları var. Elimde değil, üzüldüm. Ben neden katılamadım? O gün okulda olmayışım bir suç değil. O günden bu güne dek hiçbir çalışma yapılmadı. Çalışma bir yana arkadaşlar söyleyecekleri sözleri bile yazmadılar. En çok sözü olacak olan Halil bile kitabı ilk kez bugün eline alıyor. Sık sık kendime:
- Olsun, sen de temsilin müziklerinde olacaksın! diyorum ama içimdeki istek azalmıyor. Az sonra Halil geldi:
- Sen bu kitap için bir yerlede bilgi veriliyor! demiştin, hangi kitaptı? ”diye sordu. İsmail Habip’in Edebi Yeniliğimiz’i çıkarıp sayfaları açtım. Arkadaş kitabı almak istedi. İstediği kadar kalabileceğini söyleyerek kitabı verdim. Bu kez de o:
- Ben yarın yazmaya başlayacağım, istersen al sen de buna bak. Yazmam uzun sürebilir, oldukça çok sözüm var! dedi. Kitabı aldım. İnce bir kitap. AKIN, 62 sayfa Faruk Nafiz-Destan 3 perde-1932 On yıl önce basıldığına göre ya o yıl ya da önceleri yazılmış. . 11 insan konuşuyor. Bir de başlangıçta konuşan öğrenci var. O görünmeden konuşacak. Üç okla yay içinde bir de Atatürk resmi var. Hemen okumaya başladım. Olayı az çok bildiğim için rahat okudum. Yemek zili çalınca bırakıp arkadaşlara katıldım. İçimde bir rahatlama oldu. Herkesten daha neşeli oluşum arkadaşların gözünden kaçmadı. Onlar yorumlar yaptılar. Yorumların bir bölümü hoşuma gitmedi ama tepki göstermedim, Arkadaşlar buna da şaştılar. Sonunda Hilmi:
- Bizden saklıyor ama ben biliyorum, sevgilisinden iyi haber aldı! dedi. Burada mı, köyde mi, Lüleburgaz’da mı? soruları Hasanoğlan’a, Hasanoğlan’a ilk gittiğimze bize yemek yapan kadınlara dek uzadı. Hep güldüm. Bir ara kendim de şaştım, “Neden sevinçliyim? ”
Dersliğe dönünce kitaba gene baştan başladım. Okudukça olayı daha iyi kavradım. Bir şeyi daha öğrenmiş oldum. Piyes neredeyse bir kişinin, İstemi Han’ın üstünde. Tuttum bu kez dizeleri saydım. yuvarlak olarak 800 dize. Bunun 462 dizesi İstemi Han’ın öteki 338 dize de kalan on kişinin. . İstemi Han rolü verilseydi başarılı olur muydum? 140 dizeli Han Duvarları şiirini ezberlemekte çektiğim sıkıntıyı anımsayınca bunun çok zor olacağını anladım. Gösteriş yapmaya çalışırken başarısız duruma düşmenin vereceği sıkıntıyı düşünüp kesinlikle İstemi Han rolünü aklımdan çıkardım. O çıktıktan sonra onun yanında öteki rollerin hiçbir önemi olmadığını kestirdim. Demir her ne kadar sonunda Suna ile evlendiriliyorsa da, bu kısa bir konuşmayla kesiliyor. İki sevgili yanyana kalıp doğru dürüst bir iki söz bile etmiyorlar. Üstelik ben bu rolü kesinlikle istemem. Bunu sonunda benim istemediğim bir sonuçla karşılaşabilirim. Bu da benim için beklediğim bir sonuç olmaz. Bu nedenlerle ben kendimi, Akın piyersinin dışında bırakmaya kesinlikle karar verdim. Arkadaşlar, yat zili çalana dek yarınki Askerlik Dersini sayıklarken ben, bir süredir beni sıkan bir olayı başımdan attım.
Yatınca da aynı duygular içinde bir süre hesap-kitap yaptım. Sonuç olarak içim rahat olarak uyudum.
25 Aralık 1942 Cuma
Binbaşı mı, Üsteğmen mi? Dışarı çıkmış olanlar geldi: “Hiç birisi, öyle kar yağıyor ki bugün ekmek bile gelemez!” İnanmıyorum!” sesleri yükseldi. Askerlik dersi birden unutuldu, gene mi kar kürüme? Soruları başladı. Dersliğe giderken gözlerimizi açamadık. Dersliğin pencere dış boşlukları kar dolmuş, açıp temizleyelim! Bir bağırış koptu: “Temizlemeyelim böyle daha sıcak olur!” Uzun bağırışlardan sonra temizlenmemesine karar verildi: “Az sonra soba yanınca içerdeki sıcaklık karları eritir!” Kar altında kahvaltıya gittik. Bulgur çorbası. Hilmi Altınsoy sordu: “Bu bulgur çorbası da nereden çıktı? ”Yusuf Asıl eski bir tartışmayı anımsatmak istedi: “Kendi ektiklerimizi yiyoruz!” Hilmi gene boş bulundu: “Ne yanı biz bulgurdan başka bir şey ekmedik mi? ”Zaten bu bekleniyordu, hepimiz güldük. Bu kez Hilmi: “Aklınızca, beni faka bastırdınız sanıyorsunuz, bulgurun buğdaydan yapıldığını ben de sizin kadar biliyorum!” Bu kez de çorba olarak bulgur mu? mercimek mi? sorusu ortaya atıldı. Ben mercimek tarafını tuttum. Buna da Salih Baydemir karşı oldu. Bu kez Salih’le ben çatıştık. Ben mercimeği şaka olsun diye söylemiştim ama geri dönemedim. Gıda olarak bulgurun verdiğini ekmeklerden alıyoruz. Oysa mercimek ayrı bir ürün, nohut, fasulye gibi ana yiyecekler arasında yeri var!” dedim. Özellikle de etli mercimek yemeklerini köyde çok yediğimi söyledim.
Eğitimbaşı geldi, tüm sınıfların dersliklerde öğretmenleri bekleyeceğini, öğretmen gelmeyen sınıfların da öğretmen varmış gibi sessizce derslerine çalışacaklarını, dışarıya çıkmalarda ders zillerine uyulacağını söyledi. Dersliğe kar içinde döndük. Bu kez kar lapa lapa hem de gök yüzünde dönerek yağmaya başladı. Kar taneleri neredeyse yaprak gibi savruluyordu. Arkadaşlardan bazıları, bir alttaki pencerelerden asker aracı beklediler. Bekleyenlerden biri de İsmet’ti. İsmet dersliğe dönünce Mehmet Yücel takıldı: “İsmet, sen sanırım at etinin yenip yenmeyeceğini Binbaşı’ya da soracaksın? ”deyince İsmet: “Nasıl da bildin? yendiğini öğrenirsem sana bir at alıp sucuk yaptıracağım. Böylece biraz şişmanlar, bedenin gibi aklın da sağlığına kavuşur!” Bizim dersliktern okul zili pek rahat duyulmuyor, biraz da gürültü olunca hiç duyulmuyor da denilebir. Eğitimbaşı geldi, acımcı bir gülümsemeyle:
-Sizin kapıya bir zil daha taktırsak mı? diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca bu kez isterseniz sizi aşağı dersliklerinden birene alalım!” deyince ise birkaç kişi birden, “Almayın efendim, biz yerimize yeni alıştık!” dedi. Eğitimbaşı bu kez: “Yerinize alıştığınızı söylüyorsunuz ama alıştık dediğiniz yerinizde zillere alışamadığınız anlaşılıyor!” Bekir Temuçin yüksek sesle, “Ona da alışacağız öğretmenim, bu kez hoş görün!” dedi. Eğitimbaşı bu kez Bekir’e, “Sana inanıyorum ama arkadaşların sana katılıyor mu? Bunu merak ediyorum!” dedi. Bekir Temuçin; “Katılır derken bir çok arkadaş da, “Katılıyoruz!” yanıtını verdi. Eğitimbaşı elleri bileklerinden sarılı gibi, kolları göbeğinin üstünde bir süre derslikte dolaştı. Abdullah Erçetin’in önünde durdu, “Nasıl şiir yazmayı sürdürüyor musun? bir şiir de bu kar için yazacaksın herhalde!” deyince Abdullah Erçetin düzeltme yaptı, “Şiir Yazan arkadaşımız bu!” diye Mehmet Başaran’ı gösterdi. Eğitimbaşı, “Öyle miiiiii? Ben karıştım öyleyse, Başaran’dı evet; aynı sözü sana söylemiş olayım, bu kar işin şiir yazılır; şairler bunu hep yapmıştır!” dedi. Mehmet Başaran ayağa kalmıştı, bir süre boynu bükük öyle durdu. Eğitimbaşı nedense oturmasını söylemedi, arkasını dönüp çıktı. Sefer Tunca arka sıralardan bağırdı:
-şair oğlum otursana, bacaklarına yazık değil mi? ”Arkadaşlar az önce oldukça sıkılmıştı, birden rahatlamış gibi güldüler. Konu hemen derslik değiştirmeye atladı, “Aşağı derslikten amaç hangisiydi? bunu sorsaydık!” En alt kattaki bizim ilk yıl yatakhane olarak kullandığımız karanlık yer mi, buraya gelmeden önce oturduğumuz kat mı? Geldiğimiz katsa neden gitmeyelim? görüşleri tartışıldı. 2. Derste Asım Öğretmen geldi. Asım Öğretmene rahat soru soranlar genellikle şakacı arkadaşlarımız. Mehmet Yücel’le İsmet başta geliyor. Ancak onların sorular kesinlikle müzik üstüne değil, genellikle spor üstüne. Güreş, voleybol, yüzme, koşma. Gene ilk soruyu Mehmet Yücel sordu. Sporu çok seviyorsunuz öyleyse neden meslek olarak müzik öğretmenliğini seçtiniz? Asım Öğretmen bir süre Mehmet Yücel’e baktı:
-Sen de sporu seviyor musun? diye sordu. Mehmet sevdiğini söyleyince Asım Öğretmen güldü:
-Sen daha bir meslek sahibi bile olmadan sporu sevdiğine göre bana bu soruyu sormamalıydın! dedi. Sonra da sporun aklıbaşında olan tüm insanların yapması gereken bir etkinlik olduğunu, sporu meslek olarak seçmenin ise böylesi istekten öte o konuda daha üstün beceri kazanması gerektiğini anlattı, “Ben bu yaptıklarımın başkalarına öğretecek düzeyde olmadığını, bundan fazlasını ise ben yapamayacağımı anladığım için bu kez bildiğimin daha fazlasını yapacağıma inandığım müziği seçtim. Yoksa siz benim düşündüklerimi düşünmüyor musunuz? ”diye sordu. Fettah söze karıştı: “Yok öğretmenim biz öyle incelikleri düşün müyoruz. Biz sizin gibi daha başlangıçta okuyup bir şeyler olmak için hazırlanmadık. Bize gelin dediler geldik. deyince Asım Öğretmen gülerek:
-Şimdi de “Gidin !” diyecekler, gideceksiniz!” Asım Öğretmen sözünü bitirmeden Fettah: “Evet aynen öyle öğretmenim!” dedi. Asım Öğretmen: “Ben sizin işinize, düşüncelerinize karışmam, onu siz düşüneceksiniz. Onu düşünürken bir başka şeyi de düşünmeniz gerekecek. Herkes sizin gibi geleceğini rastlantılara bırakmaz, kendi geleceğini en iyi şekilde düzenlemek ister. Bu iş de zamanında yapılırsa iyi sonuç verir; “Bayram geçtikten sonra, yağı başına çal!” derler. Siz geleceğinizi geleceğe bırakırsanız, gelecek sizi iyi karşılamayacaktır. O zaman da bu sözü hem söyleyecek hem de başkalarından sık sık duyacaksınız:
- Bayram geçince yağı başına çal!
Sözü başlatan Mehmet Yücel’in suskun oturuşunu gören öğretmen bu kez ona takıldı:
- Sen hangi sporu seviyorsun, hangisini sürdürmek istiyorsun? dedi. Mehmet Yücel’den önce arkadaşlar, “Voleybol!” dediler. Asım Öğretmen güldü. Hepimize dönerek: -Robenson romanını okudunuz mu? diye sordu: “Okuduk!” yanıtı verilince öğretmen: -Öyleyse, Robenson’un voleybol oynamadığını, daha doğrusu oynayamadığını bilirsiniz. Çünkü voleybol bir takım oyunudur. Takım da oyunculardan kurulur. Ben de köylü çocuğu sayılırım, arkadaşlar, köylerde voleybol oynamak olası değil. Bu nedenle sizler sporun bireysel olanlarını seçmek zorundasınız. Bireysel sporlar da alışkanlık ister. Alışkanlıkları buralarda almaya çalışın!” İsmet hemen at baktığını at sporu yapacağını söyledi. Asım Öğretmen önce inanmamış gibi baktı:
- Dediğini gerçekten yaparsan, geçmişinde de biraz buna yatkınlığın olmuşsa benim yapmak istememe karşın yapamadığım bir sporu yapmış olursun! dediAt sporunu niçin yapamadığını, at bakmanın ayrı bir özveri olduğunu ailelerde bunu çocuklardan çok büyüklerin sağlaması gerektiğini, bu yapılmadığı zaman çocuklarda bir heves olarak kaldığını anlattı. Arkadaşlar İsmet’in ailesinin atlarla ilgisini anlattılar. Asım Öğretmen işte bir örnek, dedi. Sonra da bireysel sporların atla sınırlı olmadığını, yürüme, yüzme, koşma, bisiklet sürmekten bahçe işlerinde çalışmaya dek tüm etkinlikleri spor olarak yapılabileceğini anlattı. Gene Mehmet Yücel’e dönerek, boyuna göre kilosunun az oluşunun spora bağladı. Hiç gecikmede hemen düzenli yürümesini önerdi. Arkadaşlar güldüler, “Öğretmenim karda saplanıp kalır, bari kardan sonra yürüsün!” dediler. Mehmet Yücel öğretmene teşekkür etti ama gene konuşmalara katılmadı. Öğretmen bu kez bana takıldı. Yürümeyi sevdiğimi, bir gece durmadan 40 km. yürüdüğümü anlattım. Öğretmen kuşkuyla dinledi, arkadaşlara sordu. En iyi bilen yeğenim İsmet, kalkıp olayı olduğu gibi anlattı. Bu kez de Kadir Pekgöz, birlikte yaptığımız yolculukları, onlara ek olarak benim onların köyüne hergün ilkokula-geliş gidişimi anlattı. Öğretmen benim için güzel sözler söyledi:
- İbrahim, tuttuğunu koparan derler, bir söz vardır, bence onlardan biri olacak. Sizleri onun kadar tanımadığım için bir şey diyemem ama onu tanıdım. Benim, öğretmenlerimin gözünün içine bakarak öğrenmeye çalıştığım akordiyonu o kendi kendine öğrenmiş. Bu başarıyı çok az insan kazanabilmiştir. Hiç bir şey yapmasa bile akordiyon çalışı onu öğretmenlikte başarıya götürecektir. Ama hiç sanmıyorum İbrahim, işi burada bırakmayacaktır, bırakırsa yazık olur. Olaya onun gibi bakmayanlara öneririm; arkadaşınızı lütfen yakından tanıyın!” Ali Önol, Abdullah Erçetin’le , İdris Destan’ın da manolin çaldığını söyledi. Öğretmen, “Biliyorum, biliyorum da sen benim söylediklerimi anlamadın, bu belli oluyor. Sen ne yapıyorsun onu söyle? İdris Destan ya da Abdullah Erçetin kadar mandolin çalmayı İbrahim için çalma olarak söylemek gereksiz. O, ben öğretmenken çalabildiğim akordiyon düzeyine çıkmış. Ben bunu anlatmaya çalıştım. Yoksa mandolini her eline alan bir iki tımbırtıdan sonra bir iki şarkı çalabilir. Ama önemli olan bunu sürekli çalışarak nota okuyacak düzeye çıkarmaktır. Bu da yetmez, gün günden ilerletip yeni şarkıları notadan çıkarıp müzik dağarını genişletmektir. İbrahim’in önüne hangi notayı koysan çalar. Benim dememle yetinme, bul bir nota, ver İbrahim’e sonucu kendin öğren!” Bu kez arkadaşlara dönerek: “İsterseniz hep birlikte bir deneme yapalım. Hiç bir yerde olmayan, benim bestelediğim bir notayı bir derste getirip önüne koyalım. Siz de bakın, isterseniz mandolinle de deneyin!” Arkadaşlar için ilginç geldi, hep birlikte öğretmenden istediler. Asım Öğretmen söz verdi.
Öğretmen ayrılınca kimi arkadaşlar benim kendimi öğretmene sevdirdiğimi söylerken kimisi de korkuttuğumu öne sürdü. İki görüşü de önemsemedim. Öğretmenin: “İbrahim, bu ili burada bırakmamalı!” sözünü gene gene düşündüm. Ahmet Gürsel Öğretmen de geçen yıl bana: “Matematiği bırakmamalısın, bu senin için güzel bir uğraştır. Yaşamının yolunu bununla açabilirsin!” demişti. Ancak öğretmen gidince o yol kendiliğinden kapandı. Giderek saatleri azaltılan ders şimdilerde tümden boş geçmektedir. Asım Öğretmen müzik çalışmasını mı bırakmamamı söyledi yoksa yüksek okullara gitme şansımı kullanmamı mı önerdi? Bu da tam anlayamadım. İkisi de aynı kapıya çıkıyor ama gene de ayrıldığı bir taraf var. Sonuç olarak bana, çalışmamı önerdi, çalışırsam başaracağıma inandığını belirtmesi de büyük bir onur, benim için.
Asım Öğretmenden sonra bir süre onun takılmalarıyla ilgili sözler söylendi. Ali Önol’a takılanlar oldu, “Senden ne haber Baba Ali!” demediğine şükret, adam sözünü hiç çekinmeden söylüyor. Sana Baba Ali dendiğini bilseydi, kesinlikle söylerdi!” sözüne Fettah Biricik karşı çıktı. Bu kez de ona takılan oldu: “Sana ne dendiğini bilse ne yapardı? ”sorusu tartışmayı büyüttü.
Yemek zili çalınca ilk söz: “Ekmek gelmiş, yol açılmış!” oldu. Gerçekten ekmekler gelmiş, yol açılmış, asfalttan kamyonlar geçiyormuş. Kamyonlar geçince yolun açıldığı anlaşılıyor. Yemekte yeni bir yakınma: “Kar dindiğine göre, yemekten sonra küreklli kar topu oyunu oynanacak. Derğişik varsayımlar ortaya atarak yemeklerimizi yeyip dersliğe döndük. Çok sessiz kimin geleceğini beklerken birinci dersten çıkış zili çaldı. Mustafa Saatçı elini şıklatarak susulmasını istedi: “Sessiz durursak içerde öğretmen olduğu sanılıp girilmezmiş. Lütfen susalım!” Gerçekten gelen giden olmadı. Sonraki derslerde sessizlik bozulduysa da gelen olmadı. Böylece bir öğleden sonrayı kendi kendimizi susturarak geçirdik. Arasıra gülüşlere katıldımsa da aklıma geldi, piyeste Suna’nın sözlerini önce okudum, sonra da yazdım. Rolünde söyleyeceği sözleri arasıra söylersem onunla konuşma olanağı bulurum, diye düşündüm. Tamı tamına olmasa bile ara sıra değinmem sanırım rahatsız edici olmaz. İstemi Han’dan da birkaç söz alıp, sanki piyesin tümünü biliyormuşum gibi bir sanı uyandırırsam, özel bir amaç kimse çıkarmaz. Suna’nın söyleyeceklerinden bir bölüm:
Azabın, biliyorum, ölümden daha derin,Baba, isyan etmesin gökyüzüne kederin!……………………………………….Böyle ömrün azabı ölümden daha az mı?Çirkin yaşamaktansa güzel ölsem olmaz mı?……………………………………………. .Yüzleri gamlı gibi…Hepsine güneş vurmuş.Kıp kızıl bir sevinci yüzünden okuyorum,Baba, sevdiğim halktan ilk defa korkuyorum. Gün yaklaştı yurduna,Gönlümüz yas doludur. .Ağlama, güzel Suna,Bu yol Tanrı yoludur!Can verir her kocayan,Genç ölendir şan alan. Ne güzel söylüyorlar!…………………… Niçin sustular, Baba? Söylesinler, isterim.Başucumda bu sesler ağlarken ölsem derim. .Ne yazık, günahına girdim bu halkın demin,Zehir nefesleri var bu seslerde matemin.Duyulmayan bir acı söylenemez bu türlü…Böyle ölüm ne güzel, olsam da az ömürlü.…………………………………………Ardından ağlayanı olan ölümlülerdenim,Baba, bir tek teselli ümidi budur bende! Bin bereket gelecek bir avuç kanla yurdaHazırım!………………………………………. .Sorma baba, o kadar korkunçtu ki…Bütün halk, anlamadım, nasıl değişti birden?Şimdi ottan yumuşak, sonra sert bir demirden,Sanki bir dağ yürüdü, ne varsa ezdi, sildi…………………………………………. .Taş kesildi.………………………………………….Demir söze başladıO söylerken, sözleri akseder gibi dağdan,Sesler yaratıyordu uzakta bir sadadan.Söyledi, söyledikçe o bütün olanları,……………………………………Baba, üç altın okla asılmış bir gümüş yay,Bunlarla edeceğim bahtımı ben üçe pay;Şimdi güne, doğuya, batıya ok atarım,Attığım her üç okun ucunda da ben varım.Kendisinin okunu kim getirirse evvelBirlikte göçmek için uzatırım ona el.Sen de şahit olursun bu karara köşende…Olur mu?Suna gümüş yayıyla iki ok atar. Bu okları bulup getirmek için Bumin’le Bayan giderler. . Suna Demir için oku saklar. Çünkü Demir’le evlenmek istemektedir. Demir bundan habersizdir, yayı atılmadığı için telaşlanır. Sonunda Suna durumu açıklar. Demir’in yayı çıkarılır.
Suna:
O kadar gerildi ki ansızın sinirlerimOkum ya takılacak göklerin bir burcunaYa düşecek diyorum ayağımın ucuna…Demir onu bulmazsa?Olay anlaşılır, İstemi Han onlara mutluluklar diler, denize varmak üzere göçü sürdürmelerini öğütler. Perde iner.
Provalarda orada bulunursam Suna’ya yardım ederim düşüncesiyle bunları yazdım. Belki de hiçbir işe yaramayacak! Olsun!
İyi ki yazmışım, Halil kitabı istedi. Pazartesi gününe dek rolünün bir bölümünü yazacakmış. O da öğretmenin olumsuz bir söz söylemesinden çekiniyor. İçimden biraz acır gibi oldum; arkadaş olayın ayırdında değil 462 dize bir defter dolusu yazı olacak. Han Duvarlarının üç katından bile fazla. Nasıl ezberleyeceğini merak ediyorum. Gene de ona yardımcı olmak istiyorum. Sorarsa benim ezberleme yöntemimi anlatacağım. Bir süre okuduktan sonra dize başındaki sözleri alt alta yazarak okumak daha sonra ise dize başlarındaki harfleri sıralak, bana göre ezberlemeyi kolaylaştırıyor. Örneğin İstemi Han’ın Yeşil hem de!
Diye başlayan konuşmasını önce:
Ben ………………………………………………
Yeşilde…………………………………………….
Yeşil bu…………………………………………
Bir ucu……………………………………………
Meyve………………………………………………
Bu çini……………………………………………. .
Bana……………………………………………. .
Toplanmış
Gizli…………………………………………………
Bunu………………………………………………
Daha sonra bunu; B-Y-Y-B-M-B-B-TG-B- diye sıralayıp sık sık okurum. Ezberlediğim şiirleri böyle tekrarlayıp aklımda tutuyorum. Hepsinin bir harf sıralaması var. İstiklal Marşı başta olmak üzere, hiç birini unutmaya bırakmıyorum. Ziya Gökalp: Ahlak-Enis Behiç Koryürek’in: Gemiciler’le Süvarileri-Kemalttin Kamu’nun: İzmir yolları, Gurbet’i, Akdeniz’den Geçerken’i, Bingöl Çobanları-Faruk Nafiz Çamlıbel’in: Çoban Çeşmesi, Ali’si, Veraset’i, At’ı-Yahya Kemal Beyatlı’nın: Mahurdan Gazel’i, Mehlika Sultan’ı, Akıncı’sı-Necmettin Halil Onan: Bir Yolcuya-İbrahim Alaettin Gövsa, nın: Namık Kemal-Celal Sahir Erozan’ın: O Geliyor-Rıza Tevfik: Sorma Hocam, Fikret’in Mezarında-Oran Seyfi Orhon: Gözler, Anadolu Toprağı-Yusuf Ziya Ortaç: Evim-Johann Wolfgang von Goethe: Röslein. bu şiirleri hiç unutmamaya kararlıyım. Bunların içinden de Mahurdan Gazel, Ali, Veraset, At, Gözler’i çok seviyorum. Mahurdan Gazel, adı karışık ama bir güzelin merdivenlerden inip, kayığa binişini, kayıkla gidişini, karşıya geçince orada karşılaşını anlatıyor. Onu okuyunca gideni görür gibi oluyorum. Ali’yi neden sevdiğimi pek anlatamıyorum ama, onda da görür gibi olduğum yerler var. Tüfek elinde Ali’yi görür gibi oluyorum. Tüfek sesi, orman, altında beklenen ağaçlar bana pek yacancı gelmiyor. Veraset çok hoşuma gidiyor. At’ı okurken kendimi tarih dersinde sanıyorum. Kurtuluş Savaşı’mızı en güzel anlatan şiir olarak düşündüğüm için onu sık sık okuyorum. Öğretmen olduğumda At’ı tüm öğrencilerime okutup ezberlettireceğim. Gözler için fazla söyleyecek söz yok, aşk üzerine yazılmış, bazı kızlara takılmak için okunabilecek bir şiir.
Defterimi kapatırken Halil gene geldi: “Arkadaşım, benim sözlerim çokmuş, bunu ben nasıl yaparım? ”diye sordu. Az önce düşündüğümün tersini konuştum: Daha 23 Nisan’a çok var, onun gibi iki rol bile ezberlersin!” deyip çok sayfalı piyeslerden söz ettim. Cyrano de Bergerac’ı, Julıus Caesare’ı örnek gösterdim: “İkisi de kitaplığımızda var, al, bak!” dedim. Çalışmaya başlayınca da karşısında olacak adları alıp, anımsatma yapmaya yardımcı olacağıma söz verdim. Ocak, şubat, mart ayları ile nisan ayının 20 günü eklenince 110 gün olduğunu, her güne 4 dize düştüğünü anlatınca arkadaş güldü. Güldü ama bu gülüş sevinç gülüşüydü, “Sen beni cesaretlendiriyorsun!” deyip ayrıldı.
Kar yağışı dindi ama oldukça ayaz var, yemekhanede banklara hıtıtı yaparak oturduk. Hilmi Altınsoy konu açıcı, hemen: “Bu banklar, özel olarak soğutulmuş!” dedi. Mehmet Aygün yanıtladı, “Onları soğutmak için nöbetçiler özel olarak dışarı çıkardı. O bir yeni yöntemmiş. Sıcak banka oturunca insanın poposunda gevşeme oluyormuş. Bu tehlikeli bir gevşemeymiş. O nedenle banklar özel olarak dışarı taşınıp soğutulmuş!” Hilmi hepimizin yüzüne baktı:
-Arkadaş ne diyor, siz anladınız mı? diye sordu. Hasan Üner karşılık verdi, “Anlaşılmayacak bir taraf yok. Sıcak yere oturanlar başka oluyormuş, bizim başka olmamamız için böyle düşünmüşler. Hilmi bir daha bize ayrı ayrı baktıktan sonra:
- Bana küfür ettireceksiniz, bunu düşünenlerin popoları sıcak sobaların başından kalkmıyor, onlar öyle mi yani şimdi? ”Salih Baydemir, Harun Özçelik, Mehmet Aygün birlikte, “Sus!” dediler. Hilmi sağına soluna baktı, “Neden susacakmışım? Ortada kimse yok!” deyince Yusuf Asıl: “Yerin kulağı vardır!” Bu bir Atasözüdür, unutma! Atalarımız bu sözleri boş yere söylememiştir! Hilmi sözünden dönmemiş gibi tavır takındı ama giderek de yatıştı. Kapıdan çıkarken bana sordu, yakın masalardan duyan olmuş mudur? ”Ben, “Neyi? ”deyince bu kez bana çıkıştı, “Abi, sen de beni hiç korumuyorsun, bak dinlememişsin bile!” deyip uzaklaştı. Derslikte yanına gittim, olayı çok iyi bildiğimi, söylenen tüm sözlerin şaka olduğunu, aslında kendisinin dalgın olduğunu, dalgınlığı nedeniyle de sık sık böyle çıkışlar yaparak zor durumda kaldığını anlattım. Hilmi, sevdiğim arkadaşlardan biri. Onu akranım olarak düşünmüyorum, özellikle adı, Çok sevdiğim Hanife Halamın oğlu Hilmi’yi anımsattığı için ilk günlerden beri Hilmi’ye yakın durdum. Ayrıca numaralarımızın arka arkaya oluşu da zaman zaman birlikte çalışmamıza yaradı. Şakacı olması, çabuk öfkelenip parlamasına karşın kin tutmayıp hemen barışması, onun öteki kusurlarını bağışlatıyor. Gene öyle oldu, boynuma sarıldı, beni ağabey olarak tanıdığını söyleyip ayrıldı. Az sonra Halil geldi, konu gene Akın. Halil’in elinde kitabı gören Sami Akıncı önce baktı, sonra kalkıp geldi. O sormadı ama Halil ne konuştuğumuzu anlattı. Sami gidince Halil: “Sami senin rol alıp almayacağınla ilgileniyor bence!” dedi. Sami Akıncı ile geçmiş yıllarda olduğu gibi zıtlaşmadığımızı, matematik yarışı ortadan kalkınca Sami’nin bana karşı tavrı değişti!” dedim. Halil: “Belli olmaz, insanlar zaman zaman eski huylarını takınırlar! . Üstünde durmadım. Halil gidince biraz düşündüm: Halil bir şey duymasa ya da kesin bir nokta yakalamasa böyle konuşmaz. Sanırım, onlar kendi aralarında birşeyler konuşmuşlar ki, arkadaş dolaylı olarak dikkatimi çekiyor. Halil'in elinde kitabı görünce arkadaşlar çevresini sardılar. Yusuf Asıl kitabı alıp piyesteki kişileri okudu. Bir çinli olarak Bekir Temuçin’i seçti. İsmet kalktı, Yusuf’tan kitabı alıp rol dağıtımı yaptı. Ancak İsmet, dağıtılmış rolleri sorup, ona göre dağıtım yaptı. Sami Demir, denince onu geçti. İstemi Han Halil Basutçu, ona da iyi deyip geçti. Bumin’le Bayan’a takıldı. Bumin ya da Bayan rolünün biri Mehmet Başaran’nınmış. Mehmet Başar’a: “ Bayan Başaran!” deyince Mehmet Başaran, Bumin olduğunu söyledi. Bu kez Bayan rolü için aday seçmeye kalkıştılar. Abdullah Erçetin’le Fettah Biricik uygun görüldü. İki arkadaş da kendilerine hakaret edildiğini söyleyerek küfürlü sözler söylediler. Konuşmalara hiç katılmadığım gibi yerimden bile kalkmamıştımBöyleyken Sami Akıncı bana: “Görüyor musun, bu kavgaya sen neden oldun!” dedi. Önce şaşırdım, az durunca sordum: “Neden ben? Ben sıramdan kalkmadım, konuşmalara katılmadım; neden ben? Sami: “ Kitabı ortalığa çıkaran sendin!” deyince ben, “Gerçek amacını açıkla, kitabı da ben çıkarmadım. Kitap Halil Basutçu’daydı, o bana kitapla geldi, konuştuk, aldı kitabını gitti. Sami Akıncı bu kez: “Afedersin, ben öyle sandım!” deyince ben: “Af maf dilemeden söyleyeyim, sen duygularını saklayamayacak ölçüde bir olaydan gocunuyorsun, belli ama onu açıklayacak yüreğin yok. Her zaman böyle afla mafla kurtulamazsın, o söyleyemediğini söyletmeye çalışanlar olabilir!” dedim. Benim konuşmam, Bayan tartışmasını da durdurdu. Bayan erkek adı olur mu? Bu kez kitap eleştirisine kalkışıldı. . Kitabın baski tarihini gösterdim. 1932 o yıllarda şimdiki gibi bay-bayan ayırımı yoktu. O nedenle yazar Bayan’ı erkek adı olarak kullanmıştır. Ya da Eski Türklerde Bayan erkek adı kullanılıyordur. Bu kez gene eski tartışmaya dönülü: “Biz de eski Türkler gibi Bayanı erkekler için kullanalım!” Ali Önol Bekir Temuçin’e Bayan Bekir, dedi. O Bekir'den tepki beklerken ben karşılık verdim: “Yanlış kullanıyorsun. Söz konusu Bayan ad olarak kullanılıyor. oysa sen sıfat olarak kullandın!” deyince Mehmet Yücel gülerek: “Baba Ali nerden bilsin adı, sıfatı? ”deyince yeni bir atışma başladı. Bu kez de İsmet bana: “Dayı bak, tartışmayı gene sen başlattın!” dedi. İsmet’in şaka söylediğini biliyordum ama gene de yanıt verdim: “Tartışma başlatma başka, yanlışı düzeltme başka. Tartışma başlatmaktan kaçınırım, bilerek kesinlikle yapmam ama biri çıkıp yanlış bilgi verirse onu düzeltmek benim boynumun borcudur. Öğretmen olacağıma göre bu aynı zamanda benim görevimdir. Ben , köy kahvelerinde susan, pısırık pısırık oturacak öğretmenlerden olmayacağım, Fettah Biricik sordu: “Kim olacak ki? ”Onu da yanıtladım: “Ad’la sıfatı ayıramayan öğretmen hangi bilgisiyle köy kahvelerinde sayısız soruya yanıt verebilir? Düşünün ki köylerde bundan böyle ortaokulu bitirmiş insanlar da olacak. Onların bilgilerini küçümsemeyelim. Onlar bizden daha çok ders kitabı okumaktadırlar. Kadir Pekgöz beni derstekledi, kendi köyünde Yüksek Denizcilik, Harbiye, Hukuk Fakültesi, Yüksek Ziraat Enstitüsü, orta okul bir yana Edirne Lisesinde ondan fazla öğrenci olduğunu söyledi. İlginçtir, şimdiy dek köyünden hiç söz etmeyen Hüseyin Serin onun köyünde de yüksek okullarda lise de okuyanlar olduğunu, tatillerde hep köye geldiklerini söyledi.
Yat zili çalıncaya dek köylerden başka okullara gidenler, gidecekler konuşuldu.
Yatarken Halil Basutçu’nun uyarısını, Sami Akıncı’nın çıkışını düşündüm: “Neden böyle değişti? Röslein için olamaz, diye düşündüm. Başka da bir bağ bulamadım. Gene de işi büyütmemeye karar verdim. Ne var ki, bu piyes çalışmaları sürecinde her an olay çıkabileceğini, bu olaylara bulaşırsam zarar görebileceğpimi iyice anladım. En iyisi piyes işine uzak durmak, çağırılmadan yanlarına gitmemek. Özellikle de Röslein’le gidip ilgilenmenin doğuracağı tepkileri hesaplamamın gereğini düşündüm. Röslein’in söyleyeceği sözleri yazmıştım. Onları nöbetlerde ya da başka zamanlar karşılaşınca takılsam daha anlamlı olur. Amaç takılmak olduğuna göre olanak düştükçe olursa olur olmazsa da can sağlığı…. .
26 Aralık 1942 Cumartesi
Kardan adam yapma konuşmaları yapılıyor. Mustafa Saatçı: “Sıcak yatakta kartopu konuşmak iş değil var mı benimle gelip okul önünde kardan adam yapmak!” İdris Destan başta olmak üzere, Salih Baydemir, Arif Kalkan, Mehmet Aygün, Kadir Pekgöz sözleştiler. Mehmet Yücel onlara takıldı: “Siz kar kürümekten kurtulmak istiyorsunuz ama yok öyle yağma!” dedi. Arkadaşlar kararlı , “Öğleden sonra yaparız!” dediler. İlgi çekti, sahiden okulun önüne büyük bir kardan adam neden yapılmasın?
Kahvaltıda bunu konuştuk. Kar dinmiş, rüzgar yok. Kuru soğuk olarak sert bir durum var ama çalışılabilir. İlk dersimiz Bede Eğitimi. Sınıfça çıkmayı önerenler oldu. Ancak arkadaşların çoğu katılmaktan çekindi. Üşümüş olarak Müzik dersine girmek istemediklerini söylediler. İsmet Yanar, Mehmet Yücel, Sefer Tunca seslerinin kısılacağını savundular. Yusuf Asıl:
-Bu arkadaşları Müzik öğretmenine söyleyeceğim, seslerini çok koruyorlar, bozulma olmasın diye dışarı çıkmıyorlar! Böylece öğretmen size şarkı söyletip seslerinizi deneyecek! deyince üçü birden Yusuf Asıl’a destur çektiler: “Sakın ha!” Üç arkadaşın da sesleri gerçekte gür, isteseler şarkı söyleyebilirler ama nedenze müziğe yanaşmıyorlar. İçlerinde Sefer Tunca bir ara mandoline başladı ama sürdürmedi. İsmet’le Mehmet Yücel oldum olası müzikten uzak duruyorlar. Yusuf Asıl’ın şakasını önemsediler. Sefer Tunca Yusuf için, “Çocuktur, belli olmaz kalkar söyler!” dedi. Bu kez de Yusuf Asıl, “Çocuktur” sözüne takıldı, “Aynı sınıfta kaç yıldır okuyoruz, sizden bir eksiğim görüldü mü? ”diye sordu. İsmet yanıtladı:
-“Görüldü, unutma Sırıklı ablandan korktun. Bizim gibi delikanlı olsaydın korkmazdın! Arkadaşlar gülünce, Yusuf kendini tutamadı güldü, “O başka! O, korkudan değil!” dedi ama gülüşmeler sürünce Yusuf azıcık kızardı, sustu. Asım Öğretmen, “Zili duymadınız mı? diyerek kapıdan girdi. Girer girmez de birisini ararmış gibi gözlerini yüzlerimize bakarak gezdirdi. Mehmet Yücel’e: “Uzun boylusun, boyundan yararlanalım, tahtaya boydan boya bir porte çiz!” dedi. Bana da akordiyonu getirmemi söyledi. Gidip akordiyonu aldım. Mehmet Yücel ağır olmakla birlikte düzgün bir porte çizdi. Arkasından da İsmet’e, “Bu porte üzerinde işlem yapabilmemiz için önce neler eklememiz gerektiğini sordu. İsmet sol anahtarını söyledi. Öğretmen başka deyince az düşündü, ölçü, diyez, bemol diye sıraladı. Öğretmen gene: “Başka? ”diye sorunca herkes duraladı. Ben parmak kaldırdım. Öğretmen gülümseyerek: “Söyle!” deyince ekleme değil silme yapacağız, yazacağımız notaların hangi gamdan olacağını saptamadan diyez ya da bemol yazmaya gerek yok. Belki do major gamını kullanacağız!” dedim. Öğretmen: “Ya aaa! diye uzatarak:
- İşte müzikle ilgilenmek budur, deyip tahtaya geçti, birlikten, 64’lüğe dek her değerde notayı karışık olarak yazdı. İsmet anahtar yazmıştı ama nokta koymamıştı. Öğretmen iki noktayı koyduktan sonra anahtarın önüne C harfini yazıp ölçü çizgilerini çizmemi istedi. C’nin 4/4’lük anlamına geldiğini bildiğim için, ölçü çizgilerini yazdım. Bu kez öğretmen bana sordu: “Şimdi başka neler eklemeliyiz? Hız bildiren sözleri, ölçüler arasında ses değişimleri bildiren işaretleri söyledin. Bu kez öğretmen onları da yazmamı istedi. Porte başlangıcına Andante yazdım. Hafiften kuvvetliye, kuvvetliden hafife açılı çizgileri çektim. Diminiendo <, kreşiendo > işaretlerini koydum(Kreşendo-dekreşendo). Bu kez öğretmen parçanın gamını sordu. Başta iğaret olmadığı için do major gamı olduğunu söyledi. Öğretmen bunu sol major yap!” deyince porte başında fa yerine bir diyez yazdım. Öğretmen oturmamı söyledi. Bu kez öğretmen: “Bakın arkadaşınız bunları, kendi kendine çalışarak öğrenmiş, çok zor bir şey olsa öğrenemezdi. Öyleyse siz de isteseniz öğreneceksiniz. Sizin programınıza baktım, Milli Eğitim Bakanlığı bunları öğrenmenizi istiyor. Burada salt bir tondan do majör tonundan söz ettik. Öğretmen sordu: “Kaç nota var? ”(Arada sekiz diyen oldu ama çoğunluk) “ Yedi”deyince öğretmen yedi majörün yedi de minörü var. Bunları da gözden geçireceğiz. İşin ilginç tarafı bunları, bizim müziğimizin tonlarıyla da karşılaştıracağız. Milli Eğitim Bakanlığı böyle yapılmasını istiyor. Elimizden geleni yapacağız. Derste konuştuklarımızı dikkatle izlerseniz şimdikinden daha bilgili olarak buradan ayrılmış olursunuz!” Öğretmen böyle deyince Mustafa Saatçı:
- İnşallah! dedi. Öğretmen Mustafa Saatçı’ya: , “Ne o, buradan çok mu bıktın? ”Oysa ben senin burada kalacağını sanıyordum!” dedi. Öğretmen akordiyonu aldı, akorlara basarak ağır bir parçanın girişini çaldı. Arkasından Altın Başaklar olarak bilinen şarkıyı çaldı. Arkadaşlara sordu: “Beğendiniz mi? ”Beğendik!” yanıtını alınca öyleyse öğrenelim!” deyip akordiyonu çıkarıp bana verdi: “Ben gelinceye dek sana teslim!” dedi. Zil çaldı.
Öğretmen zilden önce geldi, şarkının sözlerini yazdı. Bizim de yazmamızı bekledi. Arkadaşlar ağırdan aldılar. Öğretmen ondan mı alındı yoksa planı mı öyleydi. Akordiyonu alınca topluca gam yaptırdı. Sonra ayrı ayrı sesleri denedi. Kimi arkadaşların üzerinde çok durdu. Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Ali Önol, Kadir Pekgöz, Salih Baydemir, Emrullah Öztürk arkadaşlarla hemen hemen dersi tamamladık. Dersin bitmesine yakın yazdığımız şarkıyı bir kez kendisi söylediGelecek hafta çalışırız, deyip ayrıldı. Ben akordiyonu bırakırken öğretmen: “Bugün, yarın sıkı bir çalışma yapalım!” dedi. Dersliğe döndüm. Arkadaşlar heyecanla: “Müdür Bey geliyor mu? ”diye sordular. Oysa ben Müdür Beyi unutmuştum, bozuntuya verfmeden: “Yerinde yoktu, bir daha bakacağım!” deyince Mehmet Yücel: “Öyleyse gelmeyecek!” dedi. Ben gene de odasına gittim, Talat Tarkan Öğretmen Müdür Beyin odasında gazete okuyordu. Müdür Beyin rahatsız olduğunu söyledi. Bu kez niçin aradığımı sordu. Ders için aradığımı söyleyince, “Arkadaşlarına Müdür Beyin rahatsızlığını söyleme, işi varmış, bugün derse ara vermiş dersin!” dedi. Geri döndüm. Mehmet Yücel bana takıldı: “Müdür Beyi kandıramadın, değil mi? ”diye güldü. Ben: “Müdür Beyin işi varmış!” deyince Mehmet Yücel doğruyu söyledi: “Müdür Bey yanında biriyle az önce eve gitti, bir daha dönmedi, sen Müdür Beyi görmedin!” dedi. Talat Tarkan Öğretmenle konuştuğumu söyledim. Az sonra Talat Tarkan Öğretmen geldi. Gülerek: “Hava güzel, biraz kar topu oynayalım mı? diye sordu. Bekir Temuçin parmak kaldırdı: “Oklul önü için diyorsanız biz, yemekten sonra orada oynayacağız, sınıfça karar aldık! Talat Tarkan Öğretmen teşekkür etti: “Ben de sizden bunu bekliyordum, tören alanı açılsa yeter!” dedi gitti. Talat Tarkan Öğretmenden sonra Bekir Temuçin bir hayli paylandı: “Biz hepimiz çıkmayacaktık, şimdi hepimizi zorunlu duruma soktun!” Bekir’e karşı olanlar sayıldı 6 kişi çıktı. Bu kez onlara çıkın, yapacağınızı şimdi yapın, öğleden sonra çıkmayın!” dendi. Emrullah Öztürk, Mehmet Başaran, Ali Önol, Fettah Biricik, Ahmet Güner, İdris Destan arkadaşlar kalkıp dışarı çıktılar. Az sonra İdris geri geldi: “Bırak yahu onlarla iş birliği yapılır mı? Bu saatten sonra Tarım binasına gidip kürek alınır mı? ” diye dışarda tartışıyorlar!” dedi. Az sonra onlar da gülüşerek geldiler. İsmet’le Mustafa Saatçı öğleden sonra için koşul koydu: “Biz kardan adam yaparken bu arkadaşlar kar kürüyecekler! Kürümek için kürekleri de anlar alıp yerine götürecekler!” Fettah ile Emrullah karşı koydu, ötekiler razı oldular. Bu kez tüm arkadaşlar Fettah ile Emrullah’a takılmaya başladı. Özellikle adlarının son hecelerinin” Ah’lı olmasından dolayı böyle benzeşiklik gösterdikleri söylenince ikisi de küplere bindiler. Çok gülenlerin arasında Abdullah da vardı. Fettah Abdullah’a sataştı: “Sen ne gülüyorsun, bize söylenen sana da söylenmiş oluyor!” deyince arkadaşlar Abdullah’ı savundu: “Bizim birliğimize uydu, sözümüz bize uymayanlaradır!” Alt kat boşluklarıyla merdivenlere sıkışarak bayrak töreni yapıldı. Yemeğin gecikeceği duyuruldu. Dersliğe dönünce Fettah arkadaşları haklı bulduğunu, kendisinin çoğunluktan ayrılmayı düşünmediğini söyleyip özür diledi. Fettah böyle söyleyince Hüsnü Yalçın arkadaşı Emrullah için af diledi. Emrullah yumruklarını sıkarak: “Sen karışma Hüsnü!” diye bağırdı. Hüsnü de bizim gibi şaşırdı. Tüm derslikte bir kişi”İnadım inat!” deyip meydan okumaya kalkıyor. Hüsnü Yalçın suçlu gibi: “İstedim ki bu şaka güzel bitsin, gibilerde konuşurken, sıra altlarından bir ses geldfi”Gulu gulu!” Emrullah’ı ilk günlerden beri en çok rahatsız eden sıfat hindi. Özellikle hindilerin ses yankısı sayılan gulü gulü, Emrullah’ı çok etkilemektedir. Hüsnü Yalçın’ın ricaları sonucu çoktandır söylenmesi kesilen gulü gulü, bu kez savunmasız geri geldi. Emrullah boynunu büküp öylece oturdu. Halil Basutçu sinirlendi, “Neren başlatılsa hep aynı yere gidiliyor. Kardan adam yapmak için başlatılan konuşma bakın nereye gitti? ”deyince İsmet Yanar Halil Basutçu’ya çıkıştı, “Neyi savunuyorsun? Emrullah’ı savunacaksan açık açık söyle. Biz sabah konuştuk, öğleden sonra okulun önüne büyük bir kardan adam yapacağız. Bunun için kimse ile dalaşmadık. Sözümüzde duruyoruz. Bunu Talat Tarkan Öğretmene de söyledik. Sonra ne oldu? Kardan adam yapma kararı alanlar kimseye bir şey dedi mi? Onlara karşı gelenler kimlerdi? Ne yapmaya kalktılar, sonucu nasıl bağladılar? Sonunda 28 arkadaş anlaştı, birisi, inadım inat dedi. Sen şimdi bu bir kişiyi haklı bulup tüm arkadaşları suçluyorsun!” Halil Basutçu şaşırdı, “Ben kimseyi suçlamadım!” dedi ama herkes bir şey söyledi, kimin ne dediği tam anlaşılamadı. İsmet gene Halil Basutçu’ya sordu: “Emrullah’a durup dururken mi çatan oldu?”
Gecikmeli olarak öğle yemeğine gittik.
Yemekten hemen sonra okul önüne çıktık. Oteki sınıflardan çocuklar bize bakmak için çevremizde toplandı. Kardan adam olayını anlayınca bu kez onlardan da katılanlar oldu. Kar yuvarlayıp taşıyanlar öylesi çoğaldı ki, kardam adamdan çok kar topayı yığını oluştu. Talat Tarkan Öğretmenle Asım Öğretme de geldi. Asım Öğretmen heykeltraşlıkta çalıştığını söyleyip bir süne bedenin ortaya çıkmasını sağladı. Bu arada kürekli çocuklar geldi. Biz de onlara yardım ettik, okulun önü iyice açıldı. Ben bir yanda Asım Öğretmeni gözledim, o içeri girince arkasından gittim. Uzun süre piyano çalıştık. Daha önce birlikte çaldığımız 30. parçaya dek Lehrer-Schuler ortak parçalarını tekrarladık. Sabahki okul şarkısının notası verdi, akordiyonla çaldırdı. Akordiyon çalışmam için Talat Ayhan Öğretmenle anlaştığını, Talat Öğretmen görmemi söyledi. Sevinerek ayrıldım.
Derslikte Kardan adam tartışmaları sürüyordu. Yarın devam etmeye karar verdiler. Otobüslerle gelip geçenler görsünlermiş. Derken kardan adam düşüncesi oraya bir heykel dikmeye dönüştü. Önce sevdiğimiz müdürümüz Nejat İdil dendi. Arkasından Atatürk heykeli uygun görüldü. Bunu ilk derste Okul Müdürüne duyurma konuşuldu. Arkadaşlar dereden tepeden konuşurken Halil Basutçu’nun durmadan yazdığını görünce bir öneride bulundum: “Öğretmene söyle, önce sözü az olanlar yazsın. Sen kitabı al, böylece hem yazmadan kurtulursun hem de kimden sonra hangi sözle başlayacağını kitaptan daha iyi öğrenmiş olursun. Halil önce bu öneriyi beğendi ama öğretmene söylemekten çekindi. O zaman da ben, İstanbul’a gidenlere bir kitap aldıralım, senin özel kitabın olsun!” Halil buna daha çok sevindi ama ne düşündüyse yazmayı sürdürdü. “Belki kitap bulunmaz” diye kuşkusunu da ekledi. Ben, “İki üç gün sonra Yılbaşı, öğretmenlerden İstanbul’a gidecekler olur, onlara ısmarlasak her halde getirirler!” deyip ayrıldım. Amacım arkadaşa yardımcı olmaktı. Belki Asım Öğretmen bile gider. Cuma günü 1 ocak, 2 ocak cumartes, 3 ocak pazar. Perşembeden giden öğretmenler olursa kesinlikle onlar İstanbul’da gezerler. Sirkeci'deki kitapçılarda bu kitap vardır. Bayan öğretmenler aklıma geldi, Pesen Öğretmene sorsam, gidenleri o bilir. Olaya baya baya sarıldım. Hayırlı bir işi yapacağımı düşünürken Halil geldi: “Sen bu işi çok önemsiyorsun, bence bu rolü sen al!” dedi. Yüzüne baktım: “Şaka mı ediyorsun? Ben sana yardımcı olmaya çalışıyorum, sevineceğini sandım!” dedim. Dedim ama birden titredim, konuşurken dilim takıldı. Ben kitabı gene getirteceğim, sen isrersen yararlanmazsın!” diyebildim. O gidince öyle kaldım: “Ne oldu ki? Arkadaş bu arada kimseyle konuşmadı. Demek kendi kendine düşündü, benim gizli bir amacım olduğu kanısına vardı. Bir süre beklemeye bile dayanamadı, hemen gelip düşüncesini söyledi!” Kendimi suçladım, “Biri yardım istemeden gidip yardım etmeye kalkmak belki güzel bir duygu ama, karşıdaki kişi buna hazır değilse yardımın yerine oturmaz. . Al sana bir ders daha. Bir daha kendimi sorguladım, “Sahiden ben bu piyeste rol almak istiyor muyum? Yanıt, “Hayır!” Öyleyse neden burnumu sokuyorum? Röslein için sınırlı bir tavır düşünmüştüm. Onu da kesin olarak değil olabilirse, demiştim. Oysa şimdi o da ortadan kalktı. Bir de aralarında bu konuyu konuşurlarsa ne olacak? Benim için, “Çok istedi ama başarılı olamadı!” gibi bir yakıştırma yapılacak.
Yat zili çalınca uykudan yeni kalkmış gibi dimdik yatakhaneye gittim. Kimseyle konuşmadan yatağıma uzandım. Kafamdakileri atmak için bir çok olayı anımsamaya çalıştım, olmadı. Nasıl oldu bilmem uyumuşum.
27 Aralık 1942 Pazar
Akşamki gerginliğim olduğu gibi sürüyor. Rahatlamak için hiç yapmadığım bir şeyi yaptım; Mustafa Saatçı’ya : “Kardan adama devam edecek miyiz? ”diye sordum. İsmet duymuş, gülerek: “Bir yaşıma daha girdim, dayım kardan adam yapmaya gelecekmiş!” Mehmet Yücel takıldı, Yusuf Asıl söze karıştı. Derken Kadir Pekgöz geldi koluma girdi: “Ne yani benim hemşerim isterse kardan değil demirden adam yapar!” deyince Sami Akıncı seslendi: “Kim o Demir diyen? Demir burada!” dedi. Sami Akıncı’ya hoşuna gidecek bir söz söylemem gerekirdi. Ancak konudan öyle soğumuşum ki, ağzıma geleni söylemedim. Salt: “Çok sıcak bir yerden geldin Bay Demir, karda üşümüyor musun? ”dedim. Sami duraladı, demek istediğimi anladı. Bir aaaa, çektikten sonra: “Ben daha o kurak yere gitmediğim için orasını bilemiyorum. Dur önce, yalandan da olsa bir gideyim, ondan sonra dediğini düşünürüm!” dedi. Sami Akıncı’nın öteki arkadaşların çoğuna göre böylesi bir anlayışı var, söylenmek isteneni çabuk algılayabiliyor. İşte bu özelliğinden dolayı insan onunla tartışmaya girmiyor. Çünkü tartışma hazırlayacak kaçamaklı yol bırakmıyor.
Hava iyice açılmış. Geçi soluklarımız hemen buharlaşıyor, bundan soğuk olduğunu anlıyoruz ama, esinti ya da yağıntı olmaması bizce iyi sayılıyor.
Kahvaltıda tatlımsı sıcak su verildi. Pancar pekmezine arkadaşların taktığı ad böyle: Tatlımsı ılık su. Bulgur çorbasına, sulandırılmış bulgur çorbası diyorlar. Ben bunu değiştirmek istedim: Sulandırılmış keşkek. Arkadaşların çoğu keşkeki bilmiyor. Anlattım. Bir de çocukluk anımı ekledim. İsmet’in köyünde uzaktan akrabamız bir sünnet düğününe gitmiştik. Ev sahibi köyün ağası olduğu gibi çevre köylerin de sevdiği bir kişiymiş. İki oğlu vardı, onlarla birlikte köyden aynı yaşta çocuklar için eğlenceli bir Sünnet Düğünü yapmıştı. Büyük bir bahçesi vardı. Bahçede harman kadar bir yere sayısız kara kazanlar sıralanmış, altlarında ateş yanıyordu. Herkes çevrede olan bitene bakarken ben gözlerimi kazanlara çevirdim, ateşlerin neden yakıldığını sordum. Büyük ablam bana: “O kazanlarda keşkek kaynatılıyor!” demişti. Keşkeğin ne olduğunu o zaman öğrendim. Öğrendim ama merakım geçmemişti, bu kez de o kadar keşkeğin ne yapılacağını sordum. Ablam gülerek, O kadar insan acıkınca ne yiyecek? Doysunlar diye düğünlerde böyle yaparlar!” demişti. O gün bu gündür düğünlerde insanların keşkekle beslendiğini düşlerim. Anımsadığım o kazanlar bizim mutfaktaki kazanlardan daha büyüktü. Mutfağa her girdiğimde de o düğünü, sıra sıra altı yanan kazanları anımsarım. Hilmi duramadı sordu: “O keşkekten yediğini de anımsıyor musun? ”Arkadaşlar güldüler ama ben onların gülüşmelerine aldırmadan anlattım: “Etli, bulgur pilavını anımsatan, belki biraz daha yumuşak kendine özgü bir tadı vardı; severek yemiştim. Daha sonra çok yedim, içlerinde sevdiklerim gibi sevmediklerim de oldu. Ama onlar, ilk tanıştığım keşkeği özellikle de o sıra sıra altı yanan kazanları, bana unutturamadı!”
Daha önce verilmiş sözler üzerine derslikte toplandık. Rahatsız olan arkadaşların katılmaması duyuruldu. Yapacağımız hem bir oyun hem de okulun önünü temizleme işi. Önce bir çok arkadaş rahatsız olduğunu söyledi. İsmet başta olmak üzere, Fettah Biricik, Hilmi Altınsoy, Bekir Temuçin, Mehmet Aygün rahatsız olduklarını söylediler. Mehmet Yücel gerçekten rahatsız olmasına karşın arkadaşlar arasında olmak için çıkacağını söyleyip İsmet’i zorlamak istedi. Bu kez İsmet, rahatsız olan Mehmet Yücel yerine dinlenmek istediğini söyledi. İşin şaka olduğu anlaşılınca Yusuf Asıl, Mustafa Saatçı Sefer Tunca, Arif Kalkan İsmet’i kollarından tutarak kapının yanına çektiler. İsmet gülerek iyi olduğunu, birilerine oyun oynadığını söyledi. Bu kez de Mehmet Aygün: “Ben de kendime oyun oynadım!” deyip kalktı. Rahatsızım, diyenlerden kimse kalmadı. Ancak bügün banyo günümüz, ikiye bölünüp sıramızı atlamadan banyo yapışımız ayarlandı. Bu iş için Sami Akıncı görev aldı. Hep birlikte dışarı çıktık. Tören alanında toplandığımızı gören Talat Tarkan Öğretmen geldi ne yaptığımızı sordu. Arkadaşlar yarım kalan kardan adamı gösterdiler. Talat Tarkan Öğretmen oyunumuzu çok sevdiğini, az sonra kendisini de geleceğini söyledi. Yemekhane ucundaki, Yukarı Çamlık kıyısından başlayarak kar yuvarlayıp indirmeye başladık. Bizi gören öteki sınıflardan da katılan oldu. Ancak büyük bir kargaşa yaşandı. Yuvarlanıp gelen karlar ezildiği için beden oluşturmakta zorluklar çıktı. Birinci usta Mustafa Saatçı yuvarlanmış karları istemedi. Bu kez onları asfaltın kenarındaki çukurluklara taşıdık. Talat Tarkan Öğretmen de karların çukurluğa taşınması çok yerinde buldu. Kamyon yolu dışında tüm çukurluk kar deposuna döndüğü gibi okulun önü de iyice açılmış oldu . Bu hafta banyo ilk sıra nöbeti büyük numaralardan başladı. Biz, ilk grup olarak banyo için ayrıldık.
Banyodan sonra bir süre derslikte oturduk. Arkadaşlar da paydos etmiş. Daha doğrusu Talat Tarkan Öğretmen paydos ettirmiş. Mustafa Saatçı’nın heykeltraşlığı eleştiriliyordu. Kardan adam değil, kar yığını yapmışmış. Mustafa Saatçı ise kendini savundu. Kar bildiğiniz gibi tam karlaşmamış, kum gibi dağılıyor. Sıkınca bir birine yapışmıyor. Yapışmayınca kum gibi dağılıyor!” dedi. Sonunda da, “ Ben size okulun önündeki karları temizletmek için öyle demiştim, amacım kardan adam falan yapmak değildi!” deyip güldü.
Yemeğe giderken arkadaşlar okulun bu tarafına da bir kardan adam yapalım!” diye şakalaştılar. Ancak bu şaka pek etkili olmadı. Halil Basutçu, “Okulda daha 250 öğrenci var, bırakın biraz da karlarla onlar oynasın!” deyince arkadaşlar Halil Basutçu’yu haklı buldular:
-Sahiden, bırakalım, biraz da onlar oynasın! Soz bir süre tekrarlandı.
Asım Öğretmen öğle yemeğine gelmeyince kuşkulandım; rahatsız olabilir mi? Bu havada bir yere gitmiş olamaz. Bir süre öğretmenler masalarını gözledim, gelmedi. Yemekten dönünce kapısını çaldım. Kapı açıldı, öğretmen pijamasıyla baktı. Özür diledim. Öğretmen de özür diledi: “Bugün tembelliğim tuttu, daha önce gelip gelmediğimi sordu. Saate baktı, bir saat sonra gel, hazırlanayım!” dedi. Dakikası dakikasına saate uyup geldim. Öğretmen piyano başındaydı. Önce bana Diyabelli sonati çaldı. Volkslied(German air) adlı 20 nolu parçanın Lehrer bölümünü bana çaldırdı. Çok güzel dedikten sonra Fa anahtarı çalışması yaptık. Fa anahtarını şekil olarak öğrenmiştim ama porte üstünde olunca, ona göre sıralanan notaları birden seçmek zor oluyor. Bunun için kitapta özel olarak ayrılmış 8 parçayı bir süre çalıştım. Öğretmen öğleden sonraları fırsat buldukça çalışmamı önerdi. Onun tüm öğleden sonraları doluymuş, oda boş, gel çalış!” diye tekrarladı. Bayrak töreni gene alt salonla merdiven aralıklarında yapıldı.
Dersliğe dönünce fa anahtarı çalışması yaptım. Oldukça zor geldi. Anahtara bakınca kolay buluyorum ama her zaman anahtara bakma olanağı yok. Önemli olan sol anahtarında olduğu gibi fa anahtarında da sırayı bilmek gerekmektedir. Alıştığım re yerinde fa oluyor. Fa deyince aşayıya doğru mi, re, do, si, la, sol, fa; ya da fa, sol, la, si, do, re, mi, fa diyebilmektir. Bu da yetmiyor, notalar aralıklarla yazılınca her notada duraklamak gerekecek. O zaman da parça çalmak olanaksızlaşıyor. Neyse ki benim değişmez ilkem çalışmak. Bir başka inancım da bunu insaanlar yapabildiğine göre ben neden yapamayayım? Bunu birileri bulup ortaya koymuş, birileri de bunlara göre güzel besteler yapmış. Ben bunları hazır buluyorum, bir de bakıp çalamazsam; o zaman bende bir eksiklik var demektir. Bu eksiklik olsa olsa işten kaçmadır, düpedüz tembelliktir. Bu bir akıl eksikliği olamaz. Benim aklımda bir eksiklik yok, buna inanıyorum. Tembelliği de yapmamaya karar verdim. Öyleyse ben tıpkı sol anahtarı öğrendiğim gibi fa anahtarını da öğreneceğim. Altı üstü 7 nota. Bu 7 nota, bildiğim 7 notanın bir çizgi altından sıralanmaktadır.
Yemekte yarınki Türkçe dersi konu edildi. Hilmi Altınsoy Akın piyesi için, “Ne iyi olacak, öğretmen piyesteki arkadaşlarla uğraşırken bizi düşünmeye vakit ayıramayacak. Bir süre rahat kalacağız!” dedi. Mehmet Aygün daha önce aynı durumu düşünmüş: “Ne birazı tamı tamına 4 ay, piyes 23 Nisan Bayramı için hazırlanıyor!” dedi. Yusuf Asıl, “Neden 23 Nisan olsun, hazırlanınca oynarlar daha sonra 23 Nisanda da tekrar ederler!” dedi. Az kalsın İstemi Han rolünü alan 775 dize ezberleyecek, bu kolay bir işdeğil!” diyecektim vazgeçtim. Neme gerek, kim ne yaparsa yapsın, deyip konuyu değiştirdim. Yusuf’a, “Temsil gecesi için biz de birkaç oyun hazırlayalım, oyuncuları sen seç!” dedim. Yusuf kızlardan anlamış, Benim kızlarla aram pek iyi değil!” deyince arkadaşlar güldüler, “Dervişin fikri ne ise zikri de o olurmuş” Yusuf bundan alındı: “Her söze bir kulp takıyorsunuz!” deyip bizi beklemeden kalktı. Bu Yusuf’un az gördüğümüz öfkeli durumuydu. Hasan Üner’le Harun Özçelik hemen kalkıp arkasından gittiler. Dersliğe döndüğümüzde hiçbir şey yokmuş gibi Yusuf’un gülerek İsmet’e takıldığını görünce sevindim. Çünkü Yusuf’un kırılmasını istemiyorum. Türkçe defterimi açtım. Göl şiirimi bir daha okudum. Öğretmene göstermeyi düşünüyorum. İsterse hemen vermek için kağıda yazmayı düşündüm. Çizgili bir kağıt çıkarıp ağır ağır çok düzgün olarak yazdım. 44 dize, kağıdın bir yüzü doldu. Bir süre düşündüm; kağıdın arkasına yazsam görüntü bozulacak. Mürekkepli yazılar ne denli dikkatli yazsam gene arkaya çıkıyor. kalanını 2. kağıda yazmayı uygun buldu. Neredeyse ikinci kağıdı da dolduracaktım. İki duygu arasında gidip geliyorum; önce şiiri öğretmene verdiğimi varsayıyor, iyimser bir tavırla kendi kendime gülümsüyorum. Sonra ise öğretmen derse girer girmez piyes işine sarılıyor, piyes dışında kalanları dışlamış gibi kendi kendilerine bırakıp dersi öyle geçiriyor. Böylece ben boynumu büküp gelecek dersleri sayıklamaya başlıyorum. O mu? Bu mu? İkisi de olabilir. Giderek ikincinin olacağına inanarak kederlendim. Bu kez anne konulu bir şiir yazmayı tasarladım: “Annem olsaydı, ben böyle mi olacaktım? Kesinlikle daha iyi olurdum!” deyip dize hazırlamaya başladım. Bir çocuk tanıyorum, annesini üzüyor. -Üzülen annesi de o çocuğu dövüyor-Çocuklar uslu olsa anneleri döver mi? -Yaramaz çocukları anneleri sever mi? -Benim annem olsaydı onu hiç üzer miydim? -Annem git demeyince sokakta gezer miydim?
Annem olsaydı! Çocuklar uslu dursa anneleri döver mi?Yaramaz çocukları anneleri sever mi?Benim annem olsaydı onu asla üzmezdim.Annem git, demeyince uzaklara gitmezdim.…………………………………….Ağaçlara tırmanıp üst-başımı yırtmazdım.İsteğimde direnip, bağırıp çağırmazdım.