Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

4 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 Ankara, Ankara, Sana Geldik; Yüz Sürmeye Değil, Bilgi Kazanmaya

 

2 Ekim 1943 Cumartesi

 

Çatalca’da sabahı yaptık, asker vagonları takıldı, söküldü. Gittik geldik. Uyku arasında çoğumuz bir başka yere gitmiş gibi yarı uyur yarı uyanık konuşmalar oldu. Sonunda hala Çatalca’da olduğumuzu anlayınca bir süre söylendik.

Sirkeci’de bir süre dinlendik. Çay-simit kahvaltımızı yaptık. İstasyonun kalabalığı bir süre bizi oyaladı. Ahmet Kun Öğretmen köprüye dek gitmemize izin verdi. Topluca Yeni Cami önünden köprü başına dek gittik, döndük.

Öğlede Haydarpaşa’ya ulaştık. Haydarpaşa Yolcu Bekleme Salonunu unutmamışız, bir süre gülüşerek 1941 Nisan yolculuğumuzu anımsadık. Şimdi aramızda olmayan arkadaşları andık. O yolculuğun önemli olay yaratıcıları aramızda yok. Sefer Tunca, Fettah Biricik, Ali Güleren, İsmet Yanar, Arif Kalkan, Hilmi Altınsoy. En çok da Hilmi ile İsmet anıldı. İsmet’in olmayışına birden üzüldüm. Kendimi yalnız gibi duyumsadım. Beş yıl bir arada olup, birden ayrılmak zoruma gitti. Oysa düşününce İsmet’in köyüne gitmesi gerektiğini biliyorum.

Toparlanıp konuşmalara katıldım, herkes gibi güldüm. Ahmet Kun Öğretmen kendisine yardımcı olarak Mustafa Saatçı’yı seçti. Onunla gidip bilet işini yoluna koydu, bize numaralı bilet aldı. Saati gelince de yerlerimize yerleştik. 17 arkadaşız, iki kompartımanda 16 yer var. Öğretmen, Harun Özçelik, Hasan Üner, Yusuf Asıl, Bekir Temuçin, Kadir Pekgöz, Mehmet Başaran, Sami Akıncı, Hüseyin Orhan, Hüsnü Yalçın’ı 8 kişi sayıp bir bölüme yerleştirdi. Kalan 8 kişiye de öteki bölümü gösterdi. 8 kişilik yere dokuz kişi deyince arkadaşlar açık açık tavır aldılar. Bu kez ben gönüllü olarak bir başka yerde oturabileceğimi söyledim. Öğretmen teşekkür etti. Yalnız bavullarımı arkadaşların yanında bırakmak istedim; öyle yaptık. Yusuf’un olduğu yere bavullarımı yerleştirip bir öteki Kompartımanda bir yere oturdum. Oraya da insanlar geldi, sayı olarak doldurdular.

Tren kalkınca Ahmet Kun Öğretmen beni çağırdı, kendi yerine götürdü: “Ben uzun süre başka yerde kalacağım, sen burada uyuyabilirsin, yalnız arkadaşlarının yanına gidersen bunu söylemezsin!” dedi. Öğretmenin yeri 4 kişilik bir Kompartımandı. 1. Mevki. İkisi genç, biri yaşlı üç kişi oturuyordu. Tren bir süre gidince yaşlı olan kalkıp gitti. Meğer o, kalan gençlerin babasıymış. Gençler de Ankara’da öğrenciymiş. Küçük Mülkiye’de, büyük Hukuk Fakültesi'ndeymiş. Gençler önce çok suskunken babaları gidince konuşmaya başladılar. Önce küçük, babası için: “Ankara’ya dek oturur orada!” deyince bir süre gülüştüler. Beni sordular; kendi durumumu anlattım. Öğrenci oluşuma onlar da sevindiler. Özellikle küçük bana daha candan davranmaya başladı. Mülkiye sözünü hep duyardım ama Mülkiye diye bir okul bilmiyordum. Ancak bir de marş öğrenmiştim. “Mülkiye Marşı” deyince bu kez büyük, bu marşı söylemeye başladı. Büyük keman çalıyormuş, müzikle ilgiliymiş, Konserlere gidiyormuş. O konuştukça kafam karıştı ama bir bakımdan da içine düştüğüm olay hakkında daha bilinçlendiğimi duyumsamaya başladım. Ankara’da bir çok yüksek okul var. Hukuk Fakültesi, Mülkiye, Konservatuvar, ayrıca müzik, resim öğretmenleri yetiştiren bir başka okul olduğunu daha önce duymuştum. Konserlere nasıl gittiğini sordum. O kendisi yalnız değil, grup olarak gittiğini söyledi. Okulları oraya yakınmış, yaya olarak gidiyorlarmış. Böyle deyince içimden utandım: “Konsere nasıl gidiyorsun?” diye sorunca yanıtı da böyle olur! diye düşündüm. Babaları geldi, gittiği yerde tanıdık bulmuş, konuşmaları uzun sürebilirmiş: “Beni beklemeyin, siz uyumanıza bakın!” dedi. Babaları dönünce çocuklar gene gülüştüler; “İçki arkadaşı buldu, Ankara’ya dek oturur!” dediler. Dediklerini anladım ama, babalarının nerede içki arkadaşı bulduğunu anlayamadım, giderek merakım arttı; neredeyse soracaktım. Bu kez ağabey olan kardeşine anlattı. Bir kez o da arkadaşlarıyla orada oturmuş, kendisi içmemiş ama içenlerin neşesi onu eğlendirmiş, İstanbul’a dek Restoran’da oturmuş. Kardeş ise geceleri hiç gitmemiş ancak öğle yemeklerini hep orada yiyormuş, yemekleri iyiymiş. Anladığım kadarıyla trende bir yemek yeme olayı var, bunlar bunu konuşuyorlar. Sormama gerek kalmadı. Belli ki Ahmet Kun Öğretmen de oraya gitti. Belki de geceyi orada geçirecek. Bunları düşünürken yüksek bir ağaçtan düşer gibi oldum. Düşmedim ama ağaçtan bir türlü de inemedim. Büyük bir dal, sağlam tutunuyorum. Gene de dal sallanıyor. Düşer gibi olunca dala sımsıkı sarılarak kurtuluyorum. Polatlı sözleri geçince dalda değil trende olduğumu anladım. Kardeşlerin küçüğü boylu boyunca yatmış deliksiz uyudu. Ağabey daha dikkatli, bölüştüğümüz yerin yarısını hiç geçmedi.

 

3 Ekim 1943 Pazar

 

Oldukça uyumuşum. Yavaşça kalkıp arkadaşların yanına gittim. Hepsi uyanmış, neredeyiz sorularıyla oyalanıyorlar. Ahmet Kun Öğretmen bir iki kez gelmiş, gitmiş. Yerime döndüğümde  Ahmet Kun Öğretmeni benim yerimde uyurken gördüm. Sessizce çekilip geri geldim. Arkadaşlarla sıkıştık. Arkadaşlar beni Ahmet Kun Öğretmenle birlikte sanmışlar. Gençlerden duyduklarımı bilmiş bilmiş arkadaşlara anlattım. Trende yemek yeme yerleri olduğunu, insanların oralarda oturabildiğini, içki bile içtiklerini kırk yıllık yolcuymuş gibi sıraladım. İzinli döndüğümüzde bizim de öyle yolculuk yapacağımızı bir süre düşledik.

Yolculuğumuz bu kez geçen defakinden kısa sürdü. Böyleyken gene de öğle üzere Ankara’ya yaklaşmamızı önce anlayamadık. O zaman aylardan nisandı, şimdi ekim, deyip geçiştirirken uyaranlar oldu: “Geçen yolculuğumuz bir gün daha uzun sürmüştü!” Gerçekten o yolculuğumuzda çok uzun beklemeler olmuştu. Ankara garına inince kendimizi tanıdık yere gelmişçe sevindik. Mustafa Saatçı ile Ahmet Kun Öğretmen bir yerlere gidip geldiler. Gene, simit, poğaça gibi yiyecekler yiyerek trene atladık.

Durakları sayarak Lalabel’e geldiğimizde bizi bekleyenler varmış. Bizi koştururca indirdiler. Tren az kalıyormuş, bizimse burada inmemiz gerekiyormuş. Gelenlerden birini ben hemen tanıdım. “Bu Kızılçullu’dan Hüseyin!” deyince gülerek bana baktı: “Nereden tanıyorsun?” diye sordu. “Buradan, Hasanoğlan’a gelmiştin, Yaşar!” deyince: “Ben tanıyamadım, kardeş, o zaman saçın yoktu. Şimdi hatırladım, senin akordiyoncu Yaşar, gelmişti ama geri gitti, o şimdi asker!” deyip sarıldı. Ahmet Kun Öğretmen gülerek: “İşte arkadaşlar, arkadaşlık böyle bir şeydir, insana yabancılığı unutturur, arkadaşın olduğu yerde dert yoktur, neşe vardır. Yalnızlığın tüm sıkıntılarını arkadaşlar kovar!” Hüseyin Atmaca hemen bilgi verdi. 35 arkadaş Kızılçullu’dan 35 arkadaş da Çiftelerden gelmiş, bizimle gelecekler tamamlanmış. Bir kaç gün içinde bölüm ayrılmaları yapılacakmış. Biz Atmaca’yı dinlerken kamyon Hasanoğlan’a döndü. on dolayında bıraktığımız binaların sayısı çoğalmış. Bizim diktiğimiz okul levhası önünden geçerken hep gülümsedik. “Bunu yazan Hidayet Gülen Öğretmen nerede acaba?” Hüseyin Atmaca hemen yanıtladı: “Hidayet Öğretmen burada, az sonra sizi görecektir!” dedi. Bir bina önünde kamyon durdu. Bavullarımızı indirip gösterilen yerlere yerleştik. Bir binanın alt katı. Yatacağımız ranzalar da bizden kalan kavak ranzalar. Az sonra bir grup bize “Hoş geldin!” dedi. Bunların içinde Ziya Fikri Özlen de vardı. Ben ona buraya geleceğimi yazamamıştım. O geleceğime inanmış ama gene de çekimsermiş. Ben onu çok rahat tanıdım. Ziya Fikri ile sarmaş dolaş olunca biri daha bana sokuldu; “Biz yabancı değiliz dostum!” deyince Ziya ekledi : “Ağabeyim!” ben tamamladım: “Fevzi Özlen!” Özlen kardeşlerin sıcak ilgisi tüm Kızılçullu çıkışlıları etkiledi. Zaten Fevzi Özlen sınıfı, bizim  müdürümüz Nejat İdil’in öğrencisiymiş. O nedenle biz Kepirtepelilere yakınlık duyuyormuşlar. İşin ilginci onlar bizim Kepirtepe'deki müdürümüzün hala Nejat İdil olduğunu sanıyormuş; durumu öğrenince üzüldüler.

Çıkıp bir süre dolaştık. Oldukça kalabalık öğrenci var. Enstitü bölümüne çok öğrenci almışlar. 1. sınıfa alınan öğrenciler köylü kılıklarıyla dolaşıyor. Bizim arkadaşlar bakıp bakıp güldüler. Öğrenciler arasında oldukça değişik görüntüler var. Bizim Kepir’e gelen çocuklar bunlara göre çok kentli. Hüseyin Atmaca bizi yönetim binasında bir salona götürdü. Ahmet Kun Öğretmen de oraya geldi, topluca bir süre konuştuk. Az sonra Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Hiç değişmemiş. Ben başta, çoğumuzu adlarımızla çağırdı. Hep gülerek konuştu. Bir ara, bana: “Burada yarım bırakıp gittiğiniz işler vardı, onlar öyle yarım duruyor, umarım tamamlayacaksınız!” dedi. Sanırım ne demek istediğini anlayamadım: “Evet, yarım bıraktıklarımız gerçekten öyle duruyor. Hala dış sıvaları vurulmamış!” diyecek oldum. Mustafa Güneri Öğretmen hemen sözü kesti: “Benim kastettiklerim onlar değil, o dediklerin yıllar sonraya da öyle kalabilir. Bak geldiniz, geleceğinizi düşünüp kendinize bir yatacak yer yapmamış olmanızı kastettim!” dedi. Gülüştük ama, bunu inşaat çalışmalarına gireceğimiz anlamında algılamakta gecikmedik.

Öğretmenler ayrılınca bizi yemeğe çağırdılar.  Bizler 1. sınıfmışız, 2. sınıflar ayrı oturdular. Onar kişilik 5 masa doldurdular. Bizim için 8 masa ayrılmış. Bize gösterilen yerlere oturduk. Mustafa Güneri, Ahmet Kun Öğretmenler de bizimle oturdu. Hüseyin Atmaca öğretmen gibi ortalıkta dolaşıyor. Onun için Eğitimbaşı yardımcısı (!) dediler. Ak saçlı, asker giysili biri gelip eğilerek bizi selamladı. O gidince sorduk: “Yüksek Bölümün Eğitimbaşı Tahsin Baba!” buymuş. Soyadını baba olarak algıladığımız için biraz gülümseyerek baktık. Bizim arkadaşlarımızdan biri (Şimdi öğretmen oldu) 53 Ali Önol da Baba olarak anılıyordu. Ancak biz Baba sıfatını öne almıştık; Baba Ali. Şimdilerde okul işleriyle uğraşıyordur.

Gerçekten, eski öğrenciler Eğitimbaşıya “Baba”diyormuş. Soyadı başkaymış. (Türkay)

Erkenden yatmamıza karşın uzun süre uyuyamadık. Bize bir köşe gösterdiler ama salonun uzantısında başka yatanlar var, onlar uzun süre konuştular. Özellikle de durmadan sigara içmelerini biraz yadırgadık. Bizim içimizde sigara içen yok. Hiç değilse biz öyle biliyoruz. Kaçamak olarak Emrullah için öyle bir tevatür çıkarılmıştı ama onu böyle ulu orta sigara içerken görmemiştik. Kimimiz üzüntüsünü: “Eyvah!” diyerek kimimiz de “Arkadaşça anlatır önleriz!” diyerek çare ararken uyumuşum.

 

4 Ekim 1943 Pazartesi

 

Buraya alışmışların yanında yabancı kaldık. Staj için Kepirtepe’ye gelen sınıf yüksekliği bakımından ağabeylerimiz (yaşça biri benimle yaşıt ikisi benden küçük) olan Mehmet Pekgirgin, Mustafa Ersoy, Şevki Aydın bize yardımcı oldu. İlk gün bizi hiç yalnız bırakmadılar. Ne yapılıp neler edileceğini öncelikle onlardan öğrendik. Özellikle ben, Selçuk Öğretmenin etkisinde kalarak bölüm seçmekte tam anlamıyla kararsız duruma düşmüştüm. Şevki Aydın beni Güzel Sanatlar koluna neredeyse çekincesiz yerleştirmiş gibi, aydınlatıp ısındırdı. Doğrusu Şevki Aydın’ın bu güzel davranışı karşısında kendi içimden utandım. Çünkü o bize staj için geldiğinde salt keman çalıyordu. Kemanı da çok pişirmiş değildi. Ben akordiyonun cerbezesiyle onu neredeyse gölgelemiştim. Büyük bir saygısızlık etmedim ama kırılmasa bile benim davranışımı tümüyle hoş göreceğini beklemiyordum. Oysa burada onun sıcak ilgisi benim kendime güvenimi kat kat arttırdı. Hele beni özel olarak Müzik salonuna götürmesi, piyanoları göstermesi çok işime yaradı.

Piyanoya oturup  açık gördüğüm Beringer metodundan parçalar tıngırdatırken Müzik Bölümü başkanının gelmesi, gülerek: “Hoş geldin Halil İbrahim!” demesi beni şaşırttı. Adımı nereden biliyor? diye mahcup gibi düşünürken Şevki Aydın, adımın gerçekten Halil İbrahim olduğunu söyleyince Bölüm Başı kahkahayla gülerek: “Bizim oralarda böyle hayırlı bir işlere uygun beklenen kişiler çıkıp gelirse, hayırlı olacağı umudunu muştulamak için böyle derler. İbrahim Peygamberden beri söylenen bir geleneksel sözmüş.” Gülerek bana baktı: “Sahi adın Halil İbrahim mi?” diye sordu. Piyano durumumu sordu. “Akordiyon çaldığım için yakınlık duydum!” deyince bu kez de: “Hangi rüzgar getirdi seni be kuzum, ben akordiyon çalan insanları mumla arıyorum. Hele şükür! diyeceğim. Sakın karar değiştirip başka bölüme gitme. Gider oradan alırım!” dedikten sonra Şevki Aydın’a da: “Şevkiciğim, sakın bırakma!” dedi. Müzik Salonundan sevinerek çıktım. İki piyano var. İki piyanoda çalışan iki öğrenci varmış. Öteki öğrenciler keman çalışıyormuş. Piyano öğrencileri de keman çalışıyormuş ama, keman öğrencilerine piyano izini verilmiyormuş.

Arkadaşların yanına oldukça sevinerek döndüm. Ancak arkadaşların öğrendikleri başka olaylar onları çok üzdüğünden benim anlattıklarımı sanıyorum dinlemediler. Bir kaç gün içinde bölümlere ayrılacakmışız ama dersler en erken kasım ayında başlayacakmış. Bizim kalacağımız bina yarım bırakılmış, onu biz tamamlayacakmışız. : “Ne var bunda?” diyecek oldum. Tüm arkadaşlar beni susturdu: “Sen okumak için geleceğini söylüyordun. O binayı gördün mü? Bizim büyük binadan bile büyük. Kış gelmiş durumda, biz onu kış boyunca bitiremeyiz!”Arkadaşlara hak verdim, sustum. Oysa ne güzel olaylarla karşılaşmıştım. Ahmet Kun Öğretmen ayrılacakmış, onunla buluştuk. Üzüntümüzü ona duyurmamaya karar verdik. Mustafa Saatçı bizim adımıza Ahmet Kun Öğretmenle Lalahan’a gitti. Yüksek Bölüm Öğrencileri için küçük bir salon varmış, bizi oraya götürdüler. Kahve gibi bir yer. Yüksek sesle konuşmalar, kitaptan, Ankara’dan konuşanlar gırla. Kitap okuyansa dördü beşi geçmiyor. Abdullah Özkucur’u gördüm, tanıdım. Ben onun adını soyadını söyledim. Sevineceğini sanmıştım. Oysa o bana: “Sen beni nereden tanıyorsun yahu?” diye sordu. Şaka söyledi, sandım, arkasından gülerek sarılacağını beklerken tedirgin bir bakışla benden yanıt beklediğini anladım. Ben de ona:

- Nereden tanıdığımı mı öğrenmek istiyorsun ? Öyleyse söyleyeyim! deyip onu nereden tanıdığımı anlattım. “1941 Haziran ayında seni buraya çalışmaya göndermişlerdi. Mustafa Güneri seni, benim grubuma verdi. Bizim çalışmamıza ayak uyduramadığın için bir süre sonra ayrılmıştın. İşte o süreçte tanıştık, sen bana okumak için kitap verdin. Sonra da Çifteler ekibi geldi, sen onlara katıldın. Ekip ayrılıncaya dek merhabamız devam etmişti. Ben seni oradan tanıyorum!” dedikten sonra da bir “Yahu!” ekleyip başımı çevirdim. Abdullah Özkucur bu kez: “Dur yahu dur. Ben unutkan bir insanım. Hemen kızma. Bak buraya gelmişsin, gene arkadaş oluruz!” deyince gene yanıt verdim: “Arkadaşlık birlikte bulunulan yerlerde mi olur? Bak benim 5 yıldır hiç görmeden mektuplaştığım arkadaşım orada, mektupla gönderdiğimiz resimlerimizden birbirimizi tanıdık!” Başımla gösterdiğim için Ziya Fikri’nin ağabeyi Fevzi görmüş geldi. Fevzi gelince Abdullah Özkucur kaçarca ayrıldı. O ayrılınca yeni bir durum öğrendim. Kızılçullu/Çifteler zıtlaşması varmış, hem de bu zıtlaşma oldukça karışık bir durum almışmış.

Akşam yemeğinde bizim 7 kişilik masaya üç arkadaş oturdu. Üçü de Kızılçullu’dan gelme. Kemal Karadeniz, Mustafa Şükrü Koç, Mehmet Kocaefe. Yemeğini bitirince Ziya Fikri geldi, beni onlara tanıttı. Üçü de çok yakınlık gösterdi. İlk olarak gireceğim bölümü sordular. “Güzel Sanatlar” deyince üçü de dikkatle baktılar. Kendi düşündükleri bölümü övdüler: Zirai İşletme Ekonomisi. Onlar bana neden Güzel Sanatları seçmek istediğimi, ben de onlara neden o bolümü istediklerini sordum. Uzun uzun konuştuk. Daha sonra Ziya Fikri de bize katıldı. Ziya Fikri’nin yakın ilgisi öteki arkadaşlara güven verdi. Kısa zamanda Kızılçullulu arkadaşlarla her konuda anlaştık. Onlar da işlerden yakınıyor ama buradaki işi, bizim kadar önemsemiyorlar: “Uzasa uzasa yıl başını bulur, ondan sonraki zamanlar bize yeter!” diyorlar. Konuştukça birbirimize güvenimiz arttı. Bizim arkadaşlar da konuşmalara katıldı. İçimizden bir tek Mehmet Yücel arkadaşımız geri dönme hesapları yapmayı sürdürdü.

Gece, geç vakitlere dek Mehmet Yücel arkadaşı ısındırmaya çalıştık. Sonunda arkadaş: “Tamam!” dedi, sevinerek yattık.

 

5 Ekim 1943 Salı

 

Sabahları iyi kalkıyoruz. Hasanoğlan havası serin olduğundan gece rahat uyuyoruz, rahat uyuyunca da dinlenik kalkıyoruz. Geldiğimizden beri sessiz duran Sami Akıncı da besbelli tedirgin. Kimseye tınmıyor ama belli bir şeyler düşündüğü. Bu kez ben sordum: “Geldiğine pişman mısın?” Güldü: “Sen?” diye sordu. Ben “pişman değilim” deyince: “Ben de!” dedi ama gene de yutkundu. Az düşündükten sonra: “Hangi bölüme ayrılacağıma karar veremedim, Zirai İşletme Ekonomisi diye bir bölüm var oraya ayrılmayı düşünüyorum ama orada da ne okuyacağımız pek belli değil! Ötekiler, Bahçecilik, Yapıcılık, Güzel Sanatlar, Hayvan Bakımı. Hepsi benim yapamayacağım işler!”

Yüksek Bölüm, Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürlüğüne bağlıymış ama ayrı bir yönetimci olarak bir Eğitimbaşı var. Onu tanıdık, yaşlı bir kimse: “Tahsin baba” (Tahsin Türkay). Kahvaltıda duyurdular: Tahsin Baba bizimle konuşacakmış. Saatını yerini söylemediler. Bir süre yatakhanede bekledik. Salih Baydemir, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl binaları saymışlar 20 kadar binadan söz ettiler. Bizim binaya gittik, orası okul olmuş. (Kepirtepe yazılı bina) Tüm binaların dış sıvaları yapılmamış. Tek dış sıvalı bina Yönetim binası. Toplanılacak yere gittik. Kapıda bir yazı var, düzensiz bir yazı: Yapıcılık Kolu.

Çoğumuz ayakta Tahsin Babayı bir süre bekledik. Geldi, eski öğrencilerden bir ikisine takıldı. Hep öyle yapıyormuş; önce takılmalarla yumuşak başlayıp sonra yağıp esiyormuş. Bu yıl okula üç köy Enstitüsünden öğrenci geldiğini söyledi. Tekrarladı: “Geçen yıl ikiydi, bu yıl üç oldu, göreceksiniz gelecek yıl bu sayı on olacak!” dedi. Eski öğrencilerden “On iki” diyenler oldu. Tahsin Baba kızar gibi baktı: “Nedenmiş o? Siz sayıları eksiltiyor musunuz? Gelecek yıl tam on altı Köy Enstitüsünden öğrenci gelecek!” diye bastıra bastıra tekrarladı. Sonra da tekrarlaya tekrarlaya tüm köy enstitülerini saydı. Unuttuklarının yerine tekrarladığı adlar oldu. Eski öğrencilerin birkaç kez uyarmasıyla Köy Enstitüleri adları doğru olarak sıralandı. Tahsin Baba önce, “Bizlerin önüne gelen bu güzel nimeti doğru kullanmamızı, halkımızın bizim için yaptığı özverileri” sıraladı. Türkiye dışındaki savaşları anımsattıktan sonra Hitler’le Mussolini’den söz etti. Stalin için bir öykü anlattı. Adam düpedüz hırsızmış. Aynı zamanda çok intikamcı birisiymiş. Gençliğinde bir arkadaşıyla Kafkasya’da bir kentin bankasını soymuşlar. Sandıklar dolusu parayla bir trene binmişler. Tren giderken bir yerde sandıkları trenden atmaları gerekiyormuş. Stalin önce atlamış. Arkadaşı paraları atıp bir yerde inecek. Daha önce inen de atılanları toplayacakmış. Ne var ki trende kalan Stalin’i atlatmış, paraların tamamını sahiplendikten sonra izini kaybettirip gittiği yerde varsıllık içinde yaşamaya başlamış. Stalin, başka işler, başka soygunlara katılmış yakalanıp hapislere girmiş, gene kaçmış, derken İhtilal olmuş, uzun yıllar makam kavgalarından sonra iktidarı ele geçirince onca işini bir yana itip eski arkadaşını araştırmış. Hiç belli etmeden devletin başındayken eski arkadaşının bulunduğu yöreye gitmiş. Eski arkadaşını tanımazdan gelip yaklaşma olanağı yaratarak tenhaya düşürüp adamı işkenceyle öldürmüş. Bu öyküyü Tahsin Baba neden anlattı pek anlayamadık ama ilginç bir öyküydü. Stalin için bir olumsuzluk çıkaramadık, tersine: “Ben de olsam bunu yapardım!” diyerek, bir katilin yanında olur gibi bir tavır takındık.

Uzun konuşmalardan sonra Yüksek Bölüm için başlanan binanın tamamlanması gerektiğini öğrendik. Yüksek Bölüm öğrenciliğimizin başlamasının bu binanın bitimine bağlı olduğunu yöneticimiz açıkça söyledi. : “Yenilik, eskilik yok, siz hepiniz Köy Enstitülüsünüz, yarın işbaşı yapacaksınız, 2. sınıflardan grup başlarınız olacak onların gösterdiği işleri yapacaksınız!” deyip sözü bitirdi. Arkadaşlardan bölümlere ayrımları soranlar oldu. Onun da birkaç gün içinde yapılacağını, Bölümlere ayrılınca zaman zaman bölüm toplantıları yapılacağını ancak derslerin, kendi binamıza taşındıktan sonra başlayacağını bastırarak tekrarladı. Toplantıdan sonra yapılacak bina önünde bir süre durup baktık. Bina dedikleri, temelleri kazılıp doldurulmuş, alt beton dökülüp taban tamamlanmış, birinci katın da üç duvarı 2 metre kadar çıkarılmış. Yapılacak iş, dördüncü duvarı çıkarıp üst betonu (aynı zamanda 2. katın tabanı) dökmek, ikinci katı da çıkarıp, çatıyı kapatmak, kapıları, pencereleri takıp sıvamak kalmış. Babamın sık söylediği bir sözü anımsadım; “Üç nalla bir atı kalmış!” derdi. Ağabeylerimden birinin işin büyük bölümü dururken bir parçasının yapılmasına sevindiklerini ya da övündükleri görünce babam bu sözü söylerdi. Bizim bina da böyle, 3 nalla bir atı eksik. Daha birinci katın duvarları tamamlanmamış. Bunun üstüne bir kat daha çıkılacak. Çatı, kapı-pencere, sıva işleri var.

Yemekten sonra işbaşı yaptık. Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Onun tanıdığı 2. sınıf öğrencileri var. Sözü onlara bırakıyor. Oldukça karışık bir çalışma yaptık. Daha doğrusu çalışamadık. 4-5 teskere var, tuğla taşınacak 20 kişi sıra bekliyor. Tutanın elinde kalıyor. Kimisi kaytarmakta ünlenmiş. Onlar birbirlerini tanıdığından karşılıklı atışıyorlar. Kızılçullulu arkadaş Kemal Karadeniz’le bir süre tuğla taşıdım. 2. Sınıflarda Rüstem Gündüz’ü tanıdım, bizim Mehmet Yücel’i andırıyor, ince uzun. Onun gibi şakacı. Adı Rüstem olduğu için Zaloğlu Rüstem diyorlar. Zaloğlu diye bir pehlivan olduğunu da öğrenmiş oldum. Ancak Rüstem söz söylemekten işe yer ayıramıyor. İkide bir; “Beni lafa tutmayın!” demesine karşın iş tuttuğu falan yok. Ziya Fikri arkadaşın ağabeyi Fevzi yavaşça; “Bunlar hep böyledir; laf, laf, laf!” dedi. Gene de dördüncü duvar tamamlandı. Çalışan kalabalık bir grup var. Hüseyin Atmaca çalıştırıcılardan; konuşmalarımızı dinlemiş:

-Yarın güzel bir iş bölümü yapılacak, gerekirse iki grup oluşturup gün aşırı ya da öğleden önce-sonra olarak çalışılacak! dedi. Bu arada Sili Ustanın adı geçti. Sili Usta deyince sevindim, buradaymış. Hüseyin Atmaca; “Senin onu anımsaman gerekir, o, o zaman da buradaydı!” deyince ben, “Ben onu hiç unutmadım ama önemli olan onun beni anımsaması!” deyip bana yazılı teşekkürünü anlattım. Hüseyin Atmaca: “Kesinlikle o seni unutmamıştır, bak göreceksin; sen önce sus, bekle. O birden bire söylemez, konuşurken eskiden söz ediverir!” dedi. Bu arada Ali Yılmaz Öğretmeni sordum. Onun ayrıldığını söylediler.

Öğle yemeğinde Hidayet Gülen Öğretmen masamıza geldi, bizimle yemek yedi. Güzel konuşmalar yaptı, bizi umutlandırdı. İnşaattan söz eden oldu. Hidayet Öğretmen gülerek:

-Kimi zaman çevremdeki çocuklara bakıp, içimden; “Hidayet nedir bu senin çilen çevrende hep çocuk hep çocuk, çocuksuz bir yaşamın olmayacak mı? diye soruyorum. Hemen arkasından içimden gene bir ses geliyor; “Ne diyorsun Hidayet? Sen öğretmenliği meslek olarak seçtin. Çocuksuz öğretmenlik olur mu? ” Size de bu soruyu soracağım:

-Siz Köy Enstitüsünde okuma mutluluğunu yakaladınız. Bu mutluluğunuz, yurdumuzun köylerini kalkındırma yolunda çabalarınızla sürecek. Köylerin kalkınması, sağlık, eğitim yanında o denli ağırlıklı aynı zamanda yapı işleri olacaktır. Kerpiç evde oturan insanların sağlığı sizin sorununuz olacak. Akan sulardan, açık çeşme yalaklarından içilen suları, kapalı korunaklı yerlere geçirmeyi siz yükleneceksiniz. Bunların her biri sizi işlerle, inşaatlarla karşı karşıya bırakacak! deyip güldü. Konuyu değiştirip bana, soru sual etmeden; “İbrahim, burada istediğin müzik ortamını bulacaksın, geldiğine bu bakımdan çok sevindim!” dedi. Arkasından, “akordiyonlar  da var piyanolar da!” diye ekledi.

Çalışanların sayısında azalma oldu. Bir grup başka bir işe gitmiş. Mehmet Kocaefe ile önce tuğla sonra da harç taşıdık. Mehmet Kocaefe arkadaş da benim gibi kaytarmayı hiç düşünmüyor. Nedense bir süre iş durduruldu.

Sili Usta geldi. Sanırım aynı giysileri giyiyor. Başı gene şapkalı. Yalnız olarak geldi. “Bakalım tanıyacak mı?” sözü geçti içimden. Böyle tanımazsa fazla bir sorun olmaz. Tersine ben yanına gidince tanımazsa o zaman utanırım. Olayı oluruna bırakım.

Sili Usta, 2. sınıf öğrenci Hüseyin Atmaca ile konuştu. Bize, işi bırakıp sıraya girmemiz söylendi, onlar da inşaatı dolaştılar. Hüseyin Atmaca gelip önce biz Kepirlileri 5’er, 6’şar olarak 3’e böldü. Ötekileri de 12’şer, 13’er olarak böldü. Yuvarlak olarak 40’ar kişilik 3 grup oluşturduk. Gruplar başındakilerin adlarıyla çağırıldı. Atmaca grubu, Ula gubu, Ötnü grubu. Ben Ötnü grubuna düştüm. Enver Ötnü de Kızılçullulu bir arkadaş. Yemek masası arkadaşlarımız da bizim gruba düştü: Şükrü, Kemal, Mehmet. Ziya Fikri’nin ağabeyi Fevzi de bizimle oldu. Bir gün taşımacı, bir gün örücü bir gün harç yapıcı olarak çalışacağız. Biz taşımacı olduk.

Öğleye dek işler iyi gitti. Şükrü ile teskere çekiyoruz. Şükrü çok şakacı ama sözlerini bilgileriyle donatıyor. Yavaş sesle bizi romanlarda okuduğumuz Sibirya sürgünlerine benzetiyor. Konuştukça onun çok okuduğu kanısına vardım. Sanıım o benim onun okuduklarını okumadığımı sandı. Önce açıklamak istedi: Sibirya sürgünü olanların aylarca gittiğini, gidince de bir daha geri geleceklerini ummadıklarını anlattı. Ben: “Ama gelenler oldu!” Romanlarındakiler olmasa bile Dostoyevski’nin kendisi!” deyince, o, “Tolstoy’un Prens Nehludov’u, Katyuşa’sı; Dostoyevski’nin Gruşinika, Aliyoşa ya da Dimitri’si ne oldu?” dedi. Hemen yanıtlayamadım ama konuşacak çok sözümüzün olduğunu hemen anladım. Bir yandan okuduğumuz kitapları sayarken bir yandan da teskereyi belli geçitlerden geçirerek dökülecek yere gidip gelmelerde dönüş yaptığımız geçitlere adlar taktık. Bu adları takmada da Şükrü usta çıktı. Ben sayısız kent adı bildiğimi sanıyordum ama Sibirya Yolu üstündeki kentleri öğrenmeyi aklımdan geçirmemiştim. Şükrü onları da sıraladı; “1. durak Omsk, 2. Durak: Tomsk, 3. Durak: İrkuts, 4. Durak: Yakuts” diyerek hem güldük hem harç taşıdık. Biz güldük, güldükçe de neye güldüğümüzü merak edenler çoğaldı. Açıklamadık; “Bu bizim için bir enerji gizidir, açıklarsak güçten düşeriz!” dedik. Şükrü arkadaşlarınca sevilen biri. Hemen çevresinde toplanıverdiler. Böylece onları ben de tanımış oldum. Hasan Özden, Halil Dere, Nihat Şengül, Ekrem Bilgin tanıdıklarım arasına katıldı.

Akşamüstü bir grupla Köye gittik. Köyde hiçbir değişiklik yok. Yalnız köy yolu daha düzgün. O da yapıldığından değil, çok araç gelip gittiğinden kendiliğinden düzelmiş gibi görünüyor. Çifteler grubundan arkadaşlar bize katıldı. Mustafa Atavcı’yı sordum. O öğretmenliği seçmiş. Burada yakın arkadaşı varmış. Çiftelerli arkadaşların adları biraz farklı: Fakı, Durmuş Ali, Azmi, Muttalip, Talip, Burhan. Çiftelerliler çok sevinçli, müdürleri buraya gene Müdür olarak atanmış. Çok çalışkan olduğunu anlattılar. Yusuf Asıl, duramadı sordu: “O çalışkan Müdür bizim inşaatta da çalışacak mı?” Arkadaşlar Yusuf’un çakasını algılayamadılar; “Aaa, Müdür inşaatta çalışır mıymış?” dediler. Çiftelerli arkadaşların sevinçleri sonsuz. Müzik Bölümü Başkanı onların okulundan gelmeymiş. Çifteler Tarım Başı da yakında gelecekmiş. Müzik Bölümü öğretmenlerinden de oradan gelenler varmış. Enstitü bölümündeki öğrencilerin çoğu da oradan gelmeymiş. Kepirtepe’den Çifteler’e giden Ahmet Gürsel Öğretmeni sordum. Tanımadılar:

-O, Hamidiye bölümündedir! dediler. Böylece yeni bir bilgi edinmiş olduk. Çifteler Köy Enstitüsü iki bölümlü: Hamidiye/Mahmudiye.

Akşam yemeğinde biz ağır ağır konuşarak atıştırırken iki kız gelip Kızılçullulu arkadaşlarla konuştular. Kızılçullu grubunda iki kız olduğunu böylece öğrenmiş olduk. Onlar şimdilik Enstitü bölümündeki kızlarla kalıyormuş, Fatma-Dürriye. Onlar gidince bizim arkadaşlarda bir kıpırdanma oldu. Öteki masadan Mehmet Yücel bana, Rukiye Dökmen Öğretmeni anımsattı. Geçmişte biz, Rukiye adını Düriye’ye çevirip şarkı söylerdik, onu anlattım. Onlar da bize bazı şakalarını aktardılar.

Bu günümüzü de iyi bitirdik ama omuzlarımda bir ağırlık var gibi. Neyse ki akşamları erkenden uyuyabiliyoruz. Akşam yemeğinden az sonra yattım. Kendi kendime: “ Omsk-Tomsk-İrkuts-Yakuts!” derken uyudum.

 

6 Ekim 1943 Çarşamba

 

Bugün bizim harç günümüzmüş. Harç karmak iş olarak önemli değil ama giysi sorunum var. 3 takım giysime karşın, iş düşünmediğim için, öyle bir giyecek getirmedim. “En eskisi bu!” deyip güzelim, kemeri örgülü kahve rengi takım giysilerimle çıktım. Şevki Aydın gördü: “Böyle mi harç karıştıracaksın?” diye sordu. Durumu anlattım. Kazağımın olup olmadığını sordu. Kollu bir kazağım var. Hemen bana bir eski pantolon buldu, kazakla onu giyip arkadaşlara yetiştim. Zorlu bir çalışma yaptık. Tek avuntumuz: “Yarın bu işte olmayacağız bir, bir de cumartesi dinlenme, isteyen Ankara’ya gidebilecek!” Biz Ankara için can atıyoruz. Şevki Aydın Kepirtepe’ye gelince Konservatuvara gittiklerini söylemişti. Bunu bir türlü soramıyorum: “Ne zaman, nasıl gidiliyor?”

Sili Usta uzaktan görünüp gidiyor. Daha çok duvar örücüleriyle ilgileniyor. Sokulup söz atmadığıma sevindim. Bunu yapsaydım, kesinlikle tanımayacaktı.

Yemeklerde büyük bir değişiklik yok. Sanırım azıcık pay artışı var. Bir de tabaklar biraz daha büyük gibi. Şükrü ile aynı gruptayız ama geniş alana dağıldığımız için iki ikiye konuşamadık. Sabri Taşkın’la Kemal Güngör’ü tanıdım. Sabri, bizim İdris’i andırıyor. Kuşkucu, alıngan ama her söze de yanıt vermeye kalkışıyor. Ancak arkadaşları arasında çok sevildiği belli. Bugün, dünkü kadar yorulmadım. Şevki Aydın’a bir daha teşekkür ettim. Kendi giysilerimle çalışsaydım, onları bir daha giyemeyecektim. Verilen pantolon da bende kalacakmış. Sahibi bana bağışlamış. Şevki ondan söz etmişti; en güzel akordiyon çalan oymuş. Ona da benden söz etmişmiş. O şimdi Enstitü bölümünde serbest mandolin çalıştırması yaptırıyormuş. Yazın burada kaldığı için buradaki işi henüz bitmemişmiş: Hüseyin Çakar. Bu arkadaşı görmedim ama şanslı saydım. Arkadaşları harç kararken o öğretmenlik yapıyor. Aynı zamanda piyano öğrencisiymiş. Belli saatlarda piyano çalışmasını da sürdürüyormuş. Bu şanslı arkadaşı tanımak istedim.

Akşam yemeğinde Kızılçullulu kızlar Şükrü’yle oturmak istediler. Tam karşıma geçtikleri için rahat konuştum. Fatma daha gösterişli ama az konuşuyor. Dürriye daha zayıf gibi, sarışın; oldukça konuşkan. Bizim kızları sordular. Kepirli arkadaşlar benden önce ; bizim Kepirtepe'de kızlarla bir ilişkimiz olmadığını, onları pek tanımadığımızı söylediler. Bu kez Fatma söze karıştı: “Aaa, nasıl olur? Bizim son sınıfta da kız yoktu ama biz onları tanıyorduk. Sizin kızlar ayrı yerlerde mi yoksa?” Kem küm ederek yanıt vermeye çalıştık. Gerçekte benim yanıtım hazırdı ama bunu daha sonra vermeyi düşündüm. Bizim sınıfı tanımayana, onlar hakkında yeterli bilgi vermenin zor olacağını düşündüm. Sami Akıncı bile ıkına tıkına yanıt vermeye çalıştı. Kepirtepe'deyken yaptığımız tartışmaları üzülerek anımsadım. Arkadaşlarımız, akşam sabah kızlardan söz ettiler ama bir ikisi dışında kimse onlarla konuşmadı.

Yarın, yıllar sonra duvar örmeye döneceğimi düşünerek yattım. Sili Usta beni duvarda görünce kesinlikle tanımaz. Çünkü o beni hep hızar başında ya da çatılarda gördü. Öyle bir görse ancak anımsar diyerek uyudum.

 

7 Ekim 1943 Perşembe

 

Kepirtepe’den ayrı bir hafta geçiriyoruz. “Buranın hengamesi orasını çabuk unutturacak!” gibisine konuşanlar oldu. Mustafa Saatçı: “Ah, ah!” diyecek oldu. Mehmet Yücel eski neşesi gelmiş gibi: “Hadi oradan, ayrılırken “Dut yutmuş tavuk” ( O güzel kuşu üzmemek için bülbül diyemiyorum) gibi sustun!” deyince Mustafa sahiden sustu. Bekir Temuçin bir öneride bulundu: “Esmer’le Saatçı’yı başgöz edelim!” Sus! diyenlere Bekir: “Kendi aramızda. Nasıl SS habersiz kaldıysa burada da öyle yaparız!” Karar verildi: “Bundan böyle FS.”

Kahvaltıya kızlar gene bizim masaya geldi. Kalkarken bizim arkadaşlar benim Mustafa Saatçı'yla yer değiştirmemi önerdiler. Karar verildi.

İnşaata gidince bizim grup duvarlara dağıtıldı. Bir rastlantı ben kapının önündeki duvara düştüm. Daha ikinci tuğlayı koyarken aşağıdan bir ses, “dur dur! yanlış, yanlışşşş!” dedi. Baktım Sili Usta, gülüyor. Elini salladı: “Tuğla değil sen yanlış yerdesin, in oradan!” deyip beni çağırdı. Yanındaki kişinin kim olduğunu bilmiyordum. Hiç görmediğim biri. Sili Usta ona bir şeyler anlattı. Bu kez o kişi benim nereli olduğumu sordu. Lüleburgaz/Kırklareli deyince kişi kahkahayla güldü: Sili Usta’ya “senden çok bana yakın, benim hemşerim çıktı.” Bana dönerek “ben de Kırklareli’liyim, hemşeriyiz!” dedi şaşırdım. Sili Usta elimden tuttu, karşıda birisine el etti. Gelen Hüseyin Atmaca’ydı. Atmaca adımı yazdı. Onlar ayrıldılar. Atmaca bana: “Nasıl? Sili sevdiği insanları kolay kolay unutmaz, demiştim!” Yanındakini sordum. Atmaca: “Onu tanımıyor musun? O Hürrem Arman. Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü. Şimdilik bizim de müdürümüz odur!” dedi. Şaştım. Adımın neden yazıldığını sordum. Yarından başlayarak marangozluk işlerinde çalışacağımı söyledi. Geri döndüğümde yerimde başka bir arkadaş çalışıyordu. Yeni marangozluk grubu oluşturulduğunu bilenler varmış. Bana; “Sen bugünlük geçicisin istediğin yerde çalış!” dediler. Halil Basutçu’nun yanına gidip ona tuğla hazırladım. İlk yılda olduğu gibi birlikte Halil Basutçu ile çalıştık. Halil de benim gibi işten yılmayan bir arkadaş. Hiç yakınmadan işe sarılmış, durmadan çalışıyor. Yakınanlar için de; “Onlar hep öyle değil mi?” sorusunu sorup geçiyor. Okul Müdürünün Kırklarelili olduğunu söyleyince bizim arkadaşlar iyice şaşırdılar; “Sen gene bir dayanak buldun!” dediler. “Neden yalnız bana dayanak? Burada 6 arkadaş Kırklareli ilinden. Üstelik Hepimiz Kepirtepeliyiz. Kepirtepe Kırklareli’de değil mi?” dedimse de onlar beni şanslı saymada direndiler.

Yatınca, düşler kurdum. Kırklareli’ye gidince okul müdürünün kim olduğunu öğrenme yollarını düşündüm. Vahit Dede kesinlikle bilir. Düşündüm, ben Vahit Dede’yi nasıl bulacağım? Vahit Dede, Hasan Amcamı, Hasan Amcam kızları çağrıştırdı. Yıllardır buralardaymışım gibi bir duyguya kapılarak kendimi yalnızlık duygusuna sürükleyerek kederlendim. Öylece uyumuşum.

 

8 Ekim 1943 Cuma

 

“Neden böyle kararsızsın kardeşim!” diyen Sami Akıncı'nın sesini duydum. Sıradan bir söz diye duymazdan gelecektim. Karşısındakinin Mehmet Yücel olduğunu görünce irkildim. Dünkü zorlanmadan sonra arkadaşın geri dönmek istediğini anladım. Bir an durdum; o kendi bir şey söylemezse duymazdan gelip geçecektim. Mehmet Yücel beni gördü:

-Arkadaş, ben dönmeye kesin karar verdim. Bana engel olmak için sakın diretmeyin. Burası benim için değil. Salt bu bina değil, genel hava benim yapıma uygun gelmeyecek. Bu bina bitecek ama yarın buradan çıktıktan sonra da bu çalışmalar sürecek. Biliyorum köylerde de benzerleri olacak ama oradakiler daha küçük çapta daha az hengameli olacak. Köyüme gidersem, zaten oranın iyi fena bir okulu var. Öteki köylerde de böyle. Biliyorsunuz bizim ilçemiz Lüleburgaz’ın, ilimiz Kırklareli’nin 90/100 okulları tamamlanmış durumda. Kalkıp bana köy evlerini yaptıracak değiller ya. Ben böyle düşünüp karar verdim. Kalırsam üzülüp hastalanmaktan korkuyorum. Zaten evden bana “Sen bilirsin!” demişlerdi. “Ben böyle bildim!” deyip dönüyorum!”

Mehmet Yücel’e arkadaş olarak ayrıldığımıza üzülmenin ötesinde hiçbir şey söyleyemedim. Hangi gün döneceğini sordum. Ama çok üzüldüm. Kepirtepe’den ayrılırken böyle olmamıştım. Uyandığımda Sili Usta nedeniyle çok sevinçliyken birden ağlamak derecesinde kederlendim: “Madem kesin kararını verdin, acele ayrılma, bir iki gün kal, konuşalım!” deyip ayrılırken Mehmet Yücel de öyle yapacağını, Hidayet Gülen Öğretmenle konuşacağını, ancak engel olmak isterse kesin kararından dönmeyeceğini söyledi. Karşılaştığım arkadaşlara üzülmesinler diye söylemek istemezken arkadaşların tümünün haberli olduğunu öğrenim. Meğer Sami Akıncı ile ben bu kararı son öğrenenlermişiz.

Kahvaltıya Mehmet Yücel’le gittim. Fatma ile Düriye Şükrü’nün yanında olmak için bizim masaya gelmişler. Yusuf yer değiştirdi, Mehmet Yücel bizim masaya oturdu. Hiç bir şey yokmuş gibi şakalarını yaptı, konuştu. Kızlar da onun neşesine katıldılar. Hüseyin Atmaca bana iki ad verdi, iki sanat öğretmeni Suat İlhan ya da Asaf Fevzi! Bunları görecekmişim. Meğer bunlar dört kişiymiş. Bizimle ikisi ilgiliymiş. Kalkınca benim aramama gerek kalmadı. 2. sınıftan birileri beni buldu, Kepirtepeli 5 arkadaşı da benim seçmemi söyledi. Ben, Salih, Orhan, Harun, Yusuf, Hasan olmak üzere bizim eski grubu seçtim. Çoğunluğu Kızılçullu’dan olan 14 arkadaş daha geldi. Olduğu gibi duran bizim atölyeye bir kez daha gittik. Olduğu gibi diyorum ama çevresi atık kereste yığınlarıyla dolu. Neredeyse uzaktan görünmeyecek ölçüde arada kalmış. Makinelerin başında da iki usta var: Hasan Usta, Mustafa Usta. İkisi de tam usta olmalı, bize hemen; “Biz ustayız ama size değil, atölye işlerinde çalışan öğrencilerin ustasıyız!” dediler. Onlara kimse bir şey demeyince ben:

-Biz de şimdiye dek öyle çalışmıştık! dedim. Sili Usta bir öğretmenle geldi. Planlar çıktı, sayılar hesaplar yapıldı. 2. Sınıflardan Tevfik Gültekin’le Nüsret Ökmen adlı öğrencileri öğretmen tanıyormuş, bizi onların yanlarına böldü. Bir grubumuz kesmeye bir grubumuz temizlemeye başladık. Bina öyle, bizim alıştığımız gibi 4-5 metrelik kerestelerle makas yapıp geçiştirilecek türden değil. Öğleye dek durumu kavramaya çalıştık. Tekrar tekrar plana bakınca durum anlaşıldı. Bina geniş ama güçlü ara duvarlar var. Hiç farketmez, makasları yan yana koyup kapatacağız. Tevfik tatlı dilli, Nüsret biraz ağırdan alıyor. Tevfik’e sordum. O doğrucu; “Vallahi ben bu işlerden anlamam. İşbölümü yapılınca bana bu görevi verdiler ama, pek çalıştığım iş değil!” deyip işin içinden çıktı. Nüsret konuşmaları duymasına karşın susunca durumu anladım:

– Gayret bize düşüyor! Salih’le karşılıklı sorular sorarak bizim bu işi anladığımızı duyurmaya çalıştık. İlk gün böyle geçti.

Akşam yemeğinde duyuruldu: “Cumartesi günü dinlenme, ancak Pazar günü tam gün çalışma.” Ankara’da gezmek için biz, pazarı duymazdan geldik. Özellikle Mehmet Yücel arkadaşımızla Ankara’da dolaşmak hoş olacak. Mehmet Yücel Hidayet Öğretmenle konuşmuş. Hidayet Gülen Öğretmen bir süre konuştuktan sonra Mehmet Yücel’e sormuş: “Dönmekte kararlı mısın?” Mehmet Yücel: “Kararlıyım!” deyince gülmüş: “Gitmeseydin iyi olacaktı ama kalmaman da fena olmayacak, seni biz böyle düşünüp gülerek anacağız!” demiş.

Akşamki konuşmalar hep Ankara üstüne oldu. Konservatuvarı düşünüyorum ama oraya yalnız gidebilir miyim? Ben böyle içimden kuşkulanırken Abdullah Erçetin gülerek sordu: “Sevgili öğretmenini görmeye gitmeyecek misin?” Birden yakalanmış bir suçlu gibi titredim. “Aklımdan geçenleri nasıl bildi? Bildiğine göre demek ip ucu vermişim!” deyip: “Onu düşündüğümü nasıl anladın? ” diye sordum. Yanıt beklerken Abdullah açıkladı: “Seninle o kadar çalıştı, arkadaş gibi davrandı, ararsan sevinir!” deyince kafam önce karışır gibi oldu. Az durup düşünürken Asım Öğretmenden söz edildiğinin ayırdına vardım: “Hep onu düşünüyorum ama benimle gelecek bir arkadaş olmadan gitmeyi göze alamıyorum!” dedim. Abdullah “bu kez olamaz ama gelecek gidişimizde ben gelirim!” deyince, sevindiğimi söyleyip sözü kapattım. Asım Öğretmenin nerede okuduğunu gerçekte tam bilmiyorum. O da Süheyla Öğretmenin okuduğu okula gitti, bu kadarını biliyorum da okulunun nerede olduğunu bilmiyorum. Bu kez de, “yoksa o da Cebeci’de mi?” diye düşünmeye başladım. Birden: “ Şevki Aydın bunları bilir, ondan sorarım!” deyip rahatladım.

Bizim arkadaşlar da bu gece uzun süre konuştular. Onlar da ötekilerden mi özendiler yoksa buranın havası hepimizi öyle mi yapacak? Bunları düşünürken uyudum.

 

9 Ekim 1943  Cumartesi

 

Hava güzel: “Haydi Ankara’ya!” sözleri gitmek istemeyenleri bile ayaklandırdı. Hüsnü Yalçın hazırlanmış. Görünce sevindim: “Birlikte resim çektireceğim, yan kırma!” dedim. Hüsnü: “Ben gelmiyorum!” deyince şaşırdım: “Neden giyindin o zaman?” Hüsnü gülerek: “Size özendim de ondan!” dedi. Halil’e “gel şunu zorla götürelim!” deyince o da güldü: “Ben de bu kez gelmiyorum, gelecek günlerde birlikte oluruz!” dedi. Yusuf, Kadir, Mehmet Yücel, Hasan Üner, Kızılçullulu arkadaşlardan kalabalık bir grup hemen yola çıktık. Tren bizim istasyonda duruyormuş. Bindik ama bir yandan da sormaya başladık: “Tren durduğuna göre biz geçen hafta neden Lalahan’da indik?” Trenin durup durmaması Lalabel yokuşu yüzünden olduğu için oradan gelenler duruyormuş, tersten gelenlerin de şimdilerde belli saatlerde duranları oluyormuş. Örneğin akşam geleceğimiz duracakmış ama ondan sonra gelenler gece boyunca durmadan geçiyormuş.

Trene binince yeni bir kolaylık daha öğrendik. 2. sınıfların bilet almadan bindiklerini görünce ilgiyle bakıştık. Ellerinde hepsinin bilet gibi kağıtlar var. Bunlar toptan alınıyormuş. Yılbaşında bizim de öyle sürekli biletimiz olacakmış. Buna da sevindik. İstasyonları sayarak Cebeci Köprüsüne vardık. Süheyla Öğretmenin okulunun yarısını uzaktan gördüm. Cebeci Durağında inince doğruca okula gidebileceğim. Yenişehir yazan yerde 2. sınıfların çoğu indi. Sorduk, onların Yenişehir’e gittiklerini söylediler. Yenişehir Ankara’nın en güzel yeriymiş. Bundan sonra gelişimizde biz de burada inmeye karar verdik. Gerçekten istasyonda indikten sonra uzun bir yolculuk yaparak Yenişehir denilen yere ulaştık. Dümdüz geniş yollar, yol kenarlarında topak topak düzgün ağaçlar.

Oralarda dolaşırken öğleyi ettik. Uzunca bir yürüyüşten sonra gene bildiğimiz Büyük Atatürk heykelinin yanına Ulus’a çıktık. Tam karşıdaki bahçe içindeki köfteciden köfteli ekmek alıp yedik. Buraya ilk kez İsmet’le ikimiz gelmiştik. Saatimi buradan almıştım. Derken saatimin ileri gittiğini anımsadım. Aldığım yerde daha iyi bakarlar düşüncesiyle gidip aldığım saatçıya göstermeye karar verdim. Arkadaşlara anlattım: “Dükkanın yerini elimle koymuş gibi biliyorum. Büyük kitapçı dükkanının bitişiğinde. Oradaki çocuk, adı İsmet’ti; şimdi büyümüştür!” deyince arkadaşlar çıkışırca sordular: “Çocuğun adının İsmet olduğunu nerden biliyorsun?” Olayı ayrıntılarıyla anlattım: İsmet’le dükkana girdiğimizde saatçi bizi önce dinlemek bile istemedi. İsmet tatlı dil kullanarak saatçıyı etkileyince bir süre elindeki işle uğraştıktan sonra birden “İsmet!” diye haykırınca bizim İsmet: “Efendim!” diye toparlandı. O sıra içerden de bir çocuk sesi geldi: “Efendim baba!” Çocuk dar bir kapıdan yanımıza gelip saatleri gösterdi. O İsmet bizim İsmet’ten küçüktü ama bizimkinin yakınlaşmasıyla o saat birbirlerine “Adaş” dediler, saatin fiyatından indirim bile yapıldı! O zamanki küçük İsmet şimdi büyümüştür.”

Arkadaşların bir bölümü köftelerini yerken Mehmet Yücel’le Hasan Üner bana katıldı; koşup saatçiye uğradık. Gerçekten o çocuk büyümüş, giysileri değişik. Bir gözünde kocaman bir gözlük. Kapıdan girince yan yan bize baktı: “Buyur!” dedi. Ben gülerek: “İsmet!” dedim. Çocuk gözündeki o makara gibi şeyi çıkarıp: “Evet benim, buyurun!” dedi. Arkadaşlar biraz şaşkın, gülümseyerek bizi izlediler. Saati buradan aldığımı söyledim. Hiç bir şey demeden elini uzattı, saati alıp açtı, elindeki cımbızla kurcaladı. Karşısındaki saate bakıp ayarladı. : “Birkaç ay sonra bir daha uğra. Gelinceye dek de sakın başkasına kurcalatma!” dedi. Para da almadı. Dükkandan çıkınca Mehmet Yücel bana: “Arkadaş, sen Ankara’yı öğrenmişsin, bir ayakkabıcı ile bir de terzi ayarlayınca burada rahat edeceksin!” deyip güldü. Arkadaşlara durumu anlattılar. Hayret bir şey, ben anlatsaydım kesinlikle bana inanmayacaklardı. Mehmet Yücel’i dikkatle dinlediler. Olayın içinde ben olmama karşın, beni yok saydıkları gibi İsmet’in adını bile anmadılar.

Bir süre sustum. Baktım; susmakla Ankara öğrenilmeyecek, Anafartalar tarafına çıkmayı önerdim: “Orasını, tepedeki parka kadar iyi biliyorum!” dedim. Giderken sağ tarafta çukurda nota satılan yer vardır: “Burasını bize Süheyla Öğretmen göstermişti!” deyiverdim. Hemen bir soru geldi: “Süheyla öğretmenle buralarda ne zaman gezdin?” Gülerek: “Rüyamda gördüm!” deyip kestim. Az sonra dediğim çıktı. Kitapçıların bitişiğinde müzik notaları asılıydı. Biraz böbürlenerek: “Az daha yürüsek Süheyla Öğretmenin okuluna varacağız!” dedim. Arkadaşlar Süheyla Öğretmeni çoktan unutmuş. Abdullah Erçetin anımsattı: “Öyle ya, senin şimdi burada iki tane müzik öğretmenin var: Süheyla Başokçu, Asım Kaveller.” Arkadaşlar buna iyice şaşırdı. Mehmet Yücel: “Ne vefalı öğrencilersiniz, öğretmenlerinizi unutmuyorsunuz!” dedi. Bu kez de ben Mehmet Yücel’e: “Senin de vefalı olduğunu biliyoruz, unuttuk sanma, Hayriye Öğretmene nasıl bağlandığını biliyoruz. Burada kalamayışının nedenini de pekala buna bağlayabiliriz.” Gülenler yanında şaşıranlar oldu: “Hayriye Öğretmen kimdi?” Nisan ayında Turgut Bey köyüne ders uygulamasına gittiğimizde oradaki bayan öğretmene Mehmet Yücel arkadaşımız abayı yakmıştı. (Bu söz onun sözüydü) Uzun süre bu “Aba yakma” sözü aramızda güncel konu olarak uzun süre yaşamıştı. Daha sonra Edirne gezisi, fidanlık incelemesi, askerlik kampı, sınavlar derken olay unutulmuştu. Ben kurcalayınca yeniden dile dolandı. Mehmet Yücel Hayriye Öğretmen için dönüyor. Günün bu saatinden sonra Ankara gezisi sözleri yerini Hayriye Öğretmene bıraktı. Şaka da olsa onu konuşa konuşa dolaştık, T.B.M.M. önünden geçerek istasyona zamanında indik. Karanlık olmak üzereyken de okula döndük. Her cumartesi Ankara’ya gidenler oluyormuş. Özellikle Güzel Sanatlar Bölümü zorunlu olarak konserlere ders olarak gidiyormuş. Öyleyse ben her cumartesi Ankara’da olacağım. Mehmet Yücel arkadaş içten bir sesle: “Hayırlı olsun!” dedi. Akşam yemeğine yetiştik.

Yemekte benim saat olayım anlatıldı. Kızlar çok güldüler. Bu olay benim çok işime yaradı. Kız arkadaşlar daha yakınlık göstermeye başladılar. Bu arada Şükrü de benimle Sibirya yolculuklarımızı anlattı. Ona da katıla katıla güldüler. Hangi bölüme geçeceğimi sordular. Benden önce bizim arkadaşlar Güzel Sanatları söyleyince, beni, neşeli, şarkı söyleyen biri olarak sandıklarını söyleyince sustum: Böyle bir yeteneğimin olmadığını söyleyememenin acısını duyarak sustum. Besbelli ki insanlar müzik deyince: şarkı söylemek, neşeli olmak gibi şeyler düşünüyor. Hele sesi olmak, çok önemseniyor. Sesi olmak, ne demek? Bunları ben de bilmiyorum. Müzik derslerimize gelenlerin hiç birisi öyle çok bağırmadı. Adem Gürçağlayan hiç bağırmamıştı. Behire Bil Öğretmenin sesini sanırım hiç duymadım. Süheyla Öğretmen birkaç kez İstiklal Marşı için çok hafif ses vermişti. Asıl Öğretmenin sesi gerçekten çok gürdü ama o da ancak konuşurken, top oynarken bağırıyordu. Müzik derslerinde benden daha çok ses çıkardığına tanık olmadım. Gene de sesimin Abdullah Erçetin yanında müzik için uygun olamayacağını düşünüyorum. O, notayı okurken, nota benim okuduğum notalıktan bir başka sese bürünüyor.

Erkenden yattım. Yarın Pazar. Pazar çalışmaları topluca inşaatta oluyormuş. Yarın gene teskere taşıyabilirim. Ankara, Ankara! diye diye işte Ankara’ya geldim. Ankara’ya gelmek binalara bakmak değil herhalde! A’nın arkadaşı Hamdiye burada, onu görebilecek miyim? İlkokul arkadaşım İsmet Akın burada, onu bulup konuşabilecek miyim? Süheyla Öğretmeni bulabilecek miyim? Hele hele Asım Öğretmenle buluşup Ankara’da gezebilecek miyim? O kendisi derdi: “Ben okula girersem, sen de gelebilirsen Ankara’da buluşup gezeriz!” O geldi, ben de geldim; buluşup gezmek kaldı. Ben, ilişki kurmayı başarabilecek miyim?

 

10 Ekim 1943 Pazar

 

Yattığımız yer kapıdan girilince derinliği olan bir yer. Kapı binanın dar yerinde. Bizim yataklar da sonradan geldiğimiz için kapı önünde. Diplerde yatan 2. sınıflar bizim önümüzden geçiyor. Çok seyrek gördüğümüz kimseler var. Bunlardan birisi bu sabah yanımızdan geçerken yattığımızı görünce laf attı: “Kalkalım arkadaşlar, Amele Takımı erken kalkar!” dedi. “Amele Takımı” sözü arkadaşları incitmiş. Olayı konu edip üstünde duranlar oldu: “Kalın, gür sesli birisi!” Mustafa Ersoy duydu, kim olabileceğini, bunu niçin söyleyebileceğini bir süre düşündü. Kahvaltıda Şevki Aydın’a da söylendi: “Kalın, gür sesli!” denince Şevki Aydın güldü: “O bizim Abdullah’tır. O, hakareti falan düşünmez, şakacıdır, size yakınlaşmak istemiştir. Pazar günleri yapılan çalışmalara da herkesten çok kızdığı için öyle konuşur. Sakın alınmayın, ben onu getir, sizinle konuştururum!” Sinirlenenler yatıştılar.

Kahvaltıda söz konusu kişi geçerken, kendiliğinden bu kez de gülerek: “Afiyet olsun!” dedi. Az önceki sesin bu olduğu söylenince Şevki o arkadaşı elinden tutup getirdi. Arkadaş eğilerek selam verdi, adını söyledi. Abdullah Ön. Çiftelerden gelen iki arkadaşla konuşmuş oldum. İkisi de Abdullah. Biri Abdullah Özkucur, biri Abdullah Ön. Şaka olsun diye sordum: “Sizde başka Abdullah var mı? Yanıt verdi: “Yok, sizde varsa üç olacağız!” dedi, yürüdü. Bu sözüne de güldük.

Bizim marangozluk grubu, yardımcı sayıldığından taşımaya verildi. Niçini sorulduğunda, “ötekilerin belli işleri var, onlar işlerini sürdürecekler. sizler bugünlüksünüz, geçicisiniz; o nedenle taşıyıcı olacaksınız!” Şükrü de taşıyıcı, başka bir arkadaşla eşleşmiş, Arif Işıldak. Soyadını önce öyle anlamıştım, sonra düzelttim; Işıldak değil Işılak’mış. Uzaktan uzağa Sibirya yolcuğu yaptık. Ben aklıma gelen adları söyledim. Şükrü hep düzeltti: “O dediğin yer orada değil!” deyip, Sürgün Yolu üstündeki kentleri söyledi. Gidiş: Oms-Tomsk-İrkust-Yakuts. Dönüş? Dönüş yok! Yorucu bir gün geçirdik. Sili Usta gelmedi. Hüseyin Atmaca’ya sordum: “Sili Usta pazar günleri genellikle gelmez!” dedi.

Yemekten sonra Şevki Aydın beni çağırdı, “sıkılmazsan bizimle gel, plak dinleyeceğiz!” dedi. Plak dinleyeceğiz deyince sevindim. Bizim kahvedeki plakları anımsadım. Onlar kahvede çalınıyordu. Burada da kahve mi var yoksa diye bir süre kendi kendime sordum. Az sonra yönetim binasının altında küçük bir odaya girdik. 2. sınıf Güzel Sanatlar Bölümü öğrencilerinden 8 arkadaş vardı. Piyano-akordiyon çaldığını duyduğum Hüseyin Çakar, Şevki Aydın, bize takılan Abdullah Ön, Şerif Yalman, Orhan Doğan, Fahri Yücel, Mehmet Yelaldı, Mehmet Zeybek. Biraz sıkılarak da olsa girdim. Beklentimin tersine elektrikle çalışan bir başka gramofon. Onlar buna pikap diyorlar. Plaklar da büyüklü küçüklü. Tek benzerlik buna da iğne takılıyor. Onlar plakların çoğunu tanımışlar. Kısa bir tartışmadan sonra serenad çalmaya karar verildi. Serenad sözü Schubert serenadı çağrıştırdı. Ancak o çalmadı. Çok çalgılı bir başka serenadmış. Bestecisi de Mozart. Mozart serenad iki plak. Plak biterken Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Beni görünce gülerek: “Yeni arkadaşları alıştırıyor musunuz?” diye sordu. Bana dönerek: “Bildiğim kadarıyla sizin okul da göçler yüzünden müzik açısından çok fakir kaldı. Okulunuzda böyle pikap yoktu, değil mi?” diye sorunca ben hemen: “Okulda yoktu ama bizim kahvemizde büyük bir Sahibinin Sesi gramofonla 70-80 kadar plağımız vardır, ben yabancısı değilim!” dedim. Mehmet Öztekin Öğretmen gevrek gevrek güldü: “Öyleyse sen bize bu konuda yardımcı olacaksın. Pikabın gramofonla arasında tek fark bunun iğnesinin kendi inip kalkması!” dedi. Bu kez öğretmen, geçen akşamdan yarım kalan plakları altı plaklı bir parçanın 4. plağını koydu. Onlar daha önce konuşmuşlar, onları anımsatıp konuşmalarını sürdürdüler. Bitince de Öztekin Öğretmen bana takıldı: “Sizin plakları dinledikten sonra işte siz bunu yapmazsınız. Biz, dinlediklerimizin bitiminde üzerinde konuşur, bir birimizi aydınlatırız. Bu dinlediğimiz plaklar, büyük bestecilerden Ludwig Beethoven’in 6. senfonisidir. Dinleye dinleye bunları da öğreneceksin!” dedi. Çarşamba akşamı toplanmak üzere ayrıldılar. Şevki’nin iyi arkadaşı olduğunu öğrendiğim Hüseyin Çakar bana yakınlık gösterdi. Akordiyon çaldığını bildiğim için Yaşar’ı sordum. Yaşar'ı nereden tanıdığımı sordu. Hasanoğlan günlerini anlatınca: “Öyleyse sen Hüseyin Atmaca’yı, Bayram’ı, Rahmi’yi de tanırsın!” dedi. Atmaca’yı tanıdığımı, konuştuğumu söyledim. Yaşar ayrılmış, şimdi askermiş. Konuşa konuşa gittik. Bizimkiler hep uyumuştu. Sessizce yattım.

 

11 Ekim 1943 Pazartesi

 

Akşam neredeydin? soruları ile kaldırıldım. giyinirken anlatmaya başladım. Biraz da abartarak kahvaltıda da plak dinleme olayını anlattım. Ben bunları anlatınca benim Güzel Sanatlar kolunda kararlı olduğumu söylemeye başladılar. Onlar söyledikçe ben de benimsemeye başladım. Konuşmalarda böyle ama yalnız kalınca hala çekingenliğim var. Selçuk Korol Öğretmenin söylediklerini kafamdan atamıyorum.

Topluca atölyeye gittik. İlhan Sayın Öğretmenle Suat Tuncay Öğretmen bizi bekliyormuş: “Bugün atölye paydos, inşaata gidiyoruz!” dediler. Ellerinde metreler hep birlikte gittik. Birinci katın duvarları tamamlanmış, kalıp ölçüsü alındı. Hesaplar yapıldı. 2. sınıftan 3 öğrenci de onlara yardımcı oldu. Ekrem Ula-Enver Ötnü-İsmail Koralay. Biz bir saat kadar onları bekledik. Buradaki işler tamamlanınca kereste deposuna gidip ölçülü keresteleri atölye önüne taşıdık. Öğleyi kereste taşımakla getirdik.

Yemekte Abdullah Erçetin yanıma oturdu, “Karar verip Güzel Sanatlar Bölümünü seçersen ben de geleceğim, haber ver, Çarşamba günü dilekçe verilecekmiş!” dedi. Önce öğrenciler seçtiğini bildirecekmiş. Başvurular yapılınca sınava girilecekmiş. Sınavı kazananların kayıtları yapılacakmış. Abdullah’ın sözleri beni daha heveslendirdi. Abdullah’a neredeyse “Olur” demiş gibi oldum.

Öğleden sonra zorlu bir çalışma yaptık. Sürekli ağır kolonları kaldırıp yerleştirdik ya da olmadı, deyim indirdik. Bir ara Sili Usta geldi, gülerek:

“İşler iyi gidiyor!” dedi. Okul Müdürü Hürrem Arman da; “Kolay gelsin, bir katı kapatalım, altında daha rahat çalışırız!” Yerden küçük gibi görünen bina aslında çok büyük. Yüksek olmayacak ama yaygın. Büyük bir harman kadar yer kaplıyor. Belli kalıp tutucuları yerleştirdik. Yarın akşama tamamlamak üzere paydos ettik. Kızılçullulu yeni arkadaşlar edindik. Muzaffer Kayhan, Kemal Kızılelma, Niyazi Başkaya.

Yemekten sonra tren yoluna dek yürümeyi önerenler oldu. Yüksek Bölümdekilere yasak değilmiş. Konuşa konuşa gittik. Hasan Üner kendine bir adaş bulmuş, o da Hasan'mış. Bizim Hasan’dan daha çocuk. Sürekli gülüyor. Soyadı da Güler (Gülel) galiba. Ya da ben öyle anladım.

Küçük Hasan bize, Kızılçullu-Çifteler grupları arasındaki kavgayı anlattı. Geçen yıl başlayan zıtlaşma giderek artıyormuş. Ona göre bu gerginliği Çifteler grubu başlatmış, giderek artmasını da onlar körüklüyormuş. Arkadaşlar arasında konuşmayanlar bile varmış. Geçen yılın kavgalıları bir yana yeni gelenlerin bir bölümü tanışmadıkları arkadaşlara yan bakıyormuş. Ben; “Onlar bize de öyle yapıyor!” diyecek oldum. Hasan hemen; “Onlar sizi bize yakın gördükleri için öyle yapıyorlar!” dedi. Hasan’ın dediğine katılmaz göründümse de içimden olabilirliğini de geçirdim. Zaten biz bunu daha önce Şevki-Mustafa-Mehmet üçlüsüyle de konuşmuştuk.

Yemekte Kızılçullulu kızlardan onların okulundaki kızların çalışmalarını dinledik. Onlar da bizden bizim kızların yaptıklarını sordular. Biz doğru dürüst bir şey anlatamayınca güldüler. Bize göre bizimkiler hiçbir iş yapmamış gibi. Oysa onlar buna kesinlikle katılmadılar. Kızların ağır iş proğramları varmış, onları yapmak zorundaymışlar. Ancak onları biz görmemiş olabilirmişiz: “Sergileri görmediniz mi?” diye sordular. Bizim okulda sergi olmadı diyemedik. “Evet ama, yani, şey, mey” diyerek konuyu atlattık. Yatakhaneye dönünce de kendi kendimize güldük. Bizim okulda gerçekten bazı şeyler eksik kalmış. Belki de bunlara göçler neden olmuştur.

Yatınca da bunları düşündüm.

 

12 Ekim 1943 Salı

 

Herkes birbirine soruyor: “Karar verdin mi?” Yanıtlar hazır: “Ya sen, sen karar verdin mi?” Yarına kadar zaman oluşu, kimileri için bir kurtuluş oluyor. Sami Akıncı kararlı: Zirai İşletme Ekonomisi. Orada matematik-Fizik-Kimya dersleri varmış. Bunlar olunca, öteki okullara atlamak kolaylaşacakmış. Sami’nin kesin seçimi birilerinin işini kolaylaştırdı. Halil Basutçu da kesin karar vermiş: Yapıcılık Bölümü. Hüsnü Yalçın yarı şaka yarı ciddi “Hayvan Bakımı Bölümü” deyip arkadaşları güldürüyor. Hayvan Bakımı Bölümü de mi var? Tavukçuluk Bölümü bile varmış. Bizim Kepirtepe’ye staja gelenler Güzel Sanatlar, Yapıcılık, Zirai İşletme Ekonomisi’nden oldukları için aklımızda o bölümler kalmış, ötekileri duyduksa da tam belleyemedik. En kararsızlarımız ise, Kadir Pekgöz, İbrahim Ertur, Emrullah Öztürk, Salih Baydemir. Kızılçullu grubu bu konuda daha önce sağlıklı bilgi edindiği için çoktan karar vermişler; kime sorsan söylüyor. Güzel Sanatları seçen Ekrem Bilgin’le Halil Yıldırım adlı arkadaşlara sordum. Mandolin çalışmışlar. Burada keman seçeceklermiş. Onlar gibi daha üç arkadaşları varmış, hepsi 5 arkadaş oluyormuş. Zaten o bölüme 15 öğrenci seçilecekmiş. Bunları konuşarak kahvaltıya oturduk. Fatma, bizim konuşmalarımıza katıldı: “Bizim seçme sorunumuz yok, istesek Güzel Sanatlara ya da Zirai İşletme Ekonomisine girebiliriz ama gerek görmüyoruz; Ev Ekonomisi Bölümü bize yetiyor!” dedi. Onun konuşması bize hem bir bölümü öğretti, hem de kızların çekinmeden erkeklerle konuştuğunu gösterdi. Bunu ben iyi biliyordum ama bizim arkadaşların kimisi bu konuda hep çekingen duruyorlardı. Orhan’ın, Ev Ekonomisi için soru soruşu ilgimi çekti.

1. katın kalıp tahtalarını döşemeye başladık. Suat Öğretmen bir grup Enstitü bölümü öğrencisi ile geldi, bize tahta taşımaya yardım ettiler. Hasan Üner, Yusuf Asıl üçümüz birlikte çalışıyoruz. Onlar tahtaları yerleştiriyor, ben ilk çivileri çakıyorum. Bizim gibi yerleştirici daha üç grup var. Onları dinliyoruz, bağırışıp duruyorlar: “Orasını it, buradan getir, çiviler nerede? Onu değil bunu!” türü konuşmalara aramızda gülüyoruz. Bizde böyle bir durum yok. Ne yapacağımızı, hep biliyoruz. Salih’le Orhan’ın yanında bir yabancı var, yandan yandan izliyoruz; hep ayakta. Salih tahtayı ortasından tutup kendine çekerken görmesine karşın tahtanın ucuna yakın olan ayaktaki kişi eğilip yardım etmiyor. Yusuf gülüyor: “Salih belli etmiyor ama şimdi kimbilir ne kadar kızıyordur!” O arkadaş, ne kadar duyarsızmış, gerçekten, öylece bakınarak öğleyi yaptı. Bir ara ben de Salih’i eleştirdim: “Tut şunun ucundan neden demiyor?” Yusuf bana: “Sen der misin?” Diyeceğimi söyleyince bu kez de öğleden sonra kendisinin oraya gitmesini o arkadaşın da yerine göndermesini önerdi. Bunu nasıl söyleyeceğimizi tartıştık. Yusuf gidip açıkça söyleyecek: “Ben bugün bu arkadaşlarla çalışmak istiyorum!” diyecek. İyi bir karar verdiğimizi düşünerek yemeğe gittik. Salih’in de haberi yok. İşbaşı yapılınca Yusuf yanlarında olacak, o arkadaştan rica edecek.

Yemeğe bu planlarla oturduk. Harun Özçelik yemeğe az geç geldi. O gelince arkadaşlar sordular: “Ne yaptın?” Harun Özçelik anlattı, Hidayet Gülen Öğretmen bir yazı işi yapıyormuş, Mustafa Güneri Öğretmenden Harun’u rica etmiş. Harun iki gündür oradaymış. İşleri bitmiş o da gelmiş. Biz kendi hay huyumuz içinde arkadaşın eksikliğinin ayırdına varamamışız. Böylece kurduğumuz plan boşa çıktı. Öğleden sonra biz gene üçümüz, öteki arkadaşlar da eskisi gibi Salih-Orhan-Harun üçlüsü olarak çalıştılar. Bizim çalıştığımız ön bölümün merdiven boşluğu olduğundan, iş biraz uzadı. Arka bölüm düz olduğu için orası çabuk bitti. Biz de bitirmek için direttik, bir saatlik bir gecikmeyle 1. katın üst beton kalıbını bitirdik. Bitirdik ama biz de bittik. Beton kalıbı deyince üste çakılan tahtaları sanan arkadaşlar, alta direk dikmeye başlayınca şaşırdılar: “Bu direklere ne gerek var?” diyen bile çıktı. Son tahtaları çakarken Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Direklere: “Ne gerek var?” sözünü duymuş: “Onlar olmasa beton aşağıya doğru sarkar, döşeme çukurlaşır. Bunu siz biliyorsunuzdur, sanırım şaka olsun diye konuştunuz ama, ben gene de yanıt verdim!” dedi. Arkasından da gülümseyerek “Kepirtepelileri, hep sevmişimdir. Bunu gene çok sevdiğim okul arkadaşım Nejat İdil nedeniyle m? diye de düşündüğüm olmuştur. Ancak bugün bunun bir başka nedeni olduğunu da saptamış bulunuyorum. Kepirtepeliler çok çalışkan; hepsi işe girince tuttuğunu koparan insanlar. Ben böyle insanları hep takdir ederim. Bunu bu gün siz de kanıtladınız!” Saygıyla dinledik: “Sağolun!” dedik.

Akşam yemeğine gecikmeli olarak iş yerinden gittik. Yemektekilerin konuşma konusu yarın verilmesi gereken dilekçeler. Biz de onların etkisiyle aynı olaya kendimizi kaptırdık Ben, Güzel Sanatlar Bölümüne girmeye kararlıydım ama Harun Özçelik’in çekimserliği beni gene kuşkulandırdı. Harun arkadaşımız, olağanüstü güzellikte yazı yazıyor. Hele resimleri benim hiçbir zaman erişemeyeceğimiz düzeyde. Bunu eski Resim Öğretmenimiz Ömer Uzgil gibi son Resim Öğretmenimiz Talat Ayhan Öğretmen de söyledi. Ayrıca Başmüfettiş Hayrullah Örs’ün övgülerini hep dinledik. Bunları Hidayet Gülen Öğretmen de biliyor. Böyleyken Hidayet Öğretmen bugün Harun’a: “Güzel Sanatlar Bölümüne resmini ilerletmek için gireceksen girme, orada gönlünce çalışma ortamı bulamazsın!” demiş. Harun da bunun etkisinde kalıp, dilekçesini başka bölüme yazmış. Birden Selçuk Korol Öğretmenin bana söylediğini değil de söylemek istediğini düşündüm. Harun’a resim için veremediğini bana müzik için verecek mi? Bu yüzden konuşmalara biraz çekinik olarak katıldım. Güzel Sanatlar Bölümündekilerin her cumartesi günü konserlere, ayrıca tiyatrolara gidişi ilgimi çekmişti. Ya onların dışındakiler? Gene de kimseye bir şey demedim. Pikap, plaklar, Güzel Sanatlar Bölümü Başkanı Mehmet Öztekin Öğretmenin candan tavırları gözümün önüne geldi geldi gitti. Çok yorulmuştum, kendimi öyle bırakıp, yatağa uzandım.

 

13 Ekim 1943  Çarşamba

 

“Dilekçeler nereye veriliyor?” soruları arasında uyandım. Arkadaşlar hep hazırlamış. Kendimi arkadaşlar içinde en kararlı sayarken ortalıkta kalmış gibi olduğumun ayırdına vardım. Abdullah Erçetin ben gidersem Güzel Sanatlar Bölümünü isteyeceğini gene tekrarlayınca, bir daha düşündüm. Şevki Aydın’la bir daha konuşmaya karar verdim. Biliyorum o benim için en uygun olanı Güzel Sanatlar Bölümü diyecek ama, o benim müzikle ilgimden dolayı onu söyleyecek. Oysa ben de Sami gibi daha başka okullara gidip başka bir meslek edinmek istiyorum. Bunu Şevki’ye nasıl anlatsam? Sonunda karar verdim, Şevki Aydın’a anlatacağım. Hatta gerekirse Güzel Sanatlar Bölümü Başkanına bile anlatıp esas düşüncemi açıklayacağım. Şevki Aydın’la karşılaşınca durumu çıtlattım. Şevki, gülerek: “Böyle düşünmek senin hakkın. Ancak şimdi yazıldığım bölümde başarılı olursan, bu başarından dolayı bu yılın sonuna dek bir başka bölüme geçme hakkın korunuyor. Girdiğin bölümdeki başarın Okul Başarısı sayıldığından bunu istediğin zaman kullanabilirsin!” dedi. Buna da sevindim. Biraz daha rahatlayarak ben de Güzel Sanatlar Bölümü’nü yazdım. 2. Sınıflardan Süleyman adlı bir öğrenci (Süleyman Adıyaman) yazdıklarımızı topladı. Kağıtları verince sanki o bölüme girmiş gibi hem sevindim hem de sıkıldım. Seviniyorum, çok sevdiğim müzik için bir çok olanaklarım olacak. Çocukluğumdan beri kullandığım plaklara (hem de, Bölüm Başkanının dediğine göre en seçkinlerine) kavuşacağım.

Kahvaltıda arkadaşlara: “Bu konuyu konuşmayalım, ”Hayırlı olsun!” deyip başka konu bulalım!” dedim.

Bizim grup gene atölyeye gittik. Bu kez başka öğretmenler geldi. Onlar da adlarımızı sordular. İkisi de benim yaşımda genç öğretmenler. Birisi bizimle çalışan Mustafa Ustaya ağabey diyor. Biz, makas parçalarını hazırlarken Sili Usta geldi: “Bir makas çatın görelim!” dedi. Ben: “Bir makası durdurmak bizi oyalar, hiç değilse iki makas olsun!” dedim. Sili Usta bana kaşlarını çatarak baktı: “Ben bir tane istedim, sen de istersen kendin için bir tane yap!” dedi. Öğretmenler birbirine bakışırken Sili Usta kahkaha attı: “Bunlar bizim eski dostluğumuzu bilmezler!” dedi. Hazırlanmış parçalardan iki makası bir birine bağlayıp çattık. Sili Usta öğretmenlere birşeyler anlattı. Biz çalışmalarımızı sürdürdük. Orhan Sili Usta için: “Hiç değişmemiş!” dedi. İlhan Sayın Öğretmen duymuş, Sili Ustayı nereden tanıdığımızı sordu. 1941 yılında burada çalıştığımızı, ilk yapılan 10 binanın çatılarını bizim yaptığımızı söyleyince iki öğretmenin de özellikle Yusuf’la Hasan’ın boylarına bakması ilginçti. Daha sonra bize değişik sorular sordular. Hasanoğlan Köy Enstitüsünün kuruluşunda Kepirtepelilerin emeklerinden hep söz edilmiş. Bu nedenle anlatılanları ilgiyle dinlediler. Paydos etmek üzereyken Sanatbaşı ile Okul Müdürü birlikte oradan geçtiler. Mustafa Güneri Öğretmen bize duyura duyura okul Müdürüne: “Kepirtepelilerin bu da özel bir çalışma tekniği, çatıları önce tere kurarlar!” dedi. Gülüşerek dönüp dönüp baktılar. Müdür Bey bu kez Öğretmenlere el kaldırarak selam verdi: “Ay sonunda çatıyı yerinde görelim!” dedi. Onlar gidince öğretmenler bize bakarak konuştular: duvarlar biterse neden olmasın? Mustafa Usta: “Günde 8 makas hesabıyla çalışırsak yetiştiririz!” deyip nasıl hesapladığını anlattı. Hep çatı konuşuluyor, kapılar, pencereler dediğimizde öğretmenler: “Aslında binanın tamamlanması yılbaşını bulacak, bunu hep kabullendik. Buranın kışı erken gelir, gelince de tam gelir. Çatı altına girersek öteki işleri orada toparlarız, gerekirse makineleri de oraya taşırız. Biz geçen yıl öyle de çalıştık!” dediler.

Paydosta dilekçeleri toplayanı gören arkadaşlar sormuşlar. Nasıl yanıt vermişse bizimkiler kızmışlar. Yusuf Asıl: “O ne biçim öğrenci öyle? Memur gibi bir şey. Bizim Asaf Amca gibi, konuşmaya üşeniyor!” dedi. Asaf Amca sözü herkesi güldürdü: “Asaf Amca 40-50 yaşında adam, bu daha öğrenci” diyen oldu. Bu kez Yusuf bunun da en az kırk yaşında olabileceğini öne sürüp bizi bir süre güldürdü. Yüzü buruşuk, çenesi düşük, saçı dökülmüş gibi kusurlar saydı. Bizi dinleyen 2. sınıflardan çok temiz yüzlü biri, (Nuri Özyıldız) Süleyman Adıyaman’ın çok çalışkan olduğunu, ancak hastalık geçirdiği için bu günlerde bedenen çok zayıfladığını anlattı. Böylece bir 2. sınıf öğrencisini daha tanımış olduk. Nuri Özyıldız, Manisalı olduğunu, Manisa’nın İzmir’e olan yakınlığına varana dek özelliklerini de bize anlattı.

Yemekte Şevki Aydın gelip beni gene çağırdı. Erkenden gittik. Mehmet Öztekin Öğretmen gelmişti. Beni görünce sordu: “Dilekçeni verdin mi?” Verdiğimi söyledim ama Şevki benim söylediklerimi olduğu gibi söyledi: “İbrahim’in niyeti buradan sonra da okumak, o nedenle biraz çekimser!” deyince Mehmet Öztekin Öğretmen kendinden örnek verdi: “Ben de müzik öğrenimi gördüm. Öğretmenliğe başlayınca ortaokullarda çalışamayacağımı anlayıp sınavlara girip iki yıl daha okuyarak müfettiş olma hakkını aldım. Müfettişlik yaparken buraya çağırdılar severek geldim. Gir burada oku başarılı ol, çalış bir iki yıl dene, sevmezsen sen de benim gibi git pedagoji oku, ister müfettişlik yap istersen başka okullarda çalış!” dedi. Pedagoji hakkında bilgim vardı ama okulunu, yolunu yordamını bilmiyordum. Nasıl olsa öğrenirim! deyip rahatladım. Bir iç çektikten sonra: “Dilekçemi verdim!” dedim. Arkadaşlar geldi. Yeni bir yapıt dinlemeye başladılar. Büyük plaklardan. 17 plakmış. Şaştım. On yedi plak dolusu bir şarkı olur mu? Sessizce dinledim. Ne bir şarkısı, tek sözünü anlamadığın 20-30 şarkı arka arkaya, arada kadın erkek karışımı konuşmalar oluyor. Öğretmen arkadaşlara: “İbrahim ilk dinliyor biraz acayip bulacaktır. O sizin gibi konser izlemediği için çok yabancıdır!” dedi. Radyodan bir piyano konseri dinlediğimi anlattım. Piyano çalanın adını verince öğretmen hayretle baktı: “Bak bak bak, o konseri ben de dinlemiştim. Brüno Walter, geçen yaz gelmişti.” dedikten sonra Mehmet Öztekin Öğretmen gene güldü: “Konuştukça daha neler çıkacak? İbrahim’le çok ortak yanlarımız var sanırım!” dedi. 17 plaklı Bach yapıtının 10. plağında kesip yatmaya gittik. Cumartesi-Çarşamba gece çalışmaları sürecek. Bölüm ayırımları tamamlanınca bu çalışmalar, 1. -2. sınıflar olarak yer darlığı nedeniyle 2’ye bölünecek.

Daha rahat olarak yatağa girdim. Şevki Aydın’a karşı bir daha mahcup oldum. Ne iyi insan! Onun bu nazik davranışlarına karşı nasıl davranmalıyım? Şimdiye dek takındığım tavırlardan dönüş yaparsam yapmacık olmaz mı? Yapmacıklığa sapınca Şevki daha çok üzülmez mi? Bunları düşünerek uyudum.

 

14 Ekim 1943 Perşembe

 

Arkadaşlar birbirlerini girdikleri bölüm adlarını vererek çağırıyorlar. Abdullah Erçetin’in hemşerim Kadir Pekgöz’ü “Güzel Sanatlarlı!” diye çağırması beni şaşırttı. Merak edip daha önce hangi bölüme gideceğini Kadir’e sormamıştım. Anladım ki o da Güzel Sanatları seçmiş. Şaşırdım demek az, üzüldüm. Benim bildiğim Kadir hiçbir müzik etkinliğine katılmamıştı. Bireysel olarak da mandolin çalışmadığını biliyordum. Müzik okumak için sesi de yeterli değildi. Hele resim çalışmalarında kesinlikle bir başarısı söz konusu olmamıştı. Gene de bir daha düşünmesini, onun iyiliği için söylemeyi düşündüm: “Nasıl söyleyeyim?” diye kendi kendime sorarken Kadir geldi: “Ağabey, gene beraberiz!” dedi. Habersizmişim gibi sordum: “Ne beraberliği bu?” Kadir anlattı: “Ona baktım, buna baktım, hiç birisi benim için çekici değil. en iyi Güzel Sanatlar deyip yazdım!” dedi. Az duraksadım ama gene de: “Hayırlı olsun, çok çalışmayı göze aldığına göre sorun değil!” dedim. Kadir benden daha kurnaz davranmış, söylediğine göre Güzel Sanatları seçenlerin 7-8 tanesi Kadir gibi müzikle hiç ilgilenmemiş kimselermiş. Onlar yapacağına göre o da yapabilirmiş. Bunu söyleyince boynuma sarılarak, “sen de oradasın bana yardım edersin!” deyip güldü. Söyleyecek söz bulamadım. Hemşerim çalışırsa inanıyorum ki yapar: “Beraber oluşumuza ben de sevindim!” deyip ayrıldık.

Kadir’in seçimi bizim kahvaltı masasında azıcık eleştiri konusu oldu. Ben söze karışmadım ama duyarsa benim de konuşmalara katıldığımı varsayarak üzülür düşüncesiyle: “Çalışırsa neden başarmasın?” deyip olayı onaylamış gibi davrandım. Kızılçullulu arkadaşlardan da öyleleri varmış. Onlar da bir süre konuştular. Bu arada Güzel Sanatlar hakkında yeni bilgiler aldık. Müzik (Şarkı söyleme, bir çalgıyı, Piyano ya da kemanı iyi çalma)-Resim-Sanat Tarihi, Tiyatro-Tiyatro Tarihi dersleri okunuyormuş. Ayrıca öteki bölümlerle birlikte Edebiyat (Doğu-Batı)-Sosyoloji, Psikoloji, Devrim Tarihi, Yabancı Dil, Askerlik derslerine giriliyormuş. Her koldaki öğrenciler, özel derslerinin uygulanmasına katılıyormuş. Güzel Sanatlar kolunun uygulamaları, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde yapılıyormuş.

Yavaş yavaş öğrenip alışacağız diyerek işbaşı yaptık. İlhan Sayın Öğretmen geldi, bize arkadaş gibi davranarak konuştu. Hasanoğlan’a ilk geldiğimiz günleri anlatınca: “Ne güzel anlatıyorsunuz ama, burada o günler ne yediniz ne içtiniz?” diye sordu. Yusuf yufkaları ilk günler nasıl karşıladığımızı, sonra sonra nasıl alıştığımızı, teyzelerin yemek yapışlarını biraz da abartarak anlattı. Kendisi de Ege taraflarındanmış, onun da alışmadığı durumlar olmuş. Onlardan söz etti. İşimize iyice ısındık.

Öğle yemeğinde güzel Sanatlar bölümüne başvuranlar, istenen sayıyı doldurmuş. Böyle durumlarda yapılan sınavlar göstermelik oluyormuş. Kadir Pekgöz geldi: “Bu da benim kaderim!” dedi. Masamızdaki kızlar: “Kaderim!” sözünü düzelttiler: “O senin şansın!” dediler. Bölümlere ayrılanlar cumartesi günü öğleden sonra Bölüm Binalarında toplanacaklar.

İlhan Öğretmene Güzel Sanatlar bölümüne girmiş sayıldığımı söyledim. O da gülerek bana: “Bundan sonra ellerini koru, buralarda sık sık kazalar olur!” dedi. Bir kez başımdan böyle bir kaza geçtiğini anlattım. Çerçeveyi kasaya yerleştirirken öğretmenin dışardan pancuru ittiğini anlatınca irkilir gibi yaptı: “Sonra?” diye sordu. 20 gün yazı yazamadığımı, akordiyon çalamadığımı, ondan sonra da o öğretmeni sevmediğimi söyledim. İlhan Öğretmen yüzüme baktı: “Olay bu anlattığın gibiyse haklısın, ben olsaydım ben de öyle yapardım. Çalışılan yerde böyle boş bulunmak affedilecek şey değil!” dedi.

Paydosta neşeli olarak yönetim binasındaki salona gittik. 2. sınıflar oturulacak yerleri tutmuş. Çoğu pestil gibi. Bizim arkadaşlar söyledi: Öğleden sonra kıyasıya bir yarışla beton dökmüşler. Halil Basutçu’ya sordum: “Doğru mu?” Halil: “Doğru, derslerin bir an önce başlaması buna bağlı, bunu biz yapacağız, uzatmayalım! deyip durmadan çalışmışlar. Kış mevsiminin yaklaşması da onları bizden çok kaygılandırıyor. Geçen yıl burada çok zorluk çekmişler!” dedi. Biz bir süre salt orada olmak için ayakta bekleştik. Çalıştığımız binanın alt katı bizim oturma yerimiz olacakmış.

Konuşa konuşa yemeğe gittik. Halil de gördüklerimden farksız, belli o da bu yarışa girmiş. Zirai İşletme Ekonomisine çok başvuran olmuş, zorlu bir sınav geçireceklermiş. Kazanamayanlar ise eksik kalan bölümlere verilecekmiş. Bir çoğunda bunun kaygısı başladı. Eksik kalan bölümler, Hayvan bakımı, Bahçe Ziraatleri. Orhan, Mehmet Başaran, Hüsnü Yalçın, telaşlanıyorlar: “Onlar geçireceğine biz kendimiz başvuralım!” Bir süre onlarla konuştuk.

Yemekte Ziya Fikri gelip bana: “Adaş, nasılsın? İşler yolunda mı?” diye gülerek sordu. Ziya'nın bu tavrını yadırgayan kızlar kaşlarını çatarak bana sordular: “O neden öyle konuştu? Kaç günlük tanışsınız ki bu kadar böyle bir içtenlik kurdunuz?” Parmaklarımla 4 yıl deyince şaşırdılar. Olayı baştan sona anlattım.

 

ZİYA Fikri Özlen

 

Bu kez de onlar konuştu. İkisi de Ziya’yı çok seviyormuş. O sevmediği insanlarla böyle konuşmazmış. Bu nedenle şaşırmışlar. Bu kez de kendileri böyle bir yöntem neden uygulamadıklarını, okul numarası olmasa bile örneğin kızların adlarına yazılabileceğini söylediler. Bizim kızların adlarını sordular. Salt Yusuf’u konuşturmak için: “Arkadaş onlarla iyi konuşur, doğrusunu o bilir!” dedim Yusuf önce ciddi olmadığımı sandı. Beni göstererek: “Daha iyi, bilir, onlara sık sık akordiyon çalar!” dedi. Sonunda hepimiz birer ikişer ad ortaya getirdik. Fatma, Düriye olmadığına üzüldüler. Ancak arkadaşlarından çoğunun adaşları varmış onları saydılar.

Yatınca bir süre Kepirtepe’ye gittim geldim. Çok uzun zaman olmuş gibi geliyor ama daha yarın 15. günü dolduracağız. Kepirtepe’yi siler gibi geçtim, köyü anımsarken İsmet gözümün önüne geldi. Geçen yıl bize söylendiği gibi hepimiz gelmek zorunda kalsaydık, İsmet çıldırırdı. Hem okumak için çağırıyorlar hem de okuma sözü etmeden sürekli inşaatta çalıştırıyorlar. Kendi adıma: “Olsun, sonunda Güzel Sanatlar Kolunda okumuş olacağım. Yeterli bulmazsam ben de başka okula geçmenin yollarını arayacağım.”

 

15 Ekim 1943 Cuma

 

Geçen gün “Amele Takımı!” diyen ses bu kez: “Haydi arkadaşlar, binamızı bitirelim, kış basmadan yerlerimizi hazırlayalım!” deyip geçti. Oldukça kalın sesi var. Asım Öğretmeni andıran konuşması da ilginç. Arkasından benzer sesli biri bağırdı: “Abdullah, sigarayı ne yaptın, gene yürüttün mü?” O bağıran da Güzel Sanatlar Bölümünde, biliyorum. Geçen akşam plak dinleyenler arasında o da vardı, görmüştüm. Çiftelerden gelenler arasında oturuyordu. İnce, uzun boylu, adı Orhan, Orhan Doğan!

Akşamki konuşmalar kızları bize daha çok ısındırdı. Kahvaltıya oturunca önce onlar konuşmaya başladı. Şükrü de çok yardımcı oluyor. Şükrü’ye yarınki sınava hazır olup olmadığını sordum. Fatma hemen yanıt verdi: “O her zaman hazırdır, oraya bir kişi alacak olsalar o girer!” dedi. Bizim arkadaşlar, özellikle Yusuf Asıl hemen: “Aman öyle demeyin, bizim Sami Akıncımız var o da orasını istiyor!” deyip güldü. Fatma sözünü değiştirdi: “O zaman Şükrü ikinci olur” dedikten sonra “değil mi Şükrü?” diye Şükrü’ye sordu. Bakışıp gülüştüler. Konu kapandı ama, bizim kafamızda bir yarış başlamış oldu. Sami Akıncı bizim okulda bence haksız bir ün yaptı. Gerçekte onu, okulun açıldığı günlerdeki bize göre daha bilgili oluşu öne çıkarmıştı. Onun nedeni üzerinde kimse durmadı. Oysa Sami, Ortaokul 1. -2. sınıfları okuduktan sonra gelmiş. Daha sonra da sanat derslerine katılmadan kooperatifte oturup ödevlerini düzenli yaptı. Bu nedenle kültür derslerinde üstünlük sağladı. Üstünlüğü de bence çok çalışmasından ileri gelen bir başarı. Çok çalışma açısından gerçekten hepimizden üstün bir inadı var. Örneğin Almanca çalışması olağanüstü bir inattı. Aynı çabayı ben gösteremedim. Sami şimdi Almanca biliyor. Matematik dersinde ben onu yakaladım. İkimiz de tam numara aldık. Buna karşın Sami, resim, müzik, tarih derslerinde ben tam numara alırken hep gerilerde kaldı. Hele müzik dersinde do majör gamını bile kavrayamadı. Öte yandan, uzun süre mandolin çalışmasına karşın yalancı dışında bir parça çalamadı, kendi kendine sinirlenerek çalışmaktan vazgeçti. Şükrü bu açılardan da kendini geliştirmişse Sami’nin önüne geçebilir. Gerçekte son not toplam ortalamasında benim notlarım Sami’nin çok önündeydi. Bunu Sami bana kendisi söylemişti. O bunu, Matematik, Coğrafya, Almanca, Fizik, Kimya dersleri için not verilmemesi nedeniyle önemsemiyordu ama, o dersler olsaydı, karşısındakilerin armut toplamadığını unutur gibi konuşuyordu. Benim matematik notumun 1. sınıftan başlayarak son sınava dek tam numara olduğunu unutmuş gibi konuşmuştu. Gene de Sami Akıncı’nın çok çalışkan, sürekli çalışabilen bir arkadaş olduğunu söylemek, benim için dürüstlük borcudur. Birlikte olduğumuz beş yıl içinde bir kez olsun Sami Akıncı kitaplardan başını kaldırarak bir başkasıyla konuşmamıştır. Konuşmaları hep, çalışmak üzerine olmuş, gereksiz tartışmalarda hep arabuluculuk yapmıştır. Sanırım burada da adını gene ön çıkaracaktır.

Bugün iki usta da bize katıldı. Ekleme kirişleri onlar vidalıyor. Mustafa Usta sordu: “Bu tür kiriş yapmamıştınız değil mi? Eski binalar hep dardır. Yemekhaneden sonra en geniş çatımız oluyor!” dedi. Öğleye dek öğretmenler gelmedi. Biz çalışmalarımızı aksatmadan sürdürdük. Bu arada bizim çatıdan sonra bu çalışmalara katılmayacağımızı da öğrenmiş olduk. Çatı kapatılınca binanın öteki işlerini Yapı Kolu öğrencileri yapacakmış. Onlar için uygulama sayılacakmış. Buna da sevindik ama çatıyı ne zaman kapatırız? Mustafa Usta: “En geç Cumhuriyet Bayramı!” dedi. 14-15 gün birden çok uzun gibi geldi. Oysa 2. Sınıflar bunu aralık ayı ortalarına dek uzatıyorlar. Konuyu gene ayrıldığımız kollara getirip, okuyacağımız dersleri konuştuk. Askerlik derslerini bilir gibiyiz. Edebiyat Derslerini de ben az çok biliyorum. Agah Sırrı’nın Edebiyat Dersleri kitaplarını okudum, neredeyse onları ezber biliyorum. Sosyoloji ile Psikoloji nedir? Hiç birimizin bir fikri yok. O dersler var da Pedagoji neden yok? Oysa pedagoji öğretmenlik bilgisi dersi veriyordu. Bizim öğretmenliği iyice öğrendiğimizi mi sanıyorlar? Devrim Tarihi, olsa olsa gene tarihle ilgilidir. Yabancı Dil Almanca olacaksa ona çok sevineceğim. Öğretmeni geleceğine göre bu kez kesinlikle Almanca öğreneceğim. Bunu daha önce duymuştum; o günden beri neden sevinmediğime de üzüldüm. Ya Almanca olmazsa? İşte o zaman çok üzüleceğim. Bunu sorup öğrenmeliyim.

Mustafa Usta benden yardım istedi: “Kuvvetlisin, şu somunları biraz daha kıvırabilir misin?” dedi. Belli ki amacı somun kıvırtmak değil, kirişlerin iyi sıkıştırılması. Eğik kollu anahtarı alıp bir iki deneme yaptım. Uzaktan görünce düşlediğim gibi zor değilmiş. Somunlar zaten belli bir yere dek dönüyor. Akşama dek somun sıktım. Arkadaşlar takıldılar: “Somuncu!” Somuncu sözü başka anlama da geliyormuş. Akşam yemeğince tekrarlanınca Düriye sordu: “Kızmıyor musun?” İşimin somunculuk olduğunu söyleyince üzülerek yüzüme baktı. Hep gülünce Fatma Düriye’yi dürtükledi: “Onlar başka bir şey konuşuyorlar!” Arkadaşlar açıklayınca bir süre güldüler. Onların bildiği “Somuncu” işe yaramazlıkmış. Yarınki sınav ya da öyle seçim heyecanı bir çoklarında tedirginlik yaratırken ben rahat kaldım,

Yatınca da düşünmedim. Kendimi, Güzel Sanatlar Bölümünde varsayıp piyano çalarken, plak dinlerken düşlemeye çalıştım.

 

16 Ekim 1943  Cumartesi

 

Erken uyandık. Kampana bize göre geç çaldı. Çok rahat olanlardan biri de benim. Halil Basutçu, Sami Akıncı, Mustafa Saatçı istedikleri yerde kalacaklarının rahatlığı içinde. Ötekilerde sakin olmaya çalışsalar da belli bir tedirginlik var. Hidayet Öğretmenle karşılaştık. Arkadaşlar durumlarını anlatınca Hidayet Öğretmen gülerek: “Eh, çocuklar sınav bu, insanlar buralarda sınanmaktadır. Bu bir nefis ölçüsüdür. Derler ki Napolyon Bonapart bile sınavdan korktuğunu söylemiş. Oysa çok cesur bir adammış. Yirmi dolayında kralı tahtından indiren bu cesur adamın böyle demesine bakılırsa sınavın korkulacak bir tarafı var demektir. Ancak sizinki bir başka sınav; siz zaten sınavlarınızı kazanarak gelmişsiniz, buradaki bir yer seçmedir; askerlikteki sınıflara ayrılma gibi bir şey. Ne olursa olsun hep burada kalacaksınız. Ayrıca yıl sonuna başarılı ulaşırsanız gene bir değişme hakkınız olacakmış!” deyip hepimize başarılar diledi. Bu arada bana da: “Umarım sen yerini bulmuşsundur!” dedi. Hidayet Öğretmenin Harun’a söylediğini bildiğim için, biraz üzgün olmakla birlikte: “Buldum!” dedim.

Kahvaltıda yeyip içtiğimiz neredeyse sınavlar oldu. Napolyon Bonapart’ın sınav korkusunu da bol bol tartıştık:  “Bu adam imparator olduktan sonra hala sınavları neden düşünsün?” Yusuf Asıl bir dizi neden sıraladı. Yönetim binasının altındaki salonda beklerken Hüseyin Atmaca elinde bir liste ile geldi, önce Güzel Sanatlar Bölümüne seçilenleri okudu. 14 adlı bir liste ile bizi Güzel Sanatlar binasına götürüp Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin Öğretmene teslim etti. Bu bölümün sayısı 15’miş. Birisi geçen yıldan kaldığı için bu yıl on dört öğrenci seçilmiş. Baş vuran da on dört olduğu için bir süre denenmek üzere yazılan herkesi almışlar. Salonda yeteri kadar sandalye var, hepimiz oturduk. Mehmet Öztekin Öğretmen hep gülerek konuşuyor. Kısa konuştu ama her şeyi söyledi. Bizim esas sınavımız 2 gün sonra olacakmış. Esas ders öğretmenlerimiz o gün gelip bizi sınayacakmış. Bu sınama da daha çok bu bölümün özel bir sınamasıymış. Örneğin resim yeteneği olanı o dersin öğretmeni, tiyatro tarafımızı tiyatro müzik taraflarımızı da, keman, piyano, şan öğretmenleri değerlendirecekmiş.

Şimdilik kendisi keman-piyano ayrımını yapacağını söyledi. İlk olarak da beni çağırdı. Arkadaşların önünde beni çağırdı. Kendisi tuşlara bastı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Do, re, mi, sol, si, gene re seslerine bastı. Bu kez beni oturtup sesler söyledi. Hepsini doğru bastım. Asım öğretmenle çalıştığımız metot piyano üstündeydi. Az kalsın: “Ben buna çalıştım!” diyecektim, sustum. Mehmet Öztekin Öğretmen ilk sayfalardan açtı. Açtıklarını çaldım. Bu kez bana, “sen bunları nasıl öğrendin?” diye sordu. Piyano çalışmamdan önce akordiyon çaldığımı söyledi. Bunu geçen gün de söylemiştim. Bu kez “Görelim bakalım” deyip bana akordiyon kutusunu gösterdi. Akordiyon bizim okuldaki küçük akordiyonun tıpkısı, 80 bas Hohner. Aldım. Mehmet Öztekin Öğretmen gam yaptırdı. Arpej yaptırdı. Baslardan sordu. Bir marş çalmamı söyledi. Ankara Marşı aklıma geldi. Daha başlarken bıraktırdı. “Zeybek!” deyince Bengi, “Halay!” deyince Merzifon’a başladım. Bıraktırdı. Arkadaşlara dönerek: “İbrahim’in sınavı tamam!” dedi. Piyano çalışacağımı, akordiyonu bırakmayacağımı söyledi. Ben geçip arkadaşların yanına oturdum.

Öğretmen bu kez “Kepirtepe'den başladık onları bitirelim!” deyip Abdullah Erçetin’i çağırdı. Erçetin’e piyanodaki seslere uygun ses çıkarttı: “Güzel!” dedi. Abdullah başka sorulara yanıt vermedi. Mandolin çaldığını söyledi. Abdullah kendiliğinden burada piyano çalışmak istediğini söyledi. Mehmet Öztekin Öğretmen gülerek: “Burada o dediğin olmaz, istiyorum yok, çalışacaksın, yaptığını öğretmenler görüp sana soracaklar!” dedi. Abdulllah’ı keman’a yazdı. Bir de tembihte bulundu. Beni göstererek: “İçinizde öyle biri daha çıkmazsa, senin ikinci çalgın olmak üzre seçebilirim. Sesinin müzikalitesi güzel. Ancak öyle birisi çıkmazsa” deyip, keman çalacağını tekrarladı. Sıra Kadir Pekgöz’e geldi. Kadir açık açık daha önce çalışmadığını, buraya gelince böyle bir karar verdiğini, çalışıp başaracağına inandığını söyledi. Mehmet Öztekin Öğretmen Kadir’in sözlerinden hoşlandı: “Senin azmin önemli, sen bir öğretmensin, mesleğini içine sindirememiş bir öğretmenin öğrenci karşısında çekeceği sıkıntıları düşünebilecek bir gençsin. Bunun bilincini taşırsan, gerekenleri yaparsın!” deyip başka soru sormadan keman bölümüne yazdı. Bundan sonra bir Kızılçullu bir Çiftelerden olmak üzere 6 arkadaş daha sorguladı.

Öğle yemeğine yemeğine gittik. Öteki Bölümlerde böyle kesin bir ayırım yapılmamış. Fazla olan bölümlerden çağırıp sorarak gönül rahatlığı ile değiştirmişler. Bu işi Okul Müdürü Hürrem Arman kendisi yapıyormuş. Zirai İşletme Ekonomisi tamamlanmış, Sami Akıncı ile Şükrü Koç orada kalmışlar. Yemekte onları dilledik. Şükrü böyle konuşulmasını istemedi: “Kendi aramızda birbirimizle yarış yok, hep birlikte geri kalmışlıkla yarışacağız!” dedi. Bu geri kalmışlık sözünü biz Kepir'de çok duymamıştık. İki yıl önce Hasanoğlan’a geldiğimizde çok duyduğumuzu söyledim. Önce Samsun-Ladik Müdürü Nurettin Biriz’den duydum. Sonra okul Müdürü olan Mehmet Tuğrul tekrarladı. Derken aklıma onun çok söylediği “Çal’lının eşek bağladığı ağacı kes!” sözü geldi. Bizim oralarda böyle ağaç kesilmiyor. Tam tersine bizim köyle Lüleburgaz arasında bağı olan bir Lüleburgazlının kendi bağına eliyle benim için ceviz ağacı ektiğini, gelip geçerken o ağaçtan ceviz yediğimi anlattım. Çal adı geçince Şükrü: “Dur sana bir Çallı tanıtayım deyip: “Muzaffer!” diye az ilerideki masadan birine seslendi. Kınalımsı saçı olan bir arkadaş geldi: “Ben Muzaffer Kayhan!” deyip kendini tanıttı.

 

Muzaffer Kayhan

 

“Mehmet Tuğrul” denince de akrabaları olduğunu söyledi. Arkadaş akraba deyince şaşırdım, az düşünüp sustum: “Biz onu tanımıştık, o, burada müdürlük yaptı!” dedim. Gene görüşmek üzere ayrıldık. Biz konuşurken oradan geçen Hüseyin Atmaca sordu: Benim sevgili ilçem Çal’la ne alış-verişiniz var?” Meğer o da Çal ilçesindenmiş. Onlardan ayrılınca bizim arkadaşları uyardım: “Aman ha Çoban Mehmet’ten söz etmeyelim!”

Yemekten sonra Güzel Sanatlar Salonuna gittik. Az sonra Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Biraz daha hızlanarak arkadaşlara değişik sorular sordu. Dikkatimizi çekti: Mehmet Öztekin Öğretmen Çifteler’den gelenlere az sorular sorup adını bile sormadan kemana yazdı. Kızılçullu grubundan olanlara ise kılı kırk yararak sorular yöneltti. Geç vakitler sorgulama bitince herkes kemana yazılmış oldu. Bu kez Abdullah’a: “Ben sözümde duracağım. Ancak senin birinci derecede sorumlu çalgın keman olacak. Keman derslerini ben sürdürüyorum. Kemanda öteki arkadaşlardan geri kalır da “Ben piyano da çalıyorum” gibi bir özre sığınmaya kalkarsan, köyünü boylarsın. Kemanından kalan zamanlarında piyano da çalışabilirsin!” deyip güldü. Bana bakarak: “İbrahim'den zaman kalırsa. Çünkü birinci hak onun olacak!” dedi. Bu sözü ben doğru anladım ama bazı arkadaşlar, sanki bir kayırma yapıldı gibi anladılar. Bunu daha çok Çifteler'li arkadaşlar söylediler. Bu kez de ben: “Öğretmen asıl sizi kayırdı, soruları bile kısa kesti!” deyip gülünce onlar da bana güldü: “O bizim öğretmenimiz, geçen yılın ortasında buraya geldi. Kaç yıllık öğretmenimiz!” deyince bu kez de ben şaşırdım. İçimden de sevindim. “Mehmet Öztekin Öğretmen öyle kayırıcı biri olsa öğrencilerini piyanoya ayırırdı!” deyip rahatladım. Ayrılırken öğretmen bizi, akşam plak dinlemeye çağırdı. Konuşmalardan öğrendik,

Geçen yıl sınıfta bir arkadaş kalmış. Sağlık nedeniyle kaldığı için bu yıl devam edebilecekmiş. Onunla 15 arkadaş oluyormuşuz. 6 Kızılçullu’dan, 6 Çifteler’den, 3 Kepirtepe’den. Çiftelerli arkadaşlar giysilerinden belli oluyor. Tümü asker giysili. Yakaları değişik ama kumaşı öyle olduğu için, konuşmalarda biz bu adı kullanıyoruz. Kızılçullu ya da Kepirtepeliler giyimleriyle belli oluyor. Çiftelerlilerin bir özelliği de insanla kendiliğinden konuşmuyorlar. Kendi aralarında şakalaşıyorlar ama, o zaman da biraz kırıcı oluyorlar. Birisi bana da takıldı: “Sen nerde bulup çalacan piyanoyu?” dedi. Ben anlamazdan geldim: “Burada buldum işte ya?” dedim. Sorusunu tekrarladı: “Buradan çıkınca nerede bulacan?” deyince ben gene anlamazdan gelerek: “O gittiğim yerde de sınav mı yapacaklar?” diye sordum. Arkadaş bu kez de “Ay Allah!” dedi sustu. Ötekiler yanıtladılar: “Önümüzdeki yıllarda tüm Köy Enstitülerinde piyano olacak!” dediler. Arkadaş: “Yok ya, sende; nerde piyano olacak?” diye elini attı. Hemşerim Kadir bana yardım etti: “O kendisi de piyano alabilir, o okul daha enstitü olmadan önce akordiyon almıştı!” dedi. Arkasından Abdullah Erçetin de “Bizim okul açıldığı zaman iki piyano vardı, sonra biri ortalıktan kayboldu, ama birisi duruyor!” diye tamamladı. Bu kez Kızılçullular okullarını anlatmaya başladılar. Konuşan arkadaş sustu. Bir süre sonra ayrıldık. Ayrılınca Kadir güldü: “Al sana bir Baba Ali daha!” dedi. Gerçekten konuşan Baba Ali boyunda, inatçılığı yüzünden belli olacak gibi. Gidip dururken durup ayak üstü konuştuk: “Biz üç kişiyiz, azınlıktayız ama kendimizi ezdirmeyiz. Ancak onların okulları daha geçen yıldan kavgalılar, bu nedenle biz, taraf tutup bir grubun yanına kaymamalıyız. Varsınlar haklarını kendileri korusunlar!”

Salona gittik. Bizim Kepirtepeli arkadaşların hemen hemen hepsi sevinçli. Herkes istediği yere girmiş ya da girdiği yerden hoşnut olduğunu söylüyor. Mustafa Saatçı şakalarına başlamış bile: “Hiç dersi olmayan bir bölüm bulsaydım daha iyi olacaktı!” deyip güldürüyor. Mustafa Saatçı’ya Fatma’yı sordular. Korkar gibi yaptı: “Aman aman beni burda da öyle şakalara karıştırmayın. Burası kalabalık ayrıca burada yaşlı insanlar var!” dedi. Yusuf Asıl: “O yaşlı dediklerin olsa olsa senin yaşında” deyince Mustafa Saatçı gülerek: “Burada kırkını geçmiş insanlar var, sen ne diyorsun!” deyip kesti.

Yemekte kızlar gelmedi, Şükrü de yoktu. Şükrü’yü az ötede bir masada gördük. Nedeni üstünde durduk: Gücendirdik de ondan mı ayrıldılar? Şükrü’ye bakınca gülümsedi. Yemekten kalkınca da yanımızdan geçti. Kızlar bundan böyle geçici olarak bir süre enstitü bölümünde yeni gelenlerin masalarında yemek yiyeceklermiş. Daha doğrusu onlara örnek olacaklarmış. Bir süre sonra bizler de aynı görevlerde bulunacakmışız. Şükrü’nün arkadaşları da hep o masadaymış, o nedenle oraya geçmiş. Zaten birkaç gün içinde yemek masaları yeni baştan düzenlenecekmiş.

Yemekten sonra plak dinlemeye gittik. Öğretmenle 24 kişi olduk. Yer küçük ama sıkıştık. Öztekin Öğretmen önce uymamız gereken kuralları sıraladı. “Dersler başlayıncaya dek Cumartesi-Çarşamba akşamları yemekten sonra burada toplanacağız. Dinlediğimiz eserlerin adlarını, bestecilerini, bestecilerin uluslarını öğreneceğiz. Dersler başladığı süreçte Salı-Perşembe akşamları kendi salonumuzda dinleyeceğiz.” Sonra pikabın başına gidip büyük bir plağı alıp gösterdi: “Bu en ünlü bestecilerden Bach’ın si minör Mesi!” dedi. Mes deyince gülümsedim. Öztekin Öğretmen güldüğümü görünce: “Biliyor musun yoksa?” diye sordu. Utandım, ancak susarsam saygısızlık olur düşüncesiyle: “Mes” sözüne güldüğümü söyledim. Öğretmen de güldü: “Bu bizim bildiğimiz ayak mesi değil bu kulak mesidir, biraz da farklı söylenir!” dedi. Tamamının 17 plak olduğunu söyledi, dizili duruşlarını gösterdi. 7. plaktan başlanacağını, ötekilerin çalındığını, bu dinleyişin bir deneme olduğunu, eseri tanımak için daha sonra gene çalacağımızı söyleyip plağı koydu.

2. Sınıfların 8 kişi olduğunu öğrendik. Hüseyin Çakar yazın burada, Hasanoğlan Köy Enstitüsünde kalmış. Yaz boyu, Şevki Aydın’ın bizim okulda çalıştığı gibi o burada çalışmış. Okulun gereksinimi olduğu için onun görevini kendi dersleri başlayana dek uzatmışlar. O nedenle Hüseyin Küçük Çakar’ı biz az görüyormuşuz. Hüseyin Çakar Piyano bölümündeymiş. Benim de o bölüme ayrıldığımı duyunca kutladı. İyi akordiyon çaldığını ben daha önce öğrenmiştim. Plak bitimi arasında konuşmalar oldu, besteci üstüne, bestecinin öteki eserleri üstüne sorular soruldu. Bu nedenle bu gece ancak 4 plak çalındı. Yatmaya giderken Hüseyin Çakar bana bir uyarıda bulundu: “Yaz tatilinde seni burada alakoyarlar, şimdiden haberin olsun. Bahaneleri de, gittiğin yerde piyano yoktur, çalışamazsın!” derler. “Yaza çok var, belki de bölüm değiştiririm!” deyip kestim. Aslında beni burada bıraksalar daha mutlu olurum diye düşündüm ama bunu açıklamadım. Ancak arkadaşın buradan yakınır gibi olmasını da önemsedim. İlerde konuşurken bu ayrıntıları öğrenebileceğim umuduyla teşekkür edip ayrıldı.

Kadir’le Abdullah durumdan çok hoşlandılar. İki sınıfın toplamı 23 kişi: “Bu bile başlı başına bir şans!” dediler. İçimden söylendim: “Bu şans da olabilir, şansızlık da!”

Yattığımda yorgun olduğumu anladım. Beni bu gün ne yordu? Hiç bir iş yapmadım. Demek ki yorgunluk salt işte olmuyor; kuşkulu, kaygılı konuşmalar, korkulu anlar da insanı yoruyor!” deyip gözlerimi kapadım.

 

17 Ekim  1943 Pazar

 

Banyo için köye gidiliyormuş. Güldük: “O banyoyu biz yapmıştık, rahat rahat yıkanacağız!” diyerek konuştuk. Biz konuşaduralım bir duyuru yapıldı: “Yüksek Bölüm 1. Sınıfın tüm öğrencileri öğleye dek inşaatta çalışacak. Öğleden sonra Pazar dinlenmesi.”

Kahvaltıdan sonra inşaata gittik. Tamamladığımız kalıbın betonu dökülecek. Şükrü geldi beni buldu. "Gel şu bilmediğin yerlerin adını iyi öğren!” dedi. Teskereyi yakalayıp dönmeye başladık. Beton doldurulan yer Omsk, binanın önüne dönüş köşesi Tomsk, çıkış merdiveninin dönüş dirseği İrkuts, dorukta döktüğümüz yer Yakust! Arada son durağa gelinse ben "Sahalin!” diyorum. Şükrü açıklıyor: “Olmaz, Sahalin’e giden kaçmış sayılır, onları vurmak caizdir. Biz yaşamak istiyoruz!” türü bilgiler veriyor. Böyle konuşa konuşa öğleyi bulduk. 1. sınıflar çalıştı, 2. sınıflar kaytardı sanırken öğleden sonra onların çalıştığını, enstitü bölümünden de öğrenci geleceğini öğrendik. Beton dökümü bugün tamamlanacakmış.

Yemekten bir saat sonra bizim Kepirtepe grubu elimizde paketlerimizle Hasanoğlan yoluna çıktık. İdris Destan’ın kulaklarını çınlattık. Bu arada Reşat Tekinay Öğretmeni anımsadık; o burada kalmıştı: “Arayalım!” diyenler oldu: “Burada olsa o bizi arardı, Hidayet Gülen Öğretmen nasıl aradı!” diyenler baskın çıktı, konu kapandı. Ali Yılmaz Öğretmenin kaldığı evin önünden geçerken onu andık. Ev değişmiş, önü açılmış. Kentli giysili bayanlar vardı: “Hasanoğlanlılar evlerini kiraya vermeye başlamışlar!” deyip gülüştük. “Çeşmenin bir bölümü gene eskisi gibi!” diyen oldu. Halil Basutçu son sözü söyledi: “Köyün tamamı eskisi gibi olduğuna göre çeşmenin yarısı neden eskisi gibi olmasın?” Mehmet Yücel dışındaki tüm arkadaşların buraya geldiğine sevinmiş olmaları ayrıca hepimizi sevindirdi. Herkes kendi bölümleri için bilgiler toplamış. Çoğu Kadir’in dediği gibi: “Çalışacağım, çalışanların başardığını hep söylüyorlar. Öyleyse benim başardığımı da söyleyecekler. Bu kadar insan gelmiş, başarmak üzere ortaya çıkmış, ben neden geri döneyim?” ”Bravo!” deyip bir birimizi alkışladık: “Mehmet Yücel bunu neden söylemedi?” Yeni bir durum öğrendik. Mehmet Yücel daha Kepirtepe’de kem küm etmiş. O zaman ona söz verilmiş, “vazgeçip gelirsen seni burada görevlendiririz!” “Onun amacı kısa yoldan Kepirtepe’de kalmak!” Bunu duyunca şaştım ama kıskanmadım. “Ne var ki, arkadaş bunu bize söyleyebilirdi. Onun adına günlerce üzüntümün boşuna olduğunu öğrenmek beni şimdi üzdü!” deyince Sami Akıncı gene insaflı çıktı, hepimizi hoşgörüye çağırdı: “O öyle düşünmüş olabilir. Hatta yanlış düşünse bile biz onu hoş görmeliyiz. Oysa şimdi o yanlış değil, kendi çıkarı için iyi de düşünmüş bulunuyor. Daha az bedensel çalışarak sağlığını toparlayacaktır!” Sami Akıncı’yı alkışlayarak banyolara girdik. Banyodan sonra Köy okuluna dek yürüdük. Şaşkın şaşkın bakıp gülüştük. Çoban Mehmet’in köy İlkokulu binasına yazdırdığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü yazısı hala silinmemiş. Bunun nedenini konuştuk, bulmaya çalıştık. Hiç bir geçerli nedene bağlayamadık. Tarih değeri olur mu? Olmaz! Çünkü o adı taşıyan gerçek okulun kendisi hemen yakınında. Bu okulun o okulla bir ilgisi var mı? “Yok, okul, özel olarak Hasanoğlan köyünün okulu!” Atasözü aradık: “Bir deli bir kuyuya taş atmış, bütün mahalleli çıkaramamış!” Sami Akıncı bu sözü uygun görmedi, gerekçesini de anlattı. Gerçekten Atasözündeki “Çıkaramamış” olumsuzluğunu karşılayacak bir durum yok. Burada salt ilgisizlik, unutkanlık söz konusu: “Buna gerek kalmadı!” diyecek bir yetkili çıkmamış! Çallı arkadaşlara bunu söyleyelim mi? Üstünde durduğumuz, yazının yazılması değil, oradan silinmemesidir! Çoban Mehmet gelip silecek değil ya! deyip güldük. Yatakhaneye dek bunu konuştuk.

Yatakhanede çamaşır işi tartışıldı. Geçen yıl ne yapılmış? Sorduklarımızın bir çoğu kendi yıkadığını söyledi. Birisi de: “Siz bir daha banyo sıranızda bunu yapın, burada kurutun!” dedi. Bir süre olur-olmaz türü ileri geri olasılıklar, olumsuzluklar ileri sürüldü. Yemekte Hüseyin Atmaca’ya sorduk. Yeni karar alınmış, numaralar yazılarak belli günlerde toplanıp yıkanacakmış. O konudaki olumsuzluklar da ortadan kalktı.

Yatarken Kadir geldi bana sordu: “Abi neydi o dün akşamki plaklarda söylenenler, bizden onları da soracaklar mı?” Omuzlarımı oynatarak bilmediğimi söyledim. Öyle söyleyip Kadir’i savuşturdum ama kendi kendime sordum: “Ne biçim plak onlar öyle? Büyüklükleri bir yana, bir mes (Messe) deniyor 17 plak. ötekiler de öyle. Belki 17 değil ama her biri 6, 5, 4, 7, 8 plak. Tek plak neredeyse yok. Benim ilk dinlediğim de 6 plaktı. 6. plak bittiği zaman Öztekin Öğretmen: “Bu senfoninin bitişine dikkat!” demişti. 2. sınıflar neye dikkat ettiler? Sanırım bunları konuşa konuşa öğreneceğiz. Kendi kendime çalışarak akordiyon çalmasını öğrendim. Buna sevinirken, bunun yeterli olmadığını anlamaya başladım. Asım Öğretmeni düşündüm. Bana göre çok güzel akordiyon çalıyordu. İki yıl çalıştığım Tuna Dalgaları valsini Asım Öğretmen dinleyip bir çok kusur söylemişti. Hele Asım Öğretmenin notasını verdiği, onun çok güzel çaldığı Mavi Tuna valsini 4 ayda doğru dürüst çalamamıştım. Asım Öğretmen böyle ustayken sınava girip tekrar okumaya başladı. Üç yıl okuyup gene müzik öğretmeni olacakmış. Demek müzik denilen sanat, sandığım kadar kolay öğrenilemiyor. Bunu Asım Öğretmenden önce Süheyla Öğretmen de söylemişti: “Müzik öğretmeni oldum ama bu yeterli değil, konservatuvara gidip eksiklerimi tamamlamak istiyorum!” demişti. Onun dediğini, nişanlısı hemşerim Şerif Baykurt’a söylediğimde Şerif de: “Süheyla haklı, okusun idealine kavuşsun; ben onu beklerim!” dediğinde şaşırmıştım; ne ideali bu? O zaman bunları değerlendirememişim. Demek, bilmediğim taraflar varmış! Aklım gene 17 plak olan Bach’ın Messe’ine takıldı. Onu dinlerken müziğini duyuyorum ama ne dediklerini anlamıyorum. Grup grup söylüyorlar. Öztekin Öğretmen zaman zaman ikinci sınıfların dikkatini çekti: “Çocuklar koroya dikkat edin, seslerdeki uyumu kulağınızıdan kaçırmayın!” demişti. Demek bazı insanlar burada söylenenleri de anlıyor. Eğer onları anlamamız da istenecekse, işte o zaman işler tam zorlaşacak. Almanca olsa bari! Almanca dersimiz olursa tüm gayretimle Almanca çalışacağım. İyi ki Büyük Almanca Lügatımı getirmişim.

Uyumak üzereyken Hüseyin Atmaca, arkadaşların çok yaşlı dediği Kızılçullulu Süleyman’la konuşa konuşa geldi. Son sözlerini duydum: “O gelirse gelsin, Hürrem Arman burada kalacak. Hürrem Bey buradan ayrılmaz!” dedi. Hürrem Beyi düşündüm, o da benim gibi ailesini Kırklareli’de bırakıp buralara gelmiş, Müdürlük yapıyor. Annesi, babası sağsa, onu özlemle bekliyorlardır. Yanına getirtmiş de olabilir. Babamın köyden asla ayrılmayacağını bildiğim için ben hiç öyle bir düş kuramıyorum.

 

18 Ekim 1943 Pazartesi

 

Yapıcılar söylenerek kalktılar. Bugün betonun kuruması beklenecekmiş ama onları herkesin yapabileceği binaların çevrelerini düzeltme işlerinde çalıştırıyorlarmış. Özellikle 2. sınıflar bunu doğru bulmuyorlar. Kızılçullulu olarak tanıdığım Enver Ötnü böyle konuşanlara gülerek: “Abiler, o düzeltme işlerini sizin daha düzenli yapacağınıza inandığımız için sizden rica ediyoruz!” diye takıldı. Onlar da ona: “Adam oldun, ustalık taslıyorsun!” gibi karşılıklar verdiler. Enver Ötnü çok rahat: “Sayenizde Abiler, siz tembel olmasaydınız bana kim çalışkanlık sıfatını takardı!” deyip yürüdü. Arkasından birisi bağırdı: “Hadi gene öttün!” 2. Sınıftakilerin şakaları gibi atışmalarını da ilgiyle izliyoruz. Benim ilgim daha çok bizim Kepirtepe’ye gelen üç kişide: Mehmet Pekgirgin, Mustafa Ersoy, Şevki Aydın. 2. sınıfların tamamını tanıyamadım ama gördüğüm kadarıyla bu üçü kesinlikle seçilerek bize gönderilmiş duygusuna kapılıyorum. Ötekiler içinde onlar gibi dengeli davranan, ölçülü konuşan yok. Gözlerim hep onların üzerinde, konuştuklarını görünce kulaklarım onların söylediklerini duyuyor, aklım sözlerini değerlendiriyor. Sanki onlar, gördüğüm öteki 2. sınıflardan daha yüksek bir sınıftaymış gibi. Konuştuğum Kepirli arkadaşlar da bunu sezmişler. Hüseyin Orhan Mehmet Pekgirgin için: “Bizim öğretmenimiz, kendi arkadaşları arasında onların da öğretmeni gibi!” diye bir yakıştırma yaptı. Sahiden bunu geçen akşam plak dinlerken ben de yaptım. 8 kişi içinde en farklı kişi olarak Şevki Aydın’ı buldum. Mehmet Öztekin Öğretmenin tavırlarında da bu seziliyor.

İki ustamız da iş başı yaptı. Suat Tuncay Öğretmen önce geldi. Bir süre İlhan Sayın Öğretmen de katıldı. Gelir gelmez de yolda gelirken çalışma günlerini hesapladığını söyledi “8 günümüz kaldı. Ay sonuna çatıyı yetiştireceğimize sözümüz de var!” dedikten sonra gülerek: “Unutmamamız gereken bir şey daha var; o da bu arada bir de Cumhuriyet Bayramı. Bu demektir ki, iki günümüzü de bayram alacak." Suat Öğretmen yanıtladı: “Bizim bayramlarımız bir gündür. Bunu unutmayalım!” Mustafa Usta: “Tasalanmayın efendim, bizim buradaki işimiz perşembe günü tamamlanacak. Cuma-cumartesi olmazsa pazartesi günü de orasını düzenleriz!” dedi. Onlar işlerin bitimini düşünsün dursun, biz Cumhuriyet Bayramında bu kez rahat gezebileceğimizi düşlemeye başladık. Geçen yılki bayramda rahat dolaşamamıştık. Yusuf uçakları, Hasan futbol maçını unutmamış. Bana sordular: “En çok neyi özledin?” Bir süre düşündüm; gerçekten benim teke indirgeyecek bir özlediğim yok. Büyük bir kalabalık, insanların öteye beriye konuşması sanırım aklımda kalanlar. Askerlerin düzgün yürümesi, sporcuların gönüllü olarak katılması, hele törene katılan öğrencilerin düzenli duruşları unutamadığım olaylar. Birden aklıma takıldı, Asım Öğretmenin okulu bu bayram törenlerine katılır mı? Bunu kim bilir? Bilse bilse Öztekin Öğretmen bilir. Okul Gazi Terbiye Enstitüsü, Müzik Bölümü. Bu kez de bir başka keşifte bulundun: “Öyleyse Asım Öğretmen, Süheyla Öğretmenin bitirdiği okula girdi. Süheyla-Behire öğretmenlerin okulu. Şu işe bak, Behire Öğretmen akordiyonu müzik aracı olarak saymıyor. Oysa Asım Öğretmen akordiyon çaldığı için mutlu.”

Arkadaşlar Cumhuriyet Bayramı konuşurken ben bunları düşündüm. Gazi Terbiye Enstitüsü, biz bu okulun adını çok duymuştuk. Ahmet Gürsel Öğretmen, Okul Müdürümüz Nejat İdil ara ara söz ederlerdi. Nasıl da unutmuşum, aslında bu okulu asıl Ahmet Korkut Öğretmenim daha Alpullu’da okurken söylemişti. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ile geldiğinde: “Ben de öğrenciyim; Gazi Terbiye Enstitüsünde okuyorum, oradan sonra müfettiş olarak çalışacağım, belli olmaz belki de sizin okula gene öğretmen olarak gelirim!” demişti. Bizim okula gelmedi ama Erzurum/Pulur Köy Enstitüsüne Müdür oldu. Ayrıca Şerif Baykurt Gazi Terbiye Enstitüsünü bitirmiş. Mustafa Güneri Öğretmen için: “Onu Gazi Terbiye Enstitüsünden tanıyorum!” demişti. Daha neler: Şevki Aydın, onlara derse gelen öğretmenleri sayarken kaç kez Gazi Terbiye Enstitüsünü de (O, Gazi Eğitim Enstitüsü diyordu) saymıştı. Oradan da öğretmenler geliyormuş. Öyleyse Ankara’da gideceğim iki kol var: Cebeci Devlet Konservatuvarı ile Gazi Terbiye Enstitüsü. İkisinde de müzik öğretmenlerim okuyor. Asım Öğretmenin arkadaş gibi sarılacağını, sık sık da: “Nasıl, ben sana kazanacaksın demedim mi?” diye soracağını arkasından da: “Sakın akordiyonu bırakma, akordiyonsuz iyi müzik dersi yapacağını aklından bile geçirme!” diyeceğini biliyorum. Kahkahayla da gülecektir. Ya Süheyla Öğretmen! Onun takınacağı tavır önemli. Biraz üzgün olmakla birlikte: “Adam sen de onu mu düşüneceğim? Şerif Baykurt için söyledikleri bir ölçü olamaz mı? Ben ondan ne bekliyorum ki?” Herkes uyudu. Uzaklardan horultular geliyor. Biri yanındakiyle konuştu: “Uyuyamıyorum yahu; buna, bunu nasıl söyleyeceğiz?” Son duyduğum söz: “Söylesek ne olacak, o çok iyi bir arkadaşımız; bilerek yapmıyor ki!”

 

19 Ekim 1942 Salı

 

Uyanınca ilk aklıma gelen akşam konuşanlar oldu. Seslerden kişileri seçmeye çalıştım. Ses geldiği tarafta hep 2. sınıflar, sesler de birbirine çok benziyor. Horlayan kişiyi akıl yolumla bulmaya kalkıştım. O tarafta hep Kızılçullu’dan gelenler yatıyor. Dikkat ettim, aralarında iki tane Çiftelerli var. Konuşan Kızılçullulu ise horlayan Çiftelerli olacaktır. Çünkü konuşan: “Yapma yahu, o çok iyi bir arkadaş!” dediğine göre kesinlikle onlar yeni tanışmışlar. Hepsi Kızılçullulu olsa  6 yıldır bir arada olduklarından o sözler söylenmezdi. Tersi de olabilir. İki Çiftelerli konuşamaz mı? Çiftelerlilerin seslerini dinledim. Kesinlikle konuşan onlar değil. Ne rastlantı, Çiftelerlilerin ikisinin de kendine özgü konuşmaları var. Birini çaktırmadan dinledim; arkadaşı ona birini sordu. O da: “Naapçaksın onu?” diye sordu. “Naapçaksın” sözü ile çok duru söylenmiş, “Yapma yahu” deyişini bir arada düşünemedim. Öteki zaten bizim Güzel Sanatlar Bölümündeymiş, düpedüz kalın sesli biri, o zaten olamaz. O da k harflerini g olarak söylüyor. “O iyi bir arkadaş!” dese kesinlikle “Argadaş” diyecekti.

Kahvaltıda bunları aklımdan geçirirken arkadaşlar ne düşündüğümü sordular. Onlara dinlediğimiz plaklardan söz ettim. Halil Basutçu gülerek: “Senin şansın yardım etti, kahvende gramofonun, plakların vardı, burada plak dinlemek senin için yeni bir şey değil!” deyince onlara 17 büyük plaklı bir eserden söz ettim. Yusuf Asıl, Hasan Üner inanmadılar. Kadir’le Abdullah yemin ederek onları inandırmaya çalıştılar. Ancak Kadir az sonra plaklarda erkeklerin bağırdığını, kadınlarla çocuklarınsa ağladıklarını söyleyince uzun süre gülüştük. Mehmet Öztekin Öğretmenin “Kadınlar korosuna dikkat edin!” dediği bölümleri Kadir ağlamak olarak algılamış. Oysa ne güzel söylüyorlar. Keşke Türkçe söyleseler. Kahvaltıdan sonra işlere dağılırken Halil Basutçu Kadir Pekgöz’e ciddi ciddi sordu: “Sahiden o ağlayan kadınları dinlemeyi sürdürecek misin?” Kadir alındı: “Ne var yani ben çalışıp yapamaz mıyım?” Halil: “Yaparsın doğal olarak. Ancak orada bu işe çok emek vermiş olanlar var, oysa sen bugüne dek bu işle hiç ilgilenmedin. O bakımdan öyle dedim. Çalışmayı göze aldıysan ne iyi, sana başarılar dileriz!” dedi. Bizim marangozluk grubu bu konuyu bir süre konuştu.

Ustalar salt bizim işte değil, okulun öteki işlerini de sürdürüyormuş. O nedenle bizimle çalışmayı sıraya koymuşlar. Bugün Mustafa Usta ile Asaf Öğretmen geldi. Mustafa Usta çok konuşkan, konuşuyor ama elleri durmuyor. Yusuf kendine bir örnek buldu: “Konuşuyor ama işini de yapıyor!” diyerek kendini savunmaya kalkıştı ama Hasan sordu: “O dediğini kim değerlendirecek? Yine sen mi, yoksa onu başkasına bırakacak mısın?” Küçük bir tartışma çıktı. Mustafa Usta Hasanoğlan’a ilk geldiğimizde ne kadar kaldığımızı sordu. 8 ay kaldığımızı söyleyince biraz şaşırdı. Bir öndeki beş binanın çatısını bizim yaptığımızı söyleyince ise iyice şaşırdı. Yanımızda usta çalışıp çalışmadığını sordu. O zaman Hasanoğlan’da usta bulunmadığını söyleyince güldü: “Haklısınız, Hasanoğlan okul gelmeden önce kış uykusundaydı!” dedi. Yusuf gülerek: “Okul değil biz gelmeden önce camilerinin tuvaleti bile yoktu. Onların suyunu, hamamını, okullarının bahçesini bile biz yaptık!” deyince bu kez Asaf Öğretmen: “Sahi mi?” diye sordu. Hepimiz birden konuşmaya başladık. Asaf Öğretmen: “Durun durun, benim sormak istediğim şu; o beş binanın çatılarını siz mi yaptınız? Kaç marangozluk öğretmeni vardı?” dedi. Tek Ali Yılmaz Demirbilek deyince iyice şaşırdı. Ali Yılmaz Öğretmeni tanırmış: ”Vay Ali Yılmaz vay!” dedi. Bu arada bizi daha çok Sili Ustanın yönlendirdiğini anlattık. Sili Ustanın bana yazılı teşekkürünü söyleyince Asaf Öğretmen dik dik baktı: “Bunu nasıl başardın sen?” diye sordu. Bu kez ben de salt çatıda değil, ilk su yollarının krokilerinde de Sili Ustanın yanında çalıştığımızı anlattım. Bu kez Asaf Öğretmen Mustafa Ustaya sordu: “Sili senden eski midir?” Mustafa Usta buraya ilk kazmayı vuranın Sili olduğunu, Mustafa Güneri’nin bile ondan sonra geldiğini anlattı. Asaf Öğretmen kendi kendine konuştuktan sonra: “Hakikaten siz büyük başarı göstermişsiniz, tek öğretmenle” dedikten sonra gene sordu “buradan ayrılırken kaç bina bıraktınız?” Az ilerdeki iki küçük depoyu göstererek: “Bunları da binadan sayarsak 13 bina, beşi okul, şu karşı sıradaki beş bina!” Öğretmen. gülerek: “O zaman biz hiç öğünmeye kalkmayalım, biz usta, öğretmen şef mef on kişiyiz, durmadan da çalışıyoruz. Buna karşın bir yılda hem de daha iyi koşullarda sizin kadar iş görmemişiz!” dedi. Mustafa Usta söze karıştı: “Arkadaşlar yaptık diyor ama o binaların duvarlarıyla çatıları yapılmış diğer işleri natamamdı. Bizler, o işlerde çok oyalandık!” diyerek yaptıklarını değerlendirdi. Bu karşılaştırmayı zaten Asaf Öğretmen yapmıştı. Gene de Asaf Öğretmen bizim iyi yetiştiğimizi söylemek gereğini duydu. Yemeğe birlikte gittik.

Yemekler bizim Kepirtepe yemeklerinden biraz farklı. Ekmeklerde bir artış yok ama doyuyoruz. Yemek çeşitleri değişik. Etli yemek çıkıyor ama etler taze et değil. Bizim köyde kavurma dedikleri türden. Ne var ki ağır bir kokusu var. Ses çıkarmıyorum ama pek sevmiyorum. Yemeklerden en çok yakınan Kızılçullu’dan gelen arkadaşlar. Çifteler’den gelenlerin yakındıklarına tanık olmadım. Onlar konuşurken okullarında yiyeceklerin bol olduğundan söz ediyorlar ama galiba o bolluk, belli yiyeceklerde. Bizim Kepirtepe’de de mercimek, nohut, bulgur pilavı boldu ama hep onları yemek hoş olmuyordu.

Duyuru yapıldı: “2. Sınıf Yapıcılık Bölümü öğrencileri dışında tüm arkadaşlar Yüksek Bölüm inşaatında toplanacak!” Yemekten kalkar kalkmaz söylenen yere gittik. Üst kat kalıbı için ölçü direkleri dikilmiş, belli yerlerde ipler gerili. Sabahleyin Sili usta ile bir grup çalışmış. İlhan, Suat Öğretmenler, Hasan, Mustafa, Mehmet Ustalar daha önce gelmişler. Suat Öğretmen bize işaret etti, yakınında toplandık. Yusuf’la Hasan Üner fısıldaştı: “Taşımaktan kurtulduk!” Gerçekten taşımaktan kurtulduk. Yönetim binası tarafındaki köşeye çıktık. Köşede üç direk dikilmiş durumdaydı. Oradan başladık. Geniş bir alan oluşuncaya dek biz alttan yardımcı olduk. 10 m2’lik bir alan oluşunca Salih’le ben yukarı çıktık. İki yandan uzatarak karşı uçlara doğru bir süre taban kapattıktan sonra öteki arkadaşlar da üste çıktılar. Öteki üç köşeden de aynı çalışmalar sürünce uçlar birleşti. Bizim grup bu kez kenar oluklara geçti. Öğretmenlerin uyarıları oldu: “Çok kenarlara gitmeyin, aşağılara bakmayın!” Bizim arkadaşların Kepir şakaları depreşti. Yusuf Asıl: “Bakmazsam nereye düşeceğimi nerden bileceğim?” diye sorunca ustalar bir süre Yusuf’a baktılar. Suat Öğretmen ustalara, Yusuf’un şaka konuştuğunu söyleyince bir süre güldüler. Ustalar gerçekte iyi niyetli insanlar ama, konuşmaktan kaçınıyorlar. Sanırım öğretmenlerden çekiniyorlar. Tıpkı bizim köylüler gibi. Bizim köylüler de kendi aralarında söz yarışına kalkışmasına kalkarlar ama bir yabancı özellikle de bir memur gelince ağızlarından söz çıkmaz. Sorulan sorulara bile bildiklerinin ancak yarısını söylerler. Ustaların susuşları, konuşanlara bakışları bana bizim köylüleri anımsattı.

Sili Usta geldi, eliyle selam verdi. Bana bakarak eliyle Orhan’ı gösterdi: “Bu büyümüş” dedi. Orhan duraksadı, bizlere baktı. Belli ki ne söyleyeceğini kestiremedi. Yardım olur düşüncesiyle ben: “Hepimiz bir yaş büyüdük!” dedim. Sili Usta gülerek: “Kepirtepe’de bir yılda bir yaş mı büyünüyor? Ne iyi, biz burada ikişer üçer yaş büyüdük!” deyip Suat Öğretmene baktı, başıyla da “Değil mi?” diye sordu. Suat Öğretmen “ Evet” anlamında gülümsedi. Bu kez Mehmet Usta: “Yo yo yo, maşallah siz hiç yaşlanmıyorsunuz!” diye yanıtladı. Sili Usta bu sözü üstüne almak istemedi ya da konuyu kesmek istedi. Mehmet Ustaya dönerek: “Ben yoksa sen (mi)?” diyerek yürüdü. Suat Öğretmene kapı çizimlerini alıp almadığını sorarak sözü işe çevirdi. Okul Müdürü Hürrem Arman aşağıdan  Sili Ustaya kendisi için düşünülen odanın niçin kaldırıldığını sordu. Sili Usta bağırmadı, hızla geri dönüp aşağıya indi. Aşağıda bir süre tartışır gibi konuştular.

Bu sıra İlhan Öğretmen: “Adam yapışmış buraya, herkes ayrıldığını duydu o ise hala oda soruyor!” dedi. Müdür değişikliğini Çifteler’den gelenler söylüyordu: “Demek bunu öteki öğretmenler de duymuş!” deyip bakıştık. Hürrem Arman’ın hemşerim oluşunu bildiğim için üzüldüm. İlhan Öğretmenin de onu sevmediğini sezer gibi oldum. Kepirtepe’deki öğretmenleri anımsadım, böyle durumlarda ağızlarından anlamsız söz çıkarmazlardı. Onların da sevdiği, sevmediği olaylar ya da kişiler kesinlikle vardı. 4 yıl boyunca 6 sanat öğretmeni ile çalıştık; hiç birinden böyle bir söz duymamıştık. Namık Ergin, Hasan Çevik, Naci İnan, Hamdi Bağ, İrfan Evren, Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenleri saygıyla özlemle andık. Salih Baydemir Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmeni pek sevmezdi. Gerçekten Ali Yılmaz Öğretmen başlangıçta hepimize yabancı gelmişti. Özellikle Kepirtepe’ye ilk geldiği günler onunla karşılaşmaktan kaçınırdık. Hatta Hasanoğlan’a geldiğimiz ilk günler de bu soğukluk sürdü. Ancak sonraları çoğumuz Ali Yılmaz Öğretmeni benimsedik. Hemen parlayan bir yanı vardı ama kesinlikle kin tutmazdı. Ne var ki Salih bu değişikliği yeterli bulmamakta: “Onun bana yaptığını unutamam!” deyip ayrıcalık yapmaktadır. Bu kez de öğretmenleri sıralayınca hemen araya girdi: “Durun durun, kimdi Ali Yılmaz Demirbilek?” diye sorarak, unutmuş numarasıyla onu diziden ayırdı.

Biz yukarda çalışırken alt kattan sürekli bağırışlar gelmişti. İnince baktık. Çalışanlar bağırmakta haklıymışlar, direkler arasından sıkışarak duvarların kaba sıvasını tamamlamışlar. Üst beton kurumuş, üstünde gezip çalışıyoruz ama amaç bir an önce çatıyı kapatmak amacıyla bu yapılıyormuş. Betonların kuruması için daha bir süre direkler kalacakmış. Bina, bizim Kepirtepe büyük binamızdan büyük değil ama genişliği fazla. Boyu ise kısa. Sıva işlerinde çalışan 2. Sınıflardan Ekrem Ula bize bilgi verdi: Bina böyle geniş kalmayacak, alt katta odalar bölünüp tavana destek sağlanacak. Üst katta da bölümler oluşacak. Ara duvarlarla oyalanmamak için böyle bir çalışma yöntemi uygulandı. Buranın kışı erken bastırıyor!” deyince ben: “Biliyoruz!” diye ekledim Ekrem Ula gülerek: “Öyle ya siz buranın kışını gördünüz, bilirsiniz!” dedi. Ekrem Ula’yı anımsadım. Hasanoğlan’a ilk ekiple o da gelmişti. Zeybek oyuncularını o yönetiyordu, anımsattım; Yaşar’ı sordum. Yaşar iyi arkadaşıymış. Buraya gelmiş ama geri dönmüş, şimdi ise askermiş, yedek subay olmuş. “Köy Enstitüsü çıkışlı ilk yedek subay, buraya gelecek, bekliyoruz!” deyince benden çok bizim arkadaşlar sevindi. Yusuf biraz çocuksu kaçmakla birlikte: “İnanamıyorum, bizi yedeksubay yapacaklar mı?” diye sorunca Ekrem Ula biraz çıkışır gibi: “Ne diyorsun sen kardeşim, arkadaş şimdi subay giysileri içinde görev yapıyor. Yakın zamanda gelecek o zaman inanırsın!” dedi. Yaşar Özgün, akordiyon çalardı. “Benim akordiyonu birkaç kez istemişti” deyince bu kez de Ekrem Ula beni anımsadı: “Seninle bir de tartışmamız olmuştu, iyi anımsadım!” deyip güldü. Birlikte Kitaplık Salonuna gittik. Ekrem çok yorgun olduğunu söyleyip ayrıldı.

Ben koyduğum yerden Sokrat’ın Savunmasını (Müdafaasını) alıp okumayı sürdürdüm. Okuduğum yerleri anımsadım: Sokrat kutsal Tanrılara karşı suç işlemiş, birileri öyle diyor. Sanıım böyle diyenlerin başında Meletos geliyor. Çünkü Sokrat sık sık onun adını anıyor. Ancak Sokrat’ın bir sorusuna takıldım. Meletos’a soruyor: “Sen benim bazı tanrılara inanıp ötekilere inanmadığımı mı söylüyorsun?” Bu soruya herkes gibi Meletos da”Evet!” diyebilir. Niçin olmasın? Günümüzde de tüm Müslümanlar İsa buyruklarını beğenmeyip İslam dinini seçmişler. İslam dinine girmeyenler de başka başka dinlere yönelmişler. Anladığım kadarıyla Meletos Sokrat’ı tüm tanrıları tanımamakla suçluyor. Bakalım ilerde nasıl bir durumla karşılaşacağım!

Kadir Pekgöz geldi: Bu yorgunlukta nasıl kitap okuduğumu sordu. Oysa okuduğum falan yok, boş boş oturmamak için sayfalara bakıyorum. Kadir’le bir süre konuştuk. Kadir, Kepirtepe’de takıldığı gibi bana onların köyündeki kızlardan söz etti. Biliyorum beni yoklamak istiyor; A evlendi, ondan söz edip arkasından konuşacağımı yoklamaya çalışıyor. Oysa benim öyle arkadan söz söyleyecek bir niyetim yok. Köyde kalıp evlenmemesi söz konusu olamaz, A da onu yaptı. Belki ona bunu ailesi yaptırdı. Onun buna uyması köy koşullarında doğal sayılır. A’yı son kez gördüğümü Kadir’e anlattım. Kadir, yeni bir olaymış gibi hayret belirtileri gösterdi. Sonra da benim cesaretimi övdü, o olsa bunu yapamazmış. Bizi görünce 2. sınıflardan Mustafa Ersoy geldi, gülerek “Kepirliler ne konuşuyor?” diye sordu. Oturunca onu da Kepirli konuşmalara kattık. Staj için Kepirtepe’ye gönderileceklerini duyunca üzülmüşlermiş. Oysa üzüntünün ne olduğunu Kepir’den ayrılırken yaşamışlar. Bunu söyleyince onların oradaki kızlara aşık oldukları kanım perçinlendi, bunu hemen söyledim. Arkasından da kızın kim olduğunu söyledim. Mustafa Ersoy saklamadı: “Aşık değil belki ama görünürde eş olarak seçebileceğim biri olarak Melahat’ı düşünmüştüm. Ancak kendisiyle bu konuda konuşmuş değilim, sanırım onun haberi yoktur!” Doğrucu Kadir hemen atıldı: “Melahat’ı ağabey iyi tanır, aracılık yapsın!” deyince ben takıldım: “İyi bir enişte olacağına söz verirse araya girerim!” Mustafa Ersoy ciddi ciddi sakındı: “Sakın enişte falan demeyin arkadaşlar arasında çok zor durumda kalırım, bana takılırlar!” dedi. Ben de “Peki enişte!” deyip ilk sözümü söyledim. Yemeğe birlikte gittik. Kadir’le tembihleştik, konuştuklarımızı başkasına yaymayacağız.

Yemekte Çifteler grubu üstüne söylemler iyice yaygınlaşmış. İkisi bizim bölüme girecek olan 12 arkadaş mahkemelikmiş. Mahkeme aleyhlerine gelişirse tutuklanacaklarmış. Suçları yasak kitap okumakmış. Yasak kitap sözü bende ürperti yaptı: “Hangi kitaplar yasak? Yasak kitapları kim satıyor, kimler nereden alıyor?” Sormadım ama kafamda evirip çevirdim. Okuduğum Sokrat kitabı gibi bir durum; birinde Tanrı tanımazlık ötekinde de yasa tanımazlık. Yasaksa neden okumaya kalkışıyorlar? Çıkaranlar, yasak kitabı nasıl çıkarıyorlar? Arkadaşlar, konuyla ilgili duyduklarını tekrarladılar. Kimisi çok abartılı geldi bana: “Eğer gerçek durum böyleyse onları buraya almazlar. Buraya seçilerek geldik, bizim okulda olanlar onların okullarında da geçerli. Hiç suçumuz olmamasına karşın seçilmeyeceğimizi hep düşündük. Onların okulunda da böyle oldu. Ayrıca onlar bizim gibi 29 kişi içinden değil en az 60 öğrenci arasından seçildi. Onları seçenler bunları düşünmezler mi?” Arkadaşlar olaylara daha değişik açılardan bakıyorlar. Salih Baydemir: “Bu olay seçimlerden sonra olamaz mı?” Siz neler konuşuyorsunuz böyle?” diyerek öteki masadan arkadaşlar geldi.

Hep birlikte kalktık. Kitaplıkta oturmak istedik. Kitap okumak yok, gelecekle ilgili olasılıkları konuşacağız. Kararımız böyleyken oturur oturmaz, köylerine giden arkadaşlardan söz açıldı. Bu arada arkadaşların köylerine gitmesi önemli değil, onların alım satım işleri ne oldu, onlar önemli, deyip arkadaşları bir bir andık. İstedikleri beklediği gibi olmazsa kim nasıl tepki gösterir? Ben ilk olarak İsmet’i andım. Yusuf Asıl, haksızlık olmaması için numara sırasıyla konuşulmasını önerdi. Mehmet Aygün’den başladık. Mehmet Aygün için ben: “Ona ne verirlerse ses çıkarmadan alır, arkadaş uysaldır!” dedim. Arkadaşların çoğu benim yanıldığımı, Mehmet Aygün’ün çok titiz olduğunu, istemediği bir bir durumda onu kimse zorlayamayacağını anlattılar. Mehmet Aygün’ü tanıma konusunda yanıldığımı söylemekle birlikte benim de inadım tuttu. Böyle bir olayda kişilerin fazla diretemeyeceğini, yasaları uygulayanların da kendilerine göre seçimleri olabileceğini, üstelik onların yasa dayanağı olduğunda direttim. Mehmet Aygün arkadaş konuşacağımız arkadaşların ilkiydi. Tartışma başka tarafa kayarak, daha doğrusu benimle bir grup arasında bir inatlaşmaya dönüştü. Örneğin ben şöyle dedim: “Mehmet Aygün’e onun sevdiği süt beyaz bir çift koşum hayvanı yerine aklı karalı ya da saman sarısı bir çift verilse ne yapar?” Birkaç kişi birden “almaz!” deyip diretti. Sordum: “ Mehmet almadığına göre, İdris ya da Recep de almayacak. Bu işlere bakan üç kişilik komisyon üyeleri o hayvanları kime verecekler? Adamların elinde sığır sürüleri mi var? Hayvanları alırken öğretmen sayısına göre aldılarsa ki kesinlikle böyledir. Devlet başka türlü para harcatmaz.” Neyse ki biz tartışırken karşıdan Sami Akıncı bizi görünce gülerek geldi. Benden önce olayı anlatan oldu. Sanki Sami ile önce konuşmuşuz gibi Sami benim söylediklerimi tekrarlayarak noktayı koydu. Arkasından da çok rahatsız edici bir olasılık söyledi: “Sarı, kırmızı ya da kara diye bakmadan verilenleri bence almalılar: “Sona kalan dona kalır!” sözü gereği ilk verileni almazlarsa seneye de kalabilirler. Seneye ise belki o renkler bile aranır olur.” Sami’ye teşekkür ettim. Nedenini söyleyince Sami: “Vallahi biz bu konuda daha önce konuşmuş değiliz, ben kendi fikrimi söyledim. Biliyorsunuz Devlet, sürekli fikir değiştiriyor. Edirne’de başladığımız okul nasıldı, şimdi neredeyiz, ne durumdayız!” Hepimiz gülerek kalktık.

Yarın akşam 7 Fettah Biricik’ten başlayarak konuşmalarımızı sürdüreceğiz.

Yatınca içimden bir süre aynı konuları düşündüm. Okula girmeden önce 3 yaşına girmiş iki malağım vardı, onlarla çifte başlayacaktım. Onları sattırdım. 4 yıl sonra neredeyse rengi, yaşı belli olmayan bir çift hayvanla hem de bu kez birilerinin buyruğunda bilinmedik bir köyde aynı işlere dönecektim. Yoksa buradan sonra da mı gene böyle bir durum olacak? İçim sızladı. İlk kez içimde bir acı duydum; büyüdükçe yalnızlığa çekildiğimi, sanki elimden karanlıkta biri beni yanına çekiyormuş gibi geldi. Gözlerimi kapattım: “İşte bir başka karanlık, burada da yapayalnızım!”

 

20 Ekim 1942 Çarşamba

 

Her kafadan bir söz çıkıyor, birilerinin hiç beklemediği yoğunlukta işte çalıştırılmaktan yanılıyor ama gene de rahat bir tarafımız olduğu, enstitü bölümündeki gibi sıkıştırılmadığımıza dikkatimizi çekenler oluyor. Hüseyin Orhan erken kalkmış, az ilerideki binanın önündeki alanı görmüş. 200 kadar öğrenci topluca oyun oynamışlar, dizilerek dersliklerine gitmişler. Kadir Pekgöz hemen karşılık verdi: “Her gün yapmazlar onu!” Bizi dinlemiş olan bir 2. sınıf arkadaş gülerek: “Onlar her sabah öyle kalkarlar. Biz yüksek okul öğrencisi olduğumuz için onlara katılmıyoruz. Ancak onların başında bizim arkadaşlarımız vardır. Aylık nöbetle değişerek biz de o zaman görevli olarak katılırız. Dersler başlayınca sizin nöbetler de başlayacaktır. Dikkat ettinizse bir bayrak törenlerine de her zaman katılmayız. Bunun bir nedeni de bizim derslerimiz başlayınca onlar gibi düzenli olmuyor. Kimi zaman arkadaşların bir bölümü gece bile ders yapıyor. Örneğin Askerlik derslerimizi çoklukla gece yapıyoruz. Öteki derslerde de böyle yer değiştirmeler oluyor!” Bize bilgi veren arkadaş bir de başka yönden ders verdi. Söze başlarken kendini tanıttı: “Kızılçullu grubundan Rıza Dönmez, bu ay Enstitü Bölümünde nöbet görevlisi!” dedi. Teşekkür ettik. Rıza Dönmez. Konuştuğum 2. sınıf öğrencilerini adlarıyla tanımaya çalışıyorum: “Şevki Aydın-Mustafa Ersoy-Mehmet Pekgirgin” Bunlar Kepirtepe’ye staj için gelmişlerdi. Burada tanıdıklarım, Enver Ötnü, Ekrem Ula, Fevzi Özlen, Hüseyin Atmaca, Güzel Sanatlar Bölümdeki, Hüseyin Çakar, Mehmet Yelaldı, Şerif Yalman, Mehmet Zeybek. Bugün tanıdığım Rıza Dönmez’le  dokuz kişi oldu. Yüzlerinden tanıdıklarım var ama örneğin şakacı Rüstem (Gündüz), yaşlı Süleyman (Adıyaman), Rahmi (Özdemir), Hüseyin (Sezgin). Bu dört kişiyi de öğrendim ama kendileriyle iki ikiye konuşmadım. İnşaatta çalışırken yapılan konuşmalarda adlarını belledim.

Kahvaltıdan sonra kendi işimize döndük. Bugün Asaf Öğretmenle İhsan Usta geldi. İkisi de az konuşan insanlar. Asaf Öğretmen nasılsa dünkü çalışmaları sordu. Arkadaşlar bölük börçük anlattılar. Öğretmen, öyle toplu işleri sevmediğini, özellikle kalabalık çalışmalardan kaçtığını anlattı. Kiriş başı kesimleri için çizikleri Salih Baydemir'le Harun Özçelik çizmişti. Asaf Öğretmen önce çok beğendiğini söyledi. Hasan Üner: “Arkadaşlar bizim çalışmalarda hep çizdikleri için yetiştiler!” deyince Asaf Öğretmen: “Aaaa, bu sözü beğenmedim; daha doğrusu söylenen olayı beğenmedim. Neden hep onlar çiziyor, siz çizmiyor musunuz?” diye sordu. Herkes susunca soruyu bana yöneltti: “Sen neden çizmiyorsun? Başka bir yerde böyle bir iş yaparken onlar yanında olmayacak bunu bil!” dedi. Ben durumu açıkladım: “Biz bu çizimleri hep yaptık, çok iyi de çiziyoruz. Ancak işbölümlerinde amaç işi çabuk bitirmek olduğundan böyle bir seçim yapıyoruz. Arkadaş bunu demek istedi!” deyince Suat Öğretmen: “O başka, ben öyle anlamadım!” deyip sustu. Bir süre sonra ne düşündüyse Salih’i çağırdı kesme işine gönderdi, yerine de Yusuf Asıl’ı yolladı. Okul Müdürü Hürrem Arman’la Hidayet Gülen Öğretmen birlikte geldiler. Hidayet Gülen Öğretmen bizi görünce gülerek: “Aaa, bakın bakın bizim Kepirliler, sizin Trakyalı hemşerileriniz burada!” dedi. Müdür Bey gülerek: “Ben tanıdım onları!” deyip selam verdi. Hidayet Gülen Öğretmen Müdür Hürrem Arman’ın önünde durup yüksek sesle. “Bu çocukları görünce buraya ilk gelişimizi anımsadım: İnanın buralarda kuş uçmuyordu. Sırtımızda direkler taşıdık.” Bayrak direğini göstererek: “O direği dikmeden önce günlerce planlar kurduk. İnsanın elinden kurtulmuyor, olur mu olacak mı derken diktik. Aşağıdaki Hasanoğlan levhasını bu çocuklarla köyde hazırlayıp sırtımızda getirdik!” Gülerek bize de sordu: “Öyle değil mi? Sizi görünce bunları anımsadım. Yoksa unutmuşçasına yanlarından yabancı gibi gelip geçiyordum!” dedi. Hidayet Öğretmenin konuşmasından sonra Suat Öğretmenin tavrı değişti. “Siz şimdi pek ayırdında olmazsınız ama ilerde bu yaptıklarınızdan gurur duyacaksınız, ne mutlu size!”dedi. Çok iş yapılmakla birlikte şimdi yaptığımızın, yapılanların en büyüğü olacağını söyleyerek, öteki binalarla karşılaştırma yaptı.

Öğle yemeğinde bir söylenti yayıldı, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç gelecekmiş. Bu habere en çok sinirlenen Kadir Pekgöz oldu: “Bu günü mü buldu? O gelirse akşam müzik dinleme yapılamayacaktır!” Arkadaşlar Kadir’e takıldılar: “Hızlı başlıyorsun, dikkat et!” Kadir dinlediğimiz müziğin çok önemli olduğunu anlatmaya kalktı. Bizim arkadaşlardan hiç birinin o tür müzik dinlemediği biliniyordu. Gerçekte biz düzenli müzik dinlemedik. İçlerinde ben (bir şans olarak) kahvemizde gramofon gördüm. Vahit Lütfi Salcı ile Hasan Amcamın müzikle ilgileri nedeniyle ilgi duydum. Son yıl Asım Öğretmenin yardımı ile müzik alanının genişliğini kavrar gibi oldum. İlkbaharda Asım Öğretmen bir subay arkadaşının çadırındaki radyodan ünlü piyanist Brüno Walter’in konseri için çağırdığında yalnız gitmekten utandığım için İsmet’i neredeyse zorla götürmüştüm. Gideceğimiz kesinleşince bir de İdris Destan katıldı da üç arkadaş Asım Öğretmenle gitmiştik. Bir gün dersliğimize gelen Talat Tarkan Öğretmen Arifiye Köy Enstitüsünde müzik etkinliklerini anlatırken 2, 3, 4 sesli korolardan söz edince şaşırıp kalmıştık. Oysa şimdi burada daha ilk dinlediğimiz plakta karşımıza koro çıktı. Öyle ki 17 koca plaktaki bütün bir yapıt baştan sona koro. Arada tek söyleyen de var ama genelinde hep kalabalık insan toplulukları. Yer yer salt bayanlar, yer yer de erkekler söylüyorsa da genelde bay bayan karışık. Ben anlatırken sessizce dinleyen Yusuf Asıl dayanamadı bana sordu: “Ne yani, sen şimdi bunları Kadir anlayacak mı demek istiyorsun?” deyince Kepirtepe’deki benzeri tartışmalardan biri burada da başlamış oldu. Kadir küsüşmeye varan bir tavır takınınca Yusuf’u onaylamadık, üstelik ceza olarak bir akşam plak dinlemeye onu zorla götürmeye karar verdik. Bu da bir şakaydı ama Kadir bundan hoşnut oldu, gülerek ayrıldı. Biz de topluca işimize döndük.

Öğleden sonra İlhan Öğretmenle Hasan Usta da geldi. İlhan Öğretmen işe başlarken yaptığımız konuşmaları anımsattı: “Ne haber Cumhuriyet Bayramına çatıyı yetiştiriyor muyuz?” İhsan Usta herkesten önce yanıtladı: “O sizin elinizde öğretmenim, “Bitirelim!” der, işe sarılırsak elbette bitiririz!” İlhan Öğretmen duraksamadan: “Öyleyse ben sarıldım!” deyip yanımıza geldi. Paydosa dek bizimle çalıştı. Kirişleri kesmek için kaldırırken bizden çok çaba harcadı. Paydosta, onlardan ayrılınca aramızda konuşma oldu: “Yoksa İlhan Öğretmen İhsan Ustanın sözünden alındı mı?”

Kitaplığa uğradık. Rıza Dönmez’le karşılaştık. Önce o selam verdi. O bilir düşüncesiyle Genel Müdürün gelip gelmeyeceğini sordum. Rıza Dönmez gülerek: “Bak dostum, burada en çok söylenen uydurma haberlerden biri, belki de birincisi bu, İlköğretim Genel Müdürünün buraya geleceği haberidir. On kez söylenirse bunlardan birinde gelmiş olur. Siz bunu ilk kez duyduğunuza göre sayın, dokuz kez daha bekliyeceksiniz demektir!” Gelmeyecek oluşuna sevindim ama neden böyle haberler çıkarıldığına şaştım. Rıza onu da açıkladı: “Genel Müdür burayla yakın ilgili, her yanına gidene  güler yüz gösteriyor. Ayrılırken de genellikle: “Sizin oraya bu yakınlarda gelmek istiyorum!” diyerek iyi niyetle isteğini belirtiyor. O kişi bunu hemen olarak algılayıp buraya gelince duyuruyor. İşte sana bir yanlış  haber!” Rıza da bir kitap seçmişmiş, onu aldı okumaya başladı. O da Eflatun kitabı: Devlet. Sokrat’ı okuyorum. Ancak anlayamadığım konuşmalar geçiyor. Örneğin Sokrat’a soruyorlar: “Hiç suçum yok!”diyorsun. Hiç suçun olmasa neden dava açsınlar? Az ya da çok bir suçun var ki, dava ediyorlar!” denince Sokrat şu yanıtı veriyor. Sözde o çok bilgiliymiş, bu çok bilgili oluşu yüzünden ona düşman olmuşlar. Bu arada bir de olay anlatıyor. Sözde bir tanıdığı Delfi Tapınağına gidip Tanrıdan sormuş. “En bilgili insan kim?” Tanrı yanıtlamış: “Sokrat!” Bunu Sokrat mahkemede kendisi anlatıyor. Böyle bir şey olur mu? Bunu Sokrat’a anlatan ölmüş ama kardeşi, Sokrat konuşurken karşısındaki dinleyiciler arasındaymış. Sokrat’a inanmayanlar doğal olarak ona da inanmayacaklardır.

Tam ilgimi çeken yeri dikkatle okurken hemşerim Kadir geldi. O hala Genel Müdür bekliyormuş. Rıza’nın anlattığını anlatmadım ama kendi fikrimi kesin gibi söyledim: “Bu saatten sonra Genel Müdür gelmez; bu nedenle biz Müzik dinlemeye gideceğiz!” Biz konuşurken Abdullah Erçetin geldi. Abdullah beton taşıyanlar grubundaymış, çok yorulmuş. Müzik dinlemekten söz edince uyumaktan korktuğunu söyledi. Şaka ediyor diye güldük. Ben: “Uyursan uyu, müzikle uyumak iyidir!” gibilerde bir söz söyledim. Abdullah alındı: “Benim mahcup olmam sizi sevindirir!” diye bir söz söyledi. Kitabı kapatıp Abdulllah’a baktım. Abdullah’ın yüzü gergin, başka bir olaya üzülmüş olduğunu sezince ciddi ciddi konuşma gereğini duydum. Ben sormadan Abdullah kendisi konuşmaya başladı. İlk sözü bir soru oldu: “Ben de Mehmet Yücel gibi geri gitsem mi? Buna izin verirler mi?” Kadir şaşırdı; “Şaka mı ediyorsun? Ben bile böyle bir şey düşünmüyorum, müzikçi, şimdi de mızıkçı mı olacaksın!” dedi. Abdullah ellerini gösterdi. Gerçekten elleri al al olmuştu. Kadir’le yarı şaka yarı ciddi tartıştılar. Ben, geriye doğru geçmiş günleri anımsadım. Biz Kepirtepe’de çok çalıştık ama böylesi bir sıkışık iş yapmamıştık. Özellikle Abdullah gibi kolayca kaytarma yolları arayanlar, bir punduna getirip işin ağır tarafını başkalarına bırakabiliyorlardı. Abdullah da kendini sıkmayanlardan biriydi. Aynı taktiği burada sürdüremeyince kaçma hesapları yapmaya başladı. Mehmet Yücel’in dönmesi de aynı nedenlerdendi. Mehmet Yücel’in Kepirtepe’de kalması Abdullah için de çekici bir olay, dönerse onu da Kepirtepe’ye alırlar. Mehmet Yücel İnşaatçı olmuş, Abdullah da Müzik Öğretmeni olur. Ne iyi düşünce. Böyle düşündüm ama bunu anımsatacak bir söz söylemedim. İnşaatın yakında biteceğini, dersler başlayınca daha rahat olacağımızı umduğumu söyledim. Kadir ise kendisini bırakıp gitmemesi için neredeyse yalvardı. Sonunda öteki arkadaşlara duyurmamak üzere bu konuyu kapattık. Abdullah’a da bir şaka sözü verdik. Plak dinlemeye gidersek birlikte oturacağız. Ben elime bir pikap iğnesi alıp, Abdullah dalınca iğneyi batıracağım, böylece uykusu açılacak.

Yemekte gerçekten Genel Müdürün gelmeyeceği anlaşıldı. Şevki Aydın bizi Müzik dinlemeye çağırdı. Kadir’in sevinçten zıpladığını görünce Abdullah şaşırdı. Kadir’e çıkıştı: “Sen bunu içinden gelerek mi yapıyorsun yoksa bana kötülük olsun diye mi yapıyorsun?” dedi. Bu kez de Kadir alındı: “Arkadaşım, üzgünsün anladık ama bizim de üzüntülerimiz var, bu üzüntüleri atmak için böyle küçük sevinçlere sarılıyoruz. Sen neden aynı kurtuluşu aramıyorsun?” Kadir çok güzel söyledi. Bunu benim daha önce söylemem gerekirdi, düşünüp söyleyemedim. Konuşa konuşa Müzik odasına gittik. Şevki'den başka kimse gelmemişti, pikabın bitişiğine oturduk. Bizden az sonra Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Bana: “Gramofon kullandığını söylüyordun; pikapla gramofon arasında büyük bir fark yok, bunu da dene bakalım. Gelmediğim zamanlar arkadaşlara yardımcı olursun!” dedi. Bunu geçen gün de söylemişti. İçimden: “Ya söylediğini unuttu ya da söz olsun diye söylüyor!” yorumunu yaptım. Gene de kalkıp iğneyi taktım, küçük plaklardan birini koydum. Öteki arkadaşlar geldi. Meğer o plak çok sevilen bir plakmış. Mehmet Öztekin Öğretmen kahkahayla güldü, gelenler de ıslıklarla plağa eşlik ettiler. Öztekin Öğretmen: “Bunda da bir hayır var, İbrahim iyi başladı, haydi bakalım sürdürsün bu işi!” dedi. Elimin küçük plaklara alışık olduğunu söyleyince bu gece Bach’ın Mess’inden vazgeçildi. Küçük plakları dinlemeye karar verildi. Ancak ben plaklar arasına dağılmış küçük plak aramaya kalkışınca Mehmet Öztekin Öğretmen uyardı: “Küçük büyük plak farketmez, eller çabuk alışır, bu gece kısa yapıtları dinleyelim, sen tek plakları seç!” dedi.

İlk elime gelen plağı koydum, Tchaikovski Vals-Serenad çıktı. Bu da 2. sınıfların çok sevdiği bir parçaymış; öğretmen de arkadaşlar da güldüler. Onlar dinlerken adını duyduğum bestecileri aradım. Beethoven menüett, Weber Freischüts (Weber’in Avcılar marşını Asım Öğretmenle birlikte çalmıştık) Brahms Macar Dansı plaklarını seçtim. Weber’i çalınca öğretmen ara verdirdi. “Plakları böyle tek plak, iki plak gibi adlandırmamalı, onun yerine içeriğine göre anmalı hatta bu yetmez plak içeriğindeki yapıtın türüne göre tanıyıp konuşmalıyız; Beethoven: Menuett, Weber: Freischüts Üvertürü, Bach: Messe, Tchaikovski: Serenad, Schubert: Moment Muzikal gibi!” dedi. Biz yeni gelenler sustuk. Eski öğrenciler daha ileri giderek, Senfoni, süit, Opera , operet, konçerto, Fantezi, kapristen söz ettiler. Bu arada ben planları karıştırırken son sıradaki plaklara baktım Don Juan operası yazan bir yapıt tam 23 plak. Ben daha önce Bach’ın 17 plaklı Messe’i için “Bu nasıl olur?” derken 23 plak karşıma çıkınca iyice şaşırdım. Öğretmen işaret edince Chopin: Mazurka yazan plağı koydum. Mehmet Öztekin Öğretmen güldü: “İşte böyle, bize değişik yapıtları dinlet, arada müzik sözlerini de konuşalım!” deyip mazurka hakkında bilgi verdi. Ben, bildiğimden değil gelişi güzel seçmiştim. İçimden içimden de kendimle gururlandım, çevremdekilerin beni birşeyler biliyor sanması hoşuma gitti. Plakların üstünü dikkatle okumaya başladım. Bu ara bir de kurnazlık düşündüm. Öztekin Öğretmenden izin alıp, boş zamanlarımda plakları sırtlayıp silmek, pikabı temizlemek, hazırlamak. Bunu yaparken plakları tanıyıp bilgiçliğimi iyice kanıtlamak. Bunu düşündüğüm için bir yandan da rahatsızlık duydum. Bu tavrım belki de çok bencilce bir duygudan ileri geliyor.

Öztekin Öğretmen saatine bakıp: “ Cuma akşamı toplanmak üzre iyi geceler!” dedikten sonra bana: “İbrahim, olanak bulursan bir ara buraya uğra da (plakları göstererek) şunları bir düzene sok. Onların bir sırası olacaktı; bak o dolabın içindedir. O sırada olursa kolayca alır kullanırsın, işin kolaylaşır!” dedi. Sevinçten uçasım geldi. Bu kez de: “Acaba ben çok mu yakınlık gösteriyorum?” Kadir Pekgöz: “Hemşerim, adamın gözünü iyice doldurdun; sana plakları teslim etti. İnandırmasaydın bunu yapmazdı. Baksana geçen senekiler pısırmış olarak oturuyorlar" dedi. Kadir’e inanacağı bir neden uydurdum: “Geçen yıl onlar Kızılçullu-Çifteler çatışmasına kalkışmışlar. Mehmet Öztekin Öğretmen bu nedenle onlara küsmüş. İçlerinden birini seçerse gene bir tatsızlık çıkar düşüncesiyle böyle bir seçim yapmamış. Bizi tarafsız bulduğu için böyle bir yakınlık gösteriyor!” Yakıştırmam, Kadir gibi Abdullah’a da mantıklı geldi. Abdullah, “bunu konuşmadık ama ben ilk gün daha böyle bir durum sezdim!” dedi. İçim rahatladı; böyle bile olsa üzülmeyeceğim.

Yatınca aynı düşünceye gene saplandım: Peki, plak kullanmasını bilip de o gece kalkmasaydım gene bu işe sokulacak mıydım? Neden Abdullah ya da Kadir değil de ben? Sağ yanıma dönüp yattım: “Hep aynı durum, ben, sen, o…. Üç kişi arasında. Ben, her yerde olduğuna göre burada da olacaktır. Neden o ben, ben olmayayım?” Yarın işten sonra kitaplığa gitmeyip müzik odasına uğrayacağım. Belki de tüm boş zamanlarımı orada geçirebilirim. Şevki Aydın’la konuşup kesin bir karar vereceğim.

 

21 Ekim 1942 Perşembe

 

Uyanır uyanmaz bir gözümle Şevki Aydın’ı gözlüyorum. Gözlüyorum ya bunu ona nasıl soracağım. Hem gözlüyorum hem de içimden bir ses: “Şevki Aydın, sakın gelme!” der gibi çığlık atıyor. Ya hoşlanmayacağı bir söz söylerse! Örneğin: “Mehmet Öztekin Öğretmen çoğumuza bu işi yıkmaya çalıştı ama, yutturamadı, onun dediğini yapacak insanlar daha anasının karnından çıkmamıştır, o bunu öğrenmeli!” Hazırlanıp kapıya çıktım. Bizim grup erkenci. Yusuf Asıl bu gece üşümüş. Beni görür görmez sordu: “Geçen yıl bu günler kar yağdı mı?” Ben “Bir iki kez kar havasına döndü ama kalıcı kar yağmadı. 16 Ekim günü biz açık havada çatıya bayrak çektik. Bu günlerde 3. binanın çatısını kapatmıştık. 5. binanın çatısı kapattıktan sonra Cumhuriyet Bayramı için Ankara’ya açık havada indik. Törenden sonra hep birlikte Türkiye-İngiltere futbol maçı izledik. Kasım ayının ilk günleri kar düştü, bir daha da hiç kalkmadı. Kasım ayının ikinci hafta başında da biz buradan ayrıldık. O zaman da buralarda kara parçası kalmamıştı!”

Kahvaltıda konu oldu: Ben bunları nasıl anımsıyormuşum? Güldüm: “Bunu en az yüz kez konuştuk. Ayrıca günü gününe notlarım var. Özellikle tarihlerde de bir yanıltıcılık olmaz. Hele benim çatıya ilk bayrak çekilişi günü için Sili Ustanın imzalayıp verdiği yazılı belge en sahi kanıt. Onu hep yanımda taşıyorum. O gün çekilmiş fotoğraflar hepimizde vardır. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç gülerek geldi, bizi, senin de içinde bulunduğun Kepirtepe Çatı ustaları grubu ile konuştu, övücü sözler söyledi. Anımsamanız gerekir, beni ayrıca kutladı. Bunu ben nasıl unuturum? Unutmadığım bir başka durum da bunları güneşli bir günde çatı üstünde rahat çalışmamız, gelenlerle engelsiz konuşmamızdır.”

Fevzi Öğretmenle Asaf Öğretmen geldi. Bugün ustalardan yana da şanslıyız, Mustafa, Hasan, Mehmet Ustalar geldi. Salih Baydemir fısıltıyla: “Bunlar kokuyu almış gibi, Genel Müdür bugün gelecek herhalde!” dedi. Biz fısıldaşırken Asaf Öğretmen beni çağırdı, Mehmet Usta ile tamamlanmış makasları bir daha gözden geçirip binaya taşınacak  hazırlığa getirmemizi söyledi. Eksik parça varsa hemen tamamlanmasını da bize görev olarak yükledi. Bu arada bana da gülümseyerek göz kırptı. Göz kırpışını hayra yorduğum için olay üzerinde durmadım. Ancak arkadaşlardan ayrılmış olmama üzüldüm.

Enstitü bölümünden de dört öğrenci geldi. Asaf Öğretmen onları da bize yardımcı verdi. Gelen öğrencilerin küçük sınıflardan olduğunu düşündüğümden Mehmet Ustaya, “o çocukların ne yardımı olur ki?” diye sordum. Gelen dört öğrenci de son sınıfmış. Bunu duyunca şaşırdım. Nasıl olur? Burası geçen yıl açıldı. Meğer Ankara ilinden geçmiş yıllarda Eskişehir-Çifteler’e giden öğrenciler buraya getirtilmiş. Böylece burada da son sınıf oluşmuş. Gerçekten çocuklar bizim arkadaşlardan daha iri, kirişleri tuttukları gibi istedikleri yere götürebiliyorlar. İçlerinde biri oldukça da yaşlı, Mesut Aygen. Soyadı ilgimi çekti sordum. Aldığım yanıt daha ilginç oldu: “Ne bileyim ben, babama öyle bir soyadı vermişler!” dedi. Yanındaki daha nazik çıktı, Galip Gürler. Kendi soyadını açıkladıktan sonra Mesut’a da yardımcı olmaya çalıştı. Söz olsun diye sormuştum, bu kez dört arkadaş da soyadlarını açıklamaya kalktılar. Ahmet Kayalıdere, gülerek, gönüllü olarak açıkladı. O açıkladı ama bu kez benim aklım takıldı. Bu kayalı dere kesinlikle özel bir yerin adı olmalı. Her derede su olduğu gibi kaya ya da taş da bulunur. Ahmet’e bunu sordum. Ahmet açık göz bir arkadaş gülerek: “Ooo, abi ben orasını şimdilik bilemem. Ama ilk gideceğim tatilde bunu öğreneceğim!” dedi. Ahmet’i sevdim. Söze sonradan karışan Hacı Karaca, açıklamaya başlayınca, karaca görüp görmediğini sordum. Görmemiş. Peki sorup öğrenmeyi düşündün mü? Hacı güldü: “Yok abi, bana şimdiye dek kimse böyle bir şey sormadı. Karaca denince ben kendimi anladığım için başka bir karaca düşünmüyorum” diyerek beni azıcık sorgular gibi oldu. İçlerinde en açıkgözü olduğunu anladım. Bu kez de ben: “Herkes senin gibi düşünmüyor. Soy adları kişilerin ötesinde kişileri yetiştiren aileleri de kapsıyor. Sen tekil olarak düşünürsen ailenin geniş anlamı arkada kalır. Ahmet Kayalıdere’yi düşün, ailesinin bir dere ile kesinlikle bağlantısı vardır, ailede bundan söz edilir.”

Konuşmamız uzayınca Suat Öğretmen bana sordu: “Onlar seni lafa mı tutuyorlar?” Ben de: “Onlar beni değil ben onları lafa tutuyorum, kusura bakmayın!” deyince Asaf Öğretmen: “Yok yok konuşmanıza bir şey demiyorum, konuşun, anlaşın, seneye umarım birlikte çalışırsınız!” dedikten sonra Galip’e sordu; “Gürler, niyetin var mı?” Galip: “Var öğretmenim!” deyince öğretmen “Senin şansın var, bu fırsatı sakın kaçırma!” diye uyardı. Mesut’la Ahmet Kayalıdere de okumak istediklerini söylediler. Asaf Öğretmen: “Ne iyi şimdiden arkadaşlığı ilerletin!” deyip yanımızdan ayrıldı. Konuştuk ama hazırlanmış parçaları gösterilen yere taşıdık. 12 makas tamam, üç makasın da değişik parçaları eksik. Onları yazdım. Taşıyıcı arkadaşlar paydostan önce ayrıldılar. Asaf Öğretmen, onlar gidince azıcık arkalarından konuştu: “Hacı çok çalışkandır, Mesut’la Ahmet kaytargandır, Galip iyi niyetlidir ama biraz çıtkırıldımdır. Galip biliyorsundur belki, Genel Müdürün akrabasıdır; biraz da o nedenle işlere karşı ağırdan alır!” Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un akrabası sözüne takıldım. Bu konuda hiç bilgim olmamasına karşın inanamadım ya da inanmamış gibi bir tavır takındım.

Öğle yemeğinde Şevki Aydın bizim masaya geldi. Karşılıklı yemek yerken bu konuyu açtım. Genel Müdürün Bulgaristan’dan geldiğini kendisinden dinlemiştim Fikret Madaralı Öğretmen ya da Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ün olduğu gibi onun da Bulgaristan’dan tek başına gelmiş olacağını varsayıyordum. Şevki güldü, beni iyice şaşırtan bir bilgi verdi. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un kardeşi Zekeriya Tonguç Kızılçullu’da müdür yardımcılığı da yapan bir öğretmenmiş. Şevki Aydın: “Zekeriya Tonguç 5 yıldır bizim okulda çalışıyor!” dedi. Arkasından değişik varsayımlar öne sürüldü: “Önce kendisi gelmiş sonra da ailesini getirtmiştir. Ailesinin de aralarında bulunan büyük bir grup Türkiye’ye göç etmiştir. Genel Müdürün çocukluğunda ailesi topluca gelmiştir!” Derken Galip Gürler’in nereli olduğu konuşuldu, “Çifteler Köy Enstitüsüne girdiğine göre, demek ailesi oralara yakın bir yerdedir. Öyleyse Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un akrabaları o dolaylardadır. Böyle olunca da onun başka akrabaları da vardır!” türü mantıksal önermeler uzadı gitti. Ayrılırken Şevki Aydın’a sordum: “Müzik Odasına Öztekin Öğretmene sormadan girebilir miyim?” Şevki: “O sana orada yapılacak bir ödev verdiğine göre, sormana bence gerek yok, yalnız; onun bu konudaki titizliğini biliyorum, yanında kimse olmasın, o buna kızar!” dedi. Bunu arkadaşlar da duydular; buna da ayrıca sevindim; yanımda birilerinin olmasını ben de istemiyordum. Kepirtepe’dekine benzer bir durumu gene sağladığımı düşünerek içimden sevindim.

Öğleden sonra yardımcılar gelmedi. Onların kültür dersleri öğleden sonra oluyormuş; sabahleyin atölye dersleri, öğleden sonra kültür dersleri.

Asaf Öğretmen bu kez Salih’le ikimize makasların ara bağlayıcılarını hazırlama görevi verdi. İki boy kesek: 100 cm, 220 cm. Kısalar her kiriş arası, uzunlarsa bir atlayarak kullanılacak. Önce sayısı söylenmediğinden, kolay bir işi olarak küçümsedik. Asaf Öğretmen sayı bildirince şaşırdık: “120 adet! 60 kısa, 60 uzun” Tamı tamına 240 kesim işi. Salih’le bakıştık. Salih her zamanki gibi gene (tanıdığı ustalar öyle yaparmış) ellerine tü, tü , tü, yaptı. On kadar parçayı seçip kesmeye başladık. Önce 100 cm’leri sıraya koyduk. Bir ara Mehmet Usta hızarımızı alıp tutsak etti, biz bekledik. Paydosa 50 kısa parça ile girdik.

Paydosta az düşündüm: Önce kitaplığa gidip biraz kitap okumak, yemekten sonra müzik Odasına geçmek. Yemekten önce arkadaşlar ortalıkta çok dolaşıyor, görüp yanıma gelirler. Gelenlere: “Gelmeyin!” demek zor olacağı için yemekten sonra ortalığın daha tenha olacağını düşünerek Sokrat'ı okumayı yeğledim. Kitabı okudukça olayı kavramaya başladım. Sokrat sürekli “Atinalılar!” dediğine göre Atinalı büyük bir kalabalık önünde konuşuyor olmalı. Örneğin Sokrat: “Doğru söyle, Meletos, sen benim, gerçekten hiçbir tanrıya inanmadığımı mı sanıyorsun?” Meletos yanıtlıyor: “Zeus üstüne yemin ederim ki, sen hiçbir tanrıya inanmıyorsun!”

Meletos’un bu apaçık sözüne karşın Sokrat kesin olarak inandığını söylemesi gerekirken Atinalılara başka başka sözler söyleyerek, konuşmayı uzatıyor. Oysa Atinalıların bu konudaki düşünceleri hiç ortaya gelmiyor. Örneğin Sokrat Atinalılara soruyor: “Bir adam var mıdır ki, tanrılara özgü işlere inansın da tanrılara inanmasın?” Bu sorunun yanıtını gene kendisi veriyor. Üstelik tanrılar diye çoğullaştırdığına göre soru da geçersiz kalıyor. Çünkü bir ya da birkaç tanrıya inananlar ötekilerine inanmayabilir. Günümüzde de Musa Peygambere inananlar İsa Peygamberin buyruklarına uymuyorlar. Müslümanlar ise o iki peygamberin buyruklarını tanımıyorlar. Sokrat’ın güzel sözlerinden biri: “Doğruluk, namusluluk, cesaret işidir. Bunlar için ölümden dönülmemeli.” Truva Savaşı sırasında Aşil, savaşmaktan çekilir. Korkusundan değil, Agamemnon’un bencil davranışına kızmıştır. O nedenle Truvalı kahraman Hektor’la savaşmaya çıkmaz. Ancak Hektor, Aşil’in can arkadaşı Patraklos’u öldürür. Aşil buna çok üzülür, Hektor’dan öc almak ister. Bu sıra Aşil’in annesi oğlunu uyarır: “Oğlum, Namus sözü verip öc alacaksın, sonunda da Hektor’u öldüreceksin, biliyorum. Ancak Hektor’un ardından sen de öleceksin! Namus sözünün sonunda kaçınılmaz ölüm var!” der. Aşil öleceğini bile bile Hektor’la savaşır, sonunda onu öldürür. Öldürür ama az sonra kendisi de can verir. Sokrat bunu örnekleyip insanlara bir ilkeyi anımsatıyor: “Yaşamak, onurlu sürerse değer kazanır. Onursuz insanın yaşamı gururdan yoksun, sünepe bir süreçtir. Kişi verdiği sözü yerine getirirse onuru artar. Onursuz yaşam, insanlık için nafile bir süreçtir. İnsanlık, insanların namus anlayışı ile yüceleşmiştir. Namustan yoksun bireyler, insanlığın ortak onurundan pay alamazlar. Hiç bilmediğim bir konu; bu kitapta gördüğüm Daimon, ya da Daimonlar. Sokrat soruyor: “Daimonları, tanrı ya da tanrı oğlu olarak alabilir miyiz?” Yoksa bunlar da onların sayısız  tanrıları arasında geçiyor mu? Bunu öğrenmem gerekecek. Selçuk Öğretmen olsa sorardım. Böyle dedim ama gene kendim kendimi yanıtladım: Selçuk Öğretmen kesinlikle bana önce sorardı: “İbrahim, nereden buldun bu dip notunu?” Dip notu, esas bilgi sayılmazmış. “Olsa da olur!” anlayışı içinde anlatılanlara eklenirmiş. Özellikle de yazıların altlarına konduğundan çoğunlukla onlara bakılıp yukarki bilgilere kimse ek yapmazmış. Kesinlikle doğrudur ama ben bu kitabı okudum. Sokrat kendini savunurken Daimon deyip duruyor, onların tanrılığından söz ediyor.

Sıkılmak üzereyken Kadir geldi: “Hemşerim seni aramadan edemiyorum, burası Kepir gibi değil, önüme gelenle konuşamıyorum!” deyip başını kaldırmadan karşı masada oturan 2. sınıf öğrencilerini gösterdi: “Baksana bunlar ağabeyim değil babamı andırıyor. Ne kadar yaşlı bunlar; nasıl almışlar bunları?” diye başını kaldırmadan sordu. Gerçekten karşıdan Çifteler 2. sınıf grubundan dört arkadaş oturuyordu. Birini geçen akşam tanımıştık, Güzel Sanatlar bölümünden Abdullah Ön. Yüksek sesle gülüşü özellikle dikkati çekiyordu. Öteki ikisi ise bilek güreşi denemesi yapıyordu. Rahim adlı olanı karşısındaki Musa’yı iki kez yendi. On kadar masada oturanlar hep onları dinledi. Yenilen Musa Çınar’a soyadını değiştirmesi önerildi. Çınarlar güçlü olurmuş. Musa Çınar kendini savundu. Rahim’in soyadı Ünüvar. Onun ününü düşürmemek için kaybetmeyi göze almış. Böylece Kadir’in yaşlı adamlarının adlarını soyadlarını öğrenmiş olduk. 4. kişi onlara hiç karışmıyordu. Karşıdan biri onun da adını soyadını söyleyerek çağırınca onu da öğrendik. Süleyman Alkan. Çağırılınca kalkıp gitti. Giderken yanımızdan geçti. Çok uzun boylu olduğundan geçerken baktık. Baktığımızı görünce o da gülümseyip selam verdi. Selam verişi hoşumuza gitti. Kadir hemen sıfat yapıştırdı: “Bu iyi bir insan, nasıl olur da o dedelerin yanında oturur?” deyince ben de güldüm. Bu kez gülüşümüzü onlar gördü, kuşkuyla baktılar. Arkası bize dönük olan Abdullah Ön başını çevirince gülümsedi, başıyla bize selam verdi. Elimdeki kitaptan Kadir’e bir şey gösterir gibi yaparak onlarla bakış nöbetimizi bitirdik. Kadir yavaşça: “Neredeyse senin başına iş açacaktım, kusura bakma ağabey!” dedi.

Yemekten sonra Kadir’le birlikte Müzik Odasına gittik. Öztekin Öğretmen gelirse, yalnız kalmaktan çekindiğim için arkadaşı çağırdığımı söylemeyi kurdum. Öztekin Öğretmen gelmedi. Plakları okşar gibi severek elden geçirdim. Kadir pek karışmadı, salt plakların üstündeki yazıları okudu. Bestecilerin çoğunun adını doğru çıkaramadık. Almanca okuduğumuz için Almanca’ya uyanları belledik. Beethoven, Bach, Weber, Mozart, Haydn, Wagner, Schubert, Schumann, Chopin, Rossini, Verdi, Mendelsshonn…Çok niyetlendim ama plak çalmaya bir türlü cesaret edemedim. Daha ilk gecemde istenmeyen bir iş yaparsam çok zararıma olacağını düşündüm. Çıkmak üzereyken Enstitü bölümünde görevli 2. sınıftan Hüseyin Çakar geldi. Çok güleç bir yüzle bizi karşıladı. Akordiyon çaldığını duymuştum. O piyanoyu da en iyi o çalıyormuş. Şevki Aydın övmüştü. Bunları söyledim: “Sağ olsun arkadaşlar benim yaptıklarımı hep böyle abartırlar!” dedi. Sözü Öztekin Öğretmene getirdi: “Dediği yapılınca tam anlamıyla şekerdir. Dediklerinden çıkılınca o şeker acı bir biber olur, ilişkiler zehire döner!” dedi. Plak çalmayı bu nedenle denemediğimi söyleyince ise: “Yok, plak çalman için karışmaz, sana o izin verdi. Ancak anahtarı bir başkasına verirsen, gelir o çalarsa o zaman pandomim kopar!” dedi. Kalkıp giderken gene tekrarladı: “Plak için kesinlikle bir şey demez, bana inan!” dedi.

Gene de plak çalmaktan vazgeçtim. Yarın akşamki durumu da gözledikten sonra plak çalma işine kalkışmayı planladım. Zaten Kadir sıkılmaya başlamıştı. Birlikte  güzel vakit geçirdiğimizi söyleyerek yatakhaneye döndük. Kadir’i bekleyen varmış: “Nerdesin?” diye sorunca Kadir olayı abartarak anlattı, bol bol müzik dinlemiş. Hüseyin Çakar’ın şeker-biber sözlerini düşündüm, ürkütücü ama gene de uyarıcı, güzel açıklama. Salt Öztekin Öğretmen değil bir çok insan öyledir. Ahmet Gürsel Öğretmen de öyleydi. Hele Fikret Madaralı Öğretmen, söylediklerinin tersiyle karşılaşınca öfkelenir, biberden bile acı sözler söylerdi: “Sarsaaak!” deyişi az bir aşağılama sayılmazdı. Böyle dedim ama, bana karşı böyle bir tavrı olmadığı için sözümü geri aldım: Bana göre ne denli sabırlıydı, tam kestiremiyorum. Sanırım Ahmet Gürsel öğretmeni de Fikret Madaralı Öğretmeni de üzecek bir yanlış yapmadım. Geçen dört yıldan böyle bir anım olmadığına göre demek ki onlar bana hep iyi davranmışlar. Pazarören’den gelen olmadığı için Fikret Madaralı Öğretmeni kimseye soramadım. Eskişehir/Çiftelerli bir arkadaşa Ahmet Gürsel Öğretmeni sordum. Onların okulu Hamidiye, Mahmudiye olarak iki bölümmüş, arkadaş: “Sorduğun öğretmen öbür tarafta galiba, bize bu adda bir öğretmen gelmedi!” dedi.

Konuşanlar var. Birisi ötekini uyardı: “Mereti yatakhanede içme, kötü alışıyorsun; derslere girince ne yapacaksın!” dedi. Ötekinin dediğini anlayamadım ama konuşan bu kez: “Vallahi alır onu yüzünde parçalarım!” diye sert çıkıştı. Bir çıngar beklerken uyumuşum. Konuşanın sesini Güzel Sanatlar Bölümündeki Abdullah Ön’ün sesine benzettim.

 

22 Ekim 1943 Cuma

 

Yusuf Asıl Kızılçullu grubundan iki arkadaşla tanışmış: “Çok iyi arkadaşlar!” diyerek övdü. İkisini de tanımıştım, benim mektup arkadaşım Ziya Fikri’nin yakın arkadaşları, ikisinin de adı Kemal: Kemal Karadeniz, Kemal Kızılelma. Galiba onlar da bizim bir zamanlar yaptığımız gibi geldikleri illere göre arkadaş seçiyorlar. Kimi kez birilerini çağırırken: “Gel bakalım Aydınlı” ya da “İzmirli” gibi sözler söylüyorlar. Biz bu denli ayrışmamıştık ama gene de içimizden kendi ilimizden olanlara öncelik veriyorduk. Sonra sonra bu tavsadı. Edirneli olmasına karşın en güvenilir arkadaş olarak Halil Basutçu’yu seçişim bunu gösteriyor. Daha sonra Yusuf Asıl Tekirdağlı olmasına karşın onu, kendi hemşerim Mehmet Yücel’den farklı tutmadım. Buna karşın hemşerim olan Mehmet Başaran’a ise bir türlü barışıklık kuramadığım Edirneli Ali Önol’dan farklı bakmadım.

Ekrem Ula tüm arkadaşları ikinci katın beton dökümüne çağırdı. Kızılçullulu tezkere arkadaşım yanımdan geçerken bana: “Bugün Kamçatka’ya da uğrarız!” dedi. Arkadaşlar olayı bilmediği için bakıştılar. Olayı açıkladım: “Geçen beton dökümünde ikimiz de taşıyıcıydık. Kendimizi, arkadaşın okuduğu bir kitaptan öğrendiği Sibirya Sürgünleri gibi çalıştığımızı var sayarak Sibirya'yı boydan boya gittiğimizi düşledik. Betonu aldığımız yer Omsk, geçtiğimiz büyük kentlerse Toms, Sibirst, Yakuts dizisiydi. O gün birinci beton dökülmüştü. Bugün yol daha uzayacak; o nedenle Yakuts ötesine Kamçatka’ya gideceğiz!” Ben tam sözümü bitirdim, duyuruda düzeltme yapıldı: “Çatı işlerinde çalışanlar işlerini sürdürecek!” Sevindirici bir başka  haber, bugün beton işi biterse yarın Ankara’ya gidilebilecekmiş. Sevinerek işbaşı yaptık. Öğretmenlerde nöbet değişimi var, İlhan-Fevzi Öğretmenler geldi. İlhan Öğretmen bana ne yaptığımızı sordu. Anlatınca : “Siz devam edin!” deyip ayrıldı. Enstitü bölümünden gene dört öğrenci geldi ama onları Fevzi Öğretmen yanına alıp bir yerlere götürdü. Biz, bir metrelik kesikleri tamamladık. Uzunlara başlarken paydos ettik. İlhan Öğretmen sordu: “Pazartesi günü biter mi?” Salt cumartesi gününün tatil olup olmadığını öğrenme amacıyla: “Yarın öğlede tamamlarız!” dedim. İlhan Öğretmen yüzüme baktı: “Biz cumartesi gününü dört gözle bekliyoruz be birader, bir de o elimizden alınmasın!” dedi. Bu sözü beni azarlar gibi söyledi ama hiç alınmadım, tersine sevindim, o da benim gibi düşünüyor, hiç değilse onu öğrendim.

Yemekte arkadaşlardan betonun akşama biteceğini öğrendik. Mustafa Ersoy bizim masaya geldi. Yapıcılık Bölümünde olduğu için olayları daha iyi biliyor. Bize bilgi verdi: “Dersler 1 Kasım günü başlayacak deniyorsa da bu olanaksız. Eğer kendi binamıza girdikten sonra başlanacaksa kesinlikle dersler ancak 1 Aralıkta başlar!” dedi. Binanın bundan sonraki işlerini saydı, döktü. Söylenenleri can kulağıyla dinlemedim. Başlasa da başlamasa da benim için farketmeyecek. Ben kendime göre ilerde işime yarayacak hazırlıkları yaptığıma inandığımdan söylenenlerden rahatsız olmadım. Arkadaşlardan kimi olumsuz yorumlar geldiyse de aldırmadım. Geçmiş beş yılda nice güzel dersler boş geçti, çok sevdiğim matematik dersini bile öğretmensizlikten karanlığa gömdüm. Burada ne okuyacağımı bile bilmiyorum. Bilmediğim konuların gecikmesine üzülmenin anlamsızlığını düşünüp geçtim.

Öğleden sonra Salih’le yarış ederce çalıştık. Boylar iki kat arttığı için yerleştirmek oyalayıcı oldu. Ayrıca İlhan Öğretmen bir engel çıkardı: “4 Metrelik kerestenin 220 cm’si kesilince kalan parçalar pek işe yaramıyor, siz bütün değil önce parça seçin!” deyip bizi zora soktu. Kereste yığınları arasında parça ararken paydosu ettik. Hep birlikte İnşaate gittik. Arkadaşlar tüm gayretleriyle ikinci katın betonunu tamamladılar. Sili Usta, Mustafa Güneri, Müdür Hürrem Arman çatıdalar. Müdür Hürrem Arman sevinçten dökülmüş beton üstünde oynamaya kalkmış. Yüksek sesle arkadaşlara: “Siz bugün okulun kaderi değiştirdiniz. Bu beton bizi kıştan kurtaran can simidi oldu. Kısa zamanda kapıları kapatıp binamızın içinde rahat çalışarak eksiklerimizi tamamlayacağız!” dedi. Bu arada bu gece Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a da müjdeleyeceğini söyledi. Hava kararırken küreklerin arkaları betonun erilebilinir yerlerini sıyırarak çekildi. Sili Usta karşı dağları gösterdi. Ay çok berrak olarak yükseliyordu. Sili Usta: “Anladım, yağmur, kar yok, sonra olur-olmaz, bana bir zararı yok!” deyip iki elini kaldırıp iki yana salladı. Sevinenleri görünce biz de sevindik ama özellikle bana bu sevinç gösterisi biraz abartılı geldi.

Beton işinde çalışanlar üst baş temizliği için dağılınca ben Kitaplığa gidip Sokrat’ı dinlemeye başladım. Sokrat, ne söylerse söylesin cezadan kurtulamayacağını anlamış durumda. Neredeyse kendisine verilebilecek cezaların hepsini saptamış. Tutuk Evine sokulursa yargıçların kölesi sayılacağını, para cezası verilirse, para veremeyeceğini, ölüm cezası için ise, bunun belki de bir iyilik olacağını ancak kesin bir karar veremediğini, çünkü kesin karar için ölümün ne olduğunu bilmesi gerektiği, sürgünün ise hemşerilerinden ayrılacağı için bunun aynı zamanda Atinalılara bir ceza sayılacağını söylüyor. Gene de övünmekten geçmiyor. Örneğin sürgüne gönderilse, gideceği yerde de gençlerin kendi çevresinde toplanıp ondan bilgi isteyeceğini söylemekten geri durmuyor. Bu arada Sokrat gerçek dostlarını da sıralıyor. Bunlar arasında Eflatun da var. Eflatun’la arkadaşları aralarında para toplayıp Sokrat’ı kurtarmayı tasarlıyorlar. Sokrat bundan hoşnut oluyor. Adlarını da sıralıyor: Platon, Kriton, Kriyobulos, Apollodoros!

Yemek zili çalınca kapatıp kalktım. Buradan ötesini okumama gerek yok gibi, çünkü Sokrat’ın baldıran zehiri içerek öldüğünü biliyorum. Ama gene de bu kitabın anlattığını öğrenmek için okuyacağım. Kadir beni bekliyormuş, geldi, bir de hesap sorar gibi sordu: “Nerdesin Abi, binanın başında toplananlar bayram yaptı, sen göremedin!” dedi. Gördüğümü söyledim. Kadir plak dinlemek için sabırsızlanıyor. Ben de öyleyim ama Kadir’e belli etmek istemiyorum. Yemekte Ankara planları yapıldı. Kızılçullulu arkadaşlar B.M. Meclisine gitmeye karar verdiler. B.M. Meclisine gitmek ne bakımdan önemli pek anlamadım ama Meclis binasını biliyoruz, yolumuzun üstünde. Bunu söyleyince açıklamalar yapıldı. Bina yolun üstünde ama kapıdan girmek için polislerden izin alınırmış. Dahası bir milletvekilinin adı verilecekmiş. Ben Zühtü Akın’ı tanıyorum, onun adını veririm. Oğlu benim okul arkadaşım. Biz konuşurken Kadir geldi, söylediklerimi doğruladı. Bu kez Kızılçullulu arkadaşlar benim çevremde toplandılar: “Gel birlikte gidelim!” Kadir’le söz verdik. Böylece hiç aklımızda yokken T.B.M. Meclisini de görmüş olacağız. Sordum: “Ya Zühtü Akın yoksa?” Milletvekili kendisi olmasa bile adı verilince izin çıkıyormuş.

Müzik Odasında toplandık. Öğretmen erken geldi. Bu kez değişik bir yöntem uygulayacağımızı söyledi. Dersler başlayıncaya kadarki dinlemeler tümüyle bir alıştırmaymış. Bu süreçte değişik müzik parçaları dinlenecekmiş. Öğretmen: “ Önce bir mazurka çalalım!” dedi. Arkasından “Chopin” deyince plağı rahatça buldum. Arkasından serenad çaldık. Serenad 3 plaktı. Benim ilgim o 23 plaklı takımdaydı. Bunu anlamışçasına Öztekin Öğretmen o plakları göstererek tam ortalarından bir plak çekmemi söyledi. Plağı çekip koydum. Şarkılı bir plaktı. Bay-bayan söyleştiler. Az sonra benim duyduğum bir müzik çıktı. “Asım Öğretmen bunun notasını çalıyordu!” dedim. Hüseyin Çakar: “Öyleyse senin öğretmenin Beringer Metodunu izlemiş, bu parça orada vardır!” deyince kullanacağım piyano metodunu da öğrenmiş oldum. Beringer kullanacağıma göre çalıştığım parçalar işim yarayacak. Çaldığımız opera plağı bitince Abdullah Ön öğretmenden rica etti: “Öğretmenim çoktandır keman dinlemedik Beethoven keman konçertosunu dinleyelim!” Öztekin Öğretmen parmaklarıyla saydı. Bir mazurka, iki serenad, üç opera, dört senfoni dedikten sonra: “Yeter zaten, böylece 4 müzik türü duymuş olduk!” dedi. Beethoven keman konçertosu 5 plak. Tamamı çalındı. Kadir’e baktım, esnememek için dişlerini sıktı durdu. 2. sınıflarda ne de olsa bir alışkanlık var, uzun süre kıpırdamadan dinlediler. Bana da zaman çok uzun gibi geldi. Bir ara sıkılır gibi oldum. Plak değiştirmek için kalkınca toparlandığım için fazla sıkılmadım. Plaktaki kemanı dinlerken bir ara Süheyla öğretmeni anımsadım. Yoksa o bunları çalmak için mi okumaya döndü? 5 plak yarım saatten fazla sürdü. Öztekin Öğretmen: “Pazartesi toplanmak üzere iyi geceler!” deyip ayrıldı. Öğretmen gidince arkasından konuşanlar oldu. Birisi sordu: “Ne oldu yahu hani bu evlenecekti? Evlense de yakamızı biraz bıraksa!” dedi. Bir başkası, Çiftelerli Orhan Doğan: “Evliliği önümüzdeki bahara kaldı!” dedi. “Bu kış gene başımıza ekşiyecek!” diyerek ayrıldılar. Bu konuşmalara üzüldüm; benim hoşuma giden etkinliklerden onlar yakınıyor. Ne olur böyle toplanıp bilgilerimizi arttırsak! Abdullah suskun. Kadir onlar ayrılınca kükredi: “Bu adamlar zorla getirilmiş buraya, onların bizim gibi öğrenmeye niyetleri yok!” dedi. Ben, düzeltme yaptım: “Hepsi değil, bak Şevki, onlar konuşurken arkasını dönüp gitti. Hüseyin Çakar ise kalkıp plak seçti. Konuşanlar üçü de Öztekin Öğretmenin kendi öğrencileri. Onu kendilerine yakın buldukları için öyle konuşuyorlar!” dedim. Dedim ama dediğimi ben bile anlamsız buldum: İnsan kendine yakın bulduğunu öyle ulu orta eleştirir mi? Abdullah gene bizden ayrıldı: “Ankara’ya gitmek istemiyorum!” deyip kestirdi. Kadir sinemaya gitmek istiyor. Kızılçullu grubu bu konuda çok uyanık, 2. sınıfların yardımıyla sinemaları öğrenmişler. Ulus'takiyle Anafartalar'dakini ben de biliyorum ama hiç girmedim. Sinema olarak bir Lüleburgaz sinemasını bir de Kırklareli’deki Pehlivan Amcamın sinemasını biliyorum. Yarın Ankara sinemasını da öğreneceğim. Aralarında bir fark olacak mı acaba? Son çaldığımız plakta keman çok güzeldi. Keman yayını teller üstünde zıplar gibi düşündüm. Nasıl da hızlı çalıyorlar. Süheyla Öğretmenle konuşabilirsem soracağım: “Beethoven’in Keman konçertosunu çalıyor musun?” Kendi kendime konuşurken kemanın kulağımdaki sesi kayboldu.

 

23  Ekim 1943  Cumartesi

 

“Ankara’ya gidecekler geç kalmasın!” uyarıları arasında hazırlandık. Ziya Fikri ile hemşerisi Kemal de geliyor. Ziya Fikri bana: “Adaş sinemaya gidecek misin?” diye sordu. Karar vermediğimi söyleyerek, bilgisizliğimi sakladım. Kemal, onlara katılmamı önerdi. T.B.M. Meclisini göreceğimizi söyledim. Onlar geçen hafta görmüşler. Ziya Fikri: “Boş Meclisi görüp ne yapacaksın? Toplantılı bir günde görmek önemli!” dedi. İstasyona böyle konuşarak vardık. Bizden önc gelmiş olan Harun Özçelik, Hüseyin Orhan, Hasan Üner de bize katıldı. Ziya Fikri'lerin gideceği sinema saat 15:00’te başlıyormuş, anlaştık. Sümer Sineması, Anafartalar denilen yokuşta. Sinema önünde buluşacağız. Saatleri karşılaştırdık. Benim saat 5 dakika ileri. Biz Meclis Bahçesine gittik ama içeri girmeye kalkışmadık. Zaten her saat alınmıyormuş, belli bir saatte salt meclisin salonunu görmek isteyenlere izin veriliyormuş. Meclis Bahçesinde biraz oturup Yeni Şehir’e dek yürüdük. Dönüşte çay bahçesinde çayla simitle karnımızı doyurduk. Daha kimisiyle konuşmadığımız ama bizim okuldan olduklarını bildiğimiz arkadaşlar geldi. Onlar bizi selamlayınca biz de onlarla konuştuk. 2. sınıflardan gelenler oldu, bizi havuzlu bir kahveye götürdüler. Oraya giderken Yeni Sinemanın önünden geçtik. Atlı resimler vardı. Çok güzel bir film oynuyormuş: Şeyhoğlu Ahmet. Kadir girmek istedi ama ben durdurdum. Arkadaşlara söz verdik, bir saat sonra bizi bekleyecekler. Havuzlu Kahve’de bir süre oturduk. Güzel, aydınlık, önü geniş alan olan bir kahve. 2. sınıflar Ankara’ya gelince burada toplanırlarmış. Bize de önerdiler. Sinema saatinden yarım saat önce kalkıp Sümer sinemasına gittik. Çalınan Taç diye bir film izledik. Hiç inandırıcı bulmadım ama kralların yaşamları bizimkilerden çok karışık olduğu kanısına vardım. Koskoca kral, sarayında olan olaylardan habersiz. İşleri yanındaki adamları yürütüyor. O kadar çok insan var ki, kimin ne yaptığı belli değil. Kimisi de hile peşinde. Burada da bir hile var. İki çocuğa da üzüldüm. Oysa onlar ne güzel arkadaşlık yapıyorlardı.

Bizim Osmanlı Padişahlarında da böyle dalavere dönmüştür herhalde. Onların filmleri yapılmadığı için bilemiyoruz. Tarih dersinde Selçuk Öğretmen anlatmıştı biri yeni padişah olunca ilk emri erkek kardeşlerinin öldürülmesi için olurmuş. 3. Mehmet padişah olunca 19 erkek kardeşini öldürtmüş. Bu 19 kardeş, 27 yaşla 5 yaş arası aynı babanın çocuklarıymış. Padişah olan 3. Mehmet ise 29 yaşındaymış. 29 yaşındaki padişah kendisinden iki yaş küçük kardeşini nasıl öldürtür, bunu duyduğumdan beri düşünüyorum. Nedenini sorduğumda Selçuk Korol Öğretmen bir başka olay anlatmıştı. Düzmece Mustafa olayı. Günün birinde Mustafa adlı biri ölen padişahın oğlu olduğunu söyleyerek savaş açmış. Uzun didişmelerden sonra ortadan kaldırılmış ama çok kan dökülmüş. İşte bu tür olayları önlemek için böyle bir karar alınmış. Büyük kardeş padişah olur, kendisinden hak dava edilmemesi için de öteki kardeşler öldürülürmüş. Uzun süre bu yasa yürütülmüş. Sonra ailenin büyük erkeği padişah olmaya başlamış. O zaman da öteki erkekler kapalı yerlerde tutulmaya başlanmış. Tanzimat Döneminde Padişah seçimleri daha insancıl yollarla çözülmeye başlanmış. Nitekim son dört Osmanlı padişahı bir birlerini öldürmeden sırayla padişahlık yapabilmiş. Abdülaziz tahttan indirilince dört kardeşin en büyüğü Murat padişah olmuş. Onun padişahlığı kısa sürmüş, yerine 2. Abdülhamit geçmiş. Abdülhamit çekilince 3. kardeş Mehmet Reşat o ölünce de son padişah Mehmet Vahdettin o makama oturmuş. Bunları düşünüp toparlayınca sinemaya gittiğime sevindim. Demek filmler, onları izleyenlerde eski bilgileri uyandırıyor. Belki de filmler salt bunu için yapılıyor. Ne yazık ki bir çok arkadaş olayı bu açıdan değerlendirmiyor. Bugün birlikte film izlediğimiz arkadaşları azıcık yokladım. Hiç kimse benim gibi soru sormuyor. Hele bazılarının bu filmi gördükten sonra: “Ben olsaydım bunu yapardım, ben olsaydım kral olunca ötekini öldürtürdüm!” gibi saçma sözler söylemesi insanı üzüyor.

Akşam yemeğine azıcık geç kaldık. Yemekler ayrılmış, soğuk moğuk yedik. Arkadaşlarla buluştuk. Halil, Hüsnü, Emrullah Hasanoğlan’a gitmişler. Halil gülerek anlattı. Bizim kızdığımız yazı hala okulda duruyormuş. Biz orada çadırda yatarken Çoban Mehmet müdür olunca köy okuluna Hasanoğlan Köy Enstitüsü yazdırmıştı. O yazı öylece duruyormuş. Bir sözü anımsadık: “Bir deli bir kuyuya taş atmış, tüm köylü o taşı çıkaramamış!” Burada çıkaramamak söz konusu değil, çıkarmamak, umursamamak var. Gülüşerek eski günleri anımsadık. Arkadaşlar Hidayet Gülen Öğretmenle karşılaşmışlar. Hidayet Öğretmen onları evine çağırmış ama arkadaşlar ortaya bir bahane sürüp gitmemişler. Hidayet Öğretmen bu kez de: “Öyleyse bir başka gün sizi evimde görmek isteyeceğim, beni kırmayacağınızı umuyorum!” deyip ayrılmış. Harun Özçelik Hidayet Öğretmeni çok sever. Üzüldü, arkadaşları da payladı: “İnsan Hidayet Gülen’i kırar mı? Gitseniz neyiniz eksilecekti?” deyip elini dizine vurdu. Bu kez ben işi şakaya döndürmek istedim: Öğretmenin evini sordum: “Yarın biz gidip oralarda gezinelim, nasıl olsa görüp bizi de çağırır. Bunu bekliyorduk deyip gideriz!” dedim. Kimisi güldü, kimisi sinirlendi. Konuşmalar giderek tatsızlaşınca yataklarımızı boyladık.

Yatınca azıcık kederlendim. Ben gelmeden önce burasını biraz fazla abartmışım galiba. İşte Ankara’ya gelip gidiyoruz. Yüz kez gitsem ne değişecek? 2. sınıflar geçen yıl Ankara’ya gittiklerinde Havuzlu kahvede toplanmışlar, orada bekleşip buluşmuşlar oradan okula dönmüşler. Demek gidecek başka yerler yok. Üç yıl burada kalacağımıza göre hep buralarda mı dolaşacağım? Yeni Şehir denilen yerde kahve yok mu ki? oraya neden gitmiyorlar? Yanıt bulamadım, kendi soruma yanıtımı kendim verdim: “Oralara da sen gidersin!”

 

24 Ekim 1943 Pazar

 

Yapıcılardan yakınmalar geliyor: “Vay belim, gece boyu ağrıdı!” bir başkası gülerek: “Ne ağrısı sabaha dek harç kardım. Karıyorum karıyorum, kimse gelip almıyor. Nerdesiniz diye bağırıyorum. Arkadaş tekmeleyince kendime geldim, rüyaymış!” karşı taraftan birileri gülerek “ Gene atıyorsun Rüstem!” dediler. Bu kez de gece o bağırırken uyandıran tanıklık etti: “Ağlamaklı iniltiler çıkarıyordu, sahiden ağlıyor, sandım; evini özlemiştir düşüncesiyle yardım etmek istedim, meğer o uykudaymış!” Rüstem bu kez karşı koydu. “Benim öyle bir düşüncem yok, çocuk muyum ben, uydurma!” diye çıkıştı!

Banyo sıramızın saatleri duyuruldu. saat 14-16 arası bizim sınıfınmış. Buna da sevindim.

Kahvaltıda yarınki işler konuşuldu. Hava kapalı diyenler oldu. Bundan sonra yağacak yağmurun betona yararlı olacağı öne sürüldü. Daldan dala atlayarak bir çok konu arasında gene yeni müdürden söz edildi. Çiftelerliler kendi müdürlerinin geleceğini ilk günden beri söylüyorlardı: “Bu kez gerçekleşecek!” diyenler oldu. 2. sınıflardan bazıları okul müdürünü hiç önemsemiyorlar: “Burası Yüksek Okul, Yüksek Okulların daha özgür hakları varmış. Onlar kendi yönetimlerini kendileri yapar!” gibi söylemler ortalıkta geziyor. İlgiyle dinliyoruz. Söyledikleri doğru çıkarsa rahat edeceğiz. Ancak şimdiki durumda böyle bir rahatlığı beklemek biraz erken gibi. Yüksek Bölüm öğrencileri toptan inşaatta çalışmayacakmış deniyordu. Geldiğimizden beri çalışıyoruz. Konuşmalarda salt bu bina değil, Yüksek Bölümün öteki binalarını da yapacakmışız. Şimdilik 6 bölüm var. Her bölüm için ayrı bina yapılacaksa bizim inşaat işleri sürüp gidecek demektir. Gene de seviniyorum; köye dönseydim ne olacaktı? Gezici Başöğretmen Mehmet Turan’la İlköğretim Müfettişi açıkgöz Hamit Gürsel köye geldikçe onlara yiyecek arayacaktım. Hamit Gürsel’in Eğitmen Mustafa Ağabeyden açık açık kızarmış tavuk, taze bal, yayıktan yeni çıkmış ayran istediğini kulaklarımla duymuştum. Hiç değilse üç yıl sonra bir Köy Enstitüsünde çalışacağım için böyle bir sıkıntım olmayacak.

Sami Akıncı da benim gibi biraz düş kırıklığına uğramış durumda. Mustafa Güneri Öğretmenle sık sık görüşüyormuş. Derslerin durumunu ondan öğrenmiş. Bu yıl yeni öğretmenler geliyormuş. Bizi sevindiren bir haber verdi. Kızılçullu ile Çifteler Köy Enstitülerinde yabancı dil İngilizceymiş. Almanca yalnız Kepirtepe’de okutuluyormuş. Böylece biz gene bir arada Almanca dersi yapacakmışız. Hangi bölümde olunursa olunsun yabancı dil dersi ortak oluyormuş. Bizim Almanca dersi için bir doçent başvurmuş, anlaşma yapılmış. Sami buna çok sevinmiş. Almanca için ben de sevindim. Arkadaşlarsa Almanca’dan çok bir araya geleceğimiz için sevindiler. Bu konuda ben ortadayım, ne seviniyorum ne de üzülüyorum. Geldiğimizden beri hiç konuşmadığım arkadaşlar var, onlar beni aramıyor ben onları neden arayayım? Emrullah Öztürk’ü, İbrahim Ertur’u, Mehmet Başaran’ı, Bekir Temuçin’i sorsalar burada olduklarını söyleyemem. Arasıra Mustafa Saatçı’yı görüyorum. Geçen hafta Ankara’ya giderken konuştuğum Sami Akıncı’yı da bir hafta sonra şimdi gördüm. Köylere giden arkadaşlardan Sami Akıncı’yı sevenler vardı Sami onlara yazmış, onlardan da Sami'ye yazanlar olmuş. Sami Sefer Tunca’nın mektubunu anlattı. Daha doğrusu Sefer, Fettah, Ali Önol arkadaşların köylere gidişini yazmış onu anlattı. Arkadaşları ilçeye çağırıp hayvanlarını teslim etmişler. Aynı köyden olduğundan hayvanları alıp köylerine giderken Fettah’ın ineği yolda doğurmuş. Sefer gerçekte çektikleri sıkıntıları anlatmış ama arkadaşlar bunu güldürücü bir durumda düşünüp Fettah için müstahak bir zorluk olarak düşünüp uzun uzun güldüler. Ben öyle düşünmedim; Fettah gene şanslı çıkmış durumda, sıkıntının büyüğünü Sefer çekmiştir. Sefer arkadaş canlısı, elinden gelen özveriyi gösterir. Fettah’ta özveri yoktur buna karşı kendisine yardım yapılmasını bir hak sayar. Bu olay Sefer’le Fettah’a ayrı ayrı sorulsa başka başka sonuçlar alınır. Örneğin Sefer: “Ne yapacaksın, arkadaşın başına gelmiş, bana gereksinim duyuyor. ona yardım etmek benim boynumun borcu!” der. Aynı soru Fettah’a sorulduğunda ise kendini bir kenara çekip, Sefer için konuşur: “Ne yapacak, inek yolda doğurmuş, bırakıp gidecek değil ya yapması gerekeni yapacak!” der.

Ben bunu söyleyince kimi arkadaşlar bana biraz durgun baktılar. Sami Akıncı ise: “Vallahi sen Fettah'ı da Seferi de bizden iyi tanımışsın. Kimi zaman ben de aklımdan buna benzer karşılaştırmalar geçiriyorum!” deyince bakışlar değişti. Ben “Sefer olmasaydı ben yapardım, SAMİ OLMASAYDI BEN SÖYLERDİM ANLAYIŞI YANLIŞTIR. BUNU SONU ALINMAZ UZAR GİDER. Uzadıkça da gerçekten uzaklaşılır. Örneğin biri de çıkar Atatürk olmasaydı Kurtuluş savaşını ben yapardım, diyebilir. “Desin!” deyip geçemeyiz. Geçersek ona daha büyük gizlenme olanağı tanımış oluruz. Bence böylesine benzer soruları sorarak zora sokabiliriz. Örneğin Fatih olmasaydı İstanbul’u alacağı, Yavuz gelmeseydi Mısır’ı alacağı derken Vahdettin olmasaydı onun yerine yurdu terkedeceği söylenebilir.” Sami güldü, bana: “Hasan Ali Yücel’in Mantık Kitabı’nı okuduğun belli!” dedi. Kadir hemen ekledi: “O Sokrat’ı da yeni bitirdi!”

Topluca köye gitmişken banyodan önce ya da sonra biraz dolaşmayı önerenler oldu. Çoğunluk önceyi isteyince topluca köye yürüdük. Yusuf Asıl’la ben bizim oyun köşemizi Külhan’ı gördük. Eski kırıntılar doldurulmuş, zibirlik bir yere dönüştürülmüş, örümcek ağları içinde. Yusuf bu durumda gördüğüne üzüldü. Okula gittik. Güzelim Beşkavak suyu boşuna akıyor. On musluktan üç tane sağlam kalmış. Kimisi bezle bağlı kimisi tahta takozla kapatılmaya kalkışılmış ama yanlardan çemkirtiyor. Duvarlardaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü yazısı yarı silinmiş yarı okunur durumda öylece duruyor. İşin ilginci, bizim yatakhane çadırının çevresine kazdığımız çukurluk düzeltilmeden bırakılmış. Camiye dek gittik. Gerçekte aradan henüz iki yıl bile geçmiş olmamasına karşın yıllar geçmiş duygusuna kapıldık.

Banyodan sonra bizim gruba başka arkadaşlar da katıldı. Çoğunluğunu Kızılçulluların oluşturduğu arkadaşlar çok olumlu sözler söylediler. Dersler başlayınca her şey düzelecekmiş. Onların öyle konuşmasına sevindik. Özellikle ben kendimi bırakmamaya karar verdim. Abdullah’ı yanıma alıp Müzik Odasına gittim. Plak listesine baktım, güzel, temiz yazılmış. Ben de yazsam ondan güzelini yapamayacağım. Bu kez kendime bir iş buldum. Plak listesi güzel ama besteci adlarına göre sıralanmış. Bach, Bizet, Prokofief, Chopin olarak gidiyor. Oysa çalmada müzik türleri konuşuluyor. Bu kez onlara göre bir liste yaptım. Senfonileri, Serenadları, sonatları, süitleri sıraladım. Bestecilerin adları orada da var, plak seçme bakımından daha kolay olacağını düşündüm. Abdullah da bana yardım etti. Daha kullanışlı bir liste yapmış olduk. Tam çıkmak üzereyken Öztekin Öğretmen geldi gülerek: “Çalışkanlık budur işte, insan üslendiği işi benimsemeli, onu kendi beden parçalarından biriymiş gibi sürekli bedeninde duyumsamalı!” dedi. Listeye baktı, bize dönerek “işte bunu yapmayı daha doğrusu yaptırmayı hep düşündüm ama güvenip de kimseye söylemedim. Biliyordum ki böyle güzel bir liste elime gelmeyecek. Bu nedenle beklettim. İnanın ilk ricalarımdan biri bu olacaktı. Sağolun!” diyerek ayrıldı. Öztekin Öğretmen ayrılınca Abdullah’a yavaşça: “Bu teşekkür gerçekte daha çok sana, çünkü listeyi güzelleştiren senin yazın, ben yazsaydım bu denli gösterişli olmayacaktı!” Abdullah "önemli olan düşünce" falan dedi ama sanırım onun da hoşuna gitti

Yemekte yarınki işler ağırlık kazandı. Alt kat kalıplar sökülecek, bölme duvarlar örülecek. Kaba inşaat işleri Cumhuriyet Bayramına dek bitirilecek, bina marangozlara devredilecek. Yapıcılar, marangozların sessiz, sakin çatıyı hazırladığından habersiz. Ne ilginç, Kızılçullu da Çifteler de bizim çatı yöntemimizi denememişler. Çatıyı çatıda yapma olarak biliyorlar. Ben biraz abartarak: “Çatı hazır, makasları tepeye taşıma işi var, taşımaya yardım ederseniz iki günde bayrak çekilecek!” deyince en ustaları Ekrem Ula bile yüzüme baktı: “Sahi mi söylüyorsun, bu doğruysa ben makasların taşınmasını üstleniyorum!” dedi. Kuşkulu olanlar çıktı. Salih Baydemir, Hüseyin Orhan, Yusuf Asıl, özellikle Yusuf Asıl yemin ederek doğru söylediğimi, “Kepirtepe’de biz çatıyı Lüleburgaz içinde yapıp 5 km. ötedeki Kepirtepe'ye parça olarak getirip yerleştirdik!” deyince dinleyenlerden sevinç çığlığı koptu: “Haydi Kepirliler sizi görelim!” Ne olduysa yanımızdan geçerken gülümseyeyim mi yoksa başımı mı çevireyim derce geçenler, bizim masanın çevresinde durup konuşmalara katıldılar: “Öyleyse en geç 15 Kasım’da dersler başlayacak!”

Kalabalık dağılınca bu kez bizim Kepirli yapıcılar, söylenenlerin doğru olup olmadığını sordular. 8 makasımız eksikti ama ben bunların iki günde çıkacağını biliyordum. Bir başka bildiğim de bizimle birlikte çalışanların bu işe başlarını koyduğuydu. Aralıklı gelmelerine karşın öğretmenler, öğretmen olarak değil işçi gibi çalışıyorlar. Hele ustalar, gelmediği günler için geldiklerinde üzüntülerini bildiriyorlar. Bizim içtenlikli gayretlerimiz onları neredeyse zorluyor. Sanırım onlar, Mustafa Güneri Öğretmenle Sili Ustanın bizimle ilgilenişlerinden ileri gelen bir yakınlık duyuyorlar. Yapılan şakalara katılmaları, bir işi önerirken ricalı konuşmaları bunu gösteriyor. Özellikle Sili Usta’nın bana "Tonguç seni sordu, hangi bölüme geçtiğini merak ediyor!” deyince öğretmenlerin aralarında bir süre konuşmaları ilgimizi çekmişti. Ayrıca Hasanoğlan’da tamamlanmış bulunan 20 binanın ancak 8 tanesi derslik durumunda. Bunların da 5 tanesinin çatısını biz yaptık, diye övünerek söyledik. Salih Baydemir, Yusuf Asıl, Hüseyin Orhan, Harun Özçelik, Hasan Üner. 7 kişilik usta grubumuzdan tek Recep Kocaman köyüne döndü. Bunları öğretmenlere zaman zaman anlattık. Onlar konuşturdular. İyi niyetlerini sezmeseydik zaten anlatamazdık. Gün geçtikçe de onlar bize daha iyi davranmaya çalışıyorlar. Geçen gün bana “Abi, makas bağlantılarını istersen sen kes, bu konuda deneyimlisin!” dedi. 50 adet keseği tamamlayınca gösterdiğimde İlhan Öğretmen gülerek: “Sen bakmadan mı kestin?” diye takıldı. Benim bakışım onun için yeterliymiş. Sevindim. Halil Basutçu bana: “E arkadaş sen bari iki bölüme birden yazıl, hem Yapı Bölümüne, hem de Güzel Sanatlar Bölümüne giden biri olarak örnek ol!” dedi. Bu kez de Abdullah, az önce Güzel Sanatlar Bölümü başkanı Mehmet Öztekin Öğretmenin övgüsünü anlattı. Arkadaşların bakışlarından sevindiklerini anladım.

Yatınca da çalıştıklarımın boşa gitmeyeceğine inancım arttı. Sanırım biraz da banyo yapmış olmanın verdiği rahatlıkla yatar yatmaz uyudum.

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ