Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

32 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yıldırıcı Kış Söylemlerini Ardladık, Bahara Çıkmanın Sevinci İçindeyiz!

 

12 Mart 1944 Pazar

 

Rauf İnan, bizim Müdür, sizin müdür, onların müdürü sıralamaları arasında kalkıp, yatakhaneden ayrıldım. Birisi dokunsa patırtı çıkarabilirim kaygısıyla doğru piyanoya koştum. Az sonra arkamdan Halil Dere geldi:

-Banyoya gitmiyor muyuz?

-(Rauf İnan dememek için) “Çifteler müdürü konuşmayacak mı?” deyince Halil Dere, o konuda Başkan Hüseyin Atmaca'dan bilgi almış, “Onun ne zaman konuşacağı daha belli değilmiş!” dedi. Rahatladım. “Yahu bu, Ahmet Emin Yalman geldiğinde de gelmişti değil mi?” Halil Dere sinirlendi:

-Sen ne diyorsun, adam resmen buranın müdürlüğünü istiyormuş. Hürrem Arman da başka yere gitmek istemiyormuş. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç ise ikisine:

-Aranızda anlaşın! deyip geri çekilmiş. Adamlar şimdi anlaşmaya çalışıyormuş. Ahmet Emin Yalman'ı da buraya Rauf İnan getirmiş. O getirdiğine göre doğal olarak buradaydı.

Sen de mi onun konuşmasını bekliyorsun? O ne konuşacak ki, yetiştirdiği öğrencilerini görüyoruz. Hasan Sabbah'ın oğlanları gibi hep onun adını anıyorlar! İçim serinledi:

-Yanlış anladın, adamı dinlemeden, dinlemek istememe gibi bir yanlış saplantı içine girdim. Okul Müdürü olarak okulunu anlatacak; Çifteler Köy Enstitüsü'nü en yetkili ağızdan dinlemek, sanırım orasını tanımak bakımından en doğrusudur.

Piyanoyu kapatıp çıktım. Salonda da kimse yok. Kahvaltıya gittik. Hava iyice güneşli ama serinlik yüzleri gerdiriyor. Dünkü Öztekin Öğretmenin şakasını Halil Dere'ye anlattım. Elmadağlarından gelen rüzgarın, oradan üşüyerek gelmesi nedeniyle soğuk olduğunu... Halil Dere sinirlendi:

-Bunun neresi şaka? Başka türlüsünü kim düşünebilir? Çölden gelen rüzgar sıcak olur, kardan gelen soğuk! Yürürken durdum:

-Bak sen de şaka ediyorsun, bu söylediğini bilmiyor muyum sanıyorsun? Bir süre bakışarak gülüştük. 2. Sınıflardan Nüsret Ökmen'le karşılaştık, Halil Dere'nin hemşerisiymiş, azıcık dedikodu yaptılar. Nusret Ökmen Kırıkkale'ye gitmek için bilgi toplayanlardan biriydi, ben de onu sordum. Havalar iyice ısınmadan gitmeyi düşünmediklerinden henüz bir girişim yapmamışlar. Daldan dala atlar gibi konu değiştirerek banyo yapıp döndük. Yemekten sonra benim aralıksız çalışmam gerekiyor. Gerçi üç parçamı da hazırladım ama gene de kusurlarım olduğunun bilincindeyim. Czerny'deki stakatolar denk oluyor mu? Beethoven Sonatı öğretmenle birlikte çalıyoruz. Öğretmene uymak zorundayım. Özellikle bu uyma zorluk yaratıyor. Ben öğretmeni izlemeye çalışırken işaretleri atlayabiliyorum. Öğretmen benim hatalarımı gözetliyor. Kimi kez:

-Yakaladım! deyip kusuru söylüyor, oysa ben yapılması gerekeni çok iyi biliyorum ama uymayı bozuyorum. (refleks) Şu işe bak; akşam, "Tamam, piyano ödevlerim pişti!" derken aradan 24 saat bile geçmeden unuttum mu, yoksa pişmediğinin ayırdında mı değildim? Kendimi biraz sıktım, aklımı çimdikledim. Bu çimdikleme sözü de Faik Canselen öğretmenin. Öğrenciliğinde saatlerce piyano çalışıyormuş. Uykusu geldiğinde de kendini çimdikliyormuş. Bunu anlatıp bir süre güldükten sonra da:

-Kendini çimdiklemek de yetmez, insan aklını da çimdiklemeli ki uyanıp öğrenilecekleri alıp depoya koysun! Öğretmen bunu dedikten sonra da sorar:

-Depoya koyduk, bu yeterli mi? Psikologlara göre bu da yeterli değişmiş. Öyle ya, kiler gibi bir yere yiyecekleri atıyorsun. Onlar orada yemek olmuyor, değil mi ama? onları alıp bir de yemek durumuna getirmek gerekiyor! deyip güldükten sonra ise:

-Bunlar hep avunma, insanlar kendini iyi kontrol edip günü gününe çalışınca böyle tesellilere gerek kalmıyor. der.

Faik Öğretmenin tüm sözleri bence deneyime dayanan sözler. Çalışarak kazanmış. Bir göçmen çocuğuymuş, yatılı okullarda okumuş, yarışmalara girerek kazandığı paralarla yüksek Öğrenim yapmış. Besbelli söyledikleri hep denenmiş, iyi sonuçlar alınmış çalışmaların gerçek yanları.

Yemekte bir ilk yaşandı. İki masa ilerimizdeki 2. sınıfların masasında Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan eski öğrencileriyle yemek yedi. Masada Süleyman Alkan, Satılmış Aslantaş, İhsan Güvenç, İsmail Koralay, Rahim Ünüvar, Musa Çınar, Hüseyin Yücel, Abdullah Ön var. Öteki masalardaki Çiftelerlilerin gözleri hep o masada. Rauf İnan ne anlatıyorsa, iki eli sürekli olarak, avuçları bir birine dönük, baş parmaklar yukarıya dik, küçük parmaklar altta olmak üzere inip kalkıyor. Ekrem Bilgin dikkat etmiş, ellerini öyle yapıp bir kaç kez indirip kaldırınca:

-Adam öyle konuştuğuna göre kesinlikle yemek yemiyor! dedi. Ötekiler, yemek masasında oturup yemek yememenin nedenleri irdeledi. Kamil Yıldırım:

-Adam müdür olmuş, öğrenci yemeği yer mi? Okul müdürü onu ayrıca besleyecektir. Peki, ellerini neden sürekli öyle sallıyor?

-Çok basit, ellerini oynatmasa, masadakiler, kendileriyle masada neden yemek yemediğini düşüneceklerdir. Onları böyle bir düşünceye saptırmamak için adam sürekli ellerini kullanıyor. Kamil Yıldırım'ın sözü çok bilimse bulundu. Arkadaşlar:

- “Kamil psikolojiyi içine iyice sindirmiş!" dendi. Hemen bir de özel karar alındı; Yunus Kazım Köni'nin gelmediği günler Psikoloji dersine o girecek. Kamil Yıldırım karşı oldu:

-Ben karşınıza geçip 2 saat "Efendim!" diyemem! Arkadaşı Nihat Şengül, Efendim!" demeyi üslendi. Nihat masada oturup aralıklı olarak "Efendim!" diyecek. Biz gülüşürken Müdür Rauf İnan'la masada oturanlar kalktı. Rauf İnan önde ötekiler arkaya birerli kol olup masalar arasından geçtiler. Abdullah Ön, en arkadaymış, geçerken bizim masaya göz kırptı. Bizim şakalar sürerken masalar hep boşalmış, biz de kalktık.

Arkadaşlardan bazıları, Öztekin Öğretmenin bana muştusunu duymuşlar, çevremi sardılar:

-Kimmiş, plak veren neyin nesiymiş? Tam bilmediğim için yanıt veremedim. Ancak, plak verecek kişinin Cumhurbaşkanlığı orkestrasının üflemeli çalgılar grubunda çaldığını, Alman olduğunu, Almanya’ya döneceğini duymuştum. Gerçekte adam plakları bize değil, yararlanacak bir kuruma diye veriyormuş. Öztekin Öğretmenin arkadaşları olayı bize döndürmüşler. Ne var ki, o işin olup olmayacağı kesin değil. Olursa, sevineceğiz. Böylece 300 plağımız 350 olacak. Plakların sahibi orkestrada çaldığına göre seçtiği plaklar kesinlikle değerli eserlerdendir. Bizde olmayanlardan çıkarsa böylece plak repertuvarımız zenginleşmiş olacak.

Arkadaşlarla bir süre konuştuktan sonra ayrılıp alt odaya geçtim. Gelen giden olmadı, oldukça rahat çalıştım. Mozart la majör 331 kv. sonatın ilk dört varyasyonunu bir süre çekiçledim. 5. varyasyonun ilk ölçüsünde tökezledim. Hayret bir durum; ilk 1, 2, 3, 4. bölümler kolay girişle sanki "Çal beni!" derce kolay başlıyor. 5. ise bunun tersi; "Sakın ha!. . . " derce bir giriş yapıyor. Faik Öğretmenin dediği gibi kendimi çimdikledim, uzun süre tek el çalıştım. Akordiyonla bile denemeyi düşündüm.

Akşam yemeğinde gözlerimiz tüm masalara takıldı. Aramızda konuşmadık ama Rauf İnan'ı aradığımızdan kimsenin kuşkusu yoktu. Nitekim Halil Yıldırım, kendi kendine konuştu:

-Yok, deve! Adam bütün masaları gezecek değildi ya... Ad vermedi ama bu söz yeterli oldu; olasılıklar öne sürüldü:

-Akşam karanlığında neden gelsin? Gelirse yarın gündüz gelir!

-Niçin gelsin?

-Bugün neden geldiyse onun için gelir! Bu kez de Çifteler grubunun en seçkin olanlarının masasına oturmuş olması dile getirildi. Başta Rahim Ünüvar'dan söz edildi. Nihat Şengül yaşına değindi:

-Sağlam 40 yaşındadır!

-Yok yahu o kadar da değil!

-Saçı dökülmüş!

-Dişleri sağlam!

-Sesi, ihtiyar sesi!

-Evlenmemiş!

-Ne biliyorsun? Belki köyde çocukları okuldadır.

-Evli olsa okuldan atarlar!

-Gizli evlenmiştir!

Bu gizli evlenmenin olamayacağı söylenince bu kez söze ben de katıldım. Yeğenim İsmet'in 4. sınıftayken kız kaçırıp evlendiğini, son sınıfı evli olarak okuduğunu, şimdilerde kızını büyüttüğünü anlattım. İnanmadılar, kızının adını söyledim, mektubunu göstermeye söz verdim. Konu, Rahim Ünüvar'dan böylece gerçek alana döndü. Köylerde yüzlerce insan İmam nikahı ile evleniyor, gizli gizli iki evlilikler yapılıyor. Önemli bir çatışıklığı yoksa kimse kimseyle ilgilenmiyor. Sözüme inandılar. Bu kez de yeğenimin gerçek hikayesini sordular. İsmet'in okula girmeden önce peylediği bir kız olduğunu, annesi kızı çok beğendiği için İsmet'i desteklediğini, sonrada Zühre teyzemin hem bir an önce evine gelin getirmek istemesi, hem de kız ailesi bir başkasına söz verir rakip çıkar kaygısı nedeniyle (böyle bir durum olunca rakip taraf ihbarcılık yapabilir.) İsmet, bir bakıma, okuldan atılmayı bile göze alıp kızı kaçırdı. Okuldaki durumu nasıl idare ettiğimi anlattım:

-İsmet bana söz verdi, benden habersiz, köyüne arkadaş götürmeyecek. Kesinlikle kimseye sır vermeyecek, eşiyle, hatta evdekilerle mektuplaşmayacak. İsmet biraz zorlandı ama dediklerime uydu. Köylerimiz arasında her an geliş gidiş oluyor. Benim köyüm okula yakın (18 km.) İsmet bizim aile aracılığıyla haberleşti. Ayrıca Kepirtepe Köy Enstitüsü binalarını çevreleyen arazi sahibi köy, okula 4 km. Köyün Ağası, aynı zamanda muhtarı ile kardeş çocuklarıyız. Her cumartesi onlara çıkıyoruz. Bu nedenle haberleşme sorun değildi.

Arkadaşlar beni dikkatle dinlediler. Kendi köyleri okullarından çok uzak olduğundan benim anlattığımı değil de köyümün okula yakınlığı üstüne kayıp sorular sordular. Lüleburgaz içinde kaldığımız 8 ay çektiğim sıkıntıları anlatınca güldüler. Kaldığımız okul, Lüleburgaz pazarıyla karşı karşıyaydı. Okul bahçesine kurduğumuz marangozluk atölyesi elektrikli makinelerinde çalışıyordum. Her pazartesi pazarına gelen olur, beni görüp çalışma yerine girerlerdi. Üç marangozluk öğretmenimiz vardı. Üçü de beni hoş görür, gelen olunca izin verirlerdi. Gelenlerin derdi ben değil, ben öğrenciysem neden marangozluk atölyesinde çalışıyordum? Yıl 1939. O zaman Köy Öğretmen Okulundaydık. Okulda iş yapma olayı o denli yaygın değildi. Babam, üç ağabeyim olayın iç yüzünü bildiklerinden köydeki dedikodulara aldırmıyordu. Köye izinli gittiğimde bir süre beni "Atölyeden kaçmış!" gibilerde yalan haberler yayıldı. Sonra sonra bu tür söylentiler kesildi. Bu kez de abartılı övgüler başladı. Okul bahçesinde çalışırken Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gelmişti. Elektrikli tezgah başında çerçevelik kesiyordum. Hasan Ali Yücel ne yaptığımı sordu. Dilimin döndüğünce yaptığım işi anlattım. Bir hafta sonra köye gittiğimde öğrendim ki, Hasan Ali Yücel ta Ankara'dan bana gelmişmiş. Bir başka olay da, Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü benim için oraya kurmuşlar. Babamın iki ablası vardı. Birinin oğlu, az önce söylediğim Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü çevreleyen Yeni Bedir Köyü Muhtarı, Öteki ablası da Babaeski kentine bitişik Sofali (Sofu Ali) köyünde. O halamın oğlu (Hasan Amcam) da Babaeski'de kiremit-tuğla ocakları işletiyor. Alpullu'da kaldığımız yıl, okul olarak Hasan Amcamdan, tuğla kiremit alınmış. Yapıcılık öğretmenimiz Namık Ergin Hasan Amcamla tanıdıkmış. Kepirtepe'de inşaat başlayınca bu tuğla-Kiremit işi sürdü. Kısacası bir tarafta muhtar Kamber amcam, bir tarafta tuğla-kiremit sağlayan Hasan Amcam, kendi çıkarları, dolayısiyle de benim için Trakya Köy Öğretmen Okulunu Kepirtepe'de kurdurmuşlar. Benim köyümde uzun bir süre bunlar konuşulmuş. Köye gittikçe çok yakınlarımdan dinleyip üzülürdüm. Sonra sonra salt bizim köy değil öteki köylerin de böylesi yakıştırmaları yaptığını öğrendikçe gülüp geçtim.

Konuşmaya dalınca Faik Öğretmeni unuttum. Faik Öğretmen:

-Vay, vay, vay! dedikten sonra:

-Söyleşinizi kesmeyeyim, okulunuzda konuklar var; olağanüstü bir durum olabilir! deyince ben hazırlığımı yapmıştım, notalarımı alıp alt odaya doğrulunca Faik Öğretmen:

-Salonda keman meman yok, burada kalabiliriz! deyince piyanonun başına gittim. Faik Öğretmen:

-İbrahim, benden önce geldiğine sevindim, sen de bu çalışmaya alıştın sanırım. Alışmasan böyle gönüllü gelmezdin! deyip bana dergi gibi büyük, kitaptan çok ince bir kitabımsı nesne uzattı:

-Al, şu sana anlattığım İncinin Kitabı, kitabın inceliğine bakma, şeker gibi 10 parça, seni, biraz uğraştıracak ama sonunda çok memnun kalacaksın! dedi. Aldım, renkli bir kapağı var. Öğretmen önce piyanoya kendi oturdu.İncinin Kitabı’ndan ilk parçayı çaldı. Sevip sevmediğimi sordu. Doğrusu pek sevmedim. Sevmedim demek de yetmez, sanırım biraz küçümsedim. Gene de ilk algılamamın tersine beğendiğimi söyledim. Öğretmen hemen birinci parçayı ödev olarak verdi. Ayrıca Beringer 2. kitaptan çalışma verdi. Çalışma parçası iki sayfa salt parmak çalışması. Faik Öğretmen kendisi çaldı, arkasından da:

-Parmaklar yağda kayar gibi kayacak, sesler su gibi akacak! Konservatuvara gelsen, hep bunları duyarsın. Oradaki öğrenciler senin kadar serbest değildir. Onların çalacaklarını öğretmenler seçerler. Onların kendine özgü yöntemleri vardır. Öğrencilerin de geleceğe yönelik istekleri başkadır. Sizin ülkünüz baştan belli, öğretmen olacaksınız. Öğretmenin, piyanoya arkasını dönerek bana bir şeyler anlattığını gören arkadaşlar bize yaklaştılar. Bu kez de öğretmen arkadaşlara:

-Öğrenci-öğretmen size bu gece bir resital verelim! dedi sonra da resital'i anlattı. O da bir tür konsermiş. Tek çalgı ya da bir iki çalgı ile verilen konser anlamına geliyormuş.

Faik Öğretmen bana yavaşça:

-Senin fikrini sormadan vaatte bulundum, uyabildiğin yerlerde uy, kesersen usturuplu kesmeye çalış. Başlarken dikkatli ol! Ne düşündüyse fikir değiştirdi; önce benim Diabelli Rondoyu çalmamı istedi. Rondoyu iyi çaldığıma inancım vardı. Rahatladım: Arkasından Tchaikovsky Polis Dansını çaldım. Faik Öğretmen alkışladı. Bu kez Beringer'i açıp Beethoven Sonat notasını arkadaşlara gösterdi. Bu konuşmalar sürecinde iyice rahatlamıştım.

Sonata iyi başladık, iki yerde aksattım ama büyük bir bozum olmadan sonunu getirdik. Faik Öğretmen beni övdü, parça için de:

- İlk kez birlikte çalıyoruz! dedi. Arkadaşlar çevremizi sarmıştı. Faik Öğretmen bana:

-Hadi şimdi dersimize geçelim! deyince arkadaşlar çekildiler. Bu kez de yavaşça:

-Resital falan yok, bunu bir daha çalalım, sonra da sen sonatın kendine başla. Bunun aslı bu kadar kolay değildir. Bu seni bir hayliuğraştırır! deyip güldü. Tüm dikkatime karşın gene bir aksama yaptım. 2. Kez çaldığımızı Faik Öğretmen beğendi:

-İşte bu kadar! Şimdiden sonra bunu kendin çalışacaksın. Ancak tekrarlayayım, Beethoven'in sonatları güzel olduğu kadar zordur. Piyano çalanlar onlar için "Çetin Ceviz!" derler. Faik Öğretmenin getirdiği kitabı piyanonun üstüne koymuştum, öğretmen alıp gösterdi, gülerek bunu çal demiyorum seversen bununla da oyna, oynayarak seversen tadını alırsın: Piyanoya başlayıp parça çalmaya meraklananlar çok seviyorlar, sen de bir dene! dedi.

Faik Öğretmen gene sordu:

-Senin için bu program uygun mu? “Bu saatteki çalışma çok uygun, pazar günü çalıştığım için sıcağı sıcağına!” deyince öğretmen sözümü keserek:

- İyi öyleyse, askerlerin diliyle "Atışa Devam! deyip ayrıldı.

Faik Öğretmenin oluşu kemancıların gitmesine neden oldu. Yalnız olarak bir süre oturup Şan Dersi hazırlığı yaptım. Gözlerimi kapayarak tuşlara bastım. Sol anahtarına göre do majör sırasını bir iki aksamayla seçmeye başladığıma sevindim. Önemseyip çalışırsam yapacağıma inandım. Gözlerimi açıp daha dikkatli bir süre daha çalıştım.

Yat zili çalmış, kapıları kapatıp yatakhaneye gittim. Çoğunluk uyumuş; birileri Rauf Bey'den söz ediyor. Sesinden tanıdığım biri, Hasan Özden biraz yüksekçe a. s. t. dedikten sonra Emin Soysal'in eline su bile dökemez! deyince Rauf Bey diyenlerin Kızılçullular olduğunu anladım. Birileri, Müdür Rauf İnan, birileri de salt Rauf Bey diyor. Biz Kepirliler ne demeliyiz? Kendi kendime güldüm:

-Biz de:

Müdür Rauf İnan Bey! deriz. Bir kaç kez tekrarladım:

-Müdür, Rauf İnan Bey! En iyisi de:

Bay Müdür Rauf İnan!

 

13 Mart 1944 Pazartesi

 

Uyanınca akşamki düşündüklerimi anımsadım:

-Bay Müdür Rauf İnan, Bay Müdür İhsan Kalabay, Bay Müdür Enver Kartekin, Bay Müdür Ömer Uzgil, Bay Müdür Hürrem Arman... Kendi kendime güldüm; benim başka işim mi yok?

Abdullah Erçetin'le dün konuşmamıştık; Abdullah "Günaydın!" bile demeden sordu:

-Doğru mu?

-Ne doğru mu?

-Duymadın mı?

-Neyi duymadım mı?

Abdullah sinirlendi:

-Sen bilirsin diye sormuştum! Gitmek için arkasını dönerken, ceketinden tuttum:

-Sen ne sordun şimdi bana? Abdullah heceleyerek:

-Hil mi Gir gin koç un as ke re git ti ği doğ ru mu?

-“Böyle bir şey duymadım, böyle bir durum olsaydı, kesinlikle Faik Canselen Öğretmen söylerdi. Biliyorsun bugün Mahir Canova, Hilmi Girginkoç, Faik Canselen Öğretmenler birlikte geliyorlar, Birlikte geliyorlar ama birlikte gidemiyorlar. Çünkü Faik Canselen Öğretmenin onların dersleri bittikten sonra benimle daha iki saat piyano dersi yapıyor. Bu iki saati kazanmak için Faik Öğretmen benimle çalışmayı pazar akşamına alıyor. Her gelişinde de tekrarlıyor:

-İbrahim, bu program değişikliği için sakın gücenme, gönül rızasıyla olsun. Böyle olunca ben de arkadaşlardan ayrılmadan döneyim. Birlikte geliyoruz, arkadaşlı yolculuklar daha iyi oluyor. Yol kısa da olsa, yalnızlık yalnızlıktır! diyor. Bu sözü akşam gene söylediğine göre Hilmi Girginkoç Öğretmen gelmiştir. Konuk Öğretmenlerle ilgilenen Hüseyin Atmaca şimdi yemekhanededir, gidip soralım istersen.” Dedim, karşıdan Hüseyin Atmaca çıktı. Sormaya gerek yok o zaten kendisi söylüyor. Bizi görünce gülerek:

-Sizin takım tamam, Yapı Kolu öğretmenlerinden eksik var! deyip geçti. Abdullah'ın telaşı üslendiği ödevi tamamlamamasındanmış. Bu kez de:

-Eyvah, adam benden ödevi sorarsa? dedi durdu.

Kahvaltıda da aynı konu tekrarlandı:

-Kim çıkardı bu kuyruklu yalanı? Kuyruklu yalan, Sosyoloji öğretmenin geçen hafta gelmemiş olmasından çıkmış olabilir. O askerlikle ilgili, Hilmi Öğretmen de askerliğini yapmamış olduğuna göre yakıştırmak kolay. Çünkü askerliğini yapmamış olanları, yaşı gelmişse her an çağırabilirler. Ödevlerini önemsemeyen Abdullah'ı sevdiğim için zaman zaman uyardığım oluyor. Uyarılarımı yerinde buluyor da yerine getirmiyor. Ben de ona takılıyorum:

-Gel bundan böyle benim uyarılarımı yerinde bulma da lütfen yerine getir. Karşılıklı sözleştik.

Akşamdan piyano ödevlerimi geçirmem beni çok rahatlatıyor. Öyle alıştım ki Faik Öğretmen program değiştirirse üzüleceğim.

Akşam çalıştığım için bugün daha rahatım. Hilmi Girginkoç Öğretmen gene geçen haftaki gibi giyinmiş. Nihat Şengül hepimizden daha dikkatli; hemen fısıldadı:

-Cepteki mendil değişik! Nedense bugün Hilmi Girginkoç Öğretmen Clark Gable oldu: Bıyıksız Clark Gable.

Bölüm Başkanımız, Hilmi Girginkoç Öğretmeni odasına çekip konuştu. Kısa bir konuşmaydı ama gene de merak ettik. Hilmi Girginkoç Öğretmen önce kendisi bir ses gösterisi yaptı. Yüzüne baktım, yüzünde bir değişme olmamasına karşın ses alçalıp yükseliyor. Öztekin Öğretmenin konuşma nedeni anlaşıldı. 2. Sınıflar da bize katıldı. Daha önce yazdığımız okul şarkılarıyla marşlar çıkarıldı. Öğretmen birer ikişer kez söylettikten sonra 2. sınıflar şarkıları tekrarlattı. Sonunda Hilmi Girginkoç Öğretmen Mehmet Yelaldı ile Orhan Doğan’ı seçti. Kendi olmadığı zaman okul şarkılarını onlar söyletecek. Sıra türkülere geldi. Türküleri tek tek söyleyenler oldu. On türkü seçilmişti, on ikiye çıkarıldı. Onları da Abdullah Ön'le Yusuf Demirçin yönetecek.

Böylece, Abdullah ile sabah yaptığımız zıtlaşmanın sonucu şaşırtıcı oldu; onun korktuğu, benim de umduğum geriye kalmış oldu. Geçecek zamanda o çalışırsa kazanma umudu doğacak ben çalışmamı sürdürürsem başarım daha da artacak.

Mahir Canova Öğretmen önce sesli olarak yazılar okuttu, konuşmalar yaptırdı. Tiyatro Tarihi kitabındaki örnekleri canlandırdık. Aristofanes'in Atlılarını, kitaplar elimizde sesli olarak okuduk. Bana da bir sahnede okuma rolü verdi. Kasap'ın sözlerini okudum. Daha doğrusu okuyamadım. İki uşak bir kasaba gidip oyun oynamak istiyor.

Birinci uşak -. . . . Hey kasap, Tanrı'nın talihli kulu! Gel gel buraya, hey sevgili dost! Gel!

Kasap-Ne var, ne istiyorsunuz benden?

Birinci uşak-Gel buraya da ne talihli insan olduğunu gör!

İkinci uşak-Birinciye, Git adamcağızı yükünden kurtar, sonra da haberi ver. Ben gidip Paflagonyalıların ne yaptığını göreyim!

Birinci uşak- (Kasaba) Haydi bakalım, şu yükünü yere bırak; sonra da toprağa ve ilahlara dua et!

Kasap- (yükünü yere bırakır) Oldu işte! Ne var bakalım?

Birinci uşak-Ey Tanrının sevgili kulu, ey zengin adam!

Kasap-Be adam, ne diye benimle alay ediyor, işime engel oluyorsun? Bırak da işkembelerimi temizleyeyim, sucuklarımı keseyim!

Birinci uşak-Budala, sen ne okuyorsun yahu? Hele şu yana doğru bir bak, (Sahnedeki halkı gösterir) onları görüyorsun ya!

Kasap-Görüyorum!

Birinci uşak-İşte bütün bu halka sen kumanda edeceksin!

Kasap- Ben mi?

Birinci uşak-Sen ya. . . Şu gördüğün kağıtta, yani senin büyük adam olacağın bildiriliyor.

Kasap-Ben bu işten pek bir şey anlamadım; söyle yahu, benim gibi domuz sucuğu satan herif nasıl büyük adam olur? Doğrusunu istersen, benim elimden büyük işler gelmez. Ben kendimi dediğin mevkiye çıkacak kıratta görmüyorum.

İkinci uşak-Şuna bakın hele, kim demiş ki bu işe layık değilsin? Sen namuslu bir adama benziyorsun. Yoksa namuslu bir aileden değil misin?

Kasap-Doğrusunu istersen, ben senin dediğin ailelerden değilim. Bizimkilerin hepsi dilenci, sefil insanlardır. . . . .

Parça sürüyor. Yazar, o zamanki Atina yöneticileri için yazmış. Kasabın söylediği sözleri seslendirmemi, Mahir Canova Öğretmen beğenmedi. Birinde de üç kez tekrarladım üçünde de güldüm. Dördüncüde de Mahir Öğretmen de güldü. Sonra da bana sordu:

-Ben sana gülüyorum, sen niçin gülüyorsun? Birden alındım, hemen cevap verdim:

-Ben de sizin gülmeyişinize güldüm! Mahir Öğretmen neye yordu bilmem ama hemen:

-Şimdi ödeşmiş olduk, bak güldük işte!

Öğretmen bizi 3 grup yaparak, üç kitaptan 3 sahne verdi, Kral Oipus, Hippolit trajedileriyle Atlılar komedisinden, yüksek sesle konuşma çalışması yapılacak.

Tek tek okumalarımızda öğretmenin beğendikleri oldu. Koroları ise, tümüyle bir türlü beceremedik. Kral Oidipus'u okumamızı söyledi. "Okuduk!" diyenlere de Antigone'u okumalarını önerdi. Gelecek derse, kitaplıktaki Kral Oidipus'ların hepsini almamızı istedi.

Geçmiş günlerde sözü çok edilen bir döneme girdiğimizi bugün anladık. Okula gelecek konuklar için yapılacak gösterilerde bizim bölüme düşecek etkinliklere gerçekten bugün başlamış buluyoruz. Faik Canselen Öğretmen de önce İstiklal Marşımızı dört sesli yapalım mı? diye sordu. Sonra da ne düşündüyse:

-Bugün iki sesli çalışalım sonra çoğaltırız! dedi. Arkasından Faik Canselen Öğretmenin İleri Marşını iki sesli olarak söyledik. Faik Öğretmen çok memnun oldu:

-Siz benim en duyarlı tarafımdan yakaladınız; ben bu marş üstünde çalışırken bu denli güzel söyleneceğini aklımdan geçirmemiştim. Okullarda söylenen marşların perişanlığını gördükçe:

-Alın size bir de benden! deyip geçiyordum. Bugün gördüm ki, pek öyle değilmiş! dedi, hepimize teşekkür etti.

Öğle yemeğinde konu gene Rauf İnan oldu. Tam arkamızdaki masada oturdu. Oldukça ince sesli, gülünce oldukça tis perdeden gülüyor. Ne konuştuğunu tam duyamadık ama hep ders verir gibi anlatıyor. "Ne olacak canım!" basma kalıp sözünü çok kullandı. Halil Yıldırım'ın dikkatinden kaçmamış:

-12 kez "Ne olacak canım!" dediğini söyledi. Bir yemek süresinde 12 kez tekrarlama bir kusur sayılır mı? Ekrem Bilgin de söze karıştı:

-Bunu, Çiftelerlilere sormalı; kuşkusuz onlar bunu büyük bir başarı sayarlar (!) Dil persengi, diyen oldu. Bu kez de dil persengi sözünün anlamı tartışıldı. Dil persengi, tek sözcük müdür, yoksa bir kaç söz grubu da o anlamda kullanılır mı? Genellikle tek söz olduğunu sanıyordum ama kimi insanların "Efendime söyleyeyim!, “Sözün kısası”, “senin anlayacağın” türü iki söz kullananları da gördüm. Ancak benim düşünceme göre tek sözcük olması gerekir. Benim köyümde birisi "Abone" demeden söze başlayamaz. Köy Öğretmen Okulu yıllarımızdaki bir öğretmen "Şümüdü" demeden konuşamazdı. Psikoloji öğretmenimiz de "efendim" demeden konuşmuyor. Oysa "Ne olacak canım!" bir dil takılması değil, bir soru karşılığı, ya da bir sonuç bildirisi. "Ne var yani?" diyenler de oluyor. Örneğin askerlik dersimize arada gelen Yüzbaşı Sıtkı Ulay, sık sık "Yegân yegân" sözünü kullanıyor. O, bunu bilerek tekrarlıyor. "Yalnız” ya da tek çare anlamında kullanmış olabilir. İsterse bu söylemi, bir başka sözle de değiştirebilir. Oysa dil persengi kolay değişmeyen bir dil takıntısıdır. Dil persengine dil pesendi diyen oldu. Oysa hiç ilgisi yok. Dil, divan edebiyatında gördük, gönül demektir. Şair Necati:

 

"Dil sevdi can ile canan olacağı

Bîçare bilir derdine derman olacağı"

demişti. Dil burada gönül anlamındadır. Dil pesendi, gönülden sevme ya da ona benzer bir anlam taşımaktadır. Hamdi Keskin Öğretmen özel olarak dil'in gönül olduğunu açıklarken Gazi Giray'ın bir gazelinden de:

 

" Râyete meylederiz kâmet-i dil-cü yerine

Tüga dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine

Heves-i tir-i keman çıkmadı dilden asla

Naveg-i gamze-i dil-düz ile ebrü yerine"

 

beyitlerini okuyarak açıklamıştı.

 

Gönlümüzü bağlayan boy yerine bayrağı sevdik, kokulu saç yerine de tûğa bağlandık (Sevdalandık)

O güzelin, gönül delen ok gibi bakışı, yay gibi kaşlarıyla benzerlik kuran gönlümüz okla yaya bu yüzden sonsuza dek bağlandı.

Bu örneklerdeki dil, gönüldür, şiirlerdeki anlamları hep gönül üstünedir.

Arkadaşlar, söylediklerimi daha önce hiç duymamış gibi acayip acayip yüzüme baktılar.

Yemekten sonra salonda toplanınca Öztekin Öğretmen:

-Bugün sesleriniz biraz zorlandı biliyorum ama, biz daha fazla zorlamadan tekrarlayalım! deyip türkü listesini aldı. Gerçekten öğretmen dediğini yaptı, daha önce önemli olarak saptadığımız türküleri birer kez tekrarlayıp serbest çalışmaya geçtik. Arkadaşların çoğu, yorulduğunu söyleyip gidince piyanoların ikisi de boş kaldı. Notalarımı alıp aşağıya indim. Mozart la major 331 Kv . sonatın ilk dört bölümünü pişirmiştim. 5. bölüm bana çok ters geldi. Çok ağır olarak sağ el çalışması yaparak girişi kolaylaştırdım. Hayret bir durum, 3. 4. bölümler hem kolay hem de çok hoşuma gitti. 5. bölüm hem zor geldi hem de beğenmedim. Sık sık söylenen sözü anımsadım; "Kedi eremediği ete murdar Dermiş”. Bir süre daha zorlanınca etin murdar olmadığını sezer gibi oldum; kokudan hoşlanmaya başladım. Başta Adagio yazılı, adagio, largodan sonra en ağır hareket sayıldığına göre benim çok ağır çalışmam normal. Ben 16'lı, 32'lik hatta 64'lük notaları görünce hızlı çalmaya kalkıyordum. Bu kez iyice ağırlaştım. Oluyormuş gibi algılamaya başladım. Mehmet Zeybek geldi. Zaten kalkacaktım, yarın Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle karşı karşıya olacağız. :

-Sizi dinleyelim! derse, bu nazik çağrıya susarak yanıt vermek bence, sanırım en azından bir onursuzluktur. 60 arkadaşın 120 gözü üstümde olacak. Üstelik Sabahattin Öğretmen öyle dangadak soru sormuyor. Sordukları, geçmiş derslerde defalarca konuşulan konular. Parmaklarımızla sayabileceğimiz sayıları geçmez. Sokrates, Eflatun, Aristoteles, Aiskilos, Sofokles, Euripides, Shakespeare, Bacon, Montaigne, La Fontaine, Eugene O'Neill. Bu kişilerden parçalar okuduk. Şimdiye dek hiç birisini kimdir; nedir diye sormadı. Ancak parçalarda geçen kimseleri tanımamızı sık sık söyledi. Parçada geçen kişiyi istiyorsa yazarını neden istemesin? Bence bu çok doğal, öğretmen onu söylemeye bile gerek görmüyor. Böyle düşündüğüm için söylenenleri yazıp kısa da olsa bilgilenmeye çalışıyorum. Örneğin şimdiye dek Lücretius, Horatius, Persius, Gallus, Terentius, Vergilius, Tibullus, Seneca, Catullus, Ariosto, Quintillianu, Ovidius, Martialis, Tasso, Ennius, Juvenalis, Prudentius, Luciannus, Propentius, Çiçero, Millius, Titus-Levius, Claudianus, Quintus, Manillius, Plautus, Maesenas, Tusculanes. Bunlar, Montaigne Öğretmenin kitabında alıntı yapılan Latin-Yunan ozanları-Filozofları. Bunlardan Lucretius, Seneca, Çiçero, Virgilius, Ovidius, Tasso, Ariosto olmak üzere ancak yedisi hakkında bilgi bulabildim. Bu kez de bu düşünürlerin söyledikleri aklıma takıldı. En çok sözü alınan Lucretius, Montaigne Öğretmen tam tam kırk kez ona başvurmuş. Kitapta 125 parça var, öyleyse her üç parçada bir Lucretius'la karşılaşmışız. Lucretius’u tanımak istedim. Meğer Lucretius öyle ahım şahım bir filozof değil bir şairmiş. Üstelik yaşamının büyük bir bölümünü sayrılıklar içinde geçirmiş.

Horatius 25 kez geçiyor. Horatius da Lucretius gibi Romalı bir şair. Bir birine yakın zamanlarda (İ.Ö. 1. yy) yaşamışlar. Horatius önce felsefe ile uğraşmış, Atina'ya giderek felsefe okumuş. Asker olup Brutus (Julius Caesar'ın oğulluğu-Sonra katillere katılan düşmanı) ordusunda savaşmış, Brutus'un İmparator Oktavius tarafından öldürülmesi sonunda askerliği bırakarak yaşamının son bölümünü şair olarak sürdürmüştür. İ. Ö 8 yılında ölmüştür.

Ennius: M.Ö. 240-170 arası Roma'da yaşamıştır; Homeros'u Latinceye çevirmiştir.

Valerius Catullus: İ. Ö. 84-54 yılları arasında yaşamıştır. Latin şiirine canlılık katmıştır

Tasso: 1544-1595 yılları arasında yaşamış bir İtalyan şairdir. Babası da ünlü bir yazardı. Oğul Tasso şiire tutkundu, dinsel konulara el attı, geçmişe yönelik şiirleriyle ün yaptı.

Ovidius: İ.Ö. 43 yılında doğdu, İ.S. 18 yılında öldü. Aşk üstüne yazılmış kitapları vardır. Sakıncalı görüldüğünden Köstence'ye sürgün gönderilmiş, orada ölmüştür.

Ariosto: 1474-1533 yılları arasında yaşamış bir İtalyan şairi, Tercüme Dergisinde şiiri var.

Sappho: Yunan filozofu Eflatun'un övdüğü bir bayan şair. İ. Ö. VI. yy'da yaşadığı sanılmaktadır.

Sabahattin Öğretmen ilk dersten beri Montaigne Öğretmen deyip duruyor. Okuduğumuz parçalarda da araya sıkıştırılmış kişileri önemseyip zaman zaman "Onu da fırsat bulursak tanıyalım!" diyor. Bunların içinde 40 kez, 30 kez adı geçenler var. Bir gün bunlardan soru çıkar kuşkusuyla onları ayrıca not ettim. Elim değdikçe okursam, kolay kolay unutmayacağımı umuyorum.

 

Lucretius
 
Minutatum vires et rubor adultum
Frang et in partem pejorem liquitur oetas
 
Yıllar için için aşındırır
Olgunluk çağın varmış güçleri
 
Horatius
 
Singula de nobis anni proedandur euntes
Bir şey koparır bizden, yıllar, akıp giderken.
İn vitium ducit culpae fuga
Kusur korkusuyla suç işliyoruz
 
Persius
 
Udum et molle tutum est, nunc properandus, et acri
fingendus sine fine rota
 
Çamur yumuşak ve ıslak, çabuk , çabuk olalım.
Durmadan dönen çark biçim versin on
 
Gallus
 
Diversos diversa jüvant, non omnibus annis
Omnia conveniunt.
 
Zevkler insandan insana değişir, her şey her yaşa uygun düşmez.
 
Terentius
 
Hem vira quid praestat.
İnsandan insana aman, ne ayrılık?
 
Vergilius
 
Secreti celant calles, et myrtea circum sylve tegit, curcae non ipse in relinquu.
Gizli yerler, defne ormanları onları saklar ve dertleri ölümde bile peşlerini bırakmaz.
 
Tibullus
 
İn solis sis tibi tuba locis
Issız yerlerde kendin için bir âlem ol
 
Seneca
 
İpsa felicitas, se nisi temperat, premit
Saadet bile haddini aşarsa azap olur.
 
Catullus
 
Minister vetuli, puer, falerni,
İngere mi calices amariores.
 
Kadehime eski Falermun şarabı döken çocuk,
Daha acıından getir bana
 
Quintillianu
 
Dedit hoc providentia hominibus munis, ut honesta magis juvarent.
 
Kaderin insanlara bir lütfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en faydalı işler olmasıdır.
 
Ovidius
 
Pinguis amornimiumque potens, in taedia nobisVedrtitur, et stomacho dulcis ut esco nocet.
 
Fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk, bezginlik verir; iyimi yemeği fazla kaçırmak da mideyi bozar.
 
Martialis
 
Quisquis abique habitat, Maxime Nusquam abitat.
 
Her yerde olan hiçbir yerde değildir
 
Tasso
 
E'l slentio ancor suole,
haver perigi e parole.
 
Ve susmada bile sözler yalvarmalar vardır.
 
Ennius
 
Neque sepulchrum quod recipiat portum corporis
Ubi, remissa humanavita, corpus requiescat, amalis.
 
Ne mezar, ne rahat bir liman, ki dinlensin orada,
Yaşamaktan yorulmuş insanın bedeni.
 
Juvenalis
 
Ribebat, quoties a limine moverat alter unum
Protuleratque pedem, flebat contrarius alter.
 
Evinden dışarı adım atar atmaz gülmeye başlardı biri, ötdki ise ağlamaya başlardı.
 
İmponit finem sapiens et rebus honestis.
 
Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü göetir
 
Luciannus
 
Variam semper dant otia mentem
Ruh başıboş kalınca, türlü hayaller kuruyor
 
Cicero
 
An quidquam stultius quam quos singulos contemmas eos aliquid putare esse universos?
 
Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?
 
Titus-Levius
 
Volutantibus res inter se pugnantes obtorquerunt animi.
 
Zıt ikirleri çevire çevire zihinleri sersemleştirmişti.
 
Claudianus
 
Victoria nulla est,
Quam quae confessos animo quoquo subjuga hostes.
 
Zafer, zafer değildir, yenilen düşman yenilgiyi kabul etmemişse.
 
Quintus
 
Festinatio tarda est.
 
Acele, gecikmedir.
 
Manillius
 
Nascentes morimur, finisque ab origine pender.
 
Doğumla ölüm başlar; son günümüz ilkinin sonucudur.
 
Plautus
 
Sapiens pol ipse fingit fotuman sibi.
 
Bilge, kendi mutluluğunun ustasıdır.
 
Maesenas
 
Debilem fasito man- Debilem pede coxa,
Lubriscos quate dentes: Vita dum superest bene est.
 
Tek kolu da olsam-Kötürüm, damlalı da olsam,
Sökülse de bütün dişlerim-Ne mutlu bana yaşıyorsam!
 
Tusculanes
 
Quam verrei deberet, etiamsi parsipere non posent.
 
Erdem ki, sayılması gerekir, anlaşılmasa bile.
 
Publius
 
Malum consillum est quod mutari non potest.
 
Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.
 
Tacitus
 
Omne magnum exemplum habet aliquid ex iniguo, quod contra singulos utilitate publica rependitur.
 
Örnek olsun diye verilen her cezada kamunun yararına ve bireyin zararına bir adaletsizlik vardır.

 

Sıraladığım bu kişilerin alıntı sözleri, kısalı uzunlu iki ile kırk sayısına dek ulaşıyor. Örneğin Lucretius'un kırk sözü var. Bunlardan olabildiğince en kısasını seçtim. Horatius'un da öyle, onun da 25 eklentisi var. Bu eklentilerin en kısalarını seçmeye özen gösterdim.

Akşam yemeğinde gözlerimiz Rauf İnan'ı aradı. Halil Yıldırım, daha önce içinden geçirmiş olacak, Rauf İnan denince yanıtladı:

-Onu akşamları beklemeyin, akşamları gelmiyor! Nihat Şengül gülerek tamamladı:

-Şaka mı ediyorsunuz? Onlar akşamları "Mey çekerler”! Görmüyor musunuz? bizimkilerin hiç biri akşamları ortalıkta görünmüyor. Ekrem sordu:

-Neden görünmüyorlar? Kamil Yıldırım güldü:

-Ekrem, benim saf oğlum, o mey denilen şey, fıçıda durduğu gibi durmaz, insanın bedenine girince sağa sola sallamaya başlar. Tahsin Türkbay'ın bazı akşamları sallanarak gezmesinden, gevşek gevşek konuşmasından anlamadın mı? Ekrem, anladı ama bence konuşturmak için sordu:

-Okul Müdürü Hürrem Arman da içer mi? Sözü gene Nihat tamamladı:

-Yok yok içmez, içmek su için söylenen bir söz, içki dikilir. Kadehler dikilince sonuna kadar çekilir. Nihat ardından da beni tanık gösterdi. Nihat'ın dediğine aynen katıldım. Ben öylesi içmedim ama içenleri çok gördüm. Bağımız olduğundan fıçılar dolusu şarap yapılıyor. Yasak olmasına karşın fıçılar saman yığınlarının altına, ot tepelerinin ortasına saklanıp yeri geldiğinde çıkarılarak içenleri çok görmüştüm. Nihat'ın söyledikleri eksikti bile. Hürrem Arman'ı bilmem ama Tahsin Türkbay'ın içkili gezdiğini sezer gibi olmuştum. Zaten öyle olmasa 2. sınıflar arasındaki dedikodu böylesine boy atmazdı. Neredeyse adamcağızın yüzüne söyleyecekler.

Yemekten sonra Kitaplığa gittim, Lise tarih kitapları var, Roma bölümünü karıştırdım. Araştırdığım şairleri vermiyor ama İ, Ö. 100 yıl ile sonraki 100 yılı anlatıyor. 1. Triumvirlik, Pompeus, Krasus, Caesar  (Üçlü erkek anlaşması) Önce birlik sonra gene iç savaş. Krasus savaşta ölüyor, Pompeus Caesar tarafından öldürtülüyor. Daha sonrfa da Caesar öldürülüyor. Bu kez de 2. Triumvirlik oluşuyor. Octavius, Lapidus, Antonius. Onlar da bozuşup savaşıyorlar. Sonunda Octavius İmparator olup 40 yıl Roma'nın tek hakimi oluyor. Oktavius'u ilk kez nasıl tanıdım, onu anımsadım. Octavius Türkçe kitaplarda Ogüst olarak yazılırmış. Yakın zamana dek ben de öyle okuyup yazardım. İlkokul 4. sınıftayken bir piyes hazırlıyorduk. Temsil grubu içinde sanırım ben arkadaşların en irilerinden biriydim. Rolüm gereği dik durmam isteniyordu. Birkaç uyarıdan sonra istenen şekle girmiş olacağım öğretmen önce duruşuma "Aferin! dedi, arkasından da bir yakıştırma yaptı:

-Ogüst gibi duruyor. Ogüst sözünü bilmediğim için sözü yanlış anladım. Ogüst'ün en yakın çağrışımı bana göre Öküz. Öğretenin sözünü öyle anladım. Aferinden sonra öküz beni birden yıktı. Nasıl davrandığımı kestiremiyorum, yakınlaşmayı aklımdan geçirdiğim bir kız arkadaşım beni izlemiş, oyundan sonra geldi teselli etti. Bana da Roma Kralı Ogüst'ün resminden söz etti. Uzun yıllar Ogüst'ün okul kitaplarında değişmeyen o resmini gördükçe bu olayı anımsadım. Bu gece de o yıllara gidip çocukluğum yanında bilgisizliğimin ölçüsünü saptamaya çalıştım. Beni uyaran arkadaş da benim sınıfımdaydı; o biliyordu da ben neden bilmiyordum? Daha o zaman bir gerçeği sezer gibi olmuştum:

-İnsanlar bilgili insanlara yaklaştıkça, isterlerse bilgilerini arttırırlar. O arkadaşın evine bitişik öğretmen oturuyordu. Arkadaşın öğretmenle ilişkisi onu benden farklı bir yere çekmişti. Bu olay beni öğretmenlere yaklaştırdı. O günden sonra öğretmenlere yaklaşmayı, onların öğütlerine bağlanmayı ilk edindim. Bugün de o ilkeye bağlıyım. Sanırım bu anlayış beni zorluyor ama sonuç olarak mutlu olurum. Şu anda ise tarih kitabındaki Augustus'un (Resmin altında öyle yazıyor, bir çizgiden sonra da gene Ogüst yazılmış) heykelinde çekilmiş resmine bakarak değerli Münevver Öğretmenimi, sevgili arkadaşım A'yı özlemle andım. Aradan on yıl geçmesine karşın Ogüst'ün heykeli gibi içimde dimdik duran anılarımla yatağıma uzandım.

 

14 Mart 1944 Salı

 

Yattığım gibi kalktım, besbelli dün çok yorulmuşum. Sabahattin Öğretmeni anımsadım, tuttuğum notları bilmesini istedim. İstedim ama o istemeden göstermeyi de aklımdan geçirmiyorum. Mehmet Öztekin Öğretmene uyguladığım yön temi öteki öğretmenlerime de uygulamak istiyorum. Ancak Mehmet Öztekin Öğretmenle sürekli birlikteyiz. Bu çok yakınlık, bir gün olmazsa bir başka gün planımı uygulama olanağını kolaylaştırıyor. Öteki öğretmenlerde bu uzun zaman beklemeyi gerektiriyor. Kendi kendime sabır önererek Bizim Salona gittim. (Kendi aramızda Güzel Sanatlar Bölümü salonuna kısaltarak Bizim Salon!" diyoruz) Türkçe Metinler defterim oradaydı, onu alıp kahvaltıya döndüm. Arkadaşlar:

-Havalar iyice ılıklaştı. İdris Dağının alt uçlarında kara parçaları görünmeye başladı! dedim. Ekrem Bilgin:

-Sen buraları iyi öğrenmişsin, ben Hasanoğlan köyünden başka bir yer öğrenemedim! dedi. Ekrem dalgınlık ediyor ya da benim daha önce burada 8 ay kaldığımı unutmuş görünüp, kendini benimle bir tutmaya çalışıyor. Böyle bir durum sezdiğimden konuşmamı sürdürdüm:

-Şu oturduğumuz, yattığımız yerlerin adı, Hamurbasan'dır. Az ilerideki derecik, İnce dere, yukarısındaki kayalı tepe Kızkayası, arkasındaki dağlar Hasan dağları, içtiğimiz suyun geldiği kaynak Beşkavak, karşı yokuş Lalabel yokuşu. Karşıda gözümüzün görebildiği kadar geniş dağlar Elma Dağları, Köyün muhtarının adı Ahmet Çakır, Köyde en iyi yufka açan Cuma Nene, en iyi yoğurtçu Dudu Bacı! Arkadaşlar gülüşerek:

-Yeter! dediler. Ekrem sonunda anımsadı:

-Siz burada kalmıştınız, unutmuşum! dedi. Dedi ama arkasından da hayıflanarak:

-Kalsam bile ben, böyle ayrıntılara varana dek öğrenemem!

Kitaplıkta iyice sıkışıyoruz ama kimse bunu sorun yapmıyor; duruma herkes alışmış durumda, arkadaşlar da kendilerine uyanlarla buluştuğundan, herkesin yeri iyice belirleşmiş gibi. Halil Dere erken davranıp bana sandalye ayırıyor. Onun başka arkadaşları da var onlar da bir grup oluşturmuş, hep bir aradalar.

Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. İlk sözü de:

-Nerede kalmıştık demeyeceğim, bugün azıcık alanımızı genişleteceğiz. Bu geçici bir genişletme olacak. Sonra gene bizim klasikleşmiş yöntemimize döneceğiz! deyip La Fontaine kitabının önsözünü okudu. Oldukça uzundu ama dikkatle dinledik. Okuduktan sonra, okuduğu bölümde geçen başka adları sordu. Ezop adı söylendi. Jean Jacques Rousseau geçmişti, ben de onu söyledim. Öğretmen söylenenleri dinlememiş gibi Beydaba, Kelile ve Dimne adlarını daha önce duyup duymadığımızı sordu. Duyanlar çıktı ama açıklama yapan olmadı. Öğretmen, okuduğu yerde buna da değinildiğini söyledikten sonra bizim atalarımızın, başkalarının anlatılarına kulak asmadıklarını, bunun bir bakıma iyi bir tavır olabileceğini, ancak bu bir eksiklikse bunu kendilerinin tamamlaması gerektiğini söyleyip, atalarımızın Batıya kulak tıkadıkları gibi Doğudan da gerektiği ölçüde yararlanmadıklarını anlattı. Binbir Gece Masallarını okuyup okumadığımızı sordu içlerinde benim de bulunduğun on kadar arkadaş parmak kaldırdık. Öğretmen gülümseyerek:

-Bu da iyi, dedikten sonra:

- Bakın Binbir Gece Masalları da kendine özgü bir kültür öyküsüdür. Atalarımız bunu da umursamamıştır. Ne anlayışsa Hazreti Yusuf'un Firavunlarla savaşı için yarışırsa mesneviler, yanı manzum masallar yazılmış ama Şehrazat'ın, gaddar Şehriyarın elinden kurtuluşunu önemsememişlerdir. Bunu demekle hiç yazılmamış demek istemiyorum . Fabl türü anlatım denenmemiştir. Toprakta yaşanmasına, hayvanlarla düşüp kalkılmasına karşın onlardan salt yararlanmayı düşünüp bir başka yönden onlara yaklaşmayı denememişlerdir. Örneğin Hintliler bunu denemiş. Hint edebiyatında Beydaba-Kelile ve Dimne Batılılara ışık tutmuş belki de Ezop'a kadar uzanmıştır. Böylece, La Fontaine'in kendisinin de dediği gibi Ezop, La Fontaine'e yol çizmiştir. Bizim Edebiyatımızda Şeyhi adlı bir şair belki hiç kimseden esinlenmeden, kendi gözlemlerine dayanarak bir Harname yazmıştır. Eliniz değerse okumalısınız. Çok özel bir Fabl sayılabilir. Benim bildiğim bir de ünlü şairimiz Tevfik Fikret'in ona özgü kurgular içinde bir deve-eşek manzum öyküsü vardır. Bunların La Fontaine Öğretmenimizin Fablleriyle şekil benzerliği yoktur ama gene de hayvanları konuşturarak insanlara:

-Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim! türü bir ders verilmektedir.

Bunları okumanızın bir başka yararı da geçmiş dönemlerde dilimiz, şu güzel Türkçemiz nasıl çıkmazlara saplanmıştır, onu anlayacaksınız. Bunu biliyorum Hamdi Keskin Öğretmen canlı canlı örnekleriyle gösteriyor size. Ancak onun seçtikleri, o türün iyice süzülmüşleridir; sütün kaymağı gibi. Onlar kuşkusuz kendi, türlerinin seçkinleridir. Ne var ki halkımız o dili benimsememiş, o dille yazılanları da ilgi duymamıştır. İlgi duyulmazsa okunup öğrenilmez. İngiliz iliyle yazılmış şiirleri, romanları biz nasıl bilmiyor, onları yok sayıyorsak Türk halkı da 600 yıldır Osmanlıların benimsediği dile, dil zevkine sırt çevirmiş, kendi zevkine uygun, konuştuğu dille kendi Edebiyatını yaratmıştır. Yunus Emreler, Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar, Aşık Ömerler, Dertliler bakın halk katmanlarında taptazeliğiyle yaşamaktadır. Bugün bir köy kahvesine girip Baki, Nef'i ya da Nabi deseniz, onlar da kim? diye size sorarlar. Karacaoğlan, Yunus Emre, Derli deseniz kırk yıllık dost gibi çevrenizi sarıp sözün arkasını beklerler. Bakın La Fontaine Öğretmen Fransa'da bunu yapmış. Sözün kısası:

-Halkın okuması için ona okuyacak hazırlamak okur-yazarların görevidir. Batı ülkeleri bunu olağan üstü bir önseziyle yapmış, o sezileri onları öteki alanlarda da gidecekleri yere götürmüştür. Olaylara nereden baksak karşımıza Atatürk'ün uyarıları çıkıyor. "Övün, çalış, güven, Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, Genel hedef, muasır medeniyetin üstüne çıkmak!" Bunları doğru okuyup doğru anlamak da yetmez; bilim ışığında çalışarak hedefe ulaşmak gerekir. İşte size hayatınız boyunca kılavuzluk edecek yol rehberiniz. "Eskiden yokmuş!" yok. "Eskiden yoksa şimdi var!" demek zorundayız. Bunu diyemezsek Osmanlılığımız sürecektir. Ne demek Osmanlılık? Osmanlı bir ailenin adıdır. Osman Bey güçlü, akıllı bir insanmış, ailesini büyütmüş, hayırlı evlâtlar yetiştirmiş, her biri ötekinin yaptığına yeni bir şeyler ekleyerek aileyi bir imparatorluk durumuna getirmiş. Ne var ki aldığı toprakları, ganimetleri hep kendine almış. O aile büyümüş ama tebası olan halk giderek yoksullaşmış. Uygar dediğimiz ülkelerde halk varsıllaşırken bizde tersi olmuş. Sonuç biliniyor, halkı varsıl ülkeler, halkı yoksulları sömürge yapmış. İşte Osmanlı ailesi de sonunda sömürgeliği kabul eder duruma girmiş. Bu acıklı durumu gören bir avuç aydın Atatürk'ün önderliğinde duruma el koyup Cumhuriyeti kurarak Osmanlı ailesinin saltanatına son vermiştir.

Sabahattin Öğretmen, yapılan devrimlerin önemini bilinçli olarak algılamamızı, özellikle de Dil Devrimi konusunda çok duyarlı olmamızı belirtti. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:

Cumhuriyet öncesi dil anlayışına bir örnek diye o zamanın en büyük şairi. Şairi Azam olarak tanınan Abdülhak Hamit'in çevirdiği La Fontaine'den bir fabl okudu.

 

Horoz ile İnci
 
Serseri bir Horos-ı hâne-harâb
Uğrılar her nasılsa bir dür-ı nâb
Gösterip bir kuyumcuya güheri
Der ki "zannım, ziyâdedir değeri.
Bulsam biraz darı ammâ
Görülürdü işim daha âlâ!"
 
Bir kitâb-ı nefis'e bir câhil
Oldu irsen, kaza bu ya, nâil;
Car-ı sahâfe arzedip eseri
Dedi: "zannım çok olmalı hüneri?
Veren olsa fakat beş on mangır
Bence bundan on kerre âlâdır. "
 

Abdülhak Hamit Tarhan

 

Öğretmen:

-Bir de günümüz diliyle çevrilişten okuyalım!

 

Horozla İnci
 
Horozun biri bir gün inci bulur;
Alıp onu kuyumcuya doğrulur.
Kuyumcu ne istediğini sorar.
O da der ki: "Bu galiba mücevher:
Al da bunu, bana biraz darı ver;
O benim daha çok işime yarar. "
 
Bir cahile bir kitap miras kalır;
Cahil de hemen bu kitabı alır,
Yol üstündeki, kitapçıya uğrar;
Der ki, "Bu kitabı vereyim sana,
Yerine sen üç beş kuruş ver bana;
O benim daha çok işime yarar. "

 

Orhan Veli Kanık

 

Öğretmen, çeviriyi yapanı genç bir şair olarak tanıttı. Arkasından da elindeki kitaptan (kendi çevirisi) aynı şiiri okudu.

 

Horozla İnci
 
Horoz çelebi bir gün
Bir inci çıkarmış çöplükten.
Hemen kuyumcuya gitmiş:
-İyi bir şeye benziyor, demiş;
Gel, al şunu da,
Bir mısır tanesi ver bana.
 
Cahilin birine babası,
Bir kitap bırakmış ölürken,
Eski bir el yazması.
Hemen gitmiş kitapçıya:
-Bak, demiş, kapağı meşinden.
Bir liracık olsun ver bana.

 

Sabahattin Eyuboğlu

 

Öğretmen, karşılaştırmayı yapmadan “Çevirilerde özellikle de şiir çevirilerinde dikkat edilecek önemli noktalar…” derken zil çaldı. Öğretmen, gelecek derste bu konuda konuşalım ondan sonra karşılaştırma yapalım! deyip ayrıldı.

Yunus Kazım Köni, oldukça büyük, görünüşe göre dolu çantasıyla geldi. Çantasını masa üstüne neredeyse zorlanarak koydu. Psikoloji dersini sevdiğim için öğretmene de saygıyla bakıyorum ama; bu çanta işi bende bir gülme duygusu uyandırıyor. İçinde neler olduğunu merak ettiğimden değil, arkadaşlar, kendi aralarında konuşurken ortaya sürdüğü olasılıkları sıralarken kimi güldürücü sözleri anımsayınca güleceğim tutuyor. Yunus Kazım Öğretmen ders sırasında pek öyle çantasını açıp kitap çıkarmamaktadır. O denli büyük çantayı neden taşıdığı sorulunca ya da derslerde çantasını neden açmadığı söylenince arkadaşların:

-Pijamaları eskidir, ya da kirli çamaşırlarını göstermemek için gibisinden sözler söyleyip güldürmelerini, çantayı gördükçe anımsıyorum. Çanta bir gün düşse ya da öğretmen açmak zorunda kalsa! gibilerden düşüncelere sapıp, sanki olmuş, söylenenleri görmüşüm gibi içimden gülmek geliyor. Ancak öğretmenin ağır başlı görünümü, saygı duyarlığımı öne çıkarınca toparlanıp dinlemeye geçiyorum.

Öğretmen bu kez:

-Psikologların nasıl yetiştiğini konuşurken sözümüz yarım kalmıştı! deyip geçen derse dönerek:

-Bir kaç ders önce konuşmuştuk, bizim Ankara okullarında bir psikolog öğrencilerin sınıflarda kalışını araştırmaktaydı. O arkadaşla ilişki kurdum; arkadaş sebatla işini sürdürüyor. Gerçekten, öğrencilerin dersleri beklenen düzeyde izleyememesi psikolojik bir olay. Bu yeni değil, asrımızın başında bu önemli işe Fransa'da devletçe el atılmış, yazarlar, düşünürler, politikacılar, çocuk velileri elbirliği ederek yol-yöntem aramışlar. İhtiyaç, yöntem doğurur! diye bir söz vardır, gerçekten bir çare bulmuşlar:

-Çocukları, zekâ durumuna göre sınıflandırmak. Bu konuda sonradan çok ünlü olan iki doktor Alfred Binet-Theophile Simon çifti, çocukların yaşlarına çözebileceği daha doğrusu çözmesi gereken sorular hazırlamış. Hazırlanan sorular, kısa, kolay ancak düşündürücü. Soruların hazırlanışı ilginç, her yaş çocuğu için soru hazırlanmış. Önce uzmanlar, her yaşta çocukların bilmesi gereken sorular hazırlanıp çocuklara sorulmuş. 100 çocuğa sorulan soruların 60'ı yapılınca o soruları o yaş için temel soru saymışlar. Böylece her yaş çocuğunun 60/100 esası benimsenerek sınavlar denenmiş, eski sınav biçiminden başarılı olduğu saptanınca sınav yöntemlerini ona göre değiştirmişler. İş burada da kalmamış bu kez de çocukların zekâ durumlarını ölçmek için sorular hazırlanmış. Fransa da başlayan bu çalışmalar kısa zamanda Almanya, İngiltere, Amerika Birleşik Devletlerinde ele alınıp geliştirilmiş. Bu çalışmalar salt çocuklarla sınırlı kalmamış A. B. D. Geçen büyük savaşa girmeden önce Avrupa'ya göndereceği askerlerin sayısı 4.000.000 gibi yüksek bir sayı tutunca, sayıyı azaltmak için usta, kaliteli asker seçme önerisi söz konusu olunca uzmanlar bu yeni yöntemle asker sayısını 2.000.000'a indirmişler. Böylece yeni sınav yöntemi her alana girmiş. Özellikle A.B.D. askerlerinin Almanlara karşı büyük başarısı, yeni yöntemin (Test uygulama) benimsenmesine yardımcı olmuş. Fransa'da çocuklar için uygulanan testlere, ilk uygulayanların adıyla nasıl Binet-Simon testleri denmişse A. B . D. 'deki testlere de, orduya uygulayıcı Stanford Üniversitesi'nde Prof. Lewis Terman testleri adı verilmiş. Günümüzde bu testler yeni yeni çalışmalarla geliştirilmekte, yeni bulgular eklenerek daha da yararlı durum getirilmektedir. Dikkat ederseniz, bu çalışmaların bilimsel dayanağı Psikolojidir. Psikoloji laboratuvarında ne ölçülüyor? diye sorular soruluyordu. Bakın bu bilime inananlar, ondan bu alanlarda yararlanıyorlar. Çocukların oyunlarından, özellikle oyun için seçtikleri oyuncaklarından onların, büyüdüklerinde başarılı olacağı mesleği saptayabiliyorlar. Bu çalışmalar son durağına varmış değil, ancak uzmanlar, dur durak dinlemeden çalışıp buluşlarını pekiştiriyorlar. A. B. D için bir ad verdim. Oysa orada bir bilgin değil bu konuda bilginler yumağı olarak çalışıyorlar. Yukarda adını verdiğim Prof. Lewis Terman, adı öne çıkmıştır, ancak 2. kuşaktandır. Onun yetiştiği ocak ise 1880'li yıllarda Wilhelm Wundt'un Laboratuvarında çalışan ilk A. B. D'li öğrenci Stanley Hall'dir. Onlar işi böylece kuşaktan kuşağa aktararak sağlam temele oturtuyorlar.

Kemal Güngör parmak kaldırdı. Kemal:

-Bu çalışmalar olurken ünlü Psikoanaliz uzmanı Sigmund Freud katılmıyor mu? diye sordu. Öğretmen az duraksadı:

-Efendim, deyip az duraksadıktan sonra devam etti. Evet efendim, Sigmund Freud ünlü bir Psikoanalizci değil, Psikoanalizi kuran kimse. Onun alanı başka bir alan. O, ruhsal bozukluğu olan insanların bu bozukluğun doğuştan ya da sonradan değil çocukluğunda karşılaştığı kendince çözümsüz olaylara dayandığı üstünde duruyordu. Biz, böyle bir sorunu olmayan ya da olmadığını düşündüğümüz çocukların daha iyi yetişmesi için sağlıklı yöntemlerin gelişmesi çalışmalarını irdeliyoruz. Sigmund Freud, toprağı bol olsun 5 yıl önce öldü. Zaten istese de katılacak durumda değildir. Öğretmen Kemal'e dönerek:

-Sizin sorunuz benim için bir uyarı oldu. Biz, kitap izlemediğimiz için biraz daldan dala atlıyoruz. Gerçi aynı konulara gene dönüp tekrarlayacağız ama çok önemli noktaları bir birine karıştırmayalım. Psikoloji bir bilimdir. Psikoloji, felsefenin içinde bir bölüm olarak Eski Yunan filozoflarının da üstünde durduğu bir konuydu. İnsan ruhu ile ilgili sayıp manevi duygular arasında tartışılıp gidiliyordu. Wilhelm Wundt, insan duygularıyla bedenin ortak yanlarını kanıtlayarak yepyeni bir bilim ortaya çıkardı. İşte bu psikoloji bilimidir. Yıl 1879 Yeni doğan bu bilim üstünde çalışan bir genç öteden beri bilinen ruhsal hastalıkların yanlış kaynaklara dayandırıldığını sezip ortaya bir görüş getirdi:

-Ruhsal hastalıklar, çocukluk döneminde, çocukların algılayamayacağı karmaşık olayların çocuğun bilincine ağır gelip bilinç altına itmesi, sonra da bilinç altının patlamamış bir yanardağ gibi patladı- patlayacak duruma gelip, kişiyi rahatsız etmesi olarak açıklamasıdır. Doğrudur-yanlıştır. Ancak bu, kesinlikle Psikoloji biliminin sorunu değildir. Psikoloji laboratuvarı, ruhsal durumların bedenle ilgili yanlarını ölçer ama değiştirmeye kalkmaz. Uzmanları belki önerilerde bulunur. Yukarıda konuştuğumuz gibi, çocuğun yaşının üstünde soru sorarsan beklediğin sonucu alamazsın. Bir kızı ya da erkeği çocuk yaşta evlendirirsen onlardan sağlıklı çocuklar bekleyemezsin. İşte Psikoloji bilimiyle Psikoanalizin bir biriyle karıştırılmaması için önemli ayrılıklar bunlar. Öğretmen bu konuları ayrı ayrı gene işleyeceğimiz için bir eksiklik düşünmeyin. Ülkemizde genellikle bilimsel çalışmalara itibar edilmediği için, fazlaca da tasalanmayalım. Bunları karıştırdığımız için bizi kimse kınamaz (!) dedi. Ancak arkasından ellerini kaldırarak:

-Bu da benim şakam; o söylediğim vurdum duymazlığı bizler, el birliğiyle ortadan kaldıracağız. Atatürk'ün buyruğu, yan çizemeyeceğimiz bir kutsal buyruktur: Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir! Saraçoğlu Mahallesinde oturuyorum. Eve gelip giderken gözlerim takılmadan o yazının önünden, geçemem. Size de öneririm:

-Sakin ihmal etmeyin, bu buyruk içinize işlesin:

-Hayatta En hakiki Mürşit İlimdir! Zil çalarken Yunus Kazım Öğretmen önce:

-Efendim! dedi sonra da "İşte böyle!" deyip ayrıldı.

Çok az rastlanan ders bitimlerinden biri oldu, öğretmenden sonra kimseden ses çıkmadı. Az önümde kapıdan çıkan Dürriye, ilerde giden arkadaşı Fatma'ya seslendi:

-Fatma! Fatma döndü baktı. Dürriye kendi kendine söylendi:

-Ay, ne kötü bağırdım! Kötü falan bağırmamıştı, kimse konuşmadığı için sesi azıcık fazla çınlamıştı. Arkadaşlar gülüştüler:

-Dürriye'nin sesi gürmüş!

Yemekte arkadaşlar, Rauf İnan'ı gözler oldu. Sanki gelmezse üzüleceklermiş gibi şakalaşırken Rauf İnan çıktı geldi, az arkamızdaki (bizim bölümde) 1. sınıf Çiftelerlilerin masasına oturdu. Çok yakın olduğu için sustuk. Ancak suskunluğumuz uzun sürmedi. Yalnız konuyu, sinemadan, film yıldızlarından sürdürdük. Kamil Yıldırım'ın Kadir Pekgöz'e takılması, Ekrem Bilgin'in çocuksu sözleri masayı şenlendirdi. Benim arkam o tarafa dönük olduğu için doyasıya güldüm. Güldüklerim de gene kendi ürettiğimiz şakalar. Rauf İnan sürekli bir şeyler anlatıyor. Tam duyamıyoruz ama duyuyormuş gibi söz yakıştırıyoruz. Rauf İnan konuşurken o masadaki arkadaşları anıyoruz:

-Ali Kuş şimdi çok sıkılmıştır. Biliyoruz ki Ali Kuş, uzun konuşmaları sevmez. Muttalip ise içinden:

-Şu Müdür azıcık sussa da ben konuşsam! der. Gerçekten arkadaşımız tek yanlı konuşmalardan hoşlanmaz, kendisi de katılmak ister. Mehmet Ünver, her sözü dinler, Azmi Erdoğan dinlermiş gibi gözleri açıp bakar ama aklı kimbilir nerelerdedir (!) Talip Apaydın dinlemek amacıyla değil hangi sözünde gülümsemesi gerektiğini seçmek üzere dikkat kesilmiştir. Biz bu tür sözler konuşurken nasıl olduysa arka masadaki Rauf İnan kalktı bizim masaya geldi. Bizim masanın neşesini sevdiğini söyledi. Arkadaşlarımız, bizim masadakilerin de aynı bölümden olduğunu söylemesi üzerine bizi de yakından tanımak istemiş.

-Yarın da sizin masanıza davet ettim kendimi, bakın ben böyle bir konuğum, beni böyle tanımış olun! Hep bir ağızdan “sağolun, buyurun, bekleriz, davet ediyoruz!” gibi, karışık olmasına karşın saygıyla karşıladık. Arkam o tarafa dönük olduğu için yüzüne bakamadım ama eliyle omuzuma koyup “yarın görüşmek üzere!” deyip ayrıldı. Elini omuzuma koyması, benim de gelmesini candan istememe yetti.

Tüm bölüm arkadaşları, karşılıklı Rauf İnan'ın üstüne konuşarak bölüm salonuna gittik. Öztekin Öğretmen bizi bekliyormuş. Olayı anlattılar. Öztekin Öğretmen kahkahayla gülerek:

-Rauf İnan'ın vardır öyle numaraları. Değişik Enstitülerden gelenleri yakından tanımak istemiştir! şeklinde yorumladı.

Öğretmen ellerini vurarak kemancıları uyardı. Bu, grup keman çalışması yapılacak anlamına geliyordu. Çalışma süresi iki saat. Bu iki saatte ben rahatım; alt piyano boş kalırsa (2. sınıflar gelmezse) inip çalışacağım.

Daha önce alınan karara göre salı akşamları plak dinlenecekti, plakları hazırladım.

 

Johannes Brahms, 1. Senfoni, 5 plak

Josef Haydn, Kuartet no 77, 4 Plak

Fredrich Chopin, Scherzo no 1, 1 plak

Böyle bir listem var, ona göre yazıp pikabın önüne koyuyorum ama öğretmen izin verirse değişiklik yapılıyor. Alt piyanonun boş kaldığını görünce İncinin Kitabına başladım. İyi güzel ama benim niyetim, ünlü bir bestecinin sonatlarını çalmak, çalıyor dedirtmek doğrultusunda nedeyse uçuyorum. Hiç değilse başı ile sonunu ayrı ayrı çaldığım Mozart la majör 331 kv. sonatı baştan sona çalmak. 1. 2. 3. 2 4. bölümlerle son Alla Turca bölümleri çalmama karşı 5. Bölümde saplanıp kalmamı bir türlü kibrime yediremiyorum. Sıkılmama karşın bir saatten fazla çalıştım. İyice ezberledim. Ezberlemek işime yaradı; yarı yarıya başardım. Abdullah geldi, Öztekin Öğretmen Yöneticiler toplantısına gitmiş. Abdullah:

-İki saat keman çalıştım, kafam şişti deyip, piyanoya oturmayınca ben gene oturdum. Benim kafa ya şişmiyor ya da ben şişme olayına karşı duyarsızım. La Majör Sonattaki pürüzleri düşüre düşüre ikiye düşürdüm.

Akşam yemeği oldukça kuruntulu geçti; Rauf İnan kinciymiş, yarın hoşuna gitmeyen bir tarafımızı görürse müdür olarak geldiğinde hesabını sorarmış. Bu hesap sormayı küçümseyenler oldu:

-Ne yapar ki bana? diyenlere benim başımdan geçen olayı anlattım. "Demokles’in Kılıcı!" öyküsünü herkes biliyorum! dedi ama yarım bildikleri ortaya çıktı. Demokles bir kral! deyip durdular. Oysa ki Demokles bir bilge kişi. Çok ünlü bir bilge olduğundan krallar arasında bile dostları var. Bu krallardan biri de Sirakuze Kralı 2. Dianisos'tur. Bilge Demokles'le Kral Dianisos bir gün söyleşirken Kral Dianisos işinin çok ağırlığından yakınır. Çalışmaktan çok yorulduğunu, işlerini bitiremediğini söyleyince Bilge Demokles güler, işleri küçümseyen bir tavır takınır. Dost kral bilge dostuna bir öneride bulunur; kısa bir süre onun işlerini yapmasını önerir. Bilge Demokles bu dostça öneriyi benimser. İşbaşı yapacağı gün Kral makamına gider, oturacağı tahtın tam üstünde bir kılıç, sivri ucu tam da Demokles'in başına değmek üzere asılmış. Hem de kılıcı tutan bağ bir tek kıl. Dokunulsa kılıç düşecek, az yükselse kılıcın ucu başına batacak. Demokles bu çekişmeden geriye dönüş yapar. Yapar ama Sirakuse Kralı 2. Dianoses'in kılıcı yakasına yapışmış, Demokles'in kılıcı olarak tarihe geçmiştir. Oysa Demokles kılıç bir yana kendi yaşamında bir tırnak keseceği bile taşımamıştır.

Yemekten sonra koşarca plak dinlemeye gittik. Bizim en rahat konserimiz, oturup kalkma yok, aksırma, öksürme serbest, ne şef var ne de Praetorius! Tek sorun, ara sıra plaklardan cızırtı gelmesi.

Johannes Brahms 1. Senfoniyi 2. kez dinliyoruz. Oldukça ağır bir müzik örgüsü var. Alman müzik severleri ilk dinleyince bu senfoniyi Beethoven senfonilerine benzetmişler. Bir başka özelliği de (Johannes Brahms'ın özelliği) Brahms Robert Schumann'ın öğrencisidir. Öyle azbuçuk değil uzun yıllar Schumann'ın yanında kalmış, ölümünden sonra bile Schumann ailesinden ayrılmamışır. Böyleyken Romantik Müziğin öncüsü sayılan Robert Schumann gibi romantik sayılmamaktadır. Brahms müziği için Richard Wagner'den sonra “en Alman besteci” derler. Dinsel müzikle az ilgilenmesine karşın Bir Alman Requiemi o türün en üstün bestelerinden sayılır. Müzik konusunda ondan söz edilirken Brahms'ın Johann Strauss için söylediği tekrarlanır. Strauss'un Mavi Tuna Valsi'ni dinleyince "Tüm bestelerim bir yana tek bunu besteleyebilseydim daha mutlu olacaktım!” demişmiş. Oysa Johannes Brahns, büyük besteciler sıralamasında her bakımdan yapılan değer sıralamasında ilk on içine girmektedir. Yalnız operaya el atmamıştır ama liedlerde de ön sıralarda sayılır. Oysa Johann Strauss ancak hafif müzik kesiminde tanınır…

Josef Haydn'dan senfoni babası diye söz ederler. Oysa Oda Müziği'nin vazgeçilemez türü olan Kuartet (Dörtlü) alanında da Josef Haydn öndedir. Dinlemek için seçtiğimiz kuartetin numarası 76 olduğuna göre Haydn'ın daha fazla kuarteti olacağını düşünebiliriz. (84 Kuartet ) Triosu da öyle! (40 kadar da triosu vardır. )

Öztekin Öğretmen bir de açıklama yaptı. 76 nolu Kuartet'in ayrıca adı varmış: “Keiser Quartet”. Alman dilinde Kaiser, İmparator anlamına gelmektedir. Önemli bir ad! dedi. Alman Milli Marşı da ondan alınmış.

Fredrich Chopin'in Scherzolarından daha önce dinlemiştik. Mazurka filmini izleyenler konuştu. Ben de Alfred de Musset'nin Bir Zamane Çocuğunun İtirafları romanındaki Chopin'i anımsadım. Frederic Chopin'i, Alfred de Musset ile sevgilisi George Sand (ünlü yazar) konuk olarak çağırırlar. Üçü bir masada oturup konuşurken Alfred de Musset elinden düşürdüğü bir nesneyi almak için eğildiğinde sevgilisi George Sand'ın ellerini Frederic Chopin'in ellerinde görür. Bu kitabı okuduğumda ünlülerin bu durumlarını iyi karşılamamıştım. Ben bunları anımsarken arkadaşlar öğretmene, hediye gelecek plakları sordular. Öğretmen olayın özünü bir daha anlattı:

Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Nefesli sazlar bölümünde çalan Koplinger Almanya'ya dönecekmiş. Dönünce de doğrudan askere alınacağı kesinmiş. Zaten o da onun için gidiyormuş:

-Yurdumun bana ihtiyacı var, gidip görevimi yapacağım! deyip kesin kararını vermiş. Konuştuğu arkadaşlarına başka eşyaları ile plaklarını söyleyince, plakları satın almak isteyenler olmuş. Plakları satma yerine bir kuruma verip yaygın dinlenmesini düşündüğünü söyleyince okullar önerilmiş. Bu arada bizim okul akıllarına yatmış. Konu budur. Koplinger henüz burada, giderse umarım plaklar bizim olur. Belki gitmeyebilir ya da gidemeyebilir.

Plak dinlemekten çok, Koplinger'in kararı bizi ilgilendirdi. Ülkesine savaşmak için gidiyor. Bu, bile bile ölüme gitme oluyor. Koplinger birden bire dilimizde kahraman oldu. Kim acaba? soruları ortalıkta dolaştı. Orkestradakileri uzaktan görüyoruz ama, yakından görmekten farklı bir durum var. Ben, birinci kemancı Halil Onayman'ı yakından görünce şaşırmıştım. Çünkü uzaktan görünüşünden çok farklıydı. Konsere gittiğimden Koplinger'i tanımaya çalışacağım. Plak falan düşündüğüm yok: Hatta o plaklar alınırsa sürekli bir rahatsızlık bile duyabilirim. O plakları her çaldığımızda aklımız Koplinger'e takılacak.

Yatınca da onu düşündüm. Savaşlar ne korkunç olaylar; Babamın küçüğü Bektaş amcam, Çanakkale'de şehit olmuş. Çanakkale sözü edilince babamın yüzü yıllar sonra olmasına karşın geriliveriyor. Ne denli acı duyduğu belli. . .

Kendimi sıkıp anılardan sıyrılmaya çalışırken uyumuşum.

 

15 Mart 1944 Çarşamba

 

Kadir ranzaya tırmandı:

-Hemşerim, ne konuşmayı düşünüyorsun o şeytan Müdürle? Güldüm; konuşmayı düşünmediğim gibi onun şeytan olduğunu da sanmıyorum. Sanıyorum o bizim kepirdeki öğretmenlerimiz gibi düşünüyor; öğrencilerle daha yakından tanışmak. Namık Ergin, Naci İnan, Hamdi Bağ, Selçuk Korol gibi. Selçuk Korol Öğretmen nasıl, anamızı babamızı bir yolunu bulur tanır, köylerimizi öğrenip ara sıra takılırdı. Hilmi Altınsoy'un köyü Sırınsıllı'ymış, ben bunu 1941 yılı yazında burada, Hasanoğlan'da Selçuk Öğretmenden duymuştum. Bekir Temuçin'in köyü Büyük Gerdelli'yi de Selçuk Öğretmenden duymuştum. Kadir pek sevimli bakmadı. Nedenini biliyorum; çünkü Selçuk Öğretmen Kadir'e halkın konuştuğu dille:

-Domuzormanlı! diyordu. Çok ilginç, insanlar başkasına olunca dilediğini söylüyor, kendilerine dönünce bozuluveriyorlar. Hemşerim Kadir Bekir Temuçin'in köyünün adı Gerdelli. Gerdel, bir tür su kabı. Köyün adı su kabı olunca gülünüyor da işin içine domuz girmiş olasına karşın takılanlara kızılıyor. Ne v ar yani, benim köyümün adı da Çeşmekolu; hiçbir anlamı yok. Çeşmeyolu olarak anılan yöre bir kayıt yenilemede Çeşmekolu olarak yazılmış bir daha değiştirilmemiş. Köy toprakları içinde bir çeşme var, onun da ne kolu var ne de bacağı. Kadir'le yan yana görünce bizim arkadaşlar, öğlede neler konuşacağınızı mı kararlaştırıyorsunuz, diye sordular. Oysa bizim o olay aklımızda bile yoktu. Kadir ona da bir:

-Bana ne? karşılığı verip ayrıldı.

Kahvaltıda Doç İbrahim Yasa soruşturması yapıldı. Ahmet Emin Yalman'ın İbrahim Yasa'dan övgüyle söz etmesi, üstelik Profesör diye sıfatlandırması kuşku yarattı. Sevinenler oldu:

-Profesörden ders görmek övünülecek bir durum! diyenler oldu. Bana göre böyle bir durumun övünülecek bir tarafı yok ama birileri için bu önemli, besbelli. Öğlede gelecek konuk, herkesi düşündürmüş:

-Ne konuşacağız? Böyle sorup bakanlara:

-Ben, ne konuşacağımı neden düşüneyim? Gelmek isteyen o. Onun açacağı konuşma konusunda benim payıma düşeni cevaplandırmaya çalışırım. Bilmediğim ya da beni ilgilendirmeyen bir konuysa susarım! Gelen konuk bizim büyüğümüzdür, bir çok bilgiden yoksun olduğumuzu da bilmesi gerekir. O nedenle ona karşı bilgisiz duruma düşme söz konusu değildir. Öğretmen-öğrenci sözleri bunu daha baştan açıklıyor. Arkadaşlar, dün başka türlü düşünürken bugün genelde değişmiş gibi. Gelmemesini isteyenler bile çıktı. Ben de:

-Öğretmenlerimizin zaman zaman masalarımıza geldiğini anımsayalım; biraz sıkılırız ama, gene de sabreder, yapılan konuşmaları dinleriz; bugün de onlardan biri olacaktır.

Büyük salona geçince hemen hemen herkesin Doçent İbrahim Yasa'yı Prof olmuş olarak bekler halleri seziliyor. Gene de karşıdan görünce gülmeler oldu:

-Pipolu geliyor. Bu pipolu sıfatını ona Orta Bölüm öğrencileri takmış. Geldi, kapının dışında durup piposunu kılıfına sarıp ön cebine koydu. Onun içerde konuşulanlardan haberi yok, sanki onu yeni görmüşüz gibi ayağa kalktığımızdan o da buna inanır görünüp konuşuyor. Havaların ısınmasından söz edince yumuşaklıktan yararlananalar hemen Ahmet Emin Yalman'ın okulumuza geldiğini, kendisinden söz ettiğini muştuladılar. Bir kaç kişi konuşur gibi yapılan sunuşu kestirip Burhan Güvenir'e sordu. Burhan Güvenir, Ahmet Emin'in okula gelişini; yaptığı konuşmaya ayrıntılarıyla anlattı ama nedense profesör dediğini eklemedi. Burhan Güvenir oturunca Süleyman Karagöz kalkıp eksiği tamamladı. Ancak, bizden önce onun duymuş olmasına takıldı. İbrahim Yasa şaşırır gibi baktı ama çabuk toparlandı. İngiliz dilinde öğretmene Teacher, Fransız dilinde de profesör dendiğini anlattı. Arkasından Ahmet Emin Yalman'ın bir kaç dil bildiğini o nedenle öyle konuşmuş olabileceğini anlattı. Sonra da profesörlüğe geçmesi için askerliğinin bitmesi bekleyeceğini, daha sonra üniversiteye geçip bir hazırlıktan sonra onun da olabileceğini anlattı. Bu kez de bizden ayrılacağı varsayılarak neredense üzüntü havası estirildi görüldü. Öğretmen:

-Bunların hemen olacak işler olmadığını, zamana bağlı olduğunu, gerçekte A.B.D. üniversitelerinde çalıştığından oradan getirteceği belgelerle bu işi çabuklaştırabileceğini ancak, bunlar için oraya gitmenin zorluğundan söz etti. Bu arada yeni bir soru soruldu:

-Siz gelirken de zorluk çekmişsiniz. Öğretmen gülerek:

-Onu da mı Ahmet Emin Yalman anlattı? deyip Atlas Denizine açılan geminin geri dönüşünü, iki yıl bu yüzden A.B.D'inde kalışını anlattı.

Bu kez de Öğretmen:

-Eh, madem ki Ahmet Emin Yalman beni bu denli dikkatle izleyip ayrıntılarıyla anlatmış, öyleyse ben de ondan bir kaç söz edeyim. Bildiğim kadarıyla iyi bir gazetecidir. Gazeteciliği okuyarak öğrenmiş. Yurdumuzda gazetelere yazı yazanlar çoktur ama meslekten yetişen bir elin parmaklarını geçmez. Bunlar kötüdür demiyorum. Uygar ülkelerde mesleklerin okulları vardır, oralarda çalışanlar o mesleklerin inceliğini öğrenerek yetişirler. Ahmet Emin o yolu seçmiş, politikaya da kaymamış, gazeteci olarak yetişmiş, gazeteciliği sürdürüyor. Yeni tanımış bulunuyorsunuz, bundan böyle yazılarını da izler siz de kendi açınızdan değerlendirirsiniz! dedikten sonra o toplantıda konuşanları sordu. Veli Demiröz o gece anlattıkları tekrarladı. Ancak anlatmadı, yazıdan okudu. Ayırdında değil mi yoksa o gece de mi yazıdan okudu? Bu bendeki kuşkuyu daha da arttırdı. Mustafa Buğday da yazıdan okuyunca kararım kesinleşti: Bu toplantının benzerleri daha önce de yapılmış. Ancak, Kızılçullu grubundan Enver Ötnü, Ekrem Ula, Galip Şahin, Fahri Duman ne yaptı? Bunu da onlardan sorabilirim.

Mustafa Buğday bitiremeden ders bitti.

Mustafa Buğday'la Veli Demiröz'ün yapacağım edeceğim sözleri bu kez pek olumlu bir etki bırakmadı. Veli Demiröz'e söz atanlar oldu:

-Dikkat et, Bozkırlılar tekin değildir; bir gün sana da isyan edebilirler!

Halil Demircioğlu karşıdan görününce sesler kesildi.

Doçent Halil Demircioğlu yerine oturunca elindeki kitabı göstererek:

-Bu kitabı tanıdığınızı biliyorum; içindeki konuların çoğunu da duydunuz. Atatürk'ün Büyük Nutuk'u. Evet ama bu kitap Kurtuluş Savaşının tüm ayrıntılarını anlatıyor da kendi hikayesini anlatmıyor. Bugün biraz da onu konuşalım deyip yerinden kalktı. Cumhuriyet Yönetim basamaklarını anlattı. En üstte Cumhurbaşkanı, T. B. M. M. Başkanı, Başbakan, Bakanları sıraladı. Bakanlıkları adlarıyla sıralayıp çalışma alanlarını belirtti. Hemen hemen tüm bakanlıkların görev alanları üstüne sorular sordu. Belediye Başkanlarının, Valilerin, Kaymakamların, Bucak Müdürlerinin, köy muhtarlarının görevleri irdelendi. Bu konularda çok bilgili arkadaşlarımız ortaya çıktı. Şükrü Koç, Belediyelerin, Belediye Başkanlarını, Süleyman Karagöz Valilerin, Bekir Semerci, kaymakamların, Burhan Güvenir, Bucak Müdürlerinin görevlerini anlattı. Öğretmen, dikkatle dinleri hep gülümsedi. Sonunda sorusunu değiştirdi:

-Bu anlattığınız yoğun işlerin fikirsel yönü nasıl oluşuyor? diye sordu. Soruyu anlamadık değil, düşünmediğimiz bir alana kaydığı belli oluyordu ama nereye? Sonund öğretmen yeni fikirleri, yapılacak yenilikleri kimler, hangi makamlar iş alanına sokacak deyince parmaklar kalktı. Mehmet Toydemir:

-Her bakanlık kendi alanında yenilik yapar, deyip Köy Enstitülerini örnek göstererek Milli Eğitim Bakanlığını ötekilerden ayırdı. Fakı Yörük Milli Savunma Bakanlığından, Hasan Özden İçişleri Bakanlığından, kılık kıyafet değişmesinden söz etti. Herkeste bir konuşma isteği doğdu ama giderek söylenenler tekrar edilmeye başlanınca öğretmen 6 Oku sordu. 6 Oku biliyorduk. Cumhuriyet Halk Partisinin bayrağıydı. Lüleburgaz'da kaldığımız yaz, Lüleburgaz Halkevi karşımızdaydı. Cumartesi, pazar günleri Türk Bayrağı yanına 6 Oku gösteren bayrağı da asıyorlardı. Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal Çağman aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi Başkanıydı. Okulumuza sık sık geliyordu. Ama o kadar! Oradan ötesini bilmiyordum. Sanırım arkadaşlar da öyleymiş ki, az önceki çok bilmişliklerine karşın susunca öğretmen açıkladı:

Cumhuriyet yönetimlerinde Efkar-ı Umumiyeyi, yani halkı, kurup üyesi oldukları partiler temsil eder. Bu nedenle Atatürk Büyük Nutkunu Cumhuriyet Halk Partisi genel kurulunda okumuştur. Üç günde okuyup bitirdiği nutukta söylenenler sonunda alkışlanarak onaylandığından, Türkiye Cumhuriyet Hükümetini destekleyen çoğunluk tarafından beğenilip benimsenmiştir. Böylece sizler, bizler öğretmen olarak hepimiz, Atatürk'ün Büyük Nutkundaki buyrukları aynı zamanda Türk Ulusunun buyruğu olarak bilip benimsemek zorundayız.

Öğretmen bundan sonra halkımız için yeni fikirlerin nasıl yayılması gerektiği, bu durumlarda öğretmenlerin görevlerini anlattı. Özellikle bizim, Köy Enstitülerinde çalışıp doğrudan köylere öğretmen yetiştireceğimizden bu konuda her birimizin birer Halk Kamuoyu Uzmanı olmamız gerektiğini vurguladı. Partinin ya da partilerin nasıl oluştuğunu, niçin oluşması gerektiğini anlattı. Partiler olmazsa halkın bir araya gelip fikir birliği demeyeceğini, geçmiş tarihimizde bunun çok acısını çektiğimizi, Kurtuluş Savaşı sırasındaki isyanlarda bile halkın kurtuluş için kıvranırken iletişimsizlik yüzünden isyancılara katıldığını örneklerle anlattı. Geçmiş derslerin birinde arkadaşımız Veli Demiröz'ün ilçesi olan Bozkır İsyanından söz edilmişti. Veli Demiröz, parmak kaldırıp bir soruşturmasını anlattı. İsyan zararsızca atlatılmış. Ancak gene de bir soruşturma yapılmış. O soruşturmada anlaşılmış ki silaha sarılanların büyük bir bölümü Kurtuluş Savaşına katıldığını sanıyormuş. Gülenler oldu. Doçent Halil Demircioğlu da kendini tutamadı:

-Kayd-i ihtiyatla (Sakınarak, çekinerek, ölçüp dökerek) bunlara da inanacağız! dedi. Öğretmen bundan sonra Büyük Nutuk'tan öğrendiklerimiz perçinlemek için belgeler bölümünü de gözden geçireceğiz. Belgeleri inceleyince Atatürk'le arkadaşlarının savaşın arkasında kimlerle nasıl savaştığını ibretle göreceğiz! Öğretmen saate bakmak üzere kolunu uzatırken zil çaldı.

Öğretmen çıkınca, değişik konularda tartışmalar, zıtlaşmalar olurken bizim yamak masası arkadaşları hemen bir araya geldi:

-Gelecek mi? Gelirse ne konuşacağız?

Konula konuşa yemeğe gittik. Masaya oturunca herkeste bir suskunluk. Nihat Şengül-Oh be, bir sakin yemek yiyelim! derken Rauf İnan bizim masaya geldi. Arkadaşımız Azmi Erdoğan'la Ali Yücel de birlikte. Yemekhane nöbetçilerine daha önce yapacakları söylenmiş. Rauf İnan oturunca hemen gelip sordular:

-Yemek getirelim mi? O kendisi getirmelerini söyledi. Bize de bilgi verdi:

-Her oturduğumda yemek yemem, sohbetlere katılırım, ama gün sizinle sohbet ederken yemek istedim! Arkasından da:

-Konuşun bakalım, sizi neşelendiren konular nelerdir? Arkadaşlar, çekinmeden genellikle sinema, film konuşmaları, tiyatro derslerinde geçen taklitleri tekrarladıklarını söylediler. Rauf İnan:

-Yaaa, bak bak bu benim hiç aklıma gelmemişti, sahi siz tiyatro dersi okuyorsunuz, haklısınız, her dersin bir uygulama alanı vardır. Tiyatronun alanı ise her yerdir, yerden göğe kadar haklısınız! Birden bir suskunluk oldu. Rauf İnan bu kez tam karşısına düşen Kadir Pekgöz'den başlayarak çaldığı çalgıyı, bitirdiği enstitüyü sordu. Her arkadaşın konuşması sonunda gülünecek bir taraf bulunup gülündü. Arkadaşlar, her zamanki havaya girip birbirlerine takılmaya başladılar. Keman çalışları; yay çekişleri, konser dinleyişleri gülme konusu oldu. Nedense benim durgunluğum üstümdeydi gülmekten çok söylenenlere neden gülündüğünü düşündüm.

Yemekhane neredeyse boşalır gibi olmuştu. Rauf İnan bana döndü:

-Sarışın dostum sen bizim neşesine katılmıyor musun? Benden önce arkadaşlar beni överce konuştular:

- Bizi en çok o neşelendirir! Bu kez de Rauf İnan, benim göçmen olduğumu sandığını, göçmenleri neşeli olduğundan söz etti. O sormadı ama ben:

-Göçmen olmadığımı anlattım. Ailemi biraz abartılı anlatınca Köy Enstitüsüne niçin girdiğimi sordu. Ben gene:

-Köy Enstitüsüne değil Köy Öğretmen Okuluna girdiğimi anlattım. Arkadaşlar piyano çaldığımı söylediler. Müziğe nasıl başladığımı sorduğunda birden anımsadım, çok sevdiğim Ahmet Gürsel Çifteler Köy Enstitüsüne verilmişti, salt sözü ona getirmek için:

-Sizin okula atanan öğretmenin bana hem müziği hem de matematiği sevdirdiğini söyledim. Öğretmenin kim olduğunu sorunca da:

-Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel! Ahmet Gürsel adını duyan Rauf İnan, yüzünü ekşitir gibi yapıp:

-Hııı, şu muhallebi çocuğu mu? dedi. Muhallebi çocuğu sözünü duyunca tokat yemiş gibi oldum. Rauf İnan sözünü düzeltir gibilerde:

- Köy Enstitülerindeki ağır işleri herkesin taşıyamayacağını, onun için herkesten aynı randımanın beklenemeyeceği falan dedi ama ben pek dinleyemedim. Zaten öteki masadan arkamızda sıralananlar eski öğrencileri neredeyse:

-Kalk Müdür Bey! dercesine bakıyorlardı, Rauf İnan kalktı, beni dinlemek için geleceğini söyleyip ayrıldı. O ayrılınca öfkem daha da arttı. Ahmet Gürsel Öğretmene Muhallebi Çocuğu demesini içime sindiremedim.

Abdullah ile Kadir'in ilgisiz kaldığını sanmıştım. Arkamdan yetişen Abdullah, onun ağzından hiç duymadığım:

-Çüş! dedi. Evet, benden de o kadar ama yazık ki daha fazlasını söyleyemiyoruz!' deyip kahırlandık.

Aralıklarla yaptığımız Genel Müzik Bilgileri dersini sürdürdük Orkestra Yerleşimi. İzleyicinin oturuşuna tam karşı, yuvarlak ya da dörtköşe bir alan. İzleyici tarafının tam ortasında Şef yeri, Şefe göre sağ-sol iki tarafa belli bir düzen içinde çalıcılar yerleşir.

Orkestralarda çalgılar 3 ana grupta toplanır.
1. Telli çalgılar
2. Üfleme çalgılar
3. Vurma çalgılar
 
Her grup çalgı topluluğu da yapısı, ya da ses veriş biçimine göre gruplaşır. Örneğin Telli çalgılar da üç gruba ayrılır.
A- Telli çalgılar
1. Yaylı-telliler:  Keman-viola, violonsel, kontrabas
2. Vurma-telliler: piyano
3. Çekme telli:  Arp
 
Üfleme çalgılar 2 gruba ayrılır:
B- Üfleme çalgılar
1. Ağaç üfleme çalgılar
Büyük ve Küçük boy Klarnet -Büyük boy-küçük boy flüt-Obua-İngiliz kornosu-Fagot
2. Madeni üfleme çalgılar
Trompet-Korno-Trombon -Tuba
 
Vurma çalgılar 2 gruba ayrılır:
C-Vurma çalgılar
1. Akortlu vurma çalgılar
Xylophon-Glockenspiel-Timpani
2. Akortsuz vurma çalgılar
Davul-Trampet-Def- Zil-Üçgen

 

Görünürde 25 adet sayılan orkestra çalgıları sayısal olarak bestelenmiş eserlere göre çoğalır. Orkestra sayısı için kesin bir ölçü verilmemekle birlikte 20'li, 40'lı, 60'lı, 80'li 120'li sayılarla söylenen orkestralar kurulmuştur. Orkestraların ses düzeni için uğraş veren Hector Berlioz'un koyduğu kurallar, genellikle benimsenmiştir, günümüzde de bu kurallara uyulmaktadır. (Ses tınılarının uygunluğu, kaynaşması bakımından)

Orkestra anlatımından sonra enstrüman çalışması yapıldı. İncinin Kitabından iki parça üzerinde çalıştım. Mozart 331 kv. Sonat'ın 5. varyasyonunu da kazandım, sayılır. Sol el tembelliğim var ama 2. Beringer onu da yetiştirecek, sürekli onu çalışıyorum. Faik Öğretmen metronom kullanmamı önerdi; bir de onu deneyeceğim. İki elimin de yüzük parmakları tembellik ediyor, bunu yeni yeni farkediyorum. Akordiyon çalarken yüzük parmağımı kullanmadım mı ne?

Akşam yemeğinde herkes birini eleştirdi "Sen şunu dedin sen de bunu dedin!" gibilerde tartışıldı. Ben de bir soru sordum:

-Rauf İnan, ne amaçla bizim masaya geldi? Acaba umduğunu buldu mu? Arkadaşlar haklı olarak, ne demek istediğimi sordular. Düşüncemi açıkladım:

-Kendi öğrencileri ona çok saygılı. Onun olduğu yerde bizim gibi şakalaşıp gülüşmüyorlar. Adam, alışmadığı bir durumla karşılaştı. Acaba bu değişik durum farklı bir eğitim anlayışından mı geliyor? diye düşünüp gelmiş olabilir. Böyle bir amaçla gelmişse sonuçta bizim için nasıl bir kanı edindi? Onlar da benimkilerden farksız mı! dedi. Yoksa, onlar benimkilerden gerçekten farklıymışlar mı? dedi. Arkadaşlar bakıştılar. Ben düşüncemi açıkladım:

-Görmediniz mi?B konuşmak için sarışınlığımdan, göçmenliğimden söz etti. Demek oluyor ki o bizi kendi öğrencilerinden farklı düşünüyor. Böyle düşününce farkların ölçüsünü de bulmayı düşünebilir. Bulmak için de araştırma yapmak gereğini duymuş neden olmasın? Ekrem Bilgin bana katıldı. Katıldı ama salt:

-Haklı olabilirsin! dedi.

Yemekten sonra eski Almanca kitaplarımı bir süre karıştırdım. Ortaokullar için hazırlanmış 1. 2. 3. sınıflar için kitaplar. Almanca çalışmaları sürdüreceğimi düşünerek onları bir araya getirmiştim. Sonra da onları, Köy Öğretmen Okulu hatırası olarak saklamaya karar verdim. 1. 2. sınıf kitaplarımızı sene sonlarında toplamışlardı. İyi ki onları vermemişim. Şimdi ara sıra bakıyorum. Ne ilginç parçaları açınca genellikle okuyup çeviriyorum da kapatınca orada geçen Almanca sözler de sayfalar arasında kalıyor. Parçalardan çok, Spruch (şiir) , Râtsel (bilmece) okuyup ezberliyordum. Oysa bu akşam uzun uzun:

"Bin ich davor, dann bin ich darin

Bin ich darin, dann bin ich davor. " deyip düşündüm.

Hele ezberlediğim Johann Wolfgang von Goethe'nin;

Edel sei der Mensch,

Hilfreich und gut!

Denn das allen

Unterscheidet ihn

Von allen Wedsen,

Die wie kennen.

 

minicik şiirinde duraksayınca Doçent Niyazi Çitakoğlu Öğretmene hak verdim. Sahiden ben Almanca bakımından Orta Okul 3. sınıflar düzeyinde dolaşıyorum. Azıcık üzüldüm. Tek tesellim, çevremdekilerin çoğu benden daha geride. Bu benim için bir ölçü değil ama hiç değilse teselli. Necmettin Halil Onan'ın İzahlı Divan Şiiri Antolojisinden Fuzuli ile Baki bölümlerine baktım, İkisine de 50'şer sayfa ayırmış. Sanıyorum, (Konuşmalarından edindiğim izlenimlere göre de) soru sorarken de onlar üstünde çok duracaktır. Fuzuli'den Su Kasidesini, Baki'den de Kanuni Mersiyesini okudum. Kendi kendime bir karşılaştırma yaptım:

Johann Wolfgang von Goethe ile Fuzuli ya da Baki'nin anlaşılırlığı pek farklı değil. Bunu Hamdi Keskin Öğretmene söyleyebilir miyim? Yerinde söyleyebilirsem kesinlikle kahkaha ile güler.

Arkadaşımız Mehmet Yücel'den Harun Özçelik'e mektup gelmiş. Önce duraksadım; Mehmet Yücel'le Harun Özçelik öyle sıkı fıkı değildi. Ayrılınca mı bu yaklaşım gelişti? Yusuf Asıl beni uyardı:

-Sen uyuyorsun, insanlar çıkarları için neler yapmaz! Gene anlamadım:

-Mehmet Yücel'in burada ne çıkarı olabilir? Yusuf uzatmadı:

-Neden hep Mehmet Yücel'i, düşünüyorsun? Harun hemşirenin kızı Hadiye ile mercimeği daha oradayken fırına koymuştu. Belki de dolaylı olarak ilişkisini bu yoldan sürdürüyordur!

Yatınca bir süre gene Kepirtepe'ye gittim. Mehmet Yücel, bir ara benim komşu köylüme ad takmıştı, Kınalıyapıncak! Ne düşünüyordu bilmiyorum ama benim hoşuma gitmemişti. Bu kez bende onun Hüsnü Dayısı, Lüleburgaz'da büyük bir dükkanı olan Hüsnü Ceylan'ın kızına takılacağımı söylemiştim. Mehmet Yücel:

- Böyle bir dedikonu çıkarsa ben Hüsnü Dayımın yüzüne bakamam! deyip Kınalıyapıncak sözünü sürdürmemişti. İçimden:

-İşte arkadaşım, kısmet seninse Kınalıyapıncak yakınında, Hüsnü dayının kızını ben çoktan unutum. Ağabeyi Ali Ceylan'ı görürsen selamlar söyle! Dilerim okulunu bitirince Lüleburgaz'a döner, bir gün yine buluşuruz.

 

16 Mart 1944 Perşembe

 

Uyanınca Edebiyat dersimizi düşündüm. Salt şiir mi okuyacağız. Yoksa tarih sırasına göre şiirlerden sonra Türk Edebiyatı metinleri de okuyacak mıyız? Derken Baki'ye takıldım. Mersiyenin bir bölümü uykudan uyanmayla ilgiliydi. İlgiliydi ama nasıldı? Bir süre düşündüm bulduramadım. Kendi kendime sinirlendim:

-Okuduğumu sanıp okuyorum ki bent başlıklarını bile unutuyorum! Defterlerim Bölüm salonundaydı, gidip aldım. İlk işim o beyiti bulmak oldu. 5. Beyite bakınca da iyice sarsıldım. Dilimin ucundaymış, nasıl da unutmuşum!

"Gün doğdu şâh-i âlem uyanmaz mı hâbdan

Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-ı cenâbdan"

İkinci beyit için bi rşey diyemem ama birinci beyiti unutmak affedilir gibi değil; bu doğrudan unutkanlığın daniskası. Gün doğdu, bile diyememek! Oysa her gün söylenen bir söz. Gerçekten gün doğdu demeyi değil, şair Baki ile onun mersiyesinde anılan Padişah Kanuni unutulmuş oluyor.

Kahvaltıda, Divan Edebiyatı ile Metin İncele derslerinin ayrı yapılması tartışıldı. Bitirme sınavlarında hangisi daha önemli sayılacak? Ben, Divan Edebiyatı olasılığını öne sürdüm. Daha doğrusu öyle olmasını istedim. Benim düşünceme göre Divan Edebiyatında eski şiirlerde zorlanıyoruz ama gene de onlar için çalışacak kitap bulabiliyoruz. Kendimi örnek vererek, İsmail Habip Sevük'ün, Agah Sırrı'nın Necmettin Halil Onan'ın, Prof. Fuat Köprülü'nün kitapları okuduğumuz yazarları anlatıyor. Oysa Montaigne, La Fontaine ya da benzeri yazarların, yazdıkları parçaların vermek istedikleri çok sınırlı fikirler, burada okuduğumuz parçayı bellemek gerekiyor. Hemen bu sabah kendi başımdan geçen unutkanlığı anlattım. Baki'nin 1526 yılında doğduğunu 1600 yılında öldüğünü biliyorum. Ayrıca Kanuni'nin 1566 yılında öldüğünü, o yıl Baki'nin 40 yaşında olduğunu bile biliyorum. Öyleyse Baki, Kanuni Mersiyesi ya da Terkibibent şiirini 40 yaşında yazmış olabilir! diyecek kadar söz toparlıyorum ama bentlerden birini sorsalar yutkunuyorum. Çünkü bent ya da herhangi bir parçayı anımsamak zorlaşıyor. Onu anımsamak için ipuçları bulmak zorlaşıyor. Baki, 1566, 1600, 1526 Kanuni, gibi önemli ipuçları bir birini çağrıştırıyor. Oysa bent sıralamasını, bentlerin ele aldığı konuları ayrı ayrı ezberlemeden bulmak zor. Bunu yapmak için ezberlemek gerekir. Düz metinler de öyle. Montaigne'den dört metin La Fontaine'den 3 fabl okuduk. 1. Fabl hangisi dense üç fabl'den seçmeye çalışacağız. Tutturabilirsek doğru bilgi vereceğiz. Bu düşüncelerle ben Divan Edebiyatını sınavını kolay verme bakımından öne alıyorum. Bakın, üç dört saat üzerinde durduğumuz Karaağaçlar Altında için bir sınav yapılsa hepimiz bocalayacağız. Ayyaş ama çalışkan bir baba. Üç oğlu var, onları da kendisi gibi yetiştiriyor. Yetiştiriyor mu? Bir yere dek yetiştiriyor. Baba, bir gün bir cici anne ile gelmeseydi, sonuç böyle bitmeyecekti. Ayrıca, üç oğuldan biri ötekilerden farklı yetişmiş. Çünkü annesi onu öteki iki üvey saydığı oğullarından farklı büyütmüş. Bu farklar öyle etkili olmuş ki iki ağabey babalarına küsmelerine karşın onu manen çökertmeden ayrılıp gitmiş. Sözde bağlı kalan oğul ise bağlılık bir yana, babanın salt yaşam boyu oluşturduğu çiftliği değil gururunu da iki paralık etmiştir? (Babanın yaşam anlayışına göre) Benim böyle ortaya koyduğum Karaağaçlar Altında adlı kitabı okuyarak özetlesek kesinlikle başka bir sonuca varacağız. Çünkü benim önemsemediğim ya da gözden kaçırdığım önemli noktalar yorumun yönünü değiştirecektir. Bu nedenle ben, yukarda söylediğim gibi, işin kolayına değil başarımı o tarafta daha kolay kazanacağımı düşündüğümden öyle olmasını istiyorum.

Arkadaşlar hep sustular. Kamil Yıldırım:

-Hangisinden sorarlarsa sorsunlar, isterlerse sınıfta bıraksınlar; döner arkamı köyüme giderim!  Arkasından Kadir Pekgöz de:

-Ben de! derken güldüm:

-Sen burada sınıfta kalırsan, benim bildiğim Hamitabat'a gidemezsin! demeyeceğim, gitmezsin! Hamitabatlılar başarıyı sever; başarısızlık onlar için sevimsiz bir sondur. Bu kez Ekrem Bilgin:

-Vallahi benim köyüm de öyledir. Gerçekte bizim Ödemişliler hep öyledir.

Arkadaşlar:

-Gene en geç biz kaldık! deyip kalktılar.

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Günaydın dedikten sonra, sağ elini, içi yere doğru olmak üzere titrer gibi sallayarak oturmamızı işaret etti. Masaya bıraktığı kitaplardan birini açıp, açıklama yapmadan okudu:

"Bir yağız çehre, çatılmış iki hançer kaşlar;

Yine hançer gibi keskin ik ma'nâlı nazar. . .

Yâd-ı ulvîsi hayâlimde bu simâyı taşır,

Bence Nef'î'ye bu sîma-yı mehâbet yaraşır”.

Öğretmen okumayı kestikten sonra: Bir ünlü şairimiz, kendisinden önce yaşamış bir başka ünlü şairimizi böyle anlatıyor. Anlatılanın adı geçtiğine göre anladınız, o şair Nef'i. Bilmem onun adını duydunuz mu? Ünlüdür ama hem eski hem de çok havalarda uçmuştur. Yerde gezen çocuklar on u pek görmezler. Ancak, dizelerini okuduğum Tevfik Fikret onu bize dosdoğru gösteriyor. Bir yağız yüz görür gibiyiz. Hançer hem keskindir hem de biraz kıvrıktır. Kaşların görünüşünü düşlemeye çalışın. Bakın Tevfik Fikret'te böyle bir yüzü gözlerinin önüne getirmiş, kesin kararını vermiş:

-Bence Nef'i'ye böyle bir yüz görüntüsü yakışır! demiş. Öğretmen Mehâbet, sözünü, büyüklük, ululuk, gösterişli, güzel anlamına geldiğini söyledikten sonra şiirin tamamını okudu.

 

Nef'î
 
"Bir yağız çehre, çatılmış iki hançer kaşlar;
Yine hançer gibi keskin iki ma'nâlı nazar. . .
Yâd-ı ulvîsi hayâlimde bu simâyı taşır,
Bence Nef'î'ye bu sîma-yı mehâbet yaraşır.
Tab'ı sahbâ gibi cûş-âvere-i mînâ-i mekaal
Fikri ankaa gibi bâlâ-i rev-i etbaak-ı hayâl
Berk urur şu'le-yi endîşesi enzârında
Ateşin - cerbeze bir nâtıka âsâ gözler
Cezbe-yi rûhi şegaf-darını takrîr eyler
Görünür, safha-yı emvâca düşen lem'a gibi
Alnının çiin-i bülendinde o ruh-î asabi
Başkadır feyz-i hüner kilk-i füsun -sâzında
Canlanır, vecde gelir söz leb-i i'câzında
 
Ooo, ey mu-ciz-edâ şâir-i şâyeste-gurûr
İnliyor nây-ı beyânında nevâ-yî Mansûr
Anlamazlar o tenevvür o şikâyât niçin?
Dahl edenler sana feryâd-ı mübâhâtın için
Sığmamış sadr-ı pelengânene kalb-î şîirin
Yetmemiş kudretine şöhret-i âlem-gîrin
Öyle bir nehr-i muazzam gibi cûş etmişsin
Fakat, eyvah, çorak yerde akıp gitmişsin!
Sana bir başka zemin, başka bir zaman lâdımdı,
Sana bir âlem-i lâhut -nişân lâzımdı.

 

Tevfik Fikret

 

Açıklama: Anlamlı, keskin kaşlar (Sanki kesici bir bıçak gibi) Yine keskin, sert bakışlar. Hayalimde öyle bir kişi canlandırıyorum. Çünkü Nef'i'yi öyle bir kişiymiş gibi tasarlıyorum. Sabahın duruluğu gibi, hilesiz hurdasız bakışlar, fikirleri anka kuşu gibi yükseklerde uçuyor. Vurunca da sert-sağlam vurur, ateşli gözlerle bakar, sözleri, sağlam hançereden çıkar. Kendi ruhsal duygularını ateşli sözlere dökerek söyler. Gönülleri heyecanlandırıcı sözleri, dalgalarda yansıyan ışıklar gibidir. Beyninden geçenler onun sazında (Söyleyişinde, dilinde, kaleminde) coşar, çok başkalaşır. Nef'i, gururlu bir şair olarak olağanüstü kişidir. Onun neyi Allah'ın izniyle yeni sesler vermektedir. Bu sesleri, bu yanık yakarışları niçin anlamak istemiyorlar? Besbelli ki suçsuz olduğunu ya da günahsız olduğunu bildikleri için. Çünkü içinden gelen coşkulu söyleyişin şiir kalıplarına bile sığmıyor. Şiir konusunda kazandığın şöhret bu konuda daha önce kazanılanların kalıbına sığmıyor, onlar çok küçük kalıyor. O denli bir büyük nehir olarak taşmışsın ki, "Yazık, eyvah!" çorak, çıplak yerlerde boşa akıp gitmişsin. Sana bir başka zamanda bir başka toprak, suyundan yararlanacak toprak gerekliydi. İşte o zaman sana sonsuzluğa dek yaşayacak bir ünvan, nişan, tüm dünyanın benimseyip saygı duyacağı bir simge verilecekti.

Şiiri, anlatmak istediğini açıkladıktan sonra öğretmen Nef'i'ye geçti. Nef'i'nin dönem olarak:

Padişah 1. Ahmet, 1. Mustafa, 2. Osman, yine 1. Mustafa, 4. Murat zamanlarında yaşadığını, 5 padişah sıralanmasına karşın, padişahlardan üçünün kısa süreli kaldıklarını, 1. Ahmet'in 14, Mustafa'nın sa iki kez olmasına karşın iki yıl, Osman'ı da 4 yıl Makamda kaldığını, 4. Murat zamanın 16 yılını yaşadığını bu padişahın emriyle 1635 yılında öldürülüp denize atıldığını anlattı. Doğumu için de değişik tarihler söylendiğini, bu tarihlerin ortak noktası, 1580 yılı olabileceği, o zamanlarda şairlerin, yeni padişahlar için cülus kasidesi yazdıkları, 1603 yılında padişah olan 1. Ahmet için Nef'i'nin kasidesi olmadığı, ancak bundan bir kaç yıl sonra 1. Ahmet ya da onun sadrazamları için bolca kasideler yazdığını, sonraki padişahlar için de çok kaside yazdığını anlattı. "Demek okuyor ki Nef'i 1603 yılında kendini henüz kaside yazacak güçte bulmamış olabilir!" dedikten sonra Erzurum/Hasankale'de doğduğunu, genç yaşında İstanbul'a geldiğini, gene genç yaşında üne kavuştuğunu anlattı. Fuzuli ya da Baki, ölçüsünde çok şiiri olmamasına karşın kasidelerinin en üst düzeyde değerli olduğunu anlattı. Divan şairleri içinde en ünlülerinden sayılan Nedim:

Nef'i vadi-i kasidede suhan -perdazdır!

demiş. Anlamı şu: Kaside alanında (Kaside şiir türünde) en güzelini söyleyendir. (Yazmış olan anlamına da gelir) Kaside yazanların en üstünüdür.

Öğretmen bundan sonra kaside örnekleri okudu. İlkin 4. Murat için yazdığı kasidelerden birini seçtiğini söyledi. (Bahar Kasidesi de denir)

 

4. Sultan Murat'a Kaside
 
Esdî nesim-i nevbahâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sakî meded sun câm-ı Cem
Erdi yine ürdîbehişt oldu havâ anber-sirişt
Alem behişt ender behişt her gûşe bir Bağ-ı İrem
Güldevri âyş eyyâmıdır zevk u safâ hengâmıdır
Aşıkların bayrâmıdır bu mevsim -i ferdunde-dem
Dönsün yine peymâneler olsun tehi gumhâneler
Rakseylesin mestâneler mutrikler ettikçe nağem
Bu demde kim şam u seher meyhâne bağa reşkeder
Mestolsa dilber sevse ger ma'zurdur şeyhü'l harem
Ya neylesin biçareler aşufteler avâreler
Sagar suna mehpâreler nûş etmemek olur sitem
Yar ola cam-ı Cem ola böyle dem-i hurrem ola
Arif odur bu dem ola ayş u tarabla muğtenem
Zevki o rind eyler tamam kim tuta mest ü şâdgam
Bir elde cam-ı lâle fam bir elde zilf-iham-be ham
Lütfeyle sâki nazı ko mey sun ki kalmaz böyle bu
Dolsun sürahi vü sebû boşdurmasın peymâne hem
Her nev-reside şâh-ı gül aldı eline cam-ı mül
Lütfet açıl sen dahi gül ey serv-ı kadd -ü gonca fem
Bu dürd ü bu safi deme dönsün piyâle gam yeme
Kanun-ı devr - dâime uy sen de mey sun dem be dem
Meydir mihekk-i âşıkan âşûb-ı dil -ârâm-ı can
Sermaye-i pîr-i mugan piraye-i bezm-i sanem
Mey âkil-ı irşâd eder âşıkları dil-şâd eder
Seyle verir berbad eder dillerde komaz derd-i gam
Mey âteş-i seyyâladir minâ kadehle lâledir
Yan gonce-i pür- jâledir açmış nesim-i subh -dem
Saki meded mey sun bize camı- Cem ü Key sun bize
Rıtl-ı peya pey sun bize gitsin gönüllerden elem
Biz âşık-ı âzâdeyiz amma esir-i bâdeyiz
Alüfteyiz dil-dâdeyiz bizden diriğ etme kerem
Bir cam sun Allah içün bir kâse de ol mah içün
Ta medh-i şahenşah içün alam eele levh ü kalem
Ol âftâb -ı saltanat ol şehsuvar-ı memleket
Cem bezm ü hatem-mekrümet memdüh-i esnaf-ı ümen
Eblâksüvar-ı rûzigâr aşub-ı Rum u Zengibar
Leşkerşikâr-ı kâmkâr Behram-ı Efridun-alem
Piraye-i mülk-i milel sermaye-i din ü düvel
K' olmuş nasibi ta ezel tac-ı Feridun tac- Cem
Hakan-ı Osmani-nesep kim münderiç zatında hep
İslâm-ı Faruk u Arap ikbâl-i Perviz-i Acem
Sultan Murad-ı kâmran efserdih ü kişversitan
Hem padişah hem kahraman sahipkıran-ı Cem-haşem
Şahenşah-i ferhundebaht arayiş-i dihim ü taht
Bahtı kavi ikbali saht İskender-i Yusuf-şiyem
Şah-ı cihanârâ mıdır mah-ı zeminpira mıdır
Behram-ı bîperva mıdır ya afitâb -ı pürkerem
Şahenmeşrap Cem gibi sahipkıran Rüstem gibi
Hem İsi-ı Meryem gibi ehl-i dil ü ferhundedem
Dünya vü mafiha nedir cennet olursa ya nedir
Lütfeylemek zira nedir yanında bir nakdü selem
Cümle hünerden ba-nasip sırr-ı acep sun'u garip
Mecliste şuh u dilferip cenk idecek şir'i -ücem
Gahi ki ol şir-i yeler hışm ile tiğ alır ele
Bütün cihan olur pür zelzele bastıkça meydana kadem
Ol dem ki kasd-ı cenk eder sahraları gülrenk eder
Dünyayı hasma tenk eder olursa Sam ü Güstehem
Sürdükçe hasma yektene bakmaz silah ü cevşene
Yer kalmaz asla düşmene illa beyaban -ı adem
Ey hüsrev-i âlinijat vey daver-, pâkititat
Ey şah-ı sahip-adi ü dat ey padigah-ı muhterem
Sen bir şeh-i zişansın şahenşeh-i devransın
Yani ki sen hakansın devrinde ben Hakani'yem
Ben gerçi bir bîhasılım şakird-i ders-i müşkilim
Hemmekteb-i ehl-i dilim halkolmadan levh u kalem
Sözde nazir olmaz bana ger olsa alem bir yana
Pürtumturak-ı hoş edâ ne Hafız'ım ne Muhteşem
Hakaniyım ben Muhteşem yanımda serheng- haşem
Hafız olur lebbestedem hamem edince zir ü bem
Nef'i yeter davayı ko dünya ile gavgayı ko
Eflâke istinayı ko hâke yüzün sür lâcerem
Kaldır elin eyle dua buldu kasiden intiha
Şimdi dua etmek sana hem müstehaptır hem ehem
Nice kaside bir kitap mecmua-i pür intihap
Her nüktesi faslülhitap her beyti bir genc-i hitem
Takim cihân mâ'mûr ola geh emn ü geh pür-şur ola
İkbâl ile mesrür ola ol hüsrev-i valâ-himem

 

Ölçü (Vezin-Takti) Ta* kim ci hân mâ mûr o lâ geh em nü geh pür şur o la

İk bâl i le * mes rür  o lâ ol hüs re vî  vâ lâ hi mem

- -  . -  -  -  .  -  -  -  .  -  -  - .  -

Müs tef i lün  müs tef i lün müs tef i lün müs tef i lün

 

Açıklama: İlkbahar esintisi başladı, güller açıldı. Bizim gönlümüzün açılması için Cem kadehi gelsin. Nisan ayı, tüm dünyayı amber kokularıyla kokuttu, etraf, her görünen yer cennete döndü, İrem bağına döndü. Gül devrine girildi, bu devir bol yiyecekli sofralarda, şarkılar söyleme, oyunlar oynama (Tümüyle eğlence) devridir; özellikle de aşıkların, mutlu insanların bayramıdır. Şarap kadehleri gelsin gitsin, meyhaneler dolsun boşalsın. Hanendeler (Şarkıcılar) coştukça köçekler (Oyuncular) de durmadan oynasınlar. İçkiden neşelenen insanlar, bahçelere taşarak, meyhaneyi kıskandırırlar, böyle coşkulu sıralarda Şeyhül-Harem (Halifenin görevlileri) bile içse günah sayılmaz. Ay parçası gibi güzeller kadeh sununca, içmemek olası değildir. O nedenle, çaresizler, aşıklar, avareler, zorunlu olarak güzellerin elinden kadehleri alıyor (!) Sevgili Cem'in kadehi (Acem Şahı Cemşid'in) böylesine mutlu bir anda insanların eline sunulması çok büyük bir şanstır. Bir eli zülfünde öteki elinde lale renkli kadeh olan rind (yaşamı seven bir insan) en mutlu anını yaşar.

Saki (İçki sunan kişi) lütfen kadehleri doldur, vakit geçmesin. Çünkü bu mutlu zaman o denli uzun sürmez. Dikkat et, sürahiler, destiler dolu dursun, kadehler hiç boş kalmasın. Bakın yeni yetişen goncalar kadehlerini aldılar; sen, ey selvi boylu, gonca ağızlı güzel, suskun durma; sen de açıl, sen de gül. Kadehlere bakıp, "  Bu bulanık, bu saftır!" diye ayırım yapma!" bırak kadehler durmadan gitsin gelsin. Sakın neşeni kaçırma, sen de "Bu işler böyle oluyormuş! deyip çevrendekiler gibi davran. Aşıkların ölçüsü meydir, o ölçer iyisini kötüsünü. Onların bütün sermayesi doğruluk, dürüstlüktür, hoşsohbettir. Çünkü mey aklı çalıştırır, açar, uyarır; aşıkları da konuşturur, tatlı dilli yapar. Sohbet edenlerde gam keder olmaz, konuşarak kederlerini atarlar. Mey, mina kadehte lale görünüşlüdür ama yakıcı, etkileyici bir sıvıdır. Bir bakıma da sabahları açmış gonca gibidir.

Saki lütfen mey ver bize, Cemşit'in kadehinden olsun, ancak aralıksız sun, arkası gelsin. Biz gerçekte aşktan kurtulmuşuz ama b u kez de badeye bağlanmışız. Bizi düşkün sanıp ırak durmayın. Bir kadeh Allah için bir kadeh de o ay yüzlü için doldurun ki Padişahımız için elime kalem alayım.

O saltanatın güneşi, memleketin en iyi ata binicisi, Cem meclislerinin övünülen kişisi, zamanın üstün binicisi, Rum (Batı ülkelerinin), Zengibar (İran) ünlü Behram'ı (Bir kahraman) Ferudun'u. Cem'in makamına oturan Ferudun gibi dinin-devletin tacı ona bahşedilmiş. Yalnız Osmanlılık değil, onun yanında Arap Müslümanlığı, Acem soyu da. . .

Dirayetli Sultan Murat, tuttuğunu koparan hem Padişah hem de kahraman. Şahların şanslı şahı oturduğu makamı uygun, süslüyor, dolduruyor makamını. Çünkü hem padişah hem de kahraman; her yönden üstün yaratılışlı Hazreti YUSUF gibi yakışıklı , Büyük İskender gibi cesur. Cıhanın padişahı mıdır yoksa yeryüzünün piri midir; Behram gibi sonsuz güce mi sahiptir. (Behram İran tarihinde bir kahraman) yoksa güneşin kendisi midir. Cem gibi şahane, Rüstem gibi güçlü, hem İsa hem Meryem gibi doğru konuşur, inandırıcıdır. Onun yanında dünya ile cennet farketmez, onun yanında her şey düzgündür. Beceriksiz ya da hiç bir hüneri olmayanlara, garip davranışları olanlara, meclislerde şuhluğa kalkışanlara karşı aslan kesilir. Aslan gibi kükreyerek kılıcını eline alıp yürüyünce, yer titrer, deprem oluyor sanılır. Öylesi cenk eder ki, sahralar kanla renklenir, öyle ki düşmanına dünyayı zindan eder. Düşmana saldırdığı sürece başka şeylerle ilgilenmez, silah, kılıç onun için önemli sayılmaz. Gücüyle her yeri doldurur, düşmana yer kalmaz, her yerde o olur.

Ey, doğuştan yüksek yaratılışlı Padişah, adil hükümdar, hey saygılı hünkâr. Sen şanslı bir Padişahsın, dünya padişahlarının padişahısın. Ben de senin hüküm sürdüğün dönemde şairler Hakâni'yim. (Hakanî, İran edebiyatının büyük sayılan şairlerindendir. Burada söz oyunu yapılıyor, mecaz-tevriye; hakan, hükümdar, Hakanî bir büyük şair..) Her ne kadar yoksul isem de, zorlu bir dersi sürdürüyorum. Öyle ki yoldaşlarım, çok eskilere dek kalem-defter olmadığı zamanlara (Yaratılmadığı günlere) kadar uzar. O nedenle tüm şairler bir yanda olsa söz yarışında benimle boy ölçüşemezler. Sözlerim o denli süslü, o denli düzgün, anlamlıdır. Ben, Hafız'dan da, Muhteşem'den de üstünüm. (Hafız'la Muhteşem İran edebiyatının en ünlü iki şairi) Öyle ki, Ben Hakani'yim; Muhteşem, benim söz ordumda ancak bir çavuştur. Ben konuşmaya başlayınca Hafız duysa korkusundan dili tutulur.

Nef'i yeter, şu övünmeyi çekişmeyi bırak, dünya ile kavgadan vazgeç. Feleğe de sığınmaya kalkışma, yüzünü gerçek olan toprağa sür. Ellerini kaldırıp duanı etmeye başla. Çünkü kasiden son buldu. Senin son görevin olduğu gibi senden beklenen de budur.

Kaside bir kitap, içindeki sözler seçilmiş, değerli, incilerden oluşan bir derlemedir. Sözleri seçkin anlamlardan oluşur, beyitleri hikmetler hazinesidir. Dünya, bazan kargaşalı olmasına karşın bayındır olmayı sürdürsün, yüksek lütuflu, keremli (Cömert, açık elli, değerbilir) Padişahın bahtı açık, yüreği hep sevinçli olsun!

Hamdi Keskin Öğretmen ara ara durup değişen bölümleri belirtti:

Giriş, baharın anlatılışı, arkasından şarap ya da şenlik bölümünü, övgü bölümüne girmeden önce kendini tanıtma ölümünü sonra da övdüğü kişinin özelliklerini sıraladı, arkasından da kasideyi yazanın adı geçen bölümü, dua ile bitişi tekrar tekrar okudu.

Kasidelerin ne denli güzel olursa olsun konu olarak bir benzeşik yanları olduğunu söyleyen Hamdi Keskin Öğretmen, bir karşılaştırma yapmak için Nef'i'nin bir de Sadrazam Koca Murat Paşa için yazdığı kasideyi, büyük boy kasidelere örnek olmak üzere okudu. Büyük Murat Paşa için yazılmış kaside 146 beyit. Sıradan kasideler için normal uzunluk 30-40 beyit olarak söylenir. Ancak 80-90 beyitlik kasideler vardır. Nef'i'nin 4. Murat için yazdığı kaside 88 beyittir. O bile uzun sayılır. Koca Murat Paşa kasidesi bir hayli yorucu. Kasideler, devlet büyüklerine yazıldığı gibi Allah için, peygamber için de yazılır. Allah için yazılanlar, doğrudan Allah'ın birliği içinse TEVHİT, Allah'a yakarışsa MÜNACAT olarak adlandırılırlar. Peygamber için yazılanlardan bir örnek Fuzuli'de görmüştük, bir de Nef'i'de göreceğiz bunlara da NAT denir. Hepsinin pek değişmeyen bir dizi planı vardır. Uyaklar, aa-ba-ca-da. . . . . olarak gider. İlk beyitlere MATLA, son beyitlere MAKTA denir. Giriş bölümü için NESİP ya da TEŞBİP denir. Bu bölümler genel olarak gönül açıcı söylemlere ayrılır. Örneğin bahar, şenlik, yaşamların iyi tarafları anlatılır. Şairin adı genellikle MAKTA yakınında olur. Bu beyite TAC beyit denir. Kimi kasidelerde araya bir gazel de sıkıştırılmıştır. Kaside geleneğinde bu vardır. Bu bölüme TEGAZZÜL denir. Şair, kasidenin yazıldığı kimseyi övmeye geçmeden önce bir giriş yapar, bu Bölüme de GİRİZGAH denir. Bundan sonra övme başlar bu bölüme de MEDHİYE denir. Kasidenin sonuna gelinirken şair kendisi için de bir şeyler söyler. Bu bölümün adı FAHRTİYE dir. Bundan sonra dua edilir. Bu bölümde DUA bölümüdür. Bunları, gelecek derslerimizin birinde kaside üstünde tekrarlarız.

Dersimiz bitince öğretmen gülümseyerek Nef'i bizim, hem de tartışmasız bizim şairimiz. Onu Karacaoğlan, Aşık Ömer ya da Emrah'tan Gevheri'den Dertli'den farklı göremeyiz. İstanbul'a gelmeseydi belki de onu bir başka ad altında Halk şiiri alanında söylediklerimin arasında konuşacaktık. Çünkü onun içindeki söz söyleme ateşi doğuştan gelme; o bulunduğu ortam içinde nasıl olsa konuşacaktı!

Öğretmen ayrılınca sızıldamalar oldu:

-Bize bunlar çok mu lazım? Ali Yücel, Kadir Aytekin, Azmi Erdoğan, Ahmet Allı, Ali Bayrak sızlanırken Hasan Özden karşı durdu:

-Siz başka şeyleri çok öğrendiğinizden bunları istemiyorsunuz (!) Oysa biz bu tür bilgilerden nasibimizi alamadık, izin verin de biz de bunlardan nasibimizi alalım! Kadir Aytekin hemen karşı durdu:

-Şimdi nerden çıkardın bu ayrılığı? Hasan Özden hazırmış:

-Ayrılı ben çıkarmadım, siz kendiniz, az önceki derste dinlediklerimiz için "Bize bunlar çok mu lazım? diye bastıra bastıra bunları, ötekilerden ayrı tuttuğunuzu ilan ettiniz. Bu nedenle ben de size:

-Siz, ötekileri bildiğiniz için bunları küçümsüyorsunuz. Bizse sizin o ötekilerden habersiz olduğumuzdan hiç değilse bunları öğrenmek istiyoruz. Bunda anlaşılmayacak ne var?

Tartışma ilgimi çekti ama Almanca dersine geç kalmamak için ayrılıp koşarca Kitaplığa gittim.

Almanca Öğretmenimiz Niyazi Çitakoğlu, Almanca dergiler getirmiş, hepimize birer tane dağıttı. Frankfurter Allgemeine Zeitung adlı bir dergiyi de bana verdi. Büyükçe bir dergi, bol resimli. Zeitung'un gazete olduğunu biliyorum. Frankfurt bir kent adı. Allgemeine nedir?

Öğretmen bana:

-İki paragraflık bir yazı seçip Türkçe çevirisini yapmamı söyledi. Ödev verişinin nedenini de açıkladı:

-Almanca lügatın var, bakarak çalış! dedi. Öğretmen tek tek arkadaşların yanına oturarak 5'er, 10'ar dakika her biriyle ilgilendi. Böylece ben çok rahat bir Almanca dersi geçirmiş oldum. Sami Akıncı ile bir ara göz göze geldik. Sami göz kırptı, besbelli o da sıkılıyor. Sami'nin sözünü anımsadım:

-Yıl sonuna dek sabredelim!

Öğretmen, en kenarda oturan Emrullah Öztürk'ün yanına gidince sessizlik birden bozuldu. Öğretmen yüksek sesle:

-Emrullah sinmekle bir yere varılmaz, elinde bir yabancı dilin var, bundan yararlanabilirsin. Bırakalım istersen Almanca dersini, Bulgarca çalışalım; ben sana yabancı dilden başarı notu vereceğim. Yazık ediyorsun, öğrenilmiş dili bir kenara iterek! Beş yıldır tüm arkadaşlar biz de benzer önerilerde bulunuyorduk:

-Bulgarca çalış, iyi Bulgarca konuşursan, Bulgarca ders olan okullarda öğretmenlik yaparsın! Bunu bize bir subay söylemişti:

-Arkadaşlarınızın (Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk için) geleceği sizden daha parlak. Komşu Bulgaristan’la ilişkilerimiz hep olacak. O nedenle Bulgarca bilen aydınlara gereksinim var. Çalışıp, dil sınavlarına girsinler, Dışişleri Bakanlığı onları el üstünde tutacaktır! demişti.

Doç. Niyazi Çitakoğlu, Emrullah'ın yanından kalkarak ellerini bir birine vurup konuştu:

-Ben sizin dilinizden konuşmuyor muyum yoksa? Türkçe konuşmalarımı Almanca olarak mı anlıyorsunuz? Yoksa Almanca söyledikleri anlamıyoruz öyleyze Türkçelerini de anlamayalım mı? diyorsunuz! diye gülerek konuştu. Bu kez de Hüsnü Yalçın'a döndü:

-Sözlerim senin için de geçerli. Almanca zor geliyorsa Bulgarcaya çevirelim. Yabancı dil ne olursa olsun önemli. İnsanlar ta neredeki ülkelerin dillerini öğreniyorlar! Zil çalınca öğretmen aynı konuda söylenerek çıktı. Arkasından Sami Akıncı da Hüsnü Yalçın'la Emrullah'a dönerek; çıkışırca söylendi:

-Gel de şimdi, öğretmene katılma! Adam haklı değil mi?

Arkadaşlar kararsız bakışlarla birbirine bakarken Mustafa Saatçı, kendisine yardımcı olmaları için arkadaşların dikkatini çekti:

-Bütün gücümle bir dili iyi konuşmak için çalışacağıma söz veriyorum. O dili öğrenince yurduma, ulusuma daha yararlı olacağım. O nedenle Almancadan affımı istiyorum; sizler de bana yardım edin. Hangi yabancı dil diye soranlar oldu. Mustafa Saatçı yabancı sözünden hazetmiyormuş o nedenle Türkçe öğrenecekmiş! Kurnaz İmam, akıllı Hafız, diyerek hahahalar, hihihler yemeğe gittik.

Ünlü konuk (!) Rauf İnan 2. sınıflardan bir grup arasında geldi, bize oldukça uzak bir masada oturdu. Masadaki arkadaşların kaygısı depreşti:

-Bu adam, galiba konuşmasını cumartesi gününe getirecek. Öyle olursa topluca konsere gidemeyeceğiz. Kaçak gidelim mi? Hiç düşünmediğimiz bir olay. Konservatuvara öğretmenlerle grup olarak giriyoruz. Kapıdakiler, tanıdık sayıp çevirmezler mi? Bunu hiç düşünmemiştik. Ben bir Müdür Yardımcısı'nı tanıyorum, ona başvurup girerim. Tiyatro Tarihi kitaplarını almak için onunla konuşmuştum. Geçenlerde Faik Öğretmenin bir işi içinde onunla konuştum, karşılaşınca selamımı gülümseyerek alıyor. Böyleyken cesaret edip kapıya dayanmam. O bulunmayabilir; ya o da, izin vermezse! O zaman çok utanırım.

Kimsenin kaçak gideceği yok ama kuruntulanıyoruz. Kendi kendimizi kuşkulandırıyoruz; deden pazar günü konuşmasın?

Öğleden sonra Öztekin Öğretmen zaman zaman karşımıza geçerek zaman zaman da uzağımızda durarak koro yönetimi hareketlerimizi izleyip, değerlendirdi. Benim için:

-Büyük bir gelişme var! deyip geçti. Marşlarla okul şarkılarında başarılı olduğumu biliyorum ancak türkülerde bir uyumsuzluğum olduğunu ben de biliyorum.

Yönetim çalışmalarından sonra koro olarak çalıştık. Son iki saati öğretmen kemancılarla çalıştı. Alt odada piyano çalıştım. Mozart sonatın (331 kv. ) 6. bölüme başladım. Onun girişi daha rahat. Uzun süre ilk 8 ölçeği çalıştım. Allegro ama ben Adagio olarak çalıştım.

İncinin kitabından da iki parça daha gözden geçirdim. Yalnız onun inceliğini tam anlayamadım. Faik Öğretmen dinleyip:

-Bu olmuş! demeden ne yaptığımı kestiremiyorum. Çünkü onda öteki piyano parçaları gibi ayrıntılı işaret yok. Çocuk şarkıları gibi notalar sıralanmış, durumda.

Yemekte oldukça durgunduk. Başkan Hüseyin Atmaca duyuru yaptı:

-Pazar günü öğleden sonra Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Sayın Rauf İnan, Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileriyle tanışacak! Birden sevindik; konserimize engel olmadı. Arkadaşlar birden neşelendiler.

Yemekten sonra Kitaplıkta Edirne ile ilgili yazı aradım. Yazı bulamadım ama Behçet Kemal Çağlar'ın bir şiirini buldum. Sanırım Malik Aksel Öğretmen de şiiri, Edirne için bir sanatsal belge sayar:

 

Selimiye Destanı
Kuleler yıkılmış, çanlar tıkanmış,
Vay ne haller olmuş bizim Balkan'a!
Her zaman kül olup dibe dayanmış,
Dört taş mum, tükenmez yanar Sinan'a
 
Yıldızlar bir gece nurunu serpe,
Rab sabaha karşı eğile öpe,
Başında inanı bir kurşun tepe
Bakma başka dağ başındaki dumana.
 
Kaynar için için bizim Edirne,
Habbe habbe değil bu kubeb kubbe,
İymanın kaynayıp taşması mı ne?
Akıl ermez yakılana yanana.
 
Bir bitmez seccade yerdeki deden:
Duydukça ruh açar, serilir beden,
Üç ezan okunur üç minareden;
Her çan boş çıngırak, bir boş yalana.
 
Nasıl bel bağlamaz, can vermez insan,
Kulunu Yaratan yapmış bu inan;
Eserin ayakta nerdesin Sinan?
Tunca arar bak dolana dolana.
 
Varmıydı bu kubbe Tanrım, çatında?
Sekizinci bu mu göğün katında,
Bayınlar ayılsa bunun altında;
"Gök bu muydu? "diye soran sorana.
 
Sormasın dostları: "Aşık kandedir? "
Koca Sinan "A'şık Ömer"sendedir,
Arşa dayanan merdivenindedir,
Yerde sürünenler gelsin amana!
 
Göğe mühürlüdür sende ahdımız,
Ayrılamaz kaderimiz, bahtımız,
Edirne! İkinci payitahtımız!
Bizce, sen bir yana, dünya bir yana!

 

Behçet KemalÇağlar

 

Şiiri bir kaç kez okudum. Şiir, Edirne'yi anlatmıyor ama, Edirne'nin savaşlar nedeniyle başından geçenleri anımsatıyor. Malik Aksel Öğretmenin geçen ders anlattıklarını şiir kısaca anımsatıyor.

Edirne deyince ilk aklıma camileri geliyordu. Daha doğrusu üç camisini ezberlemiştim, Eski Cami, Üç Şerefeli, Selimiye. Eski Cami, Yıldırım Beyazıt'ın oğulları, babalarının ölümünden sonra ülkeyi ikiye bölünce Edirne ayrı Bursa ayrı merkez olmuş. Edirne'de Beyliğini ilan eden oğul Süleyman bir cami yapımına başlatmış. Ancak cami bitmeden kardeşi Mehmet savaşı kazanınca yarım kalan cami, Çelebi Mehmet tarafından tamamlatılıp Eski Cami olarak anılmış. Caminin plan şekli, Bursa Ulu Cami'yi andırır. Daha doğrusu Anadolu Selçuklu Cami mimarisinin devamıdır. Yazıları çok ünlüdür. O nedenle "Eski Caminin yazıları!" diyerek övülür. Yapımına 1402 yılında başlanmış, 1414 yılında tamamlanmıştır. Kapısıyla ünlü Üç Şerefeli, Çelebi Sultan Mehmet'in oğlu 2. Murat tarafından (1439-1447 yılları arası) yaptırılmıştır. Caminin büyüklüğü minaresinin yüksekliği yanında sonradan Osmanlı Cami mimarisi olraka anılacak şeklin de ilki sayılacaktır. Böylece 2. Murat Uzunköprü ile köprülerde gösterdiği heybetli görüntüyü kubbelerde de sürdürerek, Balkanlardaki komşularına, Türklerin ne denli güçlü olduğunu göstermiştir. Ayrıca, yıllardır tam olarak belirlenmemiş durumdaki Yönetim Merkezinin, kesin olarak Bursa'dan Edirne'ye kaydığının belirtisidir. Cami ilk yapıldığında tek minarelidir. Minare, o güne kadar yapılmış minarelerin en yükseği sayılır. Üş şerefeye üç ayrı yoldan çıkılır. 2. minareyi 2. Murat sonradan ekletmiştir. 2. Murat'ın oğlu Fatih Sultan Mehmet 3. ekleşmiştir. 4. Minare ise 1603-1616 arası saltanat süren 1. Ahmet tarafından ekletilmiştir. 3 Şerefeli Cami, minaresi yanında kapısıyla da ünlüdür.

Selimiye, Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu 2. Selim tarafından (1566-1574) yılları arasında yaptırılmıştır. Bu cami tümüyle olağan üstü sayıldığından Yapısıyla ünlü dendiğinden, sık sık söylenen "Eski Caminin yazı, 3 Şerefelinin kapıs, Selimiye'nin yapısı" söyleminde bu nedenle yapası denmesi yeterli görülmüştür. Çünkü parçalarından hangisini öne çıkarsan öteki bölümlere haksızlık edilmiş olur. Bunu düşünürken yaşlı tarih öğretmeni Osman Peremeci'yi anımsadım. Osman Peremeci'yi 1938 Kasım ayında görmüştüm. Saçları beyazlaşmıştı. Bir pazar günüydü, okulun, kapısında "Misafirhane!" yazan bir odasında ben, Vahit Lütfi Salcı Dede ile konuşurken Bulgaristan göçmeni olan iki arkadaşım Emrullah Öztürk'le Hüsnü Yalçın da Osman Nuri Peremeci ile o odaya gelmişti. Vahit Lütfi Salcı Dede ile sarmaş dolaş olan Osman Nuri Peremeci, arkadaşlarımızı okula nasıl aldırdığını anlatmıştı. Sonraları o olayı arkadaşlardan çok dinleyince Osman Nuri Peremeci o kılığıyla gözümde hep canlanmıştı. Geçen yıl Fidanlık uygulaması için Edirne'ye gidince Hüsnü Yalçın arkadaşla özel olarak Osman Nuri Peremeci ile görüşmeye ben de gittim. Biraz yaşlanmış gibi gördümse de konuşmaları, anımsadığım gibiydi. Bize çok güzel bilgiler vermişti. Birlikte olduğumuz kısa sürede kendisini görmek , için gelenlerin çokluğu dikkatimi çekmişti. Gelenlerden biri kaymakam, biri doktor ikisi de hakimdi. Özellikle böyle yetişkin, iş-meslek sahibi insanların gelişi Osman Nuri Peremeci öğretmeni benim gözümde daha da saygınlaştırmıştı. Edirne üstüne konuşulurken onu anımsamamam benim için olası değil.

Malik Aksel Öğretmene iyi hazırlandığımı düşünerek uyudum.

 

17 Mart 1944 Cuma

 

2. Sınıflar arasında (Bizim Bölüm) tartışma sürüyor. Zamanı tam olarak kesinleşmemiş ama, nisan sonu ile mayıs ayı içinde diye söyleniyor. Bir ya da iki Köy Enstitüsü görmek. Tek koşul, olabildiğince yakınları seçmek. Yapılan seçimler:

1. Arifiye-Kepirtepe, 2. Arifiye-Savaştepe, 3. Arifiye-Çifteler, 4. Çifteler-İvriz, 5. Gönen-İvriz, 6. İvriz-Pazarören. Kızılçullu grubu 7. bir öneri yapıyor; Savaştepe-Kızılçullu.

Kendi aralarında çok tartışmışlar. Bu kez de bizim görüşümüzü soruyorlar. Bizim Kepirli arkadaşlar, Kadir Pekgöz ile Abdullah Erçetin hemen:

1. Arifiye-Kepirtepe önerisini yaptı. İlk tepki Orhan Doğan'dan geldi:

-Al işte, herkes kendine yonacak!

Kahvaltıda da bu konuşuldu; Kızılçullu grubu kendi okulunu, Çifteler kendi okulunu. . .

Az düşündüm:

-Ben kesinlikle Kepirtepe'yi hatta Arifiye'yi istemiyorum. Bir yeri görmem gerekiyorsa görmediğim bir yeri görmeliyim! Bunu söyleyince, masadakiler hep yüzüme baktı. Önce Halil Yıldırım, arkasından Ekrem Bilgin derken tüm arkadaşlar bana katıldılar:

-Bilmediğimiz yerlere gidelim!

Bölüme giderken karar perçinlendi; Konya/İvriz'e gideceğiz. 2. yer Gönen, ya da Pazarören olabilir. Bizim sınıf 14, 2. sınıflar 8 kişi. Parmak sayılacaksa Gezi yerimiz, Konya/İvriz.

Salon girince durumu Malik Aksel Öğretmene de açmaya karar verdik. O, daha önce Konya'ya gidecekseniz bana haber verin! demişti. Ancak arkadaşlar bir an duraksadılar; "Henüz kesin bir durum yok, karar kesinleşince duyuralım!

Malik Öğretmen gelir gelmez:

-Neşelisiniz, bahar işte bunun için sevilir! deyip kendisinin de bahar gelince bir süre canlandığını anlattı. Çantasından büyük bir kitap çıkardı, her sayfasında ünlü ressamların eserleri basılı. Sayfaları açarak hepimize gösterdi. Sonra da, kitapta 40 resmin olduğunu 38 tanesindeki renklerin yeşil ağırlıklı olduğunu, yalnız ikisinde kırmızının canlı durduğunu böylece resim sanatında doğanın yeşili sanatçıları etkilediğini anlattı. Avrupa insanın yeşil sevdiğini, kentlerin parklarla, ormanlarla güzelleştirildiğini uzun uzun anlattı. Din adamlarımızın resim sanatını hakir görmesi sonucu çaresiz kalan insanların minyatüre sarıldığını, minyatürde yeşile fazla sarılamaması sonucu çini işinde hiç değilse mavi -yeşil karışımı bir renkle doyum sağladığını söyleyip güldü.

Arkasından hemen:

-Atalarımızın yeşil sevmediğini de söyleyemeyiz, bakın Yeşil Bursa'mızın Yeşil Camisi-Türbesi olağanüstü doğa renklerine uymuştur.

Malik Aksel Öğretmen az duraksadı, yeni bir konuya girecekmiş gibi baktıktan sonra:

-Bu din adamlarını renklerle ne zoru vardı ki bunu da anlamış değilim. Yeşil düşmanı demeğe dilim varmıyor. Çünkü kutsal sayılan yerler yeşil örtülerle kapatılıyor. Yeşil giyimlerde de kullanılıyor. Bakın bir yeşil kentimiz de Edirne, 1700 önce bir Romalı gelmiş, üç nehrin birleştiği yere bir kurdurmuş. Su insanların işini kolaylaştıran bir nimet. Su aynı zamanda yeşillik kaynağı. Engel olmazsan o kendi kendini yaşatır. Biz insan olarak ondan yararlanırız. Rengi bizim için zararlı olsun? Malik Aksel Öğretmen de bizim dikkatimizi çekti:

-Öğretmen olacaksınız, öğrencilerinize bu konuyu iyice anlatın, doğanın güzelliğini yalan yanlış düşüncelerle bozdurmayalım. Bu konuya da şimdiye dek bakıldığında daha mantıklı yaklaşalım. Bakın benim bu konuda şaşkınlıkla izlediğim durumlar vardır. Öğretmen, çocukların okuma kitaplarında içtenliksiz bir anlayışla konmuş sözleri tekrarlar:

-Fatih Sultan Mehmet, "Ormanlarımdan bir dal kesenin kolunu keserim!" demiş. Ağaçları kesmeyelim. Tamam mı? ders konusu değişir, ayni öğretmen çok değil 10 dakika sonra ellerini şaplatarak şarkıya başlar:

Baltalar elimizde

Uzun ip belimizde

Gideriz biz ormana. . . . . .

Bir halk sözü vardır, hiç sevmem ama gel de söyleme! "ÖP BABANIN ELİNİ! Kendi kendime:

-Demek ki Fatih Sultan Mehmet ; "Dal kesenin kolunu keserim, bir dalla yetinilir mi? Kesecekse ağacı kökünden kessin!" demek istemiş! deyip acı acı gülerim.

Öğretmen gülümseyerek:

-Sözü Edirne'ye getirip getirip bir nedene takılarak değiştiriyoruz. İçinizde Edirne'de kalan vardı! deyip bana bakınca kalkıp, Karaağaç'taki okulu anlattım. Hemen arkasından da daha sonra iki kez gidip grupça gezdiğimizi ekledim. Araya da Osman Nuri Peremece'yi sokuşturarak bildiklerimi ona dayadım. Osman Nuri Peremeci deyince Malik Aksel Öğretmen gülümseyerek:

-Sen sırtını sağlam dayanağa dayamışsın, Edirne'ye gittiğimde ben de onu görürüm. Tarih olarak, Edirne demek Osman Nuri Peremeci demektir. 70 yaşını buldu ama oldukça dinçtir. Özellikle Edirne deyince bir kat daha canlanır.

Malik Öğretmen bundan sonra uzun yıllar süren bir tartışma ya da dedikodudan söz etti. Biz önce anlayamadık; çünkü öğretmen bize bakarak:

-Mimar Sinan Selimiye'yi niçin Edirne'de yaptı? dedi. Hepimiz sustuk. Öğretmen şaşkınlığımızı anlayınca açıkladı:

-Bu soruyu bir takım insanlar hep sorarlar, arkasından da laf kalabalığı yaparlar. Örneğin, İstanbul’da artık yer kalmamıştı! derler. Oysa Selimiye yapıldığı yıllar henüz Sultan Ahmet Camisi yapılmadığından orası boştu. Büyük bir alanı kaplayan Yeni Cami de daha sonra yapıldı. Bir inandırıcı görüş de Kanuni Sultan Süleyman'ın Avrupa'ya yakınlaşmak için Yönetimin Edirne'ye taşıması fikrinin kendisinden sonra oğlu 2. Selimin gerçekleştirmek için işe Selimiye ile başlaması üstünedir. Padişah'ın bu girişimi öteki kurumlarca da önemsenip Edirne’yi daha yaşanılır bir kente dönüştürmek. 2. Selim'in bu düşüncesi, belki de babası gibi uzun süre tahtta kalma düşüncesine dayanıyordu. Ancak, umduğu gibi olmadı, cami tamamlandığında 2. Selim iflah olmaz hastalığa tutulmuştu. Henüz açıklamadığı bu planı da kendisiyle birlikte gitti. Yerine geçen oğlu, daha sonra torunu ve de ardından gelenler zaten yönetimi zaafa uğrattıklarından İstanbul Selimiye'den yoksun kaldı, Edirne 'de Selimiye ile süslenmiş olmakla yetindi. Selimiye Camisi, iki büyük kentimiz, İstanbul'la, Edirne arasında bir süre konu olmuştur. Selimiye yapımından 40 yıl sonra 2. Selim'in oğlunun (3. Murat'ın torunu, 3. Mehmet'in oğlu) torunu olan 1. Ahmet (kendi adıyla ) bugün Sultan Ahmet Camisi olarak andığımız büyük camiyi yaptırmıştır. Minareleri dörtte kalsaydı, uzaktan görüntü olarak Selimiye'yi andıracaktı. Ne düşünüldüyse, minare sayısı altı olunca benzerlik kalmadı. İstanbul salt bir büyük cami kazanmış oldu.

Ders zili çalınca Malik Öğretmen Selimiye’nin yapılışı hikayelerine devam edeceğiz. Yapma ne denli önemliyse onları koruma ondan çok daha önemli, gerçekte bizi işin orası ilgilendiriyor! deyip ayrıldı.

Veysel Öğretmen her zamanki gibi gülümseyerek geldi. Karlar iyice kalkmadan biraz üşüyelim mi? diye sordu. Arkadaşların özlediği bir durumdu, sevinerek kağıtları, altlıkları alıp binanın Bağlık Yolu tarafına indik. Lalabel tarafı gün güneşlik. Yer yer kar eriyikleri büyümüş, benekli bir şekil almış. Çok güzel ama kağıyta çizecek bir nesne yok gibi. Bir süre baktıktan sonra dönüp arkamızdaki bizim bölüm binasını çizmeye başladım. Veysel Öğretmen geldi, tüm binayı değil girişi çizmemi önerdi. Merdiven, solda bir sütun, sağda binanın köşesi, köşe az uzuyor. Merdiven, basamak basamak. Pek kavrayamadım ama öğretmenin ne istediğini anlamaya çalıştım. Veysel Öğretmen her arkadaşa gittiği gibi bana da gelip yarım kalacak duvar için sınır çizdi. Be nim resim ilk bakışta büyükçe bir dolabı andırmasına karşın binanın giriş kapısını andırdı. Kağıdı verirken öğretmen sordu; "Beğendin mi?" Omuzlarımı silkeler gibi kaldırıp indirdim. Öğretmen:

-Güzel güzel! deyip kağıdı aldı.

Yemekte, resimden çok resim derslerinin içerdeki sıkıcılığı üstüne konuşuldu.

Hemşerim Kadir Pekgöz çok konuşanlardan birisi, uzun süre resim derslerinin gereksizliğinden söz etti. Sonuna doğru konu, Köy Enstitüleri'ndeki Resim Derslerine dayandı. Kadir bu kez de bizim Kepirtepe'de resim dersi yapılmadığından söz etti. İşte buna kızdım! 1. 2. Sınıflarda gerçek resim dersleri öğretmeni Ömer Uzgil aralıksız ders yaptı. Son sınıfta da gerçek resim öğretmeni Talat Ayhan tek ders kaçırmadan serlerini sürdürdü. Böylece tam 3 yıl resim dersi gördük. Kadir'e sordum. 5 yıllık okul yaşamında başka hangi dersi böyle gerçek öğretmeninde okudun? Hemşerim cevap yerine bana:

-Benden hesap mı soruyorsun? deyince bu kez de:

-Hayır hesap sormuyorum, sadece unutkanlığını ya da nankörlüğünü anımsatmak istiyorum! Bu da benim görevim. Çünkü seninle ben de vardım, o insanlara karşı benim de bir borcum var. Doğru bildiğimi söylemek aynı zamanda benim insanlık görevim. Arkadaşlar sustular. Abdullah Erçetin, Kepirtepe’deki öğretmen durumunu açıkladı: Türkçe dersi dışında hiç bir dersi tam olarak gerçek öğretmeninden okumadık. Onda da 2 öğretmen değişti. Coğrafya, 1 yıl, Tabiat Bilgisi yıl, Matematik 3 yıl (Gerçek öğretmeninden) , müzik 2 yıl, Tarih 3 yıl (Değişik öğretmenlerden) Fizik-kimya hiç okunmadı, Resim 3 yıl (Gerçek öğretmenlerinden) Meslek Dersleri 2 yıl kendi öğretmenlerinden. . . . Kızılçullulu arkadaşlar da kendi ders durumlarını anlattılar. Onlar bizim kadar öğretmen sıkıntısı çekmemişler ama onların da başka sorunu olmuş. Kimi zaman bir hafta tek ders denemesi yapılmış. Aylık sanat çalışması denenmiş, vazgeçilmiş. Onlarda bizim gibi disiplinli sanat çalışması da yapılmamış.

Geçmiş günleri konuşa konuşa salona döndük. Öztekin Öğretmen kemancıları tek tek çalışmaya çağırdı. Mozart 331 Kv. bugün kesinlikle pişecek! deyip piyanoya oturdum. 5. varyasyon arkasından 6. Varyasyon'la biraz da Menuetto fırına verildi. Menuetto aralıklarına alışmak kolay olmadı ama kör topal yaptım. Şimdi temposunda çalışmam gerekecek. Alla Turka bölümünü ezberledim, sık sık çalıyorum. Kadir'le Abdullah geldi, onlara özel olarak çaldım, çok beğendiler. Hemşerim Kadir beni onların köylülerine övecekmiş. A'dan söz etti. Bu arada "A'nın çocuğu büyüdü, sana ne diyecek o? diye sordu. Ben de:

-Annesi ona anlatır, kesinlikle Ogüst diyecektir, OGÜST AMCA! Olayı Kadir biliyordu:

-Abdullah'a anlatırsın! dedim. Birlikte Binbaşı Nuri Teomanı dinlemeye gittik. İki sınıf ir arada olunca oldukça kalabalık. Kalabalık olmasına karşın ben kendimi daha rahatta sayıyorum. 2. Sınıflardan güzel ya da mantıklı soru soranlar oluyor. Onlar olmadığı zamanlar benzer soruları ben sormak gereğini duyuyorum. Genellikle de bunda başarılı olamıyorum. Öyle olunca da beni bir sıkıntı basıyor.

Binbaşı Nuri Teoman önce baharın gelişinden söz etti. Arkasından da "Askerin yazı baharı olmaz! derler. Nasıl olmazmış, onların da canı var. Ancak, benimsedikleri disiplin onların isteklerini pençesinde tuttuğu için kolay kıpırdayamaz! 2. Sınıflardan Hüseyin Yücel parmak kaldırdı. Özür diledikten sonra:

-Bu, uyup bildiğimiz disiplin tüm ulusların ordularında var mıdır? Örneğin İtalyan ordusunda disiplin var denir mi? Binbaşı başını sallar gibi yaptı, Hüseyin Yücel'e otur işareti yaptıktan sonra. "İstisnalar kaideyi bozmaz!" diye bir düstur vardır. Bu düstura uyarak biz de fikrimizi söyleyebiliriz. Arkadaşımız, son zamanlardaki gazete haberlerinin etkisiyle böyle bir kanıya takılmış. Güzel de bir örnek seçmiş; İtalyan Ordusu. "Nedir bu İtalyan ordusunun hali? "Geçekten ibretengiz bir olay. Ancak ben bu soruyu, güncel bir iki söz yerine tarih çerçevesine bakarak değerlendireceğim. Çünkü bunun gerçek yanlarıyla bizim de benzer taraflarımız vardır. Bugünün İtalya’sı, İnsanlık Tarihi'nin en büyük imparatorluğunu kurup en uzun yaşamış bir toplumun devamıdır. İlginçtir, imparatorluk dağılmış, o topraklarda yüze yakın devlet kurulmuş ama Roma tarihe gömülmüştür. Dikkat edelim, Osmanlı İmparatorluğu da tarihe gömülmüş ama Türkiye Cumhuriyeti ayaktadır. Bu iki toplumun bir benzeyen bir benzemeyen tarafıdır. Roma'dan sonra Roma'nın özü sayılan İtalya yarımadasında önemli bir devlet kurulamamıştır. Kent kent bağımsız yaşayan kısa ömürlü bir kaçı dışında Roma bizim Müslümanların Mekke'si gibi Hıristiyanların kutsal kenti olarak sürüp gelmiştir. Tamı tamına 1500 yıl sonra İtalya denilen yarım adada, 1860 yıllarında komşularının desteğiyle bir İtalyan birliği kurulmuştur. Yapay bir kuruluştur. Derme çatma düşüncelerle bir araya gelen insanlar bir yapay krallık ailesi çevresinde tam anlamıyla makara ipliğiyle bağlanarak İtalya krallığı oluşmuştur. "Olurdu-olmazdı derken 19. yüz yıl bitmiş 20. yüz yıl başlamıştır. Bir de bakıyoruz, o derme çatma İtalyan Krallığı bize savaş açıp kendi toprağının 120 katı toprağımızı almış, öz vatanımız saydığımız Anadolu'muzun burnu dindeki adaları alarak Akdeniz kapımızı yüzümüze kapatmıştır. Kim yapmıştır bunu? İtalya! Kime yapmıştır bunu? Bize, yani o koca Osmanlı İmparatorluğu'na. Lütfen durup düşünelim! Bugün, uluslar arasında rezil rüsva olan İtalya 30 yıl önce aslan mıydı? Hemen anımsatayım, bizi perişan eden İtalya 191418 arası yapılan büyük savaşta da bugün gibi yalpa yaparken savaş açtığı tarafa yaltaklanarak haysiyeti bahasına topraklarını korumuştur. Kime karşı? Haysiyetini pazarladıklarına karşı. Çok değil 10 yıl önce bir baskınla girdiği Habeşistan'dan ters geri dönmüş, Küçücük Arnavutluk'tan, ikiye bölünmüş Yunanistan'dan da kovulmuştur. Böyleyken bizden tırtıkladığı adalar onun adına bize karşı korunmaktadır. İşte buraya bir nokta koyup düşünelim. Dürüst insanlar gibi dürüst devletler vardır. Ne var ki dürüstlüğe ters düşen insanlar olduğu gibi devletler de vardır. Bunlar, İtalya gibi kuklaları parmaklarında oynata oynata güçsüzlere karşı numaralarını yaparlar.

Binbaşı Nuri Teoman Hüseyin Yücel'e bakarak:

-Soruna, bana fırsat verdiğin için uzunca bir cevap verdim. İstersen bir de kısa cevap vereyim. İtalya halkı, eski zafer şarkılarını söylemekten yorulmuş, dahası bıkmış. O eski Roma hikayelerindeki kahramanlıklar doydum. Ondan sonraki vurdumduymaz dönemler benim için daha yararlı, bırakın öyle yaşayayım! dediği için disiplinli işlere yanaşmıyor. Ben hemen uyarımı yapacağım, biz de Osmanlının salt haşmeti dönemlerindeki kahramanlıklara saplanıp kalır, kendimizi yeni durumlara uyduramazsak olacağımız odur. Zaten bizim uzun bir zamanımızda bu olmuş:

-Bir lokma, bir hırka, azıcık aşım, kaygısız başım, bana dokunmayan yılan bin yaşasın türü anlayış bu düşüncelerin kalıntısıdır. Dikkat! "Muasır medeniyet seviyesine çıkacağız!" Bu andımıza bağlı kalacağız.

Binbaşı, sözü, Ege adalarına getirdi, adaların, Batı ülkeleri ile ilişkilerdeki önemini anlattı. Ayrıca adaların elimizden çıkışlarının uluslararası kurallara uyulmadan neredeyse hileli yollarla çalındığını, bir takım savaş dışı genel kongrelerde eklenti maddelerle çalındığını, Osmanlı döneminde doğru dürüst dışişlerine bakan daire bile olmadığını, azınlık temsilcilerinin insafına bırakıldığını anlattı. Tanzimat Fermanını hazırladığı söylenen Reşit Paşa ile yakınlarındaki Türk görevlilerinin hiç birinin yabancı dil bilmediğini yazılı metinleri azınlıkların hazırladıklarını, bu azınlıkların da yabancı elçiliklerde yetiştirilip bizim dairelere yerleştirildiklerini anlattı.

Sözü gene İtalya'ya getirerek:

-Toplumlar, kolay kolay geçmişinden kopamıyor Büyük Roma İmparatorluğunu en geniş topraklara kavuşturan Jül Sezar öldürülmüştü. Bir kaç yıl önce İtalyan gençliğinin Jül Sezar benzetmesi yaparak sırtlarında taşıdıkları Düçe Mussoliyi de öldürüp tepe üstü astılar. Bu da İtalyan halkının vefasızlığını göstermektedir. Bizim tarihimizde de böyle acıklı sahneler vardır. Geçeceği yollara ipek halılar serilen 2. Osman (Genç Osman) tahttan indirilince eşek üstünde günlerce İstanbul sokaklarında dolaştırılıp saçı başı yolunmuştur. Bir başka padişah 3. Ahmet, Lale Devri barış sürecini yaşatan padişah, tamı tamına 27 yıl başüstünde taşınmış, bir ihtilâl sonunda feci bir şekilde öldürülmüştür. 600 yıllık Osmanlı süresinde 36 Padişahın yarısı bu tür vahşetler içinde can vermişti. Bunlar, birbiriyle manen kenetlenerek bir millet oluşturamamış insan sürülerinin yaptığı vahşetlerdir.

İtalya diye bir devlet varsa, bu Hıristiyan dünyasının Papayı korumak için İtalya yarımadasında bir devlete gereksinim duymasındandır. Bugünlerde içine düştüğü açmazı, dost-düşman tüm Hıristiyanlar elbirliği edip İtalya'yı gene ayaklandıracaklardır. Çünkü onların işini öyle bir oyuncak devlet görür.

Binbaşı Nuri Teoman saatine bakıp gülümsedi:

-Sizin ziliniz çalmıyor ama benim saatim çalışıyor! deyip selâm verince birden Sağol! diye bağırdık.

İlgimi çekti, başka zamanlar böylesi ses birliği yapamıyoruz. Binbaşı Nuri Teoman dikkatimizi sürekli ayakta mı tutuyor da ökçelerini birleştirince sesbirliği ediyoruz?

Binbaşı çıkınca Hüseyin Yücel'e teşekkür edenler oldu. Kimileri de:

-Çok yerinde bir soru sordun, gene düşün gelecek derslerde de sor! diyenler oldu. Hüseyin Yücel, bunun bir rastlantı olduğunun ayırdında:

-Anam, nerden bulurum böyle bir soruyu, her zaman? Bu günkü, herkesin bildiği bir olay; İtalyan askerlerinin savaş meydanlarından kaçtığı söylentisi çocukların bile dilinde!

Rüstem Gündüz, Hüseyin Yücel'e soru vermek istedi:

-Almanlar Hitler' neden asmıyor? Hüseyin Yücel, ciddiye almış gibi yaparak:

-Anam ben soru hakkımı kullandım, onu da siz sorun! deyince bir grup Rüstem Gündüz'e yüklendi:

-Haydi Zaloğlu Rüstem, göster kendi! Kahkahalar, itişler, kakışlar arasında yemekhaneye gittik. Yemek boyunca Rüstem Gündüz'ün soruyu sorduğu var sayılarak Binbaşı Nuri Teoman'ın yüzünün alacağı şekil, vereceği karşılık canlandırılmaya çalışıldı. Kamil Yıldırım, Nihat Şengül, gene gene denediler. Mahir Canova öğretmenin buna benzer bir rol ödevi vardı. Ona uydurmak için bir süre konuşuldu. Ancak, ödev iki insan arasında geçmesi gereken yalınkat bir olay üstüne olacaktı. Bu anımsatılınca vazgeçildi. Söz yarınki konsere kayınca bellekler, besteciler üstünde dolaşmaya başladı. Mendelsshon mu? Schubert mi, Schumann mı? derken İbrahim Şen ekledi; Ne o ne de bu? Belki Şu Brahms! Bu kez de Kadir Pekgöz:

-Hayır Bu Bach! deyince herkes güldü. Bir süre güldükten sonra sorular başladı:

-Sen neye güldün? Sen niçin güldün? İş iyice uzayınca ben soruyu değiştirip İbrahim Şen'e sordum:

-Sen ne demiştin? İbrahim Şen açıkladı:

-Arka arkaya iki tane şu, Schubert, Schumann denince ben de Brahms'ın başına bir şu ekleyip Şubrahms dedim. Kadir'e sordum:

-Sen niçin bubach! dedin? Kadir de arkadaş şu deyince ben de bacı göstererek bu Bach dedim. Pek iyi bunun gülecek bir tarafı var mı?

Ekrem Bilgin, birinden duyduğu bir söz söyledi:

-İnsanlar, gülmek isteyince burunlarına bakıp gülermiş.

Halil Yıldırım sinirlendi:

-Ekrem, yalan söyleme; bunu benim burnuma gülmek için uyduruyorsun! Şimdiye dek Halil'le Ekrem'i iki can arkadaş bilirdik. Meğer onların da anlaşamadığı bir yanları varmış. Ekrem yemin billah etti, sözünün, herkesin kendi burnu için olduğunu bastıra bastıra tekrarladı. Burunlarımızı düşünerek masadan kalktık.

Cumartesi konserden dönünce kimi zaman çalışmak istemiyorum. Pazar günüm de hemen hemen dolu. Salı günü için Sabahattin Öğretmenin bir uyarısı vardı Divan Edebiyatı şairlerinden Şeyhi'nin (1361-1429 Germiyan-Kütahya) Harname atlı şiiriyle Tevfik Fikret'in (1867-1915 İstanbul) Deve şiirini fabl benzerliği bakımından inceleyin demişti.

Önce Tevfik Fikret'ten.

 

Devenin Başı
 
Vaktiyle büyük bir devenin büyük bir başı varmış. . .
Başsız deve olmaz ya, masal, neyse; bütün gün
Yaz kış, bu beyinsiz, bu çürük baş
Çöl, kır, , tepe, dağ, taş,
Biçareyi beyhude sürükler ve yorarmış
Biçare ağır gövde ne yapsın, kime küssün?
Bir karga bulup derdini dökmüş, o demiş: -Vah!
Baştan büyük Allah. . . Başa gelmiş, çekeceksin.
Artık işe hörgüç bile şaşmış.
Kuyruksa dolaşmış
Baştanbaşa enhayı; fakat kimseyi Allah
Baştan düşürüp kuyruğa baktırmasın; ilkin
Bir parça durup dinleyen olmuşsa da, gitgit
Alem bu uzun didişmekten usanmış;
Artık kime dinletmeye gitse,
Kim duysa, işitse,
Yüzvermediğinden, devecik sakin ül sakıt
Bir hendeğe inmiş, başı sokmuş ve uzanmış,
Birden çekilip: "Haydi-demiş-düzaha, mûrdar!"
Haksızlık eden başları bir gün. . . koparırlar.

 

Tevfik Fikret

 

Ölçü: (Vezi-takti) Hak sız lı  ke den baş la  rı bir gün ko pa rır lar

-  - . / . - -  . / .  -  -  . / .  - -

mef û lü me fa  î lü me fa  î  lü fe û lün

Mef'ûlü mefaîlü mefaîlü feûlün

Mef'ûlü mefaîlü feûlün

Mef'ûlü feûlün

( Müstezat değişimleri)

Açıklama: Günümüz konuşmalarında kullanılmayan bazı sözler: Alem- Çevresindeki canlılar. Gitgit- Gele gide, sık sık gidip gelme. Enha-Taraf, taraflar, Bu durum-bu hal-bu yola, böylesi düşkünlük. Sakıt- Sessiz, suskun, Güzah- Cehennem, acıklı duruma düşmek, Murdar-Kirli, pis, kokmuş ya da o duruma düşme. . . . .

Şiir olarak, konusu nedeniyle Fabl türüne sokulsa bile, Fabl'in tüm özelliklerini kapsamamaktadır. Çünkü Fabllerde kullanılan teşhis-intak kurallarına tıpatıp uymamaktadır. Konuşan deve değil gözetleyen bir başkasıdır. Çevresindekiler de öyle. Oysa fabllerde karşılıklı konuşmalar olur. Konuşanlar gerçekte yazarlardır ama, okunduğu anda yazar geri planda kalmaktadır.

 

Şeyhi'nin Harnamesi,
Harname
 
Bir eşek var idi zaif ü nizar
Yük elinden katı şikeste vü zar
Gah odunda vü gah suda idi
Dün ü gün kahr ile kusuda idi
Ol kadar çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamıştı yağır
Nice tü kalmamıştı et vü deri
Arkasından alınca palanı
Sanki it artuğıydı kalanı
Bir gün ıssı eder himayet ana
Yani kim gösterir inayet ana
Aldu palanını vü saldı ota
Otlayurak biraz yüridi öte
Gördi otlakta yürür öküzler
Odlu gözler ü gerlü göğüzler
Sömürüp öyle yerler otlayı
Ki kılın çekicek damar yağı
Boynuzu ba'zısının ay bigi
Kiminin halka halka yay bigi
Yöğrüşüp çün ururlar avaze
Yanakulanurdu dağu dervaze
Har'ı miskin eder iken seyran
Kaldı görüp sığırları hayran
Ki yüyürler feragatü hodil
Gah yayla vü kışla geh menzil
Ne yular derdi ne gam - palan
Ne yük altında hasta vü nalan
Acebe kalur ü tefekkür eder
Kendü ahvalini tasavvur eder
Ki biriz bunlarunla hikatte
Elde ayakta şekl ü surette
Bunların başlaruna tac neden
Bize bu fakr ü ihtiyaç neden
Bizi ger arpa ok u yay etti
Bunların boynuzun kim ay etti
Dedi bu müşkilümi itmez hal
Meğer ol bir filan a' kal
Var idi bir eşek ferasetlü
Hem ulu yollu hem kıyasetlü
Çok geçürmiş zemaneden çağlar
Yükler altunda sızırıp yağlar
Nuh Peygamberin gemisine ol
İblise kuyruğiyle vermiş yol
Der imiş ben döşedidim döşeği
Dirilirken ölüp Üzeyr'in eşeği
Hoşnefestür deyu vü erhli fasih
Hürmet eyler imiş himan Mesih
Ol ulu katına bu miskin ar
Vardı yüz sürdü dedi ey server
Sen eşekler içinde kamilsin
Akilü şeyhu ehlü fazılsın
Anda ıslah ide tapın seru şür
Deccala diyeler kerü kür
Menzil-i mümine rehbersin
Merkeb- i salihina mazharsın
Nesebindir mesel hatiplere
Nefesin hoş gelür edipler
Sen eşeksin ne şek hakimi ecel
Müşkilim var keremden itgil hal
Bugün otlukta gördüm öküzleri
Gerüben yürür idi göğüsleri
Her birisi semizü kuvvetli
İçi vü dışı yağlu vü etlü
Niçin oldu bulara erzani
Bize bildür şu tacı suyltani
Yok mıdur bizim gökte ılduzumuz
K' olmadı yeryüzünde boynuzumuz
Her sığırdan eşek nite ola kem
Çün meseldür ki der beni adem
Har eğer hârû bîtemiz oldu
Yük dartar ol aziz oldu
Bârkeşlikte çün biziz faik
Boynuza niçin olmadık layık
Böyle verdi cevap pîr eşek
K'ey bela bendine esir eşek
Bu işün aslına işit illet
Anla aklında yoksa kıllet
Ki öküzü yararıcak Hallak
Sebebi rızk kıldı ol Rezzak
Dün ü gün arpa buğday işlerler
Anı otlayup anı dişlerler
Çün bunlar oldular ol azize sebep
Verdi ol izzeti bulara Celep
Tacı devlet konuldu başlarına
Etü yağ doldu içü daşlarına
Bizin ulu işimiz odundur
Od uran içümüze o dundur
Bize çoktur hakiki buyrukta
Nice boynuz kulağı kuyruk da
Duttu yüz dert ile zaif eşek
Zarü dilhasse vü naif eşek
Varayım ben de buğda işliyeyim
Anda yaylayup anda kışlayayım
Nice yiyyim odun ileletler
Bulayım buğda ilr lezztler
Gezerek gördi bir göğermiş ekin
Sanki dutardı ol ekin ile kin
Aşk ile deptigirdi işlemeye
Gah ayaklayu gah dişlemeye
Arpa gördü göğermiş aç eşek
Buldu can derdine ilaç eşek
Değme kerret ki şevk ile karvar
Toprağın bile görür harvar
Erle yedi gök ekini terle
Ki gören der zehi kara tarla
Yeyürek karnı doydu cığnadı
Yuvalandı vü biraz yığnadı
Başladı ırlayup çağırmaya
Anup o ağır yükin ağırmaya
Demiş ol âdemi ki hoş demdür
Negam odlukta bînegam gamdür
Pek edip cüş içinde eşvakı
Rast süzdü nevayı uşşakı
Çeker avazü tiz eder perde
Hoş seragaz eder Muhayyerde
Nice düzmek ki bozar ahengi
Perdesin açtı ol cihan nengi
Çıkarur ar çün enkerül-assvar
Ekin ıssına arzolur arasat
Ağaç elinde azmi rah etti
Tarlasını göricek ah etti
Daneden gördü yir pak olmuş
Gök ekinliği kara hak olmuş
Yüreği savunadı sövmek ile
Olamadı eşeği dövmek ile
Biçağın çekti kodu ayruğunu
Kesti kulağunu vü kuyruğunu
Kaçar eşek acıyarak canı
Dökülüp yaşı yirine kanı
Uğraya geldi pîr eşek nagah
Sordu halini kıldı dert ile ah
Yürmerü inleyu dedi ey pîr
Hari mubah bigi pür tevir
Batıl isteyü haktan ayrıldum
Boynuz umdum kulaktan ayrıldım
Benim ol gam yükindeki hari lenk
Gussalar balçığında valihü denk
Ne yüküm bir nefes giderici var
Ne biraz çekmegine yarıcı var
Har geda iken arpaya muhtaç
Gözedürem k-urula başına tac
İster iken helâldan rûzi
Varım ettim haramiler süzi
Ger domuzlara olmaya buyruk
Ah gitti kulağlar ile kuyruk
Hükmi sultan ki ola payende
Çarh çakerdürür felek bende
Kim ola bar bir iki eclâf
Kaide tevkii padişaha hilaf
Şah kahri neuzübillah eğer
Carh baş çekse ide züri sefer
Göklere erdi nale vü feryat
Dât ey padişahı âdil dât
Şeyhi uzatma nâle vü ahın
Nüktedandır bilür şehenşâhın

 

Ölçü: (Vezin-Takti)  Failatün (feilatün) mefailün feilün (fa'lün)

 

Şey hi u zat ma nâ le  vü  a hın

Nük te dan dır bi  lür şe hen  şâ hın

-  .  -  - / .  -  . - / -  -

Fa i  lâ  tün me fa i  lün fa' lün

 

Açıklama: Bir eşek (har) vardı, yük taşımaktan bitkin, çaresiz bir duruma düşmüştü. Gece gündüz, ya odun ya da su taşımaktan bıkıp usandığı için kahırlanıyordu. O denli ağır yükler taşımıştı ki, derileri soyulmuş, sırtında tüy bile kalmamıştı. Ne tüyü eti, derisi bile yok olmuş, kanları akıyordu. Sırtını örten örtüsü alınınca görüntüsü köpek artığını andırıyordu. Bir gün onu bu duruma düşüren sahibi birden korur gibi olup sırtından örtüsünü alıp otlamaya saldı. Eşek otlayarak ötelere gitti. Oralarda öküzler vardı. Öküzlerin gözleri parlıyor, butları, dolu dolu sarkıyordu. O denli otlayıp beslenmişlerdi ki, tüylerini çekip çıkarsan yerlerinden yağları akacaktı. Bazı öküzlerin boynuzları ay gibi bazılarının da yay gibiydi. Miskin eşek çevresindeki sığırları görünce şaşa kaldı:

-Ne yular derdi, ne palan kaygısı ne de yük altında inim inim inleyip hastalanma korkusu! Çaresiz eşek, kendine yaşamını bakıp düşünür:

-Yaratılışta bunlarla biriz. Elde, ayakta, şekilde, kılıkta da benzeşiriz. Öyleyse bunların başındaki Tac nedir? Bizi böyle çaresiz, muhtaç duruma sokan nedir? Gerçekte arpa bizi, (Arpasızlık anlamında, arpa özlemi) bizi bu duruma getirdi. Oysa arpa (Bol bol yedikleri için) onların boynuzlarını yay gibi yaptı.

O zamanlar oralarda bir başka eşek vardı, görmüş geçirmiş bilge bir eşek! Ancak o da geçmişin de çok yükler taşımız, çok zahmetler çekmişti. Öyle ki, onun adı geçince:

-O var ya, Nuh Peygamberin gemisinde, şeytana kuyruğuyla yol göstermiş! derlerdi. İşte o ulu eşeğin karşısına giden bu miskin eşek:

-Ey ulu eşek, bugün çayırda öküzler gördüm, gerinip dolaşıyorlardı. Her biri sağlıklı, semiz, içi dışı yağlı. Şimdi bana söyle; bu Sultanların taclarını onların başlarına kim koydu? Bizim gök yüzünde yıldızımız yok mudur ki başımızda bir boynuzumuz bile olmadı. Yaşlı eşek konuştu:

-Ey belâya ayakları dolanmış eşek, Bu işin doğrusunu öğrenmek istiyorsan dikkatle dinle, eğer azıcık aklın varsa anlamaya çalış! Öküzü yarattığı zaman, o rızk verici Allah, ona arpa , işlerinde çalışma görevi verdi. O nedenle onlar o işte çalışırlar, haklı olarak da arpaları da dişlerler. İşte bu yüzden onlar bu şansı kazandılar, bunu onlara yaratan Allah bahşetti. Başlarına Devlet tacını o koydu, içlerine dışlarına et, yağ dolması bundan. Bizim görevimiz de odun taşımak oldu. Gerçekte bize boynuz şöyle dursun, kulaklarla kuyruk bile çoktur.

Bunları dinleyen cılız eşek geri dönünce düşündü:

-Öyleyse ben de gidip arpa işleyeyim, arpa dişleyeyim, orada yazlayıp orada kışlayayım diye kendi kendini kuruntuya kaptırdı. Yürüyüp çıkınca yeşermiş bir ekin gördü, sanki o ekine kinliymiş gibi hınçla otlamaya başladı. Eşek arpaları ilaç gibi yedi, keyiflenip bir de şarkıya başladı. Aç olarak yük taşıdığı günleri anımsayıp avazı çıkasıya anırdı. Bu anırtı çıkardığı seslerin en çirkiniydi. Bu sesi duyan ekin sahibi, tarlasına göz gezdirdi. Elinde sopa tarlasına gelince bir "Ah!" çekti. Ekinin kökleri tümüyle topraktan çıkarılmıştı. Sövmekle yüreği soğumadı, eşeği dövmekle de yetinmedi, bıçağını çekip eşeğin iki kulaklarıyla kuyruğunu kesti.

Bizim eşek canı yanarak kaçtı. Göz yaşı yerine kan dökerek suç yerinden uzaklaşırken birden ihtiyar eşekle karşılaştı. Bilge eşek onu görünce sordu:

-Bu hal nedir? Zavallı eşek dertli dertli inleyerek:

"Batıl isteyü hakdan ayrıldım

Boynuz umdum kulaktan ayrıldım"

-Hakkım olmayanı isteyerek Hakka karşı gelmiş oldum, bunun suçu olarak da umduklarım yerine elimde olanları da kaybettim!.

Not: Harname de, Deve gibi La Fontaine’de gördüğümüz fabllerden farklı. Bunda da kişileştirmeler yerine olay anlatılıyor. Yer yer kişileştirme olsa da bütünü içinde bunlar zayıf kalıyor. Zaten Sabahattin Öğretmen bunları Fabl olarak değil konu benzerliği açısından karşılaştırmamızı istemişti. İnsanlar, çok eski çağlardaki yaşamlarında hayvanlara yaklaşmış, onlardan yararlanma yollarını bulmuşlardır. Emeklerinden yararlandıkları hayvanlara karşı duygusal yanları da gelişmiş kimi hayvanlar kutsallık bile kazanmıştır; örneğin kırlangıç, leylek Müslümanlar için birer kutsal kuştur. Nedeni de onların kışın sıcak iklimlere gitmesidir. Müslümanlar için sıcak ülke Arabistan'dır, Kâbe-Hâc ülkesi. Bu nedenle bu kuşlara hacı kuşu diyenler de vardır. Başka ülkelerin de ayrıcalıklı kuşları olmuştur. Örneğin Roma İmparatorluk arması bir kartaldır. Kartal, günümüzde bir çok ülke için güç göstergesidir. Keza aslan, 3000 yıllık geçmişi olan İran'ın değişmez simgesidir. Böylesine ilişki kurulan hayvanların bir anlatım aracı olan Edebiyata girmemesi düşünülemez. Bu nedenle Fabllerin kökünü Ezoplara, Kelile ile Dimnelere daha da ilerilerde götürüyoruz.

Sabahattin Öğretmenin sözlerini yatınca nedense anımsadım. Bizim köyde salt kırlangıçla leylek değil, güvercinler, turnalar da günahlı kuşlardan sayılır. Bu yüzden bizim güvercinler köyde kimseden bir zarar görmez. Salt güvercinleri korkutmamak için düğünlerde bayramlarda bizim kahve yakınlarında silah patlatmazlar.

 

18 Mart 1944 Cumartesi

 

Halil Dere karar değiştirmiş, özür dileyerek geldi:

-Benim kararsızlığıma kızma, ben öteki arkadaşları da kırmak istemiyorum. Özellikle bizim Muğlalılar; zaman zaman bir araya geliyoruz. Bugün için de öyle bir buluşma konuşulmuştu. Yarınki toplantı söz konusu olunca ondan vazgeçilmiş. Yoksa ben, geçen hafta gelmediğim için bu hafta çok istekliydim. Biz konuşurken Hasan Özden geldi:

-Yüz verme bu kararsız Muğlalıya, bu arkadaşlarını her zaman yarı yolda bırakır! dedi. Şaka söylendiğini bilmeme karşın Halil Dere'ye sarılıp:

-Benim arkadaşım, söylediklerini bana yapmaz. Gelmediği zaman zaten ona ben, "Gelme!" diyorum. Hasan Özden bu kez de:

-Ben sizin aranızı açamayacak mıyım yani? Halil Dere, aramızı açması için Hasan Özden'e bir koşul koydu:

-Aramıza katılırsan, senin için bir aralık bırakırız! Şakalaşarak kahvaltıya gittik.

Bir çok arkadaşın almamasına karşın ben kumanyamı alıyorum. Pardesüyle gittiğim sürece almak kararındayım.

Halil Dere biraz çekimser olmakla birlikte almayanların paylarından ona da aldırıyorum. Önerim de şu oluyor:

-Sen yemez, aç olan birine verirsin. Bu bir gülmece oluyor. Çünkü Halil Dere benden önce acıkıyor. Böylece aldığımız kumanya, acıkan birine verildiğinden helâl olmuş oluyor.

Havalar iyice açıldı, tren durağı karşısındaki düzlük göl olmuş.

Öztekin Öğretmen bana sordu:

-Azmi'den başka gelmeyen var mı? Ben Azmi'nin gelmediğini de bilmiyordum. Talip Apaydın, Azmi'nin rahatsız olduğunu söyledi. Azmi Erdoğan arkadaşımız kendi müdürleri Rauf İnan'ı çok savunanların başında olduğundan hemen gelmeyişini ona bağladılar. Ancak Talip, rahatsızlığını söyleyince üzüldük. Tam olarak Kurtuluş Durağı'nda indik.

Faik Canselen Öğretmen bizden önce gelmiş, bizi alt katta bekliyordu. Gülerek karşıladı:

-Baharı getirdik, Ankara'nın baharı güzeldir! dedi. Arkasında da güldü:

-Benimki de söz mü? Nerenin ilkbaharı güzel olmaz? Sanki bahar güzelliği Ankara için özelmiş gibi! deyip gene güldü. Bizim için ayrılan odada bir bayan piyano çalışıyormuş. Faik Öğretmen özür diledi:

-Kısa keseriz, gene çalışırsın! dedi. Bayanın yakın zamanlarda konseri varmış, Faik Öğretmen sordu:

-Nasıl gidiyor? Bayan, iyi gittiğini söyleyip ayrıldı. Oldukça yetişkin bir bayan. Faik Öğretmen kısaca açıkladı. Geçen yıl Konservatuvarı bitirmiş. Onların, okulu bitirdikten sonra bir yıl enstrümanları pişirmek için gelip çalışma hakları varmış, bayan onu kullanıyormuş. İyi bir piyanistmiş.

Faik Öğretmen elindeki programdan konserde çalınacak eserleri okudu:

 

1. Richard Wagner, Uvertür Tannhâuser

2. Georges Bizet, Carmen Suite

3. Jean Sibelius, Senfoni  1

 

Faik Canselen Öğretmen Wagner için:

-Hakkında en çok konuşulacak besteci olduğunu ancak bestelerini tanımadan onu övmenin de yermenin de bir anlam taşımayacağını anlattı. Kuşkusuz büyük bir besteci olduğunu, ancak bestelerinin büyüklüğü nedeniyle kolay tanıtılamadığını, özellikleri nedeniyle parçalanıp parçalarının bütününü açıklayamadığını, bizim ünlü şairimiz Abdülhak Hamit gibi olduğunu, Abdülhak Hamit büyük şairdir ama şiirlerinden bir parçasını alıp okuyamıyoruz; bize hemen, ya bütünümü ya da hiç! der gibi bakınca vazgeçiyoruz. Böyleyken o şairler büyüklüklerinden bir şey kaybetmiyor. Wagner de öyle, müzik alanında çığır açmış bir besteci ama biz onu tanımak için biraz daha bekleyeceğiz. Konservatuvarlarımız çoğalıp usta sanatçılarımız artınca Wagner'i de tanıyacağız! deyip dinleyeceğimiz uvertüre dikkatimizi çekti. Uvertürün bizde plağı vardı, dinlemişti. Faik Öğretmen aynı adlı operasının uvertürü olduğunu, konserlerde sık çalındığını anlattı. Wagner operalarının daha çok Alman tarihine yönelik olduğunu, Wagner'in sağlığında salt kendi operalarının oynanması için Opera binası yaptırdığını anlattı.

Bizet'nin ünlü operası Carmen müziğinin halkça çok sevilmiş olması nedeniyle konserlerde çalacak şekilde süite çevrildiğini anlattı. Carmen ilk oynandığında halkça beğenilmediğini hatta ıslıklanarak bestecisine hakaret edilmesine karşın şimdilerde en çok oynanan opera olduğunu ayrıca müziğinin de akşam sabah radyolarda çalındığını gülümseyerek anlattı.

Sıra Jean Sibelius'a gelince Faik Öğretmen parmağını dikerek:

-İşte bir besteci, memleketinde hiç bir müzik hareketi yokken (Ya da biz öyle biliyoruz) birden önemli bir müzik olayı durumuna getiren besteci Jean Sibelius! O da Rus Beşleri gibi kendi halkını kaynak olarak almış, kendi halkının melodilerine dayanan bir ses dünyası kurmuştur. Fin müziği üstüne bilgimiz olmadığı için fazla bir yorum yapacak durumda değilsek de dinledikçe ısınacağımız bir müzik olayıyla karşı karşıya olduğumuzu anlayacağız. İçinde yaşadığı topraklar için müzik besteleyenlerin sayısı çoktur ama tüm vatanını kaplan "VATANIM!" deyip ülkesinin tümünü kucaklayan ilk besteci Sibeliüs olmuştur. 7 senfonisinin hemen hepsi "Vatanım!” diyerek yürekten kaynaklanan melodi tüm bestelerinde duyumsanır. Senfonileri yanında çok sevilen bir keman konçertosu ile gene ilkesi yörelerinin adlarını taşıyan güzel besteleri vardır.

Faik Öğretmen bana Sibelius'un plaklarını sordu. 3 eserinin olduğunu 7 plak olan 3. senfoniyi söyledim, ötekilerde hık mık ederken Mehmet Yelaldı yetişti, Hüzünlü ya da Dertli Vals diye bir keman parçasından söz etti. Parçayı anımsayınca "Vals Triste!" diye düzelttim. Faik Öğretmen kendisinin bulunduğu akşamlardan birini Jean Sibelius'a ayırmamızı önerdi.

Konservatuvardan ayrılınca her zaman olduğu gibi Ulus Meydanına indik. Sokaklar tıklım tıklım insan. Hiç yoktan bir sorun, Halil Dere berbere gitmek istedi. Benim de saçımın arkasından tutarak sordu:

-Bunlar da ne böyle? Birden tepki gösterdim. Meğer o bir şakaymış, onların okul müdürü Hamdi Akman, yanından geçen öğrencileri çevirir sorarmış:

-Bunlar ne böyle? Mantıklı bir yanıt alamazsa, bir makas buldurup hemen orada öğrencinin saçını oradan buradan kesip sakar edermiş. Gülüşerek tanıdık berber Sabriye gittik. Sabri bıyık bırakmış. Hemen şakasını yaptı:

-Sizi özledim, ne zaman gelirlerse o zaman keserim! diye karar verdim; bugün tamam! deyince Halil Dere kesinlikle razı olmadığını söyledi. Sabri'ye bıyık yakışmışmış. Bıyıksız görürse üzülecekmiş o nedenle bir daha buralarda dolaşmayacakmış. Sonunda anlaştılar, Sabri bıyıkları kesmeyecek, Halil Dere de traşa rahatça gelecek. Sabri ciddi ciddi Halil Dere'ye sordu:

-Sahiden sen de bıyık bırakacak mısın? Halil Dere kıvırmak için burnunun büyüklüğünü öne sürdü. Sabri yutmadı:

-Arşak Palabıyıkyan'ın da burnu büyük ama bıyık yakışıyor. Bir süre tartışıldıktan sonra iş bıyık şekli seçmeye döndü. Lorel Hardi, Üç Ahbap Çavuşlar derken söz Şarlo'ya kaydı. Ankara Sinemasında Şarlo'nun filmi varmış. Halil Dere traş biter bitmez beni zorladı, Ankara Sinemasına gittik. Film başlamış ama öteki gösterime kalabiliyoruz. İyi ki gitmişiz, Bülbül sesli kızın filmi yakın zamanlarda bu sinemada gösterilecekmiş. (Kathryn Grayson) Savaşan A. B. D. askerleri arasında. . . . . Şarlo'ya herkes gülüyor ama ben sevmiyorum. Gözlerim sahnede her zamanki piyanisti arıyor. Jose İturby adını da öğrendim. Halil Dere gülüyor, dirseğimle dürtüp sordum:

-Ne yapıyor o adam? Elinde bastonuyla dolaşıp duruyor; nesine gülüyorsun onun? Salt Halil Dere değil, çevremizdeki insanlar da gülmese, yapılan hareketlere gülüneceğini bile aklımdan geçirmeyeceğim. Sakat bir adam bana göre, sahnede dolaşıp duruyor. Neyse ki Jose İturby başını sağa sola oynatarak piyanoya oturdu, bir süre ellerini kaldırıp dirseklerini oynattıktan sonra tuşlara vurabildiğince vurarak hiç duymadığım sesler çıkardı. Sinema salonunda onu kimse dinlemedi ama gene de o selamlayarak ayrıldı.

 

   

Jose Iturby   

 

Jose İturby piyanoda

 

Şarlo'ya katıla katıla gülenlerin Jose İturby'yi dinlememelerine şaşmadım ama bir süre düşündüm. Müzik sevgisi insanların hepsinde yok sanırım. Ben koyunları otlağa götürürken koyunların boyundaki çanların seslerini küçükten büyüğe sıralayıp takar yatar yere dinlerdim. Bunu kimseden de öğrenmemiştim. Bunu bende gören tüm köy çobanları, sonra sonra bunu bir yöntem olarak benimsediler. Yıllar sonra notaları öğrenince doğru bir iş yaptığımı anlayınca çok sevinmiştim. Ancak bunun çok küçüklüğümde ağız mızıkasıyla oynamış olmaktan kaynaklandığını anladım. Bir de babamın çalar saati vardı (O hala çalışıyor) çok sonraları öğrendim, saat Chopin'den bir parça çalıyormuş. Sinemadan çıkınca, kısa bir kararsızlıktan sonra toparlanıp 

otobüsle Ulus'a gidip oradan tabanvaya dayanıp, ucucuna yetiştik. Balkon tenha, Halil Dere hemen kendine pay çıkardı:

-Şansım olsa anam kız doğururdu! Hiç sevmediğim bir söz. Kızlar erkeklerden daha mı değerli? Halil Dere'yi dertlendiren kestane karası saçlı güzel gelmemiş. Halil Dere ile anlaşamadığımız bir konu da güzelliğinde birleştiğimiz bayanın, saç rengindeki uyuşmazlığımız. Ben kınalı, deyince Halil Dere:

-Olmaz arkadaşım, kınalı saç daha kırmızımsı olur, yani güzel değildir. (Kendi saçını göstererek) Bak benimkiler gibi, dikkatli bak! deyip kendisini öne çıkarmaya çalışıyor.

Mahmut Ragıp Öğretmene selam verip hemen arkasına yerleştik. O gene sol elini yandaki sandalyeye atmış rahat rahat oturuyor. Halil Dere duramadı, fısıldayarak:

-Seninki, o kızı bayağı bekliyor galiba, baksana sandalyesini eliyle koruyor. Biz fısıldaşırken orkestradan sesler gelmeye başladı; diiii, da, daaa, ÖÖÖÖÖ!dıy, dıy, dıy! Birden aklıma bize plak verecek Koplinger geldi. Üflemeli çalgı çalıyormuş, Üflemeli çalgıların hepsini görüyorum. Ancak yüzlerin gençliği yaşlılığı seçiliyor. Koplinger askere gideceğine göre genç olması gerekir.

Alkışlar başladı, kapı önünde kıpırdanmalar, Cumhurbaşkanı İnönü'nün geliş işareti. Alkışların giderek azalırken birden çoğalmasının Şef. Prof. Praetorius için olduğunu öğrendiğimizden konuşmamızı kesiyoruz. Gene de Halil Dere, duyulur duyulmaz iç çeker gibi.

-Gelmeyecek o! dedi. Wagner'in Tannhâuser'ini dikkatle izlemek istedim. Ancak aklım adına takıldı. Tan, hauser, haus evdi, hauser, evcik mi evler mi? Ya tan neydi_ Tan, tan tan diye düşünürken alkışlar koptu. Tannhâuser gittiiiii. Carmen başlayınca da kendimi tutamadım. Sonunda Tannenbaum, çam ormanını anımsadım, Tannhâuser'i de çam ev yapıp rahatlar gibi oldum. Tam değil, okula dönünce böyle olduğunu öğrenmeden rahat olmam zor. Carmen, çok canlı, hareketli biraz toparlandım. Önemli olan senfoniyi dikkatle izlemek. Oldukça rahatladım. Arada Halil Dere Mahmut Ragıp Öğretmeni izledi, bir ara üzgün olduğunu, bir ara da uyukladığını söyledi.

İkinci bölüm gürültülerle başladı. Gerçekten dikkatimi topladım; Faik Öğretmenin dediği gibi ilginç sesler birbirini izledi. Arada üflemeli çalgılar çıkış yaptıkça bize plak verecek Koplinger'i düşündüm, savaş için ülkesine gidecekmiş, acaba konserde çalarken onun da aklına savaşta başına gelecekler takılıyor mu? Ben, bu tür düşündüğüm için orkestrada çalamam, buna iyice inandım. Orkestra çalarken kimi çalgıcılar uzun süre bekliyor, onlar da benim gibi kendilerini düşünceye kaptırsalar ne olur? Gülesim geldi:

-Şef. Prof. Praetorius elindeki çubuğu kafasına atar mı? Bu kez düpedüz güldüm. Halil Dere ayağıyla dokundu:

-Bana mı gülüyorsun?

-Sana neden güleyim? diyecek oldum:

-Azıcık dalmışım! deyince bu kez iyiden iyiye gülerken alkışlar koptu da rahatladım. Halil Dere Sibelius'u beğenmemiş, beni dikkatli dinlediğim için kutladı. Oysa ben Koplinger'i düşünüyordum. Koşarak çıkıp dış kapı önünde dursam seçebilir ya da birine sorabilir miyim? hesapları yapıyordum. Hiç biri olmadı. En iyisi bunu bir yana bırakıp, plakları beklemek, babamın sık sık dediği gibi "Ortada fol yok yumurta yok! hangi tavuk demenin ne anlamı var? Çıkınca Abdullah Erçetin'le Kadir Pekgöz bize katıldılar. Kadir Pekgöz, Halil Dere'nin konsere gelişine şaşıyor; zorunlu olmasa o hiç gelmeyecekmiş. Bunları duyunca Kadir'e zaman zaman kızıyor zaman zaman da acıyorum. Mademki müziği sevmiyorsun bu bölüme neden girdin? Hem de meslek olarak yıllarca bu işi yapacaksın, bu işkenceye neden katlanıyorsun?

Kızılırmak'a girdik, Asım Öğretmen arkadaşlarıyla oradaydı, ayrılıp yanımıza geldi. Abdullah'ın müzik yeteneğini biliyordu:

-Haydi bakayım göreyim seni güzel bir çaba göster de yeteneğin cilâlansın! dedi. Çalgısını sordu. Keman-Piyano! deyince duraksadı. Benim koluma eliyle dokundu:

-Bak, akordiyon çalışın işine yaradı. Zaten Köy Enstitülerinde çalışacağına göre akordiyon senin esas enstrümanın olacak. Sanmam enstitülerde piyano olsun. Piyano bizim okulun da derdi; okulu bitirenlerin çoğu piyanosuz okullara gidince mandoline sarılıyorlar! dedi.

Asım Öğretmene kullandığı piyano metodunu sordum, Czerny ile Hanon çalıştığını söyleyince şaştım. O da bana sordu, Beringer'i söyleyince kahkahalarla güldü, övündü, gene koluma vurarak:

-Bak bunu unutma, sana Kepir'de Beringer'i göstererek söylüyordum, unutmadın değil mi?  Bu kitap bir gün senin de başının derdi olacak, yararlı kitaptır! diyordum, hatırlıyor musun? deyip uzun uzun güldü.

Asım Öğretmenden sonra Halil Dere bana takıldı:

-Bu nasıl öğretmendi senin yanında, sen nasıl öğrenciydin onun yanında? O zaman nasıl konuşuyordunuz? Ben, gene böyle konuştuğumuzu söyledim. Abdullah Erçetin doğrulayan olaylar anlattı. Bir süre sonra biz de kalkıp ağır ağır istasyona indik. Karanlıkta koşuşturduğumuz günleri konuşarak düpedüz gündüz trene atladık.

Tren bizim durakta da oldukça uzun duruyor. Hasanoğlan İstasyonu! Gülüyoruz. Bir de gar binası yapılmalı! "SUS!" Ağzından yel ala! Duyarlarsa bize yaptırırlar!

Akşam yemeği az gecikmiş, karavanalar biz oturunca geldi.

Konserden söz eden yok. Tannhâuser sorusu aklımda ama açmamın gereksizliğini bildiğimden susuyorum. Zaten hemen yarınki toplantı ortaya getirildi. Nihat Şengül olayı tane tane konuşarak özetledi:

-Nesini anlatacaklar bize Köy Enstitüleri'nin, beş yıldır Köy Enstitüleri'ni öğrenemedikse burada atılacak palavralardan mı öğreneceğiz? Adamlar kendilerini övecekler. Bizim Hamdi Akman'ı dinler gibiyim, çıkarılan patatesten, soğandan söz edecek. Bakın, geçen yıl, yeni yönetmelik çıkmış bundan bizim haberimiz olmamış. Bu sözüm dikkat edin, yarın akşam burada gene konuşacağız. Ben böyle düşünüyorum.

Arkadaşlar, duymamış gibi sustular. Ben de:

-Al benden de o kadar! deyip kalktım.

Yarınki toplantı uzun sürerse çalışamam! deyip Müzik salonuna gittim. Keman çalışanlar, konuşanlar var, notalarımı alıp alt odaya indim. Ödev hazırlamak için indim ama içimden gelmedi Mozart 331 Kv. La majörü tamamlamak için içimden gayret geldi, inatla diretip 6. varyasyonu da düze çıkardım. Menuette'le Trio ölümlerini daha önce aşmıştım. Baştan sona iki kez tekrarlayıp oldukça güvenli kalkıp yatakhaneye gittim. Azmi Erdoğan'la karşılaştım. Rahatsızlığı önemli değilmiş ama sürekli bir solunum sorunu varmış. Kendisine iyi davrandım ama rahatsızlığını duyunca hakkında pek iyi şeyler düşünmemiştim. Haksızlık ettiğimi anlayıp üzüldüm. Hakkım olmayan bir konuda arkadaşlarımı, olduğundan başka türlü görmek için onlara az sıfatlar yakıştırmaya çalışmak ayıbın da ötesinde günahtır; bunu yapmamalıyım! Az önceki sevinçli durumum bozulur gibi oldu. İçine girip, sonradan girdiğime pişmanlık duyduğum olaylarda olduğu gibi kendimi bir süre sorguladıktan sonra Azmi arkadaşın sevimli taraflarını bir bir sıralayıp üstlerinde konuşurken uyumuşum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ