Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

18 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 

Sanat Derslerinde Beğenili Çalışmalar

 

24 Ocak 1939 Salı

 

Hilmi Altınsoy uyanmış, beni dürttü, “Ne o rüyanda mı konuşuyorsun? “dedi. Ne konuştuğumu sordum, “Anlaşılmadan sözler, hık, mık, fık, şeklinde sesler çıkardığımı gülerek tekrarladı. Zil çaldı, hazırlanıp dersliğe indik. Arkadaşlar gene coğrafyaya sarıldı; bense bu kez tarih kitabını açtım. Kahvaltıya indik Fikret Madaralı Öğretmen yoktu. Böylece bugün bana göre ders kahvaltıda başlamadı. Dersliğe tarih dersini konuşarak, döndük. Arkadaşlar “İlk ders coğrafya olsaydı”  diyorlar. Ben çok rahatım, sanki ben yazılıya girmeyeceğim. Fikret Madaralı geldi. Arkadaşlardan ayakta olanlar vardı, bir süre baktı, yüzündeki güleçlik silindi ama bir şey demedi “Günaydın!”  sözünü oldukça canlı bir sesle karşıladık “Sağol!”  Kitaptaki sırayı değiştirip geriye ittiğimiz Mısır uygarlıkları üstüne konuşmaya başladı. Yerini, iklimini, kıtalar. yollar üstünde oluşunu, komşularını anlattı. Hititlerle savaşlarına daha önce değinmişti bir daha anlattı. Ehramlar üstüne uzun bilgiler verdi.

Birinci ders bittiği zaman tarih bilgilerim karmakarışık oldu. Öğretmen Mısır krallarının soylarını anlatırken. bu soyların arka arkaya 1000, 1500 yıl sürdüğünü söyledi. Oysa öteki ülkelerin tüm ömürleri 100, 200 yılla sınırlı kalıyordu. Tarih zamanlarının sürecini bir daha düşündüm. Eski çağ, Orta Çağ, Yeni ve Yakın çağ. Orta Çağ ile Yeni Çağın süreci Mısırda bir firavun sülalesinin sürecinden daha kısa. Piramitler bir birine benziyor. Ama değişik çağlarda yapılmışlar. Daha doğrusu hangisi önce ya da sonra yapılmış, görünüşte bir birinden ayrılamıyor. Ders sonuna doğru, Öğretmen “Bundan sonra derslerin bir bölümünde yoklamalar yapacağını not düzeltmek isteyenler sözlü yoklama için kalkabilir!”  dedi. Arkasından dersle ilgili sorumuzun olup olmadığını sordu. Parmak kaldırdım. Azıcık bekletti, unuttuğu bir sözü varmış onu ekledi, sonra bana döndü. Mısır firavun sülalelerini sordum. Sülale yakın akraba değil mi? Oysa kitapta 5. Sülale için Yunanlı, deniyor. Öğretmen, sülalenin, yakın akrabalık gibi, bir topluluğu da kapsadığını, örneğin A sülalesi devrilmiş, B sülalesi gelmiş, 1000 yıl sonra da C sülalesi gelmiş. A’lar kendi aralarında, B’ler kendi aralarında sülale olarak anılıyor!” dedi. Sonra bana döndü “Ben anlatırken bunları böyle anlatmadım mı?”  diye sordu. “Anlatmadınız!”  dedim. Arkadaşlara döndü, sormadı ama baktı. Sami, “Anlattınız ama bu denli açık anlayamamıştık!”  deyince Öğretmen, “Seni kurnaz seni, “Ne şiş yansın, ne kebap!”  ne güzel, ne hesaplı davranış. Bazen hepimizde dalgınlıklar oluyor. Bunu sezip yoluyla yordamıyla ortaya getirmek hepimizin hakkıdır!”  Bana, “Seninle özel anlaşmamız var, sonuna dek çalışmak, sormak, bilmediğin konuları öğreninceye dek irdelemek. Böyle öğrenirsen unutmazsın. Bilgiler zaman içinde kendi malın olur. Bilgili Öğretmenleri bu özellikler oluşturup olgunlaştırır, bunu sakın unutma!”  Arkasından “Vahit Dede’nin Yeşilyurt gazetesinde güzel bir şiiri var, onu al, oku, defterine yaz!”  deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca Yusuf Asıl bana takıldı, “Senin deden şiir mi yazıyor? “ İsmet yanıtladı, “Gerçek dedesi değil, dedesinin arkadaşı. Bu kez İdris, İsmet’e sordu, “Onun dedesi senin de deden olmuyor mu? Sınıfta bir gürültü koptu. İdris Destan, akrabalıkları bilmiyor. İdris, sorduğuna da soracağına da pişman oldu. Biri soruyor, arkasından bir başkası bir daha soruyor, İdris, “Babanın oğlu senin neyin oluyor? Annenin kız kardeşine sen ne diyorsun? Babanın babasına ne diyorsun? “İdris ağlamaklı bir yüzle, karşılaştığı durumu şaşkın şaşkın izledi. Mehmet Yücel İdris’le hemşeri olarak konuşurlar. Köyleri yakın, Ceylan Köy-Osmancık. Mehmet Yücel, “İdris sorduklarınızın hepsini biliyor!”  deyince “Biliyorsa söylesin!”  diye bağıranlar oldu. Mehmet, “Söylese de anlamayacaksınız, çocuk ondan çekiniyor. Baksanıza Öğretmenlerin saatlerce anlattıklarından bile 2’den çok not alamayanlar, amcadan, teyzeden, enişteden ne anlar? “Mehmet Yücel’den hep şaka söz dinlemeye alışmış arkadaşlar, birden duraksadılar. .

Bekir Temuçin Öğretmenin geldiğini duyurmaya çalışırken Sabit Soysal Öğretmen sessizce kapıdan girdi, kürsüye dek yürüdü bize dönerek “Günaydın!”  dedi. Biraz cılızca karşılık verildi. Öğretmen güldü “Fikret Öğretmen sizi üzdü galiba!”  dedi. “Çalıştınız mı, yazılıya hazırlandınız mı? “ diye sordu. Arkadaşlar “Çalıştık, hazırlandık!”  deyince, “İyi öyleyse, birer temiz kağıt çıkarın, adınızı, soyadınızı, numaranızı, okunacak açıklıkta yazın. Birinci, dersin sonunda bitirmek üzere elinizi çabuk tutun!”  deyip cebinden soru kağıdını çıkardı. 1-Trakya iklim özelliklerini mevsimlere göre yazın. 2-Trakya yöresindeki akarsuların, göllerin, yerlerini, niteliklerini anlatın. 3-1/3500000 ölçeğinde bir haritada Edirne-İstanbul arası kaç cm. olarak ölçülür. Bu kentlerin gerçek uzaklıkları kaç km. dir? 4-Trakya yöresinde yetişen dört tahıl ürününü önemine göre sıralayarak yazın. 5-Yön bulmada yararlanılan yerel görüntüler nelerdir, çevremizde bulunan belli başlı görüntüleri anlatın? Öğretmen yazılı sınav özellikleri üstüne açıklama yaptı, başlamamızı söyledi. Soruları dikkatlice okudum. Bana. hepsi çok kolay geldi. Bu ara arkadaşlar Öğretmene sordu, “Soruların sırasını değiştirebilir miyiz? Öğretmen, “Soruların numaraları değiştirilmemek, koşuluyla değiştirebilirsiniz!” deyince, 3. sorudan başladım, “Yuvarlak olarak, 6 cm. 200 km. 4-Buğday, çavdar, arpa, pancar olarak seçtim. Özelliklerini anlattım. Daha önce derslerde arkadaşlarla yaptığımız soruşturmada da böyle olduğunu, anımsattım. 2-Tunca-Arda-Meriç’i bir sayarak Ergene’yi, fazladan Şeytan Deresi ile Kaynarca Deresini ekleyerek akar suları, Çekmece gölleriyle Terkos’u sayarak gölleri, doğru olarak yazdım. 5-Yön bulmada, Lüleburgaz-Umurca höyüklerini, minareleri, fabrika bacasını belirttim. 1-Trakya iklim özellikleri mevsimlere göre sıraladım. Arkama yaslandım. Bir süre öyle durdum. Öğretmen, durduğumu görünce sordu, yanıtladığımı söyleyince, geldi, kağıdımı aldı. Arkadaşlar durmadan yazıyorlar. Az sonra Öğretmen gene geldi, bu kez kağıdı geri verdi. “Bir daha bak!” dedi, gülümsedi. Kağıda baktım, 9 not vermiş. 5- soru üzerinde 0, 5 yazılı, 4-soru üzerinde 0, 5 var. iki sorunun yanıtlarından 1 not kırılmış. Az sonra Sami Akıncı kağıdını verdi. Öğretmen onu da aldı baktı, kürsü üzerine koydu. Başka verenler oldu Öğretmen bana işaret verdi, ben kağıdımı tekrar götürüp Öğretmenin masası üzerine koydum. Zil çalınca Öğretmen, tüm arkadaşlardan kağıtları istedi. Arkadaşlar, sıra ile verdiler. Öğretmenin benim kağıdımı alıp vermesi ilgilerini çekmiş, Öğretmen gidince çevremde toplanıp sordular, “Ne oldu? Öğretmen neden yanına geldi, kağıdını aldı gene verdi? Arkadaşım Halil yanımda durumu gördüğü için benden önce yanıt verdi. “Neyi merak ediyorsunuz? Arkadaş bildiği kadarıyla soruları doğru yanıtlamış. Öğretmen kolay okumuş notunu vermiş!”  Bu kez kaç vermiş? Soruları sorulmaya başlandı. Öğretmen 2. ders için geri geldi. Bu arada Sami Akıncı’nın kağıdına da bakmış, Sami, 9, 5 üzerinden 10 almış. Ama Öğretmen gene benim kağıdı çıkardı, verdiğim yanıtları okudu. “Hepsi doğru, tam on numaralık yanıtlar!” dedi. Ancak benim sorduğum soruların içinde olmayan bilgiler için ne denli doğru olurlarsa olsunlar not verilmez. Bu nedenle tam numara alamadı. Pancar, bir tahıl değildir, Umurca tepeleri de bizim çevremizden sayılmaz.!” Doğru yanıtları duydunuz. Bunlar daha güzel yazılabilir. Ancak sınav alışkanlığı da önemli bir etkendir. Şimdiki kusurları giderek yapmayacağınızı umut ettiğimden, bazı kusurları hoş görüyle karşıladım. Çok önemsediğim, dersimizin de anahtar bilgilerinden sayılan 3. soru kusurlarını hoş görmediğimi, bundan böyle de böyle süreceğini bilmenizi isterim. . Harita ölçeklerini, unutursanız, coğrafya dersleri tümden atlamış sayılırsınız. Bu dersimizde sorulan soruları bir daha gözden geçirip konularını genişletmeye çalışalım. Doğru yaptığına inan arkadaşlarınız sıra ile tahtaya kalksın, bu soruyu değerleri değiştirerek tekrara tekrar yanıtlayalım. Sami parmak kaldırırken, Öğretmen uyardı. “Sen notunu aldın, öteki arkadaşların şanslarını denesinler!”  İsmet kalktı, soruyu doğru yanıtladı, Bekir Temuçin kalktı, Öğretmen değer değiştirerek sordu, Bekir biraz bocaladı. Bu kez Öğretmen. “Hiç sesi çıkmayanlar var, ben bunları hep konuşurken görüyorum ama seslerini hiç duymamış gibiyim!” dedi. Sefer Tunca’yı, arkasından, Ali Güleren’i arkasından, Abdullah Erçetin’i kaldırdı. Sorulan soruları yanıtlayamadılar. Hüseyin Orhan kalktı, arkasından Kadir Pekgöz kalktı, onlar az yardımla doğru yaptılar. Zil çalınca Öğretmen, üzüldüğünü söyledi. “Ben, erken veren arkadaşlarınızın kağıtlarını okuyunca çok sevinmiştim. Şimdi görüyorum ki galiba ne varsa o ilk kağıtlarda varmış. Kalkanların, susanların kağıtlarında da aynı durumu görürsem çok üzüleceğim. Lütfen biraz daha dikkatle okuyun. Kitaptaki soruları bir birinize danışarak yanıtlayın!”  Öğretmenin arkasından baktık kaldık. Daha doğrusu ben bu sözlerden olumlu etkilendim. Daha çok çalışırsam Sabit Soysal’dan bile tam numara alabileceğim. Buna çok sevindim. Yemeğe giderken Halil’e çekinerek sordum, “En az yedi beklediğini söyledi. İsmet yetişti, ona da sordum, İsmet en az dokuz bekliyor. Bunlara da sevindim. Ama arkadaşların çoğu oldukça sarsıldılar. “Coğrafya da ders mi? “ diyenler vardı, baktım böyle konuşanlar sus pus olmuş. Gene de çoğunluğun üzgün olduğu durumlarda içimden fazla sevinç isteği gelmiyor. Kadir Pekgöz biraz iki taraflı görüntü veriyor. Zaman zaman benim karşımda olanlarla fiskos yapıyor ama başarımı gördükçe en büyük alkışı yapıyor. Bugün gene bunu yaptı, boynuma sarıldı, “Hemşerim, ağabeyim, köye gidince seni eski arkadaşlarına anlatacağım, anlarsın ya!”  gibi sözler söyledi. Soranlara, “Bizim köyde onun başarısını bekleyenler var, size ne bundan?”  gibi kaçamaklı sözler ederek durumu azıcık bulandırdı. Yemekte oldukça yumuşama oldu. Okul müdürümüz, İlkokul baş Öğretmeni Ferit bey, Babaeski kaymakamı olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir genç konuk vardı. Bir süre onun üstüne olasılıklar öne sürdük. Ben müzik Öğretmen, dedim. Benim öne sürdüğüm olasılığa kimse katılmadı, İdris Destan, “Hani senin deden müzik Öğretmeni olacaktı?”  dedi; arkadaşlar güldüler. Aldırmadım… Derslikte durum gene şakalaşmalara dönmüştü. Böyle oluşuna bu kez sevindim. Atölyeye daha güvenle indim. Naci İnan Öğretmene başarımı söylerler diye bekledim. Nedense kimse tınmadı. Orhan’ın planya çektiği tahtaların farklı olduğunu söyleyince Naci Öğretmen “66 , az dikkat etsen aynı güzellikte sen de kullanabilirsin. Sen daha güçlüsün, bastır, sür. Bu biraz kuvvet işi. Birincide olmazsa ikinci kez tahta parlar gider. Al şu planyayı, geç şu tezgaha, bir saat zaman sana. Gel şu işi bugün halledelim!” Arkadaşlar güldüler, bir kısmı gerçekten sevindi. Ben çalışırken Arif Kalkan, benim kültür derslerimde çok başarılı olduğumu söyledi. Duymazdan geldim ama içimden sevindim. Naci Öğretmenin sözü ilgimi çekti. “Her işte atak, başarılı, tahta rendelemekten çekiniyor!”  Bir saat sonra Naci Öğretmen arkadaşları topladı, benim planyaladığım tahtaların da Hüseyin Orhan’ın tahtalarından farksız olduğunu söylediler. Hüseyin Orhan’ı da hazırlamışlar. “İbrahim Ağabeyin tahtaları daha düzgün oldu!”  gibilerde konuştu. Hep beraber güldüler. Tahta temizlemesi bitince raflar çabucak çakıldı. Nazmi Öğretmen, İbrahim Ertur, Mustafa Saatçi birlikte geldiler, odayı ışıklandırdılar. Yamuk oda tam bir depo oldu. Yarın kapısı takılacak, anahtarı Ahmet Gökay’a teslim edilirken bir kutu Yeni Hayat istenecek. Bu Yeni Hayat sözüne sinirlendim. “Yeni Hayat olmasın, ben size şimdi verebilirim, başka bir istekte bulunalım!”  Naci Öğretmen, “Arkadaşın bir düşündüğü vardır, onu değiştirin, onun yerine meyve, portakal, elma gibi daha kolay bölüştürülen bir şey olsun. Ahmet Gökay cebinden almasın, erzaktan ayırıversin!” dedi. İçim rahatladı. Yeni Hayat denseydi çok utanacaktım. Nedenini tam bilemiyorum ama birden karşı koydum, sonuca da çok sevindim. Derslikte günün konusu gene coğrafya dersi ile yazılı soruları oldu. “Kolay mı? “Sami “Çok kolay!”  dedi, kestirdi.

Bana sordular, kaçamak yanıtlar verdim, yaptıklarımın bir bölümünü de rastlantı olduğunu söyledim. Ayrıca coğrafya yazılısı için çalışmadığımı da ekledim. Halil, Hüsnü bana tanıklık ettiler. “İnanalım mı? “ diye bağıranlar oldu. Mehmet Yücel, “Yaygaraları bırakın da yarınki Almanca ödevlerini yapın, bari der Esel mi, das Esel mi, die Esel mi? o hayvanın adını öğrenin!”  deyince, “Sensin o!”  deyip gülenler oldu. Bu kez Mehmet, das, die, der doğru söylenmeden o hayvan, bildiğiniz hayvan olamaz!” Dersliğin havası değişti. Fısıltılar yavaş yavaş yabancı sözcüklere dönüştü. 20 dolayında söz ezberlenecekti. Ezber sözleri dolaştıkça konu gide gide Mustafa Saatçi üstüne gitti. Ezberlemek, hafızlamak derken “Hafız Mustafa’ya iş çıktı. O bu işi çok iyi yapar!” Mustafa tepki göstermiyor ama kendini savunuyor. “Siz bana hafız diyerek günahımı alıyorsunuz. Görüyorsunuz esas hafızlar dersleri ezberleyip iyi not alıyorlar. Yakında siz kendinize yeni hafız bulacaksınız!” Mustafa’yı haklı bulanlar, parmaklarıyla Sami Akıncı’yı gösterdiler. Bir süre tıs tıs gülmeler sürdü. Mustafa’ya hiç beklemediği darbe gene Mehmet Yücel’den geldi. “Hafız arkadaşımız haklı, o hafız ama elin gavurunun dilini ezberleyecek değil ya, onun ezberleyeceği dualar bambaşkadır. Biz gavurca ezberleyenlere hafız demeyiz!” Mustafa düşündü, bakındı, başını sağa eğerek Mehmet Yücel’e “Alacağın olsun!”  diyerek işaret parmağını birkaç kez salladı. Tüm gülüşüp takılışlara karşın gündüz geçirilen gerginlikler tümüyle atılamamış olacak, arada Sabit Soysal Öğretmenin adı geçti. Yat ziliyle kitaplarımı toplayım çıkmaya iyice alıştığım için, hiçbir engel tanımadan gene öyle yaptım. Belki, derslikteki otuz arkadaş içinde elde ettiğim birincilik buydu. Zil çalar çalmaz, dişlerimi fırçalayıp yatmak. Arkadaşlar da alıştığı için, takılmaz oldular. Arada Mehmet Yücel, “Onun yatağında kitap vardır, açar, okur!” türünden takılmalar olsa da, beni öyle benimsediler. Ancak yatınca kitap okumuyorum ama, gündüz tanık olduğum olayları, kendi açımdan istesem de istemesem de anımsayıp yorumlar yapmaktan kendimi bir türlü kurtaramadım. Bir de bunu başarsam da yatar yatmaz uyusam, sanırım daha iyi çalışacağım. Coğrafya dersinden pekiyi not almam Sabit Soysal Öğretmenin beğenisi, içimi rahatlattı. Ahmet Gökay ağabeyden yeni hayat şekeri isteme önerisi ise içimi hoplattı. Bilmeyenler belki “Ne var bunda? “ diyecekler ama, Ahmet Ağabeyin daha geçen gün bana Yeni Hayat getirmesi, arkasından gene istenmesi onun üzerinde nasıl bir etki yapacaktı? Bunu kestiremediğim için karşı koydum….

 

25 Ocak 1939 Çarşamba

 

Arkadaşların çoğu dersliğe gitmiş. Kalanlar da aralarında Almanca sözler söylüyor. Guten Tag, Guten Morgen, der Schule, Arbeite, der Lehrer, Essen, Trinken…Kimisi düzeltme yapıyor Tak, değil, Tag, olacak, diye tekrar tekrar bilgiçliklerini duyuruyorlar. Yirmi sözü ezberlediğimi sanıyordum. Arkadaşlar konuştukça bildiklerim gitti. Dersliğğe inip listemi aldım. İçim rahatladı, listeyi görünce hepsini anımsadım. Parmaklarımla adlandırarak ezberlemiştim, der Lehrer, die Schule, der Schüler, das Heft, die Tafel, das Fenster, das Essen, Trinken, Arbeiten, Mahcen, das Haus…. . Başkaları b konuşurken zor geliyor, kendim defterime bakınca rahatlıyorum. Essen, Trinken, das Ohr, die Nase, der Mund, die Zunge der Zahn, das Haar diyerek kahvaltıya indim. Tüm arkadaşlar da benin gibi içinden ya da azıcık duyurarak yeni bir etkinliğin tadını çıkarıyor. Ancak iki sözcük giderek öne çıktı, die Suppe sözü hemen zübbeye çevrili, İsmet Mustafa Saatçı’ya die Moschee ya da das Minarett deyince o da İsmet’e der zübbe, deyip yürüyor. İkinci sözcük, das Tier, die Tür. Kapıya yakın olanlar için acayip cümle uyduruyorlar, “das Tier’e yakınlar!”  gibi sataşmalar, sık sık tekrarlanıyor. Oldukça hazırlıklı Ömer Uzgil Öğretmeni bekliyoruz. Aynı Öğretmen resim dersi için geldiğinde sanki başka biriymiş gibi karşılıyoruz. Almanca dersi nedense biraz yabancı geliyor bize. Dolayısıyla Öğretmen de başkalaşıyor. Sami Akıncı, İsmet Yanar, Mehmet Yücel dışınde hepimiz belli bir çekingenlik içindeyiz. Öğretmen gene yeni elbise giymiş, kravatını elbise rengine uydurmuş, hemen ilgimizi çekti. Gülümseyerek girdi” Guten Tag!”  dedi. Biz de “Guten Tag! dedik. Arkasından bize “Sitzen sie! dedi, oturduk. Ancak gene bir arkadaş dalgınlık yaptı, tıs pıs gülmelere neden oldu. 6 Ali Güleren, benzer zaman zaman yapmaktadır. Bunlardan bir tanesini kasıtlı yaopar gibi tekrarladı. Öğretmen kapıdan girince “Guten Tag!”  dedi, biz yanıt verdik. Arkasından bize oturun anlamında “Sitzen sie! dedi. Otururken Ali “Sitzen siz! Sözünü tıpkı “Guten Tag!”  gibi tekrarladı Öğretmen belki duymazlıktan gelecekti, arkadaşlar tıs pıs yapınca Öğretmen olaya değindi. Böyle yanılgıların zaman zaman olduğunu, olabileceğini söyledi. Özellikle askerliğinde tanık olduğu bir olayı anlattı. Olay ufak bir dikkatsizlikle başlamış, sonunda çok değerli bir komutan subaylığı bırakmak zorunda kalmış. Ali arkadaşa hiçbir söz söylemedi. “Arkadaşınız, kendisi bu dalgınlığını affetmeyecek, bir daha böyle bir yanlışlığa meydan vermeyecektir!”  deyip ödevlerimizi sıraların üzerine açmamızı söyledi. Ben geçen hafta Almanca sözlerin yanına Türkçe anlamlarını yazmıştım, Öğretmen uyarmıştı. Bu kez istenilen şekilde yazdım. Öğretmen uzun uzun baktı, başını çevirip bana baktı. Gülümseyerek, Almanca ile aran nasıl, ısınabildin mi? dedi. Böyle bir soruyu hiç beklemediğim için kısa bir bocalamadan sonra ayağa kalkarak, “Evet alıştım, sevmeğe başladım!”  dedim. “Sevgi, insana, bütün zorlukları aşmaya yardımcı olan bir güç kaynağıdır. “Atalarımız “Aşk olmadan meşk olmaz!”  demişler. Biz onu bugün “Aşk olursa, meşk olur! diye söylüyoruz. Aşk, istek, gayret, meşk ise çalışma, çabalama, işleri bitiresiye didinmedir. Öğretmen, kendisi Almanca’yı kendi çabalarıyla öğrenmiş. Bize, siz neden benim kadar öğrenmeyesiniz? deyip özendiriyor. Kitabımızdaki küçük parçaları, seçerek verdi. Parçada geçen sözcükleri, birkaç cümlede kullanmamızı istedi. Sözcükleri ezberleme yerinde cümle içinde kullanmayı önerdi. Ders çalışıyorum, yazı yazıyorum, top oynuyorum, yemek yiyorum türünden her gün kullandığımız konuşma sözlerini kolay öğreneceğimize bizi inandırdı. Ders parçası olarak verdiği Almanca yazılar çok kolay olmasına karşılık okurken oldukça sıkılıyorum. Yanlış okuduğumu bile bile sözcükleri seslendirmek bana zor geliyor. Oysa Öğretmen “Yanlış seslendirmeden çekinmeyin, tekrarlarken doğrusunu bulacaksınız!”  diyor. Öğretmeni umut vermesiyle Almanca dersine değişik gözle bakmaya başladım. Haftada bir kez olması da işi kolaylaştırıyor. Bundan böyle daha çok çalışacağım. Öğretmene Yazılı yapıp yapmayacağı soruldu. Öğretmen, “Biz daha yeni başladık, bir süre gecikeceğiz. Zaten her derste hepinizi yokluyorum. Yavaş yavaş bir kanaat oluşacaktır. Siz onu düşünmeyin, verilen ödevleri canla başla yapmaya çalışın!”  Auf Wiedersehen!”  dedi gitti. Arkasından Grüssen, sie Grüssen, bis Grüst du, diyenler oldu. Oysa Öğretmen geçen hafta aynı durum olunca dönmüş ne diyeceğimizi söylemişti. Bu kez dönmedi. . Kısa bir aradan sonra Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen geldi. “Günaydın!”  dedikten sonra hepimizi dikkatle izledi, dersliğin tam ortasında durdu. “Derse başlayabiliriz!”  diyerek konuşmasını sürdürdü. Tarım dersimizin kesin bir ders sınırı yokmuş. Tıpkı sanat dersleri gibi uygulama içinde sürmesi isteniyormuş. Edirne’de hemen yakınımızda güzel bir örnek bahçe olması nedeniyle iki saat teorik ders konmuş, bu yıl böyle sürecekmiş. Şubat ayından sonra bu iki saati de uygulamaya ekleyecekmişiz. Bu müjde mi oldu, yoksa kimi arkadaşlar için düş kırıklığımı pek anlaşılmadı. Öğretmen coğrafya ile Tabiat Bilgisi derslerinde okuduğumuz konuları öğrenmek istedi. Sami geçtiğimiz günkü coğrafya sorularını söyledi. Öğretmen, “Bakın işte, bu soruların biri tümüyle, diğer ikisi de yarı yarıya bizim konumuz, daha doğrusu sizin hakkıyla öğrenmeniz gereken konulardır!” Doğru yanıtlayıp yanıtlayamadığımızı sordu. Arkadaşlar, Sami Akıncı’nın On, benimse dokuz not aldığımı söylediler. Öğretmen bana bakarak, “Bak, bak, bak, neden on alamadın, yanlışın neydi? “ diye sordu. Kalktım, soruda hububat sözüne dikkat etmemişim. En çok ekilen ürünler olarak algılayıp buğday, çavdar, arpa, pancar yazdığımı, oysa pancarın buraya katılmamsı gerektiğine dikkat etmemişim. Öteki soruda da yön belirten yükseltileri sayarken Lüleburgaz Umurca tepelerini yazdığımı anlattım. “ Öğretmen “Sen , bırak şimdi Umurca tepelerini Pancarı nasıl tahıl olarak alırsın, belli şeker sevdiğin, pancarı aklından atamamışsın!” dedi güldü. Mehmet Yücel arkadaşımız hemen fırsattan yararlandı. Parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince, “Arkadaş tatlıyı çok seviyor, öyle ki, biz daha fabrikanın kapısını bilemezken, o, geçen pazar günü fabrikayı gezmiş, gezdiğini söylüyor da gördüklerini anlatmıyor. “ Öğretmenlere söyleyin sizi gezdirsinler diye bize akıl veriyor!”  Öğretmen, “Mehmet!”  diye gülerek yüksek sesle bağırdı. Arkadaşını eleştirme, sen şunu dosdoğru söylesen olmaz mı? Besbelli fabrikayı gezmek istiyorsunuz. İlk fırsatta biz de o fabrikayı gezeceğiz. Hiç merak etmeyin sezon kapanmadan, yani şeker üretimi sürerken gezip taze şekerleri yiyeceğiz. Fabrika müdüründen söz aldık!”  Öğretmen bana “Şeker yedin mi bari? “ diye sordu. Şeker bölümüne giremediğimi söyleyince, gülerek “Bizimle gel de sen de şeker ye, bari!” dedi Öğretmen güldü. Öğretmen gülünce, arkadaşlar güldü. Ayrıca, Türkgeldi tohum üretme çiftliği ile Sarımsaklı Devlet üretme çiftliklerini gezeceğimizi, bunların ders programlarında yer aldığını, izinlerinin de şimdiden alındığını, söyledi. Ders zili çalınca, Öğretmen, 2. derse gelemeyeceğini, yemekten sonra bahçeye gideceğimizi, on beş çepinin hazırlanmasını söyledi. Dersin boş geçeceğine sevinmemiz gerekirken, bahçe sözü birilerinin neşesini kaçırdı. Halil Basutçu ile baktık, kaldık. 700 adım atacaklar, iki kişi bir çepin taşıyacak. Halil yavaş sesle bunlara “Birer kaşık getirin, bal yiyeceksiniz deseler, baldan vazgeçerler, ceplerine bir kaşık koyup götürmezler!”  dedi. Sabit Soysal Öğretmen, Tabiat Bilgisi yazılısını haftaya bıraktı, bu nedenle bu hafta başka yazılı yapılmayacak. Buna karşın, Tabiat Bilgisi ile Almancayı çok iyi çalışacağım. Coğrafya dersinde Sabit Soysal Öğretmenin konuşması bana çok güven verdi, onun gözünden düşmeyeceğim.

Tabiat Bilgisi defterimi açtım. Memeli Hayvanlar: Maymunlar, Maymunsular, Etoburlar. Etoburlar 6 bölüme ayrılmış. Kediler, Sırtlanlar, Köpekgiller, Sansarlar, Ayıgiller, Böcek yiyenler. Memeli Hayvanlar 15 grupta toplanıyor. Yarasalar, Kemirgenler, Hortumlular, Geviş getiren çift parmaklılar:Bunlar da ikiye ayrılmaktadır. Boş boynuzlular, 2. Boynuzları düşenler. Ayrıca. Zürafalar, Boynuzsuzlar. “Ay bunlar, bütün dünyanın hayvanları, bunları nasıl öğreneceğiz?”  Bir bölümünü biliyorum ama özelliklerini bilmiyorum. Örneğin boynuzlulardan manda, sığır keçi, geyik (Ölüsünü gördüm) koyun (Koç) biliyorum. Mandalar, sığırlar, keçiler dişi, erkek hep boynuzludur. Koyunların yalnız erkekleri boynuzlu. Neden? Nedenini bilmiyorum. Keçiler, koyunlar, sığırlar değişik renkte oluyor. Mandalar tümden kara renklidirler. Kitap bunları yazmıyor. Halil çok rahat “Onları da Öğretmen söyler!”  diyor. Öğle yemeğinde konumuz bahçe (tarla) yolculu. “Yağmur yağarsa? Çoğunluk, yağmur yağsın istiyor. yemekten sonra da aynı konuşmalar derslikte de sürdü. İdris Mustafa Saatçi’ya “Nerde kaldı senin hafızlığın, bir dua ette yağmur yağsın!”  dedi. Mustafa “Bak işte kendi dilinle tutuldun, ben hafız olsam bu dediğini yapardım. Yapamadığıma göre hafız mafız değilim. Bu kez İdris öyleyse sana yeni bir ad bulalım!” Mustafa sinirlendi, küfretti. Sami kolundan tutup oturttu. Az sonra da “Arkadaşlar, bir birimize böylesi şakaları her zaman yapmayalım. Şaka, karşılıklı anlayışlar içinde yapılır. Siz bunu aşıyorsunuz!”  Bir süre sessizlik… Öğretmenden haber geldi, bahçeye gitmek üzere yola çıktık. Bahçede Öğretmeni dinlerken arada fısıltılar oluyor. Öğretmen arada bahçe, dedikçe Yakup, 4 Mehmet, İdris gibi sürekli fısıldaşan arkadaşlar, bir birlerini dürtüp “Tarla!”  diyorlar. Daha önce bir Öğretmenin öyle deyişi onlara bir fırsat verdi, bunu kullanıyorlar. Dörder dörder gruplara ayrıldık. Geçen hafta çizdiğimiz çizgiler arası dörtgenlerin toprağını kabartıp etrafını düzeltiyoruz. Bir saat kadar çalıştık. Arada yağmur atıştırdı. Öğretmen, “Yağmur bastırırsa ıslanır, üşürüz diyerek toplanmamızı söyledi, hazırlanıp topluca okula döndük. Öğretmen, hepimize takıldı. “Benim çalışma saatlerimi hep çalıyorsunuz, bunun hesabını baharda soracağım!”  dersliğe girince birileri söylendi, “Kimin hesabı kimden sorulacak? Biz o kadar yol yürüyoruz, bunun hesabını kim ödeyecek. ? Kimisi de ne var yani baharda yağmur yağmaz mı? İnşallah tüm bahar günleri yağmurlu geçer. Bu kez gene kendileri yanıt verdi. Aman aman o zaman da derslikte kapalı kalırız…Halil arkadaşla gazete masasına indik. Bu günün gazetesi takılmamış. Gazeteyi nöbetçi arkadaşlar takıyordu, sorduk, Ahmet Gökay ağabey bugün gazete vermemiş. Nedeni, gazeteler geç gelmiş. Kırklareli –Yeşilyurt var, onu alıp okuduk. Başbakan Celal Bayar ayrılmış, yerine kim geçecek? Yerine kesin gibi görülen Dr. Refik Saydam geçebilir. Dersliğe döndük. Değişen bir durum yok, Türkçe kitabımı açtım, şiirleri bir daha tekrarladım. Okumadığımız parçaları karıştırdım. Atatürk’ün sözleri var. “Canımı canan isterse minnet canıma- Can nedir ki anı kurban etmeyeyim cananıma”  Bunu bir başkası söylemiş, Atatürk bu sözü beğendiği için almış kullanmış. Anlamaya çalışıyorum. Sonunda olayı çözdüm. Sevdiğim ya da sevdiklerim canımı isterlerse bundan ben mutlu olurum, sevgilimin yanında benim canımın fazla bir değeri yok o nedenle canımı onun yolunda verebilirim (Kurban ederim) Yazıyı okudum, açıkladım. Öğretmen çoktandır, okuduğumuz kitaplara değinmedi, elimdeki kitabı bitirdim. Daha doğrusu dört büyükçe öyküyü bitirdim. Aka Gündüz-Bu toprağın kızları. Hasan aynı yazarın Dikmen Yıldızı var, al oku!”  dedi. onu alacağım. Dikmen Yıldızı. Akşam Yıldızı, Kutup Yıldızı, Kervan Kıran Yıldızı duydum ama bunu duymamıştım, merak ettim. Kervan Kıran Yıldızı’nın öyküsünü de bilirim. Bu yıldız Sabah yıldızı kadar parlaktır, gece yarısından sonra doğar. Sabah Yıldızı ise sabahın muştucusudur. Bir yerlere yola çıkanlar, Sabah Yıldızı görününce yola çıkarlar. Güneş yakındır, yolları kesenler, soyguncular artık ortalıktan çekilirler. Kervankıran Yıldızını Sabah Yıldızı sanıp yola çıkan bir ya da birkaç kervan yol kesici haydutlar tarafından soyulmuştur. Salt soyulmak değil yok edilmişlerdir. Bu nedenle yıldızın adı Kervankıran Yıldızı kalmıştır. Dikmen Yıldızı’nı merak ettim. Hasan bir defter tutmuş. Kitabını okuduğu yazarları, kitaplarını oraya yazıyor. Yirmiden fazla yazar. Ben de aynı şekilde bir defter tutacağım. Ben, duyduğum yazarları da yazacağım. Bunların bir çoğu Muraz Uraz’ın küçük kitabında var ama onun dışındakileri unutmayayım. Aka Gündüz, Ömer Seyfettin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Şevket Rado, Va-Nü(İyi ki aklıma geldi bu nasıl bir insan adıTürk değil mi acaba? )Reşat Nuri Güntekin, Kemalettin Kami Kamu, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Rıza Tevfik, Ali Rıza Dursunkaya (Yeşilyurt), Osman Nuri Peremeci (Hüsnü Yalçın yazdırdı) Vahit Lütfü Salcı, Necmettin Sadık Sadak, Mehmet Akif Ersoy, Enis Behiç Koryürek. Belki daha birkaç yazar var ama bunları da salt adlarıyla biliyorum. Vahit Dedemin bile kaç yaşında olduğunu nerede doğup büyüdüğünü tam bilmiyorum. İstanbul’da okuduğunu, Çok iyi müzik bildiğini, klarnet, bağlama çaldığını, 5 kitap yazdığını, bir akrabamızla evlendiğini, Babamla, özellikle de Mehmet amcamla arkadaş olduğunu biliyorum. Gençliğinde padişah yönetimine karşı geldiği için sürgün edilmiş, sürgünden kaçarak Rusya’ya gitmiş, padişah devrilince yurda dönmüş. Bu kez de savaş çıkmış. Vahit Dedemin bundan sonraki yaşamı hep biliniyor. Bizim ailenin, çevresinin geçmiş dönemlerdeki durumlarını incelemek, bunları kitaplara geçirmek, gelecek kuşaklara iletmek için en ince noktalarına dek araştırma yapmaktadır. Öteki yazarları da bu kadar öğrenebilirim. Mehmet Başaran da yazarlarla ilgileniyor. Onun not defteri var, küçük bir defter. Ben küçük defterlere yazamıyorum. Büyük defterler daha iyi…Halil geldi, Tabiat Bilgisi kitabını açtı, çalışmaya başladı. O çalışınca benim de hevesin arttı, kitabı açtım. Halil sordu, “Ailen çiftçi, evinizde bir çok hayvan var, onları hep biliyorsun!” Anlamadım, manda, sığır, koyun, keçi, at, eşek, kedi köpek, kaz, hindi, tavuk, güvercin var. çoğunun sayılarını bilmiyorum. Örneğin koyun, söylenenlere göre yüz dolayında, güvercinler hiç sayılmıyor. Tavukları, yuvarlak olarak ablam bilir, ötekileri de ayrı ayrı ağabeylerim izlerler. bunların sayıları vardır. Ancak hiç kimse atların dişleri, sığır boynuzlarının içinin boşluğu ile ilgilenmezler. Bu nedenle ben bu hayvanları biliyorum ama kitaptaki anlatışlara uymakta zorluk çekiyorum. Ben hayvanları tanıyorum, ötesini bilmiyorum. Arkadaş şaşarak bakıyor, ya beni anlamıyor ya da tanımadığı varlıklar hakkındaki bilgisi çok kıt. Sormadım ama galiba ailesi pek çiftçilikle ilgili değil. Öteki arkadaşlarında öyle çoğu benim bildiğim çiftçilik sorunlarından habersiz. Koyunların bir birlerine yakın zamanda kuzulaması için sürüden koç ayırırlar dedim. Hepsi şaşırdı, kimisi “Yalan söylüyor!”  bile dedi. “Olur mu öyle şey? “Olur elbet. Güze yönelince koyunların koçsak zamanı başlar, bu bir ay kadar sürer. İlk günle son gün arasını daraltmak için koçu ayırırlar. örneğin 20 gün sonra koçu salarlar. Koçsak dönem 10 güne inmiş olur. Yani tüm sürünün kuzuları on gün içinde doğacaktır. Kuzuların böyle yakın doğması, bakımları açısından çok yarar sağlar, beraber büyürler, bakımları, satışları daha kolaylaşır. Koçsak dönemi de hazırlamak için koyunlara özel tuzlu yem yedirirler. Ben bunu anlatınca, İsmet, Mehmet Yücel başta olmak üzere birkaç arkadaş dışındakiler şakalarla karşılık verdiler. Kimisi:” Sen bunları bildiğine göre buraya neden geldin?”  diyenler oldu. Sonunda onlara, “Bunları size anlatmaya geldim, daha çok şeyler öğreneceksiniz, bekleyin!”  demek zorunda kaldım. Halil’le konuşurken bir yandan da bunları düşündüm. Atın tırnağı ile sığırın ayağının ayrı olduğunu biliyorum ama. bizim ineğin ayaklarının Almanya ya da Çin’deki ineklerle bir olduğunu hiç düşünmemiştim. Derslikte hafiften hafiften gürültü var. Bundan yararlanarak Halil’le konuşa konuşa Tabiat Bilgisi dersine çok güzel hazırlandık. Zaman zaman böyle çalışmaya da ikimi de istekliyiz. Yemekte konumuz gene fabrika gezmeye dönüştü, “Ne zaman gezeceğiz? Halil haklı olarak karşılık verdi: “Daha bugün konuşuldu, uygun bir zamanda gideceğiz. Öğretmen bize sormadan olayı çözümlemiş, neden acele ediyoruz?”  Halil’e kızanlar oldu. “Sormak suç mu?”  “Suç değil ama, aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmanın anlamı var mı?”  Konuşmaları kesip derslerimize dönüyoruz. Türkçe Öğretmeni yarın kesinlikle birilerimizi kaldırır. Tahmin yürütüyoruz. önce notları okuyacak, sonra kalkmak isteyenleri soracak arkasından da istediklerini kaldıracak. Yazılı, not, sınav sözleri edilince içimde bir kıpırdanma başlıyor yavaş yavaş sıkıntıya giriyorum. Gene öyle bir duruma girdim. Yat zilini beklemeye başladım, uyku bir kurtuluş oluyor. İşte zil çaldı, yatağa girme birinciliği benim olacak. Öyle yaptım ama, erken uyuyamadım. Arkadaşların konuşmalarını bir süre duydum.

 

26 Ocak 1939 Perşembe

 

Yakınımdan geçenler hep Türkçe notlarından söz ediyorlar. Tahminler, tahminler. Sami Akıncı’nın ondur, İsmet Yanar’ın, Mehmet Yücel’in sekizdir, Halil Basutçu’nun dokuzdur, gibi söylemlerle yanımdan geçenlerin hiç birisi benim için tahmin yürütmedi. Buna da üzüldüm. İçimden: “Görüşürüz!”  dedim. Ağırdan aldım, doğrudan kahvaltıya indim. Az sonra Fikret Madaralı geldi. Öğretmeni görünce kendimi derslikte sayıyorum. Buradan ötesi Türkçe dersi süreci. Dersliğe gittiğimde yazılı sorularını bir daha anımsadım, yaptıklarımı gözümün önüne getirdim. Dört şiiri de içimden okudum. Arkama yaslanıp durdum. Halil rahat, bana bakıp gülüyor. Benim heyecanlanmama da gülüyor. “Sen her olayı önemsiyorsun!”  diyor. Öğretmen geldi, güler yüzle. “Günaydın!”  dedi. Bakışlarını sıralar üstünde gezdirdi. “Kağıtlarınıza baktım, düş kırıklığına uğradım. Konuları rahat kavradığınızı sanıyordum, umduğumu bulamadım. Konuşalım bakalım ne diyeceksiniz? Önce kağıtlarınızı alın, bir görün, benden soracağınız olacaksa kağıdınızı bana verip soru soracaksınız. Kağıdınızı görmeden ben yanıt veremem, bunun yolu böyledir.”  Önde Bekir Temuçin’e kağıtları verdi, Bekir hepimize kağıtları dağıttı. Benim kağıt çıkmadı, azıcık duraladım. Sami Akıncı kalktı: “Benim kağıdım çıkmadı!”  deyince sevindim. Sustum. Öğretmen “az sonra onları da veririm, az bekleyin”  dedi. Sami başını çevirdi bana baktı, başımla işaret verdim, “Benim de!”  Herkes kağıdını inceledi, sırasına koydu. Öğretmen, “Sorularınızı bekliyorum!”  dedi. Ses çıkmayınca Bekir’e gene “Sen topla!”  dedi. Bekir topladı sıraladı, Öğretmene verdi. Öğretmen genel olarak ortak yanlışları söyledi. Ancak “ortak yanlışlarınız zaman içinde düzelecek türden olduğu için buna üzülmüyorum. Üzüldüğüm, sorulara hiç çalışılmamışça yanıt verilmesidir. Bir konuyu anlayıp anlatmaya çalışılırken yapılan hatalar hemen anlaşılır, bunların bir affedilir yanı olur. Sizin genellikle yaptığınız bu değil verilen konuyu ilgisi olmayan bir yana itip bambaşka yanıtlar vermeniz üzücü. Üstelik bunu yarıdan fazla arkadaşınızın yapması, ayrıca dikkat çekici.!”  dedi, Yanlış dediği sorulara örnekler verdi. . Sonra “Notlarınızı gördünüz ama usuldendir bir de ben okuyayım!”  deyip numara sırasıyla notları sıraladı. 4, 4. 6, 3. 7, 2. 11, 5. 15, 2. 16, 4. 18, 10. 24, 4. 26, 6. 28, 4. 42, 4. 44, 8. 48, 6. 49, 7. 50, 4. 51, 7. 53, 3. 60, 4. 61, 6. 63, 4. 66, 9. 70, 7. 72, 7. 73, 4. 74, 6. 75, 3, 76, 4. 77, 2. 78, 5. 79, 4. On bir arkadaşınız yani 1/3’ünüz geçerli not almış durumda. Bu ilk sınav ama güzel bir belirti değil. Kitaplarının arasından bir kağıt çıkardı. İlk cümlede benim kağıt olduğunu anladım. Yazdığımı okudu. “Çok doğru, güzel yazmış değil mi?”  diye sordu. “Güzel diyenler oldu. Bana “biliyorsun bu kağıt senin, ne diyeceksin?”  deyince, ben, “onu yarım yazdığımı biliyorum, sonradan düşündüm ama, sonradan değiştirmedim.”  Öğretmen “Evet, ne yaptığını bilenler böyledir. Arkadaşınız, okul değişeceğini duymuş, asker çantasını alıp giden birlikler gibi bizi Alpullu’ya getirmiş. Bir bakıma böyle oldu ama biz bunun günlerce sıkıntısını çektik, üzüldük, duyduk inanamadık, inandık ayrılacağımıza üzüldük belki de ağlayanlarımız bile oldu. Okul müdürümüz Nejat İdil bile inanamadı, inandığı zaman da gözleri sulandı, dakikalarca sustu. Bu bir yetişkin insan için ahlaktır. Arkadaşınız olayın bu tarafına değinmediği için bir not kırdım. Sorulara doğru yanıt verdi, gereken notu verdim ama onun bir başka eksiğini gördüm, ona ayrıca bir ödev verip o eksiğini tamamlatmaya çalışacağım. Kağıdını görmek ister misin?”  diye sordu. İstemedim. Sami Akıncı’nın kağıdı tam notla değerlendirdiğini söyledi. “Doğru yazmış, güzel yazmış, arkadaşınızın notları iyi gidiyor, arkadaşlar bunu konuşuyoruz ama onun da bir zayıf tarafı var, Atölye Öğretmenleri farklı düşünebilirler, onlar da not verecekler. 66 daha şanslı çıkabilir” . Bana baktı, arkadaşlar da baktılar. Utandım. Sami ile aramız bu sıra çok iyi bozulsun istemiyorum. Gerçekten arkadaş çok çalışıyor. Soruları Öğretmen teker teker ele aldı, “İdeal yanıtları, beraber bulalım!”  dedi. 1. Soru yanıtı için Sami’nin yanıtını okudu, İsmet’ten bir, benden bir, Bekir Temuçin’den bir okudu. 2. Derste en zayıf almış olanları sıra ile tahtaya kaldırdı, konuştu, sorular sordu. Sonuç olarak yeterli çalışmadıklarına inandığını vurguladı. Daha sonra bana ödevimi yazdırdı. Ödev üç ay önce Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel’in verdiğine benzeyen bir ödev. Köydeki yakınlarım, ailemdeki yetişkinler, konuşmalarında hangi sözcükleri okuduğum kitaplara konuştuğum insanlara göre farklı söylüyor? Bir liste yapıp Öğretmene vereceğim. Öğretmen örnekler verdi, Baba, buba, kavun, kavın, ana, anne, köy, köv, pazartesi, pazarertesi v. b. Öğretmen çıkınca Mehmet Yücel İsmet Yanar’a seslendi, “Senin bu dayın var ya bu dayın, seninle yarış ediyor, haberin olsun, seni Muhittin Ağanın gözünden düşürecek!” Arkadaşlar sıkılmıştı. Bir kahkaha başladı. İsmet “Benim dayım bana kötülük yapmaz!” deyince ötekiler “Daha ne aldı yolunu gidiyor, notları senden daha iyi!”  gibi takılmalar yaptılar. İsmet geldi bana sarıldı “Dayımla benim aramızı açamazsınız!”  bu sıra içeri giren Öğretmen “Ne o güreş mi var, dövüş mü? diye sordu. İsmet Sabit Soysal Öğretmene durumu anlattı. Öğretmen akrabalığımızı sordu, “Kardeş çocukları”  deyince “Ne güzel ne güzel, böyle bir şans az insanda bulunur. Bunun değerini bilin. Ben yeni öğrendim. Bundan böyle ikinizi da takip edeceğim. Not yarışında geri kalanı uyaracağım. Arkadaşlar sesle gülünce Öğretmen bir kez daha “Ne oluyoruz? bu gülüşler niçin? Deyince Sami kalktı olayı anlattı. Öğretmen gene güldü, “Bunlar, öğrenciliğinizden tatlı anılar olarak kalacaktır. Öğretmen sözü yazılıya getirdi, haftaya iyi hazırlanmamızı bir daha anımsattı. Konuya geçmeden önce soracağınız var mı? diye sorunca ben parmak kaldırdım. Halil arkadaşla çalışırken takıldığımız bazı noktalar var, çalıştığımız halde anlatırken karıştırıyoruz!”  dedim. Öğretmen söz verdi. Ben bildiğim hayvanları önce incelesem onların inceliklerini öğrendikten sonra başka memleketlerdekileri ya da görmediklerimi onlar da bunlar gibi diyerek öğrensem daha iyi olmaz mı? Öğretmen dinledi, güldü. “Sen arkadaşlarını çoğundan büyüksün, farklı düşünüyorsun. Senin söylemeye çalıştığını biz yapmaya çalışıyoruz ama bazı zorluklarımız var. Biz Öğretmen olarak derslere bildiklerimizi anlatmak için gelmiyoruz. Bize bunları bunları öğreteceksiniz diyorlar. En azından bir kitap veriyorlar, bu kitaptakileri okutacaksın, diyorlar. Siz de Öğretmen olunca bunlara uyacaksınız. Ben de biliyorum, örneğin Trakya’da aslan yok, onun yerine mevcut köpek cinslerini, av köpeklerini tanıtayım, örneklerini getirtip tanıtayım. Ama gireceğiniz sınavlarda size aslan sorusu sorulunca hiç yanıt veremezseniz kaybedeceksiniz. Üstelik sizden hiç kimse Trakya’daki köpek türleri için soru sormayacak. Bu bir eksikliktir. İşte okulumuz bu tür eksiklikleri saptayıp yeni yollar yöntemler oluşturmak için açılmış bulunmaktadır. Biz eski kitapları okuyup yeni kitaplara geçişleri sağlamak için çalışacağız. Zamanla bu dediğine benzer konular daha yararlı olarak ele alınacak. Tamamen haklısın. Gene de biz kendi çevremize daha çok önem vereceğiz. Size küçük bir ip ucu vereyim, derslerimizde pelikan kuşunu bilmeyen bir öğrenciye zayıf verip sınıfta bırakmam. Ama kaz ya da ördek için birkaç söz söyleyemeyen öğrenciye de üzülürüm, ama gene de geçerli not veremem. Bir başka örnek, kitabınız şekerin pancardan, şeker kamışından yapıldığını yazıyor. Bakın pancar memleketindeyiz, burnumuzun dibinde şeker fabrikası var. Şeker kamışını bilemeyen öğrenciye insaflı davranırım ama, pancar için kem küm edene karşı biraz katılaşırım. Okuduklarınızı benim derslerim için böyle değerlendirebilirsiniz. Mandalar burnumuzun dibinde dolaşırken filler üzerine şarkı söylemenin anlamsızlığını düşünmelisiniz. Bu düşüncelerinizi daha genişletebilirsiniz. Bunu bir ucu yerli malları kullanmaya dek gider. Yakınını tanımak, senin olanı kullanmak ülkümüz olacak, bu amaçtan sapmayacağız. … Öğretmen bu soruyu sorduğum için teşekkür etti. Kendi çevrenizdeki hayvanları bir veteriner ölçüsünde bilmemiz gerektiğini, bunu salt derslerle değil, özel kitaplar alarak geniş bilgilere götürmemizi önerdi. Tabiat Bilgisi dersinin ileriki sınıflarda böylesi derinliğine bilgilere dönüşeceğini muştuladı. Dersimizin ikinci saatinde Öğretmen evlerimizde, yakınımızda bulunan hayvanları öğrenmek istedi. Kimi arkadaşlar bu soruları tam anlayamadı galiba bizde yok diyerek, savuşturdu. Örneğin daha önce köyünden geçtiğim bir arkadaşa eşek sorulduğunda arkadaş, “Bizim köyde yok!”  diyebildi. Öğretmen sanırım kuşkulandı, “Öyleyse sen de develeri anlat!”  dedi. Arkadaş kulaktan dolma bilgilerle develeri anlattı. Öğretmen gülerek “Eşekten sonra deve soruşumun nedenini bilen var mı? diye sordu. Ben parmak kaldırdım. “Kervanların önünde eşekler bulunurmuş!”  dedim. Bunu babamdan öğrendiğimi, köyde öküz, at yanında ağır yükler için manda koştuğumuzu, mandaların önüne de eşek taktığımızı anlattım. Başlangıçta ağabeylerim buna karşı çıktılar. Babam kervanları anlatınca ağabeylerim önce inanamadılar, sonra öğrenip eşekleri benimsediler. Eşekler yolları iyi izledikleri için önde insan gitmesine gerek kalmazmış. Ağabeylerimin babamla tartışmasına tanık olan bir çok kimse kervan resmi görünce kahveye getirip göstermişlerdi. Öğretmen, “İlginç gözlemlerin var, işte bunların her biri bir bilgidir. Öğretmen çift tırnaklı hayvanları okumamızı, o konuyu işleyeceğimizi söyleyerek ayrıldı. Bizim köyde eşek yok diyen arkadaşa takılanlar oldu. “Eşeksiz köy olur mu? Arkadaş alttan alıp olayı bastıracağı yerde diretti, “Yok! diye bağırınca olayları başka yöne çevirmede usta şakacımız Mehmet Yücel, “Sen ortada durup dururken senin yok demene kim inanır?”  deyiverdi. Öğle yemeğine başlayana dek buna güldük. Öğle yemeklerinde sık sık kremalı tatlı veriliyor. İsmet bana takıldı, “Dayı, sana Yeni Hayat getiren Ahmet Ağabeyin krema fabrikası var galiba, baksana sık sık o tür tatlılar yiyoruz. Halil Basutçu bu konuda duyarlı, hemen sordu, “Sana hala Yeni Hayat geliyor mu? “Kendim ısmarlarsam, geliyor!”  Konuyu kapatmak için bir bahane uydurdum. “Atölyede bıraktığımız gibi duran işimizi sürdürdük. Işık takıldı, rafları çaktık. Biz gelmeden önce okulda değişiklik yapılmış, artan kapılar varmış, Baş Öğretmen Ferit Bey haber göndermiş, Hamdi Bağ Öğretmen, Arif Kalkan’la beni yanına aldı en üst kata çıktık. Bir değil üç kapı var. Tek kanat çift kanat, Hamdi Bağ Öğretmen ölçtü, birini seçti, dikkatlice indirdik. Ölçüsü tuttu, Hamdi Öğretmen kendisi ustaca çaktı. Ahmet Ağabeye haber ilettiler, ya portakal, ya elma. Ahmet Gökay ağabey geldi, çok beğendiğini söyledi, “İkisi de olur, elinize sağlık!”  dedi. Meğer bunun başka bir nedeni varmış, depo üst kattan buraya taşınacakmış. Arkadaşlar, Aaaaa! … dediler. Naci Öğretmen, ortasını buldu, “Canım, elmaları, portakalları, alıp gelirken, ötekileri de getiriverin”  Naci Öğretmenin önerisi benimsendi, yarın portakalları alırken depoyu aşağıya taşıyacağız. Ahmet Bey çok beğendi, “Burada oturabilirim!” Hamdi Öğretmenle Naci Öğretmen bakıştılar, gözleştiler, bizi erken bıraktılar. Yarın daha uzun kalabilirmişiz, çok yorulabilirmişiz. Dersliğe çıktık. Yarın kimi arkadaşların işi zor olacak. Ben de diretip daha iyi not almak istiyorum. Hem çekiniyorum, hem de sessiz kalmak istemiyorum. Özellikle geometri problemlerinde kendime güvenmeye başladım. Üçgenlerin, açı ya da kenarlarıyla ilgili özelliklerini iyi kavradım. Açılar, komşu açılar, ters açılar, paralel kesişmelerden oluşan açılar için oldukça bilgim var. Pfisagor’u(Pisagor-Pfisagor) çizdim Öğretmen, “Kendi kendine çalış, arkadaşları oralara taşımak zor olacak, Sami kendi çalışıyor, ara sıra onunla konuş!”  dedi. Üçgenlerin eşitlik koşullarını çalıştım. Aritmetikte de En büyük ortak bölen, En küçük kat ortak benim için arkada kaldı. Arkadaşların çoğu bunları değil yapmak kesirli sayıları sürdüremiyorlar. Asal sayıları kavrayamayanlar var. Çoğu geçen yıl okul bitirmişler, nasıl bitirmişler ki? Herhalde Öğretmensiz okullardan çıktılar. Aklıma geldi yazı dersinde Öğretmen ödeve başladın mı diye sorabilir, beş on söz yazabilirim. Yumurta-yımırta, yufka -, yıfka, sağı-saar, buzağı-bızaa, çömlek, çölmek, derviş-devriş, kabak-gabak, tatlı-datlı, tarla-tala, anlamak-annamak, yanlış-yannış, elma-alma, meme-möme, baba-buba, biber-böber, peynir-pinir, leylek-lelek, pamuk-pamık kiraz-kirez, doğru-doru, tohum-toom, anne-ana, armut-armıt, çamur-çamır, çabuk-çabık, ruba-uruba, çavuş-çavış, karpuz-karpız, yaparken-yaparkan, kabak-gabak, rum-urum, rus-urus-leş-ileş, lazım-ilazım, rakı-ırakı, lahana-ılana, yapıyorum-yapıyom, kahve-kave, binmek-pinmek, kova-kofa, yumurta-yımırta, alacağım-alcam, çocuklar-çöcükle, gidecek misin-gidece misin, limon-ilimon, menekşe-menevşe, kavun-kavın, diken-tiken, kadeh-kade, dakika-dakka, şehir-şeer, şimdi-şindi, rüzgar-ülüzgar, sığır-sıır, susam-sısam, haşhaş-aşaş, karpuz-kaapız. daha çok ama bunları örnek olarak aldım. Yazı ödevlerini görmek isteyince yazı defterlerine bakarken Öğretmen görür sorarsa söylerim. Halil “Sen çok kurnaz davranıyorsun, yaptıklarının hemen görülmesini istiyorsun!”  Öğretmenlere yardımcı olduğumu söyleyip, gülüyorum. 24 İbrahim Ertur’a ağabeyin den mektup gelmiş, bana selamı var, çok sevindim. İlerde bir subay arkadaşım olursa çok sevineceğim. Subaylık hevesim içimde kaldığından mıdır nedir, bir subay gördüğümde ben de olsaydım, diye bir özlem duyuyorum. Kadir’in anlattığına göre benim sınıf arkadaşlarımdan ikisi subay okullarına gitmiş. Adaşım İbrahim Sarıdemir’le Yaşar subay olacakmış. İbrahim’in ablası L ile aynı sırada oturmuştuk. İbrahim sık sık bizim sıraya gelirdi. Sonraları en iyi erkek arkadaşım olmuştu. L okuldan ayrılınca İbrahim’le oturmuştuk. L için “Çok geliştiği için okuldan aldılar!”  diye söz çıkarmışlardı. Gerçekten L, akranları içinde en gösterişlisiydi. Baş Öğretmen onu çok seviyordu. Ben okuldan önce kaçıp sonra gene dönünce benim yanıma L’yi oturtmuş, derslerime yardım etmesini söylemişti. L. benim okula ısınmamda çok yardımcı olmuştu. . Söylendiğine göreL. cik okuldan alınınca günlerce ağlamış, saçını başını yolmuş. Ben L’yi çok sevmiştim. Unutamadığım bir arkadaştı, Kardeşiyle arkadaştık ama nedense ablasını soramıyordum. Ancak A ile sık sık haber gönderir, ondan da haber alırdım. Bu nedenle onu anımsatan bir söz geçince anmadan edemiyorum. A ile arkadaşlığımı birazda ona borçluyum. Birini anımsayınca öteki kendiliğinden gelip yüreğimi cızlatıyor. Çoktandır içim biraz rahatlamıştı…. Yat zilini bekledim. Halil Basutçu uyardı, “Zil bekleyeceğine paran var. bir saat al, bakıp ona göre davranırsın. Sahiden neden bunu yapmadım? Tatile gidince babamın Serkisof cep saatini alırım. Beklediğim zil çaldı, “auf Wiedersehen, arkadaşım!”  Haydi güle güle. İsmet’e dert olmuş, geldi “Dayı, sen o Harbiyeliye ne yaptın ki yalnız sana selam göndermiş!”  sordum, “Nerden biliyorsun yalnız bana selam gönderdiğini? “ İsmet mektuba bakmış, başkaları da buna şaşmış. Sonra nedenini bulmuşlar, Harbiyeli sarışın, ben de sarışın olduğumdan beni unutmamışmış. Tamam, içimden zaten o Harbiyelinin selamı benim kafamı karıştırdı!”  deyip başımı kapattım. Üzüleceğim rüyalar görmekten korkuyordum. Oysa kısacık bir rüya gördüm. Ahmet Ağabey bize vereceği portakalları kaybetmiş, beni çağırdı, “Arkadaşlarına söyle portakal yerine patates vereyim!”  Telaşlandım, ben bunu arkadaşlara nasıl söylerim? diyeceğim, utanıyorum. Benim için bir çok zahmetlere giren bir insana bunu nasıl söylerim? Nasıl rüya ise, zil çalsa da uyansam diye kıpırdanıp duruyorum. Gerçekten uyandım, uyanınca da sevindim, gülümseyerek gene gözlerimi kapadım.

 

27 Ocak 1939 Cuma

 

Yatak komşularımı, Hasan Üner’le Hilmi Altınsoy’u bugün ben uyandırdım. Hasan’ın durumunu pek bilmiyorum ama Hilmi Altınsoy’un Ahmet Gürsel Öğretmenle sorunu var. Özellikle geometriyle arası bozuk. Kendisi söylüyor. Yardımcı olmaya çalışınca “Boş ver şimdi kafam karışık!”  deyip beni savuşturuyor. Neden çekindiğini anlayamıyorum. Ben Sami Akıncı’dan hiç çekinmeden soruyorum. Üstelik notum iyi olduğu halde Öğretmen, “Takılınca Sami ile çalış!”  diyor. Beraber kahvaltıya gittik. Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce bende bir değişiklik gören Hilmi “Sana ne oluyor Ağabey, dersin iyi işte Öğretmenden niye çekiniyorsun? diye bağıra çağıra çıkıştı. Oysa benim sorunum, o gün ilk derse gelecek Öğretmenleri görünce görünüm olarak benim dersim başlamış sayılıyor. Bu benim için bir huy olmuş durumda. Salt matematik değil, müzik, Almanca ne olursa olsun. Hilmi anlar gibi oldu. Bugün günüm yatak komşularımla başladı. Az sonra Ahmet Gürsel Öğretmen neşeli bir yüzle geldi, bana göre güzel bir sesle “Günaydın!”  dedi. Biz de canlı olarak karşılık verdik. Bunu bekliyor olmalı “Ha şöyle, canlanalım biraz, genciz, güçlüyüz, kendimize güvenimiz var. Neden pısırık olalım? “ Buraya kadar yüksek sesle söyledi, birden sesini değiştirerek “Ah, biraz da matematiğe çalışsanızzzzzz!”  dedi, güldü. “Bunca kırık nota karşı Öğretmen, nasıl olur da neşelenir? demeyin, insanlar umutla yaşar. Ben sizden umutluyum. Bunca zayıflara karşın neşeliyim, iyi not alınca ne yapacağımı merak mı ediyorsunuz? Kemanımı alıp geleceğim, size konser vereceğim, söz. Siz benim kemanımı dinlemediniz. Kemanımı benden daha dikkatle dinleyeceğinizden kuşkum yok. O da olacak!”  Bir süre durdu, yüzlerimize baktı. “Çok değişik okullardan geldiğiniz için bir birinizden uzak çalışma yolları deniyorsunuz. Amerika bir kez keşfedilmiştir. Sonraları Amerika’ya gidenler, ilk gidenlerin izlerini sürmüşlerdir. Matematik kuralları binlerce yıl önce bulunmuş o günden bu güne hep o yöntemler uygulanır. Siz okuyacaksanız bu kuralları öğreneceksiniz. Bunları oturup yeniden keşfedemezsiniz. Yaparak ezberleyeceksiniz.”  Dikkatle dinliyoruz, sanırım hepimiz bu sözlerin sonu nereye varacak? diye düşünüyoruz. Ben böyle kuruntulu kuruntulu beklerken Öğretmen baktı, “Sen, tahtaya gel bakalım!”  dedi. Tahtaya geçtim, elime tebeşir aldım. “Yazılıdan kaç almıştın? “ diye sordu. “Yedi verdiniz!”  dedim. Yüzüme anlamlı anlamlı baktı, bir daha sordu, “Kaç vermiştim?”  deyince bu kez ben “Yedi aldım!”  dedim. Öğretmen güldü, “Kedi fare oyunu oynuyoruz galiba!”  dedi. Yanıma geldi, tahtaya bir dik üçgen çizdi. “Ölçmedim ama bunu bir dik üçgen olsun diye çizdim. Öyle kabul edelim mi? diye sordu. “Edelim!” Bu kez Öğretmen “Her zaman böyle hatır için çizim yapılır mı? “ diye sordu. “Yapılmaz!” Pekiyi ne yapılır? Özellikle dik üçgenler için kolay bir sınama yolu vardır, dik üçgende önemli olan dik açı olduğuna göre kenarı uzatır, uzayan kenarın doğru oluşturup oluşturmadığına bakarız. Niçin? Çünkü bir daire 360 derecedir. Yarısı, yani bir doğrunun iki tarafında kalan yarımlar 180 derecedir. Kenarlar doğru oluşturmuşsa yarısı doğal olarak 90 derece olacaktır. Öğretmen “Gördünüz mü? geometri işte budur!” Daha önceki ispatlanmış teoremleri bilip soruları onlar aracılığıyla yanıtlayacağız. Bakın burada çizilen üçgeni cetve, gönye, minkale gibi araçlarla da kanıtlamaya çalışabilirdik. Ama o yol ispatlama için yeterli değildir. İspatlama geometrinin kabul edilebilen kuralları içinde yapılmalıdır. Dik üçgen çizildi. Dik üçgenin bir açısı 90 derece olmak zorundadır. Açılar için kurallar vardır. Üçgenin iç açılarının dış açılarla ilgisi vardır. Bir iç açı dış açı ile ya bir daire yani 360 dereceyi, ya da 18o derece, yani bir doğrunun bir tarafına eşit olur. Açılar gibi kenarlar için de kurallar bulunmuştur. Bunları aklımızda tutarsak geometriyi, başka bir deyimle matematiği öğrenebiliriz. Bakın arkadaşınız izlenecek yolu kavramış, belki yeteri kadar kural öğrenemedi ama tutulan yol budur!”  Öğretmen bana döndü, “Neden daha yüksek not almadın? “diye sordu. Sustum. Sözü değiştirerek, “Ben mi vermedim? “ diye bir daha sordu. “Hayır, yanlışlarım vardı, kağıtlar dağıtınca kusurlarımı gördüm!” dedim. Öğretmen izin verince yerime oturdum. Bu kez arkadaşları kaldırdı. Küçük defterinden 79, 50, 63, 75, 53 numaraları okuyarak, tahta önüne sırtaladı. . Kalkanlar sözleşmiş gibi hiç birisi doğru yanıt veremedi. Tahtaya bir eşkenar üçgen çizdi. “Üç kenar da bir birine eşittir. Bunların açılarının derecelerini nasıl buluruz? “Arkadaşlar sırayla tahtaya geçti, bir süre üçgene baktıktan sonra geriye çekildiler. Durum, üzücü bir sessizlik oyununa dönüştü. Ahmet Güner, Abdullah Erçetin, Hilmi Altınsoy, Yakup Tanrıkulu, Ali Önol arka arkaya sıralandılar. Öğretmen yüzlerine baktı “Hiçbir şey söylemeyecek misiniz? “ diye gene sordu. Onları yerlerine oturttu. Arka arkaya, Mehmet Başaran’ ı, Yusuf Asıl’ı, Kadir Pekgöz’ ü kaldırdı. Onlarda oturdular. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen az düşündü, “Peki, gel, anlat!”  dedi. Bekir kalktı, kenarlar eşit olduğuna göre açılar da eşit olur!”  dedi durdu. Sonra da açıları ölçeriz! ’”  deyip kesti. Belli ki tahtaya kalkınca bir önceki arkadaşların sessizliği onu da etkilemişti. Sami parmak kaldırdı. Öğretmen başıyla”  Gel!”  işareti verdi. Sami üçgenin kenarlarını uzattı, dış açılar oluşturdu. Öğretmen gülümsedi. Sami üç kenarı da uzatarak dış açıları belirtti. Dış açılarla iç açılar 180 derecedir. Üçü de yüz seksen derece olduğuna göre deyip durdu. Öğretmen bir an sustu. İzin istemeden “Olmaz!”  diye seslendim. Öğretmen baktı, “Neden olmazmış? “ dedikten sonra “Gel bakalım, neden olmazmış? diye bir daha tekrarladı. Sami’nin çizdiklerini gösterek, bunlar doğru ama, üçgenin açılarının kesin kanıtı değil, üç tane bir birine benzeyen açı var. Üç iç açının bir biri ile eşitliği isteniyor. Arkadaşımız bunu tamamlamadı. Öğretmen “Sen tamamla!”  dedi. Sami Akıncı’ nın şeklini çizmeden üç kenarı da uzatarak her uçta üçgen açılarına göre üç dış açı oluşturdum. Üçgenin iç açıları üç tane 360 derecelik açının tamamlayıcısı durumuna düştü. Eşit sayıları eşit bütünlere tamamlayan ek sayılar da eşit olurlar!” dedim. Öğretmen Sami Akıncı’ ya döndü, “Ne diyorsun? “ dedi. Sami, “Arkadaş haklı ben, benzerliklerden yararlanıp kısa kesmiştim, gerçekten açıların eşitliği tam ispatlanmamıştı!”  Öğretmen, teşekkür ederek bizi yerlerimize gönderdi. Arkadaşlara, “Arkadaşlarınız yarış ediyor, bu enerjilerden siz de yararlanmalısınız!” . Beni göstererek “Arkadaşınız bunları yeni öğreniyor. Sami sürekli çalışıyor!” . Gene beni göstererek “Arkadaşınız bunları çizerek öğreniyor. Defterlerine bakın, renkli renkli geometri çizimleriyle dolmuş. Yanlışı da var yarımı da;ama yılmadan çiziyor. Çizerken, kendiliğinden yeni yeni şekiller görüyor. Karşıda gördüğünüz üçgenin köşelerinki 360 derecelik açılardır. Gerçi onun kendi kendine bulduğu yol, uzunca bir yoldur, ama doğrudur. İleriki günlerde buna gerek kalmadığını hep beraber göreceğiz. Zaten sizlerden istenen yeni yollar değil, bilinen yolları seçip o yollarda yürümenizdir. Öğretmen bunları dedikten sonra bir süre sustu, gülerek, “Bakıyorum da sizin bir kısmınız daha yola çıkmaya bile niyetli görünmüyor. Bence bunlara birer birer “Günaydın!” demenin zamanı geldi. Öğretme sözünü bitirirken zil çaldı . “Ya, işte böyle çocuklar:” Dost acı söyler!” demişler. Biz dost muyuz? Sorduğuma bakmayın, yüzde yüz ben sizin dostunuz olduğumu biliyorum. Bu nedenle de size deneyimlerimden yararlanarak doğru bildiklerimi söylüyorum. “deyip çıktı.

Derin bir sessizlik oldu. Mustafa Saatçi, Mehmet Yücel’e “Ne o dut yutmuş bülbül mü oldun!” Mehmet Yücel arkasından “Günaydın Hafız, Guten Tag Mosche-Minarett derken Öğretmen geldi. Mehmet Yücel’in söylediklerini ses olarak duydu, “Susalım arkadaşlar, konuşmayalım!”  dedi. Harun Özçelik’ i tahtaya kaldırdı. Ömer Uzgil seni öve öve hepimize tanıttı!”  dedi. Geometri kitabını almasını söyledi. Harun kitabını aldı, Öğretmenin gösterdiği şekilleri tahtaya çizdi. On tane üçgen. Harun çizdikten sonra yerine oturdu. Öğretmen üçgenlerin gerekli yerlerini doldurdu. Bunları defterlerimize geçirmemizi istedi. 1-Eşkenar üçgen, 2-İkiz kenar üçgen, 3-Çeşit kenar üçgen, 4-Geniş açılı üçgen, 5-Dar açılı üçgen. 6-Üç açısı eşit olan üçgen, 7-İki kenar, bir açısı verilen üçgen, 8-bir açısı verilen üçgen, 9-üç kenarı bilinen üçgen, 10-Dik açılı üçgen…Özellikleri, çizimleri, benzerlikleri, ayrılıkları. Birt yandan tekrarladı, bir yandan yeni bilgiler ekledi. Notu kırık arkadaşları gene gene kaldırıp kısa sorular sordu. “Tahtadaki üçgenler defterlere yazılacak!” dedi. . Bunlarla ilgili teoremleri örnekleyerek bir daha gözden geçirmemizi istedi. . Öğretmen, dersliğe girdiğindeki neşesini kaybetmiş görünerek bizden ayrıldı. Ayrılırken gene “İyi çalışmalar, hoşçakalın!” dedi. Az aradan sonra İdris Destan, “Çok şükür bugün kurtuldum. Ama iki saattir nasıl korku çektiğimi bana sorun!” . İdris sözünü bitirmeden, Mehmet Yücel, “Pazartesi günü seni de göreceğiz! …

Öğretmene darılmaya ne hakkımız var? Biz doğru dürüst çalışmıyoruz. Çalışan arkadaşlarımız nasıl başarıyorlar? “Mustafa Saatçi, duramadı: “Çalışan arkadaşlarımıza Öğretmen keman çalacak, bari çalışmayanlar da oynasa!” Birkaç kişi birden, “Çalışmayanlara teneke çaldıracaklar!” Zil çalarken Türkçe Öğretmeni dersliğe girdi. Dersimiz yazı, benim yapılacak ödevim vardı yaptım. Öğretmen “Günaydın!”  dedikten sonra yerine oturdu, bizim sıraya baktı. Bana bakıyor sandım. Ödevimi soracak diye hazırlandım. Öğretmen Halil Basutçu ya “Halil, gazete işi nasıl gidiyor? İnip okuyor musunuz? “Gazete her gün takılıyor mu? “ diye sordu. Halil anlattı, son bir gün dışında takıldığını, okuyan arkadaşlar olduğunu, küçük sınıflardan bile gelip karıştıranlar olduğunu anlattı. Gazetenin genel olarak öğleden sonra geldiğini sözlerine ekledi. Öyleyse siz yurdumuzda olan bitenler hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz. Gerçekte sizin bir Yurttaşlık Bilgisi dersiniz var, Müdür Bey bu dersi sizinle sürdürecek ama, bir saat olarak ayrılan bu derse haftalık programda yer verilmediği için bu dönem atlandı. Belki ara tatilinden sonra bu dersi de okuyacaksınız. Bu derste siz, yurdumuzda olanı biteni, yurt yönetimini, yönetim katmanlarını öğreneceksiniz. Gazete okumanız bu konuda çok yararlı olacaktır. Örneğin, Atatürk’ün ölümünden sonra yani şimdi “Cumhurbaşkanı kimdir deseler” ... der demez hep birden “İsmet İnönü!”  “Başbakan kimdir?”  Birkaç kişi, “Celal Bayar!”  deyince “Bak işte o değişti. Bugünkü gazeteyi okuyunca göreceksiniz. Celal Bayar ayrıldı, yerine Dr. Refik Saydam geçti. İşte bunları, ders dışı etkinliklerinizde kendiliğinizden öğreneceksiniz. Bunlar artık sizin için birer genel kültür kazanım yolları olacaktır!”  Defterlerimizi açtık, yazılarımıza baktı. Benim sözcüklerimi gördü, güldü “Aferin, barut gibisin, verilen ödevi yapıyorsun. Bu çok güzel bir alışkanlık, “Bu günkü işini yarına bırakma! ’Barut gibi ne demek? Ben, “Bu sözü hep duyuyorum ama doğrusu anlayamıyorum. Bir insanın çalışkanlığı, çabuk iş yaptığını anlatmak için kullanıyorlar. Bizim köyde de çok kullanılır. Özellikle hızlı yürüyenler için böyle derler. Bence barut yerine kurşun dense daha doğru olur. Barut sadece yanar, kokulu ses çıkarır. Oysa kurşun hemen gider!”  Öğretmen kahkaha atarak güldü, gene: “Barut gibisin vallahi, sözü alınca durmadan konuşuyorsun. Bu sözler Atalarımızdan bize miras kalmış sözlerdir. Güzel anlamları vardır. Çoğunlukla söylenen değil söylenmek istenen anlamı üzerinde durulur. Biz konuşurken arkadaşların bakıp kaldılar; dur bakalım onlar ne diyecekler?”  Bunu dedikten sonra Öğretmen arkadaşlara döndü, “Atasözü nedir? “ diye sordu. Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen “Bunu da senin dayından soralım, dedi İsmet’e Atasözü bilip bilmediğini sordu. İsmet “Bugünkü işini, yarına bırakma, Akakça Kara gün içindir, Sakla samanı gelir zamanı!”  deyince , “Dur, bak ne güzel örnek, “Sakla samanı gelir zamanı!”  Burada saman maman saklanmaz, zaman da beklenmez, ama ne demek istendiği hemen anlaşılır!”  dedikten sonra İsmet’e sordu. “Nedir bu sözün anlamı? “ İsmet açıkladı:” Eline geçirdiğin değerli eşyayı, bir yere koy, bir gün işine yarayacaktır. Şemsiyeni, bir kenarda koru, yağmurlu havada kullanırsın!” Benim defterimi aldı kürsüye götürdü. Arkadaşlara yazı ödevi verdi. Beni yanına çağırdı, “Nerdeyse akraba çıkacağız, bizim Bulgaristan’dakiler, kendi ailemden olanlar da bu sözleri hemen hemen böyle söylerler. Sen düşün, anımsadığım öteki sözleri de ekleyerek bir liste yap bana ver, acelesi yok, ara tatilinde fırsat buldukça yaz, ben senden alacağım. Bizim Bulgaristanlı arkadaşlardan da isteyeceğim, sen onlara anlat, öğrensinler sonra ben onlardan isterim, aferin, şimdi sen de arkadaşlarının yazdıklarını yaz!” Defterimi alıp yerime oturdum. Daha önce örnekler yazdığımız teknik yazı denemesi yapmak için hazırlandım. Halil’e baktım o da aynı yazıları yazıyor. Halil’in bu tip yazısı çok güzel. Arkadaşlar içinde Harun Özçelik, Salih Baydemir, Abdullah Erçetin, Recep Kocaman çok güzel yazıyorlar. Sanırım Halil de az dikkat etse onlar derecesinde güzel yazacak. Ne var ki o çok önemsemediği için ileri çıkmayı denemiyor. Yazı derslerinde Öğretmen derslikte yokmuş gibi çalışıyoruz. Kimi zaman mırıl mırıl konuşanlar bile oluyor, Öğretmen duymazdan geliyor. Ders zili çalarken bazen yazılanlara bakıyor. Genellikle gelecek derste, derse başlamadan önce dikkatle inceleyip gerekli sorgulamayı yapıyor. Bu derste öyle oldu. “Tamamlamayanlar hafta arasında tamamlasın, imzalayayım!”  dedi. Derslikte yazdıklarımızı adının baş harfleriyle işaretliyor. Bunlar defterden kopmayacak eksiltilmeyecek, not verilirken değerlendirilecekler. Benim gibi fazla yazanların yazıları ayrıca işaretleniyor. Zil çalınca Halil’le gazeteye baktık, gelmiş, aldık taktık. Gerçekten dr. Refik Saydam’ın büyük bir resmi var, yeni Başbakanımız yazılı. Atatürk’ün arkadaşlarındanmış. Yemekte aynı konular, yeni başbakan, eski başbakan, Atatürk’ün arkadaşları, İsmet İnönü, dillerimize takıldı. Mehmet Yücel soruyor. “Söyle bakim, oğlum, en büyüğümüz kim? İsmet İnönü, ondan sonra? dr. Refik Saydam, ondan sonra? Hasan Ali Yücel, ondan sonra? Kazım Dirik, ondan sonra? Pıs… Burada sinirlenme numarası yapıyor. Ondan sonra? Nejat İdil, ondan sonra? Ömer Uzgil, ondan soonraaa? Burada Mehmet Yücel!”  demeyenlere veryansın ediyor. Kırklareli valisinin adını söyleyemeyenlere, bir daha gelirse birlikte resim çektirme görevi veriyor. Arkadaşlar gülmekten yerlere yatıyorlar. Bana tembihler yağdırıyor. O adamın adını söylersen karışmam! Onu bilsen bilsen sen bilirsin, sakın aa! Oyunumuzu bozma! Ben susuyorum. Gerçekten de benden başka herkes unutmuş. Belki Sami biliyordur. O da kesinlikle arkadaşların bu tür oyun sorularını yanıtlamıyor. Mehmet Yücel’in kulağına “Has…”  dedim, (Hasip, valinin adı)Arkadaşlar anlamasın diye, Mehmet Yücel bana “Kulağına eğilerek küfredemezsin!” diye çıkıştı. Meğer o valinin adını biliyormuş. Arkadaşlar yeni bir öneri hazırladılar. Yeni konacak Yurttaşlık Bilgisi dersini Mehmet Yücel okutsun. Olur diyenlerle olmaz diyenler tartıştı. Olmaz diyenler gerekçeleri, “O şimdi kendini en sona koyuyor ama kısa zamanda en başa koyacaktır!” Olsun diyenlerin görüşü ise, O şimdi kendini büyükler listesine koydu ama ders verirken kendinin on para etmediğini görüp kendiliğinden listeden çıkacaktır. Bu görüşün başında Mustafa Saatçi geliyor, sayıları öteki gruptan çok. Yemekten atölyelere dağılana kadar bunlara güldük. Halil ‘le bu şamatalara karışmıyoruz ama gülüyoruz, Halil arada”  Şu valinin adını söyle de oyunları bozulsun!” diyor. Bazen da, “Bana söyle ben bozayım!” Buna da gönlüm razı olmuyor. Mehmet Yücel’in neşesini kaçırmayalım. Arkadaş kimsenin zararına bir durum yaratmıyor, olayları hep gülmeye çeviriyor. Gülerek alt kata indik. Naci Öğretmen, “Hangimizin bu şanssızlık, manav meyveleri getirmemiş!”  dedi. Arkadaşlar, “ Biz gider alırız!”  dediler. Alamazmışız, müteahhit manav Babaeski’de oturuyormuş. Arkadaşlar “Eyvah!” derken, ben rüyamı anımsadım, anlatmaya başlarken Naci Öğretmen, işaret etti sustum. Meğer bize şaka söylemiş. Üç gruba ayrıldık, hazırlayıcılar, diziciler, taşıyıcılar. Ben gönüllü taşıyıcı ayrıldım. Naci Öğretmen, niçin gönüllü ayrıldığımı bildiği halde bilmezden gelip, yolda taşıdıklarımdan, faydalanmayı düşündüğümü söyledi. Hamdi Öğretmen buna katılmadı, İbrahim yeteri kadar güçlü, o dediğini şu küçükler düşünür, onlar taşısınlar, varsın yesinler!”  dedi. Ben taşımaktan vazgeçtiğimi söyleyince iki Öğretmen birden “Yoooo, alınmak yok, biz seni tanıyoruz, sen de bizi tanı, alınacak sözleri kesinlikle bizden duymayacaksınız. Çalışmalarımız sırasındaki sözlerimiz, zamanımızın sıkıntıdan uzak geçmesi için söylenen sözlerdir, şakadır. Bu kez, Hasan Üner, Az önce Mehmet Yücel’in şakasını, arkasından, İsmet’in, Mustafa Saatçı’nın takılmalarını anlattı. Buna da Öğretmenler çok güldü.

Biz gülerken beklediğimiz Ahmet Gökay geldi. Naci Öğretmen, taşıyıcı, hazırlayıcı grup yukarı çıktık. Ahmet ağabey bazı hazırlıklar yapmış, tarif etti, dört arkadaş onun gösterdiklerini öne çıkardılar, küçük paketler olarak biz taşıdık. Merdivenlerden geçenlere, gelip gidenlere engel olmak yok. Kucağımda bir paketle merdivene dönerken Müdür Bey beni gördü, gülerek Şunlara bak, bu taşınmalarla ne olacak sizin haliniz? Oraya taşın, buraya taşın, ben sizi tatile gönderince babalarınıza bunları mı anlatacaksınız yoksa bunları olmamış sayıp biz okuyoruz mu diyeceksiniz? Ben hiç durmadan, “İkisini de, hem okuyoruz, hem de çalışıyoruz. , Müdür bey, , omuzuma vurdu, “Aferin, İlhan gördüğü yerde seni soruyor, “Nasıl senin Sarıoğlan? diyor. “Sağolun! dedim. “Müdür Bey geçince sevinerek gittim. Taşırken müdür beyle karşılaşmaktan çekinirdim. Şimdi ise karşılaştığıma sevindim. Oldukça çok gittik, geldik ama zil çalmadan bitirdik. “Portakallarımızı isteriz!” Naci Öğretmen portakallar için “Biraz bekleyeceğiz, portakallar daha olgunlaşmamış. “Biz yeşilini de yeriz dedikse de olmadı. Portakalları tarım dersinde bahçede yemek üzere çarşamba günü alacakmışız. Naci Öğretmen, “Niçin diye sormayın, yanıtını kendiniz bulun!”  dedi. Gene de sevindik, zaten portakal isteme de bir şakaydı. Bugün gün boyu şaka üzerinde durduk. Keşke matematik dersindeki durum da şaka olsaydı!

Derslikte toplanınca herkes nota okumaya başladı. Adem Gürçağlayan yarın kesinlikle nota okutacaktır. Gamları inici, çıkıcı olarak yapıyoruz. Ben çıkıcıyı düzgün söylemeyi bir türlü beceremedi. İniciyi çok iyi yaptığıma inanıyorum. Halil, “Sen de onu yaparsın!”  diyor. Gülüyoruz. Öğretmen bana ““Do majör gamını seslendir derse, ben ince do’ dan kalına doğru ineceğim. Öğretmen, “Hadi şimdi de çık!”  derse, ben, “Özür dilerim, çok yorgunum, dizlerim tutmuyor!”  diyeceğim. Kırılıyoruz gülmekten. Arkadaşlar bize hayretle bakmaya başladılar. Mehmet Yücel, “Bu iki ciddi arkadaş, bizim şakalarımıza gülmezken kendi kendilerine nasıl gülecek konu buldular? diyerek yanımıza geldi. Herkes döndü bize bakıyor. Halil anlattı. Halil anlatırken Mehmet “hı, hı, hı!”  diyerek dinledi. sonunda gülmedi. Ötekiler de gülmediler. İnadına bir susma oldu. Mehmet Yücel’ sorduk, “Neden gülmedin? “Mehmet “Bunu Öğretmene yaptığınız zaman güleceğim, şimdi nesine güleyim? “ diye sordu. Herkes kahkaha attı. Halil, bana, “Bunlar hınzırlık yapıyorlar, bizim şakamız da gülünecek derecede şakadır!”  dedi. Biz de buna güldük. İkinci ödev, hece seslendirilerek öğrendiğimiz, daha doğrusu ezberlemeye çalıştığımız marş. Biz kimleriz, bir Altay’dan gelen erleriz-Çamlıbel’de uğuldarız coşar gürleriz. Aynı marşı küçük sınıflara da öğretmiş, çocuklar bahçede bağıra çağıra söylüyorlar. Gürültü artınca müzikten vazgeçip resimleri tamamladım. Halil’in yazısı gibi resim çizmesi de iyi. Ancak hiç özen göstermiyor, çizip bırakıyor. Öğretmenin atlarından iki üç tane çizdi. Ben keçi, koyun çizme denemesi yaptım. Keçi çizişim daha dengeli oldu. Başında boynuz oluşu, keçiyi, keçiye yaklaştırdı. Halil “Herkesin bir becereceği iş vardır!”  diyor. Öğretmen atları nasıl çizmiş, sen de keçileri dene, birkaç keçi daha çiz!” Çizdim, hiç birisi ilk çizdiğim kadar güzel olmadı, sildim. Uçan turnalar, duran leylekler çizdim. Leylekler güzel oldu. Uçan, uçmaya kalkan, tek ayak üzerinde duran, yuvada yatan leylekler çizdim. Sıkılıp dururken resim ödevlerimi de yapmış oldum. Ödevlerimi yapınca çok rahat oluyorum. Halil bana “Sen, sana söz söyleneceğinden korkuyorsun. Çok haklısın, acı söz duyunca çok üzüleceğini biliyorsun. Haklısın, ama kendi kendini de çok sıkıştırıyorsun. Baksana arkadaşların çoğu işleri oluruna bırakmış, kıkır kıkır gülüşerek gün geçiriyorlar. On kişi tahtaya sıralanıyorlar, bekliyorlar. Ders bitince de sanki onlar değilmişçesine neşelerini sürdürüyorlar.!” Tıpkı dediğin gibi, yapabileceğimi niçin yapmayayım? “Zili bekliyorum. “Yatağa girme birinciliğini benden kimse alamaz!” Yatakta, sabah kalkışımdan yatışıma dek geçen olayları baştan sona anımsadım. Hemen hemen hepsi güzel, iyi olanların içindeyim. Matematik Öğretmeni beni ikinci kez tahtada konuşturdu, konuşturdu, sonunda sanki doğru değilmiş gibi oları kendi bilgileri içinde değiştirdi. Daha kestirme yollarlar varmış. Bu yolu kendim bulmuşum. Kendi kendime azıcık üzüldüm. Ama Öğretmenin bana karşı davranışını da seviyorum, yakınlık gösteriyor, takılıyor, güvendiğini söylüyor. Sami soruyu yanıtlayamadı. Bu apaçık ortada. Neden Sami’ye hiçbir şey söylemedi. Belki de mahcup etmemek için. İlhan Görkey’ i anımsadım. Beni soruyormuş, ne iyi insan. Ahmet Korkut Öğretmenimle konuştukları gibi bizim köye gelirlerse çok sevineceğim, güvercinlerin en güzellerinden vereceğim.

 

28 Ocak 1939 Cumartesi

 

Hilmi yatak düzeltirken çarptı, özür diledi. Oysa kaldırdığına sevindim. Hasan uyanmış, yeni bir haber. Depodan, Sinanlı köyündeki depodan kitaplar gelecekmiş, açılan küçük oda, kitaplık olacakmış. Belki müzik aletleri de getirilir. Hasan, “Senin aklın fikrin müzik aletlerinde benimki de kitaplarda!”  diyor. “Ben, kendime bir keman ya da mandolin alacağımı söylüyorum. O, “Sen birini alıp çalışacaksın, ben okuyacağım kitapları nasıl alayım, iki üç günde bir kitap bitiriyorum!”  dedi. Şaşırdım, “Bu kadar kitap okuyacağına azıcık, tarih, matematik çalışsan ne olur? “ diyemedim. Küçücük boyunla tahtaya kalktığında susarsan, kitap okudun mu diye sana soran olacak mı? “ diyemedim. Kahvaltıda gözlerim Öğretmen masasında, Ömer Uzgil, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı, Nazmi Aybar var. Nazmi Öğretmen sabahları pek gelmez, belki de bugün nöbetçidir. Ömer Uzgil geleli nöbetçi Öğretmenleri bizim dersliğe pek uğramıyorlar. Ömer Uzgil sık sık tam dersliğimizin karşısındaki odasının kapısını açık bıraktığından fazla gürültü yapamıyoruz. Sesler azıcık yükselse, kapı gözetleyici durumundaki arkadaşlar, özellikle, en iyi gören Bekir Temuçin “ıhık, hıııı!”  deyince herkes susuyor. Temize çektiğim yeni müzik defterimi sırama koydum, bekliyorum. Öğretmen geldi, gülerek “Günaydın!”  dedi. “Sağol!”  deyip dimdik duruyoruz. Öğretmen, “Sağol, dedikten sonra oturmuyor musunuz? “ diye sordu. Arkadaşlar oturduğumuzu, söylediler. Adem Öğretmen, “Öyleyse benim dersimde de öyle yapın, karşımda sizi hep ayakta görmeye bıktırmayın emi!”  dedi. önce bir tepki olmadı. Öğretmenin gülümsediğini görünce hepimiz kıkır kıkır gülmeye başladık. Bir süre sonra Efem’le, Anadolu şarkısını söyledik. Yarım kalan marşın notasını tamamladık. Öğretmen iki kez kendisi okudu, arkasından arkadaşlara okuttu. Bekir Temiçin’ in okuyuşunu beğendi. Gerçekten Bekir’in güzel sesi varmış;şimdiye dek ayırdına varmamışız, Abdullah Erçetin den daha güzel okudu. Ön sıradan başlattığı okutma, konuşa konuşa sürdürüldüğü için bize sıra gelmeden zil çaldı. Öğretmen başka Öğretmenler gibi, sözü uzatmıyor. Zil çalınca “Tamam, sonra devam edeceğiz!”  deyip çıkıyor. Bizim hakkımız, diye benimsediğimiz on dakikalık dinlenmeyi böylece tam kullanmış oluyoruz. Bu oldukça sevindirici bir durum. Öğretmen gelince, her zamanki gibi, “Benden soracağınız var mı? deyince ben parmak kaldırdım, Hasan Üner’in kitap sözünü açarak, kemanların, mandolinlerin verilip, verilmeyeceğini sordum. Öğretmen, “Bilmem, bana kimse böyle bir söz sormadı. Sormayınca da ben, kimseye böyle bir şey soramam. Siz nereden duydun uz, size kim gelip söyledi? Onlar nereden duymuş? Onlardan sorun!”  Öğretmen bana baktı, “Anlatabildim mi diye? Sorunca, bu kez ben, “Kendim keman ya da mandolin almak istiyorum, alıp çalışabilir miyim? “ deyince Öğretmen güldü, “Elbette, keman alırsan öğrenmene yardımcı olurum, çünkü ben de keman çalıyorum. Öteki dediğini bilmiyorum, kinden yardım alırsın. Müzik aleti çalışmaları okullarda kurallara bağlanır. Her saat canın istedi diye bina içinde onun sesini istemezler. Bakın ben, matematik Öğretmeniniz Ahmet Gürsel Öğretmen ikim iz de keman çalarız, kemanlarımızın sesini duymuş değilsiniz. Bize kimse çalmayın demez ama biz çalmayız. Çalarsan bir kişi bile rahatsız olsa bu bir bozgunculuk sayılır. Öğrencilere ise sessizliği sağlamak için hemen yasaklar gelir. Katip Ahmet Gökay da güzel armonika çalar. Armonika sesi duydunuz mu? İşte bunları hesaba katarak keman alırsan, ki almanı isterim, yardımcı olurum, sanırım Gürsel Öğretmen de memnuniyetle yardım eder!” Alacağım! dedim, oturdum. Öğretmen ne düşündü bilmem, “Haydi bakalım bu müzik tutkunu kutlayalım!” dedi, bana, az önce toplu okuttuğu bütün parçaları tekrarlattı. Sonunda “Bak darılma, hevesin kursağında kalmasın, okuduklarını doğru okuyorsun ama candan okumuyorsun. Müzik, kendisine biraz daha candan yaklaşılmasını ister. Müzik insan gibidir, insan gibi arkadaşlık ister. Ona yürekten yaklaşırsan, o da sana öyle yaklaşır. Sadece çalışmak değil, çok çalışmak, içerek çalışmak ister. Müzik parçasını çok çalışıp doğru söyledikten sonra bırakırsan , bu bir anlam taşımaz, bundan sonra söylemeyi sürdürürsen asıl güzelleşir. Şarkıları güzel söyleyenler, doğru öğrendikten sonra sık sık söyleyenlerdir. Sen şimdi doğru okudun, bundan sonraki çalışmaların seni güzel söylemeye ulaştıracaktır.!” Arkadaşlara dönerek, “Bu söylediklerim hepiniz içindir, hem de bütün dersleriniz için geçerlidir. Türkçe dersinde öğrendiğin bir şiiri tıkır tıkır okumak kolaydır. Onu onlarca hatta yüzlerce kez okumak, gerçekte şiirleştirir, dinleyeni etkiler. Öğretmen o denli değişik bir sesle sözleri seçerek konuştu ki, geçmiş derslerdeki kimi bizi kaygılandıran tavırları uçtu gitti. Soluklarımızı keserek dinlediğimiz ilk ders etkisi yarattı. Bana bakarak, “Yapacak mısın, yapmayacak mısın bilemem ama beni yürekten konuşturdun, arkadaşların da can kulağıyla dinlediler. Sanat işleri, dikkat ister, gayret ister, heves ister, biraz da para ister. Bunları bir araya getirdiğine inananlar hemen başlamalı, daha geç kalmamalıdır. Öğretmen olmayı istediğinize göre hepinizin bir müzik aleti çalması çok yararlı olacaktır. Ödev olarak, son marşın tüm sözlerini yazmamız verildi. Öğretmen çıkarken ilk kez “İyi hafta tatilleri!”  diledi. Öğretmenden sonra her zaman olduğu gibi iki kanattan ayrı sesler geldi:Bir taraftan:” İşin mi yok adamı bu kadar konuşturmanın anlamı var mı? Ne kazandık? . Öbür taraftan:. Ne iyi ettin de Öğretmeni konuşturdun, ne şeker Öğretmenmiş, biz Öğretmene hep terslik yaparak, sinirlendirmişiz, o da bize olumsuz tarafını göstermiş. Gerçek tarafını senin yardımınla görebildik, çok şeyler öğrendik!” Bunları duyunca, . sinirlenir gibi oldum, hızla kalktım. Halil ceketimden çekip oturttu. “Onlara uyarsan, başka sorunlara da bulaşırsın, varsın, içindekileri döksünler!” Arkadaş haklıydı, yerime oturup Resim defterimi çıkardım, çizdiğim resimlere bir kez daha baktım, beğendim ama Öğretmen ne diyecek? Öğretmen, elinde bir büyükçe paketle geldi. Harun Özçelik’ e işaret etti. Harun, önce tahtaya kurdele gibi bir ip gerdi, ona da toplu iğneyle resimler astı. Sonra bir başka desteyi alıp bütün sıralara ikişer resim koydu. Öğretmen de bize dönerek açıklama yaptı. “Resimler ele alınmayacak, iki arkadaş arasında değiştirilerek bakacak, sorular Öğretmene sorulacak;daha sonra Harun Özçelik gelip resimleri toplayacak!” . Önümüze konan resimlere baktık. Benim önümdeki resim su kenarında küme küme ağaçları gösteriyor. . Altında oturan insanlar da var. Ancak insanların ağzı, burnu, yüzü pek belli değil. Ağaçların da öyle, yaprakları hatta dalları bile tam seçilemiyor. Ne ağacı olduğunu anlamak olası değil. Elle yapılmışlar, boyaları besbelli. Merakla bekliyoruz, Öğretmen ne soracak? Öğretmen kalktı, sakin sakin, sol eli sağ göğsünün üstünde, parmakları ceket düğmelerine dayalı, bizim sıraya dek geldi, gülümsedi, Halil’e, “Sizden başlayalım!”  dedi. Halil’in önünden resmi aldı, dikkatle baktı. Sonra Halil’in önüne koydu, anlat bakalım bu resimde neler görüyorsun? “Halil kalkmak istedi. Öğretmen “Oturduğun yerden konuş!” dedi. Halil resme bakarak neler gördü ise anlatmaya başladı. Halil ne dediyse Öğretmen aferin, çok iyi, evet, eveeet, gibi sözler söyledi. Sonunda arkadaşlara dönerek”  Arkadaşınız ne güzel okudu, resme bakıp ressamın yaptıklarını, yapmak istediğini görebilmek bir tür onu okumaktır. Bunu yapabilen resimden bir şeyler alır, resim yaparken de bunlardan yararlanır!”  dedi. Sıra bana geldi. “Benim resimde arkadaşımın resmi kadar çok şey yok!”  dedim. Öğretmen, “Sen daha söze başlarken kendini ele verdin, yokla başladın. Dur bakalım, belki bir iki “Şeyyy!” (Ş’yi bastırarak) vardır!”  dedi. Ben, “Bir su kenarında!”  deyince de. Şu su kenarını da adlandıralım, o su ne olabilir? “Şaşkınca bakınıp duraksadım. “Göl, deniz, nehir olabilir!” dedim. Bu kez Öğretmen “Sen ne kadar naz etsen de ben seni konuşturacağım, dikkat et orası, nehir ya da deniz olabilir mi? “ “Olamaz, çünkü nehir akar!”  deyince, Öğretmen, “Peki, deniz neden olamaz? ““Ben deniz görmedim, gölü biliyorum onun için öyle söyledim.!”  Öğretmen güldü, “Demek sen görmediğin için deniz olamaz? . Haydi öyle olsun;orası zaten göl. Bunu bildin sayalım, başka neler var? “İnsanları, ağaçları, havada bulutlar, yerde çimenleri, gölün suyunu, gölün kenar kıvrımlarını, deyince Öğretmen güldü. “Sen de okuyorsun ama cümlelerle değil sözcüklerle başladın yavaş yavaş harflere ineceksin!”  Sonra da kullanılan renkleri sordu “Sarı, kırmızı, kahve rengi, beyaz, yeşil, , mavi çok kullanılmış!”  dedim. Öğretmen arkadaşlara bir söz söylemek gereğini duymuş olacak onu söyledikten sonra bana dönerken, “ Öğretmenim bunu siz yapmışsınız!”  dedim, Sesli seli güldü, “Nerden bildin? “ diye sordu, azıcık alay edildiğimi anladım ama hiç aldırmadan, “Altında yazıyor, Ömer Uzgil-1937, Ankara yazısını okudum. Bu kez de Öğretmen tüm ciddiyetiyle, evet, ressamlar yaptığı resimlerine bu bilgileri yazarlar, arkadaşınızın dikkatinden kaçmadı!” Aferin!”  dedi. Bir ön sıraya geçti. Ön sıralarda bizim kadar uzun durmadı. İlk tekrarlardan sonra arkadaşlar durumu kavrayınca ezberledikleri sözleri tekrarlayarak çabuk bitirdiler. Sıra ile tahtadakilere baktık. Ben dikkatle hepsinin altındaki yazılara baktım. Birinin altında Öğrencim, Ömer Uzgil’e. Malik Aksel yazılıydı. Öğretmenin yeni olduğunu düşündüm, Öğretmeni ona bir resim vermiş, imzalamış. Kendi kendime o resmi böyle okudum diye güldüm. Yerimize geçince bir arkadaş, biraz da laf olsun diye olacak “Bu resimlerin hepsini siz mi yaptınız? “ diye sordu. Başımı kaldırdım, Öğretmen “Evet!” derken aynı anda hepsi değil!” dedim. Öğretmen de arkadaşlar da bana baktı. Hiç beklemeden. bir tanesini Öğretmenimize onun Öğretmeni vermiş!  “dedim. Öğretmen, anımsadı, “A, evet, benim Öğretmenimin de bir hatta başka resimleri olacaktır, arasına girmiş olabilir!” Bana baktı hangisini gördün!” deyince koştum, aldım kendisine verdim. Hiç bir şey demedi, bana, “Gelmişken hepsini topla, bana ver!”  dedi. Resimleri topladım, kenarlarını düzeltip masasına koydum. Ne düşündü pek anlayamadık, Az suskunluktan sonra, yakında suluboya çalışmalarına başlayacağız. O resmi yapan Malik Aksel usta bir suluboya ressamıydı, benim resimlerimi de beğenirdi. Bunu anısı için o resmi imzalamıştı, (resmi seçti, arkasındaki imzayı gösterdi) siz de güzel resimler çıkarınca isterseniz arkalarını severek imzalayacağım!” Zil çalınca “auf Wiedersehen!” deyince bir gene”  auf Wiedersehen!”  dedik, gülerek ayrıldı. Mehmet Yücel, Arif Kalkan’ı, Salih Baydemi’i, Sefer Tunca’yı, İsmet Yanar’ı, Kadir Pekgöz’ kandırmış, Birden bana çattılar. “Sen her türlü fırsattan kendine pay çıkarıyorsun, biz de seni Beden Eğitimin de rahat bırakmayacağız!”  Ne yapacaksınız? Yapamadığın ne varsa hepsini dünyaya duyuracağız!”  Yapmayın, ben, beden eğitiminde hiçbir hareketi doğru dürüst yapamıyorum. “Yok bir de onu yap da başımıza iyice püsküllü ol!” Hem gülüyorlar, hem tehdit ediyorlar. Kadir Pekgöz güreşe çağırıyor, “Yensen bile seninle güreştiğim için herkes beni alkışlayacak. Bağıracağım, “Rakibim benim ağabeyim Hüseyin Pekgöz’ün akranı, arkadaşı, yaşdaşı!”  diyeceğim, Mehmet Yücel voleybolda topu sana atacağım, Sefer Tunca koşarken hep önünde koşacağım, adım atmanı önleyeceğim!”  Arkadaşlarda bir gülme, bir neşe…Ömer Tunalı, kapıdan baktı, “Günaydın!”  dedi, arkasından sordu;yürüyelim mi? Bir ağızdan, “Yürüyelim!” Soyunup bahçeye indik. Öğretmen yeni bir iki kural söyledi, yola çıktık, önce yürüyüş arkasından koşmalar. Koşarken beni bir gülme tuttu. Sefer Tunca benim önüme geçip koşturmayacaktı. Oysa bana yetişemiyor bile. Hele Mehmet Yücel, soluk soluğa yetişiyor. Bu kez tepeyi biraz daha geçtik. 4 Mehmet’e takılıyorlar, senin köy hangisi? Mehmet’in yanıtı, “Hangisine giderseniz o!” Dönüşte düzenli, serbest, uygun adım yürüyüşler yaptık. Tam zamanında dönmüşüz, ceketlerimizi giyip yemeğe indik. Yemekler güzel, tatlı revani. Takılanlar oluyor:

-Revani, yemeden durulur mu yani, ya da bir tabak yeter mi yani? Şiir uyağı yapıyorlar: Önüne gelmiş revani, Yemeden durulur mu yani! gibi laf uyduruyorlar. Biz konuşurken tören zili çaldı. Toparlanıp çıktık, Adem Öğretmen, elinde çubuğu gözleriyle bizi süzüyor. Az önce dışarıdan geldik biliyoruz, hava serin ama açık. Bizim bahçedeki belli yerlerimize sıralandık. Bizim bahçe, dediğimiz yer, okulun arka tarafındaki arsadır. Okulun kuytusunda, bir kat altta. Okulun bahçesinden daha ılık, bina orasını rüzgardan koruyor. Yalnız taban toprak, Kum döküldü, çiğnenince beton gibi oldu. Ancak yağmurlarda bazen cıvıklaşıyor. Bunu önlemek için beton dökmeyi önerdik. Namık Öğretmen, uzun zaman kalacak olsak hemen beton dökeriz, kalacağımız süreç henüz belirlenmedi, diyerek, önerimizi geriye bıraktı. Bu nedenle törenlerde azıcık çamurlanıyoruz. . Adem Öğretmen bu kez, kendi öğrencilerinden birine ses verdirdi. Çocuk heyecandan sesini inceltti. Bu kez de kendisine sesine hepimizin uymamızı istedi. Aaaaaaa, Aaaaaaaa! Uzunca biz de Aaaaaaaaa, dedik. Başla işaretini bu kez iyi aldık, İstiklal Marşı oldukça güzel söylendi. Adem Öğretmen , gülümseyerek, “Rahat!”  dedi. Ben gene, sesin inceldiği yerlerde sustum. Yanımda Öğretmen yoktu, rahattım. Kimi zaman arkalara Öğretmen geliyor, çok yakınımızda duruyorlar, onlardan utanıyorum. Çoğu kez Öğretmenle, kendileri söylemediği halde, söylemeyen öğrencileri uyarıyorlar. Özellikle Sabit Soysal Öğretmen gelince benim sıkıntım artıyor. Sabit Öğretmen, bakmakla kalmıyor, bazen elini kulağına dayayıp yanındakinin sesini eğilip dinliyor. Bir keresinde beni dinledi, sonra da uyardı:” Sen arkadaşlarını yarı yolda bırakıyorsun!”  dedi. Bu, bana göre, ses incelince susuyorsun, demekti. Ben aslında baştan beri öyle yapıyorum. -Dir, o benim, milletimindir-. sözlerinin incelen yüksekliğin çıkaramıyorum. Bu uyarıyı anımsadıkça Sabit Öğretmenden utanıyorum. İyi ki bugün yakınımda durmadı, dursaydı gene aynı sözü söyleyecek, “Sen hala arkadaşlarını yarı yolda bırakıyorsun!”  diyecekti. Hamdi Bağ nöbetçi Öğretmeni. Geçen hafta söylenenleri bir defa daha anımsattı. Aynı koşullarla Alpullu içine çıkmak için kendisinden izin alınacağını, gidenlerin dönüşte kendisini görmek zorunda olduklarını, okulda kalanların, bizim bahçemizde oyun oynayabileceğini, voleybol takımı kurulup maç yapılacaksa kendisinin hakemlik yapabileceğini duyurdu. . İyi hafta tatili diledi. İçeriye girerken İsmet Hamdi Öğretmene”  Öğretmenim, “Karşı tepeye kadar arkadaşlarla, 4 Mehmet Aygün’ü götürebilir miyiz? “Hamdi Bey telaşlanarak, “Hayrola, arkadaşınıza bir şey mi oldu? “ diye sordu. . İsmet “Hayır efendim, “Arkadaşın köyü oradan görünüyor, köyünü çok özlemiş, köyüne bakıp azıcık ağlayacak sonra koşarak geleceğiz!” İsmet’in sorusunu önemseyip dinlemiş olan Hamdi Bağ Öğretmen, yüksek sesle: “İsmet, senin bu şakanı çok sevdiğim o nedenle bugün bir güzel dövebilirim. Bunca işlerim arasında tuttun beni saf saf dinletiyorsun. Hadi şimdi bir takım kur da bunun üstüne bir voleybol maçı yapalım, bu açık havada bol bol gülelim!” Hamdi Bağ Öğretmen, hemen gelmek üzere gitti. İsmet, Mehmet Yücel, Hüseyin Serin, Yakup Tanrıkulu, İbrahim Ertur, Halil Basutçu, Salih Baydemir, Sefet Tunca, Arif Kalkan takım oluşturarak hazırlandılar. Ben, Hasan Üner, Mehmet Başaran, Hüsnü Yalçın arkadaşlarla birlikte Hasan Üner’e Ahmet Gökay’ın verdiği kitap listesini incelemek üzere, küçük odaya gittim . Listelerden işaretlenecek kitaplar, depolardan getirtilecekmiş. Çalışmaya ayrıldım ama ne kitap seçeceğimi bilmiyorum. Hasan işaretledi, ben yazdım. Hüsnü, Mehmet Başaran da pek işaretlemedi. Kitabımızda adları geçen yazarları, Murat Uraz’ın kitabındaki yazarları sıraladık onların kitaplarını işaretledik. Az değilmiş 100 kadar kitap çıktı. Benim yazımı daha okunaklı buldukları için listeyi ben temize çekmeyi üzerime aldım. Yarın listeyi hazırlayacağım. Hasan’ın üstünde 20 kadar kitap varmış. Bendeki iki kitabı verdim. Beyaz Zambaklar Memleketinde, Bu Toprağın Kızları. Üstümde kitap kalmadı, istersem alabileceğim. Tatile giderken almak istiyorum. “Yazılı ya da sözlü yoklamalardan korktuğum için kitap okuyamıyorum!”  dedim. Bana güldüler, “Biz zaman buluyoruz da sen neden bulamayacaksın, senin derslerin hep iyi!” İyi ama, kitap okumaya zaman ayırmadan sürekli çalıştığımdan iyi azıcık aksatsam her şey ters döner. Mehmet Başaran haklı buldu. “Sen kendini iyi bilirsin, öyle bulmuşsun yolunu öyle sürdür, İçin öyle rahat oluyorsa kendini zorlama. Ben okumayı seviyorum, derslerim pek iyi değil, okumayı bırakıp derslere yüklenemiyorum . Sen bunun tersini yapıyorsun. Sonunda sen karlı çıkıyorsun. Biz belki ilerde okuduklarımızın yararını göreceğiz. Ama sen zeki bir insansın, gönül verince hepimizi bunda da geçersin. Hepimiz Beyaz Zambaklar Memleketinde’ yi okuduk. Öğretmen sorunca senden başka hiç kimse doğru dürüst bir yanıt veremedi. Öteki derslerde de öyle. . Dinledim, gülümsedim. . İçimden de, “Aferin be Mandirisalı küçük Mehmet! Sen de çok güzel düşünüp konuşuyor, beni onurlandırıyorsun!” dedim. Bir ara derslikte tek başıma kaldım. Konuşmalardan sıkılınca, yalnız kalsam, diyordum. İşte yalnız kaldım, Bu kez de sıkıldım, otuz arkadaştan bir ben kalmışım. Herkes nerede? On kişi top için gitmişti, ötekiler nereye sıvıştılar? Kalktım gittim gazete okudum. Gazete seçimlerden söz ediyor. Milletvekili seçimi yapılacakmış? İlk okul 4. sınıftayken böyle bir seçim olmuştu. O zaman sınıf arkadaşlarımızdan biri, kız kardeşi ile birlikte seçim sonrası ayrılıp gitmişti. Seçimin ne olduğunu onlar gittikten sonra iyi anlamıştım. Öğretmenimiz günlerce anlatmıştı ama sanırım hiç kavrayamamıştık. Arkadaşımız İsmet’le, kardeşi Hamdiye. ’ nin sıraları boş kalınca gözlerimiz onları günlerce aradı. Onların yokluğu bizi o konuya iyice çekti, sora sora seçimin gerçekliğini tam kavradık. Seçim bitiminde Arkadaşların Ankara okullarında okuduklarını, mektuplarından öğrendik. Niçin gitmişlerdi? Babaları milletvekili olmuştu. Milletvekilleri Ankara’da oturmak zorundaymış, eşler, çocuklar yanlarında gidiyormuş, En az dört yıl sürüyormuş. Böylece İsmet’le kardeşi Hamdiye, ilkokulları, Ankara’da bitirdi. Babaları Zühtü Akın. gene seçilirse liseyi de orada bitirecekler. H. Gidince en çok A üzülmüştü. Ben uzun süre olayı kavrayamamıştım. Öğretmen anlattıkça hayal gibi geliyordu. A arkadaşı, bir bakıma da yakın akrabası H’den söz ettikçe etkilendim, Sanırım iki yıl sonra Z. Bey, babamı ziyaret için geldiğinde unutulmayacak izlerle bir milletvekilini canlı olarak o zaman gördüm. Oğlunun da kızının da arkadaşı olduğumu daha biz okuldayken biliyordu. Benim okuyamadığımı görünce üzüldü. Lüleburgaz’da ortaokul açtırmak üzere hemen devreye girdi. Ancak etkisi birkaç yıl sonra kendi gösterebildi. Dernekler kurdurdu, heyetler kurdurup oraya buraya geldi gitti, bina sağlandı, top Milli Eğitim bakanlığına atıldı. Sanırım bu seçimde de kazanırsa Lüleburgaz ortaokula kavuşacak. İki yıldır Z. Beyin çalışmaları gözle görülü, elle tutulurca meydana çıktı. Her halde gene seçilir. Böylece iki arkadaşımız, Ankara okullarında yetişirler. İ. ile aram pek iyi değildi. Sanırım A’ya bakışlarımdan hoşlanmıyordu. Belki de bana öyle geliyordu. Konu üzerinde kimse durmadı. Benim alınganlığım da olabilir. Dilerim ilerde karşılaşır, geçmişi anarken bunlara değinir, açıklamasak da içimizden bir neden bulur, teselli oluruz. Geçmişle ilgili her konu beni A’ya götürüyor, işte bugünkü gazete de aldı gene ona götürdü. Ancak Milletvekili seçimini de gene onun etkisiyle öğrendim, onu anımsadıkça bilgim tazelendi. Gerçi bu konu açılsa Kadir daha yetkiyle konuşur ama olsun ben de bir ucundan biliyorum. Maç bitti, herkes konuşuyor, Hamdi Bağ Öğretmen uyardı “ Ayağınızın çamuruyla, dersliklere girmeyin!” Ben bu bakımdan rahatım, dersliğe döndüm. Halil, gelmedin dinlendin mi bari? “Yooo, daha çok yoruldum. Kitap işleri anlattım, arkadaşlarla çalıştığımızı, gazete okuduğumu, seçim olacağını anlattım. Halil, “Sen gene oldukça bilgilenmişsin, derslerin birinde seçimi bize anlatırsın!” Fırsat bulursam anlatırım. Halil, “Sen aklına koyarsan fırsatını da yaratırsın!” Tam anlamadım, nasıl? diye sordum. “Bilmiyor musun? Her zaman yapabildiğin bir kurnazlık. Bunda anlamayacak bir taraf yok, fırsatları değerlendirmek, çalıştığın konuyu etrafına göstermek güzel olmasa, insanlar böyle çalışır mı? Söylediğim yalnız senin yaptığın bir davranış değil Sami, Harun, Abdullah, yerine göre hepimiz aynı şeyi yapıyoruz. Sen bunu daha ustaca yapıyorsun!”  Düşündüm, iyi anlayamadım, şaka mı, alay mı? “Halil, Ne şaka ne alay, cesaretle kalkıp soru soruyorsun, itiraz ediyorsun, arkasından kendi bildiğini öne sürüyorsun. Söylediğin doğru çıkıyor. Çünkü doğrusunu bildiğin konuyu yarım biliyormuşçasına ortaya döküyorsun, ilgiyi çekince doğruyu ortaya koyuyorsun!” Bunu matematik dersinde en az iki kez uyguladın. Sami doğrudan parmak kaldırdı, Öğretmen “Nasıl olsa biliyor diye kaldırmadı. Sen çekinerek soru sordun, Öğretmen “Gel!” deyince gittin, bilmediğin kuşkusu uyandırdığın problemi Sami’den daha doğru yaptın.!” Güldüm, “O bir rastlantı, her zaman yapılacak bir oyun olamaz!”  dedim. Sustuk. Ancak Halil’in birileriyle benim hakkımda konuştuğu ortaya çıktı. Bu düşünceler salt onun gözlemlerinin sonucu olamaz. İçimden”  Olsun!”  deyip, Almanca kitabımı açtım, ezberlenecek sözleri birkaç kez tekrarladım. Hasan bizim sıraya geldi. Fikret Madaralı Öğretmen ona Halil Basutçu yardım etsin demiş. Konuştular, Halil neye yardım edecek? Onlar konuşurken ben Arif Kalkan’ın yanı boştu oraya geçtim. Yanında Yakup Tanrıkulu oturuyordu, dışarı çıkmış. “Gelirse, kalkarım!”  deyince Arif, “O şimdilerde gelmez!”  dedi. Merak ettim, Hasta mı? Arif güldü, Ne hastası, sen bilmiyor musun? Yüzüne baktım, “Tuvalette sigara içiyordur! deyince “Şaşırdım, Nasıl olur? Eliyle susmamı işaret etti, “Sus, benden duymuş olma, otur, gelince kalkarsın. Yemeğe kadar üçümüz de oturabiliriz!” Şaşırdım kaldım;” Edirne’deki doktor muayenesinde arkadaşı zayıf bulunmuştu, o zaman doktor anlamadı mı? “Arif, “Anlamaz olur mu? Anladı kesinlikle men etti. Burada gene başladı!” Yakup geldi, yanıma oturdu, kokladım, fena halde kokuyordu. Üzüldüm, Yakup’la az konuşmamıza karşın onu severim. Bu nedenle fazla üzüldüm. Hasan kalkınca ben de yerime geçtim. Bir süre öyle düşündüm. Ayrı ayrı yerlerden buraya gelmişiz, arkadaş oluyoruz, görünüşte şakalaşıyoruz, bir birimizi sever görünüyoruz ama gene de bir birimizden sakladığımız bir çok taraflarımız var. Halil benden listeyi sordu. Çıkardım verdim, Öğretmen ondan yardım istediğine göre, o yapsın, diye düşündüm. O da zaten öyle düşünmüş olacak, ben verince hemen aldı, baktı, sırasına koydu. Hiç bir şey söylemedim ama sevindim. Kendi kendime “İşte bir olay da bu!”  diye düşündüm. İyi arkadaşlık falan derken bir tavır her şeyi değiştiriyor. Yakup için “İyi arkadaştır, derken birden güvenim sarsıldı. Düşündüklerimden kurtulmak için kitabı açtım. Wer kommt? Ein Mann kommt. der Junge, Nominativ-den Jungen, Akkusativ v. b. devam ettim. Cumartesi akşamları yemekler oldukça rahat oluyor. Nöbetçi Öğretmenler çoğunlukla küçük sınıfları bir araya toplayıp onlarla ilgileniyorlar. Bizim bir bölümümüz çalışıyor bir bölümümüz de çalışır görünüyor. Rahatlık içinde yemekler de oldukça uzun sürebiliyor. Bizim bu akşamın yemeği de öyle oldu. Ben gazete haberini, seçimi söyledim. Arkasından milletvekilimiz Zühtü Akın’ı tanıdığımı söyleyince her zaman olduğu gibi bir ters bakan bana, “Her zaman, her şeyi de sen biliyorsun!”  deyiverdi. Sinirlendim ama kendimi tuttum. Gülerek, seni bir güzel dövebilirim, bunu hak ettin ama, ben öyle yapmayacağım, Dövsem, ağlayıp geçiştireceksin. Ne kadar dövsem, bir yerlerini kıracak değilim. İyisi mi arkadaşlar içinde utandırayım da, yüzün kızarsın. Hiç bir söz dememişim gibi arkadaş yüzüme baktı kaldı. Karşı masadan Kadir Pekgöz’e işaret ettim. Kadir geldi, “Buyur Ağabey!”  dedi. Kadir’e İsmet’in babası bu seçimde de kazanabilir mi? dedim. Kadir hiç duraksamadan. Zühtü Akın Trakya çiftçileri için çok çalışıyor, Kırklareli çiftçileri onu gene seçerler!”  dedi. Bu kez ağabeyinle benim sınıf arkadaşlarım oğlu İsmet ‘le kızı Hamdiye şimdi nerede okuyorlar? Ankara’da şimdi lisedeler. Z bey için bize biraz bilgi verir misin? Kadir “Sen benimle alay mı ediyorsun. Onları sen benden daha iyi bilirsin, kendin anlat!” Ben, “ Bana inanmazlar, ben başka köyden. . derken Kadir sözü ağzımdan aldı. “Ne başka köyü? Araları 15 dakika, buradan Tarım bahçesi kadar. Benim babam sizin köyün imamı, sen, senden sonra sizin köyün çocukları bizim okulda okuyor. Köyün aşağı kısımlarından sizin köyün daha yakın olduğunu herkes söylüyor. Bizin yukarı mahalleliler sizin köy kahvelerine, sizin aşağı mahalleliler de bizim kahvelere çay –kahve içmeye gelip gidiyorlar. Bunun neresi ayrı köy olarak gösteriliyor? Dinleyen arkadaşlar kahkahalarla güldüler. O sözü söyleyen arkadaşa baktılar. Arkadaş tanıdığım günden beri bana ters düşen bir şey dememişti. Bu nedenle çok kızmamıştım. Ancak başkasını daha önce bana söylediğini tekrarladığı için üzerinde önemle durdum. Bunu söyleyen Abdullah Erçetin o anda beklediğimden daha fazla utandı, özür diledi, gönlümü aldı. Olayı oracıkta kapattık. Abdullah bana büyük bir fırsat da vermiş oldu. Bildiğim konuları anlatmaya kalkışırım. Bunu bir defa daha kanıtlamama yardımcı oldu. Dersliğe gidince fısıltılarla tüm dersliğe dağıldı. Halil sordu, “Gene ne yaptın? Arkadaşlar seni konuşuyorlar!” “Beni konuştuklarını bildiğine göre benden sormana gerek yok, olayı biliyorsun demektir!” Halil, “Biliyorum ama bir de senden öğrenmek, anlatılanın doğruluğuna inanmak için yararlı olur!” Hiçbir art niyet düşünmeden yavaş bir sesle anlattım. Halil memnun oldu. “İyi etmişsin, Abdullah, aslında çok terbiyeli bir arkadaş, başkalarında duyduğu sözü belki hiçbir şey düşünmeden söyleyivermiştir, hele sana hiçbir garazı, kini olacağını sanmıyorum. Çok iyi davranmışsın. Başka türlüsü onu daha kötü duruma sokardı. Abdullah gerçekten uslu, nazik bir arkadaş. Sanırım bundan böyle sana daha çok yakınlık gösterecektir. Onu , bence kazanmış sayılırsın!” Yat ziline dek böyle konular konuştuk. Hüsnü de bize katıldı. Az önceki olayı o da duymuş, benim yaptığımı beğenmiş. Zil çaldı…. Arkadaşlar, yarın yapmak istedikleri işleri kararlaştırıyorlar. Ben, Seçim meçim dertken eski günlere çakıldım. Kadir’in. dedikleri aklımı karıştırdı. Sahiden bizim köyler o denli yakın mı? Herkes böyle mi düşünüyor. Eğer böyle düşünüyorsa A beni çoktan silmiştir defterden. Bu denli yakın bir yere üç yıl uğramayan bir arkadaşa arkadaş demek kimden beklenir. ? Gerçekten Hamitabatlılar toplanıp bizim kahveye gramofon dinlemeye, plaklardan şarkı öğrenmeye çok gelirlerdi. Arkadaşım Ferhat’ın ağabeyi Hüseyin sık sık gelir güldürücü öyküler anlatırdı. Onun geleceği önceden duyurulur kahve tıka basa dolardı. Bunları iki köy halkı da biliyor. A bunları duymuştur elbet. Böyle düşünüp üzülüyorum. Başka bir nedenle benden uzaklaşmasına bir diyecek bulamıyorum. Ancak benim onu umursamadığımı düşünerek soğumuşsa bundan dolayı kendimi sonsuza dek suçlu sayacağım. Ancak bunu nasıl öğreneceğim? Birden aklıma Ferhat , arkasından da Lüleburgaz’da çalışan Hasan geldi. Edirne’ye giderken uğradım ama o günün acıklı telaşı içinde hiç konuşamamıştık, Yaz tatilinde Lüleburgaz’a gidince bir çok bilgi alırım. Bir sevindim bir sevindim. Tam uyumak üzereyken İsmet yanıma geldi oturdu. “Dayı, yarın Rıfkı Çelikkol’lara gidelim mi? “Bunu hiç düşünmemiştim. “Ben buradaki banyo ile bu hafta idare edeyim, sen git, durumu gör, çok rahatsız etmeyeceğimizi anlarsan haftaya beraber gideriz!” İsmet beni haklı buldu. “Sen yük olmak istemiyorsun, takılırsam, İsmet’e de zararım olur, diyorsun, anlıyorum!”  dedi. “Tamamen öyle!” Anlaştık. Bunu çok düşünmüştüm, İsmet’e hep söylemek istiyordum. Böyle daha iyi oldu. İsmet’in anlayışlı davranışı beni birden çok rahatlattı. Sanırım bu konuda sıkılmışım birden rahatlayışımı buna yordum.

 

29 Ocak 1939 Pazar

 

Yeni yatmış gibi uyandım. İsmet yanımda oturuyor. Şaşırdım. Uyuyup uyanmış gibi bakındım. Herkes giyinmiş, giyiniyor, sabah olduğu besbelli. İsmet “Dayı rahatsız mısın? “ diye sordu. Doğrulup kalktım, bir şeyim yok, neden öyle dediğini sordum, Yanımdan geçerken beni izlemiş, derin derin soluyor muşum. Rüyamı anımsadım, pancar taşıyormuşuz. Yokuş yukarı hayvanlar zorlanınca ben de araba itekliyorum. Bitmez tükenmez bir yokuş. Öne, arkaya bakıp bakıp kaygılanıyorum. Ayvanlar durursa, tekerler yoldan çıkarsa! O kaygılı anlarda sanırım, İsmet gelmiş, benim kıpırdanışımı izlemiş. Uyanınca, doğal durumuma döndüğümü görünce kuşkusu kalkmış olacak, güldü. İsmet’i güler yüzle görünce ben de güldüm, kendimi biraz daha toparladım. Bu arada rüyayı unuttum. Duraksadım, bir şey unutmuş duygusu içinde belleğimi yokladım. Rüyamı anımsayınca, İsmet’e anlatmaya başladım. İsmet’in rüyalarla arası pek iyi değil. Hemen bana, “Aman dayı, yaşlılar gibi iki de bir rüya anlatıyorsun, ben rüya görmüyorum, bilmiyorum. Yaşlanınca öğrenirim!”  Rüya atışması yaparak kahvaltıya indik. İsmet, Hamdi Bağ Öğretmenle konuşup izin kağıdı alıp gidecek. Rıfkı Çelikkol’ların ev bölgesine girerken de büyük kapıda izin kağıdı göstermek gerekiyormuş. Hamdi Bağ Öğretmene birlikte gittik. Hamdi Öğretmen İsmet’e takıldı, Dayını neden götürmüyorsun? Olayı ben açıkladım, Hamdi Bey ikimize de “Siz akıllı çocuklarsınız, ne yapılması gerektiğini iyi biliyorsunuz!”  dedi. Teşekkür edip ayrıldık. İsmet’i uğurladım, dersliğe döndüm. Derslikte çok az arkadaş var. Benim haberim olmamış, on kişilik bir grup izin alıp Büyük Mandıra köyüne gitmişler. Mustafa Saatçı, Hüseyin Serin, Sefer Tunca, Fettah Biricik, Ali Önol, İbrahim Ertur, Ahmet Güner, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Ali Güleren. . Sanırım daha önce İsmet’le, “Biz, banyo işini hallettik, Pazar günleri Rıfkı Çelikkol’lara gideceğiz diye söylemişti. Benim oraya gideceğimi düşünerek haber vermediler. Olsun, onlar da durumu öğrensinler. Ne taraf işime gelirse haftaya oraya giderim. Aslında ben burada da yıkanmaktan hoşnudum. Sıcak su var, sabunlanıyorum. Terleyip, keselenmek de ne oluyor? O tür yıkanmayı da ben sevmiyorum. Sınıfta üç Mehmet arkadaşımız var, üçü de gitmemiş, Halil, Hüsnü, Emrullah konuşuyoruz. Hüsnü anlattı. Onlar Fikret Madaralı Öğretmenin evine gittiklerinde Öğretmen anlatmış, ara tatilinden sonra gene Kooperatifçilik dersi konacakmış. Karaağaç’ta ilk günler konuşulmuştu, ama gerçekleşmemişti. O zaman Öğretmen Hüsnü Yalçın’la EmrullahÖztürk arkadaşlara Bulgaristan’daki kooperatifler için bilgi istemişti. O öylece unutulmuştu. Geçen gün Öğretmen anımsatmış, “Topladığınız bilgileri koruyun işimize yarayacak!”  demiş. Tamam, Müdür Bey de Yurttaşlık okutacağını söyledi. Dersler çoğalacak. Almanca, Müzik, Tabiat Bilgisi derslerinden yazılı olmadık. Yazı, resim derslerinden yazılı olmayacağız. Tarım, Marangozluk, Yapıcılık derslerinden de yazılı yok. Bunlardan Öğretmenler genel kanaatlerini not olarak bildireceklermiş. Hüsnü bana, Sen neden bunlar üstünde duruyorsun? İçimizde en iyi sensin, Kültür derslerinde nerdeyse Sami Akıncı ile yarışıyorsun, Tarım Öğretmenin apaçık en güvendiği sensin. Sanat derslerinde en iyi değilsen bile ikinciliği kimseye kaptırmayacaksın. Tüm derslerden alınacak notlar toplanacaksa kesinlikle sen sınıf birincisi olacaksın. Bulgaristan’da öğrenciler böyle notlandırılıyormuş. Bizdeki yöntemleri bilmiyoruz, Böyle olursa sevinirim. Ama benim kuşkum, benim aldığın notların kalıcı olup olmadığı, bugün öyle, yarın böyle. Halil beni destekledi, “ Öğretmenler bizi tam olarak daha tanımadılar, ilerde iyice tanıtınca belki bu denli korkulu olmayacağız!” Mehmet Yücel, bu konuda hepimizden deneyimli, ortaokulda bir yıl okumuş. Ancak orada böyle sanat dersi yokmuş, o nedenle tam bir söz söyleyemiyor. Söylediği ise korkutucu. Ortaokulda öğrenciler bir birine yakın not alırmış. Örneğin matematik dersinde notlar üçle 6 arasında olurmuş. Sene sonunda6, 5, biraz kendini sıkıştıran dörtler 5’e ulaşıp sınıfı geçiyormuş. Bizdekine şaşıyor. “Bir ton ikiye karşı bir on, iki sekize karşı on tane dört. iki yediye karşı bilmem kaç tane üç. Bizim arkadaşların çoğu kesinlikle bu notları yükseltemez. Not ortalaması tutturması için yüksek not alması gerekecek!”  Mehmet Yücel’in söylediklerinden pek bir şey anlamadım ama, fazla korkmamam gerektiğine biraz daha inandım. Beden Eğitimi ile müzik dersleri notlamaları sordum. Mehmet bana şaka mı ediyorsun? Türkçe, tarih, matematik, coğrafya, tabiat Bilgisi derslerinden iyi not alarak geçen öğrencileri öteki derslerden sınıfta bırakmazlar. Böylesi görülmemiştir. Hele bizim okulda sanat derslerin de başarılı olanı asla müzik, resim, Beden eğitimi derslerinden sınıfta bırakmazlar. Mehmet Yücel’i şakalarında dinlediğim gibi gülerek dinledim. Derslik tenha kalınca da istenmezse çalışılmıyor. Arkadaşlar gezmek istediler. Mehmet Başaran’ la Hasan Üner Hamdi Beyden izin aldılar, Babaeski yolunda yürüdük. Bu yol hem çamursuz, hem de çevre çok rahat görülüyor, yoldan araç da geçmiyor. Görünür durumda olduğu için izin zorluğu da yok. Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan nöbetçi, “Geç kalmayın!”  dediler. Konuşa konuşa gene tepenin doruğuna çıktık. Bugün çok konuşmuyorum. “Söz hakkımı, Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ e verdim!”  diyorum. Halil Basutçu derslikte benim konuşmamdan bıkmış gibi bakıyordu. Meğer daha bıkmamış, “Sen konuşmazsan bu yol yürümekle bitmez!”  dedi. “Konuşmayacağım, bugün dinlenme günüm, ancak gerçekten yolda kaldığınızı görürsem konuşurum!”  deyince, yol kenarına çökenler oldu. Hüsnü bana yardımcı oldu, önce bir türkü söyledi, ardından bir Bulgarca şarkı söyledi. Gülünç sözleri olan bir şarkıymış. O gülünç yerleri söylerken, suskun Emrullah yarı gülerek “Yapma be Hüsnü!”  diyor, onun karşı koyuşuna dakikalarca güldük. Bu kez Emrullah’a takıldık sen de söyle! Uzun diretmelerden sonra o da söyledi. Arka bahçedeki çocukların kapıdan girişlerini görünce yemek saatini anımsayıp hızlı adımlarla yetiştik. Kadir telaş içinde “Nasıl anladınız? , sizi aç bırakacaktık!”  deyince, Hasan “Saatimiz vardı, ona baktık!” dedi. Kadir inandı, saat kimde var? diye tekrar tekrar sordu. Mehmet Başaran, eliyle duvardaki saati göstererek, “Çıkarken şunu aldık, yol boyunca ona baktık, gelince de yerine taktık!”  dedi Kadir inanır gibi, Mehmet Yücel’e baktı. Mehmet Yücel masum masum, “Bunlarda insaf yok, iki saattir koca saati bana taşıttılar. Neyse ki kimse görmeden gelir gelmez yerine astım!” Kadir duraladı, Mehmet Yücel’e, “Sen bu kadar aptal olamazsın, nasıl yaptın bunu ? “deyince gülmekten yerlere çöktük. Kadir, “Az daha geç geleydiniz görecektiniz dalga kiminle geçildiğini!”  deyip küçük Hasan ‘a “Sen haaa!”  diyerek sarıldı, öylece yemeğe girdik. Arkadaşlar Mandıra’dan gelmişler, Masalarda eksikler var, İsmet gibi başka izinliler de var herhalde. Sami Akıncı, Recep Kocaman ile Hilmi Altınsoy da izinliymiş, köylerinden gelenler olmuş. Yemekten sonra derslikte yeni bir deneme başlatıldı. Yarınki dersler için bir süre ortak çalışma yapılacak. Başka ders çalışanlar, hoş görecekler, katılmak isteyenle, oyunbozanlığı yapmadan katılabilecekler. 4 Mehmet tahtaya kalktı, en çok takıldıkları ondalık kesirlerle ilgili işlemler yazdı. Önce toplamalardan başladı. Tam sayılı kesirleri sıraladı. Paylarını çarptı. Dikkatsizlik ettiği için çarpım hatalı yazıldı. Paylarında da benzer hataları yaptı. Tahtayı izleyenler bunun ayırdında olmadı. Defterine yapanlar da vardı. Farklı sonuç çıkınca bir dırıltı başladı. Ortak çalışılırsa yararlı olacağına inandığım için ben de katılmak istedim. Sevindiler. Ancak ben bir öneride bulundum. Tahtada yapılırken kimse defterine ayrı yapmasın, herkes tahtayı izlesin sonuç doğru olunca defterlere yazılsın. Herkes benimsedi. Mehmet tekrar aynı sayıları çarpmaya başladı. Bu kez defterinde doğru yapan arkadaş, uyardı. Mehmet doğruyu buldu. Öteki hatası da söylendi, Mehmet, payları, paydaları doğru çıkararak sonucu buldu. Ancak örneği çok küçük sayılardandı. Sayılar büyütüldü. İşlem içinde işlemle bununda sonucu bulundu. Bu işlemde Mehmet tam beş kez uyarıldı. Geç olsa da doğru sonuca gidilmişti. Çalışmaya katılanlar arttı, katılmayanlar birer ikişer bakmaya başladı. Uyarılar arttı. Tam sayılı kesirlerden örnek alındı. Bunlar basite çevrildi. Basitten tam sayıya, tam sayıdan basite geçme birkaç kez tekrarlandı. Mehmet yazılıdan 4 almışmış. “Bu konuyu kavradım!”  diyerek yerine oturdu. İsteyenler işlemleri defterlerine yazdılar. Öğretmenin sorduklarını da tekrar yaptık. Basit ondalık kesirleri, tam sayılıya, tam sayılıları basite çevirdikten sonra tam sayılıları, ondalık kesir yapmaya geçtik. Bu ise bize katılanlar tarafından hiç anlaşılmamış. Bunun bir istek, istenirse yapılabilecek bir matematik oyunu olduğu anlaşılmamış. Mehmet Başaran, Yusuf Asıl, çekinerek sordular “Bunları niçin yapıyoruz. ? Bunları istersek yapabiliriz. Bu bir yoldur. Öğretmen bize yolları öğretiyor, bu yolları bilmemizi istiyor, öğretiyor. Sonra da acaba öğrendiler mi diye yokluyor. Yukarda belirttiğimiz gibi bayağı kesirlerin paydalarını 10, 100 ya da 1000 gibi bütün sayılara çoğaltma yoluyla çevirerek bunları sıfır durumlarına göre virgül kullanarak ondalık şekline sokarız. Bir örnek ben yazdım, yaptım, oldukça şaşkın bakışlarla karşılaştım. Bir rastlantı Sami arkadaşımız bu sıra geldi, o bakarken aynı işlemi yaptım. Arkadaş “Doğru!”  deyince. herkesin içi rahatladı. Sami Akıncı’ nın da ilgisini çekti, tahtaya geçti kendisi bir denklem kurdu, üç işlemi arka arkaya sıraladı. Herkeste bir rahatlama, “Her pazar günü bu çalışmaları sürdürelim. Sami söz verdi, yardımcı olacak. Ben sevindim, Mehmet Yücel arkadaşın söylediği notlar arasındaki büyük fark böylece azalabilir. Zaten Ahmet Gürsel Öğretmen de birlikte çalışmalar yapın, diyordu. Ben bunu söyleyince Halil güldü. “Sen bu çalışmaların olabileceğine inanıyor musun? Yarın matematik dersi olduğu için bugün böyle kuzu kuzu seni dinlediler. Sami seni orada görmeseydi, çevirip bakmazdı bile. Sen bunları anlıyorsun biliyorum ama, yardım etmek içinden geldiği için katılıyorsun!” Halil, böyle söylediği için üzüldüğünü, gerçekten çalışsalar kendinin de katılacağını sözlerine ekledi. Arkasından, “Bir bakıma iyi ediyorsun, o konuları senin iyi bildiğini kafaları bir türlü almıyor ya da almak istemiyordu, bundan böyle inanacaklar!” Biz konuşurken İsmet geldi. Çok memnun. Fazla bir şey sormadım, nasıl olsa haftaya kadar, İsmet kendiliğinden anlatır. Aritmetik ödevlerime dikkatlice bir daha baktım. Geometriden açı, kenar özelliklerine ölçmeleri gözden geçirdim. Kitaba bakınca kolay geliyor ama, Öğretmen sorunca sanki yabancı bir konu gibi problemler korkunç geliyor. Az önce arkadaşlarla yaptığımız türden çözümler yaptım. Bayağı kesir, ondalık kesir, tam sayı, kesirleri tam sayıya çevirme. Biz tahtada salt toplamaları yaptık. Oysa çıkarma, çarpma, bölmeler var. Yolunu bilince kolay ama, çok yaparak alışkanlık kazanmak gerekiyor. Ondalık kesirler üzerinde çalışırken, virgül sağındaki sayılardan çekiniyorum. Küçük bir dalgınlık yanlış sonuçlara götürüveriyor. Sayılar büyümüş olsa da virgülleri kaldırma yolunu seçmem bundandır. Sonuç ne denli büyük olursa olsun, en sonunda büyütülen sayı sıfırlarını keserek okumak en iyisi bence. Arkadaşların bazıları en basit çarpımları yapamıyorlar 0, 25X100=25 diyememesi şaşılası bir durum. Yarın Türkçe dersinde de yine üzüleceğimiz olaylar olabilir. Geçen ders Öğretmen oldukça sinirlendi. Kaç kez söylediği halde kimse gidip gazete okumuyor. İşin ilginç yanı okuduğumuz için Halil’e de bana da kızıyorlar. Geçen gün şu Va-Nu kimdir, Türk mü acaba? diyecek oldum İdris, Fettah, özellikle Fettah “Kim olursa olsun, bize ne? gibi bir söz etti. Bu kaçıncı tersliği bana karşı. Her defasında da ağzının payını alıyor ama, uslanacağa da benzemiyor. Sefer Tunca sayesinde şimdiye dek ucuz kurtuldu. Sanırım bir gün daha zor durumda kalacak” . Sen öğrenmezsen öğrenme, ben buraya öğrenmeye geldim, gözüme takılan her şeyi, aklıma takılan her bilgiyi öğreneceğim. Öğretmenler soru sorunca suçlu gibi burnumu önüme dikmeyeceğim. Tam tersine Öğretmenin gözüne bakıp, bana sormasını bekleyeceğim. Bar mı buna bir diyeceğin!”  diye sordum. Arkasından da, domates gibi kızarmak marifet değil, söylediğin sözün, doğrulunda diretmelisin. . Va-Nu bir yazar, Bunun kim olduğunu öğrenmek neden gereksiz? Bunu bana söyler misin? “ diye sesimi yükselterek. Sorunca ellerini ovuşturup, dudaklarını titretmeye başladı. İdris, küçük boyuna karşın bir çok olayda kışkırtıcılık yapan İdris, ben konuşurken tüydü. Bir başka zaman zor kaçacaktır. Yarın bile bile Öğretmene yazar Va-Nu hakkında soru soracağım. Hem herkes öğrensin, hem de gazete konusu gene açılsın. Gazete okuduğumuz için sataşanları şikayet etme yerine konuyu açıp Öğretmenin onları zorlaması daha etkili olacaktır. Şikayet etmek, hem Öğretmeni üzer hem de şikayet edilenleri onların kendileri açısından değerlendirme sayılabilir. Gazete sözü edilince yapılacak seçimler de konuşulacaktır. Durumu Halil Basutçu’ ya açtım. Nedense oda benim düşüncemi doğru bulmadı. Ben açmak zorundayım, ayrıca bu ay bitti, bize gelecek dergi için, Öğretmen “Bana hatırlatın demişti!”  Bunu söyleyince Halil tavır değiştirdi, “Ha, evet bize öyle demişti, sen haklısın!” dedi. Hüseyin Cahit Yalçın’dan bir yazı okudum. Çok hoşuma gitti. Bir yaşlı kayıkçı denizde kayığı ile bir yerden bir yere insan taşıyormuş. Bir gün onun kayığına bu yazıyı yazan binmiş. Konuşurken yazar yaşlı kayıkçının dişlerinin çok sağlam olduğunu görmüş. Sormuş, “Bunları nasıl korudun? Ne mutlu sana, bu yaşta böyle sağlam dişlerin var!”  deyince, kayıkçı, “Neyleyeyim, sağlam dişi, yiyecek bulamadıktan sonra!”  demiş. Yazar bu yazıyı niçin yazmış olabilir? Bunu düşündüm. Kayıkçının dişlerini anlatmak için mi, yoksa kayıkçının yiyecek alacak kadar para kazanamadığını anlatmak için mi? Bunu uzun uzun düşündüm. Halil’e sordum. “Sen okuduğuna göre, cevabını sen verirsin!”  dedi. Hüsnü güldü, “Benimle alay etmek için sormuyorsun değil mi? dedi. “Hayır, kesinlikle fikrini öğrenmek için!”  deyince, “Yaşlı ama dişlerine bakmış, ancak dişlere bakmak yeterli değil, o dişleri kullanacak yeterli besin sağlayabilmeli!” Emrullah’ ın yanıtı her zamanki gibi “Ne bileyim ben be yahu!” Başaran da okumuş, duyunca kendisi geldi söyledi. “Yazar her iki duruma da değiniyor. Kendisini taşıyan yaşlı adamın halini hatırını sormak gereğini duymuş, konuşmuş. Yazar yaşlı adam da beğendiği bir şey bulmuş, dişleri. Onları övmek istemiş. Yazara göre bir insanın dişleri çok önemli. Ne var ki yaşlı insanın derdi başka. Yazar bu konuşmadan duygulanmış, okuyucusuna duyurmak istemiş.!”  Mehmet Başaran, nerdeyse yazar kadar uzun anlattı ama sanırım en doğrusunu söyledi. Ayrıca yazıların anlatmak istediklerine de dikkat etmek gerektiğini söyledi. Şu işe bak, anlattığını anlayamıyorum, bir de anlatmak istediği varmış! deyip güldük. Halil bu kez bana, “Nerden bulup çıkarıyorsun bunları? “ demedi. Mehmet Başaran için, okula geldiğinden beri Hasan Üner’ le hep okuma, şiir kitap üzerine konuştular. Fikret Madaralı Öğretmen bana görev verdiği zaman, hemen yardıma koştular. Şimdi de kitaplık kurma işinde gönüllü çalışıyorlar!” Hasan’ın çok okuduğunu biliyordum, Mehmet Başaran’ ı da öğrendim. Harun Özçelik resimle yazıda, Abdullah Erçetin Müzik, Salih Baydemir, teknik işlerde, çizimlerde, Sami Akıncı tüm kültür derslerinde kendilerini kanıtlıyorlar. Ben şimdilik bocalıyorum, çalışmalarda verilen işleri iyi niyetle yapıyorum. Sağlığım çok iyi ona çok seviniyorum. Ahmet Gökay ağabeyle konuştum, keman için, “Çok pahalı, mandolin alalım!” dedi. Düşüneceğim. İsmet yanıma geldi, anlattı. “Çok iyi!”  karşılanmış. Ancak, “Her pazar gitmek, onlar için çok sıkıcı olacak, kesinlikle gitmem!”  dedi. Müfettiş Çelikkol’lar birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla pazar günleri toplanıyorlarmış. Bugün onlar o toplantıya, gitmemiş, gitmeleri için . iki kez gelip çağırmışlar, üçüncü kez birisi çıkıp gelmiş, gelmeyiş nedenlerini öğrenmiş, biraz da bozularak gitmiş. Buna karşın İsmet’e gelmesini, benim de birlikte gelmemi, gitmezsek güceneceklerini söylemişler. Gene de İsmet’in pek aklı yatmıyor. “İnsanların pazarlarını bozmayalım!” , dayı dedi. . Benim fikrimi sordu. Ben önce onların evine gidip, aralarında olmaktan utanırım!” dedim. Gene konuşmak üzere ayrıldık. Fikret Madaralı Öğretmenin bana verdiği ödevi anlattım. Farkında değilmişim, konuşulan sözcüklerin nerdeyse yarısını yanlış biliyormuşum!” . Çıkardım listeyi gösterdim. İsmet gülmekten yerlere yattı. . “Ben onların tamamını yanlış kullanıyorum, Sen giderek doğrularını öğreniyorsun. Ben o dikkati gösteremiyorum. Bugün, özellikle Rıfkı Çelikkol’ un hanımı ile konuşurken kırmadığım pot kalmadı!” Ben kestirdim attım, ben ancak yazın, pazar günleri dışında akşam üstüleri giderim!”  deyince İsmet anımsadı. “Rıfkı Çelikkol’ a göre biz, mayıs sonunda buradan gidecekmişiz.!”  Nereye? O da bilmiyor. Buraya fabrika yönetimi ile anlaşarak gelmişiz. Anlaşma öyleymiş, çünkü okul fabrikanın kendi malıymış. Rıfkı Çelikkol söylemiş ama sıkı sıkı tembihlemiş, “Sakın ortalığa yayma!”  demiş. Ben “Çok önemli değil, bunu herkes tahmin ediyor, Namık Öğretmen dün bize söyledi, “Burada kalıcı olsak, arka bahçeyi hemen beton yaparız!”  dedi. Salih Ziya Öğretmen de geçen hafta, “Bahçe mayıs sonuna dek bizim!”  dedi. Bunlar hep bilinen sözler. Sen gene de filandan duydum diye söyleme. Yat zili çalınca ayrıldık, İsmet kendi grubu ile biraz çene çalmadan kesinlikle yatmıyor. Ben birinciliğe yarışıyorum. Aritmetikten uzunluk ölçüleri, alan, hacim, zaman, tartı, paralar, bunlarla ilgili semboller…On beş gün önce verilmişti, yarın kesinlikle sorulacaktır. Yatınca okulun gene yer değiştirmesine üzüldüm. Bizim köylüler bu değişiklikler için yorumlar yapacaklardır. Göçebe benzetmeleri, askerlerin yer değiştirmesi, özellikle de Şerif Furtun eniştem, yaylalarda gezen yörüklere benzetecektir. Aydın dolaylarında askerlik yapmış. Anlatırdı, “Adamlarda ev alışkanlığı yok, yorganları develere kaldırıp dağdan daha gezerler!”  diyerek güler dururdu. Şimdi beni görünce önce bunu anlatacak, arkasından da “Alıp yorganları kalkıp gidiyor musunuz ? “ diye soracak. Onu dinleyenler susacak değil ya onlar da Karakaçan denilen çobanlarla karşılaştıracaklar. Karakaçan adı sonradan bu biçime girmiş. İlk adları Kıra kaçanmış. . Ya da kıra çıkan. Önceleri baharla kırlara ormanlara, bir adıyla yaylalara yapılan bu göçler, zamanla değişik amaçlar için yapılmaya başlanmış. İşte bizim yörede bu deyim, koyunlarını korumak, otlak bulmak için yer değiştiren çobanlara takılmış. Bizim yöre deyince salt Kırklareli anlaşılmamalı, Bulgaristan Omurtak’tan başlayarak Gelibolu Yarımadasına dek yayılan geniş bir alandır. İlkbaharı, Yazı, Sonbaharın yarısını Istırancalarda geçiren sürüler Kaynarca, Bayramdere, Deveçatağı, Çeşmekolu, Hamitabat, Ayvalı sırtlarından Ergene ovasına inerler. Sürüler, belli, izinli yollardan yayıla yayıla geçtiği için, geçilen alanlar, günlerce sayısız koyunla dolar, taşar. Onların geçtiği yerler kendine özgü cümbüşe dönüşür. Alın satımlar olur. Yörede gelenekleşmiş bir süreç yaşanır. İşte bu koyun, dolayısiyle kalabalık çoban geliş gidişleri, Karakaçan göçerleri, zaman zaman benzetme olayların da kullanılır, Karakaçanlar gibi gidiyorsunuz, Karakaçanlar gibi taşınıyorsunuz. denile gelinir. Sanırım bu benzetme benim önüme sık sık gene gelecektir. “Olsun!” diyorum içimden. Nereye giderse gitsin, ne derlerse desinler, ben, başladığım okulumda başarılı olayım, o bana yeter. Şerif Eniştem ya da benzerleri bana takıldıkça şöyle demeyi tasarlıyorum. “Olsun be enişte, siz buraya çakılıp kalmışsınız, kendinizin Ak kaçan olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Öyleyse sizi kutlarım. Bırakın ben de aranızdan çıkıp bir Karakaçan olayım. Bildiğiniz gibi ben sizdenim, rengimin değişmesi beni sizden ayıramaz. Bunu böyle bilin!” Bunu söylediğimde, kahkahalarla gülecekler, “Sen çok laf etmesini öğrenmişsin!” diyecekler. Düşünürken, rüyamda köye gideceğimi belki de C’ yi göreceğimi düşlerken uyumuşum. Sırtımda bir asker torbası köye gidiyorum. Saatlerce yürüyorum, ortada köy möy yok. Yanlış yola çıktığımı sanıp etrafa bakıyorum. Kumrular köyü yerinde, Müsellim Köyü yerinde, bizim köyün de görünmesi gerekiyor ama yok. Istıranca dağları görünüyor. Halk arasında Karaman Bayırı denilen tepe karşımda, onun çizgisinde olduğunu bildiğim köy yok. Üzülerek geri dönüyorum. Arkadaşlara ne diyeceğim. Buna kimse inanmayacak. İyice bunalıyorum, “İnanmazlarsa inanmasınlar, bana ne!”  deyip derin derin soluyorum. Uyanıyorum, içim rahatlıyor. Herkes uykuda. Tıkırtılar duyuyorum, kalkanlar var. Tam zamanıymış zil çalıyor.

 

30 Ocak 1939 Pazartesi

 

Rüyada da olsa köyü bulamamam, daha doğrusu köyü yerinde görememem aklıma takılıyor. İsmet’e söylesem gülecek, “Hadi sen de dayı!”  diyecek. Yüzümü yıkayıp iyice uyanıyorum. Kahvaltıya inince tam anlamıyla uyanıyorum Ahmet Gürsel şarkı söyler gibi bir şeyler anlatıyor, Fikret Madaralı arada sözünü kesip onu güldürüyor. Onlar konuşurken yandakiler genellikle susuyorlar...

Bir süre Öğretmenleri izledim sonra kalkıp dersliğe gittim. Matematik kitaplarımı, defterlerimi hazırladım. Akşamki düşüncelerimi anımsadım. Türkçe dersinde soracaklarımı bir daha düşündüm. Tören zili çalınca koştum. Hava yağmurlu, içerde toplandık. Adem Öğretmen de yeni elbise giymiş, gri, kalın kumaş, pantolon paçaları büzmeli, ayak bilekleri üzerinde. Ömer Tunalı da öyle giyiniyor. Adem Öğretmen bu kez kendisi ses verdi. İstiklal Marşı’nı içerde güzel söylüyoruz. Sessizce dersliğe döndük. Yerlerimize oturmaya hazırlanırken Fikret Madaralı Öğretmen geldi, gülerek “Günaydın!” dedi. Arkasından sordu “Siz zilleri duymuyor musunuz?” Bu sabah gerçekten duymadık. Arkadaşlar “bazen duyulmuyor!”  dediler. Öğretmen, “zilin az ya da çok çalması olamaz, galiba siz gürültüyü azaltıp çoğaltıyorsunuz, biraz dikkat edin!” dedikten sonra kürsüdeki kitapları arasından bir gazete çıkardı. Gazeteden seçimlerle ilgili haberleri okudu. Arkadaşlar, “Bizim gazetemiz yazdı, okuduk!” dediler. Baktım, “Okuduk” diyenlerin kimileri gazete sözü ettiğimde bana kızan arkadaşlar. Öğretmen, ilgilenmemize sevindiğini söyledi. Fırsattan yararlandım, dergiyi sordum, Ay başında, yani birkaç gün sonra gelecekmiş. “Va-Nu adlı bir yazar var o kimdir? deyince, Öğretmen Güldü, “Yazar Va-Nu deseydin daha doğru olurdu, Va-Nu, Vala Nurettin. Yazar, adını kısa yazmak istemiş. geçenlerde senin, kitabını okuduğun yazar Aka Gündüz de, Aka Gündüz adını yazar adı olarak seçmiş, kendi adı başkadır. Faruk Nafiz Çamlıbel, kimi zaman, Çamdeviren olarak yazı yazar. Eskiden beri bu böyle sürer, bir zaman yazarlarımızdan biri, ad yerine Kirpi yazardı. Sonra bu yazıları Kirpinin Dedikleri adıyla bir kitap bile çıkardı. Daha bir çok yazar, kendi adını yazmaz değişik ad kullanır. Yazıları uzun süre okununca bunların esas kimlikleri kendiliğinden ortaya çıkar. Hele bir okumaya başlayın bunları öğreneceksiniz!” Gazeteden bir yazı okudu. Yazı, Ziya Gökalp’i anlatıyordu. Ziya Gökalp üstüne hiç bilgimiz yoktu. Öğretmen kısa bilgi verdi, ondan bir parça okuduk. İki adam bal satarmış. Birinin balı daha kıymetliymiş ama pek satamazmış. Öteki sattığı balın çok iyi olup olmamasına pek dikkat etmezmiş. Böyleyken o daha çok bal satarmış. Balını satamayan öteki iyi balların sahibi bir bilgine bunun nedenini sormuş. Bilgin, adama “Sen bal satıyorsun ama yüzün sirke satıyor!”  demiş. Yazıdan sonra Öğretmen arkadaşlara sordu. yedi arkadaş doğru yanıt veremedi. Öğretmen soruyu değiştirdi “Yüzüyle sirke satmak, ne demek? “ 6 Ali Güleren, hepimizi güldüren bir yanıt verdi. “Yüzüyle sirke satamaz Öğretmenim, Öğretmen gülerek, her zaman kızınca söylediği o ünlü sözünü gene söyledi:” Sarsak!” Tabii elleriyle satacak, ama bilgin, yüzün sirke satıyor!”  demiş, ne demek istemiş? Ali iyice şaşırdı, gene “Yüzüyle sirke satıyormuş!” Ön sıradan Yusuf Asıl, Satıcının yüzünün gülmediğini, hep kaşları çatık, sert konuşan bir olduğunu, ötekinin… derken Öğretmen kestirdi, Ali Güleren’e dönerek sen söyle öteki nasılmış? “Ali tam toparlanamadı, “Öteki gülüyormuş Öğretmenim!”  Öğretmen iyice sinirlendi, yüksek sesle, “Oğlum satıcı neye gülüyor, ne zaman gülüyor? “ Ali sustu. Öğretmen, hepimize dönerek, “Çocuklar, üç aydır bir aradasınız, ilkokulları bitirip buraya geldiniz. Üç ayda kaynaşıp birbirinize yardımcı olmayı başaramadınız. Üç ayda çobanlığı bırakıp cım karnında bir nokta olan insanlar askerliği öğreniyor, ellerine makineli tüfekler veriliyor, İlkokulu bitirenler ise birliklere çavuş yapılıyor. Sizin içinizde çavuşluktan geçtik erliğe ayak uyduracak bir belirti görülmüyor. Arkadaş olup ikişer üçer çalışmayı öğrenin, bilenler bilmeyenlere bir şeyler öğretsin, bilmeyenler de kaz kafalılığı bırakıp muhtaç oldukları bilgilere ulaşmaya çalışsın.!”

Zil çalınca Öğretmen üzgün bir yüzle çantasını alıp gitti. Ali Güleren’e takılan oldu, o da küfürle yanıt verince kalabalık bir grup Ali’yi ayıpladılar. Ali Yusuf’a da çatmıştı. Yusuf küçüklüğünü düşünmedi, direndi sonunda da Kaz Ali, dedi. Arka arkaya Kaz Ali sesleri tekrarlandı. Öğretmen gelince sesler kesildi. Öğretmen Ziya Gökalp’i öğrenmemizi, kısaca hakkında bilgiler edinmemizi istedi. Ondan şiirler okudu. Alageyik, Lisan, Medeniyet şiirlerini çok sevdim. Öğretmenden, şiirleri yazmak için nereden bulacağımı sordum. “Çok uzun, istersen birini, Lisan adlısını yazmak üzere kitabı veririm!”  dedi. Alageyik şiirinin tarihimizle bağlantısını, Lisan’ın güzel Türkçemizle bağlantısını, Medeniyet’in ise Cumhuriyet dönemi ile bağlantısını açıkladı. Bazı sözcükleri ayrı ayrı arkadaşlara sordu. Aldığı yanıtlardan hoşnut oldu. Türk gençlerin çok çalışması gerektiği üstüne gene Ziya Gökalp’ten bir yazı okudu. Ziya Gökalp için, “En iyi bilmeniz gereken yazarlardan biridir!”  uyarısını yaptı. Öğretmen azıcık gecikti galiba, Ahmet Gürsel Öğretmenle kapıda karşılaştılar. Ahmet Gürsel Fikret Madaralı’ya “işin bitmediyse devam et dostum!”  dedi. Fikret Madaralı teşekkür etti, ayrıldı. Biz ayakta bekliyoruz. Ahmet Gürsel gülerek “Günaydın!”  dedi arkasından, sizi uzun süre ayakta tutmaya hakkımız yok. Böyle durumlarda yerinize oturun. Kapıda buluşup konuşan Öğretmen için ayakta beklenmez. . Öğretmen kapıdan içeri girince nezaket olarak ayağa kalkarsınız!” Matematikten çok düşük not almış olanlardan başlayarak yoklama yapacağını söyledi. . Defteri açtı. “Breh breh, Kırkpınar pehlivanları gibi dizilmiş ikiler, üçler, dörtler. Bir tane baş pehlivan, bir iki de orta boy, seç seç al!” dedikten sonra hepimize sordu, “İçinizde güreşle ilgilenen var mı?” Arkadaşlar Hüseyin Serin’i gösterdiler. Öğretmen Hüseyin’e “Deste mi, Orta mı güreşiyorsun?” diye sordu. Hüseyin korkarak, “Hayır Öğretmenim ben güreşmiyorum!”  dedi. Öğretmen güldü, “öyleyse tahtaya gel bir başka heyecanı burada duyarsın!”  dedi. Hüseyin tahtaya kalktı. Sorulan soruların hiç birisine doğru yanıt veremedi. Hüseyin’in yüzü üzüntüsünü çok belli etti. Ağlayacak sandım, boğazımda tıkanma gibi bir şeyler oldu. Ara sıra Hüseyin’le karşı karşıya geliyorduk ama, bunlar birden yok oldu. Elimden gelse kalkıp sorulanları birer birer yanıtlayacaktım. Sıkıldım, en az Hüseyin derecesinde sıkıldım. Arkadaşlara baktım, hayret ettim, Hüseyin’e yakınlık duyanlardan bazıları sırıtıyor, onun bu durumundan etkilenmediklerini onun yüzüne karşı apaçık gösteriyorlardı. Öğretmen oturmasını söyleyince Hüseyin, titrek adımlarla yerini gitti, kaybolurca çöktü. Birden “Ben güreşiyorum!”  diye bağırmak geldi içimden. Düşündüm, sustum. Ancak gözlerim Öğretmende, onu sinirlendirmeden kalkmayı kafama koydum. “Kim kalkmak isteyor?” diye sorsa hemen kalkmak üzere tetikte bekledim. Öğretmen defteri açtı, 75 ile 15 gelsin!” dedi. Yakup Tanrıkulu ile Hüseyin Serin kalktılar. Öğretmen Hüseyin’i görünce “Sen dur, yanlış numara söylemişim. deyip deftere baktı, “50!”  diye bize doğru bakarak göz gezdirdi. Abdullah Erçetin sol yanında önde oturuyordu, ağır hareketlerle kalktı. Öğretmen gözleriyle süzdü, tahtaya gelmesi için eliyle işaret etti. Yakup’la Abdullah aynı köyden gelmelerine karşın yabancı gibi duruyorlar, bilmeyenler sahiden iki yabancı olarak tanırlardı. Yakup biraz şakacı takımından olduğu için arada Abdullah’ı kızdırırdı. Öğretmen ikisine de baktı. “Siz ikiniz de benzer kağıtları vermişsiniz, bu benzerlik nereden geliyor? Oysa çok ayrı yerlerde oturuyorsunuz, nasıl oldu bu benzerlik?” deyince güldü. Arkadaşlar suskun, Sami Akıncı rahat, Öğretmene, “Onlar arkadaş, birlikte çalışmışlardır!” deyince, Öğretmen, “Sen ne diyorsun, bu beraberlik için çalışmaya gerek yok, boş kağıtları ver, gitsin!”  Öğretmen öyle söyledi ki, Yakup’la Abdullah bile bizimle beraber güldü. Bu kez İsmet, “ Öğretmenim, arkadaşlar aynı köyden, aynı okulda okumuşlar!”  deyince, Öğretmen “Eee, insaf, Öğretmenleri böyle yetiştirdi onları, demek mi istiyorsun? “ Öğretmen tahtaya döndü birine bir geometri, birine bir aritmetik sorusu sordu. Arkadaşlar, bir süre durduktan sonra ikisi de soruyu yanıtlamaya giriştiler. Çok ağırdan almalarına karşın Öğretmen sabırla izledi. İlk başlarken uyarılarda bulundu. “Öylemiydi, böylemi söylemiştik? “ diyerek doğruya yönlendirdi. Buna karşın doğru sonuca varamadılar. Böyleyken Öğretmen, “Bundan sonraki yazılılarda sizden bu kadarcık olsun gayret bekliyorum. Soruları yazıp, kağıt vermek yok. Son gayretinizle bir şeyler anımsamaya çalışmalısınız!” dedi. Hiç yapmadığı ya da sormadığı bir soru sordu. “Siz hangi köydensiniz?” İkisi birden “İnece!” deyince Öğretmen, “Vay, bizim buradan, yanı yakın komşuyuz, hemşeriyiz, sizin yakanızı bırakmayacağım, her derste kaldıracağım, bunu böyle bilin!” deyip güldü. Zil çalınca arkadaşlar Arif Kalkan’a “Koş, Öğretmene İneceli olduğunu duyur, sana da hemşerilik yapsın!” diye takıldılar. Arif oralı olmadı, “Önce söz verdiklerine ne yapacak, onu görelim, ondan sonra düşünürüm!” deyip takılmaları kesti. 2. derste yeni konu verilmedi:Yazılı sorularında yapılamayan dört işlem yanlışları üzerinde duruldu. Ondalıkların virgül yanıltmaları, Bayağı kesirlerin, bölünmesi, çarpılması, toplanması üzerinde tekrarlar yapıldı. Sınıfça konuşarak yapılan çalışmadan Öğretmen memnun mu kaldı, yoksa arkadaşları daha fazla sıkıp bunaltmamak için mi öyle yaptı? “ Öğretmen ayrılırken oldukça neşeliydi….

Öğle yemeği bizim için bir bakıma günün geçtiği anlamını taşıyor. Özellikle benim için öyle. Sanat çalışmalarını severek sürdürüyorum. Yaparak öğrenildiği için hiçbir sıkıntı çekmiyorum. Gerçi kültür derslerinde de gün geçtikçe rahatlıyorum ama gene de kaygılandığım zamanlar oluyor. Çünkü onlarda sürekli bilmediğim, görmediğim bilgiler oluyor. Onları da seviyorum ama, kaygısız olamıyorum. Sanat derslerinde yorgunluk olsa bile ki ben asla yorgunluk duymuyorum. Böyle olunca da Öğretmenler bana yakınlık gösteriyor. Sanat Öğretmenlerinden Hamdi Bağ, Naci İnan, Namık Ergin, Hasan Çevik Öğretmenler bana arada takılıyorlar ama arkadaş gibi davrandıklarını da iyice anlamış bulunuyorum . Öyle ki, bir hafta marangozluğa gidince, Namık Ergin, Hasan Çevik Öğretmenleri neredeyse özlüyorum. Aynı duyguyu, Naci İnan, Hamdi Bağ Öğretmenle için de taşıyorum. Yemekte Namık Ergin Öğretmeni görünce içimden bir sevinç duydum. Hasan Çevik Öğretmen öğle yemeklerine pek gelmiyor. Ya da yetişemiyor. Evi oldukça uzak, nerdeyse bir km. yürüyor. Halil yeni bir haber iletti. Ara tatilinden sonra gruplar değişecekmiş. Önce öyleydi. Numara sırası bir atlayarak değil 4 numaradan 50’ye 51’den 79’a göre ayrılacakmış. Seviniyorum. Salih Baydemir de bizimle olacak. Ara tatili ne zaman? Öteki okullar çoktan olmuş, biz geç başladığımız için geciktirilmiş. Yapıcılık Atölyesine indik. Namık Ergin Öğretmen gönüllü çalışmak isteyenler var mı? diye sordu. Ne yapılacağını sormadan ben gönüllü ayrıldım. Öğretmen arkadaşlara, “Ben bu soruyu sormadan, İbrahim’in ayrılacağını tahmin etmiştim!”  dedi. Arif Kalkan, ayrıldı. Öğretmen ötekilere baktı, Mehmet Yücel’le Mustafa Saatçi’ ya “Açık havada çalışmak istemez misiniz?” diye sordu. Onlar da ayrıldılar. Sonra gülerek işimizi açıkladı. Voleybol sahasının kenarları çizilip su girmesi önlenecekmiş. Öğretmen bizimle geldi, gösterdi, voleybol oynadığı için Mehmet Yücel’i sorumlu olarak seçti gitti. Mehmet Yücel, sorumluluğu olduğundan hiç kimseye takılmadan çalıştı. Sahanın dıştan gelecek su akıntılarını kapattık, birikecek suların akması için yakındaki arka yol açtık. Öğretmen biz işi bitirirken geldi, yaptığımız işi beğendiğini söyledi. “Siz isterseniz, Ergene Irmağı’nın yatağını bile değiştirebilirsiniz!”  dedi. Mehmet Yücel başta olmak üzere hepimiz gururlandık. Öteki gruptan arkadaşlar geldi. Bizim arkadaşlar onların ne yaptığını sorunca, bizim grup birden bozuldu. Çünkü onlar hiçbir iş yapmamış, atölyede bu- lunan Yapı Konstrüksiyon kitaplarına bakmışlar, duvar, köşe çizimlerini, bahçe, park duvarlarını incelemişler. Çalıştığımız sürece çok gayret gösteren Mehmet Yücel birden sinirlendi, gelen arkadaşlara “Bunu söylemeye mi geldiniz buraya? “ diye çıkıştı. Hepimiz gülmeye başladık. Namık Öğretmen gelince durumu sezdi Mehmet Yücel’e “Ne o sonunda seni nihayet sinirlendirdiler mi? “ diye sorunca arkadaş, “Hayır Öğretmenim, burada çalışanlar değil içerden gelenler sinir bozucu konuşmalar yaptılar, sözde biz burada çalışırken onlar içerde oturmuşlar!”  Öğretmen güldü, “Bu sıra ile yarın da onlar çalışacak, siz kitap inceleyeceksiniz.!”  Mehmet dayanamadı, “Sahi onlar yarın bizim gibi hendek mi kazacaklar?” diye sordu. Öğretmen başıyla “Evet” işareti yapınca Mehmet kendini tutamadı, arkasını dönünce yavaşça “Bari o nokta noktalar da biraz hendek kazsaydı!” dedi. Mehmet Yücel Öğretmenin duymadığını sanıyordu. Öğretmen, yüksek sesle, “Evet evet onu da yapacaklar, onları cezalandıracağız, için rahat olsun Mehmet!”  dedi. Mehmet’in nokta nokta sözleri merak uyandırdı. Mehmet açıkladı. Açıklamayı duyanlar  uzun süre güldüler. Bu kez de sordular, “Namık Öğretmen bu sözü böyle mi anladı?” Dersliğe gidince benim dilim konstrüksiyon sözüne takıldı. Birkaç kez söylemeye çalıştım, dilim kolay kolay dönmedi. Benim sorunum bu işte, eller bu sözü çok rahat söylüyor, ben söylemekte zorluk çekiyorum. Etrafımdakilere bakıyorum hiç birisi doğru söyleyemiyor ama, söyleyemediği için de kendine dert edinmiyor. Oysa ben böyle şeyleri günlerce sorun yapıyorum. Derslerde de böyle. Düşünüyorum, bilemediğim, bir söz gibi bir olay da geçse onun hakkında bir şeyler öğrenmeden geçemiyorum. Okula gelenleri gördüğümde, kimler olduğunu bilmek istiyorum. Soruyorum, gerektiğinde yazıyorum. Edirne valisi okulumuza gelmişti. O zaman valinin adını yazdım. Alpullu’ya geldiğimizde, Kırklareli valisi de okulumuza geldi, onun da adını yazdım. Geçenlerde Kırklareli valisinin adı ortaya soruldu, kimse yanıt veremedi. Bu ara bir arkadaş da Edirne valisinin adı neydi diye sordu, ona da kimse yanıt veremedi. Edirne-Ahmet Mergen, Kırklareli-Hasip Soydan. Genel müfettişi bilenler oldu. Kazım Dirik. Fabrika müdürünün adını sordular. Onu buraya gelmeden biliyordum, Ali Ağabeyimin yıllardır dilinden düşmez, Şefik Bakay. Daha önce müfettiş olarak bölgede çok gezmiş birisi. Ali Ağabeyim o günlerden tanımış, sonra da yanına çok gitti geldi. Gerçi bir yararını görmedi ama yaptıkları Trakya’da yaygın olarak anıldı durdu. İki yıl önce pancar umulanın üstünde ürün verdi. Bizim köye ayrılan zamanda taşıma bitmedi. Bizim köy fabrika bölgesindedir. Buna karşın kalan pancarları Kırklareli-Kavaklı istasyonu’na taşınma emri verildi. Kavaklı bizim köye Alpullu yolunun iki katına yakın. Üstelik arada büyük bir su, Şeytan deresi akıyor. Bu dere pancar taşındığı dönemde sürekli sel durumundadır. O yıl, o dereden yirmi kez gittik döndük. Yani pancar arabasını süren Bektaş Ağabeyim tam kırk kez Lefeci köyünde bu suya girdi çıktı. Ali Ağabeyimin tanıdığı Şefik Bakay durumu değiştirmek için kılını kıpırdatmadı. Oysa bitişiğimizdeki Hamitabatlılar kendi köylerinden seçilen milletvekili Zühtü Akın aracılığiyle dönüş yaptırarak pancarlarını fabrikaya taşıdılar. Fabrika müdürü deyince acı acı bunları düşündüm. Akşam yemeğinde yeni bir haber, Mehmet Yücel’i tanıyan bir öğrenci okula gelmiş. Alpullu’dan Kırklareli ortaokuluna giden bir öğrenci ara tatiline gelmiş. Bizim kaldığımız ilkokulda okuduğu için eski Öğretmenlerini görmeye gelmiş. Bizim arkadaşlardan bazılarıyla konuşmuş, bu arada Mehmet Yücel’i uzaktan görünce “A... Ceylan Mehmet de burada!” demiş. Ceylan Mehmet dediği arkadaşımız Mehmet Yücel. Mehmet Yücel atölye dersinde olduğu için haber verememişler. Öğrenci tekrar gelmek üzere ayrılmış. Dersten sonra Mehmet Yücel’e söylemişler. Mehmet geleni tanımıyor, ya da anımsayamamış. Ancak Mehmet Yücel’in Kırklareli ortaokulundaki adı ortaya çıktı. Ona Ceylan Mehmet adını takmışlarmış. Mehmet Yücel sık sık eski arkadaşlarını anlatırken onların takılan sıfatlarını da söyler, Taliga(Talika, at arabası, Kırklareli halkı talga der. ) Mehmet, Kasap Sami, Napreş Kemal, Demir Ali, Sarı Burhan, Sarp Ömer v. b. Arkadaşlar o bunları söyledikçe, “Sana ne derlerdi diye sık sık sordular. Mehmet Yücel dişe dokunur bir şey söylemeyince, sakladığına göre”  Acayip bir lakabı var!” kanısına saplanmışlardı. Şimdi gerçek anlaşıldı. Ceylan Mehmet. Köyünün adı ceylan olduğu için değil, gözleri ceylana benzediği için böyle diyorlarmış. Mehmet Yücel bunlar konuşulurken gülüyor, “Ben size doğruyu söyledim, inanmadınız!” … Konuşmaları bir yana bırakıp sırama döndüm. Yarın tarih dersimizde sözlü yoklama olacağı kesin, coğrafyadan da olabilir. Coğrafyadan ölçekleri iyice öğrendim. Yönleri, yıldızlar da dahil seçme bilgimi arttırdım. Tarihten Mısır tarihi dışındakileri su gibi biliyorum. Mısır, karışık geliyor. Bir de Mezopotamya medeniyetleri kolayca bir bire karışıyor. Ötekileri oldukça net biliyorum. Gelecek derse baktım. Yunanistan. Girit, Balkan yarımadası. Gene bir birine benzeyen insan toplulukları. Onlardan kalan kalıntılar. Kısa kısa notlar tutuyorum. Öylesi daha çok aklımda kalıyor. Kitaptan farklı olarak, neyi nereye yazdığımı anımsayınca daha kolay anımsıyorum. Kitapta da resimler, haritalar daha kolay aklımda kalıyor. Halil de tarihe çalışmaya başladı. İçimden, “Halil Öğretmene güveniyordu, ondan cesaret alarak fazla çalışmıyordu. Öğretmenden yüz bulamayacağını anladı, şimdi çalışıyor!”  gibi gizli düşünceler geçiriyorum. Bana çalıştığım için kimi zaman takılırdı. Şimdi ise sen çalışmakla iyi ettin, durumunu düzelttin!”  diyor. “Daha değil, ne zaman Sami Akıncı’yı geçersem o zaman rahat olurum!”  diyorum. Bu kez “O çok zor, Sami çok çalışkan, çok da zeki, onunla yarış zor!”  diyor. Böyle böyle konuşurken Hüsnü bizim konuşmalarımıza katıldı. İki arkadaşından mektup almış. Arkadaşları da Bulgaristan’dan daha önce gelmişler başka okullarda okuyorlarmış. Daha önce anlatmıştı, Halil Kocabalkan, Hasan Hepyılmaz. Hüsnü Yalçın’ın sevincini paylaştık. Bizden de selam yazacak. Bu akşam hemen kaçmadım. Zil çalınca beraber çıktık. Konuşurken Hüsnü, Emrullah için, traş makinesi kullanıyormuş, dedi. Bizim makinemiz var ama kullanamıyoruz. Emrullah’a söyledik, bizi traş edcek. Buna sevindik. Bu gece önemli bir düşüncem yok. Öyle yatacağım. Mehmet Yücel orta okula gitmiş başaramamış. Ben gitseydim başarabilecek miydim? Bu kadarcık geriye dönüş yetti. İlkokulu bitirdiğim yıla gittim. Ortaokula gideceğim kesin. Ali Ağabeyim, ablam Kırklareli pazarına gittik. Kırklareli’de Pazar, salı günü kurulur. Bizim kısa yolumuz, Asilbeyli köyü içinden hemen Kırklareli bağlığına girilir, bir saat kadar hep bağlık içinden gidilerek hemen mahalleye ulaşılır. Bizim giriş olumuz üzerinde iki katlı evler vardır. Evlerin önünde küçük bir meydan bulunmaktadır. Ali Ağabeyim, atları durdurdu, başlarına yem torbalarını taktı, yakındaki belediyeye bir evrak için gitti. Ablamla arabada oturuyoruz. Benim yaşımdaki bir çocuk balkona çıktı, bir küfür savurdu, arkasından “Arabayı oradan çekin!” diye bağırdı. “Küfrü duymazdan gelip, “Az sonra gideceğiz!”  dedim.  “Olmaz, hemen defolun, yoksa gelip döveceğim!”  dedi. Ablam çok üzüldü, “size ne zararımız var, atlar yemini yesin gideceğiz!”  deyince “Olmaz, hemen defolun! sözünü tekrarladı. “Köylülük damarım kabardı, ayrıca ablama ağız yapması öfkemi kamçıladı. Kırbacı aldım, arabadan atladım, “Gel hanım evladı, istersen hanım ananı da çağır, gitmiyorum, in kapıya!”  deyip alt kapıya dayandım. Ablam beni tutmaya çalışıyor, ben bağırıyorum. Ablam tuttu çekti, gene arabaya bindim, bir taraftan da gelen var mı diye bekliyorum. Gelen giden olmadı. Az sonra ağabeyim geldi. Pazar yerine gittik. Balkondaki çocuk uzun zaman gözümün önünden gitmedi. Beyaz yüzlü, çakır gözlü birisiydi. Salt Kırklareli’ye değil Lüleburgaz’a gittiğimde bile o yüzü , o gözleri hep aradım. Nerde görsem tanıyacağım inancımı hiç yitirmedim. Ablamda da benzer bir duygu oluşmuş olacak, “O çakır gözlüyü unuttun mu, onu görsen o günü hatırlatır mısın?” derdi. Bunları kurarken uyumuşum. Rüyamda çakır gözlü falan yoktu ama, o günlerin güzel bağlarında gezdim. İnsanlar bana üzüm veriyorlar. Kesinlikle üzümleri almıyorum. Onlara, “Rüyada üzüm yemek iyi sayılmazmış!”  diyorum. Gülüyorlar.

 

31 Ocak 1939 Salı

 

Uyanınca aklıma bir konunun takıldığını anladım. Sartlılarla, Frikyalıların bir birine çok yakın olduğunu, uygarlıkları gibi, olayların bir birine karıştığını düşündüm. Sümerlerle, Asurlular da öyle. Yunanistan’dakiler ise daha karışık. Bunları daha ayrı renklerle yazmalı. . Böyle düşünerek dersliğe indim. Deftere baktım, ayrı ayrı yazmışım, üstünden kolayca renkli geçirilir. Hemen başladım. Halil geldi, gördü, hemen, “Gene bir keşfin var galiba!”  dedi. Anlattım. Öyle daha yararlı olacağını düşünüyorsan, öyle yap, önemli olan o bilgilere sahip olmaktır!”  deyince sevindim. Frikyaılar, mavi, , Sartlılar kırmızı, Sümerler kırmızı, Asuriler mavi. Oldukça rahat bir duygu içinde kahvaltıya gittim. Fikret Madaralı kardeşiyle gelmiş, bir yüksek okulda okuyan kardeşi var. Fehmi Madaralı. Fikret Madaralı. İlk adlarının ilk adlarını yazarak Soyadlarını yazsalar karışacak. Halil gülüyor. “Karışır mı? imzalarını atarlar. “İmzalar karışmaz mı? İşte benim için yeni bir olay. “Herkesin bir imza şekli vardır, bu imza başkalarınınkine benzemez. Benim imzam yok, hemen bir imza bulmalıyım. Karalama defterimin arkasından dört sayfayı imza bulma karalamasına ayırdım. Fikret Madaralı Öğretmen “Günaydın!”  dediğinde ben harıl harıl imza atıyordum. Telaşla kitapları topladım, ödev defterimi açtım. Kitaptan Yunanlıları açtım. Öğretmen sıraların arasında gezdi, benim kitaptaki Yunanlıları görünce bana, Sen ivedi gitmek istiyorsun ama bizim yükümüz ağır, biraz ağır gitmek zorundayız. Çalışan arkadaşlarınızın, daha doğrusu zamanında çalışmayan arkadaşlarınızın şimdilerde çalışıp çalışmadığını görmemiz lazım. Bu nedenle Yunan Yarımadası, biraz bekleyecek!” Arkasından defterini çıkardı, sayfaları çevirdi, yüzünü ekşitti. Kürsüye çıkarak “Gönüllülerle başlayalım, gönülsüzler onlardan cesaret alarak bizi üzmezler!”  dedi. Yüzlerimize baktı. “Yazılıda dört, dörtten az not almış olanlar içindir bu sözlerim!” Arif Kalkan, Sefer Tunca, Yusuf Asıl, Hilmi Altınsoy, Kadir Pekgöz parmak kaldırdılar. Arif Kalkan’ı kaldırdı. Hun Türklerinden, Göç Yollarından, Tarih çağlarından sorular sordu. Arif Kalkan az konuştu ama, büyük yanlışlar yapmamaya dikkat etti. Yerine oturdu. Yusuf Asıl kalktı. Benim korktuğum onun başına geldi. Asurlular yerine Babillileri, Frikyalılar yerine Sartlıları anlattı. . Yusuf öyle bilgiççe anlattı ki parmak kaldırılıp uyarılınca Öğretmen susturdu, “yanılan arkadaşınız değil ben, arkadaşınıza doğru soruyu ben soramamışım!” deyip güldü. Yusuf Asıl da azar işitmeden yerine oturdu. Bu kez İdris Destan parmak kaldırdı. Öğretmen onu kaldırdı. İdris çok heyecanlandı. Arif’e sorduğu soruyu sordu. Arif’in yarım cevaplarına Öğretmen yardım etmiş, doğru yanıtı vermişti. İdris durumu kavrayamadı, bocaladı. Öğretmen yerine oturmasını söyledi. Kadir Pekgöz’ü kaldırdı. Kadir Sümerleri doğru anlattı, Batı Hunlarını karıştırdı, Hititlerle Ferikyalıları karıştırdı. Azar işitmeden oturdu. Zil çalınca içim rahatladı. Arkadaşlar, hiç mi çalışmıyorlar, bellekleri mi çok zayıf? Ben buna da şaşırıp sıkılıyorum. Kadir iyi konuşuyor, konuya doğru başlayıp arkasından başka yere kayıveriyor. Fikret Öğretmen kayıt zamanını anımsadı. Kadir’in babası Kadir’i kayda getirince beni gördü, sahip çıktı, kayıt yapan Fikret Madaralı Öğretmene, “Bir oğlum da budur deyip beni gösterdi, yakınlığımızdan söz etmişti. Fikret Öğretmen onu anımsadı herhalde, Kadir yanlış yanıt verince, bana “Hemşerinle beraber çalışmıyor musunuz? “ diye sordu. Kadir’le her zaman beraber çalışabilirim. Yeter ki o istesin. Tarih dersini sıkıntılar içinde geçirdim. Coğrafya da o şekilde geçti. Sabit Öğretmen, soru soruyor. Cevap verilmeyince dakikalarca bekliyor. Uzun bir sessizlik oluyor. İşte bu sessizlikler beni iyice rahatsız ediyor. İki saat boyunca beş arkadaş kalktı, Arif Kalkan, Hilmi Altınsoy, akılda kalacak birkaç söz söyledi. Ötekiler ağızlarını bile açmadılar. Fettah Biricik hiçbir söz söylemeden yerine oturdu. Ali Önol, sorulan ikinci sorulara tek tük söz söyledi. Ahmet Güner, ilişkisi olmayan sözlerle karıştırarak konuştu. Kolay yön bulmalar, akar sular, güzelim iklim soruları yanıtsız kaldı. Oysa bu arkadaşlar bunların çoğunu buraya gelmeden bile biliyorlardı. Harita üzerindeki. Ölçekleri okuyamamaları ise oldukça şaşırtıcı. Fettah’a Öğretmen, harita üstündeki yazılı rakamları okutamadı. Öğretmen çok üzgün olarak ayrıldı. Öğretmen sorulara cevap beklerken yüzünü izledim. Yüzü beyazlaşıyor, az sonra gene kızarıp karaya dönüşüyor. Gözlerini sık sık kırpıştırıyor. Besbelli Öğretmen bu durumdan çok sıkılıyor. Öyle ki her zaman gülerek “Allahaısmarladık!”  diyen Öğretmen bugün yürüyüp gitti. Fikret Madaralı da yürüyüp giderken başını eğip yarım ağızla, “Allahaısmarladık!”  dedi. Öğle yemeği oldukça neşesiz geçti. Mehmet Yücel dün kendisini görüp de konuşamadıkları arkadaşını bekliyor. Mustafa Saatçi ise “Gelmez o!”  diyor. Nedenini açıklıyor. “Mehmet Yücel’e kesinlikle Kırklareli’ de başka bir acayip isim takılmıştı. Bu çocuk, o ismi birden anımsayamadı, Ceylan Mehmet, dedi. Sonradan aklına geldi, gelip onu söylerse eski arkadaşını üzmüş olacak. İyisi mi görünmesin daha iyi!” Oldukça sıkılmış olan arkadaşlar Mustafa Saatçi’ nin varsayımlarına gülüyorlar. Atölyede dünkü tartışma yinelendi. Yapı konstrüksiyonlarını kim inceleyecek. Namık Öğretmen gelince bizi ayırdı, atölyeye gönderdi. Öteki arkadaşlar kazma kürek alarak Babaeski yolu tarafına bir yol eklediler. Okulun arka bahçesi denilen boş arsa bahçeye dönüştürülecekmiş. Geliş gidişlerde ezilmesin diye yaya yolu yapılacakmış. İlk çalışmalara bugün başlanıyor. Biz gerçekten beş arkadaş kocaman resimli kitaplara tekrar tekrar baktık. Resimlerin çoğu çizim resimleri ama kocaman binalar, kuleler, köprüler, asmalı köprüler. Yabancı dille yazılı olmalarına karşın, şehir adlarına göre nerede olduğunu buluyoruz. Paris, Berlin, Roma. Yol kazıcılar geldi, çok neşeliler. Mehmet Yücel’e takıldılar, “ Öğretmene söz geçiremedin!” Mehmet, Öğretmene: “Onlar, …. . yolu kazsınlar!”  demişti. Temiz yol kazdık!”  deyip gülüyorlar. Dersliğe neşeli olarak döndük. Yarın sözlü sınav korkusu yok. Ömer Uzgil Öğretmen, yoklamalar için “Vakit var!”  demişti. Sayıları öğreniyoruz. Bu akşam tüm Almanca çalışacağım. Hüsnü Yalçın’dan sordum, Bulgarca ile Almanca arasında bir yakınlık var mı? “Yok!”  diyor. Bulgarca, daha çok Rusça ya benziyormuş. Elliye dek sayıları yazdım, yanlarına Türkçe okunuşları işaretledim. Açık açık yazmayı Öğretmen doğru bulmamıştı. On, yirmi, otuz, kırk, elli başlarına işaret koydum. Çok kolay ezberledim. Z harfi dışındaki söyleyişleri doğru söylüyorum. Z harfinin ts gibi okunuşu bazen de daha değişik söylenişi şaşırtsa da çoğunlukla doğru söylüyorum. Halil Almanca dersini iyi kavradı, okumalarda hiç zorluk çekmiyor. Pısırıklık etmeden cesaretle sözcükleri söylüyor. Ben, yanlış söylemekten korkarken yanlışlıklara kolayca düşüyorum. İsmet Almanca dersinde çok iyi. İsmet benim kanıma göre hiç çalışmıyor, oyun peşinde. Şakalaşıyor, ona buna takılıyor, küçük sınıflara gidiyor, onlarla arkadaşlık yapıyor. Kardeşi Sabri’yi özlediği için çocuklarla oynuyormuş. O sınıfların Öğretmenleri Ömer Tunalı ile Adem Gürçağlayan da İsmet’i seviyorlar, nerdeyse onu onlar çağırıyorlar. İsmet’e bir ad takmışlar, Öğretmen yardımcısı anlamına geliyormuş. İyi ama bunlar, İsmet’in çalışma zamanını kısaltıyor. Bazen kızıyorum, İsmet susuyor, sonra “Dayı babama yazmayacaksın değil mi?” diyerek beni yokluyor. Nasıl yazarım ki? “İsmet bu durumuyla sınıfın en iyilerinden, hiç zayıf dersi yok. İsmet’le kendimi karşılaştırırken çok eskilere gittim. Annemin ölümünden sonra beni sık sık teyzemlere götürürlerdi. İki teyzemin evleri yakın bir dar yolla ayrılıyorlardı. Elif teyzemin oğlu benden büyüktü. Onunla oynamak istemezdim. O, “ Bana dayı diyeceksin!” diye asılırdı. Bense benden küçük olan Zühre teyzemin oğlu İsmet’le oynamak isterdim. İsmet, ben ne dersem onu yapardı. Bir gün İsmet’i doktora götürdüler. İsmet para yutmuş. Zühre teyzem, durmadan ağlamıştı. O zaman Elif teyzeme gittim, zorunlu olarak onun oğlu Mehmet’e dayı demeye başladım. Şimdilerde bunu bana Mehmet dayım da sık sık anlatıyor. “Sana zorla kendime “Dayı dedirtmiştim, anımsıyor musun? “ diye sorar. Bense gününü, nerdeyse saatini bile unutmuş değilim. Ama pişman da değilim. İyi ki Mehmet dayım var, Elif teyzem var! . Nerden aklıma geldi şimdi bu? İsmet’le oynardım da ablası Ayşe ile neden oynamazdım? Ayşe benimle akran. Yani C’den farkı yok. C ile hep bir arada olmayı istediğim halde nedense Ayşe’ye uzak duruyordum. Benden sonra yatanların sesi kesildi, ben çocukluğumda dolaşıyorum, sözde yatar yatmaz uyuyacaktım. Olmadı…. Kendi kendime gülümseyerek”  Schlafın sie, bitte Herr İbrahim!”  diyorum. Doğru mu söylüyorum? İnsan kendisiyle sizli bizli konuşur mu? Kuşkusuz yanlış söylüyorum. İch’li mihli bir şey söylenmesi gerekir. Ömer Uzgil Öğretmenin sesini duydum. Elinde bir sopa, doğru bana geliyor. Onu böyle hiç görmediğimi anlatıyorum. Etrafımda insanlar var, hiç birini tanımadığımı anlayınca büsbütün şaşırdım. Heyecanla doğruldum. Rüya olduğunu anlayınca sevinerek gene yattım.

 

1 Şubat 1939 Çarşamba

 

Guten Tag sesleriyle uyandım. Gözlerimi açmasam kendimi hala rüya da sanacaktım. Hilmi Altınsoy uyanmış ama kalkmamış, gelene geçene”  Guten Tag!”  diyor. Böyle demeleri benim işime yaradı. Hiç değilse kulaklarım bu sese alıştı, ben sde cesaretlenip “Guutın Tag!” diyorum. Ömer Uzgil Öğretmen, çok dikkatle dinledim, ilk heceyi uzatıyor, “ten”  hecesini de “tın”  olarak söylüyor. Sayıları yüze dek uzattım. En büyük zorluğu 11, 12 sayıları ile yetmişli basamaklarda çekiyorum. Kahvaltıda Ömer Uzgil, Sami Akıncı’yı çağırdı birşeyler söyledi. Sami derslerde olduğu gibi yemeklerde de çok hızlı. Şaşılacak çabuklukta yemek yeyip kalkıyor. Yemeğe her zaman geç gelen o, hepimizden erken kalkan gene o. Öğretmenin yanından ayrılınca yandan yürüdü gitti. Dersliğe girince anlaşıldı tahtaya bir yığın yazı yazmış. Daha doğrusu biz geldiğimizde yazıyordu. au=eu-heute, neu, Deutsch. eh, Lehrer. tsch, Deutsch. v, vier, verstehen. j, jetzt, der junge. ei, weis, zwei, klein. ch, machen, auch…. Öğretmen gülerek “Guten Tag!”  dedi karşılık verdik. “Sitsen sie!”  oturduk. Öğretmen “Çok geç başladık, yavaştan aldık ama yarı ders yılını da tamamlamak üzereyiz. Ara tatiline çıkmadan bir iki ders yapalım. Bu nedenle azıcık sizi sıkıştıracağım. Başlangıçta zor gibi görünen bu kurallar aslında çok kolaydır. Bizim dilimizde de yabancılara zor görünen kurallar vardır. Örneğin siz belki şimdiye dek hiç üzerinde durmadığınız kurallardan bir tanesi sessiz harflerin okunmasıdır. Sessiz harflerimizin hepsi “e”  sesli harfi ile okunur. Be, ce, de, fe gibi. Bu bir kuraldır. Yaba ncılşara bunu kural olarak anlatırlar. Yazdığımız Almanca okunuşlar da böyle birer dil kuralına dayanmaktadır. eh, z, schw, v, ch, sp, st, ei. Bunları sesli okuma- konuşma izni verildi, seslendirme yaptık. Sonra sıra ile ayrı ayrı okuduk. Daha sonra da kitabımızdaki parçalardan gösterilen harflerle, hecelerle yazılmış sözler seçtik. das Madchen, verstehen, schwarz, schwer, der Vater, das Buch, nicht, spazieren, das Stück, nein, schreiben. Bir çok arkadaş tahtaya kalktı, kitaptan parçalar okudu. İki üç kez parmak kaldırdım, Öğretmen bir kez soru sordu, doğru yanıt verdim. Bu gün Almanca dersi inanılmaz canlı, neşeli geçti. Almanca kolaylaşmış gibi geldi. Öğreneceğime inandım, umudum arttı. Öğretmenin tavırlarına göre Halil de iyi bilenlerden biri, üç kez yanlış düzelttirmek için onu kaldırdı. Ödev olarak kısa bir bilmece şiirle iki okuma parçası verildi. Sayılar yüze dek sıra ile sayılacak, aralıklarla söylenecek, tanınacak. Şiir bilmece, düz yazı olarak anlatılacak. Salih Ziya Büyükaksoy bu gün derse gelemeyecekmiş, Öğleden sonra Tarım Bahçesi’ne gidilecekmiş. İki saat rahatça çalışacağım. Bir saat Türkçe, bir saat Tabiat Bilgisi. Türkçe dersi olarak önce çıkardığım yanlış söylenen sözleri tekrar tekrar okuyup yazdım. Yaparken, ederken, okurken gibi sözlerde kimi zaman “ken”  kan olarak çıkıyor. En çok bunda yanılıyorum. Koklarken, açarken, yaşarken, içerken, uçarken, uyurken, büyürken, gülerken, çalışırken, gelirken, yerken. . yazıyorum. Halil baktı “Öyle bulamazsın!”  dedi. Bir tane o söyledi “Bakarkan!” Bakarken. Anladım. Kaçarken, yaparken, uçarken. doğarken. Kalın seslilerle oluşan sözcüklerin ekleri incelecek. Yolarkanken, çalarkan-ken, koşarkan-ken, çalarkan-ken. dolarkanken. Alacağım, alacam, geleceğim, gelcem, geleceem, Gideceğim, gidecem, gitcem. Yazacağım, yazcam, yazacam. Yumurta, yımırta, armujt, armıt, kavun, kavın. çabuk, çabık. Yüzün üstündeki değişik söyleyişten bunlar kalmış. Bunlar da beni oldukça oyaladı. İyi ki Tarım Öğretmeni gelmedi, bunları daha aza indirdim. İyi bir tarafım var, düzelttiğim yanlışı bir daha yapmıyorum. Hem yazıyor, hem söylüyorum, örnekler üzerinde çalışınca unutmak zorlaşıyor. Tabit Bilgisini akşama bıraktım. Hemen aklıma geldi, hayvan adlarından yanlış söylediğim yok. Aslan, Arslan ikili söyleyişte herkes benim gibi. Türkçe Öğretmeni bir derste örnek verdi, ikisi de söyleniyor. Soyadı yasasına göre ikisi de geçerli imiş. Ancak yaygın olarak hayvanlar kralı için Aslan demek en doğrusuymuş. Maymun şempanzeler için de şenpanze diyenler çokmuş. Bunların doğrusunu kitaplardan öğrenecekmişiz. Salih Öğretmen yemeğe gelmiş, Arif Kalkan arkadaşa”  Zil çalınca kapı önünde toplanın!”  demiş. Toplandık, ilginç, Bugün çepin yok!”  diye sevinen arkadaşlara sürpriz oldu. Çepin yerine kazma-kürek alındı. Onbeş kazma onbeş kürek. Öğretmen yola çıkmış bekliyor. Arkadaşlar kural koydular. “Herkes elinde taşıyacak!” omuzlarda olunca yoldan geçenler görüp”  Amele!”  diyecekmiş. Halil’le gülüyoruz. “Sen bu işin içine girdiğine göre, başkaları ne derse desin!”  deyip geçmekten başka kurtuluş yok. Ben tarlada çalıştıktan, kazma kürek kullandıktan sonra başkasından saklamak bana ne kazandıracak. Bu gün görmezse yarın görecek. Bu bahçede biz çalışırken insanlar birgün mutlaka görecekler. İdris, İsmet, Abdullah, Yakup arkadaşlar, fırsat bulsa ellerindeki kazmaları atacaklar. İsmet’in elinden küreği çektim. “Ne yapıyorsun Dayı? “ diye sordu. Halil, “Dayının payına kazma düşmüş, bir de küreğim olsun istiyor, çok görme ver küreği!” dedi. İsmet razı olmadı. Bu kez şakacılar bağırdılar” Üzülme dayı, bütün kürekler senin olsun!” Bu kez ben, “Sonra siz ne yapacaksınız? Kürekler benim olur, kürekleri tutanları da ben seçecek olursam, sizin gibi iş kaçaklarının hali nice olur? deyince, “Dayı ile şaka konuşulmaz!”  homurtuları duyuldu. Çalışma yerimize girerken Öğretmen önümüzde durdu. Yapğılacak işleri söyledi, örnek çizdi, ikişer ikişer çalışmak üzere dağıldık. Halil’le beraberiz. Öğretmen yanımıza geldi. Bize hem yapılacak işleri hem de ekilecek fideleri anlattı. “Yakında bir tatiliniz olacakmış, tatilden sonra ekimlere başlayacağız!” dedi. Tatil sözünü duyan arkadaşlar, yarın gidiyormuş gibi sevinmeye başladılar. Öğretmen anladı, düzeltme yaptı. “Ben size tatil muştusu vermedim. Yatılı okullar ara tatili yapar, tatilinizi yaptıktan sonra ekim işlerine başlayacağız, dedim. Ben yönetici değilim, tatil haberi vermeye de memur edilmedim. Yanlış anlayıp yanlış tevatüre neden olmayın!” Gene de kazma kürtek tıkırtıları arasında tatil sözleri duyuldu. Daha önce çevresi çizilmiş tarhların topraklarını kazıp elercesine alt üst ettik. İkişer ikişer eşit ölçüde iş verildiğinden kimi zayıf bünyeli arkadaşlar gerçekten çok yoruldular. Hasan Üner’le Yusuf Asıl’a yardım ettik, sevindiler. Öğretmen saatine baktı, “Ancak gideriz!”  deyip erken iş bıraktırdı. Yola çıkınca Öğretmen “Bu yol, marşsız, şarkısız yürünmez!” dedi. Arkadaşlar daha marş öğrenmediğimizi öne sürdüler. “Öyleyse bir an önce marş öğrenin, neşeli gelip gidelim!” dedi. Dersliğe girince birileri gene pirelendi, “Zaten çalışarak rezil oluyorlarmış, bir de marş söyleyerek, dünyaya mı duyuracaklarmış. Sami Akıncı yanıt verdi, “Arkadaşlar bu okul böyle bir okul, iş, çalışma, okuma birlikte yürütülüyor. B una ayak uydurmak zorundayız. Ben de üzülüyorum ama gönlüme göre bir okul bulamadığım için buraya seve seve geldim, seve seve çalışıyorum. Böyle olumsuz konuşmalar yapıp kafalarımızı karıştırmayın. Arkadaşlara sorun, hepsi sizin gibi mi düşünüyor. Halil, Hüsnü, ben birileri daha karıştı “Hayır biz onlar gibi değil senin gibi düşünüyoruz.!” Uzun bir sessizlik oldu. Çalışır gibi kitaba bakarken kimden tepki geleceğini gözetledim. Hiç kimse yanıt vedrmeye yanaşmadı. Sanki Sami Akıncı onlara “Susun arkadaşlar!”  demiş de onlar da susmuş gibi sessiz kaldılar. Yemek zili çalınca her zamanki gibi güle oynaya yemeğe gidildi. Yemekte fısıltı halinde gene ara tatili. Bu kez haber kaynağı küçük sınıflar. Öğretmenleri onlara öuyle bir şey söylemişler. Kesin bir duyma yok, küçükler ağabeylerden sorunca, olay giderek yaygınlaşıyor. Gerçek şu, yakında bir tatil olacak ama zamanı, kesin değil. Derslikte herkes tatil planı tasarlıyor. İçimden gülüyorum, yarın iki dersten de sözlü yoklama var. Eğer tatil olacaksa tatile kadar her gün sözlü yoklama kesin, bedlki Almanca’dan da yazılı olacak. Bunları kimse düşünmüyor. Benim ailemden kimse ders durumumu sormaz, çalışacağımagüvenirler ama kimi arkadaşlara sorsalar ne yanıt alacaklar ki? Sınıfın yarısı ders notları bakımından üzücü durumda sınıfımız 30 kişi, 20 kadarı çok zayıf durumda. Halil’le bunu konuşuyoruz. Halil “Onlar düşünsün, bize mi kaldı tasası? “ diyor. “Tamam!”  Tabiat Bilgisi kitabımı açıyorum. Etoburlardan, kediler. Kediler üstüne belli bilgilerim var. E vde yaşarlar, İnsanlara yararlı hayvan sayılırlar. Evleri farelerden korurlar. Siyah, beyaz, gri, alaca, kahverengi daha başka renklileri olur. Yılda iki kez doğururlar. Bir doğumda 2-8 arası yavru yaparlar. İnsanların yediklerini yerler. Kendileri daha çok eti severler. Kuşları, tavuk civcivlerini, kendilerinden küçük canlıları yerler. Ev içine iyice alışanlar, fare dışında pek avlanmazlar. Kendilerini seven insanları iyi tanırlar, onlara çok naz yaparlar. Genellikle şubat aylarında topluca yavru yapmak için ayaklanırlar. Suya girmezler, yavrularını dilleriyle temizlerler. Köpekler hakkında da bu kadar bilgim var. Ancak sırtlanlarla sansarlar hakkında ki bilgim kitapta yazılandan fazla değil. Sırtlan görmedim, sansar bizim taraflarda olmadığı için adından başka bir bilgim yok. Hilmi Altınsoy görmüş, onların oralarda oluyormuş, arada avcılar yakalıyormuş. Çok yırtıcıymış, kedinin az daha küçüğüymüş ama daha uzunmuş. Ayıları da, oynatanların köye getirdiklerinde gördüm. Eşekle köpek arası irilikte, insanların dediklerini yapabilen bir hayvan. Onlar da insanların yediklerini yermiş. Et yeyicilerin en vahşilerinden sayılırmış. Babam, ayıların bal sevdiğini, kırda ağaç kovuklarına, taş yarıklarına bal yapan arıların ballarını bulup nasıl yediğini anlatırdı. Ayrıca köylerde sepetli arı kovanlarını ayıların sırtlayıp gittiği görenler çok olmuştur. Kovanı olduğu gibi önce suya atıp, arıları boşalttıktan sonra yemeleri onlların oldukça kurnaz olduklarının belirtisi sayılmaktadır. Konumuzun bir başka tür hayvanları geviş getirenler. Sığır, manda, keçi, koyun. bunlar bizim baktığımız hayvanlar. Bunlar hakkında da oldukça doğru bilgilerim var. Kitabı kapattım, öyle düşündüm. Kalktım gittim gazete okudum. Necmettin Sadak gazetenin ilk sayfasında yazıyor. Baktım, hergün öyle. Şevket Rado ikinci sayfada, Va-Nü ise tefrika yazıyor. Tefrika, dünden devam yazıları var. Bunlar ne? Not ettim, Öğretmenden soracağım. Halil’le konuştuk o da, “O adam hergün aynı şekilde yazıyor!” dedi. Aynı şekilde yazıyor ama değişik şeyler yazıyor. Bir de sıra numarası var, bu numaralar her gün artıyor. Öteki yazılarda böyle numara yok. Çalışmayı bıraktım, Emrullah’la Hüsnü hiç durmadan konuşuyorlar. Onlara takıldım” Ne konuşuyorsunuz? Ders çalışıyorlarmış. Ben konuşunca kestiler. Bulgaristan’da çocuklar daha çok çalışıyormuş. Öğretmenler daha çok ödev veriyormuş, öğrenciler de o ödevleri dikkatle hazırlayıp getiriyormuş. Her öğrenci verilen ödevi yapmak zorundaymış. Ödevini vermeyen öğrencvi okul müdürüne götürülüyormuş, ceza bile veriliyormuş. Bizde ise bir çok öğrenci kaçamak yaparak, çalışmadığı halde çalışmış gibi arada kaynıyormuş. “Pekiyi, siz neden burada bildiğiniz yöntemlerle çalışıp başarılı olamıyorsunuz. ? “dedim. Konuşmaları anlamakta zorluk çekiyorlarmış. Bilgiler daha önceki öğrenmelere dayalı gittiğinden konuşmalara yabancı kalıyorlarmış. Örnek verdi, tarih dersi, coğrafya dersi hiç okumamışlar, ya da salt Bulgaristan üstüne okumuşlar. Türkçe üstüne de fazla bilgi verilmemiş. Bizim, “Biliyoruz!”  diye ortaya atıldığımız bir çok konuşmalarda onlar şaşırıp kalıyormuş. Konuşunca onlara biraz daha acıdım. Ben okumuştum ama ara vermeden dolayı unutmanın acısını çekiyordum. Giderek eksikliklerimi kapatmaya başladım. Onlar ise benim bildiklerimi hiç öğrenmemişler, şimdi nerdeyse ilkokul beşinci sınıf bilgilerini de okuyorlar. Bir kez daha beraber çalışmayı önerdim. Hüsnü razı, Emrullah “Bırakın yahu!”  deyip eliyle olmazlığı seçiyor. Böyle deyince onu yalnız bırakmak istemeyen Hüsnü Yalçın da özür diliyor. Onların bu çekinikliğine Halil de ben de şaşıp kalıyoruz. Türkçe Öğretmeni kaç kez söyledi, “Onlarla yakınlık kurun, yardımlaşarak çalışın!” dedi. Sorarsa ne diyeceğiz? Halil rahat, “Sorarsa doğruyu söyleriz!” Bu gece bunları düşünerek yattım. Babam, ailem üç saat ötede, istediğim zaman gidip onları görebilirim. Bir ay içinde Ali Ağabeyim iki kez geldi, Zühreteyzam-Muhittin eniştem geldi. Hüsnü ile Emrullah ise ailelerinden kopmuş durumda. Gitseler geri gelemiyorlarmış.

 

2 Şubat 1939 Perşembe

 

Zil sesiyle uyandım. Hasan daha önce kalkmış, okuma kitabı elinde, Kemalettin Kamu’nun şiirini okuyor. Ezberliyemiyormuş. Güldüm, ben çoktan ezberledim. Hasan sayısız kitabın yazarını tanıyor, konusunu anlatıyor, 12 satırlık bir şiiri ezberliyemiyor. Bensed şiiri kolay ezberliyorum ama kitapları, yazarları kolayca kolayca karıştırıyorum. Okuduğumuz beş şiiri ezberledim. Yazar olarak bir Ömer Seyfettin’i, Mehmet Akif Ersoy’u, Faruk Nafiz Çamlıbel’i, biraz da Aka Gündüz’ü biliyorum. Kemalettin Kamu’nun adı bana hoş gelmedi, ondan mı ne onu bir türlü tam öğrenemedim. Enis Behiç Koryürek de öyle. Okuyorum, çabuk unutuyorum. Kahvaltıya Hasan Üner’le gittik. Hasan, Sabit Soysal’dan hoşlanmamış, “Konuşmalarının çoğunu anlamıyorum!” Hasan ilgimi çekti, Sabit Öğretmen bir sözü çok söylüyor. Aylardır dikkat ediyorum o sözü bir türlü anlayamıyorum Şümüdüm-şimidim, şümdüm-şimdim gibi ses çıkaran bir sözcük. Her zaman değil, arada konuşurken. Ağzında yuvarlayarak söylediği için tam anlaşılmıyor. Arkadaşların ilk günlerde daha ilgisini çektiği için kardeşinden sormuşlar. O da, “Şimdi sözünü çak tekraralar!” demiş. Bence bu söz “Şimdi”  olamaz. Arkadaşlar, Namık Ergin Öğretmene sormuşlar, “Erzurum tarafında öğle konuşulur!”  demiş. Bugün çok dikkatli dinleyeceğim. Şümdim mi, şümüdim mi, Şümdüm mü? olacak. Türkçe Öğretmeni kahvaltıya geldi. Böylece benim dersim kahvaltıda başlamış oldu. Ahmet Haşim, Ziya Gökalp, Kemalettin Kamu hakkında bilgi buldum. Ziya Gökalp ben bebekken, Ahmet Haşim, ben ilkokuldayken ölmüşler. Kemalettin Kamu ise yaşamaktadır. Dersliğe gittiğimde büyük bir sessizlikle karşılaştım karşılaştım. İçimden, Öğretmen gelmiş galiba, deyip yerime oturdum. Yavaşça bakındım Öğretmen falan yok. Geçen ders oldukça sıkıntılı bir sözlü yoklama yapılmıştı, aynı durum bugün de olacak korkusu, herkesi sindirmiş. Bu sessizlik üzerine Öğretmen geldi, güler yüzle “Günaydın!”  dedi. Oldukça canlı karşılık verdik. Öğretmen kimi zaman yaptığı gibi sıraların arasında gezdi, birkaç arkadaşın defterine baktı. Salih Baydemir’in yazısını beğendi. Kaldırıp yakındakilere gösterdi. “Bakın bu arkadaşınızın yazdığı yazıyı, siz neden yazamıyorsunuz? kendinizi bu uğurda zorlayın. Yazı yazmak insanın elindedir. Boyunuzu uzatamazsınız, saçınızın rengini değiştiremezsiniz ama ellerinizi kullanarak güzel yazı yazabilirsiniz!” İsmet’in yanına gitti. İsmet’e senden beklediğim dikkati göstermiyorsun, dayın senden güzel yazıyor. Daha doğrusu güzel yazmaya başladı. Sakın bu yarışı bırakma, ona övünme fırsatı verme!”  dedi, güldü. Ben hiç duymamış gibi sustum. “Bu kez de son numaralardan yoklamaya başlayalım!”  diyerek not defterini çıkardı, “79 Ahmet Güner!”  dedi. Ahmet besbelli bir korku içinde “Efendim!”  dedi, duramadı bu kez de “Benim!”  dedi. Öğretmen “Evet, ben de senin numaranı, adını okudum!” diye yanıt verdi. Bu konuşma arkadaşı daha çok şaşırttı. Öğretmen durumu anladı, yerine oturmasını söyledi. Arkadaş oturdu. Bu kez okuma kitabından okuduğum uz parçalardan birini açtırdı. Arkadaş açtı, yarıya dek okudu. Okunan bölümü anlattırdı. Ahmet çok okumuş olacak, hem parçayı doğru güzel okudu. Hem de olayı anlattı. Ahmet güzel şarkı söyleyen bir arkadaşımız, sesi oldukça gür. Parçaları çoğumuzdan güzel okumaktadır. Öğretmenin dikkatını çekti. Enis Behiç Koryürek’in Gemiciler şiirini okuttu. Bu kez Ahmet şiiri güzel okuyamadı. Kemalettin Kamu’nun Akdeniz’dern geçerken şiirini okuttu. Ahmet bu şiiri çok güzel okudu. Öğretmen “Aferin!” dedi. Ödev defterine baktı, geri verdi, oturmasını söyledi. Hüsnü Yalçın’ı tahtaya kaldırdı. Bir kaç cümle söyledi. Hüsnü söylenenleri, bekleye bekleye çok ağır yazdı. Şiir ezberleyip ezberlemediğini sordu. Ezberlemiş, biraz yardım edilerek okudu. Alfabedeki harfleri sordu. J, g, f, z, p, b harflerini tahtaya yazdırdı. Hüsnü Yalçın bunları doğru, oldukça düzgün yazdı. Öğretmen yerine oturmasını söyledi, oturdu. Öğretmen az duraksadı, bu ara sıra kendisine geldiği için Emrullah Öztürk kalktı tahtaya yöneldi. Öğretmen onu durdurdu. Öğretmen, “Önce adını okumadım bir, hele tahtaya kaldırmayı hiç düşünmedim, iki deyip Emrullah’ı yerine oturttu. 76 Arif Kalkan’ının numarasını okudu. Arif kalktı. Ona da Hüsnüye sorduklarını sordu. Arif onları rahatlıkla yaptı. Bu kez Ahmet Güner’e okuttuğu şiirleri okuttu. Arif de Gemicileri güzel okuyamadı ama, ezberlediğini okumak istediğini söyledi. Öğretmen izin verince Arif şiiri ezber daha güzel okudu. Öğretmen yazılı notunu sordu, yerine oturmasını istedi. 75 Yakup Tanrıkulu hazırlanıyordu. Öğretmen ona başıyla “Otur!”  işareti verdi. 74 Mehmet Başaranı kaldırdı. Önce ödev defterine baktı. Defterin bir tarafındaki şiirleri gördü, sayfaları çevirdi. Bir tanesini işaret etti. Rıza Tevfik’in Fikret’in Mezarın’da şiiriydi. Mehmet Başaran okudu. Güzel okudu, şiir de çok güzeldi, hepimiz etkilendik. Öğretmen hepimize sordu, “Güzel şiir değil mi? “ dedi. Bir düz yazı okuttu. Hüseyin Cahit Yalçın’dan Kayıkçı. Mehmet Başaran soruları yarı yarıya doğru yanıtladı. Sanırım bunun için Öğretmen” Öylemi? Bu, bu mu? sorular sordu. Zil çalınca Mehmet Başaran yerine oturdu. Ancak Öğretmen, Mehmet Başaran arkadaşımızdan ötekilere göre daha hoşnut olmuş izlenimi verdi. Bana göre bu gün kalkanların hemen hemen hepsi en az beşer numara aldılar. Mehmet Başaran herhalde 7-8 dolayında almıştır. Zaten onun yazılı notu da yazıf değildi. Pek çıkmazken bugün su içmek için çıktım. Halil çıkmadı” Sıra bana gelebilir!” deyip kitabı karıştırıyor. Halil de yazarlardan, ezber şiirlerden çekiniyor. Okuması, yazması çok iyi.

Halil haklı imiş, Öğretmen geldi, hiç duraksamadan 72 Hüseyin Orhan’ı kaldırdı. Hüseyin Orhan sessiz sakin çalışanlardan, adı söylenince rahat rahat kalktı. Öğretmen tahtaya çağırdı, elindeki kitaptan cümleler söyledi. Arada geçen sözleri işaret ettirdi. Felaket zamanı, ebedi dostluk, vefa borcu, sadakat yemini, gibi sözler geçiyordu. Hüseyin Orhan bunları rahatlıkla açıkladı. Öğretmen not defterini açtı baktı, ters olarak masaya koydu. Yazarlardan kimleri tanıdığını sordu. Arkadaş soruyu anlayama, “Hiç kimseyi tanımıyorum!”  dedi. Öğretmenle birlikte biz de güldük. Arkadaş da güldü, anladı, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel’i defterine yazdığını söyledi. Öğretmen, Ahmet Haşim’den okuduğumuz parçayı sordu. Arkadaş anımsayamadı, arkadaşlar fısıltılarla uyardılar. Ancak arkadaş bunu yararlı görmedi susmasını sürdürdü. Bu kez Öğretmen güldü, “Arkadaşınız “Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğini iyi biliyor, bu hepinize bir ders olmalı!” dedi. Eliyle bana işaret ederek, “Bu sözün anlamını açıklar mısın? diye sordu. Çok küçük yaşlarımdan beri babam dan sık sık duyduğum bir sözdü, benden çok ağabeylerime, yanlış iş yaptıklarında söylerdi. "Taşıma suyla değirmen dönmez!” Açıkladım, “Bir işi yapmadan önce onu oluşturacak araç-gerecin hazırlanması, yeri gelince kullanılması, işe başladıktan sonra araç gereç aramaya kalkılırsa iş beklenilen sonucu vermez! ’ Öğretmen örnek istedi. Evden örnek verdim. “Yengem yoğurt yapmaya kalkmış, sütü pişirmiş, yoğurt için maya gerekli, koşmuş komşulara, bulamamış. Söylenerek eve dönerken babamla karşılaşmış. Babam olayı öğrenince, “Mayanı önceden hazırlayacaktın, boşuna mı demişler taşıma suyla değirmen dönmez!” diye. Öğretmen örneğimi sanırım beğenmedi başka arkadaşlara sordu. Parmak kaldıran arkadaşlar daha güzel bir örnek veremediler. Gülümsedim. Öğretmen” Ne o başka bir örnek mi düşündün?” dedi. Başka bir örnek verdim. Köyümüzde büyük bir böyge bağlıktır. Üzüm zamanı zarar görmesin diye herkes kendi bağını bekler. Köyde birileri türlü bahanelerle beklemeye gitmez gidenlere, ricada bulunur, “Benim bağa da göz kulak ol!”  der. Bugün birine bir başka gün ötekine derken bir akşam domuz sürüsü bağa girer bağı yere indirir. Bunu duyan komşular” Kendisi gidip bekleseydi bu olmazdı, şunu bunun yardımıyla bukadar olur. Boşuna dememişler, “Taşıma suyla değirmen dönmez!”  diye. Öğretmen gülerek, “Biraz daha beklesek, daha iyisi için direteceksin değil mi?” diyerek bana takıldı. Hüseyin Orhan oturunca Öğretmen bir bana bir Halil Basutçu’ya baktı. Bana “Kurnaz, değirmendi, suydu derken sıranı atlattın, değil mi?” dedi. 63 Hilmi Altınsoy’u kaldırdı. Hilmi çok heyecanlı arkadaşlarımızdan. Şen, şakacı ama belli derslerde biraz ürkek. Öğretmenlere karşı da öyle. Kültür dersleri Öğretmenlerine karşı biraz çekingen. En çok da Türkçe Öğretmeninden çekindiğini söylüyor. Öğretmen Hilmiye önce sordu “Çalıştın mı? “Hilmi, çalıştığını söyledi. İstiklal Marşı’nı okuttu. Şafak, sancak, en son ocak, o benim milletimin yıldızıdır, parlayacak söz dizelerinin açıklattı. Hilmi heyecanını atlattı, öteki soruları da doğru yanıtladı. Ödev defterini düzgün tutmamış, Öğretmen” Bugün baktığım defterler içinde en özensiz senin defteri gördüm!” dedi. “Önümüzdeki günlerde defterini daha düzenli görmek istiyorum!”  uyarısında bulundu. Bugünkü Türkçe dersimiz oldukça sakin geçti, arkadaşlar daha dikkatlı dinlediler, kalkanlar da oldukça hazırlıklı çıktılar. Öğretmen gazete okuyanları sordu. Arkadaşlar en çok benim okuduğumu söyledi. Bu kez Öğretmen bana pazartesi dersimiz için bir makale okumamı, makalenin konusu, yazarını hakkında notlar almamı, arkadaşlara tanıtacak şekilde hazırlanmamı söyledi. Makaleyi öğrendim. Akşam gazetesinin ilk sayfasının ilk yazısı makaleymiş. Necmettin Sadak’ın yazdıkları makaleymiş hem de başmakaleymiş. Öğretmen çıkınca bana makaleci filan diyenler oldu. Ben de onlara makarnacılar, kendiniz yapmıyorsunuz, yapanlara da sataşıyorsunuz!”  deyip susturdum.

Beşinci sınıftan öğrencilerinden biri elinde bir kağıt beni arıyor, kağıdı aldım, adım numaram yazılı, Md yardımcısı Ömer Uzgil çağırmış. Odası dersliğin karşı koridor ucunda biliyorum ama odasına hiç girmemiştim. Korkarak girdim. Odasında Ali Ağabeyim, ne yapacağımı bilemedim. gülümsedim, ben bir şey diyemen, Ömer Uzgil Öğretmen “Bak ağabeyin senin için 24 saat izin aldı, kitaplarını topla ya da sıra arkadaşına emanet et, yarın öğlede, arkasından da: “Haydi bunu akşama diyelim, yarın akşam burada ol!” dedi. Ağabeyim teşekkür etti. Çıktık. Kapı önünde ağabeyim olayı anlattı. Bu sıra arkadaşlar derse girmişti. Kitap, defter düşünmeden, alt kata inip şapkamı, yanıma alacağım gereksinimleri küçük torbama sıkıştırıp çıktım. Nöbetçi arkadaşımız Recep Kocaman’a izinli gittiğimi söyledim. O da Halil Basutçu’ya söyleyecek. Ali Ağabey’e yetiştim, okulun Pancar köy tarafındaki köşede bizim atlı araba duruyor, içinde bir yabancı var. Sonunda sordum, ağabeyim anlattı. Babaeski yakınındaki Sofuhalil köyündeki Nefise halam rahatsızlanmış, kartdeşi olan babamı çağırtmış, ağabeyim babamı o köy getirmiş. Konuşulurken halama benim Alpullu’da olduğumu söylemişler. Hasta olan halam beni görmek istemiş. Ali ağabeyim de Hüseyin amca ile gelip beni almışlar. Arabadaki halamın küçük oğluymuş. Ben iki yıl önce gittiğimde görmemiştim, başka köyde oturuyor, demişlerdi. Büyüğü Hasan amcayı biliyorum, Kiremitçi Hasan olarak Babaeski’de tanınır. Konuşa konuşa köye ulaştık. Yol, bizim yürüyüş yaptığımız tepeden dönünce iniş aşayı oldukça çabuk gidilen bir yakınlıkta. Nefise halam, babamın yedi kardeşinin en büyüğü. Ondan küçük Ali, Ahmet amcalarım, dördüncü kardeş Elfide halam, Kırklareli Ahmetler köyünde. Onun küçüğü Mehmet amcamla babam, en küçükleri de Bektaş amcam. Bunları babam bana sık sık anlatırdı. Amcalarımın, halalarımın çocuklarını da ezbere bilir sayardım. Nefise halam, beni gürüp sarılınca aynı sözleri söyledi, “Bir birinizden kopup gidiyorsunuz, bir birinizi unutursanız, çocuklarınız eller içinde gariban kalacak. Biz, büyük bir aile idik. Babalarımız da bizim gibi yedi kardeşti. Onlar Bulgar gavuruna karşı durup dağılmadılar. Bizler savaşlar nedeniyle bir arada olamadık. Şimdilerde savaş yok, bir birinizi bulun, tanışın, çocuklarınız da sizin gibi yapsın, ailemiz yok olmasın!” Halam hem ağladı, hem anlattı. Bana sordu, “Sen okuyorsun, söyle bakalım, kimleri biliyorsun? “Babamın tanıttıklarını anlattım. Elfide halamın Oğlu Kamber Uzun amcamın Yenibedir köyünü kurduğunu, Müderris Ahmet amcamın Kırklareli’de oturduğunu, oğlu Zeki’nin okulda okuduğunu, Mehmet amcamın kızı ile oğlu abbas amcamın köyde, öteki oğlu Hasan amcamın Kırklareli’de çalıştığını anlattım. Ali amcam demek üzereyken, arkamdan çekildim. Ali amcam bir gemi kazasında, Bektaş amcam Çanakkale savaşında ölmüşlerdi. Onları anımsatmamam için beni susturmak istemişler. Zaten tam anlamadan büyük oğlu Hasan amcam benim yorgunluğumu öne sürerek sözü başka taraf çevirdiler. Ben başka odaya geçtim. Babam geldi, durumu anlattı. Halam birden fenalaşmış, 87 yaşın verdiği olumsuzluklar nedeniyle aile telaşlanmış, duyurabildikleri yakınlarına haber iletmişler. Özellikle kardeşi babamı görünce canlanmış, yorulasıya konuşmuşlar, halam ağlamış, gülmüş, ilk günlere göre güçlenmiş görüntüsü vermeye başlamış. Bir saat kadar babamla konuştuk. Babam iyi, ablasına göre babam genç, 70 yaşında. Yatmadan önce halam beni yalnız çağırdı, babamı, ağabeylerimi, yengelerimi sordu. Kendi iki oğlu iyi arasında geçimsizlik varmış, buna çok üzülüyormuş. Kız kardeşi Elfide halamın oğlu Kamber Uzun amcamı tanıyıp tanımadığımı sordu. İki yıl önce Yenibedir köyhüne göçerken bize uğradığını, daha sonra gene geldiğini anlattım. Kızını, oğlunu sordu. Kırklareli’deki Ahmet amcamı sordu. Ahmet amcam hiç gelmemiş, Babaeski’den sık sık geçmesine karşın gelmemesine kırılmış. Biz konuşurken Babam, amcam geldiler, beni, m yorgun olduğumu söylediler. Şaşırdım, “Yorgun değilim diye direnmeye kalkınca ağabeyim göz attı, beni dışarıya çıkardı. Meğer halama, “Sen yorgunsun!”  demek istemiyorlarmış, ben bahane oluyormuşum. Gerçekten geç olmuştu. Babamla konuşurken uyumuşum, bir kıpırdanma duydum, babam üstümü örtüyordu. Gene uyudum.

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ