Yurt İçi, Yurt Dışı Olaylara Artan İlgiler, Üretilen Varsayımlar!
10 Şubat 1945 Cumartesi
Savaş bitiyor, bitmiyor derken “Bitiyor!” olasılıkları öne çıkmaya başladı. Artarda, Roosevelt, Churchill, Stalin toplantıları besbelli savaşın sona ereceği müjdesi sayılıyor. Bu nedenle olacak giderek savaşın biteceği umuduna kapılanlar artıyor. Almanya, özellikle de Japonya savaştan kolay kolay çekilir mi? Almanya’yı karadan çevirip sınırlarından girebilirler ama Japonya’ya kim gidip girebilir? Rusya 1905 yılında bir deneme yapmış ama, toprak almak şöyle dursun bolca toprak bırakmak zorunda kalmış. Mançurya’nın kuzey bölümü ile Sahalin adası v.b.
Arkadaşların konuşmalarını dikkatle dinliyorum; öyle istedikleri için öyle olmasını bekliyor, onunla da kalmayıp “Öyle olacak!” inancına saplanıyorlar. Dünyada savaş biter mi? Biri biterse öteki başlar. Orta okul birinci sınıf tarih derslerinde Yunan-Met savaşları okumuştuk 150 yıl sürmüş. Onlardan sonra Roma Kartaca savaşları başlamış, onlar da 150 yıl kadar sürmüş. Bu kez de Büyük İskender (Aleksandros) olarak anılan Makedonya Kralı, kılıcı elinde, durmadan Ege’den başlayıp Hindistan’a dek gitmiş. Kısacık ömrünün yarısını neredeyse savaş alanlarında geçirmiş. Otuz üç yaşında ölen İskender’in on üç yıl durmadan savaştığını tarih yazmaktadır. Bu on üç yılda tüm Anadolu, Suriye, Irak, Arabistan, Mısır, İran, Türkmenistan Afganistan, Belucistan’dan başka, Hindistan’ın da bir bölümü Makedonya (Yunan) topraklarına katılmış. Ne kadar insanın canına kıyıldığı tahmin edilebilir. Öte yandan, Kartaca’yı yok eden Roma, sonradan Bizans uzantısıyla bin yıl boyunca savaşmış. Büyük İslam İmparatorluğu, Cengizhan, arkasından Timur, sel gibi kanlar akıtmışlar. Bizans’ortadan kaldıran Fatih Sultan Mehmet’le başlayan Osmanlı savaşları 1700 yılına dek sürmüş. Bu tarihten sonra da Avrupa devletlerinin savaşları başlamış. Bu savaşları da tarih 100 yıl,30 yıl, 7 yıl olarak yazmaktadır. Tavır, başarı yaş bakımından İskender’i andıran Napolyon Bonapart yönetimindeki Fransa da durmadan yirmi yıl savaşmış, İspanya’dan Moskova’ya dek tüm Avrupa’yı Fransa’nın boyunduruğu altına almıştır. Daha sonra da, Osmanlı -Rusya, Fransa -Almanya, Fransa-İngiltere, Rusya- Japonya derken Büyük Dünya Savaşı başlamıştır. O bitince de bitmiş değil, bizim kurtuluş Savaşımız, Çin Japon savaşları, İtalya Habeşistan derken sürmekte olan bu büyük Savaş başlamıştır. Bu arada Sovyet -Fin, Güney Afrika savaşları da olmuştur.
Bunları düşünerek kahvaltıya gittim.
Arkadaşlar kendi havalarında, konserde ne çalsın, ya da ne çalmasını istiyorsunuz? Ben hemen 1812 Uvertürü’nü istedim. Abdullah kıs kıs güldü, ardından da:
- Plevne Marşı! dedi. Birden dikkatler bir noktaya toplandı; sırayla, Mendelsshon Düğün Marşı, Chopin Matem Marşı, Weber Avcılar Marşları artarda eklendi.
Arkasında da bizim söylediğimiz marşlar geldi:
-Hangisi konserde çalınmalı?
-Ankara Marşı! “Çuk!”
-İleri marşı! “Çuk!”,
-İzmir Marşı! “Tamam!”
-Böyle bir marş var mı? Kahkahalar!...
-Cahil!! Ondan da mı haberin yok?
-Neden var ki?
Toparlanıp durağa indik. Hava açık. Elma Dağları tarafında karlı tepeler tıpkı mehtaplı gecelerdeki ay gibi girintili çıkıntılı parlıyor. Necmiye ile Yıldız yalnız. Halise rahatsız olmuş. Yıldız:
-Abi bizi yalnız bırakmaz! deyince günümün programı tamamlandı gibi. Sanki bunu bekliyormuşum; rahatladım. Necmiye oldum olası suskun. Nedenini sordum. Gülümsedi. Onun yerine Yıldız:
-Arkadaş bizim bölüme bir türlü ısınamadı, ona bir şeyler söyle de fikrini değiştirsin! Önce bölüm sözünü anlamamışım, okul sandığımdan, öğretmenliğe dönünce çekeceği sıkıntıları sıralamaya başladım. İkisi birden uyardılar:
-Okul değil, bölüm, bu bölümdeki derslerin bazılarına ısınamamış.
Trenden inince konuşmamızı kestik. Konservatuvar gene ana-baba günüydü; çocuklar, anneler, babalar. Gözlerim Nebahat’ı aradı. Sanırım yoktu. Olsaydı görürdüm. Faik Canselen Öğretmen henüz gelmemiş.
Öztekin Öğretmen bizi üst kattaki odaya aldı. Çok beklemedik, Faik Öğretmen geldi. Bir eski tanıdığı çocuğunu getirmiş, konservatuvara hazırlanan çocuklara alıştırma sınavı yapılıyormuş. Faik Öğretmen bu sınavın konservatuvara halkın ilgisinin artması için çok yararlı gören okul müdürünün önemsediğini söyledi.
Okul Müdürü olarak Tevfik Ararat’ı biliyordum. Hemen söyledim. Meğer o değişmiş, yeni bir müdür gelmiş, aynı zamanda şairmiş.
Faik Öğretmen, gülümseyerek:
-Bugün üç Alman bestecisini dinleyeceğiz, sizin anlayacağınız, Romantik çağın üç büyük ustası. Gerçi biri (Johannes Brahms) armoni bakımından klâsiklere kayar ama ne de olsa çağının etkisinden kurtulamaz. Franz Schubert de sanki Viyana klâsiklerin devamı gibidir. Ama Müzik Eleştirmenleri onu Romantik ekole yakıştırdıkları gibi Romantik ekolün başlatıcısı da sayarlar. Önce doğuş sırasına göre Franz Schubert’ten söz edelim. Franz Schubert daha çok Liedleriyle tanınır. Oysa onun 10 senfonisi yanında müziğin her türünden çok sayıda bestesi vardır. Messeleri, Kuartetleri, triyoları, sonatları vardır. Liedleri çoğunlukla Goethe’nin, Schiller’in şiirleri üzerine bestelenmiştir. Alman Dansları çok çalınan müzikleridir. Çocuk yaşta besteler yapmış, ün salmış hatta kendisi Beethoven’le karşılaştırılmıştır. Bu övgüyü duyunca verdiği karşılık ilginçtir. “Viyana’ya iki dahi çok gelir. Ben Beethoven’in ancak öğrencisi olabilirim”. Nitekim bir eserini alıp Beethoven’e gitmiş. Beethoven onun eserini çaldıktan sonra:
-Bu eser bitmemiş demiş. Söylendiğine göre Schubert bu sözden çok mutlu olmuş, tasarladığı sonu, esere katmayıp öylece bırakmış. Bu eserin adı da Beethoven’i anımsatması için Bitmemiş Senfoni olarak müzik tarihine geçmiş. Senfoni Schubert’in senfoni sıralamasında 8.dir. Schubert, bundan sonra daha iki senfoni bestelemiştir. Senfoninin bir adı da 8.Senfoni’dir. İki bölümden oluşur, 1. Bölüm Allegro, 2. Bölüm Andante.
Schubert’ten dinleyeceğimiz senfoniden önce dinleyeceğimiz eser, bir uvertür. Uvertür ama bildiğimiz uvertürlerden biraz farklıdır; Mendelsshon’un Bir Yaz Gecesi Uvertürü adını taşır. Adı, ünlü İngiliz dram yazarı Shakespeare’den gelir. Onun oyunu için düşünülmüş bir beste. Düşünülmüş diyorum çünkü Mendelsshon daha 17 yaşındayken bestelediği eseri zaman zaman gene ele alıp ekler yapmıştır. İlki tek parti olan eser sonunda beş parça olmuştur. Eserin asıl adı da Bir Yaz Gecesi Rüyası’na dönüşmüştür. Eser, tek olarak çalındığı gibi bölümler ayrı da çalınmaktadır. Mendelsshon üstüne daha önce konuşmalarımız oldu. Şen, şakrak müzikleri vardır. İki keman konçertosundan biri, Mi minörü, hep dinledik. Ondaki neşe Mendelsshon’un öteki eserlerinde de vardır. Bugün dinleyeceğimizde ise tümüyle vardır. Filmlerdeki düğünlerde sık sık çalınan Düğün Marşını da bugün dinleyeceğinizi sanıyorum. Konserde genellikle, eserin hangi bölümü alınırsa alınsın Düğün Marşı eklenir.
Gelelim son esere; Johannes Brahms! Konserlerde çalınan eserlerin çoğu Alman bestecilere aittir. Çünkü Almanya neredeyse Batı müziğinin beşiği gibidir. Bunun bir tarihsel nedeni vardır. Başlangıcından beri müziğe önemli yer veren Kilise, bestecilik açısından pek başarılı olamamıştır. Salt kiliseyi düşündüğünden, müziğin insancıl yanı ihmal edilmiştir. Martin Luther’le başlayan Reform anlayışı Almanya’da doğduğu için Alman bestecileri, bu yeni anlayışla dinsel konular yanında dünya olaylarını da müziğe katmışlardır. Bu olay halkın müziğe sarılmasını sağlamış, Almanya bu nedenle Müzik bayrağını eline almıştır. Almanya diyoruz ama bu, günümüzdeki Almanya değil genel Alman ırkı anlamındadır. Avusturya, İsviçre bunun içindedir. Bugün bizim Almanya olarak bildiğimiz ülke Almanları, bilerek bilmeyerek müzikçiler arasında ayırım yaparlar. Onlara göre gerçek Alman bestecileri vardır: Bunlardan ikisi özellikle, gerçek Alman sayılır, Richard Wagner, Johannes Brahms. Wagner Opera alanında büyük bir devrim yapmıştır. Öteki Alman Brahms, opera alanına el atmamış, bol bol şarkıları, çok ünlü bir Alman Requem’i bestelemiş ama daha çok enstrüman müziği alanında tanınmıştır. Brahms, Romantik müziğin savunucusu Robert Schumann’ın öğrencisidir ama öğretmeni gibi romantik sayılmaz. Dört büyük senfoni bestelemiştir. Bir keman, iki piyano konçertosu vardır. Senfonileri gibi konçertoları da gözde eserler arasında sayılır. Günümüz Alman insanının onu kendisinden saymasına karşın Brahms, o günlerin Viyana’sında yaşamış, hatta yarı Avusturyalı sayılan Macarlar için dans müzikleri yazmıştır. Brahms senfonileri için bir değerlendirme yapılır. Sözde o, birinci senfoniyi çaldırınca eleştirmenler:
-İşte, Ludwig van Beethoven’in 10. Senfonisi! demişler. Bununla sanırım şu denmek istenmiştir:
-Johannes Brahms da Beethoven düzeyinde bir senfoni bestecisi!.. Bakalım siz ne diyeceksiniz?
Faik Öğretmen iyi, dikkatli dinlemeler dileyip ayrıldı.
Halise olmayınca Yıldız’la Necmiye sanırım daha yalnızlık duygusu içindeler, kapıdan çıkarken yanıma sokuldular. Ben de çevreme bakmadan yürüdüm. Bundan olacak, bize kimse takılmadı. Oldukça hızlı bir süre yürüdük. Anafartalar’dan inerken açık çarşıya saptık. Yıldız’lar uzunca bir süre bir şeyler aradılar. Ellerinde küçük paketler Ulus’a indik. İstanbul Pastanesi tenhaydı, girdik. Milli Eğitim yayınlarının satıldığı yere gitmek istediğimi söyleyince birlikte gittik. Julie yahut Yeni Heloise’in 4. kitabını sordum. Yeni basılmış ama henüz satışa çıkmamış. Buna sevindim. Elimdekileri bitirene dek nasıl olsa çıkar.
Akman’a uğradık. Ulus Gazetesi almıştım, bir süre haberleri okudum. Roosevelt, Churchill, Stalin Kırım’ın Yalta sahil kasabasında buluşmuş.
Churchill, Roosevelt, Stalin, Yalta’da
Şu işe bak, geçen yıl Kırım Alman kuşatması altındaydı. Demek Almanlar oradan püskürtülmüş. Ne Kırım’ı, Sovyet ordusu Alman sınırını bile geçmiş. Avusturya bağımsızlığını ilân etmiş; ayrıca, Avusturya Cumhuriyeti de yeniden kurulmuş. Böylece, Adolf Hitler’in gerçek memleketi gene Almanya’dan kopmuş oldu. Babam sık sık tekrarlar:
-Az tamah çok zarar getirir. Çoğu isteyen azdan da olur. Öfkeyle kalkan zararla oturur. Bu sözlerin hepsi Hitler için söylenecektir. Öfkeyle kalktı, bu gidişle zararla oturacaktır. Zararı kim ödeyecek? Almanya!
*
Ankara Sineması’nda bir film Desire. Ne mene bir şey bilmiyorum ama tanınmış iki Artist; Marlene Dietrich- Gary Cooper. Bunları da filmlerinden değil arkadaş konuşmalarından tanıyorum.
Otobüse atlayıp gittik. Film bitmek üzereymiş, az dolaşıp girdik. Filmden önce birçok abur cubur gösteriler sunuldu. Gelecek filmlerden parçalar gösterildi. Hemen hemen hepsi Amerikan, üstelik asker filmleri… İki tanesinde bülbül sesli Kathryn Grayson oynuyor. Daha doğrusu film boyunca şarkı söylüyor. Bir de söylediklerini anlasak!
Film başladı, biraz açık saçık bir film. Marlene Dietrich tüm güzelliğiyle ortaya çıkıyor. Alt yazıları okursam film kaçıyor, okumazsam hiçbir şey anlamıyorum. Gary Cooper fırıldak gibi ortalarda dönüyor. Anladığım kadarıyla Paris’e gelmiş zengin bir Amerikalı. Öteki birçok filmde olduğu gibi o da parası ile istediğini yapacak. Marlene Dietrich şarkıcı belli. Onun Lili Marlen şarkısını dinlemiştim. Bakalım, bu filmde de Lili Marlen şarkısını söyleyecek mi? İlginç bir film, öteki filmler gibi kalabalıklar yok. Marlene Dietrich güzel saray ya da konakta beyazlar içinde, gösterişli, derken büyük bir otomobilde, kendisi sürüyor. Tam o sıralarda Amerikalı da yol kenarında gitarını çıkarıp çalmak istedi. Ben Marlene Dietrich’den şarkı beklerken Amerikalı şarkıcı çıkacak galiba! derken Marlene Dietrich’in arabası Amerikalı’yı çamur içinde bıraktı. Buna sinirlenen Amerikalı, Marlene Dietrich’in arkasına takıldı. Meğer Marlene Dietrich, bütün o görkemli görünüşüne karşın bir dolandırıcıymış. Daha önce bir kuyumcu mu yoksa başka bir satıcı mı onu dolandırıp bir inci kolyesi almıştı. Amerikalı ile kaçıp kovalaşırken sıkı kontrol edilen bir geçitten geçmek zorunda kaldılar. Ceplerine dek arama yapıldı. Marlene Dietrich kolyeyi bir numarayla Amerikalı’nın cebine koydu. Amerikalı’nın cebi aranmadığı için kolye cepte geçitten geçildi. Ancak geçitten geçince Amerikalı ile yaklaşma sağlanamadığından kolye cepte kaldı. Bir olay nedeniyle Amerikalı kılık değiştirerek kolyeli ceketi valizine koyup başka ceket giydi. Böylece Marlene Dietrich için kolyeyi almak zorlaştı. Marlene’in bir de işbirlikçisi var. Bu, onun sevgilisi değil, ancak çok yakını, birlikte çalışıyorlar. Kolyeyi almak için Amerikalı’ya bir tuzak hazırladılar. Üçü bir arada yemek yediler. Ne konuştular anlamadım ama 3. Kişi Zati Sungur’luk yaptı, elindeki benzer bir kolyeyi havaya uçurdu. Buna şaşan Amerikalı, sanırım kolyenin ne olduğunu sordu. Zati Sungur’luk yapan üç kağıtçı havaya uçan kolyenin Amerikalı’nın cebine girdiğini söyledi. Saftirik Amerikalı nihayet cebindeki kolyeyi gördü, söylenenlere inanıp kolyeyi onlara verdi. Bu arada Marlene Dietrich Amerikalı’ya yaklaşır gibi oldu. Birlikte bir yerlere gittiler. Ancak bir süre sonra Marlene, Amerikalı’yı yolda bırakıp kaçtı. Yaya kalan Amerikalı, sap-saman arabalarıyla yolculuk yapmak zorunda kaldı. Bu sıra yolda bir yazı okuyunca iz buldu, o adrese gitti. Sanırım İspanya’nın bir bölgesiydi. Onları bulmakta zorluk çekmedi. Bu kez Marlene, Amerikalı’ya iyice yakınlaştı. Ancak ortağı buna karşı koydu. Marlene ile ortağı bir süre tartıştıktan sonra iyice bozuştu, ortak kolyeyi alıp gitti. Bir süre sonra kolyenin gerçek sahibi ortaya çıktı. Burada da pek anlayamadığım olaylar oldu. Bir yaşlı kadın gelip Marlene’e bir şeyler söyledi. Arkasından işbirlikçi geldi, dördü birlikte yemek yediler. Amerikalı ile Marlene birlikte olacaklarını söylediler. Öteki ikisi buna razı olmadı. Suç ortağı erkek tabanca bile çıkardı. Ancak Amerikalı çevik davranıp tabancayı aldı. Daha sonrasını bilir gibiyim. Masalcıların ünlü sözünü anımsadım:
-Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevete! Gülümseyerek Yıldız’lara baktım. Necmiye kül gibi solgunlaşmış yüzü dikkatimden kaçmadı. Yıldız eğilerek, kulağıma, Necmiye’nin rahatsız olduğunu söyledi.
Ben Lili Marlene şarkısı beklerken Necmiye’nin rahatsız rahatsız oturmuş olmasına üzüldüm. Bir an duraladım:
-Söyleseydiniz çıkardık! dedim. Yıldız:
-Biz yalnız çıkamazdık! Necmiye:
-Birden başım döndü, özür dilerim, kusmak geldi içimden!
Tuvalete gittiler. Uzunca bir süre onları bekledim. Döndüklerinde, beni beklettikleri için özür dilediler. Film üstüne konuşmayı beklerken böylesi bir durumla karşılaştığım için biraz üzüldüm ama belli etmemeye çalıştım. Birlikte ana caddeden ayrılan yola doğru yürüdük. Köşedeki Muhallebiciye girip bir şeyler yedik. Necmiye açık havanın iyi geldiğini söyleyince Ulus’a dek yürüdük. Büyük Postane’de Yıldız annesine telefon etti. Ben de buna şaştım. Postaneden bir yere telefon edildiğini hiç düşünmemiştim. Yıldız’ın annesi Arifiye Köy Enstitüsü’nde çalışıyor. O, başka zaman da annesiyle konuşmuş. Yanımda telefonu alıp konuşunca azıcık bozuldum. Gerçi bir süre bekledik ama, çatı altında beklediğimiz için sorun olmadı. Yıldız’ın annesine, benden, Necmiye’den selâm göndermesi hoşuma gitti. Ben telefon edebilir miyim? Evimizde telefon yok ama köy odasının karakol telefonu var. Bunu sormayı aklıma taktım. Postaneden çıkınca kitapçılara uğradık. Amacımız vakit geçirmek. İstanbul Pastanesinde kimse yoktu, rahatça girdik. Az sonra bizi gören Ahmet Yol, Doğan Güney Abdülkadir Ariç geldiler. Onlar gelince azıcık rahatladım. Necmiye’nin rahatsızlığı benden olabilir mi? diye aklıma bir soru takılmıştı. Onunla çok az konuştuğum için alınmış olabilir. Biliyorum çok duyarlı biri. Ancak o susunca ben, konuşmaktan hoşlanmayacağını düşünerek sürekli Yıldız’a ne söyledimse söyledim! Onlar, sınıf arkadaşları ile kendilerine konu bulup konuşmaya başlayınca ben Kızılırmak’a geçtim. Bizimkiler de orada satranç tartışmasına dalmışlar. “Nerdesin, merdesin? sorularından, bir süre karşılıklı sataşmalardan sonra saatin yaklaştığını görüp yola çıktık. Hava soğuk ama yağış olmadığından yakınmadan Konservatuvara ulaştık.
Mahmut Ragıp Öğretmen gene yalnız. Selam verip oturdum. Eliyle selamımı aldı, başını öne döndürdü. Konuşmak istemediğini sezdiğimden öylece oturdum. Meğer o birini bekliyormuş. Az sonra Sabahattin Kalender geldi, neşeli bir karşılaşmadan sonra oturup konuşmaya başladılar. Sabahattin Kalender genç bir besteci. Geçen yıl görmüştüm. Faik Öğretmen, onun şeflik için hazırlandığını söylemişti. Yakından görünce biraz şaştım, sanırım benim yaşında biri. Oldukça sivri bir burnu var. Yüzünü döndükçe gözüm takıldığından öyle görmüş olabilirim.
Konser başladı. Eserin daha ilk sesleri bana Bella’yı anımsattı. Bella bunu çok severdi. Salona geldiğinde bunu koyardı. Çok hızlı bir girişi var. Smetana’nın Satılmış Nişanlı uvertürü ile Rossini’nin Sevil Berberi uvertürlerini andırıyor. “Hiç ilgisi de yok!” da denilebilir. Çünkü onlardan önce bestelenmiş olsa gerek. Mendelsshon 1810 doğumlu, 17 yaşında bestelediğine göre 1827 yıllarında bestelenmiş. Rossini hakkında bir bilgim yok ama Smetana’nın çok sonra yaşadığını biliyorum. Düğün Marşı da çalındı. Bitmemiş Senfoniyi plâktan çok dinledim. Çalmadan önce ünlü melodisini anımsadım.
Aralıkta Sabahattin Kalender gitti. O gidince Mahmut Ragıp Öğretmen dönüp onun hakkında bilgi verdi. Meğer Sabahattin Kalender Şef, yardımcısı Hasan Ferit Alnar’ın öğrencisiymiş, Ferit Alnar onu da şef olarak yetiştiriyormuş. Sabahattin Kalender Avrupa’da da kalmışmış, gene gidecekmiş. Merakım giderildi. Sabahattin Kalender bir göçmen çocuğuymuş, çalışkanlığı nedeniyle başarıyı yakalamış. Soyadı bile, çocukluğunda barındığı bir fakirler yuvasının adından alınmaymış. Mahmut Ragıp Öğretmen belini doğrultarak:
-Sabahattin’in kalenderlikle falan bir ilgisi yok. Kalender, bilirsin, vurdum duymaz, duyarsız, kısacası yaşamı ciddiye almayan insanlara yakıştırılmış bir sıfattır. Sabahattin, hayatı seven, ona dört elle sarılan çok duyarlı bir insan, aynı zamanda vefalı da. O nedenle Kalender bakımevinin adını, soyadı olarak almıştır. Bunları dinleyince önceki düşüncelerimden utandım. Brahms Senfoni’nin güm gümleri sanki kafamda gümledi.
O an:
-Bugün en önemli kazancın ne? deselerdi, “Sabahattin Kalender!” diyebilirdim.
Konserden sonra da arkadaşların konuşmalarına ara ara katılır gibi olsam da içimde Sabahattin Kalender vardı. Bir göçmen çocuğu, çalışarak konservatuvara dek çıkmış. Orada da durmamış Avrupa’ya gitmiş, besteler yapıyor, Orkestra Şefi olmak için çalışıyor. Bir süre sonra da tıpkı Prof. Ernst Praetorius gibi sahnenin arka kapısından başı görününce insanlar onu alkışlayacak. Elinde çubuğu orkestraya dönünce herkes susacak, işaret verince orkestra başlayacak. Yeri gelince Devletlerin Cumhurbaşkanları, Kralları bile onun elini sıkacak!
Kendimi düşündüm, çalıştığımı sanıyorum. Bu bir kendimi aldatma; ne çalışıyorum ki? Hiç çalışmayan, çalışmamak için çabalayan insanlar arasında çalıştığını sanan biriyim! Kepirtepe’deki başarım da buydu. Onlar iyi, orta derece ile okul bitirdi ben pekiyi ile; fark bu! Olsa olsa gene öyle olacak! Benim yaşımda insanlar, olacaklarını olmuşlar. Bense ne olacağımı henüz kestiremiyorum bile. Gene de tesellim var, çevremdekiler ne ki? Ya da köydekiler de insan!
Trende, bir köşeye oturdum, konuşulanları dinlememeye çalıştım. Birden anımsadım:
Necmiye sessiz sakin gibi duruyor ama akıllı bir kız. Belki de filmdeki bayanın yaptıklarından sıkıldı. Bayan, giyimli kuşamlı ama orta malı gibi bir şey; iş-güç yok. İşi-gücü, sokaklarda dolaşmak! Onları, böyle bir filme götürdüğüm için beni kınamış da olabilirler? Doğrusu, filmin böyle olacağını bilmiyordum. Ancak filmi, sanki severek izlememden de alınabilirler. Oldukça sıkıldım. Yemekte de konuşmalara katılmadım. Yemekten sonra da bitirmeden bırakmamak üzere Julie yahut yeni Heloise’e başladım.
Yatınca bir süre düşündüm, bu yazarlar başka türlü insan mı? Jean Jacques Rousseau neredeyse annesiz babasız büyümüş bir insan. Nasıl bilgi sahibi olmuş? Köyümü düşündüm, ben nasıl daha başka türlü olabilirdim? Kepirtepe’de okurken köye uğradıkça Köy Odası’nda, okulda kitaplar, dergiler buluyordum ama daha önce bunlar yoktu. Bunları sonradan Eğitmen Mustafa Ağabey kotardı, ben öyle biliyorum. Onlar da çok sınırlı bilgiler.
11 Şubat 1945 Pazar
Öteki günlere benzer konuşmalar, dinlemeden bir süre yattım. Kimileri hâlâ Almanların savaşı kazanacağının savunuyor; neye güveniyorlarsa? Rahim Ünüvar:
-Belki de kapısına gelip dayandıkları zaman vuracak (!) gibilerde konuştu. Akla uygun, taşıması güç olan bir buluşsa düşmanı ayağına getirip tepelemek olarak düşünülebilir. Bu denli hızlı giden Almanların böylesi geri dönmesine benim de aklım yatmıyor.
Kahvaltıdan sonra kitaplıkta oturup Şinasi Özden’in şiirlerini topladım. Talip çoktandır topladığını söylüyordu. Ona, ben de toplayacağım! demiştim, sözümü yerine getirdim. Bir de resmini buldum.
Şinasi Özden
TESELLİ Geceler, Sedeften gölgeler döker avuçlarına, Yalnız sen değilsin hasretlik çeken Her yolun sonunda bekleyenler var... İpek hörgüçlü develerdir yollardan geçen Yaylana yaylana.. Uykudur gözlerini bayıltan Salkım salkım rüyalarıyla.. Geceler, Siyah çiçekler serper eteklerine; Rıhtımda başıboş kayıklar, Dağlarda yaslı geyikler vardır.. Neden terk edilmiş çocuklar gibi mahzunsun? Sılaya giden yollar mı tutuk? Mektup mu getirmedi posta? Bir garip derde mi düştün yoksa? Sevgilim, Bana sokul, gözlerime bak! Neden benzin uçuk, Kirpiğin ıslak?
Şinasi ÖZDEN (Varlık Dergisi sayı 197- 15 Nisan 1941)
KÖRDÜĞÜM Beni deli etti bu bahar günü Sevdiğim evlendi, bitti düğünü; Hangi el çözecek Rabbim, hangi el Kalbimi bağlayan bu kördüğümü? Beni dertli etti tren düdüğü Kim ağlayacak başımda ölüm günü? Görebilsem bu kadının döndüğünü Rabbim başucumda güldüğünü. Şinasi ÖZDEN DAVET Bana benim kadar yakın, benim kadar dost Ruhumun aynasında çırılçıplak olan, gel! Şikâyeti, isyanı benden öğrenen Avareliğime ortak olan, gel! Kalbim yine de coşkun, yine de deli Aşkım yine de engin, yine de sonsuz: Dalgalar her zamandan daha insafsız, Dümen pervasız, şişiyor yelken.. Daha ölüm için zaman pek erken.. Kalbim yine de coşkun, yine de deli: Aşkın beşiğinde uyumak varken Aşka veda edip nasıl ölmeli? Bana benim kadar yakın, benim kadar dost Günahlarıma sırdaş olan, gel! Ey bütün saadetim, bütün ıstırabım Ey güzel teselli, mukaddes yalan, gel! Şinasi ÖZDEN EFSANE Ürkek ceylanların mezarı olan bu ormanın Sisli ve ıslak havasında Hüznümüzden, sevincimizden bir beste gizlidir Duyuyor musun? Yüreğinden vurulup düşen bir gazalin Ölüm ummasıyla yaşaran gözlerini Şu durgun suda Görüyor musun? Ve sevgilim, Gözlerime baktıkça Taş yürekli avcıların küçük merhametini Duyuyor musun? Şinasi ÖZDEN AYRILIK SONATI Gideceğim bir gün, yine gözlerin dolacakRıhtımda bir yangın saracak içimizi..Yine gelecek cömert ve arkadaş geceNesi varsa dökecek kalbimize.Macerayı, düşünceyi ve aşkı... Bitkin dolaşacaksın yollarda bensiz,Yağmur iliklerine sinecekAyakların yorgun ve mahkûm... Yine gelecek cömert ve arkadaş geceNesi varsa dökecek kalbimizeMerhameti, macerayı ve aşkı... Bensiz dolaşacaksın çarşıda, pazardaBenim sevdiğim meyveyi alacaksınBenim sevdiğim şarkıyı mırıldanacaksın... Ve yağmur, gözyaşım gibi düşecek saçlarına.Ayakların yorgun ve mahkûmGecenin dost göğsüne sığınacaksın..
Bir de Şinasi ÖZDEN’e sunulan şiir...Sanırım, şair, şiire yeni başlamış.
HAYALET Şinasi ÖZDEN’e Sokaktan insanlar geçiyor, Benim aklımdan hep sen. Tramvayda yanımdasın, Çarşıda yanımda. Sofrada beraberiz, “Çatalı öyle tutma, Sigara içme!” diyorsun. Ve üzülüyorsun benim için. “Bak gömleğin kirlenmiş, Bu sakal neden?,, Niye mahzun yüzün?,, Tam konuşacağım seninle Kayboluyorsun! Nahit Ulvi AKGÜNNot: Şinasi Özden’in başka şiirlerini daha önce de almıştım. Onları da bir gün buraya aktaracağım.
Kitaplık oldukça soğuk. Gitmemekte direnemedim, kendi salonumuza döndüm. Salon tam anlamıyla ses turşusu. Mehmet Zeybek piyanoda çekiçliyor.
Kemancılar, az buz değil, üç sınıfın değişik düzeydeki metot parçaları acemice seslendiriliyor. Bir süre oturdum. Kitap okumam olanaksız. Gene kitaplığa döndüm. Kitabın yazarı Jean Jacques Rousseau hakkında bilgi topladım.
Yazar, Fransız. Ancak, İsviçreli Fransız. Cenevre’de 1712 yılında doğmuş. Doğar doğmaz da talihsizlikle karşılaşmış; annesi doğum sonrası ölmüş. Babasının mesleği saatçilikmiş. Ancak kararsız, maceracı bir insanmış. Bebek Ruso’yu, bakıcılara bırakıp İstanbul’a gitmiş. Bakıcılar elinde büyüyen Ruso, on yaşına girince babası onu bu kez bir Protestan Papaza bırakmış. Çocuk Ruso oldukça erken gelişmiş olacak Papazın kızına aşık olmuş. Bu olay, ayrılmasına neden olunca bir yazı kurumuna yazıcı olarak girmiş. Protestanlıktan Katolikliğe geçmek için İtalya’ya gitmiş. Henüz 14 yaşındadır. Uşaklık yapar. Olaylar onu geliştirmiştir. Bu kez de Papaz okuluna öğrenci olarak girmiş. Ruso bu sıra Kilise Korosuna alınır, böylece müzikle tanışır.. Bir süre sonra yurduna yaya olarak döner. Önce Lyon’a gider. Bir süre sonra yine Paris’e döner. Kendisini koruyan insanlar arasında Madam de Warens de vardır. Ruso bu kez de koruyucusuna aşık olur. Ancak artık çocuk değildir, 30’una yaklaşmıştır (1740) Kazandığı müzik bilgisini yeterli görür, Köyün Falcısı adlı bir opera besteler. Bu arada evlenir. Çocuğu olunca onu, Bulunmuş Çocuklar Yuvası’na bırakır. Bakamayacağı için böyle yaptığını savunur. Ancak bu olay, onu çevresiyle karşı karşıya getirir; en yakın dostlarıyla bile ters düşmüş olur.
Operası oldukça başarı sağlamıştır. Özellikle Kral 15. Luis operayı çok beğenir, Ruso’ya maaş bağlar. Ruso, Kralın bu lütfunu reddeder. Nedense bu çıkışıyla Paris halkının büyük takdirini kazanır. O sıralarda makbul bir iş sayılan nota yazıcılığı yapar. Daha sonra bir Şato’ya yazıcı olarak girer. Burada yazar-düşünür Denis Diderot ile tanışır. Diderot’un önerisiyle yazı yazmaya başlar. Bu sıralar Diderot ünlü Ansiklopedi’sini çıkarmaktadır. Ruso önce müzik üzerine görüşlerini Ansiklopedi’de yayar. Giderek de yazı konularını genişletir. Bir tiyatro oyunu yazar. Oyun hemen oynanır. Paris’in ünlülerinden Madam d’Epinay’nin dikkatini çeker. Madam d’Epinay Ruso’ya Montmorency’deki şatosunda özel bir yer verir. Bir süre sonra Ruso buradan Luxemburg şatosuna geçer. İşte bu sıralarda Julie yahut Yeni Heloise romanını yazar. Roman 1761 yılında yayınlanınca kapışılır. Toplumsal Anlaşma ile Emile ya da Terbiye üzerine kitapları da art arda çıkar. Ancak Emile ya da Terbiye Üzerine kitabı şiddetli bir tepkiyle karşılanır, kitap yakıldığı gibi Ruso da Paris’ten kaçmak zorunda kalır. Neuchatel Prensliğine sığınır. Ruso’yu takdir eden İngiliz Filozofu David Hume, onu İngiltere’ye çağırır. Ruso bu dönemde oldukça sıkıntılı günler geçirir. Paris’e ancak 1770 yılında dönebilmiştir. Bu kez, Paris dışında doğal güzelliği olan bir yerde yaşamını sürdürmüştür. İtiraflarını, Yalnız Gezen Birinin Hayalleri’ni burada yazmıştır. Bunların yayınlanması ölümünden sonra 1782 yılında gerçekleştirilmiştir. Ruso, 1778 yılında ölmüştür.
Jean Jacques Rousseau
Başlıca Kitapları.
1-Vahiy üstüne Alegori,
2-Köyün Falcısı,
3-Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev,
4-İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni
5-Emile yahut Terbiye Üstüne,
6-Julie yahut Yeni Heloise,
7-Sophie’ye Mektuplar,
8-Dağdan Yazılan Mektuplar,
9-Fransız Müziği Üstüne Mektuplar,
10-Narsiz,
11-Temsiller Üstüne Mektup,
12-Müzik İçin Yeni İmlere İlişkin Tasarı,
13-Pygmalion,
14-Yalnız Gezenin Düşleri,
15-İtiraflar.
16- Toplum Sözleşmesi (Du Contrat Social ou Principes du droit politique)
Çalışmamı burada kesip piyanoya oturdum. Sol elimi sağ elime yetiştirmek için oldukça terledim. Şaşkınlığım gittikçe artıyor. Dana önce hiç ayırdında değildim, çalıştıkça kendini belirtiyor; sol elim sağa göre sanki başkasının eli gibi yabancım olmaya başladı. Hanon çaldığımda oldu sandığım birliktelik meğer yalancı birliktelikmiş.
Yemekte öğretmenlerin geldiği duyuruldu. Bizim masadaki konuşmalar yön değiştirdi:
-Aydın Gün Öğretmen ne demişti? Faik Canselen Öğretmenin ödevi bu hafta için mi idi? Soruları tekrarlandı. Ben, sessizce kalkıp salona indim. Az sonra Faik Öğretmen geldi. Salonda kimse yoktu, öğretmen sevinir gibi baktı ama çabuk değişti:
-Az sonra damlayacaklardır, iyisi mi biz, gene alt odaya inelim!
Oda oldukça soğuktu. Faik Öğretmen kendi öğrenciliğini anlattı. Şimdiki Konservatuvar, başlangıçta Musiki Muallim Mektebi olarak kurulmuş, Faik Öğretmen:
-Şimdi içinde rahatça çalıştığımız o derli toplu bina, ilk yıllar çamur içindeydi, rutubet kokuyordu. Öyle günleri yaşadık! deyip güldü. Sonra da.
-Çok amiyane bir söz ama gerçek payı var:
-Sabreden derviş muradına ermiş! deyip bir eliyle 1.parçayı açtı. Önce bir kez çaldı. Bana dönerek:
-Buna oldu, dedim ama arkasını bırak demedim; bundan böyle bu yolu takip edeceğiz. Parça geçmek yok. Daha öncekiler de dahil hepsini tekrarlayacağız. Göreceksin o geçti sandığımız parçalarda neler geçmemiş olarak kalıyor! Öğretmen el- kol hareketlerini kontrol etti, bedeni, başı düzeltti.2. Parçayı çok ağır istedi. Ağır çalışımı beğendi. Ancak hızlanınca ses karışmalarını ben de ayırmaya başladım.
Öğretmen sayfaları çevirdi, ne düşündüyse:
-Sırasını takip zorunda değiliz, çaldığımız iki parçayı birleştiren 5. parçayı deneyelim! deyip 5. parçayı açtı. Önce Andante, uzun bir çalışma sonunda işi prestoya dek sürdürürüz. Öğretmen parçayı önce ağır sonra da oldukça hızlı çaldı.
Kalkınca öğretmenle birlikte ben de gittim.
Geçerken Büyük Salon uğradım. Büyük Salon bizim köydeki kahveden biraz daha fazla duman. Bunu babama söylesem babam:
-Çok doğal, bizim köylüler tütünü kendisi ekip bakımını yapıyor. İyisini içmeleri onların hakkı. Tütünün iyisi fazla duman yapmaz. Gerçekte dumanı sigaranın kağıdı yapar! der.
Bizim salonun dumanı gerçekten kağıttan olabilir. Bana acı acı geliyor. Gerçekten kahvede, böylesi rahatsız olmazdım. Bunu arkadaşlara söyledim. Onlara göre acı duman sobadan çıkıyormuş (!) Görünürde sahiden sigara içen yok. Halil Dere doğrucu:
-Ne yoku? Masa altlarına bakın, birer elleri hep orada! “El, masa altı!” deyince Alfred de Musset’nin Bir Zamane Çocuğunun Hatıraları’nı anımsadım. Koskoca Chopin, elini masa altına uzatıp Alfred de Musset’nin sevgili George Sand’ın elini tutar. Nedense tuhafıma gidiyor, onları, yaşayan insanlar olarak bir türlü düşünemiyorum. Oysa onlar da insan olarak yaşadılar, sevdiler, sevildiler. Burada tuhaf olan kitapta bunu yapanların, gerçekte yaşamış, eserler bırakmış kimseler olması mı acaba? Bunu öteki roman kişileri de yapmış olabilir. Onları neden anımsamıyorum? Örneğin Madame Bovary de ya da Kırmızı ve Siyah’ta sevgililer el ele hiç tutuşmadı mı?
Yatınca da bir süre bu tür düşüncelere saplandım:
-Yerli romanlarımızda böylesi etkileyici sahneler yok! Var da ben mi unuttum; sanki yokmuş, karanlıkta arar gibi bakınıyorum. Sinekli Bakkal’ı anımsadım, orada da insanlar birbirlerini seviyorlar. Selim Paşa Konağı’nda olsun Sinekli Bakkal Sokağı’nda olsun birbirini seven insanların olduğu belli oluyor. Ne var ki sevişen insanlar sanki birer kafes içinde imiş gibi bakışıyorlar. Bizim köydekiler de öyle, el ele tutuşan görülmez. Hele filmlerdeki gibi öpüş falan kesinlikle yoktur. Acaba bu, bir gerçek mi, yani istemedikleri için mi böyle uzak duruyorlar yoksa kesin bir günah ya da ayıp korkusunun verdiği duygu gizliliği mi?
12 Şubat 1945 Pazartesi
Teşkilatı Esasiye ya da esas teşkilat tartışması yapılıyordu. İstemeyerek dinledim. “Teşkilatı Esasiye neyse ne ama Esas Teşkilat’ın nesi vardı?” sorusu ilgimi çekti. Kısacası, Esas Teşkilat Kanunu’nun eski, anlaşılması zor sözleri değiştirilmiş. Adı da Anayasa olmuş, yani yasaların anası...Bundan böyle Esas Teşkilat Kanunu’na Anayasa denecekmiş. Konu bu... Birileri söyleniyor:
-Anayasa olursa babayasa da olur! Biri de kardeş! yasa dedi. Karşılık vermeyi düşündüm, vazgeçtim. Yaşar Nabi Nayır’ın bir yazısını anımsadım:
-Yeniliklere karşı olma duygusu! Anlayıp dinlemeden karşı çıkmak. Kanun ya da yasa, T.B.M.M tarafından yapılıp çıkarılır. Oradaki saygın kimseler gerek görmese bu değişiklikleri yaparlar mı? Bunun eğriliğini doğruluğunu bizler nereden bileceğiz? Öğretmenimiz İbrahim Yasa kendi soyadını açıklarken anlattı. Yasa, kötülükleri, zararlı durumları önleyen güç! Sık kullanılan yasak sözü bile bunu açıklamaya yeter. Koruyucu, önleyici güç diyebiliriz. Kanun ne ki? Kanun, halk nazarında bir çalgı.
“Gözlerin giryan içinde-
Ruz-i şeb persuz içinde....”
şarkısını besteleyen Kanuni Garbis Efendi..
”Koklasam saçlarını, bir gece ta fecre kadar. Acı duysam gözünün rengine dalsam da senin....şarkısını besteleyen Kanuni Artaki Efendi.
O yar bana neler etti! Bu ayrılık cana yetti. Hatıralar, güzel günler Sanki bir gün gibi geçti!...şarkısını besteleyen Kanuni Necmi Yar.
Senle durmak dert-nâk eyler beni, Senden ayrılmak helâk eyler beni.....şarkısını besteleyen Kanunî Hacı Arif Bey.
Daha sayabilirim. Bunlar hep çalgıcı takımı, hiç birisi kanun falan yapmadı. Kanun çalana Kanunî denir. Keman çalana Kemanî, Ut çalana Udî, Tambur çalana Tamburî dendiği gibi... Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı bile çok sevdiği anlaşılan Tamburi Cemil Bey’i iki şiiriyle onurlandırır.
Birincisi Kar Musikileri. Şair Varşova’da bile Tamburî Cemil Bey’i özlemle plâktan dinlemektedir. Öteki de doğrudan onun adına ithaftır.
Tambûrî Cemil ‘in Rûhuna Gazel!
Bezm-i Cemşîd’de devrân ki kadehlerle döner Şevk şeb tâ be-seher rak-ı mükerrerle döner Tutuşur meş’ale- yî dille merâyâ-yı huzûz Hüsn ü aşk ortada bin mâh, bin ahterle döner......
Günümüz diliyle:
Cemşid’in meclisinde zaman ya da ömür, içki kadehlerinin geliş gidişiyle ölçülür.(Değerlendirilir.)Neşe ya da eğlenceli anlar gece boyu ta seher vakitlerine dek sürer. Güzel sözlerle konuşmalar alevlenir. Sevgiler ya da aşklar, güzellikler aynalardan yansır gibi ortaya çıkar ya da aylar, yıldızlar gibi aydınlık görünürler......
Cemşid, ünlü İran destan yazarı Firdevsi’nin Şehnamesinde geçen bir kahramandır. Firdevsi’ye göre, üzümden içki yapılmasını Cenşid başlatmıştır. Bu nedenle Divan Edebiyatında Cemşid, içki sözüyle özümsenmiş olarak anılır.
10. Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman’a kanunî denişi biraz tartışmalı bir konu. Çünkü onun kanun yapması söz konusu değil. Kanun ya da yeni adıyla yasa nasıl yapılır?Kanun yapılmasının belli kuralları var. Gerçi tarihte Hamurabi ya da Cengizhan buyruklarına da kanun diyenler var ama onların da bir bilimsel tutamağı var mı yok mu? bunları tartışmalı. Örneğin, kağnı ya da at arabası ile yük taşınırdı. Şimdilerde yük taşınan kamyona kalkıp kimse araba ya da kağnı demez. Derse, biraz gülünç duruma düşer.
Bu mantığımı kahvaltıda da sürdürdüm. Arkadaşlar karşı koymadı. Üstelik başka örnekler verdiler. Karagöz oyunu sahnelerine tiyatro, düğünlerde söylenen türkü ya da mevlitlerde okunanlara arya, öğrencilerin oynadığı top oyunlarına futbol maçı denemeyeceği gibi v. b.
*
Aydın Gün Öğretmen çok neşeli geldi. Gelir gelmez de, do remi fa sol la si do re mi fa sol! Sıralaması yapıp sol sesini uzattı. Bize dönerek:
-Bakalım sizler ne yapacaksınız! deyip güldü. Beni piyanoya gönderdi. Arkadaşları da tek sıra dizdi. Do sesi verdim. Tüm arkadaşlar do sesi çıkardı. Bu kez bana metronomu açtırdı. Metronom vuruşuna uygun sesleri sürdürmemi söyledi. Do-re-mi-fa-sol-la-si-do-re-mi-fa-sol-la....Si-do-re-mi-fa-sol-la-si-do-re-mi-fa... La-si-do-re-mi-fa-sol-la-si-do-re-mi....Sol-la-si-do-re-mi-fa-sol-la-si-do....Sıralamalarını tekrar tekrar yaptırdı. Arkadaşları dört gruba ayırdı. Bu kez gruplara göre nota sıralaması yaptılar. Görev; her grup, kendi sırasını bir ses daha yükseğe çıkaracak !Aydın Öğretmen bundan sonra bize genel opera bilgisi verdi. Opera bestecisi olarak da Gluck, Mozart, Weber, Donizetti, Rossini, Verdi, Wagner, Puccini, Bizet adlarını sıraladı.
Christoph Willibald Gluck, Wolfgang Amadeus Mozart, Carl Maria von Weber, Gaetano Donizetti, Gioacchino Rossini, Giuseppe Verdi, Richard Wagner, Giacomo Puccini, Georges Bizet. Aydın Öğretmenin kısa adlarını verdiği bestecilerin uzun adlarını kendi kitaplığımızda buldum. Plâklar arasında başka eserleri de var ama Mozart dışında hiç birisinin operası yok. Mahmut Ragıp Öğretmenden sorabilir miyim? Sorarım ama teker teker. O da her hafta olmaz, ara ara olur. Başka yollar düşündüm. Asım Öğretmen bilir, o meraklı böyle bilgilere.
Mahir Canova Öğretmen gelir gelmez genel bir prova yaptırdı. Sonra bizi, (Piyeste rolü olmayanları) serbest bıraktı, Kamil Yıldırım, Yıldız Kırktepeli, Muttalip Çardak ile ayrı ayrı çalıştı. İzin alıp alt odaya indim. İzin isteyince Mahir Öğretmen:
-Haklısın Faik Öğretmenle dersin var! deyip gülümseyince utandım. Dersimizi yapmıştık demem gerekir mi idi? Bunu düşünerek alt kata indim.
İndim ama neşem iyice kaçtı. Mahir Öğretmen, akşam, dersi yaptığımızı biliyor, onu hatırlamış da bana takılmışsa, yalanımı yakaladı demektir. Bir başka zaman bana inanır mı? Bir süre sonra sıkıntım dağıldı, Czerny 299 no:5’i tekrar tekrar çaldım. İki el de sıra ile çekiçlemeye katılıyor.1.de sağ 2. De sol. Bunda sıra ile iki el de çalışıyor.
Yemekte arkadaşların yüzleri tam anlamıyla bir karıştı. Hem boş kalmışlar hem de çalışamamışlar. Alt kata keman odaları yapılınca rahat çalışacaklarını anarak teselli oldular. Sanki yapılmış gibi sevinmeleri biraz tuhafıma gitti. Bunu kaç kez konuşmuştuk; Müdür Rauf İnan’ın umurunda olur mu? O Rauf İnan ki, kendi deyimiyle Köy Enstitülerinin kurulmasında ilk günden beri bulunuyormuş. Buraya dikkat! Daha sonra Yüksek Bölüm açıldı. Demek oluyor ki, Rauf İnan bizim okulun açılmasında da fikir yürüttü. O fikir yürütenleri bir yana bırakıp, Hasan Ali Yücel’in sözünü değerlendirelim; o demişti ki:
-Güzel Sanatlar Bölümünü ben eklettim. Bu bölüm olmazsa köye Batı uygarlığının nesini götüreceksiniz? diye sordum. Traktör, radyo, benzeri şeyler bir sonuçtur. Önemli olan kafa değişmesi. Resim, müzik, dans, tiyatro girmezse Batı’nın ruhuna girmek olanaksızdır!
Hasan Ali Yücel’in gördüğünü görmeyen ya da düşündüğünü düşünmeyen belki de düşünemeyen, ya da bu konuda kasıtlı olan bir grup insan içinde olduğunu her gün övünerek söyleyen bir kişi, Keman Odası yapmak için çaba gösterir mi? İşte böyle uzatır durur. Kasıtlı köstekliyor diyemem ama iş sıralamasında öne almayı da düşünmez! Arkadaşlar pek ender yaptıkları bir söz birliği ile bana katıldılar:
-En iyisi sessizce o adamın buradan gitmesini dilemek! deyip masadan kalktık.
Azıcık gecikerek salona girdik.
Faik Canselen Öğretmen Seybold Keman metodundan bir parça seçip tahtaya yazdırdı. Parça üzerine akorlar eklendi. Faik Öğretmenin sık sık transpoze dediği ton değiştirmeleri yapmaya çalıştık. Öğretmenin anlattıklarını dikkatle dinliyorum, o an anladığımı sanıyorum. Buna, zaman zaman da seviniyorum. Ancak kendim yapmaya kalkınca kavrayamadığım bir durum ortaya çıkıyor. Bunu Faik Öğretmene söylediğimde güldü:
-İbrahim, işin püf noktası da bu ya! Onu ben de yıllarca anlamamıştım. Sonra bir gün kendimi biraz sıktım; bir de baktım ki anlamışım!
Öğretmen benden, piyanoya geçmemi, Mozart Mamam varyasyonu açmamı istedi. Parçanın girişini çaldım. Var.1’i ölçü ölçü çalmamı istedi.1.Ölçü, do majör, 2.ölçü sol majör! dedi. Arkasından dikkatimizi çekti neden sol majör? Çünkü fa sesi diyezlidir. Bir süre çaldım. Öğretmen dur! deyince durdum. Sordu:
-Fa diyez, do diyez çalıyorsun. Şimdi de re majördesin! Öğretmen gülümseyerek:
-Üzülmeyin, besteciliği meslek olarak seçmezseniz bunlar size pek gerekli olmaz. Olayın böyle bir yönteme dayandığını bilmeniz de yeter. Zaten oldukça zor bir olay olduğundan bizim tembel alaturkacılar bundan “Gâavur icadı!” deyip öcü gibi kaçıyorlar. O gâvur dedikleri bunları bulmuş, gâvuruna kullanıp güzel eserleri bestelemişler. Bizler de onları konserlerde dinlemenin mutluğunu duyarak avunuyoruz!
Öğretmen, bir, iki diyez (Sol-Re majör) ile bir, iki bemol (fa-si bemol majör) gamlar üstüne akorlar sıralamamızı isteyip ayrıldı.
*
Bölüm Başkanımız gelmedi. Gelir, düşüncesiyle bir süre bekledim, beklerken de sıcağı sıcağına armoni ödevlerimi yaptım. Diyezler daha kolay geldi, bemol olanları biraz karıştırıyorum. Fa majör bir bemol, si bemol majör iki bemolü olarak bilmek başka parça içinde dağılmış bemolleri kolay okumak başka oluyor. Üstünde az durunca doğrultuyorum ama işte o az durma önemli. Si bemol majör gamda porte üzerinde okumak başka, çalışılan bir piyano parçasındaki nota yanındaki bemolü hemen görmek başka! Gerçekte ben, ezber olarak bemol sıralamasını da diyez sıralamasını da çok eskilerden beri biliyordum. Fa-sol-la-si gibi si-do-re-mi, ya da mi-fa-sol-lâ dörtlülerinin bemol olduğunu bilmek başka, porte üzerinde onu seçmek çok başka olay!
Bu transpoze üstünde daha dikkatli durmaya karar verdim. Çaldığım parçaları bir kez de bu gözle inceleyeceğim. Bunun için de hemen Mozart kv.331 La maj. Sonatı açtım. Giriş, pürüzsüz. Var.1.bölüm, çok sık değişiyor, diyezler balık kılçığı gibi sık dizilmiş. Benzetmeme kendim güldüm:
-Nerden aklıma geldi bu balık kılçığı benzetmesi? İşaretleri bir yana bırakıp parçayı, içimden gelerek bir kez daha çaldım. Özellikle de varyasyon 3’e
bayılıyorum, ton değişmesini görmezden gelip bölümü iki yerine dört kez çaldım. Dördüncü varyasyon da öyle. Bir ara düşündüm:
-Kolay olduğu için mi böylesine rahat çalıp hoşlanıyorum yoksa çok sevdiğim için mi böylesi hoşlanarak çalıyorum? Bu bölümü çalarken kendimi az uzaktan görmek isterim.
Bu sonatı çalışırken Bella da vardı, bunu o da çok beğeniyordu. Yoksa onun da mı bir etkisi oldu? Bella, Bella! Dora Abla’nın küçük kuşu!...Ablalarımı anımsadım, umarım iyilerdir...
*
Yemekte, gene, opera ya da tiyatrolara gitme konusu:
-Hani kamyon emrimizdeydi!
-Emrimizde, bizden izin olmasa orada durur mu?
-Durma emrini biz mi veriyoruz?
-Eh, Yöneticilere fazla yük olmasın diye sadece yürütme izni verilmiş!
-Nerden çıkarıyorsunuz bu boş lâfları?
-Sizin dolu lâflarınız gibi sıkışık depoda değil bizimkiler, kendiliğinden geliyor!
Karşılıklı atışmalarla yemeğimizi yedik.
Kendi kendime düşündüm:
-Kamyon emrimizde olsa acaba konuştuğumuz gibi severek gece yolculuğu yapacak mıyız? Bunun denemesini daha önce biz yapmıştık. Becerikli Ekrem Ula kamyon sağlamış, keyfimizce gitmiştik. Mevsimin yaz olmasına karşın oldukça zorluk çekmiştik. Kışın bu daha da sıkıntılı olacaktır. İşin bu tarafını hiç düşünmüyoruz.
Yemekten sonra kitaplığa gidip kitabımı okudum. Daha doğrusu henüz kitaba başladım da sayılmaz, giriş yazısını tekrar tekrar okuyorum. Yazar, kitabını kimsenin okumayacağını söylüyorsa da gene kendisi herkesin okuyacağı düşüncesine dönüyor. Kimi yerde birilerine çatıyor kimi yerde de okuyucuya saygısında kusur etmemeye çalışıyor. Tekrar tekrar da olsa okuyacağım. Yazarın ilk sözü bile bilmece gibi:
-Büyük şehirlerde temaşalar, fesada uğramış milletlere de roman lâzımdır. Zamanımızın ahlâkını gördüm de bu mektupları yazdım! Keşke bu mektupları ateşe atacak bir devirde yaşasaydım!
İşte kitabın girişi bu! Bundan sonra da bu tür karmaşık sözlerle ,duygularla sürüyor. Kitabın ince yazılarıyla 2,5 sayfa tutan bu bölümü okuduğum gibi tamamını okuyacaksam sanırım kitabın tümünü ancak nisan sonlarında bitirebileceğim. ”Yılmak yok, İbrahim!” diyorum kendi kendime. Faik Canselen Öğretmeni görür gibi oluyorum:
-Çalışınca, olacaklar bir gün oluveriyor. İşte o gün insan değiştiğini sevinerek anlıyor. Mutluluk denilen şey de bu!” diyor, arkasından da:
-Biz mutluluğu böyle anlayalım, bazı tuzu kurular gibi yağlı şiş kebabı ya da baklava börek yemek olarak anlamayalım. Zaman zaman nereden geldiğimizi anımsarsak yolumuza daha güvenle devam ederiz! Sanırım okumaya başladığım kitap da buna benzer bir şeyler söyleyecek!
Yatınca, günü bitmiş sayıp azıcık yarınki dersleri aklından geçirdim. Sabahattin Öğretmen kararını değiştirmezse, çeviri işleri üzerinde duracak kısacası kendisi konuşacak. Fırsat bulursam Yaşar Nabi Nayır’ın yeni çeviriler üstüne yazdığı yazıdan söz ederim. Yunus Kazım Öğretmen gelirse, sanırım öteki derslerde yaptığı gibi geçmiş günleri anımsatıp derslerin kaldığı yerden bağlantısını yapmaya çalışacak.
Oldukça rahat olarak gözlerimi yumdum...
13 Şubat 1945 Salı
Enver Ötnü, uyardı:
-Dikkat edin arkadaşlar, bugün ayın en tehlikeli günü, sevgililerinizi kızdırabilirsiniz! Bir ses:
-Susturun şu uğursuzu! Birden yüksek sesli konuşmalar arttı:
-Ne uğursuzu, uğursuz? Arkadaş ne güzel uyarıda bulunuyor!
-O ne anlar uyarıdan, kuru kafa, sevgiden sevgiliden bîhaber!
-Bîhaber ne denemek? Sevgi de sevgili de mafiş deyin şuna!
-En güzeli Bî-nasîb, sözü....
-Türkçe konuşalım! Kuru kafa, aylak, avara, diyemiyor musunuz?
-Kim bu yahu, bu kadar hakarete gıkı çıkmadı?
Sahiden. Enver Ötnü’ye takılan kendi sustu. Kimse de onun suskunluğunu bozamadı. Abdullah Ön sordu:
-E, ne varmış 13 Şubatta?
-13 Şubatta değil 13 sayısında? Abdullah Ön diretti:
-Anladık,13 sayısı her ay geçiyor, sadece bugün mü kafanıza takıldı? Gülenler oldu, nedense kimse karşılık vermedi. Enver Ötnü’nün sözü gerçekte 13 şubat içindi. Birileri olayı karıştırdı ya neden bir açıklama yapılmadı? Kahvaltıda da konu edildi. Meğer, bunun bir öyküsü varmış. Kızılçullular bunu biliyormuş. Ekrem Bilgin anlattı:
-İsa peygamber, 12 yardımcısı ile gizli bir toplantı yapmış. Hıristiyanlığı gizlice yaymak için kararlar alınmış. Ancak o toplantıda bulunanlardan biri bu kararları gizlice Romalı komutana iletmiş. Komutan da İsa’yı tutuklatarak çarmıha gerdirmiş. Toplantıda İsa ile birlikte 13 kişi varmış. İhaneti yapan sonradan 13. kişi olarak tarihe geçmiş. Bu nedenle Hıristiyanlarca 13 sayısı uğursuz olarak anılıyormuş. Bunları bilmiyordum. Ancak ben 13 sayısının değil de Şubat ayı üstüne pek sevimli olmayan başka sözler duymuştum. Özellikle büyük ablam, şubat için:
-Küçük ay ya da Bocuk der, onun uğursuzluğundan söz ederdi. Çok soğuk olur, özellikle don yaparmış. Uzun süren donlar da ekilen tohumlara zarar verirmiş.
Sabahattin Öğretmen ellerini ovuşturur gibi yaparak geldi. Gülümseyerek sordu:
-Siz de üşüyor musunuz? Kimseden ses çıkmayınca gene gülümseterek:
-Üşüyorsunuz ama benim gibi açığa vurmuyoruz! deyip masasına oturdu. Parmaklarını birbirine kenetleyerek:
-Fransızların, dünyaca bilinen çok ünlü şairleri olduğunu, ancak kendilerine sorulduğunda bunlardan üçünü büyük şair olarak öne çıkardığını söyleyip Victor Hugo, Alphonse de Lamartine, Charles Bodler! deyip susar gibi durdu. Devamla:
-Fransızların da şiir zevki bizim gibi çok eskilere dayanır. Belki bizin kadar değil ama, çünkü biz bizim şiirimizim üst ucunu hep açık bırakıp Türk olarak değil de İslâm geçmişine dayandırıyoruz. Onlar öyle değil doğrudan Fransız olanları Fransız sayıyor. Örneğin onlar 17. Yüz yılı başlangıç alıp oradan buyana gelişmeyi yeğliyorlar. İşte biz bunu yapmakta zorlanıyoruz. Bu nedenle, başlangıç konusunda onlarla ayrılımız oluyor. Bana sorsanız ben, Bizim diyebileceğin divan şairi olarak Baki, Nef’i, Nedim deyip keserim. Böylece 17. Yüz yıl başlangıç olur. Oysa benim gibi düşünmeyenler, Fuzuli, Bağdatlı Ruhi, Şeyhi, Mevlana, Ahmedî, gülümseyerek,”Mehmedî!” deyip uzatıyorlar. İyi ama bunlar arasında bir birlik yok. Sadece bizim biraz anlayabileceğimiz sözleri kullanmışlar. Bakın Nedim öyle değil. Anlamını bilmediğimiz söz kullanıyor ama mekân bizim mekânımız. Adam İstanbul sevdalısı, tıpkı Yahya Kemal gibi. Mevlâna’yı Anadolu’nun neresine kondurabiliriz ki! Nedim:
“Bu şehri İstanbul ki bi mislü bahâdır Bir semtine yekpare Acem mülkü fedâdır!,,
Ya da:
.....
“Münasiptir sana ey tıfl-ı nâzım hüccetin al gel Beşiktaş’a yakın bir hâne-i virânımız vardır"
diyor. İstanbul’a gidenimiz Beşiktaş’a uğrayınca bu şiiri anımsar kesinle gözleriyle Nedim’in oturduğu evi arayabilir.
Mevlâna’da Türklükle ilgili söz arayınca varlığı yokluğu fark edilmeyecek kapalılıkta sözler ancak geçer.
Mâhest nemidânem ruhet yâne Bu ayrılık oduna nice ciğerim yâne ........................... Saed tir zened dil an Türkî keman ebrû Fitneli ala gözler çün uykudan uyâne....
Bakın Nedim, açık açık Beşiktaş’ta oturduğunu söylüyor, Yine İstanbul’un bir avuç taşının ya da toprağının bile Acem ülkesine yeğliyor. Burada abartı bulabilirsiniz ama Nedim’i Istanbul’dan dışarı çıkaramazsınız. Mevlâna ise
Sanki havalarda uçuyor.
İşte Fransızlar, bu noktalardan değerlendirme yaparak, Fransızlığı ön plâna almışlar. Bizim, Baki, Nedim dönemlerimiz de onların da şairleri var. bunların güzel şiirlerini arkadaşlarımız, seveceğiniz sadelikle dilimize çeviriyorlar. Bir gün onları da okuyacağız. Sözümüzü toparlayalım:
-Biz bugün Lamartin’in bir şiiri yüzünden bu konuya girdik. Öyleyse sözü Lamartinle sürdürelim. Zaten bu üç ünlü şairin doğum sırasına göre en yaşlısı Lamartin’dir. Lamartin, aynı zamanda bir Türk dostudur. Padişah Abdülmecit döneminde İstanbul’a gelmiş İstanbul üstüne övücü sözler söylemiştir.
Lamartin de Romantik çağda yaşadığından Romantizmin etkisinde kalmıştır. Yurdumuzda, geçen gün de değindiğimiz Göl şiiriyle anılır. Biraz uzunca olduğu için dinlemek sizlere sıkıntı verebilir. Gene de kendi dilinden sizlere okumak istiyorum. Sizler de dilimize çevrilişini okursunuz.
Öğretmen, şiiri okudu. Tek söz anlamadım ama okunuş oldukça dokunaklı idi. Çevremde sanki kimse yokmuş gibi sessizlik içinde dinledim. Sabahattin Öğretmen okurken sanki başka bir insan olmuştu. Hiç de dediği gibi sıkıntılı olmadı. Öğretmen şiir üzerinde hiç durmadı. Romantik akımın gerçek savunucusu dedikten sonra Victor Hugo üstüne konuştu.
-Bir asker oğlu olan (Napolyon Bonapart ordusunda bir general oğlu) Hugo oldukça iyi bir öğrenim görmüştü. Genç yaşında yazı yazmaya başladı. İçinde yetiştiği oldukça karmaşık ortamdan etkilenerek atak bir çıkışla çocuk yaşta isim yaptı.25 yaşlarına geldiğinde Romantik edebiyatın lideri olarak alkışlandı. Bundan sonra uzun yıllar, edebiyat alanında söz sahibi oldu. Politikaya karıştı, bizim Namık Kemal’imiz gibi o da sürgünlere gitti. Yurdundan uzun yıllar ayrı kalmasına karşın yılmadı, bir Millî Kahraman olarak 20 yıl sonra ülkesine döndü. Kendi babasının da katkıları olan Napolyon Bonapart yönetimine hayranlık duydu, o günleri savunan yazılar yazdı. Şair olarak sunmamıza karşın Victor Hugo, tiyatro, Roman, şiir alanlarında eşdeğer başarı kazandı. Özellikle Hernani dramının önsözündeki Romantizmi savunması onun edebiyat alanında emsallerinden üstünlüğünün belgesi sayıldı. Roman alanında da çok başarı gösterdi. Sefiller, Notre Damın Kamburu romanları, roman türünün başyapıtları arasında yerini aldı.
Öğretmen, Victor Hugo’dan Vaterlo adlı şiiri Fransızca okudu. Şiirin, Vasfi Mahir Kocatürk’ün Şaheserler Antolojisi’deki düz yazı çevirisini okumuştum. Anımsadım, o nedenle can kulağı ile dinledim. Öğretmen şiir üstünde durmadı.
Yalnız şiirin iyi bir çeviriciyi beklediğini söyleyince:
-Düz yazı olarak çevrildiğini anımsattım. Öğretmen:
-Biliyorum, şiir olarak çevrilmesi için dedim! deyip geçiştirdi. Arkasından Bodler’den söz etti. Bodler’in ötekiler gibi politik bir yanı olmadığını, biraz bizim Yahya Kemâl’imizi andırdığını, kendisini tümüyle şiire verdiğini anla.
Lamartine Victor Hugo Baudelaire
Bodler’in şiiri seçtiği kitaba, Paris’le ilgili bir ad vermesine karşın, tümünün kendi duygularını yansıttı Hüzünlü Paris ya da Paris’in verdiği üzüntüler olarak çevirebileceğimiz kitaptaki şiirleri, geleneksel şiir kalıplarına sıkıştırmadan yazdığını, okuyacağı şiiri o günlerin ünlü piyanisti Franz Liet için yazdığını söyledi. Şiirde Baküs ile Franz Liszt adlarından başka hiç bir söz anlamadım.
Öğretmen:
-Gelecek derslerimizde bu üç şairin dilimize çevrilmiş şiirlerinden örnekler de okuyalım! deyip ayrıldı.
Büyük salona geçtik. Yunus Kazım Öğretmen gelmemiş. Tüm arkadaşlar seviniyor. Hemen kümeleşmeler başladı. Herkes kafa dengini bulmuş, işaretlerle kümeleştiler. Halil Dere’nin işaretine uyup bir kümeye katıldım. Önce bir fiskos. Alınır gibi oldum. Benden değilmiş, grup içinde yabancı varmış, kalkıp gidince konu daha açıklık kazandı. Bizden bir grup zaman zaman Dil,Tarih-Coğrafya Fakültesine gidiyormuş.Buna da şaştım için söze katıldım:
-Geçen yıl onlar orada ders görmüşler!
Sözümü önemseyenler oldu:
-Bu yıl orada ders yok! Bir süre sessizce bakıştık. Konu daha da açıklandı:
-Geçen yıl gidenler orada birileriyle ilişki kurmuşlar. Şimdi de yanlarında bizim sınıftan, yeni arkadaşlardan bazılarını götürüp tanıştırıyormuşlar.
Bunları kimler yapıyormuş? Sorduğuma pişman oldum. Ummadığım bir kaç arkadaşı saydılar. Çaresiz:
-Hımmm! deyip sustum. Bir süre daha konuşuldu. Neyse ki işi olanlar kalktı. Konu da değişti. Sandalyemi az geri çekip kitabımı okumaya başladığım.
Kitabı diyorum, kitabını önsözü yerinde, kitabı basacak olan kişi ile (Rousseau) Ruso’nun konuşmasını okudum. Ruso burada çok önemli sözler söylüyor. Ancak bunları anlamak için sanırım, Ruso’nun başka kitaplarını da okumak gerekecek! Ancak ben, bu romanı özetleyeceğim için ön sözdeki düşüncelere kitabı basacak olanla yazar arasındaki tartışmalara saplanmak istemedim. Zaten tartışmayı, gerçek anlamda pek de anlamış değilim; ancak bir bölümde yazarın söyledikleri, neredeyse doğrudan öğretmenleri ilgilendirecek açıklıkta olduğu için orasının üzerinde durmayı yeğledim. Anladım ki yazar, hazırladığı kitabını basılmak üzere baskıcıya vermiş. Baskıcı da basacağı kitabı okumuş. Yazar okunan kitabi hakkında baskıcının düşüncelerini soruyor. Baskıcı (Eski deyimle naşir, neşreden) N harfi ile yazar da kendi adının ilk harfi R ile gösterilmiş.
.......................................................................................
N-Baskıya verilen mektuplar için bu temenni oldukça yerinde görünüyor.
R-Demek ki insanları, kitaplarda görünmek istediklerinden daha başka türlü görmek hiç gerçekleşmeyecek!
N-Yazar kendi istediği şekilde; tasvir ettiği şahıslar, olduğu gibi görünmelidirler. Ancak burada, gerçekleşmemiştir. Kuvvetle çizilmiş tek portre yok; yeteri kadar çizilmiş mizaçlar yok; sağlıklı hiç bir anlatım hiç bir dünya bilgisi yok. Bunun yerine baştan sona kendileriyle uğraşan iki üç aşkın ya da dostun dar alanlarında ne öğrenebilirler?
R-İnsanlığı sevmek öğrenilir. Büyük toplumlarda, (Geliştiği söylenen toplumlarda) yalnız insanlardan nefret etmek öğrenilir. Sizin görüşünüz şiddeti, okuyucularınızın vereceği hüküm ise daha şiddetli olacaktır. Okurlara haksızlık etmeden, size, ben de, bu mektupları nasıl bir gözle gördüğümü söyleyeceğim; maksadım, sizin ayıplarınızı, kusurlarınızı, hoş görmekten öte, onların kökünü bulmaktır.
Büyük Toplumda uzak kalmak, görüş ve duyuş, toplumla ilişki durumundan daha başka biçimde oluşur. Hırslar, bencillikler, başka türlü değişikliklere uğrar. Anlatımlar da çok başkadır. Dikkatine hep aynı şeyler çarpan düş gücü, onların etkisinde kalır. Bu az sayıdaki düşler,
Döner gelir, öteki tüm fikirlere karışır ve onlara, kenara çekilmişlerin sözlerinde göze çarpan o acayip ve az değişik şekli verir. Bunun sonunda, dil daha mı kuvvetli olur? Kesinlik hayır! Sadece acayipleşir. Kuvvetli konuşmak, ancak toplum içinde öğrenilir. Çünkü orada, önce, hep başka türlü ve başkalarından daha iyi söz söylemek gerekir. Sonra da, her dakika, inanmadığımız şeyleri söylemek, duymadığımız duyguları dile getirmek zorundan dolayı, söylenilen söze içten inanışın yerini tutan inandırıcı bir tavır takınmaya kalkışılır. Sanır mısınız ki, gerçekten hırslı insanlar dramlarınızda ve romanlarınızda hayran olduğunuz o şiddetli o kuvvetli rengin tarzlarda konuşurlar? Hayır! Başka hiçbir duyguya yer bırakmayan sevdanın ifadesinde, kuvvetten ziyade bolluk vardır; sevda karşısındakini inandırmayı düşünmez bile, kendisinden şüphe edilmesini aklına getirmesi, onu başkalarına anlatmaktan ziyade, kendi kendini tatmin içindir. Aşkı büyük kentlerde daha hararetle tasvir ederler; aşk oralarda köylerdekinden daha mı iyi duyulur?
N-Yani, dilin zayıfı, duygunun kuvvetini mi kanıtlar?
R. Hiç değilse, bazen gerçekliğini gösterir.................
Kısa bir bölümünü aldığım bu tartışma 20 sayfa boyunca sürer. Belli ki yazar, burada ortaya koyduğu düşüncelerini mektuplara dağıtmamış, bir önsöz başlığı adı altında daha derli toplu okuyucuya sunmuştur.
*
Yemekte herkeste bir iyimserlik; hep böyle olsa! Nasıl olsa?
-Derslerin hiç değilse bir bölümü böyle boş geçse! Konuşmalar konservatuvara kaydı; orada da dersler böyle çok mu? Hiçbirimiz sormamış ama akıl yoluyla orada kültür derslerinin az olduğu kanısında birleştik. Ne var ki, orada branşların çalışması çok. Ne fark eder? “Ya hoca Ali ya da Ali Hoca!” dedim. Tartışma çıktı:
-O söz öyle değil!
-Nasıl?
-Tam bilmiyorum! Bu kez de ben direttim:
-Tam bilmediğin bir konuda ya susmak ya da söyleneni kabul etmek zorundasın!
-Neden zorunda olayım?
-Zorundasın, bunu da kabul etmezsen konuşmanın ya da tartışmanın dışında kalırsın.
-Tartışma dışında nasıl kalınır?
-İki türlü kalınır; ya kendin susarsın ya da sustururlar!
-Nasıl sustururlar? Nihat Şengül dayanamadı:
-Nasıl olacak; “H...tir!” derler.
-Sana öyle mi dediler?
-Ben haddimi bildiğim için kendim susarım. Ne demişler:
-Bükemediğin kolun elini öp!
-O söz öyle değil!
-Senin bildiğinde de kesinlikle el öpülmektedir; Bunun başka yolu yok!
Ekrem Bilgin ekledi:
-Onun yolu var, doğru salona dönmek! Gülüşerek kalktık.
*
Bölüm Başkanı elinde bir kitapla geldi. Oldukça kalın bir kitap. Kastamonu/Gölköy Müzik Öğretmeni Bedri Akalın yazmış. Kitabı oldukça övdü. İçinden kimi bölümleri okudu. Sonunda da:
-Bilgiden çok toplama, Köy Enstitüleri havasına uygun parçaları toplamış, öğretmen olunca yararlanacağınız bir kitap! deyip ellerini şaplattı. Bu, ders başladı anlamını taşıyordu. Müzik İmlâsı dediği çalışma. Elinde yazılı kâğıtlar oluyor, onlara bakarak yazdırıyor. 2 vuruşluk sus işareti. Portenin 3. Çizgisinde sol anahtarına göre alttan 1. Çizgi üstündeki nota? Allegretto ile Andante üst yazılı parçaların hız dereceleri. Porte içindeki nota önüne, altına ya da üstüne konan noktaların görevi... Öğretmen son saati bize bıraktı. Uzun süre Czerny No:8’i çalıştım.
Yemekte, plâk seçimi konuşuldu. Plâk seçiminde oldukça uyumlu olmaya başladık. Çoğunluk keman olduğu için ben piyanoda diretmezsem uyum kolaylaşıyor. Bu gece Rus Beşleri diye andığımız bestecilerde karar kıldık. Ancak 5’ler arasına kendisi girmemiş ama biz Tschaikovsky’yi de kattık. Rimski Korçakov, Şehrazat, Modest Mussorgsky, Bir Sergiden Tablolar, Peter Tschaikovsky, İtalyan Kapriçiyosu, Aleksandr Borodin, Prens İgor opera uvertürü......
*
Öztekin Öğretmen gecikince biz Tschaikovsky ile başladık. Öğretmen gelince sessizce yerine oturdu. Plâk sonunda, bize teşekkür etti. Son sınıflara:
-Ne kaldı şurada! deyip parmak saydı:
-Mart, nisan, mayıs, bilemedin haziran, “Pır!,, her biriniz bir Köy Enstitüsü’nde bu işleri siz yürüteceksiniz!
Konserimiz uzun sürdü. Güzel geçti ama uzun sürme keyfe keder verdi:
-Borodin’i çalmasaydık!
-Yok, Mussorgsky fazla geldi!.... konuşmaları arasında yataklara serildik.
Yatınca, Öztekin Öğretmenin konuşmasını duyar gibi oldum:
-Mart, nisan, mayıs; bilemedin haziran!... Sonra pırrr! Söze eklenti yaparak tekrarladım:
-Bir yıl, artı, mart, nisan, mayıs bilemedin haziran!....Sonra pır! Nereye? Kepirtepe olur mu? Olursa ne iyi olur! Nebahat’ı düşündüm; buna o ne der? Güldüm. Büyük Ablamın çok tekrarladığı sözü:
-Aç tavuk rüyasında kendini buğday ambarında görür! derdi. Tavuk rüya görür mü? Görse bile bunu insanlar nereden bilecek?
14 Şubat 1945 Çarşamba
İbrahim Yasa Öğretmenin adı geçti. İstemeyerek dinledim. İhsan Güveç Süleyman Karagöz’ün dikkatini çekiyordu. Sanırım Süleyman Karagöz Yasa Öğretmenini sınav ya da yazılı yaparsa nasıl yaptığını sormuş. İhsan Güvenç:
-Vallahi azizim, hiç gözünün yaşına bakmaz, bir gün kağıtları önünüze koyar. Çok önemli fazla yazılmasını da istemez. Zaten kağıtları kendisi verir. Kağıtların bir kenarı da işaretlidir. Soru da sormaz, anlattıklarından birinin tekrarını ister. Köy Topluluğunun birlikteliğini sağlayan bağlar-yaptırımlar nelerdir? Süleyman Karagöz:
-Biz böyle bir konu işlemedik! deyince İhsan Güvenç :
-Ad olarak söylememiş olsa bile genel olarak anlatmıştır. Anlatmadıysa istemez; ben öyle söyleyiverdim deyip yürüdü. Aklıma takıldı, tüm öğretmenlerin yazılı soruları üstüne varsayımlar yürütüyorum hatta soru bile hazırlıyorum da Yasa Öğretmen için bunu hiç düşünmemiştim.
Kahvaltına bunu arkadaşlara anlattım. İlginçtir, arkadaşlar, sınavdan söz ettiğimi için ben kınamaya kalktılar. İkide bir sınavdan söz edişim, onların maneviyatını bozuyormuş. Fazla şaşırmadım ama gene de üzüldüm. Bir daha sınavdan söz etmeyeceğime söz verdim. Söz verdim ama, onlardan birinin de söz etmemesini öne sürdüm. İşi giderek şakaya döktük ama içimden fena kırıldım.
*
İbrahim Yasa Öğretmen her zamanki gibi piposu ağzında geldi, kapı önünde önce ayaklarını sildi. Bunu, kapı önünde hareketlerinden anlıyoruz. Sonra arkasını dönüp piposunu temizleyip cebine koyduktan sonra salona giriyor.
Havanın durgunluğunu iyiye yormuş; gülümseyerek:
-Bahara yaklaşıyoruz! demek istemiyorum, buranın genel durumunu dinlemeden bunu söylemem. Kendi kendimi aldatmaktan kaçınırım. Buranın havasını yaşamış olanlar söylesin, yanılıyor muyum? diye sordu. Parmak kaldıranlar oldu. Hasan Özden de söz istedi. Öğretmen ona söz verdi. Hasan Özden:
-Birey olarak söyleyeceklerimiz yalınkat olur. Hevesli arkadaşlarımız Hasanoğlan köyünde bu konuda bir araştırma yapsın; sağlam bilgilere göre çevrenin özelliklerini tanıyalım! Öğretmen Hasan Özden’e teşekkür etti. Bu kez de Şükrü Koç elini kaldırdı. Öğretmen ona da söz verdi. Şükrü Koç işi biraz saptırdı:
-Köyü çok yakından tanıyan arkadaşlarımız var. Konuyu geleceğe atmaya bence gerek yok, kastettiğim arkadaşlar yeterince bilgi verebilirler. Herhalde sürekli köylüler arasında olan arkadaşlar bu tür bilgileri toplamışlardır. Gülümseyenler oldu. İbrahim Yasa Öğretmen de gülümsedi. Öğretmen Şükrü Koç’a da teşekkür etti. Ancak öğretmen:
-Çok ani sorulmuş olmasın düşüncesiyle bunu gelecek derse bırakalım, konuşacak arkadaşlar o zaman konuşsun! Ne dersiniz? deyince konu kapandı. Kapandı ama bir yandan da kapanmamış gibi öğretmen benze bir soru sordu:
- Böyle bir görev yüklenen arkadaş işe nasıl başlamalı? Bu kez de Muzaffer Kayhan el kaldırdı. Öğretmen söz verince o da, Şükrü Koç’un sorusunun benzerini tekrarladı:
-Ara ara kalkıp köylerde inceleme yaptığını söyleyen arkadaşlarımız var. Bunlardan bir bölümü geçen yıl gelen Ahmet Emin Yalman’a da açıklamalarda bulunmuşlardı. Bu konuda deneyimliler, önce onlar konuşsun! Öğretmen, başıyla onaylar gibi yaptıktan sonra onları dinleyelim! deyip yüzlerimize baktı. Kimseden ses çıkmayınca öğretmen gülümseyerek:
-Köylerden bir şey almaya pek istekli değilsiniz, bunda belki de haklısınız. Çünkü size geçmiş dönemlerde hep köylere bir şeyler vermeniz telkini yapıldı. İsterseniz bugün bizlerin köylere neler götürebileceğimizi konuşalım! Öğretmenin önerisi sürüp gelen tartışmayı durduracak bir öneriydi, birden salon sessizleşti. Öğretmen:
-Önerimi tekrarlayayım:
-Sizin arkadaşlarınız şimdilerde köylerde öğretmen, onlar ne yapıyor, bilirsiniz. Belki de haberleşiyorsunuz, onlardan edindiğiniz izlenimlerinizi konuşalım! Büyük bir çoğunluk el kaldırdı. Öğretmen sözünü tekrarlayınca:
-Konuşalım!
İbrahim Yasa Öğretmen sevinirce:
-Biz bunu daha önce de yapabilirdik! dedikten sonra parmak kaldıranlardan kimilerini seçerek önündeki kağıda yazdı. Yazdıktan sonra da yazdıklarını okudu:
Süleyman Koyuncu, Mehmet Kocaefe, Fakı Yörük, İbrahim Ertur, Kemal Karadeniz, Azmi Erdoğan, Muzaffer Kayhan, Veli Demiröz, Mustafa Yüksel, Numan Köseoğlu! Öğretmen ötekilerinde söz hakkının olduğunu; ancak dinleyeceğimiz arkadaşların sözlerinden sonra zamanımız kalırsa söz vereceğini. Konumuz gerçekte kolay bitmeyecek bir konu olduğundan bunu gönlümüzce irdeleyebileceğimizi söyleyip ilk sözü Bizim Kepirtepeli arkadaşımız İbrahim Ertur’a verdi. İbrahim Ertur kalkınca öğretmen arkadaşa takıldı:
-İbrahim’lerin konuşkan olduğunu, her konuda söz aldıklarını özellikle kendimden bilirim; adaşmışız, tanışmamız biraz geç olmadı mı? diye sordu. Arkadaş öğretmenin sorusunu duymamış gibi, söyleyeceğine söylemeye başladı:
-Ben, Edirne İli, Uzunköprü İlçesi’nin Kurtbey köyündenim. Köyümüz oldukça büyük bir köydür.1877-1878 Rus-Osmanlı savaşı sonunda Balkanlardan kopan değişik dillerle konuşan halk, küçük bir köy olan Kurtbey’e yerleşmiş. Kendilerine hâlâ Türk, gacal, pomak, Boşnak, Arnavut demelerine karşın oldukça kaynaşmış bir halkı vardır. Okumaya çok heveslidirler. Köyümüzden okuyarak, yetişmiş, öğretmenler, kaymakamlar, subaylar çıkmıştır. Benim ağabeyim de subaydır. Adı gazetelerde dolaşan kurmay yarbay Seyfi Kurtbek benim köylümdür. Öğretmen gülümseyerek:
-Bunu bilseydim senden yardım isterdim, benim karmaşık olan askerlik işim, bir ara onun onayını beklemişti! dedi. İbrahim Ertur:
-Köylüm ama onun yanına sokulmam olanaksız. Zaten en büyük sorunlarımızdan biri bu. Yarbay Seyfi Kurtbek belki çok iyi bir insan ama onu sevdiğini söyleyen köylüler onun için türlü rivayetler türetip kendi kendilerine bir korku yaratırlar. Hem onunla övünürler hem de kendi aralarında ürettikleri korkularla ondan uzaklaşırlar. Ağabeyim henüz üsteğmen olmasına karşın onun için de daha şimdiden abartılı haberler yayarlar.
Öğretmen sordu:
-Nasıl, ne haberleri? Arkadaş:
-Bunun nedeni kolay anlaşılamıyor. Bir gazetede bir subayla ilgili haber olsa kesinlikle o Seyfi Kurtbek’e ya da köyden başka subay da çıkmıştır ona yakıştırırlar.
Köyümde 5 sınıflı okul vardır. En az üç öğretmen çalışır. Öyleyken öğretmenler de rahat bırakılmaz, onları da küçümserler. Onları Yarbay Seyfi Kurtbek’le karşılaştırırlar. Kaymakam Ali Bey vardır. Nerede çalıştığını bile bilmezler ama o bir ölçü alınır. Onu övmek için değil öğretmenleri küçültmek için karşılaştırırlar. Bu durumu bildiğim için ben buraya geldim. Bu yıl bir arkadaş gitmiş, merak ediyorum o arkadaş orada nasıl çalışacak? Benim köyümü örnek verdim ama araştırdım yakın köyler de öyle. Köy Enstitülerine okul gözüyle bile bakmıyorlar. Trakya’da yaygın olarak dendiği gibi bizimkiler de Enstitülere Eğitmen Okulu diyorlar. Geçen yıl kendi köyüne atanan bir arkadaşımla mektuplaşıyorum. Onun köyü de tıpkı benim köyüm gibi. Arkadaşın ailesi, köyde saygın olmasına karşın arkadaş rahat değil. Arkadaşı rahatsız eden de bizim Milli Eğitim Kurumu. Arkadaş, köyüne gideceğini söyleyince bir süre okulda bekletmişler. Atanan öğretmenlere, koşum hayvanı, gerekli araç-gerek verilecekti. Onları Lüleburgaz’dan alacakları söylenir. Arkadaş bir süre bekledikten sonra vere vere bir inek verirler. Olay Lüleburgaz’da olur. Arkadaş Edirne Meriç ilçesinin bir köyüne gidecektir. Trakya küçük yerdir ama köşe-bucak yrler arası oldukça uzak düşer. Lüleburgaz ile Meriç arasında yol yoktur. En az iki ya da üç ilçe aşmak zorundadır. Arkadaş ineğini alıp, Lüleburgaz’dan Uzunköprü’ye trenle, Uzunköprü’den Meriç ilçesine, oradan da köyüne elinde inek yederek iki günde gider. Üstelik bir de şans olarak inek doğum yapar. Arkadaş bir süre de buzağı taşımak zorunda kalır. Tüm bu olaylar, gittiği köyde duyulur. Arkadaş bunları bana mektupla anlattı. Anlatırken güler gibiydi. Ancak ben bu olayın bizim köyde geçtiğini düşlediğimde ürperiyorum. Arkadaşın köyünün de benimkinin benzeri olduğunu geçmiş konuşmalarımızdan anımsıyorum. Aradan bir yıl gibi uzun bir zaman geçti, arkadaşa söz verilen verilecekler hâlâ verilmemiş. Arkadaşın aile durumu köy ortalamasına göre iyidir. İdare edip gidiyor ama. Arkadaş başka köye gitseydi durumu ne olacaktı? Arkadaşla sürekli mektuplaşıyoruz. Kendi köyünde olduğundan fazla yılmamış, ancak yakın köylerde çalışan arkadaşlarımızın acıklı durumlarıyla kendini karşılaştırıp iyimserliğini sürdürüyor. Arkadaşın yazdığına göre, genel durumu değerlendirmek için Edirne Milli Eğitim örgütüne ek olarak Kepirtepe Köy Enstitüsü öğretmenleri de yerinde görmek amacıyla köyleri Müfettiş sıfatıyla gezmişler. Bu anlattıklarımı dinlemişler; sonuç olarak da bu durumları üst makamlara rapor edeceklerini söylemişler.
Genel durum böyleyken biz burada havalarda uçuyoruz. Son sınıflar geçen yaz tüm ülkeyi kaplayan gözlemler yaptılar. Onların gözlemlerini burada topluca bir değerlendirmeye kimse yanaşmadı. Oysa o yapılsaydı sanırım belli bir uyarma olacaktı. Özet olarak şunları söylemek istiyorum, bize burada çok sınırlı ölçülerde kalıplar gösteriliyor. Örneğin köye, köyde çok geçerli olan ufak tefek demir araçlarının üretilmesi. Dikkat edin var olanın çoğaltılması. Kara saban yerine pulluk kullanılması, sepet kovanların sandığa aktarılması. Çiftçi ürünlerinin değerlenmesi için birlikler kurulması v.b. Bunların birini yapmaya kalkan öğretmen, şimdilerde bunların yapanlarla karşı karşıya kalacaktır. Hele çiftçinin ürünlerini değerlendirme konusu tümüyle düş ürünü. Çiftçinin ürünlerine Devlet el koyuyor. Neyi, nasıl alıp da kooperatifte satacaksın? Son sözüm şudur:
-Biz, bölgelerimizin gereksinimleri için yetiştirilemiyoruz. Benzetmek belki biraz yetersiz olacak ama tıpkı askerlere giysi, postal dağıtılır gibi sınırlı bilgilerle donatılıyoruz. Bu da çok geri kalmış bölgelere belki uyacak yetersiz bilgilerle biz yurdun her yanında başarılı olamayız. Geçen yıl bir Köy Enstitüsü Müdürü buna dikkatimizi çekmişti. Trakya, Doğu Anadolu Bölgesine göre 50 yıl ilerdedir. Oysa, Kepirtepe ile Cılavuz köy Enstitüleri’nde aynı sözler tekrarlanıyor, aynı giysiler giyiliyor. ”Muhtarlar, iş yapmıyor, köylü tembel, Öğretmen Okulu çıkışlılar köylere uyamıyor! Biz oraları cennet yapacağız!
Öğretmen güldü:
-Yok canım, o kadar da değil, cennet yapacağız! diyen yok! Var mı? diye sordu. Bu arada Süleyman Karagöz el kaldırdı. Öğretmen:
-Arkadaşın sözleri üzerinde duralım, sonra konuşursunuz. Süleyman Karagöz direnerek:
-Arkadaşın bir sözü benim için çok önemli, konuşmazsam çok üzüleceğim. Dergimizin ikinci sayısında çıkacak bir inceleme yazımda benzer sözü söylüyorum. Burada şimdi konuşamazsam, yazım dergide çıkarsa okuyanlar gözünde, arkadaşın sözünü almış sayılacağım. Bu duruma düşmemek için rica ediyorum. Öğretmen sesli olarak güldü, peki ,iyi deyip söz verdi. Süleyman Karagöz elinde yazı, ancak bakmadan konuştu. Geçen Yaz Stajını Savaştepe’de yapmış. O sıra Edremit Bölgesinde incelemeler yapmışlar. O bölgenin söylenenden çok ilerde olduğunu görmüşler. Arkadaş bunları anlatmış, köy muhtarları içinde Lise bitirmişler olduğu gibi okullarının tüm gereksinimlerinin tamam olduğunu görmüşler. Arkadaş hazırladığı yazı sonunda Edremit Bölgesinin, Türkiye’mizin genel durumundan elli yıl önde olduğu kanısını belirtmiş. Süleyman Karagöz bunu söyleyince öğretmen ellerini açıp vurdu. Arkasından da:
-Haklıymışsın, yazını merakla bekliyorum, bravo! dedi.
Ders bitince öğretmen:
-Bakın işte bizim esas ders konumuz bunlar, devam edeceğiz! deyip ayrıldı.
*
Doç. Halil Demircioğlu her zamanki güleç yüzüyle geldi. Gülümseyerek gözlerini üstümüzde gezdirdikten sonra:
-Geçen konuşmamızda oldukça kara tablolar çizdik. O karo tabloların bir acı sonucuna değinmeden geçtiğimizi sonradan anımsadım. Halkın haklı olarak Plevne Savaşı olarak andığı, gerçekte de Karlofça’dan sonra en büyük yenilgi olan !877-78 Osmanlı Rus savaşının perde arkasında Kapitülasyonların oluşunu, o büyük bozgunun, gerçekte Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu sayıldığını, ölen bir insan bile ölür ölmez toprağa verilmediğini, bir bekleme sürecinden sonra nefyedildiğini, o nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun da bir süre cenaze işleri için ayakta bekletildiğini, bunun da Düveli Muazzama’nın bir oyunu olduğunu yeterince konuşmadık ,kuşkusuna kapıldım. Bu düşüncemden doları bugün kısa bir süre Tanzimat Dönemi ya da 1856 Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı politikasının zikzaklı döneminin sonucu olarak 1877-78 savaşının çıktığını, Kırımda bizim yanımızda olan Düveli Muazzama’nın bu savaşta neden sessiz kaldığını irdelemek istedim.
Tanzimat Fermanı’nı imzalayan Abdülmecit, Rusya dışındaki Avrupa Devletleriyle dengeli bir politika izlemeye çaba göstermişti. Sancak onun ölümünden sonra yerine geçen Abdülaziz, bu dengeli politikayı sürdüremedi. Gerçi orduyu daha güçlü yapmak için çaba gösterdi ama, söz gelimi İngiltere ile Fransa arasındaki ilişkilerini biraz Fransa tarafına kaydırdı. Özellikle Fransa’ya yaptığı tantanalı gezisi, onun eğilimini su yüzüne çıkardı. Bundan hoşlanmayan İngiltere, öteden beri güneye inmesine meydan vermediği Rusya ile işbirliğine giderek onu şımarttı. Ayrıca Rusya,1854-56 savaşında kaybettiği peretişini kazanmak sevdasına düşmüştü. İngiltere’yi yanında görünce Balkanlar’daki milliyetçi akımlara arka çıkarak savaş bahanesi arıyordu. Abdülaziz’in Fransa’daki alayişli karşılanması Rusya’nın da hoşuna gitmemişti.1870 Fransa –Prusya savaşı’nın Fransa aleyhine sonuçlanması Rusya’yı umutlandırdı. Gerek Kafkaslar da gerekse Balkanlar’da Rusya’nın dostu milliyetçi kurumları kışkırtan Rusya pusuda beklerken Abdülaziz’in tahttan indirişi, sürecinde savaş açtı. Osmanlı kurumları padişah değişimi olayı yüzünden iyice bozulmuştu. Serhatlardaki birlikler yapabileceği direnişi bir süre yaptı. Kafkasya cephesinden Ahmet Muhtar Paşa, Tuna cephesinde Osman Paşa, Dünya Savaş Tarihi’nin örnek savunmalar yapmalarına karşın düşman sınırları aştı. Kafkas Cephesindeki Rus Ordusu Erzurum’a, Tuna cephesi ordusu ise İstanbul’a dek geldi. Ruslar, İstanbul içine girmediler ama İstanbul’un kapısı sayılan Ayastefanos’a bayrağı diktiler.
Bu onlar için büyük bir zaferdi. Bizim Deli dediğimiz onların Büyük Petro’su bu olayı 1700 yıllarında daha düşlemişti. Bayram ettiler. Bu zaferlerinin anısı olarak da bir anıt diktiler. (Anıtı, savaş tazminatı olarak Osmanlı devleti yaptırmıştı) Ayastefanos’da (Yeşilköy) dikildiği için adı öyle anılan anıt 1914 yılına dek Rus bayrağını sallandırdı. Büyük Savaş’ta gene Rusya ile karşı karşıya kalınca halkımız bu anıtı yıktı. Neyse ki savaş sonunda Çarlık da yıkılınca şimdiki yönetim bu işin üzerinde durmadı.
Anıtı önemseyip sözün yolunu değiştirdik ama gerçek yıkıntımız, bu savaş Osmanlı topraklarının en verimli yöresi elden çıkmıştı. Haritaya bakınca göreceğiniz gibi, Tuna’dan Marmara denizine dek inen yöre tarım alanıdır. Tarım yapılmayan yerlerse ormandır. İşin acı yanı buralarda yüzyıllardır yaşamış olan soydaşlarımız, nesi var nesi oksa oralarda bırakmış, can havliyle Anadolu’ya gelmiştir. Bağı bahçesi olan, sürülerle hayvan besleyen insanlar, yerlerinden edilince bir dilim ekmeğe muhtaç duruma düşmüştür. (*) Bu insanların maneviyatları ne ölçüde zedelenmiştir, bunlar düşünülmeden insanlar! Göçmen!” sıfatı altında oraya buraya serpiştirilmiştir. Bu durumlar bir toplumu oluşturan bireylerin karşılıklı bağlanma gücünü çürütür. Bu nedenle, Kurtuluş Sav aşımız başlarken, sanki Kurtuluş istemiyormuşçasına sırtını çeviren kimi bölgelerde halkımız, Kurtuluş Savaşımızın içtenliğine giderek inandıkça silaha sarılarak savaşa sahip çıkmıştır. Bu düşüncemi söylemek, bu noktaya dikkatinizi çekmek için konuya tekrar döndüm.
Öğretmen bundan sonra arkadaşların tek tek ailelerini sordu. Gerçekten sınıftaki 6o arkadaşın yarıdan çoğu iki kuşak öte göçmen çocuğu olarak ortaya çıktı. Eskişehir dolayları Kafkasya’dan, Bursa, Balıkesir, Trakya Rumeli’den, Ege bölgesi ise Girit, Eğriboz adalarından gelme göçmenler. Öğretmen gülümseyerek kendisinin de bir göçmen olduğunu söyledikten sonra:
-İşte bunları yazın, bunlar sizin aile siciliniz olacak. Osmanlı’nın bir kusuru da göçebe alışkanlığı nedeniyle sicil tutmaktan kaçınmasıdır. Bunu yapmadığı için de kendi ailesinde bile sahteler ortaya çıkmıştır:
-Tarihimizde düzmece padişahlık davaları da vardır. Bir gün de bunları konuşuruz! deyip ayrıldı.
*
Yemekte, konuşmalar “Kendi ailenin hikâyesini anlat!” başlığı altında toplandı. Soru:
-Bu nasıl olur? Ben de buna şaştım, bunun nasılı olur mu? Annenden ya da babandan dinlediklerini oturur yazarsın. Söz gelimi, oturur yazarsın, dediğim için:
-Ayakta yazsak olmaz mı? diye sorulunca verdiğim karşılık sözün yönünü değiştirdi:
-Olur olur, yatarak da yazarsın, zaten senin gibi yatarak yazmayı yeğleyenler yüzünden Tuna boylarından İstanbul’a dek itile kakıla, sille tokat bizi sürüklemişler, üstüne üslük bir de kendileri unutturmamak için anıt diktirmişler. Kendi yaptırdığımız anıtı yıktığımız için öğündüğümüz gibi yatarak aile hikayemizi yazdığımızla da öğünebiliriz! Yemeğin bundan sonrası sessiz geçti.
Suskunluk içinde kalkılınca, birilerinin gücendiğini düşünmeye başlamıştım. Aldırmadım. İçimden de:
-Şakanın da bir sınırı vardır. Her konu şakaya çevrilirse ortada ciddiyet kalmaz. Ciddiyetten uzak bir yaşamın da anlamı olmaz!
*
Öztekin Öğretmen gelir gelmez Keman Grubu’nu birlikte çalışmaya aldı. Benim için nedense bir şey söylemedi. Pikap köşesine çekilip kendime bir iş buldum. Az yan düştüğüm için de kimsenin ilgisini çekmedim. Öztekin Öğretmen’in sinirli günüymüş, kemancıların tümünü payladı, ne tembellikleri, ne duyarsızlıkları kaldı, hepsini haşladı. Öfkesinde titriyordu. Bir ara topuna birden:
-Siz Müzik Öğretmeni değil, sıradan bir öğretmen de olmamaya karar vermişsiniz. Kusura bakmayın, beni böyle konuşmaya siz zorluyorsunuz! deyip odasına geçti. Geçerken de bana:
-Sen, in alt odada çalışmanı sürdür! deyince kendime pay çıkardım, alt odaya inip rahatlamış olarak piyano çalıştım.
Akşam yemeğinde hava değişti:
-Öztekin Öğretmenin sabrını taşırdık, bizler gerçekten çalışmıyoruz! Gibisine konuşmalar oldu. İçimden gülesim geldi:
-Yatarak aile geçmişini yazanların(!) başına gelen sizin de başınızda! diyesim geldi ama dilimi tuttum. Hemşerim, Kadir Pekgöz sonunda.
-Hemşerim piyanoyu seçmekte haklıymış, bizim gibi papara yemiyor! deyince Ekrem Bilgin dayanamadı:
-İbrahim piyano seçtiği için değil çalıştığı için para yemiyor. O bize papara yiyeceğimizi öğle yemeğinde söylemişti! Biz hâlâ işin ciddiyetinde değiliz. Kendimizin ne durumda olduğumuzu bilmemize karşın adım atmaktan kaçınıyoruz.
Nihat Şengül Ekrem’e sinirlendi:
-Dede, söyleniyor. Biliyorsun, kendin yapsana! Ekrem karşılık verdi:
-Nene, susturmaya çalışıyorsun, ağzımı kapat! Ben böyle düşündüğümü söylüyorum, senin düşüncen nedir? Bunca sözü onlara neden duyurduğunu kulakların sana sormuyor mu? Bu kez de Kamil Yıldırım:
-Bu kadar boş konuştuğun için dudakların sana sormuyor mu? Dayanamadım bu kez de ben sordum.
-Bu denli ağır sözler duyuyorsunuz, sizin beyinleriniz size fısıldamıyor mu? Halil Yıldırım söze karıştı:
-Ne fısıldaması, bağırıp çağırıyor ama duyan kim? bütün sorun burada!
Oldukça gergin bir hava içinde kalktık.
Kitaplığa geçip kitabımı okudum.
Julie giderek açıldı. Mektuplar da bana Goethe’nin Werther’ini anımsattı. Ancak sevgi benzerliği var. Werther’in Julie’den yirmi yıl sonra yazıldığını biliyorum. Goethe Ruso’dan etkilenmiş olabilir ama Ruso’nun Goethe’den etkilenmesi söz konusu olamaz. Çünkü Goethe o zaman ya doğmamıştı ya da bir-iki yaşlarındaydı.(Goethe 1749 doğumlu)
Okudukça şaştığım olay, mektupları yazan yazar, bu denli nasıl kişilik değiştirebiliyor. Julie ile Sainte Preux derken bu kez de Claire ortaya çıktı. Julie de, sevildiğini bilen, ancak onurunu koruyan duyarlı bir bayan, Sainte Preox da seven ancak kendi onuru ölçüsünde sevdiğinin de duygularına saygı gösteren iki insanın farklı bakışlarını nasıl anlatabiliyor? Bakalım 3. Kişi olarak ortaya çıkan Claire’ye neler söyletecek?
İlk sevgilim olduğunu ikide bir söylediğim C ile karşılıklı konuştuğum için mektup yazmak aklımın kenarından bile geçmiyordu. Sonradan takıldığı A için birkaç kez yazmaya niyetlendim ama, mektubun başkasının eline geçer düşüncesiyle bundan vazgeçmiştim. Yazsaydım neler yazacaktım, bunları şimdi toparlayamıyorum. Röslein’e de birkaç kez yazmayı düşünmüştüm. Onun için elimde bir örnek vardı, Goethe’nin şiiri. O da olmadı. Nedense Nebahat’a mektup yazmayı hiç düşünmedim. Düşünsem ne yazarım? Kendi kendime güldüm; Julie ile Saint Preux da yan yana olsalar böyle şeyler yazarlar mı idi?
15 Şubat 1945 Perşembe
Hava durgun! Sahi mi? sözleri arasında uyandım. Hamdi Keskin Öğretmen’in üstünde duracağı konu belli:
-Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Onun, Yaban, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Ankara, Nur Baba kitapları var. Yaban, Sodom ve Gomore ile Ankara kitaplarını okudum. Yaban romanının özetini de çıkardım. Sodom ve Gomore kitabı, İstanbul’un İşgali sıralarını anlatıyor; oldukça karışık olmakla birlikte Kitabın genel durumu hakkında fikrim var. Ankara kitabını da okudum. Okudum, ama onu da Yaban romanında olduğu gibi düzgün anlatamasam da okuduğumu kanıtlayacak birkaç söz söyleyebilirim. Kısa da olsa hakkında bilgim var. Orta Okul kitaplarında okuduğumuz parçaları da anımsıyorum. Güvercinlerime Dokunmayın, Yalancı Çocuk (Hikayenin adı başka, kahramanı yalancı) hikayelerini ile hiç unutmuyorum.
Kahvaltıda, Bölüm Başkanının dünkü sertlik nedenleri araştırıldı. Çok kolay bir neden bulundu:
-Evde eşiyle kavga etmiştir! Biraz ter oldu ama ben de:
-Dilerim bugün Hamdi Keskin Öğretmen birileriyle kavga etmeden derse gelir!
Dileğime herkes katıldı.
Hamdi Keskin Öğretmen kapıdan girince, kendi kendime gülümsedim:
-Dileğim tuttu! Öğretmen gülümseyerek:
-Günaydın! dedikten sonra hemen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan söz etti. Ancak sözü hemen tarihe kaydırarak sorular sordu:
Malazgirt Savaşı hangi tarihte oldu? Savaştan sonra hangi beylikler ortaya çıktı?
Kısa bir bocalamadan sonra toparlanıp Karaman Beyliği, Menteşoğulları, Germiyanoğulları, Aydınoğulları diye birkaç ad sıraladık. Öğretmen duraksamadan onlara Osmanoğullarını da ekledikten sonra Anadolu da bu oğulları geleneğinin sürdüğünü, ancak ondan sonra gelenlerin bağımsızlık iddiası öne sürmeden yüzyıllarca sürdüğünü anlattı. Osmanoğullarının bir Türk geleneği olan ocak sürme gelebeğini Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra terk ettiğini bunun yerine zade gibi dilimizde bulunmayan bir sıfatın türetildiğini, bu yoz geleneğin günümüzde de sürdürülmeye çalışıldığını, ünlü romancımız Halit Ziya Uşaklıgil, soyadı olarak oğul anlamına gelen gil soyadı almasına karşın günümüzde bile Uşakızade Halit Ziya diyenlerin olduğunu anlattı. Önemsiz gibi görünen bu duyarsızlığın gerçekte Devrimlerimize karşı da bir direnç belirtisi olduğunu da sözlerine ekledi. Hamdi Keskin Öğretmen dikkatimizi çekerek bu zadeli konuşmaların günümüzde daha çok alaturka musiki tutkunlarının kendi bestecileri için özellikle kullandıklarını. Yaşadığı dönemi bile doğru dürüst bilmedikleri besteciyi Zade sıfatıyla süsledikleri örnekledi. Buhurizade Itrî, Hamamîzade İsmail Dede Efendi. Tellâlzade İsmail Efendi gibi. Öğretmen bu konu, Devrimlerimizin yerleşmesi bakımından çok önemlidir. Önerilen yenilikler köklü bir tutumla yerine oturtulamazsa kolayca sökülebilirler. Bakın, gene tarihe döneceğiz:
- Osman Bey, ilk birliği kuran önder. Eşi, tarihte Hatun olarak geçer. Sonra gelen Orhan, Murat, Yıldırım Beyazıt, oğlu Mehmet, onun oğlu 2. Murat, onun oğlu Fatih. Bunların eşleri hep Hatun olarak anılır. Kendileri de Bey sıfatını taşımıştır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u alınca bir sultanlık icat edildi. Onun İstanbul’u alması ta peygamberimizin emelini gerçekleştirmesi açısından önemliydi. Bu nedenle Fatih payesi verildi. Arkasından bir de Sultan sıfatı çıkarıldı. Fatih’in ilk eşi Sittin Hatun’ken 2. Eşi Sultan oldu. Bundan sonra Sultanlık aldı yürüdü. Beyler padişah oldu, eşler sultan oldu. İnsanlar türbelerinde hatun ya da bey. Kitaplarda ya da konuşmalarda Sultan, padişah. Bununla da kalınmadı, meşru, ya da gayrimeşru olsun, saraylarda doğanlar külliyen sultan olarak anıldılar. Bu yakıştırma, yapay olaylar gelenek değil düpedüz Batı taklitçiliği. Batı’da bir soyluluk geleneği eski çağlardan beri vardır. Onlarda Kontluk, Lordluk, Senyörlük daha başka başlıklar altında Büyük Roma dönemi Romalılık-kölelik ayırımına dayanır. Daha sonra bu, efendi-uşak ayırımına dönüşmüş büyük Fransız Devrimine dek sürmüştür. Devrim sonrası kaldırılan bu tür ayırım, Batılaşma yaftası altında Doğu insanının yakasına yapıştırılmıştır. Tanzimat Fermanı ile bize de giren bu anlayış, özellikle azınlıkların kışkırtmasıyla kendine alan bulmuştur. Babası düpedüz hahamcılık yapan kişi, Hahamizade olarak anılır, olmuştur. Kısacası mahallede birilerinin taktığı sıfatla insanlar soyluymuş gibi gösterilmeye kalkışılmıştır. Halk bunu doğru anlamakta, o kişiye Hamamcıoğlu demekte ise de yazarlarımız bunu, Batılı ölçekler düzeyinde asalet olarak sunmayı sürdürmektedir. Bakın, inceleyin, Alaturka müzik alanındaki zadeli kişilerin hepsi, ya davulcu ya da zurnacı olarak hayatını sürdürmüş insanların çocuklarıdır. Paşazade olarak anılanları da araştırsanız, paşalığı, bir nedenle Osmanlı Sarayının verdiği bir paye olarak göreceksiniz. Oysa soyluluk gerçekte dede, baba, oğul, torun zinciri olarak gider. Gerçekte soylu olanlar vardır, örneğin Köprülüzade Mehmet Fuat, araştırmacı, yazar. Samipaşazade Sezai, oldukça ünlü bir yazar. Nabizade Nazım, yazar. Bunlar, (kesinlikle) bu sıfatları kendileri kullanmazlar. Ancak aileleri tarihimizde önemli bir yer tutmaktadır.
İşte bu anlayışsız, köksüz yapma geleneğin gerçeği, Türk halkının bağrında soylu olarak tarihi boyunca yaşadı. Baba ocağını yaşatan anlayış:
“Oğlu!,, olarak günümüze dek geldi. Karamanoğlu, Aydınoğlu ,Köroğlu, Dadaloğlu ,Kozanoğlu, Dizdaroğlu, Menteşoğlu. Bu kadar değil yüzlercesini sayabilirsiniz. İşte bunlardan bir tanesi de Karaosmanoğulları. Onların sürüp gelen aile adları, şimdilerde de soyadları, geniş bir ailenin sanıdır. Evet, soyadı yasasından önce de o aile bu adla anılıyordu. Halk arasına indikçe bu tür köklü ailelerle tanışacaksınız. Bu kök sürdürme, tüm uluslarda vardır. Rusya- Romanof, Fransa –Bourbon, İngiltere-Tudor, Avusturya- Habsburg, Almanya -Hohenzollern, aileleri etrafında birleşerek güçlü toplumlar oluşturmuştur.
Öğretmen bundan sonra Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun iyi bir öğrenim gördüğünü, yabancı dil bildiğini, elçiliklerde bulunduğunu, Millet Vekilliği yaptığını hepsinin üstünde Kurtuluş Savaşı’nı bir asker gibi cephelerde izlediğini anlattı.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yaban romanını okuyanları sordu. Salondaki arkadaşların tamamına yakını el kaldırdı. Kemal Güngör, Veli Demiröz, Mehmet Toydemir değişik açılardan roman üstene konuştular. Veli Demiröz, romanı gerçekçi bulmadığını söyledi. Önce subayın bir köye gitmesini, sonra da köydekilerle hep ters düştüğünü anlattı. Karşı görüşte olanlar söz istediler. Öğretmense Veli Demiröz’e gerçekçilikten kastının ne olduğunu sordu. Veli Demiröz:
-İnandırıcı değil! deyince öğretmen:
-Hııı! deyip geçti. Belli ki öğretmen Gerçekçi Roman türünün açıklanmasını bekliyordu. Parmak kaldırdım. Öğretmen gülümseyerek:
-Geç kaldın, haftaya anlatırsın! deyip ayrıldı.
Doç. Niyazi Çitakoğlu gelmemiş. Gelmediğini benden başka herkes duymuş. Gene de Kitaplıkta toplandık. Kepirli grup, iki eksik,(Sami Akıncı, hastaneye yatmış, Mehmet Başaran, gelmemiş.) toplandık. Arkadaşlar İbrahim Ertur’a sataştılar. Sefer Tunca’nın mektubunu bize neden okumadın? İbrahim Ertur, önce olayı önemsemediğini, konu üzerinde duruldukça önem kazandığını sonra da kendini sıkıştırarak o anlattıklarını toparladığını anlattı. Daha sonra öteki arkadaşlar anıldı. Evlenenler sıralandı. Kepir üstüne eski, yeni haberler tekrarlanarak 2 saat geçirildi.
Ayrılınca, arkadaşın dün anlattığı buzağılı inek olayını çok önemsemiş, köye yeni atanan bir öğretmenin buzağılı inekle gitmesini bir türkü aklıma sindirememiştim. Gerçi arkadaşımız Fettah geniş yüreklidir, o kolay kolay daralmaz ama köylülerin tavırlarını da bilir gibiyim. Daha ilk günde hükümlerini verirler. Öte yandan, meydanlarda nutuk atarken bol keseden vaatte bulunanlar, buna ne diyeceklerdir? Tarla, çift hayvan, araba, ev derken bir inekle köye gitme. Bu ne demek? Öğretmen ineği okulun önüne bağlayıp etrafında dört dönecek. Hayvan bakmak, başlı başına bir iştir. O hayvanın yemi, suyu vardır. Onun yattığı yer bile özenli bakım ister. Göreve yeni başlayan öğretmen bunu nasıl sağlar? Bunun olmayacağını ilgililer düşünür! deyip anlatılanın Şakacı Fettah için bir şaka olduğunu düşünmüştüm. Yıllar sonra günlük notlarımı bilgisayara yüklediğim günlerde Edirne’de yayınlanan Yöre dergisinin Aralık 2002 33. Sayısında arkadaşım Sefer Tunca’nın Kepirtepe Anılarını okudum. Arkadaşım aynı olayı İbrahim Ertur’un anlattığı gibi yazmış olduğunu hayretle görgüm. Yüreğim sızladı. Sahiden üç arkadaşımıza da Lüleburgaz’da birer inek teslim etmişler. Arkadaşlar inekler arkalarında Lüleburgaz tren istasyonuna gitmiş. Nerede, nasıl kaç saat bekledikten sonra inekleri yük vagonlarına bindirmişler. Uzunköprü istasyonunda indirmişler. Uzunköprü istasyonundan Meriç İlçesine oradan da köylerine dağılmışlar. Pardon dağılmamışlar arkadaşlar üçü de aynı köylü Sofular köylü olduklarından üçü de ellerinde birer inek köye girmişler. Üstelik ineğin biri, Fettah’ın ineği yolda yavrulamış. ”Yavrulamış!” deyip geçemiyorum. Çünkü ineklerin nasıl yavruladığını, yavruların nasıl bir süreçte ayaklandığını, belli bir süreçte yürüyemediği için taşınması gerektiğini çok iyi biliyorum.
Her şey bir yana, Kepirtepe Köy Enstitüsü yönetimi, okulu bitirenlerin ineklerini neden Lüleburgaz’da teslim ediyor? Lüleburgaz Meriç arası oldukça uzun. Uzunluğu bir yana oldukça dolambaçlı. Lüleburgaz- Babaeski-Pehlivanköy-Uzunköprü-Meriç. Oldukça zikzaklı, netameli yolculuk gerektiren 200 km uzaklıkta. Ayrıca Meriç Nasuhbey köyü arası da var. Bir süre trenle gitmek olasılığı var. Ancak Hayvanlar vagonlara inip binerken bir kaza olsa sorumlusu kim olacak? Şimdiki sınıf arkadaşlarımı düşünüyorum. Çifteleri bitirmiş Bekir Semerci Karamanlı, Veli Demirö Bozkırlı. Bunlar buraya gelmeseydi ya da buraya gelmeyen onların arkadaşları yedeklerinde ineklerle Çiftelerden ta oralara mı gittiler? Halil Dere ya da Ekrem Ula gözümün önünde canlandı; Okulu bitirince köylerine atanmışlar. İzmir-Kızılçullu’da yedekledikleri ineklerle Muğla’ya gidiyorlar! Bunu onlara şaka olarak söylesem çıldırırlar!
Kızılçullu Köy Enstitüsü eski müdürü Emin Soysal:
-Köy Enstitüleri iyi yönetilemiyor! diye yazıyormuş. Genelini bilmem ama Kepirtepe için söylüyorsa onu haklı sayarım. Dergide bir yazı. Kepirtepe yöneticileri köylere atanan öğretmenleri görev başında görmek üzere Trakya’yı dolaşıyormuş. Besbelli matematik öğretmeni Ahmet Kun’da dolaşıyordur. Matematik öğretmeni dedimse sahici değil. Bir ilkokuldan Kepirtepe’ye biz son sınıftayken atanmıştı. Ona, Matematik okut! dediler o da o derslere girdi. Bizim Matematik derslerimiz son sınıfta boş geçiyordu. Anımsıyorum bir nöbetinde bizim dersliğe uğramıştı, arkadaşlar sorular sordular. Matematik öğretmeni olmadığını ancak matematiği sevdiğini söylemişti. Konuşma giderek matematiğin kıvrak bir zekâ istediğine dayanmıştı. Bu arada bir örnek verdi;
-1200’ün 1/6’sının 4/8 i isteniyorsa deyip,1200’ü 6’ya bölmüş, birini alıp onu da 8’e bölerek 4’ünü alırsak! dediğinde ben:
-4’le çarpıp 8’e bölsek olmaz mı? diye sormuştum. Öğretmenin o zamanki bana bakışını uzun süre unutamadım. Dik dik baktıktan sonra bana:
-Senin gibileri insanı deli eder; benim dediğimle senin dediğinin ne farkı var? diye bağırmıştı. Sonuç olarak değilse bile öyle de yapılabileceğini söylemek istemiştim. Ahmet Kun Öğretmen, şimdilerde Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde yönetici. Umarım, Nasuhbey Köyü Öğretmeni Fettah Biricik’in ineğinin sütünden o da içmiştir(!)Sinirli sinirli gülümsedim...
Bir süre Julie’yi okudum.58.mektupta hava değişti. Değişeceği belli oluyordu ama böylesi bir değişim beklemiyordum. İşin içine düello sözleri girdi. Düello yapılmasını herkes benimsemiş. Julie bile:
- Düello, şerefleri kurtarır! diyor. Bir zamanlar okuduğum kitaplarda düellolar hep vardı. Gene de düello denince Puşkin gözümün önün geliyor. Düellolarda ölenler hep roman kişileriyken, yazar Puşkin, tanıdığım bir insanmış gibi onu farklı sayıyorum. Hele filmlerdeki düelloları hiç ciddiye almıyorum. Süslü püslü insanlar çıkıp ortaya şaklabanlık yapıyorlar. Görüntü olarak sahiciymişçesine kılıç sallıyorlar ama filmlerin ne olduğu bilindiği için ciddiye alınmıyor.
Yatınca kendime sordum:
-Düello düello deyip duruyorum ama hangi romanda düello yapıldı? diye biri sorsa ne söylerim? Üç Silâhşörler’den başlayarak belli başlı düelloları anımsamaya çabalarken bu kez de köydeyken okuduğum Hazreti Hamza ya da Hazreti Ali dövüşleri düello sayılır mı? Onlarda da ölüm var. Bunları düşünürken Hamdi Keskin Öğretmenin zadelikler üstüne söylediklerini anımsadım. Zadelik sözünü ben ilk kez Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem’de duydum. Şehzade Cem ağabeyi Padişah 2.Beyazıt’a baş kaldırmış. Ondan önceki padişah çocuklarından en çok Yıldırım Beyazıt’ın çocukları konuşuluyordu. Ancak onlara şehzade değil Çelebi deniyordu. Beş kardeşin dördü, Mustafa, Musa, Süleyman, Mehmet hep Çelebi olarak anılırdı. Şehzade Cem sonraları da Cem Sultan’a dönüştü. Zade sözü köyde de geçer. Biraz nazlı gibi davranana hemen yapıştırırlar:
-Beyzade! Tarih derslerinde asilzadeler geçiyordu. Ömer Seyfettin’i okuyunca kitap adı olarak karşıma çıktı. Hamdi Keskin Öğretmen dikkatimizi çekince anımsadım. Radyo programlarında çok geçiyor. Geçen yaz, İzzet Palamar Öğretmenin emanet verdiği radyoyu dinlerken saptadığım besteci adlarının bir bölümünü yazmıştım. Anımsadıklarım, Kaptanzade Ali Rıza, Astikzade Begos Efendi. Öğretmen Hamamîzade, Tellâlzade demişti. Benim ilgimi çeken bu Astikzade Begos Efendi’de Türk mü? Yoksa azınlıklara da zade mi diyorlar?
Alekozade, Bacanoszade! Güldüm, onu bile karıştırdım; Aleko Bacanos olacaktı. Yorgo Bacanos, Alereko Bacanos öyleyse onlar Bacanoszade yazılacaklar... “Gel ey denizin nazlı kızı!” Aleko Bacanoszade’den(!)... Keh,keh,keh!.....
16 Şubat 1945 Cuma
Uyanınca, akşam düşündüklerimi anımsadım. Abbas Amcam, halamoğlu Hilmi, öteki tanıdıklar b enim yıllarca önce okuduklarımı okuyorlar. Okunanları düşünüyorum da bana onlar çok basit gibi geliyor. Kerbelâ’da 70 insan ölmüş. İyi ama ondan sonra kaç yetmiş insan gitmiş. Dünya tarihinde 70 insanın adı bile anılmıyor. Ayrıca onların okuduğu şiirler de çok sınırlı. Şah İsmail, Gencî, Pir Sultan! Şah İsmail’in bir İran Şahı olduğunu bile bilmiyorlar. Belki biliyorlar da umursamıyorlar. Yunus Emre’den söz ediliyor ama şiirleri pek geçmiyor. Hacı Bektaş da çok anılıyor ama ondan bir şiir söylenmiyor. Kızıldeli, Balım Sultan, Ali Naki, Azmi Baba en çok anılanlar. Oysa ben, Yunus Emre, Hatai (Şah İsmail) Pir Sultan Abdal dışındakilerden başkasına kitaplarda hiç rastlamadım. Yalnız Gencî için Aşık Veysel’den “İyi bir şair!” olduğunu duymuştum.
*
Kahvaltıda “Acabalar?,, olasılıklar tekrarlandı. Bir önceki hafta konuşmalar anımsanmaya çalışıldı. Yalan yanlış konuşmalara katılmadım. İçimden:
-Az sonra nasıl olsa gerçeğin kendisi ortaya çıkacak. Erken kalkıp sobayı kontrol ettim. Beklentim doğru çıktı, Malik Öğretmen önce sobayı kontrol etti. Arkasından da.
-Az kaldı, şurada en fazla bir ay daha soba arayacağız!
Malik Öğretmen yerine oturunca gözlük değiştirdi. Bunun ne anlama geldiğini biliyorduk. Yüzlerde bir yumuşama oldu. Gözlükler değişince Malik Öğretmen kesinlikle yazılar okur, resimler gösterir. Daha önemlisi uzun uzun da elindeki kitaptan resim ya da yazıları bulmaya çalışır. Bir süre araştırdıktan sonra: Rönesans sonrası resim! deyip durdu. Sonra da:
-Hep İtalyan ressamları, mimarları konuştuk. El Greco dışında öteki ulusların ressamlarından söz etmedik. Neden? diye sordu. Karşılık beklemeden kendisi konuştu:
-Çünkü, önemli birileri yetişmemişti. El Greco, İspanya’ya geçince orada bir kıpırdanma oldu. İspanya-Felemenk birleşince resmin kuzeye geçtiğini göreceğiz. Bu arada Kuzeyde de kıpırdanmalar oldu, Dürer, Albrecht Dürer, deyipressamın yaşadığı tarihleri söyledi. 1471-1528. El Greco için Kaç demiştik? diye sordu. Tarih söyleyemedik ama önce Kanunî dönemi sonra da Kanunî’den biraz sonraya kayan yuvarlak zaman çizdik. Albrecht Dürer için. Malik Öğretmen, Sanat Tarihi’nin de tarih gibi kuvvetli çağrışım istediğini:
- Gelin bir deneme yapalım! dedikten sonra Fatih Sultan Mehmet’i hele onun İstanbul’u alışını unutmazsak. Fatih’in ölümü de kolayca buluruz.1481! Bakın bu zaman sürecinde neler olmuştur! Gutenberg adı geçince ne anımsıyoruz? Matbaa, yıl 1440-1450 yılları arası. Kendimi tutamadım:
-Varna Savaşı,1444! dedim. Malik Öğretmen:
-Ya, bizim için o da var! dedikten sonra:
-Biz kişilerin yaşamlarını titizlikle izlemiyoruz, birbirini çağrıştırsın yeter. Bakın Albrecht Dürer’in yaşadığı günlerde bizim için önemli hangi olaylar var?
Öğretmen bir süre durduktan sonra:
-Olay deyince aklımıza hep Osmanlı Ailesinin başından geçenler geliyor. Sanki bizim kendi ailelerimiz yok. Hangimiz büyük annemizin babasının adını bilir? Belki adımız onun adıdır ama biz bunun ayırdında değiliz. Suç bizde değil. Zaten suç için derler ki:
-Suç gelin olmak istemiş, kendisine damat bulamamışlar. Zafer, annesini aramış, bütün anneler “Oğlum!” diye sarılmaya kalkışmış. Bunlar uydurma sözler ama bir gerçek tarafı var. Hadi söyleyin bakayım, büyük babanızın adı neydi? Yaşıyorsa bilirsiniz. Benim dediğim ölenlere saygımız yoktur. Saygımız olsa köylerin mezarlıkları toprak yığını olmaktan kurtulurdu. Buna da bir diyeceğim yok, çünkü sizler o sorumlukları henüz yüklenmediniz. Ancak Osmanlı ailesinden söz açılınca dilimiz açılıyor, devşirme damatları, pazardan alınma sultanları baş tacı ederce anımsıyoruz.
Rönesans! dedik. Neydi Rönesans? Rönesans bir sanat çıkışıydı. Bu çıkışta öncü kimlerdi? Michelangelo, Rafaello, Leonardo da Vinci. Bunlar hangi tarihlerde yaşamıştı? Ortalama olarak Rafaello 1480-1520 arası. Michelanglo,1470-1560 arası, Leonardo da Vinci, 1450-1520 arası. Bu tarihler kesin olmayabilir. Ancak bizim Sanat Tarihimiz kronolojik incelemeci değildir. Bakın bu zaman sürecinde bir büyük olay da Amerika’nın eski dünyaya eklenmesidir. Bu anımsatmalardan sonra Albrecht Dürer’e dönebiliriz.
Albrecht Durer (Kendini görüntüleyen kendi resimlerden biri)
Bilindiği gibi İtalya yarım adasında başlayan Rönesans düşüncesi, İtalya dışında ağır aksak yayılırken, kuzeyde de bir dinde yenilenme görüşü gelişmeye başlamıştır. Bu hareketler sanata yansımadan önce halk arasında yayılır. Halk arasında tutunmaya yönelince bir lider bulur, onun yönetiminde son şeklini alır. Reform denilen olay da böyle olmuştur. Kilise tahakkümünden bunalan halk söylenmeye başlayınca Martin Lüther adlı bir papaz öncülüğünde kilisenin bir takım hakları kısıtlanmış, uzun tartışmalar sonunda da ayaklanmaları (Protestoları)anımsatan Protestanlık ortaya çıkmıştır. Bunun da tıpkı Rönesans gibi bir başlangıcı bir sonucu kesin olarak saptanamamıştır. Ancak ortalama bazı tarihler söylenmektedir. Genel olarak da 15.,16. Yüz yıllar denip geçilir. Bu yenilikleri hazırlayan düşünce adamları vardır. Gutenberg matbaayı bulunca yazı, daha doğrusu ilkel de olsa gazete yayınları başlamış, Halkı uyandıran yazarlar ortaya çıkmıştır. Bunları öteki derslerinizde öğrenmişsinizdir. Bunlardan bir kaçını biz de sayabiliriz. Bir Güzel Sanatlar dalı olan tiyatro alanında; Shakespeare, Moliere, Racine; düşün alanında Thomas Moore, Montaigne, Bacon; bilim alanında Kopernik, Galile, Newton; felsefe alanında; Descartes, Leibniz, Spinoza; yazı alanında Dante, Rabele (Rabelais) Servantes; müzik alanında; Vivaldi, Telemann, Bach; coğrafî keşifler alanında; Kristof Kolomb, Amerigo Vespuci, Vasgo de Gama.... Daha niceleri yenilikler uğruna ömürlerini tüketmişlerdir. Biz bunları anmak için bile zahmetlere katlanamıyoruz. Bizim suçumuz değil ama düşünmeden de geçemeyiz; bu saydığımız insanların yaşadıkları tarihlerde biz de büyük bir devlettik. Sayılan adlar arasında bir Türk hatta bir Müslüman var mı?
Bence en büyük ders bize bu olmalı:
-Niçin? Neden biz öteki uluslardan koptuk? Dünya yuvarlağında onlarla birlikte yaşadığımıza göre, üstündeki nimetleri neden onların eline bırakalım? Bırakalım değil bırakmışız. Daha doğrusu elimizden almışlar. Çalışmadan toplamaya alkışmışız. İmparatorluğumuz bir ganimet toplama imparatorluğuna dönüşmüş.
Bir sözümüz vardır:
-Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak! İşte bizim hedefimiz, bunları düşünerek Atatürk’ün uyarılarına sadakatle sarılıp çalışmak olmalıdır!
Albrecht Dürer, Cermen ülkelerine (Avusturya, Almanya, İsviçre, İsveç. Baltık kıyılanda yaşayanlar) resmi sevdiren ressam olarak belleğimizde kalsın! dedikten sonra elindeki büyük kitaptan Dürer’in resimlerini gösterdi. Resimlere baktıktan sonra da sordu:
-Öteki ressamlarla arasında bir fark görüyor musunuz? Talip Apaydın içimizde en dikkatlimizmiş, hepimiz susarken Talip:
-Resimler küçüldü, öteki ressamlardan farklı çalışma! deyince Malik Öğretmen gülümseyerek:
-Değil mi ya, değil ya! deyip küçük çizimleri birer birer gösterdi, el, ayak, tek tek yüzler. Ressamın kendi yünün değişik çizimleri...
Öğretmen bundan sonra kişi yüzlerinin modeline uygunluk anlayışını açıkladı. Özellikle ressamın kendi yüzünü çizişi üstünde durdu. “Fotoğraftan önce fotoğraf düzeyine ulaşmak!” olarak nitelendirdi. Malik Öğretmen:
-Albrecht Dürer’le resim sanatını Rönesans tekelinden kurtardık. Buna İtalya’dan çıkardık da diyebiliriz. Gelecek derslerimizde daha bir iki ressamı da tanıyarak Resim Sanatının Avrupa’ya yayılışını tamamlayacağız.
Muttalip Çardak sordu:
-Bize de gelecek mi? Öğretmen güldü:
-Gelecek, gelecek! Az sabredelim, Tanzimat sonrası öğrenciler için açılan kapıdan Avrupa’ya gidenler, oralardaki güzellikleri gördükçe bizde de fırçalar kullanılmaya başlandı. Cumhuriyet, her yeniliği getirdiği gibi bize gerçek resim sanatını getirdi, onu da konuşacağız!
Öğretmen ayrılınca bir süre bakıştık. Bugünkü Sanat Tarihi dersimiz, o denli sıkıcı geçmemişti.
Veysel Öğretmen gelir gelmez sezdi:
-Malik Öğretmeni çok neşeli gördüm! Ekrem Bilgin:
-Bu ders kendisi konuştu, bize soru sormadığı içindir! Muttalip Çardak:
-Memnun kalmak için özellikle bize soru sormadığından! deyince Veysel öğretmen katıla katıla güldü. Ders konusunu sordu, Albrecht Dürer olduğunu duyunca, Malik Aksel öğretmenin sevdiği bir ressam olduğunu anlattı. Sonra da :
-Öyleyse bugün biz de birer Dürer olabiliriz! deyip yüz çalışacağımızı söyledi. Öğretmen tebeşir alıp tahtaya özensiz olarak bir yuvarlak çizdi. Yuvarlağın üstünde gene özensiz olarak bir şeyler yaptı. Sonuç ummadığımız şekilde bir yüz oldu. Sevinerek çizime başladık. Ne yazık ki, bizim kağıtlara çizilenler uzun süre bir şeye benzemedi. Veysel Öğretmen hepimizin yardımına koştu. Benim resim, insan yüzünden çok çocukluğumda çok oyalandığım bir olaya taşıdı. Kuru Dere denilen köydeki bir yörede bir tarlamız vardır. Tarla semtinin adı da Gübre. Köy kurulmadan önce tüm köy merası Padişah 2.Abdülhamit’in çiftliği imiş. Çiftliğin üstünde şimdi tam sekiz köy var. O büyük çiftliğin değişik yerlerinde değişik çalışmalar yapılıyormuş. Bizim köyün kurulduğu yörede koyun sürüleri varmış. İşte o sürülerin yattığı yer, bize tarla olarak düşmüş. Çok verimlidir. Ara ara oraya bostan (Kavun-karpuz) ekeriz. Aralara kabak da sıkıştırılır. Özellikle kabaklar çok büyük olur. Kimi kez iddialaşmalar sonunda kabaklar tartılır. 20 kiloluk kabakları gördüğümü anımsıyorum. Karpuzun da 27 kilosunu gördüm. Söz konusu tarlaya bostan ektiğinizde kendimiz bekleriz. Gündüzleri ben geceleri de Bektaş ağabeyim bekler. Bektaş ağabeyim, kuşları korkutmak için bezden, çaputtan sallanan korkuluklar yaptığı gibi kimi kez de büyük kabaklardan birinin içini oyup bir yükseltiye takar. İçi oyuk kabağa ağız, göz, sakal-bıyık da yapar. Ağız, gözler oyuktur ama uzaktan bakınca sanki gözmüş gibi görünürler. Korkuluk, ince bir bedene kocaman kafa kondurulmuş görüntüsü verir. Yaptığım resmi o kabak korkuluklardan birine benzetince gülmekten kendimi zor tuttum.
Öğretmen eleştirmedi, tersine portre çalışmalarının öteki çalışmalardan daha çok emek istediğini, her ressamın da portre yapamayacağını söyledi. Öğretmen önemsemez göründü ama yaptıklarımızı dikkatle toplayıp çantasına yerleştirdi.
*
Yemekte oldukça neşeliydik. Ben, durup durup kendi resmime güldüm. Arkadaşların tesellileri daha hoştu:
-Her ressam portre çizemez! Ekrem Bilgin hemen yapıştırdı:
-Ne yani, porte çizemeyen ressamlar bir araya gelemez mi? İnadım depreşti:
-Gelemez, biz bir araya kendimiz gelmedik, bizi getirdiler. Öyleyse övünç Milli Eğitim Bakanlığının. Ben bunu deyince tepki beklemiştim. Tersine oldu. Kamil Yıldırım ilkokul yıllarını anlattı; çok güzel resim yapanlar varmış, onlar gelseymiş! Ötesini dinlemedim. Benim bu konuda yüreğim hep yanar. Halamoğlu Hilmi, salt resim değil öteki fen olaylarında da benim çevremdekilere öncelik kaptırmayacak bir yetenekti. Onun daha ilkokul 3. sınıftayken kibrit kutusuyla telefon yapışını, dış kapı ile iç kapıların açılması için zilli hat kurmasını içim sızlayarak anımsayınca birden neşem kaçtı. Arkadaşlar da benzer olaylar anlattılar.
*
Öztekin Öğretmen bir saat kadar koro çalkışması yaptıktan sonra kemancılarla toplu çalışma yaptı.Bir süre piyano çalıştıktan sonra kitaplığa gidip kitap okudum.Birinici kitabı bitirdim ama olayları bir türlü, toparlayamadım. Kişiler bir birine karşı varlar da, okuyucuya karşı çok kapalılar. Julie’nin kim olduğunu hâlâ tam olarak bilemiyorum.Girişteki bölümü bir daha okudum. Orası çok başka bir olay.
Yemekte buluştuk. Konu yarınki konser; kimden, neler dinleyeceğiz? Fazla uzatmadık; ne çıkarsa bahtımıza! deyip dağıldık. Önce büyük salona uğradım, Halil Dere zorladı, lokale geçip satranç oynadık. Halil Dere’nin cumartesi günleri dersi olduğundan konserleri bırakmış durumda. Gene de arada kaçamak yapmayı düşlüyor. O da yorgunmuş, uzatmadan kalkıp yattık.
Yatınca da kabak bostan korkuluklarını anımsadım.Salt kabaklar değil, hayvan kafalarının kemiklerini de bir sırığa takıp korkuluk yaparlar. Kemik kafa insana bir ürküntü veriyor, acaba kuşlar ya da kediler, köpekler bunu seçerler mi? Yoksa biri kafadan atmış, gör görenden bütün bir kemik bulan takıyor mu? Ev çevresindeki bahçelere de kemik hayvan başları takılmaktadır. İyi ki birisi insan başını denememiş, yoksa mezarlıklardaki başlar sırıklara takılırdı! Kendi kendime söylendim:
-O kadar da değil,bunu korkudan yapamazlar! Kırda, gece gündüz dolaştıklarına bakılmasın köylülerin de korktuğu, korkutucular vardır. Bizim köydekilerin en çok korktuğu, şehitlerin gece ortalıkta dolaştığı ürküntüsüdür. Köyde şehit düşen iki olay sürekli ortaya getirilir. Biri bir bayandır. Bayan, arabada giderken uyuklayıp arabadan düşmüş. Eşi öyle anlatmış. Sancak köylüler onu cinayete çevirmişler. Köyün tam karşısındaki bayırda olduğundan, kanın aktığı yerde geceleri alev olarak yana yana bir ışık evine dek geliyormuş. Bunu görenler varmış ama söyleyemiyormuş. Söylenirse tılşım bozulur, şehit sırrı açıklayana zarar verirmiş. Öteki de yaşlı bir erkekmiş, o köyün uzağındaki Kanlı Geçit yokuşunda olduğundan o, ancak geceleri Kanlı Geçitten geçilirse görülürmüş. Zaten o hep vurulduğu yerde yanıyormuş. O, köyün kurulduğu yıllarda toprak yüzünden komşu köylülerce vurulmuşmuş. Bu nedenle de bizim köylülere zarar verteceği düşünülmezmiş. Ancak kendisinin unutulmasını istemediğinden zaman zaman yüksekllere dek alev saçıyormuş... Bunları ilk dinlediğimde ürperiyordum. İlkokul 4.5. sınıfları Hamitabat’ta okuduğumdan bayan şehit için geçtiğim yere öylesine alışmıştım ki, sonraki yıllarda defalarca gece yolculuığu yaptım, oradan geçerken aklıma bile gelmiyordu. Çünkü ben Okuldayken o yolda çoğunlukla A. için yakınlaşma planları kuruyordum, şarkı söylüyordum. Bazan da verilen ödevleri yolda hazırlıyordum. Arkadaşların hiç birisi benim kadar şiir ezberlememişti. O şiirleri nasıl ezberlediğim sorulduğunda gülüyordum. İbrahim Alaettin Gövsa’nın Namık Kemal şiiri başlıca oyalantımdı. Onu iki kez tekrarlayınca yolum köprüye ulaşıyordu. Köprü köyün evleri bitişiğindeydi. Açık havalarda köye dönüşüm de oldukça gurur vericiydi. Köyde İlkokul 2. Dönem okuyan benden önce kimse olmamış. Babamın büyüğü Müderris Ahmet Amcamı herkes tanıdığından benim de onun gibi okuyup köyden ayrılacağım inancı yaygındı. Güldüm, kendime sordum:
-Sonra ne oldu? Tam üç yıl, gaipten haber bekler gibi bekledim!... Sonrası? Sonrası, tuttuğum günlüklerin başında anlattığım gibi oldu!...