Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

15 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

“Ben” Demeden Benliğini Geliştirenlerin Bilgilenme Yarışı!

 

14 Kasım 1944 Salı 

 

Lapa lapa kar yağışı sözleri arasında uyanıp kalktım. Kalkınca da konuşmalara katıldım:

-Rüzgarsız havada kar yağışı güzel olur. Ancak, burada öylesi pek görülmez. Çünkü hava genelde hem rüzgarlı hem de çok soğuktur. Sanırım bu yüzden, kar yağışı dendiğinde çocukluğumu, köyümü anımsıyorum. Gerçi, o zaman da elim ayağım donardı. Sanki o zaman üşümezmiş gibi bir unutmalı anımsama içindeyim. Bu nedenle olacak, bugün rüzgarsız kar yağsın istiyorum! dedim. “Neden bugün?” diyen oldu:

-Çünkü kitaplıkta ders yapacağız, orası rüzgarlı havalarda çok soğuk oluyor! Haklı olduğumu söyleyenler oldu. Yakınımdan geçerken Nihat Şengül sordu:

-Arkadaş, sen böyle hep haklı olmaktan sıkılmıyor musun? Arkadaşın ne demek istediğini çok iyi anlamama karşın beklemediği bir karşılık verdim.

-Hayırola arkadaşım, övündüğümü söylerken beni sıkılmazlıkla karşılıyorsun, “Tevriye “sanatı denemesi mi yapıyorsun? Nihat durdu:

-Yok yahu, nerden çıktı bu şimdi?

-Nerden çıkacak? Sen çıkardın, övünen insanın sıkılması ne demek? Burada sıkılmak, çokluktan usanmak, bıkmak anlamına da gelir, utanmak, yüzü kızarmak anlamına da! Sen hangi anlamda kullandın?

Nihat, bu kez de uzunca bir hadiiiiiii! deyip uzaklaştı. Arkasından arkadaşı Kamil Yıldırım geldi:

-Nihat’a ne dedin? Olayı, Kamil’e anlattım, güldü:

-Onu biraz işletelim! deyip gitti.

Kahvaltıda, öteki arkadaşlar Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenden söz edince Nihat Şengül’e sataşmamız başka zamana kaldı. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen geçen derste, Montaigne’in kitabında adı geçen Latin ozanlarını sormuş. Doyurucu yanıt alamayınca:

-Hiç olmazsa birini ikisini bulsaydınız! demiş. Buna çok sevindim; kitaptakilerin hepsini bulduğum gibi başkalarını ekledim.

Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen kapıdan girince gülümseyerek:

-Buraya bir de soba sıkıştıralım mı? diye sordu. Bir kaç arkadaş:

-Üşümüyoruz! diye karşılık verdi. Hasan Özden elini kaldırdı. Öğretmen işaret edince Hasan:

-Siz üşüyorsanız, bahara dek büyük salonda yapalım derslerimizi, orası sıcak oluyor!

Öğretmen yüzünü ekşiterek başına salladı:

-Orasını sevmedim, hem karanlık hem de sevimsiz. Bizim dersimiz, kitap, kitaplık dersi; kitaplıkta olursa bir anlamı olur. Üşürsek böyle yaparız! deyip ellerini ovuşturdu. Sonra da:

-İşyerine giderken sokakta insanları görüyorum, hep böyle yapıyorlar. Kimseye zararı olmayan bir hareket, çok üşürseniz siz de yapabilirsiniz! Birileri ellerini kaldırıp ovuşturunca öğretmen uyardı:

-Öyle ortaya kaldırıp işi gösteriye dönüştürmeyelim! deyip ellerini kürsü altına çekti.

Bu kez de:

-Isınmaktan söz etmek de insanı ısındırır. Biz de sık sık ısınmaktan söz ederiz. Örneğin, nasıl derslere ısındınız mı? deyip gülümsedi.

Mehmet Toydemir söz istedi, öğretmen başıyla konuşmasına işaret edince Toydemir:

-Montaigne’in kaynak gösterdiği Latin yazarlarının çoğunu bulamıyoruz! deyince Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen yüzünü ekşiterek:

-Anladığım kadarıyla siz bu konuyu ummadığım bir yöne çevirdiniz. Ummadığım bir yöne döndüğünüze göre o yönü ben de bilmediğimden size yardımcı olamayacağım. İsterseniz benim söylediğimi ya da söylemek istediğimi bir daha tekrarlayalım da yönümüz doğru tarafa dönsün. Montaigne denilen kişi bir yaştan sonra köşesine çekilerek insanlarla insanların ilişkilerini, yaşadıkları dünya üstündeki durumlarını anlatmış. Anlattıklarının doğruluğu için de kendisinden önce yaşayanların onun ele aldığı konular üstündeki görüşlerini tanık olarak göstermiş. “Ben bunu böyle diyorum, bakın Cicero da vaktiyle böyle demiş!” deyip kendini, kendisinden önceki bir başka düşünürle hemfikir olarak göstermiş. İşte ben de size:

-Montaigne’i okuyoruz, o, bu fikirlerin ilk oluşturucusu değil, başkalarını okuya okuya bir fikir yumağı oluşturmuş. O nasıl bir yöntem uygulamışsa siz de benzer bir yol tutup kendi fikir yumağınızı büyütebilirsiniz! demiştim. Yumağınızı sararken de salt Montaigne değil, eğer bulabilirseniz onun indiği kaynaklara da inebilirseniz inin! İşte o kaynaklar Montaigne’de var, bulabildiğinizi bulun, tanıyın! Montaigne’i dilimize ben çevirdim. Üç ciltlik kitaptan seçmeler yaptım. Aldığım parçalarda geçen kaynak kişilerin bir bölümünü ben de tanımıyorum. Tanıdıklarım da ilgi duyduklarımdır. Sizin hepsini tanıma telaşınız nereden kaynaklanıyor? Hepsini isteseniz de bulamazsınız. Size ben hepsini demiş olamam, tekrar edeyim, hepsini ben de bilmiyorum! Ben bilmediğime göre sizden hepsini nasıl isterim?Sizlerin de, bir kaçı hakkında da derli toplu bilgi bulmanız bile oldukça zor. Bakın Montaigne 1533 yılında doğmuş 1592 tarihinde ölmüş. Adam tam 16.y.y. adamı. Yani bizim tarihimize göre Padişah Kanuni Sultan Süleyman’la oğlu 2. Selim, torunu 3.Murat dönemlerinde yaşamış. Bu nedenle Kanuni Sultan Süleyman’ı saygıyla anıyor. Demek bizim o zamanki durumumuzla ilgilenmiş. Oysa bizim kaynaklarımızda o zamanlardan böylesi bir bilgi yok. Montaigne gününden doğru dürüst bir kaynağı oymayan bir memlekette, onun kaynak gösterdiği Roma İmparatorluğu günlerinin hesabı sorulur mu? Elbette sorulmaz! Bakın ben ne diyorum:

-Gelin bu araştırmayı bir düzene koyalım; siz, bunlardan birini ikisini bulabilirseniz kendiniz için öğrenin. Ben sizden bunları öğrenmenizi istiyorum. İstiyorum derken sınavlarda sorarım anlamını çıkarmayın. Sınavlarda soracaklarımı ben, derslerde konuştuklarımızdan çok derslerde konuştuklarımızı niçin konuştuğumuzu anlayıp anlamadığınızı öğrenmek için sorarım. Örneğin Montaigne’i, kimdir, kimin nesidir? diye neden sorayım? Ancak Montaigne’i okuyunca sizde uyandırdığı duyguları, geliştirdiği yeni fikirleri öğrenmek istediğim için soru sorarım. Benim için önemli olan sizdeki bilgi birikimi, kazanılan bilgilerle yeni fikirler üretme gelişmesi olup olmadığıdır. Fikir üretme üzerinde biraz duralım. Fikir nedir, fikir nasıl ürer, nasıl üretilir?

Parmaklar kalktı. Sabahattin Öğretmen parmak kaldıranları birer birer süzdükten sonra gülümseyerek Mustafa Parlar’a söz verdi. Mustafa Parlar:

-Buna en güzel örnek Montaigne öğretmenimizdir. Daha on altıncı yüz yılda insanları incelemiş, olayların nedenlerini, niçinlerini araştırmış, bir çok işlere girip çıktıktan sonra oturmuş tanık olduğu olayların önemli yerlerini, kendinden sonrakilere aktarmıştır. Burada bir çok örnek üzerinde değişik yönlerden düşünülmüşlükler vardır. Yönetenlerle yönetilenler ayrı ayrı varlıklardır, bunlar arasındaki olumlu olumsuz yanları düşünüp daha yararlı bir öneride bulunmak, birden çok düşüncenin bileşimidir. Bu bileşimler birer fikirdir. Örneğin insan ahlakı bir konudur. Bunun değişik yanlarından bakıp irdelenince birden çok değişik yan görülür. Bunları uyumlu bir şekilde birleştirip insanların yararına sunulacak bir görüş ortaya konunca başka insanlar bu görüşü paylaşır. İşte burada bir fikir birliği doğar. Öyleyse fikir, bir dizi önermenin ortak yanlarının bileşkesidir. Sokrates ya da Platon birer insandı. Onlar insanlar için güzel düşünceler üretmişler, ben de insanım, neden güzel düşünceler üretmeyeyim?

Sabahattin Öğretmenin yüzü güldü, Mustafa Parlar’a teşekkür ederek:

-Daha söyleyeceklerin vardı sanırım, beni de etkiledin, senin söyleyeceklerini söylersem beni hoşgör! dedikten sonra:

-Komşum bahçesinde çiçek yetiştiriyor; benim de bahçem var; ben neden çiçek yetiştirmeyeyim? Soruları, biraz karmaşık olmakla birlikte uzatılabilir: Kuşlar uçuyor, onların uçmasını sağlayan özellikle hazırlansa acaba yapay bir nesne de uçamaz mı? sorusu yüz yıllarca sorula sorula sonunda uçaklar ortaya çıkmıştır. Uçak örneğine saplanıp kalmayalım, yüzyıllar boyunca sulara kapılıp boğulan insanlar bir gün gelmiş köprüyü, güneşten kavrulan insanlar şemsiyeyi, hep bu yöntemlerle bulmuştur. Şu, şu, şu, şöyle olduğuna göre; acaba bu da böyle olmaz mı? önermeleri, uygarlığı günümüzdeki düzeye getirmiştir. Bundan sonra gelecek yenilikler de hep böyle ortaya çıkacaktır. Gerçi büyük filozoflar bunları başka başka adlar altında yorumlayıp birbirinden farklı tanımlar yapmıştır ama özüyle işin gerçeği budur. İşi doğrudan akla yükleyenler vardır. Bir bölümü de sezgiyi öne çıkarır. İkisinde de deney vardır, deneyci bir görüş neden olmasın? Bunları isterseniz felsefe okur ayrıntılarını öğrenirsiniz. Biz, şimdilik çevremizdeki olayların benzerleri geçmiş dönemlerde de olmuş, onlar bunları nasıl geçmişler ya da saplanıp geçemeden kalmışlar. Batılı, Rönesans dönemi yaşamış Reformlar yapmış. Yüzlerce yıl süren bu değişimlerde kanlar dökülmüş. Böyleyken matbaayı bulup kitap işini yoluna koymuşlar. Yeni tüfekler geliştirip düşmanlarından üstün gelmeyi başarmışlar. Büyük gemiler yaparak okyanusları aşıp yeni kıtalar bulmuşlar. Biz uzun uğraşlardan sonra Avrupa kıtasına çıkmışız ama yüz yıla yakın eğreti olarak orada kalmışız. İdealimiz olan Avrupa kıtasına yerleşmeyi, gerçek olarak 1453 yılında İstanbul’u alınca yapmışız. O zaman da tüm dünya bizim oldu sanmışız. Salt biz değil ondan önce bütün insanlık, dünyanın Avrupa batı sınırında bittiğini oradan ötesinin sonsuz bir karanlık olduğunu sanıyordu. Yazılı belge olarak elimizde onlar olduğu için ikide bir onlara sarılıyoruz, eski İyon yazılarına bakarsan hep karanlık ülkeden söz açılır. Homeros’un Odysse adlı destanında bu açık açık görülmektedir. Demek oluyor ki, Norveç ya da İrlanda batı kıyılarından güneşin batışını izleyenler güneşin karanlıklara girdiğini düşünüyordu. Oysa sonradan öğrenildi ki o batan güneş Filipinlere ya da Japon adalarına doğuyordu. Bu nasıl öğrenildi? Christopher Columbus Amerika’ya çıkınca, Magellan dünya turu yapınca. Eskilerin var saydığı o sonsuz karanlığın dünyada değil uzayda olduğu anlaşıldı. Nasıl oldu?Nasıl olacak? Copernicus, Kepler, Galileo gibi meraklı insanların sayısız denemeleriyle. Bakın şimdi bir de dilimize deneme sözünü aldık. Deneme sözü edilmese bile insanlar var olduğundan beri deneme yöntemini kullandılar. Mağaradan en ilkel ev dönemine geçiş kuşkusuz denemeyle olmuştur. Ateşten yararlanma, sudan korunma denemeden geliştirilemezdi. Peki deneme bildiğimiz bilim alanına nasıl geldi? Fransızların Montaigne Öğretmenleri gibi İngilizlerin de bir Bilge öğretmenleri yetişmiştir: Francis Bacon. Bu iki bilge hemen hemen aynı çağlarda yaşamışlardır. Francis Bacon da düşüncelerini tıpkı Montaigne gibi kendi kendine konuşarak dışa vurmuştur. Okuyacağımız kitaplardan biri de onun denemeleridir. Bilimde deneye yol açan olayı o şöyle anlatır:

İnsanların tüm yaşamına egemen olan kilise her konuda söz sahibidir. Bunu, papazlar eliyle sürdürür. Papazlar sık sık toplanıp her konuda karar alır, o kararları kesintisiz uygularlar. O kararlar nelerdir? İnsan yaşamı için her şey! Su içmenin, yemek yemenin kurallarını koymaktan, öteki dünyadaki ruhların yaşamına kadar sayısız konular tartışılır. Bu toplantılara genelde yaşlı papazlar katılır. Toplantının birine nasılsa bir genç papaz da katılmıştır. Toplantı çok tartışmalı geçer; konu atların dişleridir. Soru da atların diş sayısı, kesici dişlerin kaçı altta, kaçı üstte olduğudur. Tartışma çok uzayınca genç papaz sabredemez, söze karışır:

-Yakınımızda bir at harası var, gidip bir atın ağzına baksak olmaz mı? diye sorar. Papazların bu öneriye uyup uymaması bir yana ok yayından çıkmıştır, sonraki tartışmalarda bu soru hep sorulmuştur! “Bunu bir de buradan ele alsak, bunu bir daha denesek!” sorularını, kısacası, bilime deneyi o olay sokmuştur.

 

                

   Michel Montaigne                  Francis Bacon

 

Francis Bacon, demin arkadaşınızın değindiği önermeler ya da mantıksal konularda da çok önemli görüşler öne sürmüştür. Mantık denilen bilimin ilk büyük ustası olarak Aristoteles gösterilir. Onun küçük bir kitapçığı vardır, okuyabilirsiniz: Organon. Küçük dediğime bakmayın, küçük küçük kitapçıklardan oluşan bir dizidir.(5 kitap) Kitaplar küçüktür ama demir leblebidir. Gene de denemenize yararı olacaktır. Francis Bacon da kendi görüşüne göre yeni bir Organon yazmıştır; adı da Yeni Organon’dur. Tamamı sanırım henüz dilimize çevrilmese de hakkında bilgiler verilmektedir. Karşılaştığınızda ikisini de okuyun! Bakın, yenilikler de tıpkı insanlar gibi ardı arda bir zincir oluşturuyor.

Biz İstanbul’u alıp Avrupa’ya yerleştiğimizde dünya kaç milyon km2 idi, biliyorsunuz, kıta olarak Asya-Afrika-Avrupa bunların toprak alanı, Asya 44, Afrika 30, Avrupa 10, toplam 84 milyon km2’dir. Bundan kırk yıl sonra bildiğiniz gibi dünya elli beş milyon (55 milyon) km2 daha büyüyüverdi. Bu nasıl olmuştu? İşte arkadaşınızın dediği gibi o küçük küçük önermeler zincirinden beliren fikirlerin uygulamaya konması sonunda olmuştu. Söz konusu Organon’ları okursanız yeni bir aydınlıkla karşılaşacaksınız; bilin ki, bu da sizin için iyi olacaktır!

Ders zili çalınca öğretmen:

-Beni konuşturdunuz, bir bakıma iyi oldu, üşümedim. Siz üşüdünüzse gelecek derste siz de konuşur ısınırsınız! deyip ayrıldı.

Büyük salona giderken kimi arkadaşlar Mehmet Toydemir’e çıkıştı:

-Senin yüzünden paylandık! Kimisi de Toydemir’e teşekkür etti:

-İyi ki sormuşsun, bizi kaygıdan kurtardın; o bir sürü adamı nereden bulacaktık? Bir sürü adam, Montaigne’nin kaynak kişileriydi (!)

                            *   *    *

Yunus Kazım Köni Öğretmen, sanki çantasını geçen yıldan beri hiç açmamış gibi gözlerimizin alıştığı şekliyle geldi. Gene alıştığımız şekliyle masaya fırlatır gibi bırakıp bir süre aralarda dolaştı. Kılık kıyafetlerin değişmiş olduğunu söyledi:

-Değişik Köy Enstitüleri gördünüz, İçinde bulunduğunuzla benzerlik- ayrılık olabileceğini düşünüyordunuz, nasıl bir karşılaştırma yaptınız? diye sordu. Bir çok arkadaş parmak kaldırdı. Parmak kaldıranlar arasında bizim bölümden adaşım İbrahim Şen de vardı. Öğretmen ona söz verdi. İbrahim Şen:

-Gitmeden önce düşünüyordum ama böyle olacağını beklemiyordum, hatta rüyamda bile görmüştüm, rüyamdaki daha başkaydı. deyince öğretmen:

-Sen önce gördüğün gerçeği anlat, rüyadakini ayrıca konuşuruz! deyince İbrahim Şen Kayseri/Pazarören Köy Enstitüsünü anlattı. Daha doğrusu Enstitü çevresinin geri kalmışlığını, yolların olmadığını, olanların da çok bozuk olduğunu anlattı. İbrahim sözünü bitirince öğretmen, onunla birlikte giden arkadaşları sordu. Halil Basutçu ile Zekeriya Kayhan kalktı. Önce Zekeriya Kayhan’ı dinledi. Zekeriya Kayhan Kayseri’nin güzelliğinden, insanların çalışkanlığından söz etti:

-İbrahim arkadaşın söylediklerini tekrar etmek isteniyorum, oradaki müdür, benim öğretmenimdi ona da saygısızlık etmek istemem; çünkü çok çalışıyor. Ancak Köy Enstitüsü, bence yanlış yere kurulmuş; o uzun yollar kolay kolay yapılmayacağına göre orada yaşamak oldukça zor olacak.Zorlamazlarsa bir daha ben bile gitmem oraya! deyince Yunus Kazım Öğretmen de güldü. Güldükten sonra da açıklama yaptı:

-Arkadaşınızın samimi oluşu hoşuma gitti, ondan güldüm. Sakın, sakın Köy Enstitüsü üstüne bir sonuç çıkarmayın. Bence Köy Enstitülerinin yerleri çok isabetli seçilmiştir. Kayseri için güzel, insanları çalışkan diyebiliyoruz. Kayseri’nin 90 km uzağında neden ferah bir yaşam olmasın? Ne demiş şair, “Orada bir köy var uzakta, gitsek de gitmesek te o köy bizim köyümüzdür.” Bakın bu sözü bundan yüz elli yıl önce bir başkası da söylemiştir. O başkası kimdir, biliyor musunuz, bir yabancı. Yabancı ama sonradan bize katılmış, iyi çalışmış, valilikler yapmış saygın biri:

- Gidemediğin yer senin değildir! demiş. Tarih sevenleriniz isterse doğrusunu ya da niçin söylendiğini arayıp bulur. Gerçekten gidemediğimiz yerler bizim olmaktan çıktı. Gerçi o paşa, bu sözüyle, Yemen, Trablus ya da Arnavutluk gibi başka diyarları kastetmişti ama bundan sonra biz, bu tür umursamazlıkları tarihe gömmeliyiz. Ankara ile İstanbul arası 500 km. bu araya yol yapılıyorsa Kayseri ile Pazarören arasına da yol yapılacaktır. Orada bir okul var, orası bizim için uzak sayılmamalıdır.

Halil Basutçu parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Basutçu, Zekeriya arkadaşın sözlerinin yanlış anlaşıldığını, arkadaşın orada çok iyi çalıştığını anlattı. Arkasından da:

-Ancak biz orada, büyük bir talihsizlikle karşılaştık, en neşeli arkadaşımız küçük bir alerji rahatsızlığının zamanında müdahale edilmemesi nedeniyle ölümcül bir duruma düşmesi, bunun orada bir hastabakıcının, çevrelerde de bir doktorun bulunmaması nedeniyle olduğunu görüp arkadaşımızın acısını paylaştık. Arkadaş, çok şükür yaşıyor ama anne babasının aylar sonra durumu başkalarından öğrenip işe el koymasıyla arkadaşımız, o acılı durumdan kurtulmuş oldu. Bizler şimdi buradayız, o arkadaşımızın durumu ise halâ belirsiz, belki yıllar sonra gelip burada öğrenimini tamamlayacak ya da bundan vazgeçecek! Bu olay doğrusu bizi bir başka kuşkuya düşürdü. Oradaki insanlar hastalanınca ne yapıyorlar? Okul Kayseri’ye 90 km. Düzgün yol olmadığından düzenli vasıta çalışmıyor. Çevrede ilçe var ama bir doktoru hatta hasta bakıcısı yok. Onlar olmadığı için eczane de açılmamış. Böyle bir kırsala kurulan okula neden bir doktor, bir hastabakıcı verilmemiş? Bu olaydan sonra da verilmediğine tanık olduk. Öğrendiğimize göre geçmişte de böyle durumlarla karşılaşılmış. İşin acı yanı insan, oradakilerin böyle durumlara normal gözüyle baktığı duygusuna kapılıyor: sanki duyarsızlaşmışlar!

Bir başka çok önemli konu da, içinde bulunmakla övündüğümüz okullar, neden öğrencilerin aileleriyle bağlantı kurmazlar? O arkadaşımız yaşamını yitirseydi ailesinin haberi bile olmayacaktı. Oysa bizim halkımızın örneğin askere giden oğulları konusunda devletimize büyük bir güveni vardır:

-“Oğlum, orduya emanet, sağ olursa bağrımız ona açık, şehit olursa yetkililer, oğlumuzun şehitlik onurunu bize duyuracaklardır!” rahatlığı içindedirler. Bunca kanlı savaşlarda bu gelenek sürüp gelmişken günümüzde, Kayseri ile Tekirdağ arasında (Arkadaş,Tekirdağ-Saray-Büyük Manika köyünden) niçin bu bağ sağlanmamıştır? Ben bunu yetkililerden soruyorum.

Yunus Kâzım Öğretmen Halil Basutçu arkadaşa adını sordu. Adının “Halil” olduğunu öğrenince gülümseyerek:

-Rifat’ı yok mu? dedi. Bununla az önce adı anılan Halil Rıfat Paşa’yı anımsattı. Sonra da:

-Gidemediğimiz topraklar bizim değildir! diyemiyoruz. Mevcut toprakların hepsine gidiyoruz, gideceğiz. Ankara-Kayseri demiryolunun bir kolu Niğde’ye, bir kolu Sivas’a gidiyor. İnanın ki üçüncü bir kolu yakında Kayseri ile Malatya’yı birbirine bağlayacaktır. İşte o zaman bu konuştuklarımız ortadan kalkacak, biz başka konularda konuşacağız. Savaşa girmedik ama savaşın bir çok acısını biz de çektik, çekiyoruz. Savaşan uluslardan farkımız, onlar gibi can kaybetmedik. Bu canlar çalışınca açıklarımız kısa zamanda kapanacaktır. Umutsuzlanmanın bir anlamı yok, geleceğe daha iyimser bakmalıyız!

Yunus Kâzım Öğretmen:

-Gelecek derste, bedbinlik-nikbinlik üzerinde duralım, bana hatırlatın! derken zil çaldı, öğretmen çantasını alıp çıktı. Yusuf Asıl’ın durumunu daha duymamış arkadaşlar varmış, Kemal Kızılelma, Süleyman Karagöz, Halil Dere, Ali Bilgin, Kemal Karadeniz üzüldüklerini söylediler

Bedbinlik, nikbinlik söylemleri arasında yemeğe gidildi.

Yemekte konu Halk Türküleri oldu. Yurttan Sesler halk türkülerini nasıl seçiyor? Yurttan Sesler Korosu’nun söylediği türküler çok sesli yapılır mı? Genel kural:

Piyano ses düzenine göre parmak aralıkları düzenlenen mandolinlerle çalınabilen türküler, çok sesli yapılabilir. Çünkü onlar koma olarak bölünmezler. Bilindiği gibi, majör – minör gamlar, bütün, yarım sesler üzerine düzenlenmiştir. Oysa alaturka denilen, gerçekte Bizans müziğinin uzantısı olan müzikteki sesler, koma denilen küçük aralıkları da çıkarır. Koma nedir? Koma, bir sesin alanı dokuz parça olarak düşünülür. Örneğin keman yayı, bu dokuz bölümün her alanında durup orasını seslendirir, koma aralarını da sesli olarak geçtiğinden inceden kalına ya da kalından inceye iiiııı (iyı ya da ıyi) gibi kaymalar olur. İşte Batı müziğinde istenmeyen kaymalar bunlardır. Batı müziğinde dört koma yarım ses olarak benimsenmiştir. Daha doğrusu (İ.S. 8.yy) Roma Kilisesi bu kuralı koymuş fakat Bizans kilisesi bu kurala uymamıştır. Böyle olunca Bizans egemenliğinde kalan doğu perdeli çalgılara geçememiş yayları kaydırmayı sürdürmektedir. Yunan filozofu Eflatun’un Devlet kitabında Sokrat’a söylettiği istenmeyen müzik işte budur.Çalgıların, tellerde koma bölümlerine dek inip çıkması kaygan bir durum yarattığından dinleyende hem ses alışkanlığı oluşturmaz hem de seslere söz uygulamasında dilin özünü bozacak bir kayganlık yaratır. Şöyle ki, şarkıda bahar sözü geçse bahar sözünün ba hecesi bıaâaı, har hecesi da-hıaâaır olarak uzayabilir. İşte bu tür şarkılar insanlarda kimi olumsuz etki bıraktığından Eski Yunan uygarlığında (İ.Ö. 7. y.y.) eleştirilmiş, yasak edilmesi önerilmiştir. Sokrates bu öneriyi kendisinden önce yaşamış Damon adlı bir filozofa dayandırır. Radyoda söylenen alaturka şarkılarda bu sürekli yapılmaktadır. Örneğin Sarı Kurdelem şarkısında Safiye Ayla, Sarı kurdelem derken sarı hecelerini yazıya geçirilemeyecek derecede ıaıaıaıa olarak uzatır. Hele ses sonlarındaki uzatmalar iyice kağnı gıcırtısına dönüşür. Söz gelimi, dağlara saldım yâri, deyince ri- riıiıiıiı olarak uzar gider. Bu ıaıaıa titreşimini piyanoda hangi tuşlar üstünde tutturabiliriz? Ya da mandolinle Safiye Ayla’ya katılabilir miyiz. Oysa ona katılanlar var. İşte onlar, bu söylenen sakıncaları düşünmeden çalgı çalanlardır. Çalgıları da perdesiz türdendir. Perdeli de olsalar koma düzenine göre akortlandıklarından uyum sağlarlar. Ud, yaylı-yaysız tambur, Cümbüş, Kanun, keman, kemençe, zurna, gırnata....

Ben sözü uzatınca arkadaşlar ne düşündülerse:

-Sen bunları söylüyorsun ama, bu yolda yaşamını sürdürenler, usta-çırak geleneğine göre yetiştiklerinden bundan vazgeçip okullarda öğretilen müziğe geçmezler. Çünkü o tür çalışmalar belli bir disiplin ister, kolaya alışmış insanlar zora yanaşır mı?

Bu kez ben de başka örnekler verdim. Çocukluğum, çoğunlukla babamın yanında kahvede geçtiğinden belleğimde bir çok konuşmalar öylece kaldı. Örneğin, köyde bir endaze sözü ediliyordu. ”Bir endaze, beş endaze...” denip gidiliyordu. Bir süre sonra endaze sözü, yerini metreye bıraktı. Hububat ölçekleri de öyle, şinik, diye bir ölçek vardı, babam, bir ara dükkan alışverişlerinde hububat alımları da yapmıştı. Buğdayı şinik denilen bir kapla alıyordu. Sonra bir terazi geldi iş kiloya döndü. Babam okkaya alışmışmış, kiloya bir süre yabancı kaldı. Okka ile kilo arasındaki farkı öğrendim, babamın tartı işlerinde yardımcı olmuştum. Üç okkanın dört kilo olduğunu öğrenince kolayca hesaplamayı başarmıştım. Arşın vardı, uzunluk ölçüsü olarak kullanılıyordu. Hamitabat okuluna giderken bana soruyorlardı:

-Günde kaç arşın yürüyorsun? Gittiğim köy, köyümüze dört km. uzaklıktaydı, bunu daha önce öğrendiğim için söylüyordum:

-Günde sekiz km. yürüyorum. Km. arşına çevrilemiyordu, çünkü arşının ölçüsünü doğru dürüst bilen yoktu. Gerçi sık sık “Halep orada ise arşın burada!” türü sözler söyleniyordu ama Halep’teki arşınla öteki yerlerdeki arşınların bir olduğu bilinmiyordu. Bu kez de adım hesabı ortaya çıkarıldı. Adım hesabını da kolay öğrenmiştim; normal bir adım 75 cm. 1 Km= 1250 adım. 1250x8=10.000 adım. Bunları, konuşa tartışa öğrendim.

Arkadaşlar beni dikkatle dinlediler. Bu arada eski Varlık dergilerinde okuduğum bir yazıyı anımsadım, okulumuzun ilk şan öğretmeni Ruhi Su yazmış; Halk Türküleri nasıl söylenmeli? Anımsadım ama anlatılanları topluca anımsayıp söyleyemedim. Ancak yazıyı bir daha okuma gereğini duydum.

Salona dönünce Öztekin Öğretmen kemancıları toplu çalışmaya aldı. Piyano çalışmak üzere hazırlanırken beni Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin istediği duyuruldu. Neden olabilir? sorusu kafama takıldı. Bella aklıma geldi, sevindim:

-Belki de buraya dönmeye karar vermiştir, Sabahattin Öğretmen daha önce geldiğinde de bana:

-Bella plâklarla ilgilenecektir, ona yardımcı ol! demişti. Gene bunu söyleyebilir. Böyle dedim ama, buna kendimi inandıramadım:

-Bunu söyleyecek olsa, Bella ile birlikte gelince söyler! diyerek kitaplığa gittim. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen bir grup öğrenciyle konuşuyordu. Selâm verip yaklaşınca:

-Gel bakalım, arkadaşların seni de aday göstermişler, topluca konuşup bir karar verelim! dedi. Gelenler arasında bir bölümü yeni arkadaşlardan, içlerinde iki ikiye konuşmadıklarım bile var. Konuşmalar başlayınca çıkarılacak dergi için toplanıldığını anladım. Sabahattin Öğretmen çalışma koşulları için kesin sınırlar çizince yüreğim sızladı: Her cumartesi toplanılacak, ayrıca pazartesi akşamları da Sabahattin Öğretmene çalışmalar hakkında bilgi verilecek.

Bunlar konuşulunca Sabahattin Öğretmen hepimizin yüzüne bakarak sordu:

-Var mı bir diyeceğiniz? Bütün cesaretimi toplayıp söz istedim: Arkadaşların beni yazdırdığını ama benim zamanımın çok kısıtlı olduğunu, istemeye istemeye gelince burada da yararlı olamayacağımı söyleyip affımı istedim. Sabahattin Öğretmen:

-Bize katılamayacağına üzülürüz, ancak gerekçen de bizim için önemli, o zaman senin bölümünden bir arkadaşını sen seçip bize gönder. Oldu olacak, bir arkadaşımız da bayan olsun, bölümünüzde bayan vardı, sanırım.

Sonucu hiç düşünmeden teşekkür edip ayrıldım. Bayan arkadaş! Topu topu üç bayan var. Onların da ikisiyle henüz bir yakınlığım yok. Tek umut Yıldız. Oldukça karamsar bir duygu içinde döndüm. Arkadaşlar toplu çalışmayı sürdürüyor. Alt piyanoya gidip çalışmaya başladım. Çalışınca sinirlerim yatıştı. Chopin nocturne iyice yumuşadı.

Salondaki çalışma bitince yukarı çıktım. Yıldız’la Necmiye bir köşede çalışıyordu. Piyano boş kalmıştı oturup arkadaşların sevdiği parçaları çaldım. Yıldız çalışmayı bırakıp yanıma geldi. Söylemek dilimde ama bir türlü cesaret demiyorum. “Olmaz!” derse bir daha yüzüne bakamam. Buna hakkım yok, biliyorum ama huyum böyle. Yıldız bana övgüler yağdırdı. Çalmayı bırakıp ters dönerek dinledim. Hemen hemen hiçbir şey düşünmeden başımdan geçen olayı anlattım. Ben teklif etmeden Yıldız bana sordu:

-Ben gidebilir miyim? Birden tavrım değişti, sevincimi saklayamadım, annesinin söylediği ağabey-kardeş olayını anımsattım. Yıldız tek bir koşul öne sürdü:

-Adımı onlara sen ver, ben gidip söyleyemem!

Yemeğe uçarak gittim. Masaya oturunca arkadaşlar neşeli oluşumu hemen sezip sordular. Olayı olduğu gibi anlattım.

Yemekten sonra Yapı Kolu bölümünde toplanan Dergi Kolundaki arkadaşlara katıldım. Sabahattin Öğretmen, Dergi Kolu Öğrenci yöneticisi olarak Hüseyin Atmaca’yı seçmiş. Atmaca benim ayrılmamı istemedi:

-Toplantılara katılmazsın! dedi. Yıldız’ın gönüllü geleceğini söyleyince, diretmedi. Böylece, Dergi Kolu’nun ilk toplantılarına konuk olarak katılmış oldum. Dergi kolunda Bekir Semerci, Ali Dündar, İsa Öztürk, Tevfik Uğurlu, Cemal Türkmen, Osman Darıcı, Ali Yılmaz, Cesarettin Ateş, Sami Akıncı var. Benimle on (10) olacakmış. Benim yerime Yıldız Kırktepe’yi yazdırdım. Olay böylece kapandı, diye sevinirken bu kez de Sami Akıncı ayrılmak istedi. Sami’nin isteğine sinirlenen Hüseyin Atmaca, bana dönerek:

-Beni bu işe bulaştırmayın, gidin Sabahattin Eyuboğlu öğretmene sildirin adlarınızı deyip kesti. Sami Akıncı, ne düşündüyse (besbelli beni düşünerek) sözünü geri aldı. Böylece ben işin içinden sıyrılmış oldum.

Arkadaşların, büyük bir istekle işe sarıldığını, çok güzel öneriler ortaya getirdiğini görünce derginin çıkacağına inanmış olarak ayrıldım.

Yatınca bir süre düşündüm; ayrılmam doğru mu oldu? Kalsaydım ne kaybedecektim? Cumartesi akşamları piyano çalıştığım falan yok. Gerçekte hiç bir akşam ciddi olarak piyano çalışmıyorum, öyleyse neden böyle yan çizdim? Büyük bir pişmanlık duygusu içinde uyudum.

 

15 Kasım 1944 Çarşamba

 

Uyandığımda, yatarkenki pişmanlık duygum olduğu gibi sürüyordu. Üstüne üslük Tevfik Uğurlu geldi:

-Abi neden öyle yaptın? Ben, sen varsın diye onlara katılmıştım! deyince büsbütün tedirginleştim. Buna karşın Tevfik Uğurlu’ya:

-Senin orada olman bana göre, benim orada olmamamın yokluğunu dolduracaktır. Kepirtepe’de konuştuğumuzda hep yazmak istiyordun, işte fırsat ayağına geldi, yaz yazabildiğin kadar! deyip Tevfik’i pohpohladım. Bu bir bakıma da iyi oldu. Sami Akıncı ile Tevfik Uğurlu’nun orada olması bizim Kepirliler için övünülecek bir başarı. Bir üçüncünün olması öteki grupların gözüne batabilir. Bunu deyince kendime bir teselli buldum:

-Neden ayrıldın diyenlere vereceğim karşılık:

-On beş Köy Enstitüsü kökenli arkadaş varken birinden üç kişinin olmasını haksızlık saydığımdan feragat ettim! Bu fikrimi kimseye söylemedim ama kendim çok beğendim. Pişmanlığım birden yok oldu, içim rahatladı.

Kahvaltıda arkadaşlara anlattım; onlar da genellikle:

-Sen düzenli katılamazdın o çalışmalara; iyi etmişsin! dediler.

Sosyoloji Dersinde İbrahim Yasa Öğretmen köy konusunu, daha doğrusu köylerin nasıl oluştuğunu anlattı. İlkel toplumlar için Amerika yerlilerini örnek gösterdi. Amerika yerlileri şimdilerde de o ilkel düzenlerini sürdürüyorlarmış. Bunu söyleyince parmak kaldıranlar oldu. Kadir Aytekin, Mustafa Yüksel, Ahmet Özkan, Hasan Özden söz istedi. Öğretmen nedense bu kez söz isteyenlerin adlarını yazdı, sıra ile söz verdi. Kadir Aytekin’in sorusu öğretmeni güldürdü. Kadir o yerlilerin geçimlerini nasıl sağladıklarını sormuştu. İbrahim Yasa Öğretmen bu kez soruyu Kadir’e yöneltti:

-Bunu bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa onların yaşıyor olmaları. Sen söyle bakalım; bunu nasıl başarıyorlar? Kadir susunca Ahmet Özkan parmak kaldırdı, Ahmet, göçebe yaşayan yürüklerden söz etti, onlarla benzerlik kurdu. Arkasından Mustafa Yüksel, Çingenelerden örnekler verdi. Hasan Özden’se olaya değişik baktığını söyledi:

-Dersimiz Sosyoloji, toplumların en ilkel dönemlerden günümüze nasıl gelişerek geldiğini, aynı çağları yaşamasına karşın kimi toplumların neden ilkel olarak kaldığını incelememiz gerekir. Günümüzde modern toplumlar, ne yapmışlar da böylesi gelişmiş, gelişemeyenler neleri eksik yapmış ki geride kalmış, bundan böyle daha müreffeh yaşamak için neler yapılması gerekir, bunları incelememiz gerekirken biz yanlış model seçip onu tartışıyoruz!

Öğretmen, Hasan Özden’in sözlerini tekrarladıktan sonra arkadaşların ayrı ayrı fikirlerini sordu. İlkel toplum için elde bir model varken ondan yararlandığımızı öne sürenler oldu. Öğretmen gülümseyerek:

-Değil mi? diye sorunca bu kez de Şükrü Koç parmak kaldırdı. Söz verilince Şükrü Koç:

-Amerikan yerlileri, bugünkü uygar toplumların ilkel dönemlerine örnek olamaz, eski insanlar, hiç bir model görmedikleri halde kendileri yeni yeni buluşlarla bugünkü durumlara gelmiştir. Oysa Amerikan yerlileri, gözlerinin önünde gelişmiş model varken onu benimsemiyorlar. Bu da bir sosyoloji konusu olabilir ama bizim bugünkü konumuz olmaması gerekir. Çünkü burada olan bir durumu kabul etmeme ya da reddetme var. Bu bizim tarihimizde de olan bir olay, Osmanlılar da uzun süre Batı’nın buluşlarına sırt çevirmiş, günah ya da mekruh gösteren fermanlarla halkı onlardan uzak tutmaya çalışmıştır. Buna karşın halk bu kez gizli ya da kaçak olarak çıkarına saydığı yenilikleri benimseyerek el altından sahiplenmiştir. Burada bilimsel bir durum söz konusu değildir. Biz, uygarlığı önleyip halkı cahil bıraktığı için Osmanlı hanedanını kaldırdık. Dinde laiklik, kılık kıyafette değişiklik yaptık. Bizden ayrılan Mısır, Irak krallık yönetimini seçti. Onların kılıkları tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi. Bunu yapan halk değil, yönetim. Oysa söze başlarken ilk insanlardan günümüze dek insanlığın gelişmesi demiştik.

İbrahim Yasa Öğretmen bir kaç kez öksürür gibi boğazını zorladı. Arkasından:

-Arkadaşınız önemli bir noktada hepimizi uyardı. Uygarlaşan toplumlar, uygarlaşamayan toplumlar var. Bunların hepsi birer sosyolojik konudur. Ancak biz, bir model üstünde durmayacağız. Biz, isterseniz gözlerimizi yumup insanlığı bir bütün olarak düşleyelim; o düşlediğimizin evrelerini inceleyelim. Ondan çıkaracağımız genel sonuçlar da bize toplumsal bir fikir verecektir. Önce sözünü ettiğimiz Amerikan yerlilerini bir süre geriye bırakalım. Arkadaşınızın değindiği yönetimlerin ya da yönetenlerin etkisi gelişimleri tümüyle durdurmamış belki biraz ağırlaştırmıştır. Ayrıca biz, sosyoloji açısından gelişmeleri, teknik ya da bilimsel gelişmelerden ayrı tutacağız. Bunlar, görünürde birbirine çok girift olarak bağlandığından bir gibi görünüyorsa da eldeki modeller incelendikçe aralarında büyük farklar ortaya çıkmaktadır. Örneğin Almanya büyük bir teknik üstünlükle savaşa başladı, başarı sayılırsa büyük başarılar da sağladı. Ne var ki bu üstünlük, Alman toplumuna sosyolojik olarak bir katkıda bulunmadı. “Bulundu!” diyenler olsa bile, bilim olarak sosyoloji bu savları benimsemiyor. Savaşlar, insanlığın tümünü kapsayacak bir kazanç sağlamaz! Bu genel bir önermedir. Çünkü kazananların karşısında onlardan daha büyük bir kesim hep kaybedegelmiştir.

Öğretmen, Amerika İç Savaşını örnek olarak anlattı. Beş yıl süren kıyamın, halkın değil sayılı çiftlik sahiplerinin ücretsiz Zenci çalıştırma sevdasından kaynaklandığını, savaşın çoktan bitmiş ondan sonra iki büyük savaş yaşanmış olmasına karşın Zenci esaretinin hâlâ kaldırılamadığını anlatırken ders bitti.

Öğretmen çıkınca Fakı Yörük:

-Şu Sosyoloji Biliminin gerçek konusu nedir? Bunu anlayan varsa söylesin! deyip avuçlarını çarptı. Kadir Aytekin’le Ali Bayrak ikisi birden Fakı Yörük’e sarıldılar:

-Sensin, sen! Baksana, sende hiç sosyolojik gelişme olmuyor, neden? Fakı Yörük çok ciddî bir eda ile:

-Oluyor oluyor, siz farkında değilsiniz. Belki sizin kadar olmuyor. Baksanıza siz iyice maymunlaştınız!

Arkadaşlar gülüşürken Doç. Halil Demircioğlu geldi.

Öğretmen çantasını masaya koyar koymaz konuşmaya başladı:

-Geçen hafta konuştuğumuz konuyu unutmadım. Ancak ders biterken birimiz konuşuyordu; o ben miydim, sizlerden birisi mi? Kimseden ses çıkmayınca:

-Demek benmişim! deyip Almanya’nın bir çok Avrupa devletine diş bilemesine karşın neden Polonya ile savaş siftahı yaptığını anlattı. Önce Alman Millî Marşını duyup duymadığımızı sordu karşılık verilmeyince parmak kaldırdım, piyanoda her zaman çaldığımı, bestesinin Josef Haydn’ın 77 numaralı Keiser Quvartet’inden alındığını söyledim. Öğretmen bu kez de “dinle öyleyse” deyip iki beyit okudu. Bana:

-Türkçe’ye çevir! deyince duraladım. Bu kez de Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen işaret edince, Sami:

-Deutschland über alles! der demez öğretmen Sami’yi durdurup kısa bir açıklama yaptı. Marşın melodisi aynı kalmak kaydıyla zaman zaman değişik söylendiğini, şimdiki Nazi Almanya’sının da böyle bir şey yaptığını, kendisinin kastettiği imparatorluk marşı olduğu söyleyip tamamını okudu.

 

                 “Einigkeit und Recht und freiheit

                   Für das desutche Vaterland!

                   Danach lasst uns alle streben,

                   Brüderlich mit Herz und Hand!

                   Einigkeit und Recht und freiheit

                   Sind des Glückes Unterpfand:

                   Blüh im Glanze dieses Glückes,

                   Blüche,deutsches Vaterland!”

          Türkçe : Haklarımıza ve hürriyetimize sahip olalım.

                  Bunu kardeşçe, el ele vererek birlikte,

                  Almanya için yapalım!

                  Bu uğurda daha fazla gayret gösterelim

                  Birlikteliğimiz, hak ve hürriyetimizin,

                  Saadetimizin koruyucusu olsun!

                  Bu sevinç içinde parlayalım,

                  Parlasın Almanların Vatanı!

 

Öğretmen, Almanya’nın değil Alman milletinin çok eskiden beri Avrupa’nın doğusuna açılmaya çalıştığını, fırsat buldukça da savaş olmadan doğuya göç ettiklerini anlattı.18. yüzyıl başlarında Çar Petro’nun Batıya açılmasını fırsat bilip yüz binlerle Alman’ın Baltık kıyılarına, özellikle yeni kurulan Petrograd (şimdiki Leningrad) şehrine akın ettiğini, hatta Karadeniz kıyısında Petrograd gibi yeni kurulan Odesa’yı Alman göçmenlerin doldurduğunu anlattı.1914-1918 savaşı sonunda bu düşlerinden oldukları gibi, üstelik sayısız Alman’ın yaşadığı eski Avusturya-Macaristan topraklarının büyük bir bölümü Polonya’ya bırakılmıştı. Prusya Krallığı’nın başkenti olan kutsal Königsberg bile Polonya’da kalmıştı. Bu nedenlerle Alman halkı, Polonya’ya hiç bir zaman dost gözüyle bakmamıştı. Polonya’nın iç karışıkları da bir türlü durmamış, Sovyet Sosyalist Rusya yanlısı partiler iç karışıklarla ülkeyi yıpratmıştı. Sovyet Rusya’nın koruyuculuk maskesi altında fırıldaklar çevirdiğini gören Almanya savaşı başlattı.

Öğretmen bundan sonra Polonya tarihi üzerinde durdu. Lehistan Osmanlı ilişkilerine de değindi. İki ikiye savaşmamasına karşın Lehistan’ın hep Osmanlı’nın karşısında olduğunu tarihteki olayları anımsatarak tekrarladı. Tarih boyunca Osmanlı-Lehistan ilişkileri!

Zil çalınca bu kez:

-Konumuzu uzatacağız. Gelecek dersimizde de öteki devletlerin geçmişlerini kurcalayalım!

Yemekte arkadaşımız Halil Yıldırım:

-Adam amma da çok şey biliyor! deyince karşılıklar verildi:

-Adam doçent olmuş, yakında profesör olacak, o da mı bilmesin? Profesörler çok çeşitli bilgi mi bilirler, yoksa bir alanda çok derinliğine mi bilgi sahibi midirler? Profesör nasıl olunur? Profesör Carl Ebert, Profesör Ernst Praetorius var. Bunların birinin yardımcısı Mahir Canova, birinin de Ferit Alnar, bunlar da profesör olacak mı? İşi iyice karıştırdık. Profesörlerin Üniversitelerde olduğunu sanıyordum. Oysa Yüksek Ziraat Enstitüsü’nden bizim okula gelen Prof. Hikmet Birant’la doçent Celâl Tarıman var. Doç. Celâl Tarıman’ın kardeşi Rahmiye Tarıman, ağabeyinin profesörlüğünün yakın olduğunu söylemişti. Demek yüksek okullarda da profesörlük var. Sonunda bunu Öztekin Öğretmene sormayı kararlaştırdık.

Çarşamba öğleden sonra Şarkılar-Türküler, Marşlar belirli özellikleri üstüne çalışmalar yapıyorduk. Öztekin Öğretmen geçen gün üstünde durduğumuz konuyu açtı. Tam ses, yarım ses nasıl oluşuyor. Batı Müziği ile alaturka müziğin farkı üstünde durdu. Öğretmen, tahtaya aralıklar çizerek koma olayını anlattı. Koma olayını anlatırken beni de olaya kattı:

-İbrahim bilir, Batı müziğinde koma olayına benzer bir durum vardır! deyince şaşırdım. Neyse ki bana doğrudan sormadan kendisi anlattı. Piyano parçalarında sık sık karşılaşırdım. Belirli notaları kapsayan bağ çizgileri vardır. O bağlı notaları çalarken parmaklar, tuşlardan kesik kesik kalmaz, biri kalkmadan öteki yetişir, böylece sesler birbirine bağlanır. Öğretmen bunu bir örnek olarak söylemiş. Gerçekte koma değil bu bir ses bağlantısı. Öğretmen kemanla örnekler verdikten sonra mandolin üzerinde perde oluşunu da açıkladı.

Arkadaşlar, bağlamaların perdelerini sordular. Öğretmen:

-Bağlama perdeleri, ses ayırımından çok parmakların hareketini kolaylaştırmak için yapıldığını, geleneğe bağlı bir düzenleme olduğunu, mandolinlerinse Avrupa’dan alınan mandolinlerin bir kopyası! deyince şaşıranlar oldu. Öğretmen:

-Mandolin, bizim memleketimizde yakın zamanlarda kullanılmaya başlanmış olmasına karşılık, Avrupalıların yüz yıllardır kullandığı bir çalgı, bildiğiniz büyük bestecilerin mandolin için yazdığı eserler vardır! deyince ben de anımsadım, Beringer Metodu’nda Mozart’ın, Don Juan Operası’ndan alınma güzel bir serenadı çalmıştım. Operada Don Juan söylüyor. Öğretmen ona değinmedi ama Beethoven’in mandolin için, ikişer bölümlü iki büyük bestesi olduğunu söyledi. Ayrıca, çalgı olarak mandolinin, özellikle Orta Çağlarda, delikanlıların, sevgililerinin penceresi altında serenatlar söylerken özellikle mandolin kullandıklarını anlattı.

                        *    *    *

Dersten sonra kitaplığa gidip Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin hafifleterek tekrarladığı ödevi ben bütün gayretimle tam yapmaya çalıştım. Ayrıca sık sık karşılaştığımız Eski Yunan bilgelerini de ekledim.

 

Montaigne’nin Denemeler kitabında bulunan Latin bilgeleri:

Latin: (Roma)

 

Augustinus, Augustus, Marcus Tullius Cicero, Claudianus, Ennius, Gaius Valerius Catullus, Gallus, Horatius Flaccus, Julius Caesar, Juvenalis, Lucianus, Lucius Annaeus Seneca, Lucretius, Maecenas, Manilius, Marcus Valerius Martialis, Persius, Petronius Arbiter, Plautus, Propertius, Prudentius, Publius Ovidius Naso, Publius Syrus, Quintilianus, Quintus, Tacitus, Tasso, Terentius, Tibullus, Titus Livius, Virgilius. 

 

Yunan:

Homeros-Aiskhilos-Sofokles-Euripides-Aristophanes-Menandros-Sokrates-Platon-Aristoteles,Aisopos-Solon-Heredot.

                                * * *

 

1. Marcus Valerius Martialis:
 
Quisquis abique habitat, Maxime, Nusquam habitat.
 
Her yerde olan hiçbir yerde olamaz!
 
2. Gaius Valerius Catullus :
 
Velut minuta magno,
 
Deprensa navis in mari vesaniente vento.
 
Hafif bir tekne gibi azgın fırtınanın denizde bastırdığı…
 
3. Virgilius:
 
Secreti celand calles, et myrtea circum
 
Sylva tegit, curea non ipsa in morte relinquunt
 
    Gizli yerler, defne ormanları onları saklar ve dertleri ölümde bile peşlerini bırakmaz.
 
4. Quintus:   
 
Festinatio tarda est!
 
Acele, gecikmedir.      
 
 5. Lucretius:
 
Scilicet et fluvius, qui non est maximus, ei est
 
Qui non ante aliquem vidit, et ingens
 
Arbor homoque videtur; et omnia de genere omni
 
Maxima quae vidit quisque, haec ingentia fingit.
 
       Sözgelimi bir ırmak isterse büyük, isterse büyük olmasın,
 
       Daha büyüğünü görmeyenlere büyük görünür.
 
       Bir ağaç, bir insan da öyle. Her şey de!
 
       Büyük sandığımızı, biz devleştiririz!
 
6. Persius:
 
Nemo in sese tentat descendere.
 
Kimse kendi içine inmeye çalışmaz!
 
7. Gallus:
 
Diversos diversa juvant, non omnibus annis,
 
Omnia conveniunt.
 
    Zevkler insandan insana değişir, her şey her yaşa uygun düşmez.
 
8-Tibullus:
 
Totus et argento conflatus, totus et auro.
 
 Altına, gümüşe gömülü de olsa!
 
9. Plautus:
 
Sapiens pol ipse fingit fortuman sibi.
 
Bilge, kendi mutluluğunun ustasıdır!
 
10-Marcus Tullius Cicero:
 
An quidquam stultius quam quos singulos contemmas eos aliquid putara esse universos?
 
     Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimseler, bir araya geldiklerinde değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?
 
Consuetudine oculorum assuescunt animi, neque  admirantur, neque requirunt rationes earum quas semper vident.
 
      Gözlerin alışkanlığıyla kafalar da her şeye alışır; her an görmekte olduğumuz şeylere şaşmayız, nedenlerini aramayız onların.
 
11. Juvenalis
 
Prima est haec ultio, quod se judice nemo nocens absolvitur.
 
İlk ceza odur ki, hiçbir suçlu, kendi yargıçlığından kurtulamaz.
 
12. Titus Livius:
 
Quo timoris minusest, eo minus ferme perucili est.
 
Ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz.
 
13. Publius Ovidius Naso:
 
Et nulla potentia vires,
 
Praestandi, ne quid pecet amicus, habet.
 
Hiçbir devlet gücü hak veremez- Dostluk bağlarının koparılmasına!
 
Conscia mens ut cuique sua est, ita concipit intra
 
Pectora pro facto spemque metumque suo.
 
      Kendi yaptığını bildiğine göre ruhumuz, korku duyar yaptıklarından.
 
14. Claudianus:
 
Victoria nulla est,
 
Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes!
 
Zafer, zafer olamaz, yenilen düşman yenilgiye boyun eğmedikçe!
 
15- Tasso:
 
E’l silentio ancor suole-
 
Haver perigi e parole.
 
       Ve susmada bile Sözler, yalvarmalar vardır.
 
16- Ennius
 
Ego deum genus esse semper dexi, et dicam caelitum;
 
Sed eos non curare opinor, quid agat humanum genus.
 
Tanrılar var, dedim ve diyeceğim her zaman; ama insan işleriyle uğraştıklarına inanmam!
 
17. Publius Syrus:  
 
Etiam innocentes cogit mentiri dolor.
 
       Acı masuma da yalan söyletir.
 
18. Prudentius: 
 
Quid vesani aliud sibi vult ars impia ludi
 
Quid mortes juvenum, qui sanguine pasta voluptas.
 
Gladiyatörlerden geliyordu o ölüm oyunları ,o çılgınlık, o kanla beslenen zevk!
 
19. Terentius:  
 
Vah! Quemquamne hominem in animum instituere, aut
 
Parare, quod sit charius quam ipse est sibi?
 
.    Vah, vah,vah! Nasıl olur da insan bir şeyi, kendinden daha çok sevmeye kalkar?
 
20. Lucius Annaeus Seneca:
 
İpsa felicitas, se nisi temperat premit.
 
      Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur.
 
Multum interest utrum peccare aliquis nolit aut nesciat.
 
      Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.
 
Ubique mors est; optime hoc cavit Deus;
 
Eripere vitam nemo non homini, potest;
 
At nemo mortem: mille ad hanc aditus patent.
 
      Her yerde ölüm var; Tanrı bol bol veriyor onu;
 
      Herkes herkesin hayatını alabilir, ama ölümü
 
      Alınamaz kimseden; binlerce kapısı var ölümün.
 
21. Lucianus :  
 
Variam semper dant otia mentem.
 
Ruh başıboş kalınca türlü hayaller kurar.
 
22. Manilius: 
 
Nascentes morimur, finisque ab origine pendet.
 
Ölüm, doğumla başlar, son günümüz ilkinin sonucudur.
 
23. Quintilianus:
 
Dedit hoc providentia hominibus munus, ut honesta magis  juvarent.”
 
      Kaderin insanlara bir lütfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en faydalı işler olmasıdır.
 
24. Maecenas:
 
Debilem facito manu-Debilem pede, coxa,
 
Lubriscos quate dentes:- Vita dum superest bene est.
 
      Tek kollu da kalsam- Kötürüm, damlalı da olsam,
 
      Sökülse de bütün dişlerim-Ne mutlu bana, yaşıyorsam!
 
25. Horatius: 
 
Ducimur ut nervis alienis mobile lignum.
 
     Kukla gibi, iplerimiz çekilip oynatılıyoruz.
 

                                  *

Latince bir Atasözü:

          Malum consilium consultori pessimum.

          Kötülüğün beterini kötülük eden görür!

                                 *

Eski Yunan:

Aiskhilos: (İ.S.524-456 arası)-Trajedi yazarı. Persler, Tebai’ye karşı yediler, Agamemnon, Prometus’un Zincire Vuruluşu .v.b. trajedileri vardır.

Sofokles: (İ.Ö.495-406 arası) Trajedi yazarı, Kral Oidipus, Oidipus Kolonos’ta, Antigone adlı trajedileri dilimize çevrilmiştir.

Euripides: (İ.Ö.480-406 arası) Trajedi yazarı, Medea, Hippolytos, Bakkalar, Elektra trajedileri vardır.

Aristophanes: ( İ.Ö.456-386 arası) Komedi yazarı, Barış, Bulutlar, Kuşlar. Kadın ların Savaşı, Kurbağalar,Eşek Arıları adlı komedileri dilimize çevrilmiştir.

Menandros: (İ.Ö.342-291 arası) Aspis, (Kalkan) Dyskolos, (Yaşlı) Georgos, (Çiftçi) Exapaton (Çifte hilekâr) adlı komedileri vardır.

Sokrates: ( İ.Ö.469-399 arası) Yazılı bir belgesi yoktur.

Platon: (İ .Ö. 427- 347 arası)- Sokrat’ın Savunması, Devlet, -10 kitap-Şölen, Gorgias, Phaidros, Menon, Sofist adlı kitapları vardır.

Aristoteles: (İ.Ö. 384-322 arası)- Organon,(Beş kitap) Retorika, Peotika, Atinalıların Devleti, Politika, Peripsikhes, Ethika megala adlı kitapları vardır.

Aisopos: (İ.Ö. 620-560 arası)-Hayvanlar üstüne kurulmuş masalları vardır.

Solon: (İ.Ö.640-559 arası) Devlet adamı, kanun koyucu, şair.

Herodotos: (İ.Ö.484-425 arası) İlk Tarihçi, 9 ciltlik tarihi vardır. Tarih biliminin kurucusu sayılır.

                             *     *     *

Salona döndüğümde arkadaşların Doğan Güney’in etrafında toplandıklarını gördüm. Doğan bir şeyler anlatıyor onlar da ara ara gülüyordu. Hepsi kemancı olduğu için olsa olsa keman üzerine konuşuluyor, düşüncesiyle onlara katılmadan boş piyanoya yöneldim. Doğan beni görünce:

-Si, mi, la, re, sol, do,fa! dedi.Ben de ona karşılık verdim:

-Fa, do, sol, re, la, mi, si!

Arkadaşlar sordu:

-Siz şimdi ne yaptınız? Ben:

-Bizim selâmlaşmamız böyle! Ben olayı tam olarak anlamadığım için açıkladım:

-Biz yıllardır böyle selâmlaşırız. Similâresoldofa, Selâmunualeyhküm. Fadosolrelâmisi de aleyhikümüselâm! Arkadaşlar gülmekten yerlere serildiler. Olayı tam kavrayamadım. Çünkü ben bu olayı arkadaşlara defalarca anlatmıştım. Doğan nasıl anlattı ki, böylesi ilgi topladı. Olay, yıllar öncesine 1938 yılına dek iner. 1938 yılında Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okulu açılınca ilkokul 4,5.sınıflarla tek sınıf olarak bir de Orta birinci sınıfa öğrenci alınmıştı.4.5. sınıfları tek öğretmen okuttuğundan bir sorun olmamıştı. Ancak bizim sınıfa öğretmen bulmak zorlaşmıştı; bir iki saat için dışardan öğretmen bulmanın yanında yeni öğretmen atama da oldukça zordu. Müzik, Yabancı dil, Beden Eğitimi, tarih-coğrafya-yurttaşlık Bilgisi derslerimiz öğretmensiz geçiyordu. Bir süre sonra 4.sınıfların öğretmeni Ömer Tunalı, Beden Eğitimi, 5.öğretmeni Adem Gürçağlayan da müzik derslerimize gelmeye başladı. Beden Eğitimi öğretmenimiz tam anlamıyla sporcuydu. Müzik öğretmenimiz Adem Gürçağlayan müzikle ilgilenmiş, keman da çalıyordu ama, sırılsıklam alaturkacıydı. Kemanı alınca bir iki yay çektikten sonra “Giyer fistanını atlas, atlasa iğneler batmaz!” plâk şarkısını tekrarlamaktan öteye gitmezdi. Ancak derse kemansız gelir, sesli olarak bize okul şarkıları öğretirdi. Şarkı ya da marşların notalarını yazdırır, notaları ezberletirdi. Belleğime güvendiğimden yazdığım notaları severek ezberliyordum. Arkadaşlar bana şaşarlardı. Ancak öğretmen sürekli “Aferin!” diyordu. Bir süre sonra 4.sınıf öğrencilerinden birinin de benim gibi ezberci olduğunu duydum. 4.Sınıfta Doğan Güney. Doğan Güney keman da çalışıyordu. Kendisiyle ilgilendim, yakın akrabalarından biri şair öğretmenmiş. Mehmet Faruk Gürtunca! Bir şarkısını biliyordum. Doğan’ın aileden destekli bir hevesli oluşu hoşuma gitti. Doğan çalışkandı, birlikte çalışmaya başladık. Kemanın daha başlarındaydı, bense enstrüman yoksunuydum. Konuşmalarımız nota ezberleme, nota ya da öteki müzik bilgileri üzerine oluyordu. Öğretmenimiz bilinen ilkokul şarkılarını ezberletti. İstiklal Marşı’ndan başka Yeni şarkı olarak Efem, marş olarak Biz Kimleriz’in notalarını ezberletmişti. İşte bu notaları ezberleyişimiz bizi müziğe karşı cesaretlendirdi. Sonra da diyez, bemol işaretlerini, kendi hevesimizle çözdük. Adem Öğretmen, bir diyez iki diyez gösterirdi ama arada da tebeşirle tahtayı çizerek:

-İlânihane! deyip diyez ya da bemollerin uzayıp gittiğini tekrarlardı. Adem Öğretmen o sene sonu ayrıldı. Ondan sonra tam üç ders yılı derslerimize öğretmen gelmedi. Gerçi 1941 yazı Hasanoğlan’a geldiğimizde arka arkaya iki öğretmen atanmıştı ama onlar da ancak keman mandolin çalışması yaptırmışlardı. Bir ortak çalışmalarımızı o zaman da sürdürdük. Doğan kemanı ilerletmiş, ben akordiyonu oldukça pişirmiştim. İnşaat çalışmalarında da bizim müzik şakalarımız hep sürdü. İşte bu süreçte Adem Öğretmenin notalarını ezberlettiği Efem’le Biz Kimleriz Marşı’nın notalarını karşılıklı hep tekrarladığımız gibi, diyez-bemol sıralamasını da selâma çevirdik. Buluşlar Doğan’ındır. Ben sadece katıldım. Ancak katıldığıma çok seviniyorum. Doğan’ın buraya gelmesini biraz da bunun için istiyordum; içime doğmuştu, geleceğini, bilir gibiydim. Sonunda, bunu bilmek de beni çok mutlu etti. Böylece bizim özel selâmlaşmalarımız bir süre daha devam edecek. Si-mi-lâ-re-sol-do-fa!....... Fa-do-sol-re-lâ-mi-si! Yedi bemole karşı yedi diyez!

 

Yemekte de bizim selâmlaşma bir süre konuşuldu. Ekrem Bilgin, olayı bir türlü kavrayamadığını söyledi:

-Siz o sıralamayı kendi kendinize nasıl çıkardınız?

Bu kez de Nihat Şengül Ekrem’e çıkıştı:

-Ulan oğlum; sen az önce bir olay duydun, onun üstünde azıcık koca kafanı ırgalattın, başaramadın. Sonunda inanmamayı yeğledin. Arkadaşlar bu iş üstünde yıllarca durmuşlar. Sen, onların yanlışını bulmadan yaptıklarının doğru olup olmadığını sorguluyorsun. Ne demişler? “Bükemediğin bileğin elini öpeceksin!” Gülenler oldu. Bu kez de Halil Yıldırım Nihat’a:

-O söz öyle değil!

-Ya nasıl?

-Bükemediğin eli, öpeceksin!

El mi, bilek mi? sorularını sorarak kalktık.

Arkadaşların çoğu Büyük Salona gitti. Abdullah Erçetin’le ikimiz Kitaplığa gittik. Sami Akıncı kitaplıktaydı. Bir süre konuştuk. Geçen yıl Sosyoloji Dersinde tanıttığı kendi (Bayramlı) köyünü, çıkacak dergi için yeniden gözden geçiriyormuş. Bana da önerdi. Kepirtepe’de ben de köyümü tanıtmıştım. Okul Müdürü İhsan Kalabay çok beğenmişti. Ancak ben, vermek istemediğimi söyledim. Genel Müdürün bu yaz verdiği ödevi hazırladığımı anlattım. Sami diretmedi.

Abdullah Erçetin ayrılınca, yarınki Hamdi Keskin Öğretmenin son derste söylediklerini anımsayarak bir ön hazırlık yaptım.

Hamdi Keskin Öğretmen, geçen derste Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim üzerinde durmuş, onlardan örnekler okumuştu. Öyle sanıyorum ki bu ders, Tevfik Fikret’le Mehmet Akif Ersoy üzerinde duracaktır. Çünkü:

-Hececilerin gelişip güçlendiği bir dönemde eski tarzı sürdürmek bir cesaret işidir. Ahmet Haşim’le Yahya Kemal Beyatlı bunu yaptı. Başka yapanlar da vardı, onları da tanıyacağız! gibi bir söz söylemişti. Vardı, sözü geçmişi işaret ettiğine göre, yakın geçmiş aruz veznini kullanan başkaları da olsa bile ünlü olarak anılan Tevfik Fikret’le Mehmet Akif Ersoy var. Mehmet Akif Ersoy üstünde yakın zamanda çok durdum. Genel Müdürümüz sağ olsun, Mehmet Akif Ersoy’u bir daha silinmemek üzere belleğimize kazıdı. Tevfik Fikret’i de bilir gibiyim ama biraz bulanıkça bir hava görüntüsü içinde belleğime yerleşmiş durumda. Belki de aradan zaman geçtiğinden olacak, şiirlerinin adlarını anımsıyorum da ya ilk mısralar dilime takılıyor ya da aralardan bir mısra. “Bugün açız yine evlâtlarım, diyordu peder!” Böyle bir mısra var mıydı? Yoksa ben mi yakıştırdım. Ancak böyle bir mısra geçecek bir olay var, belleğimde. Yine:

-Güzel çoban, bir yudum su ver destinden! Bu mısra da tıpkı böyle olmayabilir. Küçümsenmeyecek sayıda şairin şiirini ezberledim de Tevfik Fikret’ten bir şiir ezberleyemedim. Oysa ilk şiir tanımam da Tevfik Fikret’ten olmuştu. “Tık; tık cama kim vurur? Demek dışarda yağmur! Yağmur hanım bak bana!.....” Bunu ilkokula başlamadan öğrenmiştim. Küçük Ablam okuyordu. Böyle diyorum ama gene de belleğimin şiir köşesinde Tevfik Fikret adı geçer; Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Fikret’in Mezarında:

 

          Fikret’in Mezarı’nda   (Fikret’in Necip ruhuna)   

                                 

          Dediler ki ıssız kalan türbende

          Vahşi güller açmış görmeye geldim.

          O cennet bağının hakine ben de

          Hasretle yüzümü sürmeye geldim.

 

          Dediler ki sana emel bağlayan,

          Kabrinde diz çöküp bir dem ağlayan,

          Bermûrad olurmuş; ben de bir zaman

          Ağlayıp murâda ermeye geldim.

          Şu hicran yılının sonbaharında

          Jaleler titrerken çimenzârında

          Gün doğmadan evvel, ben mezarında

          Matem çiçekleri dermeye geldim.

 

          Seni andık bütün bütün gam çekenlerle

          Aşk-ı hak uğruna yaş dökenlerle

          Sarı gonca veren şu dikenlerle!

          Taşına bir çelenk örmeye geldim!

 

          Yâdın ölüm gibi bir sırrı müphem!

          Neş’e-i sevdâ mı bu hiss-i elem!

          Ruhumda ne füsun eyledin bilmem?

          Bugün sana gönül vermeye geldim!

 

                    Rıza Tevfik Bölükbaşı (1915)

 

Nedense bu şiiri çok seviyorum. Belki de annemi küçük yaşta kaybetmiş olmamın etkisiyle ilk okuduğumda ağlamaklı olmuştum. Sonraları her okuduğumda aynı kederi duydum. Şairin, Kurtuluş Savaşı karşıtı olması nedeniyle çok yerildiği derslerde ya da konuşmalarda hep sustum ama, bu şiirin etkisinden kurtulmak istemedim.1939 yılında Rıza Tevfik adlı kitabı okurken beni eleştiren arkadaşlara, bu şiiri ezber okuyarak karşılık vermiştim. Daha sonraları şair ülkeye dönünce Türkçe derslerinde adı anılır olmuş şiirleri de okunmaya başlamıştı. Böylece sık sık okuduğum şiire takaza eden kalmamıştı. Özellikle Sabahat Kartekin Öğretmen de açık açık en sevdiği şairlerin başında onu sayıyordu.

Şiiri ezber bilmeme karşın, bir daha yazdım. Söz konusu olup ezber okursam gösteri gibi algılanacağını düşünerek arkadaşları dikkatini çekmek istemedim. Yeri gelince nasıl olsa ezber de okurum! deyip, defterimi kapatıp kalktım. Sami Akıncı uyardı:

-Almanca ödevini yaptın mı? Almanca ödevi olduğunu biliyordum. Sami, öğretmen doç. Çitakoğlu’nu iyi tanımış, bana anımsattı:

-Ders sonunda, öğretmenden, çocuktan söz etti, kesinlikle yarın öğrencilerle-öğretmenlerle ilgili konular üstünde duracaktır. İstersen bak, burada öğrencilerle öğretmenin konuşması geçen bir parça var! Sami’ye teşekkür edip oturdum. Oldukça kolay bir parça. Hiç yapmamaktan iyi; “Yapmadım!” deyip boyun bükmektense, “Bu kadarını yaptım!” demek, onurluluktur!” deyip bir şeyler yaptım.

Yatınca da Sami’yi düşündüm; Kepirtepe’deki Sami Akıncı, hiç değişmedi. Ne zaman aransa kitaplıkta bulunuyor. Kime sorsan, Sami Akıncı matematik dersinde profesör. Kıskanmıyorum ama Sami’yi düşündükçe matematikten uzaklaştığıma üzülüyorum. Müzik, piyano çalmak, sanki oyun oynamak gibi bir şey. Gelmiş geçmiş büyük bilginler hep matematikçi. Eski Yunan filozofları, Fisagorlar, Talesler, Eflatunlar, Aristolar, Öklitler, gibi, Descartesler, Nevtonlar, Paskallar, Keplerler, Kopernikler, Galileler, Gauslar, Lobatschewkyler, Riemannlar, Poincareler, Einsteinlar da hep matematikçi.

Azıcık kahırlanarak uyudum.

 

16 Kasım 1944 Perşembe

 

“Yine kar!” sesleriyle uyandım. Fahri Yücel bariton sesiyle “Yine kar yağıyorrrr!” diye yüksek sesle duyurdu. Abdullah Ön, cevapladı:

-Yağsın bakalıııııım!” Bir kaç kişi birden:

-Ne oluyor bu müzikçilere? diye sordu. Birisi de:

-Sabah sabah kafa şişiriyorlar! dedi. Abdullah Ön bu kez:

-Cahil oğlum, biz arya söylüyoruz. Senin kafan balon mu ki bizim soluğumuzdan şişiyor? Kim o? Soruları arasında yatakhaneden ayrıldım. Aklım, akşam Sami’nin dediklerine takıldı. Doç. Niyazi Çitakoğlu soru sorabilir. Almanca kitaplarımı karıştırdım. Lise 2. Sınıf kitabımda uzun uğraşlardan sonra ancak çevirebildiğim bir parça vardı. Bir Alman Subayının İstanbul’dan annesine yazdığı mektup. Doç. Niyazi Çitakoğlu, o kitapları beğenmediğini söylediğine göre incelememiştir. İncelemiş olsa bile onu çevirdiğime inanırsa olumlu bir etkisi olur! düşüncesiyle yazıp, çevirisini yaptım.

Kahvaltıda neşeli görünce arkadaşlar takıldı:

-Hamdi Keskin Öğretmene gene bir numara yapacaksın! Doğruyu söyledim:

-Hamdi Keskin Öğretmene numara yapamam, o çok saygıdeğer bir insan; ona ancak sonsuz saygılarımı sunarım. Hemşerim Kadir sabredemedi:

-Öyleyse, Almanca dersi şenlikli geçecek! İki ihtimal var, anlarsa paparayı yerim, anlamazsa oldukça şenlikli geçecek! Bizim gruptan olmayanlar sorunca söyledim:

-Kepirtepe’de Almanca kitaplarımı (Orta – Lise için altı kitap) sağlayıp uzun süre çalışmıştım. Lise 3. Sınıf kitabından bile çevirdiklerim vardı. Doğru dürüst Almanca bilen biri ile karşılaşmadığım için yaptıklarımın derecesini bilmemekle birlikte ben yaptığım inancımda olduğumdan, kendimi başarılı sayıyorum. İşte onlardan biri seçip, sorarsa öğretmene göstermeyi düşünüyorum. Arkadaşlar sordu:

-Ne var bunda? Senin yaptığın bir başarı olduğuna göre kim ne der? Ancak öğretmen yeni ödev istiyor, oysa bu eskiden kalma bir çalışma. Nihat Şengül bir “Ohooo!” çekti:

-Yapan sen olduğuna göre, kim ne diyebilir sana?

                           *    *    *

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Yakın yerden gelmesine karşın üstünde kar vardı. Elindeki kitapları masaya koyup bize dönünce;

                      Bir beyaz lerze,bir dumanlı uçuş,

                      Eşini gaaip eyleyen bir kuş

                                         gibi kar

                      Geçen eyyâm-ı nev-bahârı arar,

                      Ey kulâbün sürûd-ı şeydâsı,

                      Ey kebâterlerin neşîdeleri,

                      O bahârın bu işte ferdâsı:

                      Kapladı bir derin sükûta yeri

                                            karlar.

                      Ki hamûşâne dem-be dem ağlar.

                      Ey uçarken düşüp ölen kelebek,

                      Bir beyaz rîşe-yî cenâh-ı melek

                                            gibi kar

                      Seni solgun hadîkalarda arar.

                      Sen uçarken çiçekler üstünde

                      Ufacık bir çiçekli yelpâze

                      Na’şın üstünde şimdi ey mürde

                      Başladı parça parça Pervâze

                                             karlar

                      Ki semâdan, düşer düşer ağlar.

                      Uçtunuz, gittiniz siz ey kuşlar;

                      Küçücük,ser-sefıd baykuşlar

                                            gibi kar

                       Sizi dallarda, lânetler de arar.

                       Gittiniz, gittiniz siz ey mürgaan

                       Şimdi boş kaldı ser-te-ser yuvalar,

                       Yuvalarda-yetim-i bî-efgaan!-

                      Son kalan mai tüyleri kovalar

                                             karlar

                      Ki hevâda uçar uçar ağlar.

Öğretmen durdu, yüzümüze baktı; gülümseyerek “Tanıdık çıkmadı galiba!” dedi. Kimseden ses çıkmadı. Mehmet Toydemir:

-Öğretmenim, tanımadım ama yabancı da sayılmaz, o da bizim gibi kardan şikâyetçi! deyince Hamdi Keskin Öğretmen uzun uzun güldü. Arkasından Mehmet Toydemir’e sordu.

-Şair, sadece şikayetçi mi? Ne düşündüyse:

-Tabii ki, o bir şair, başkalarının da sözcüsü sayılıyor deyip şairin adını verdi: Cenap Şehabettin. Şiirin adı ise beklediğinizi sandığım kar falan değil, Kuş sesleri ya da cıvıltıları. Buna şaşmayın, Cenap Şehabettin her şeyden önce bir şairdir. Ne yapılmaz? “Şairdir sözüne inanılmaz!” Böyle söylenir ama ben buna katılmıyorum, şairler güzel sözler söyler.

Öğretmen:

- Bakın! deyip kitabı açarak şiirin devamını okudu.

 

                  Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir

                  Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...

                  Dök ey semâ-revân- tabiat günûdedir

                  Hâk-ı siyâhın üstüne sâfi şukûfedir!

 

                  Her şâh-sâr şimdi-ne yaprak,ne bir çiçek!

                  Bir tûde-i zilâl ü siye-reng ü nâ-ümid...

                  Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma,durma çek,

                  Her şâh-sârın üstüne bir sütre-i sefid.

 

                  Göklerden emeller gibi rîzân oluyor kar,

                  Her sûde hayâlim gibi pûyân oluyor kar

                  Bir bâd-ı hamûşun per-i sâfında uyuklar

                  Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar.

 

                  Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân

                  Gâh uçmaya tüyler gibi,gâh olmada rîzân

                  Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,

                  Karlar, bütün ezhârı riyaz-i melekûtün

 

                  Dök hâk-i siyâh üstüne ey dest-i semâ dök;

                  Ey dest-i semâ,dest-i kerem,dest-i şitâ dök:

                  Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi,

                  Elhân-ı tuyûrun yerine semt-i ümîdi.

                                              Cenap Şehabettin

 

Elindeki kitabı kapatıp bir süre gülümseyerek yüzümüze baktıktan sonra:

-Bu karlı havada size kardan söz eden bir şiir okudum ama; bir nebze de olsa anladığınızı biliyorum, şair bize karı değil karlı havanın onun düşünce dünyasındaki olasılıkları anlatıyor. Bu şiiri doğru değerlendirmek için 40-50 dolayında kelime ile terkibi (Sözlerle, söz tamlamalarını) bilmek gerekiyor. Siz isterseniz bunları bulup zevkle okursunuz. Şimdilik ben açıklayıp geçiyorum! deyip, şiiri bir kez daha mısra mısra, yer yer de beyit beyit açıkladı:

Kar taneleri, beyaz beyaz, titreşerek, eşini arayan kuşlar gibi havada uçuşuyor. Sanki ilkbaharın o coşkulu günlerinde şarkılar son buldu. Güvercinlerin  sessiz sakin şiirleri gibi yeri karlar kapladı. Karlar, uçarken ölen bir kelebek gibi (Yere meleklerin kanatlarını andırır gibi) bir bahçe arıyormuş gibi yere düşer.

(Dikkat edelim, burada şair, muhayyilesini (hayalinden geçenleri) boşaltıyor.) Düşen karlar yerde bir şekil oluşturmuşken bu kez, arkasından gene karlar düşerek, öncekileri öldürür (şekilleri bozar). Siz uçtunuz gittiniz ama kuşlar, bu beyaz başlı (Kar taneleri) baykuşlar sizi yuvalarınızda aramaktadır. Siz gittiniz ama ey kuşlar, şimdi boş kaldı yuvalarınız. O yuvalar ki şimdi yetimler gibi dertleniyorlar. Sizden kalan tüylerinizi de kovalıyor karlar. Yazık ki onlar hâlâ havalarda ağlaşarak uçuşuyorlar.

Ey kış, narin yaseminlerin yaprağı, güvercinlerin kanadı, nemli bulut parça parça senin elindedir. Ey sema, tabiatın ruhu susmuş, toprağın üstüne çiçeklerini dök! Ağaçlarda ne yaprak ne de çiçek var. Sadece bir solgun renk, umutsuzluk var. Ey acımasız kışın eli durmadan yağ, çek beyaz örtünü kara toprağın üstüne!

Göklerden, isteniyormuş gibi dökülüyor kar. Hayâl edildiği gibi yağıyor kar. Rüzgâr uyumuş, her taraf sessiz, yalnız kar yağıyor. Gene de arada uyuklar gibi olur sonra gene canlanırlar. Kâh rüzgâr gibi uçarlar, kâh tüy gibi kayarlar. Karlar, sessiz olduğu gibi zaman zaman da sessizliğin (tabiatın) neyleridir. Görüntü olarak da saltanat bahçelerinin çiçekleridir. Ey göklerin eli, kara toprak üstüne karını dök. Ey semanın cömert eli, karını yağdır; çiçekli baharının yerini bembeyaz karların, kuş seslerinin yerini de umudun sükûneti (Issızlığı, sakinliği) alsın!

Öğretmen beğenip beğenmediğimizi sordu. Seslerin oldukça kısık çıkmasına karşın büyük bir çoğunluk beğendiğini söyledi. Öğretmen, Cenap Şehabettin’in, arasında bulunduğu Servet-i Fünûn dergisi çevresinde toplanan şairlerin kendilerine özgü bir dil anlayışı geliştirdiklerini anlattı. Cenap Şehabettin’in düz yazılarında daha anlaşılır olmasına karşın şiirde farklı olduğunu söyledi. Okuduğu şiirin de tek şiir olmasına karşın vezin değişikliğini anlattı. İlk bölümün serbest müstezat oluşuna karşın son bölümünde çok kullanılan bir kalıpla karşılaştığımızı söyledi. Öğretmen “Müstezat!” derken ders zili çalınca:

-Devam edelim! deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca sıcağı sıcağına notlarıma baktım. Müstezat, serbest müstezat! Müstezat, genelde Mef’ulü mefaî’lü mefaî’lü feûlün kalıbıyla sıralanan mısralardan sonra mef’ulü feûlün ara mısra ekleme şeklinde yazılır. Sonraları değişiklik yapılmış serbest müstezat diye bir tür ortaya çıkmıştır. Örneğimizdeki gibi:

                      Bir beyaz lerze bir dumanlı uçuş,

                      Eşini gaaip eyleyen bir kuş

                                            gibi kar

                            ..............

Vezin(Ölçü) 1.

            Bir  be  yaz / ler  ze  bir  du* / man  lı     u*  çuş

            E *   şi   ni*  / ga * a   ip   ey /  le*   yen*  bir  kuş

             -     .    -      -   .    -   -     -     .     -     -           gi  bi  kar                         

            Mef    u  lü    fa    i   lâ  tün   fa    i     lâ    tün         .    .   - 

          2, Soldan sağa,sağdan sola lerzân ü girîzân                        fe  ü lün

        Gâh uçmada  tüyler gibi gâh olmada rîzân

 Sol  dan  sa  ğa    sağ  dan  so  la  ler  zân  ü   gi   rî zân

Gâh  uç  ma  da     tüy   ler gi bi    gâh  ol  ma da    gi  rî zân                 

-                 -    .    .    /  -     -   .   .   /  -    -   .    . /    .   -  -                       

     Müs tef    i   lü     müs  tef   i  lü    müs tef  i   lü     fe  û lün

*  *     *

Büyük salon kuytuya düştüğünden, aynı zamanda kalabalık kişi olduğundan oldukça sıcak. Sıcak yerden soğuk yere gidiyoruz.

                                  *

 Koşarak kitaplığa gittik. Kitaplığın bir adı da Sibirya!

 Öğretmen gülerek:

-Paltomu çok seviyorum, dersliğinizde asacak bir yeriniz yok, onu yere atamam; çıkarmasam ayıp olur mu? Mustafa Saatçı karşılık verdi:

-Bana güvenebilirsiniz efendim, bu günlük paltonuza askılık olabilirim. Doçent Niyazı Çitakoğlu bunu beklemiyormuş; birden durdu:

-Vay insafsız vay! Besle kargayı oysun gözünü! deyip Sami Akıncı’ya sordu:

-Bunun Almanca söylenişi nasıldı? Sami birden söyleyemedi. Gülümseyerek:

-Öğretmenim, yemek içmek üstüne cümleler kuruyorum ama beslemek sözü şimdiye dek hiç geçmedi, özür dilerim! Öğretmen, “Öyle mi?” diye sordu. Arkasından:

Besleme; Pflegemadchen, magd, nahrung. Beslemek; Nahren ernahren, atzen, füttern, schöpfen, versorgen, verpfelegen, ausstopfen, ausfütern.

Sami gene duralayınca öğretmen sordu: Bu tür sözler üzerinde hiç durmadık mı? Geçen yıl kısa bir süre bilmece, Atasözü konusuna değinilmişti. Öğretmen bu kez onları sordu. İki tanesini sık sık kullandığım için biliyordum. Bir rastlantı önce bana sordu:

Aller anfang ist schver, Her işin başı zordur (Ya da insanlara zor görünür.) Ende gut alles gud! Sonu iyi olan işin öte yanları da iyi sayılır.Öğretmen:

-Schön, sehrschön, bildschön! dedi.Öğretmenin övgüsüne sevineceğim yerde üzüldüm.Kıl payı paçayı gene kurtardım ama bu, her zaman olacak bir şans işi değil. En az on tane Atasözü, hatta bilmeceler ezberlemiştim. “Râtsel, Râtsel! dedim durdum.

                      Der Frühling kommt, und ich erfreue dich,

                      Der sommer kommt, und ich kühle dich,

                      Der Herbst kommt, und ich ernâhre dich,

                      Der Winter kommt, und ich wârme dich,

                                    Wer bin ich?

                                      SONNE!

Bunu bile anımsayamadım. Öğretmen, arkadaşlara uzun süre övütler verdi. Sanki ben onlardan farklıymışım gibi sözleri duymazdan gelişime de içerledim. Ne oluyor bana?

Sanırım öğretmen durumumdan bir şeyler sezdi. Bu kez bana:

-Çalışır gibi görünüyorsun ama sen de biliyorsun ki, çalışmıyorsun! Doğduğumuzdan beri konuştuğumuz ana dilimizde bile bilmediklerimiz yığınla. Almanca sonradan öğrenilmeye kalkışılan bir olay, kolay olur mu? Geldi, önümde duran kitabı aldı. Geçen yıl bakmıştı, unutmuş olacak:

-Bak ne güzel, ciltletmişsin. “Oku beni!” diye gözünün içine bakıyor! O kitapları alıp ciltletirken ne düşündünse onları gerçekleştir. Emi!! deyip uzun süre yüzüme baktı. Utancımdan terlediğimi sandım.

Öğretmen kitabı karıştırırken kendi kendine konuşur gibi:

-Bak, ne güzel parçalar var, bunları çevirme denemeleri yapsan ilerletemezsen bile büsbütün kopmazsın! deyip tekrar yüzüme baktı. Gülümseyerek sordu:

-Anlaştık mı? Kendimi, acıklı bir duruma düşürmüş olduğumu bile bile zoraki gülümseyerek:

-Peki! dedim.

 

Yemekte, İngilizce dersleri boş geçenler sevinç gösterileri yaparken hemşerim Kadir’le Abdullah, yakındılar. Ben susunca İngilizce grubundan olanlar bana sordu:

-Sen neden susuyorsun? Abdullah, benim başarımdan söz ederken hemşerim Kadir:

-Öğretmen ondan çekindiği için ona yumuşak davranıyor! dedi. Bu sözün tartışılacak bir yanı yok, biliyorum ama gene de kendimi savundum:

-On dört arkadaşız, içinizde, tek Alman-Türkçe Büyük lügati olan benim. Öteki arkadaşların (Sami Akıncı dışında) hiç birisinde kitap denilen bir nesne yokken, Ortaokul-Lise Almanca ders kitabı olarak Milli Eğitim Bakanlığının kabul ettiği kitaplar (ciltlenmiş olarak) yalnız bende var. Bu size bir şeyler anlatmıyorsa söyleyecek başka sözüm yok! Hemşerim Kadir:

-Şaka da mı söylemeyeceğiz? falan dedi ama, durum aydınlanmıştı.

Kendi kendime de düşündüm:

-Doç. Niyazi Çirakoğlu da böyle düşündüğünden benimle ilgileniyor. Söylediği sözün korkuyla falan ilgisi olur mu? Yıllar önce bir umutla aldığım kitaplar için:

-Bu kitapları ne amaçla aldıysan o amacını gerçekleştirmeye çaba göster! Bu denli candan bir dilek şimdiye dek duymadığımı sanıyorum! Gerçekten o kitapları, Almanca öğrenmek için almıştım! Hem de onları almak için oldukça ne çareler aramıştım. Lüleburgaz’da kitapçı olmadığı için İstanbul’a gidenlerden, Gazeteci Arda’dan yalvar yakar yararlanmaya çalışıyordum. Bir kez daha karar verdim; piyanoyu bırakmam söz konusu değil ama Almanca dersini de ihmal etmeyeceğim.

                

Öztekin Öğretmen, bir saat, Güzel Sanatlar üstüne genel bir araştırma dersi ekledi.

Müzik başta olmak üzere, öteki güzel sanatların, daha çok müzikle ilgililerini irdeleyeceğiz. Örneğin Tiyatro, müzikli tiyatro, daha çok opera. Resimle ilgileri, sahne süsleme, dekor-kostüm. Mimari ile ise, salon, ses akustiği türü konular. Ayrıca büyük bestecileri, onların ünlü besteleri.

Buna çok sevindim. Kendi merakımla öğrendiğim bir çok bilginin ne işe yarayacağını ben de merak ediyordum. Örneğin Almanca kitabımda bir parça var. Johann Sebastian Bach ile Prusya Kralı 2. Friedrich’in karşılaşması. Bunu okuyup yarım yantalak çevirdiğimde ne Bach’ı tam olarak tanıyor, ne de Büyük Friedrich’ın besteci olduğunu biliyordum. Yine Mozart’ın Prag yolculuğunda başından geçenleri, Alfred de Musset’nin yazdığı Bir Zamane Çocuğunun İtirafları kitabında okuduğum, Chopin, Georg Sand ilişkisini müzikle bağlantılıyordum da kimseyle  konuşamıyordum. Yine Alfred de Musset’nin yazdığı André del Sarto kitabı, (sonradan opera olan) Ömer Seyfettin de bir hikayesinde aynı konuyu anlatır. Güzel sanatlar içinde geçen unutulmaz olaylardır.

Öztekin Öğretmen, besteciler için bir yöntem önerdi:

-Önce eserlerini dinlediklerimizi tanıyalım. Başta konserler olmak üzere bir liste yapılacak, sonra plâklarda adı geçenler eklenecek.

Ali Kuş tahtaya kalkıp, Bach, Beethoven, Berlioz, Brahms, Weber yazıp oturdu. Talip Apaydın, Felix Mendelsshon, Schumann, Chopin, yazıp oturdu. Abdullah Erçetin kalktı, Liszt, Dvor’ak, Georg Bizet, Mozart, Haendel, Mussorgsky, Schubert anımsatıldı, onu yazdı.Öztekin Öğretmen kestirdi:

-Devamını bir başka gün ekleriz. Siz bunların belli başlı eserlerini, yaşadıkları dönemleri, bağlı bulundukları müzik ekollerini bilin yeter! dedi.

Tahtaya bakarak, Johann Sebastian Bach (1685-1750 Barok), 1100 kadar eser bestelemiştir. Mess, Kantat, Oratorio türü yüzlerce dinsel eserleri yanında, 1 keman, 2 keman, 3 keman, 1piyano, 2 piyano, 3 piyano, 4 piyano için konçertolorı, süitleri, org başta olmak üzere her türlü çalgı için besteleri vardır. Brandenburg Konçertoları çok ünlüdür.

Beethoven (1770-1827 Viyana Klasiği) 9 senfonisi, 5 piyano konçertosu, bir keman konçertosu, Fidelio adlı bir operası vardır. 9.Senfonisinde insan sesi kullanmıştır.

Berlioz (1803-1869 romantik) Fantastik Senfonisi çok ünlüdür. Plâklarımız arasında Rakoçi Marşı da vardır.

Johannes Brahms (1833-1897 Klasik-Romantik) 4 senfonisi,2 piyano konçertosu,1 keman konçertosu, bir de Bir Alman Requemi adlı dinsel bestesi vardır. Macar Dansları ,ile Ninnisi çok ünlüdür.

Weber (1786-1826 Romantik) Freischüt Operası, klarnet konçertosu vardır. Dansa Davet valsı çok sevilir.

Mendelsshon (1809-1847 Romantik) iki adet keman, iki adet piyano konçertosu, 5 senfonisi vardır. Düğün Marşı çok ünlüdür.

Schumann (1810-1856 Romantik) Bir piyano konçertosu, 4 senfonisi vardır. Rüya adlı parçası çok ünlüdür.

Chopin (1810-1849 Romantik) 2 adet piyao konçertosu yanında sayısız türden piyano parçaları vardır.Matem Marşı çok ünlüdür.

Liszt (1811-1886 Romantik) İki adet piyano konçertosu yanında yirmi kadar Rapsodisi vardır. Beethoven’in senfonilerini piyanoya uyarlamıştır.

Dvor’ak  ( 1841-1904 Romantik) Dokuz senfonisi, bir keman, bir piyano, bir viyolensel konçertosu vardır. Slav dansları çok ünlüdür.

Bizet (1838-1875 Romantik) Karmen, İnci Avcıları adlı operaları ile senfonisi vardır. Karmen, L’Arlezien süitleri çok ünlüdür.

Mozart (1756-1791 Viyana Klasiği) 626 bestesi vardır. Değişik çalgılar için 55 konçertosu, 50 senfonisi, 25 operası, 30 piyano sonatı ile varyasyonu, 30 kadar oda Müziği (2 çalgı, 3 çalgı, 4 çalgı, 5 çalgı, 6 çalgı, 7 çalgı için yazılmış bestesi vardır. Biri diğerinin önüne getirilemeyecek ölçüde tüm besteleri çok ünlüdür.

Haendel (1685-1759 Barok) Sayısız Konçerto Grossoları, org müzikleri yanında Gulius Cesar operası başta olmak üzere operaları, sonat eserleri vardır. Arp konçertosu ile Su Müzikleri Süiti çok ünlüdür.

Mussorgsky (1839-1881 Romantik) Bir sergiden Tablolar eseriyle tanıdık.

Schubert (1796-1828 Romantik) 10 senfonisi yanında sayısız konser müzikleri vardır. 8. Senfonisi, Bitmemiş Senfoni adı ile ün yapmıştır. Özellikle Liedleri çok sevilir. Alabalık, Rosemund, oda müzikleri ile Serenad, Ave Maria, Heideröslein liedleri çok ünlüdür.

Not: Yazdıktan sonra aklıma geldi, bu bestecilerden konserlerde dinlediklerimizi de yazabilirdim.

***

Almanca Ödevi:

 

                 EIN BRIEF MOLTKES AN SEINE MUTTER

                                        Büyükdere, den  20. september 1836

 

Schon früher habe ich Dir von der Schönheit des südlichen Teils des Bosporus geschrieben.Er bildet eine breite, prachtvolle Strasse mitten durch eine drei Meilen lange Stadt, deren erste Halfte in Europa,deren andere in Asien liegt. Auch der nördliche Teil ist schön; aber er ist schön in einer ganz anderen Art; denn er zeigt eine vilde,einsame Natur, und das Gerausch der Haupstatadt verliert sich in den einsamen Bergen, welche die Meerenge umschlissen. Über die beiden Kawak reichen die Dörfer nicht hinaus, nur einzelne Fischer-wohnungen kleben an den Felswanden, und gewaltige Batterien und Burgen bewachen mit 400 Feuerschlünden dieses nördliche Tor von İstanbul.

    Zwischen Therapia und Büyükdere erhebt sieh in einem kleinen Tal eine Gruppe herrlicher Baume.Eine silberhelle Quelle sprudelt in ihrem Schatten, und ein kleines Kaffeehaus, aus dessen Dach machtige Baume hervorwach-sen, en thalt Pfeifen, kleine Tassen, niedrige Rohrschemel und Bastmatten, auf welchen man sich gemaschlich niederlasst, Von dort blickt man zwischen steilen Felsen gerade hinaus in das nur anderthalb Meilen entfernte Schwarze Meer, das meist ein laschendes,einladendes Aussehen hat. Den ganzen Sommer lang weht gegen Mittag der seewind, und je heisser es draussen, desto kühler rauscht es hier durch die Zweige, desto lieblicher sprudelt der Quell. Der Ort heisst Kiretschburnu, d.h. Kalkspitze. er ist vor allem mein Lieblingsplatz, zu welchem ich auf dem Wasser im bequemen Boot, oder zu Pferde über die Berge oder zu Fuss auf einem schmalen Pfade langs der steilen Berghöhen gelange. Dort habe ich manches Stündchen vertraumt.

 

Türkçe:

Boğazın güneyinin güzelliğini daha önce anlatmıştım. Boğaz, burada İstanbul’un yarısını Asya’da, yarısını Avrupa’da bırakan üç mil uzunluğunda büyük, muhteşem bir caddedir. Ancak görünüşü daha başkadır. Burada işlenen topraklar, neşeli kalabalıklar yerine oldukça yabansı, işlenmemiş topraklar, suskun insanlar görülür. Bu nedenle başşehrin manzarası, boğazın çevresi, çıplak dağlar arasında kaybolup gider. Oturulan yerler, Anadolu ve Rumeli Kavaklarından öteye geçmez. Belki tek tük kaya oyuklarına yapılmış balıkçı kulübeleri bulunur. Ayrıca, büyük top yığınakları buradadır. Bu ,tabyalarda 400 top, İstanbul’un kuzey tarafını korur.

 Tarabya ile Büyükdere arasındaki küçük bir yerde çok güzel ağaçlar bulunuyor. Ağaçların gölgesinde gümüş gibi pırıldayan bir pınarla damından iri gövdelerin çıktığı bir kahve, bu kahvede, bulunması istenen çubuklar, küçük fincanlar, alçak-aralıksız, (Sık örülmüş) örme kamış iskemleler, yere serilmiş, insanların üstüne yattığı hasırlar bulunur. Buradan, dik yamaçlar arasında, bir buçuk mil uzaklıkta Pontus hapishaneleri (İnhospita) görünmektedir. Denizin gene de güzel, insana gel gel eden bir görünüşü var. Yaz boyunca, gündüz öğle üzerleri denizden serin bir esinti gelir. Yazları güneş ne kadar yakarsa rüzgarlar da o derecede havayı yumuşatır, pınarlar da can çekici şırıltılar çıkarır. Buranın adı, Kireçburnu ’dur. Benim çok hoşlandığım bir yerdir. Buraya, kayıkla çok rahat geldiğim gibi, bazen da yamacın ucundan atla ya da dalgaların ıslattığı sahildeki dar patikadan geliyorum. Oldukça uzun saatlerimi burada geçiriyorum.

***

Mektubu çevirdim ama biraz üstünkörü oldu. Sözlerin bazılarını tek tek bulamadım. Bu kez de anlatılanları, anladığım gibi anlattım. Sözlerin bazıları, Büyük Almanca-Türkçe Lügati’nde bile yok. İnhospita’yı ise Fransızca Lügatte buldum.

Alt odadaki piyano boştu, özlemişçe oturup bir süre çalıştım. Chopin Nocturne hemen hemen pişti. Chopin’i sevmedim mi yoksa kısa parçalara mı alışamadım; çok tekrar etmekten sıkılıyorum. On sayfalık Mozart sonatlara çalışırken böyle bıkkınlık gelmezdi. Bunlara bakıyorum, yanlış - doğru derken parçanın sonu geliyor. Gene başa geçmek sıkıntı veriyor. Üstelik melodileri, piyanonun başından kalkınca daha unutuyorum. Beethoven: Für Elise, Menuet, Schubert: Moment Musikal, serenat, Ave Maria, Heideröslein, Schumann: Rüya, Mozart: Don Juan Arya-serenat, Arya-Zerlina, Türk Marşı, Bach: Musetteler, Wachet auf da kısa sayılır ama onların melodilerini hiç unutmuyorum.

Kalkmak üzereyken Doğan Güney, piyano dinlemeye geldiğini söyledi. Çalışmayı uzatmak için bahane sayıp Mozart kv.331 La majör sonatı seçtim. Varyasyon oluşu da hoşuma gidiyor; her bölümü ayrı bir başka parça gibi. Müzikle pek ilgisi olmayanlar hep öyle sandılar. Nebahat’ın soruşu ilginçti:

-O parçaları, neden hep öyle arka arkaya çalıyorsun? Doğan meraklı; hemen sonatın sayfalarını çevirdi. Biraz da kendimi kanıtlama duygusuyla pür dikkat, Doğan’a bir özel konser verdim.

Sonat bitince konuşa konuşa yemeğe gittik. Hep merak ediyordum; Kepirtepe’de okulun Akordiyonun birini  Asım Öğretmen bana vermişti. Ayrılıncaya dek onu kullandım. O sıralar bazı kimseler bunu konu yapıp arkadan konuşuyordu. Oysa bunun gerçekte önemli bir nedeni vardı. Asım Öğretmen geldiğinde okulun akordiyonu yoktu. Asım Öğretmen benden rica edince akordiyonumu ona verdim. İki aya yakın derslerde kullandı. Okula bir akordiyon alındı.120 bas, Verdi marka büyük bir akordiyon. Asım Öğretmen bunu büyük-ağır bulduğundan kullanmadı. Beğendiği gibi bir akordiyon alana dek benim akordiyonumla derslere girdi, büyük akordiyonu da bana verdi. Asım Öğretmen kısa zamanda 80 bas Hohner akordiyon aldırınca, Verdi marka akordiyonu kullanmama izin verdi. Asım Öğretmen ayrılıncaya dek durum böyle sürdü. Sanırım canıgönülden akordiyon çalışmak isteyen çıkmadı ki, Asım Öğretmen ayrılırken bu kez da 80 bas hohner akordiyonu bana devretti. Bendeki akordiyonu da okul yönetimine teslim etti. Müzik öğretmeni gelmediği için törenleri ben yönettiğimden akordiyon da bende kaldı. Okulu bitirip ayrılırken bendeki Hohner marka akordiyonu Md. Yardımcısı Talat Tarkan’a teslim ettim. Ara ara aklıma geldi, akordiyon meraklıları benden sonra akordiyonları kullandılar mı? Kullananlar olduysa nasıl kullandılar? Yoksa akordiyonları da mandolinlerde olduğu gibi “Gelin Ayşem suya gider, eteğini tuta tuta” şarkılarını mı mırıldanarak çaldılar? Benim bildiğim içlerinde, Doğan dışında nota bilen yoktu.

Yemekhaneye girince sorumu gene başka zamana bıraktım.

 Yemekte, ünlü besteciler konuşuldu:

-Bütün besteleri ötekilerin bestelerinden üstün olan var mı? Çok besteleyen mi önemli az-güzel besteleyen mi? Söz, Bach, Mozart, Haydn, Beethoven’e dayandı. Onlara Schubert de eklendi. Hem besteleri çok hem de seçkin besteleri var. Söylenenler doğruydu ama nedense ben, tartışmayı başka tarafa çekmek istedim. Hector Berlioz bir senfoni bestelemiş ama, Faik Öğretmenin sözüne göre “Tam bestelemiş, bir çoklarının on senfonisine bedel; Fantastik Senfoni!” Yazılı metin gibi bir hikayesi var; seslerle olayları anlatmış. Bu yetmemiş gibi Enrico Toselli Serenadı örnek verdim. Ünlü bir piyanistmiş, tüm dünyada konserler vermiş, bir rivayete göre eserler bestelemiş ama beğenmediği için hepsini yırtmış. Sevgilisi, (çok ünlü bir kontes, Avusturya-Macaristan İmparatorunun kızı arşedüşez) kendisi için bestelediğini bildiği serenadı, yırtmasına izin vermediği için o kurtulmuş. Böylece, Müzik Tarihi’ne tek bestesi olan besteci olarak geçmiş. Enrico Toselli! Çok da eski değil, 1883-1926 yılları arasında yaşamış.

Biz heyecanlı heyecanlı tartışırken çoktandır göremediğim Ekrem Ula geldi. Eğilerek kulağıma:

-Madam Curie filmi geldi, sözüm geçerli, vasıta hazır, herkes geliyor. Pazar gününe hazırlan! dedi. Fısıltı olarak söylediğinden arkadaşlar ilgilendiler. Meraklarını gidermek için olayı anlattım:

-Staj süresince Enstitü Bölümü öğretmenleriyle birlikte yemek yedik. Grupça sinemaya da gittik. Ekrem, yanlış olarak öğrendiği Madam Curie filmine bizim sinema grubunu götürmeye söz vermişti. Uzun süre takılmalar oldu:

-Madam Curie filmini ne zaman göreceğiz? Nihayet film gelmiş, Ekrem de sözünü yerine getirmek istemiş, olay bundan ibaret! Madam Cürie, çok bilinen bir ad olduğundan, konu, onun üstüne döndü. Bizim Kepirtepe’de kimya dersi hiç okunmadığından kimya ile bir ilişkimiz olmadı. Kızılçullu grubu bir nebze kimya okumuş, Curieler üstüne bilgileri var, konuştular. “Gerçek Curie!” dedikleri Pierre Curie’nin araba altında kalıp ölmesini hayıflanarak anlattılar. Ayrıca, konserden önce topluca filmi görmeye de karar verdiler. Kendilerine katılamayacağımı söyleyince hemşerim Kadir:

-Bayanları görünce dayanamadın! dedi. Ben de:

-Doğal olarak öyle yapmam gerektiğini anlattım. Yalnız bayanlar değil, Ekrem Ula ile Hüsnü Yalçın arkadaşların yanında Cemil Toygar’la Nazif Balcıoğlu Öğretmenlerin de olduğunu anlattım. Anlattım ama içimden de hemşerime hak verdim, gerçekten bayanların oluşu beni çekiyor. Ancak bunu söyleyecek cesareti kendimde bulamıyorum. Sanırım başkaları da aklından geçenleri rahatça söyleyemeyince yalana baş vuruyorlar. İşin içinde Nebahat olmasa pazar günü, böyle soğuk bir günde Ankara’ya gider miyim? Film göreceksem, cumartesi günü göremez miyim?

Yemekten sonra bir süre kara kara düşündüm. İyi hoş ama, ya Nebahat katılmazsa! Ekrem’in bulduğu vasıta okulun üstü kapalı kamyonu. Gidecekler, trenle gidecekler. Sinema akşam saat 20:00-22:00 arası. Saat 21:30’da sinema önünde buluşulacak. Nebahat için zorlu bir program. Daha iki gün var, ne yapıp yapıp Nebahat’ı görmeliyim! deyip geçtim.

Yarınki dersler, Sanat Tarihi, Resim. Sanat Tarihi, gene geçen gezide gördüklerimizin değerlendirilmesi olabilir.

Kitaplığa gidip Cumhuriyet Hayat Ansiklopedisi’ni karıştırdım. Havanın oluşu, yıldızlar, Yağmur ya da kar nasıl oluşur, suyun donması, kaynaması derken yat zilini çaldırdım. Yatınca da bir süre aklım ansiklopedide okuduklarıma takıldı. Yağmur neden yağıyor? Yağmurun soğuk tabakaya rastlayınca kara dönüştüğünü duydum ama bu ne demek? Bunları düşünürken bir olayı anımsadım:

-Bir kış tatilindeydim, ablam işlerinden eli biraz rahatlayınca bana soru sorar anlattıklarımı dikkatle dinler. Gene böyle konuştuğumuz bir gün ablam sözümü kesip odanın ortasındaki sobaya koştu. Üstü delikli bir soba, hem odayı ısıtıyor hem de ablam üstüne tencere yerleştirip su ısıtıyor ya da süt pişiriyordu. O gün de delikli sobanın üstünde süt tenceresi vardı.

Ablam sözümü kesip sobaya gitti, eline aldığı kaşıkla kaynayan sütün üstünde katılaşmış tabakayı aralayıp bir kenara çektikten sonra bana dönerek yarım kalan sözümü tamamlamamı söyledi. Sözümü tamamlayınca ben de sordum:

-Sen şimdi ne yaptın? Ablam:

-Süt kaynadı, taşmasın diye kaymağını açık buharın çıkmasını sağladım.

-Sağlamasaydın ne olacaktı?

-Süt taşacaktı!

-Neden taşacaktı?

-Süt kaynama kıvamına gelmiş, üstü kaymak bağlamıştı. Kaynama devam ettikçe alttan buhar çıkmak isteyecekti. Oysa kaymak üsten kalın bir tabaka olarak buharın çıkmasını önlüyordu. Gidip açmasaydım alttan gelen tazyik kaymağı patlatıp taşacaktı.

Dünyaya gözümü açtığımdan beri içtiğim süt, yediğim taze yağ bu tencereden geçiyordu. Üstelik, ilk büyük kabahatim de ocak kenarında yoğurt için mayalanmaya konmuş tencereyi açıp kaymağı parmaklamamdı. Bir keresinde de annem, elimden tutup beni bitişik banyoya kapatmaya kalkışınca kıyameti koparırca bağırmıştım. Bütün bunlar olur biterken sütler kaynamış, içindeki sular buharlaşmış, kaymaklar oluşmuş ama ben bunlardan habersiz kalmışım. Böyle düşününce de güldüm:

-Sanki şimdi haberli miyim? O süt ya da su neden kaynıyor? Suyun yüz derece sıcakta kaynadığını duydum. Biri bana sorsa:

-Yüz derecede kaynayan su ile 98 derece sıcaklıktaki su arasında ne fark vardır? Süt, yüz dereceyi bulmadan seksen beş derecede mayalansa ne olur?

Babam, bunları söylemeden kendi deneyimlerine dayanarak söylerdi:

-Kendini tembelliğe kaptıran bilmeyerek kocalarının, çocuklarının sağlıklarıyla oynarlar! deyip örnekler verirdi:

-Mayasız ekmek ya da bazlama pişiren kadın, ne yaptığının ayırdında değildir. Onun yaptıklarını sürekli yiyen insanların sağlığı bozulur. Evlerde yapılan turşuların çoğu turşu değil insan sağlığına dokunan karışımlardır. Sağlıksız insanların çoğu bu yüzden bu hallere düşmüşlerdir.

Babamın sesini duyar gibi oldum.

 

17 Kasım 1944 Cuma

 

Kalkınca, yattığım sıra düşünceleri anımsadım. Sanki babam yakınımda konuşuyordu. Onun konuşmalarını anımsarken uyumuş olabilir miyim? Uykuya girerken daha rüya görülür mü? Kendimi toparlayıp ranzadan indim. Yemekhanede Nebahat’ın arkadaşlarından birini görürsem soracağım:

-Herkes geliyor mu? Madam Curie değil görülmek istenen Greer Garson, Ok Kirpikli Güzel! Nazif Balcıoğlu Öğretmenin sözü. Misis Miniver kahramanı.

Kahvaltı konuşması Konya Üstünde yoğunlaştı. Karatay Medresesi!. Ben sözü saptırdım:

-Namdar Rahmi Karatay! Şairi kimse anımsamadı. “İçimizde Konyalı kimse yok!” dendi. Oysa daha önce Konyalıların olduğu bir sırada da söylediğimde kimse tınmamıştı. Şiirlerini duyan çok. “Geçti Bor’un pazarı!” desin arkası geliyor. Ya da, “Elin tavuğu kaz, karısı kız görünür!” desen arkası gelir.

Konuşurken gözüme Aysel Öğretmen takıldı, belli ki nöbetçi, tam da çıkış kapısının önünde. Arkadaşlardan ayrılıp öteki kapıya yöneldim. Aysel Öğretmen de bir rastlantı benim yoluma yöneldi. Günaydınlaşınca sordu:

-Gidiyoruz değil mi? Niyetim Nebahat’ı sormaktı ama cesaret edemedim:

-Bravo,Greer Garson hayranlığı sizi kamyon yolculuğuna razı etti. Aysel Öğretmen gülümseyerek:

-Sizi de! dedikten sonra:

-Ne var yani, üstü kapalı kamyonla bir saat; çok bir şey değil! Sevindim, Nebahat gelmeyecek olsa, kesinlikle:

-Tatlı canlı Nebahat gene kaytardı! derdi. Sevinerek arkadaşlara yetiştim. Sağolsunlar, Doğan Güney’le Abdullah Erçetin sobayı yakmışlar.

Malik Aksel Öğretmen yalnız olarak geldi. Gelir gelmez de:

-Geçen haftaki dersimizi, biraz hızlı giderek telâfi edelim! deyip:

-Bursa deyince Edebiyatçılar Süleyman Çelebi’yi anımsar, bizlerin aklına ne gelir? deyince değişik adlar söylendi. Uludağ, Ulucami, Nilüfer Çayı, Nilüfer Hatun, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigar, Yeşil Türbe adları sıralandı. Malik Aksel Öğretmen bir süre, sanki bir şey eksik söylenmiş gibisine yüzümüze baktıktan sonra gülümseyerek:

-Yeşil Türbe! diyelim mi, ne dersiniz? diye sordu. İçimizden bir “Oh!” çekerek canlı bir şekilde:

-Diyelim! dedik. Malik Öğretmen, Bursa’nın Bizans günlerini, Orhan Gazi tarafından bize geçince yapılan yenilikleri, Murat Hüdavendigar, Yıldırım, Yıldırım’dan sonra dört oğlunun birbirine düşmesi sürecinde gördüğü zararları, İkinci Murat döneminde yeniden canlanışını anlattı. Malik Aksel öğretmenin söze başlarken “Edebiyatçılar!” demesi beni cesaretlendirdi. Baki Süha Ediboğlu’nun Türk Şiirinden Örnekler Kitabı yanımdaydı. Kitapta bir Bursa şiiri vardı, onu anımsadım; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da Zaman şiiri. Bütün cesaretimi toplayarak şiiri okumak istediğimi söyledim. Malik Aksel Öğretmen yüzüme kuşkulu bir şekilde baktıktan sonra:

-Tanpınar’ın şiiri mi? diye sordu. Onun olduğunu söyleyince gülümseyerek:

-Oku, çok severim o şiiri, Bursa’da gezer gibi olurum. Ahmet’in güzel şiirlerinden biridir. Ahmet arkadaşımdır, o nedenle küçük adıyla anıyorum. Ahmet bizdeydi, yıllarca birlikte çalıştık. İstanbul’a yakında gitti. “Oku!” işareti verince okudum.

 

                     BURSADA ZAMAN

 

                 Bursa’da bir eski cami avlusu,

                 Mermer şadırvanlarda şakırdayan su,

                 Orhan zamanından kalma bir duvar.

                 Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

                 Eliyor dört yana sâkin bir günü;

                 Senden böyle uzak kalmanın hüznü

                 İçinde, gülüyor bana derinden,

                 Sanki bir hâtıra serinliğinden,

                 Ovanın yeşili, gökün mavisi.

                 Ve mimarîlerin en ilâhisi...

 

                Bir zafer müjdesi burda her isim,

                Yekpare bir anda gün,saat mevsim,

                Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın,

                Bu kırık taşlarda mahfuz rüyanın.

                Güvercin bakışlı sessizlik bile

                Çınlıyor bu geçmiş zaman vehmile...

                Gümüşlü, bir fecrin zafer aynası,

                Muradiye, sabrın altın meyvası.

                Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,

                Türbeler, camiler, eski bahçeler.

                Şanlı menkıbesi binlerce erin

                Sesi Arşa çıkmış hengâmelerin

                Nakleder yâdını gelen geçene...

                Bu hayalle uyur Bursa her gece,

                Her sabah onunla uyanır, güler

                Gümüş aydınlıkta serviler, güller

                Serin hülyasıyla çeşmelerinin...

                Başındayım sanki bir mucizenin;

                Bu sesi ve kanat şakırtısından,

                Billûr bir avize Bursa’da zaman.

              

                Yeşil Türbesini gezdik dün akşam,

                Duyduk bir mucize gibi zamandan,

                Çinilere sinmiş Kuran sesini,

                Fetih günlerinin sâf neş’esini.

                Derinleşmiş buldum tebessümünle...

                İsterdim bu yerde seninle

                Başbaşa uyumak son uykumuzu,

                Bu sükûn içinde... Ve ufkumuzu

                Baştan başa örsün bu ziya, bu renk

                Havayı dolduran uhrevî âhenk.

                Bir ilâh uykusu olur elbette

                Ölüm bu tılsımlı ebediyette,

                Belki de rüyası eski cedlerin

                Serin bahçesinde su seslerinin!...

 

 

                                          

                       Ahmet Hamdi Tanpınar

 

Malik Aksel Öğretmen, şiir okuyuşumu beğendiğini söyledi. Gülerek:

-Ahmet de farklı okumaz; duyguludur, yazardır ama okumayı pek sevmez! dedi. Öğretmen kitaplarını toplarken zil çaldı. “Haftaya Edirne’ye geçelim!” deyip ayrıldı. Şiir okuyuşuma sevinenler olduğu gibi hoşlanmayanlar da çıktı. Azmi Erdoğan sordu:

-Edirne için şiirin var mı? Oldukça sinirlendim ama kendimi tuttum:

-Şiir yok ama, şarkı var; “Edirne Köprüsü taştan, sen çıkardın beni baştan!” Abdullah Erçetin güzel sesiyle ilk mısraı okurken Veysel Öğretmen geldi. Gülerek Abdullah’a “Kesme, söyle; çok severim. Rumeli Türkülerinin en güzellerindendir!” dedi. Abdullah tamamını bilmediğini, Kepirtepe’de bir arkadaşımızın söylediğini anlattı.

Veysel Erüstün Öğretmen:

-Kar mevsiminde kardan adam yapılır, hava soğuk, biz de içerde hayalimizden bir şeyler çizelim! deyip bizi serbest bıraktı. Birden köyü, köydeki çobanları anımsadım, Kebe denilen başları üçgen gibi örtülü kılıklara girerler. Ellerinde gegeli sopaları, gösterişli bir durumları olur. Öyle bir şey çizdim. Öğretmen ilginç buldu. Resimden çok, buluşumu beğendi. Bir ara da yanıma oturup düzeltme yaptı. Gege dediğimiz çengeli çizmekte zorlanmıştım. Öğretmen onun ne olduğunu sordu. Koyunları arka ayaklarından tutmak için çobanların kullandığını anlatınca bir süre güldü. Kırklareli’de bunları yapan ustaların olduğunu, özellikle de dayanıklı olsun diye kızılcık ağacından yapıldığını, sürü sahiplerinin satın alarak çobanlara verdiklerini anlattım. Veysel Öğretmen Resim Dosyamı sordu. Geçen yılki dosyam Nota kitaplığımızda duruyordu alıp gösterdim. Veysel Öğretmen çizdiğim resmin arkasına günün tarihini atıp imzaladı. Alacak diye sevinmiştim, oysa bana geri verdi. Buna bir anlam veremedim. Gören arkadaşlar, öğretmen çıkınca yorumda gecikmediler:

-Önce almak istedi, ancak bizim resimleri görünce seninkini almaktan vazgeçti!

Arkadaşların şakalarına güldüm ama gene de içimde bir kuşku kaldı:

-Öğretmen benim kağıdı neden imzaladı?

                              *   *  *

 

En neşeli yemeğimiz genellikle cuma günü öğle yemekleri oluyor. Bize göre hafta bitmiş sayılıyor. Gerçi Askerlik dersimiz oluyor ama o da çoğunlukla geceye kaydırıyor. Geçen yıl çoğunlukla iki sınıf bir arada yapmıştık, bu yıl iki yüz kişi olduk. Gene bir arada yapılırsa oldukça sıkıcı olacaktır. Bir söylentiye göre son sınıflar ikinci kamplarını yaptığı için dersten muaf olacakmış. Bu doğruysa gelecek yıl için şimdiden sevineceğim. Çok sevdiğim Binbaşı Nuri Teoman ayrıldığından doğrusu o derse fazla bir ilgim kalmadı. Hele geçen sene ara ara gelen yüzbaşı gelir de gene “Yegân, yegân!” diye horoz gibi bağırırsa belki hiç yapmadığım dersten kaçma çılgınlığını ben de deneyeceğim.

*   *      *

.

Öztekin Öğretmenin toplantısı varmış, serbest çalışma yapacağız. Piyanoların ikisi de bir süre kapandı. Mehmet Zeybek çalışmaya karar vermiş, kutladım. Dilerim verdiği kararı uygular.

Varlık Dergisinde bir yazı okumuştum Müzikte Mana Meselesi. Onu notlarım arasına almak istiyorum. İhsan Akay’ın yazısı. Ne güzel, çalışmış yabancı dil öğrenmiş. Buraya geldiğinde konuştum. Benim yaşımda olmasına karşın, kendisinden yaşlı, Varlık dergisi sahibi Yaşar Nabi Nayır’la arkadaş gibi...

 

                            MÜZİKTE MANA MESELESİ

 

  Bir çok kimseler her müzik parçasının dış âlemle bir münasebeti olduğunu, anlatmak istediği bir davası bulunduğunu zannederler. Kendilerince müzik ve insan ruhunun girinti ve çıkıntısını, ya tabiat manzaralarını veya bir vakayı seslerle tahlil, tenvîr ve hikâye eden bir sanat nevidir. Yâni onlarca her müzik parçasının sözle anlatabilen bir tefsiri vardır. Müzikten anlamak demek bir eser dinleyince bu tefsiri bulmak demektir.

  Böyle bir müzik anlayışının ne derece sakat olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Bir kere müzik sanatında anlamak mastarının böyle bir anlamı olamaz. Bach veya Beethoven’i dinleyen birisine:

-Anlıyor musun? demek anlamsızdır. “Zevk alıyor musun!” demek gerekir. Sonra her müzik parçasının sözle ifade edilir gibi bir tefsiri yoktur. Büyük eserlerin çoğu böyledir. Esasen gerçek müzik kelime ve sözün aracılığına muhtaç olmadan, ihtiva ettiği mânayı ve yalnız sesle anlatan müziktir. Müzik, kendi kendine yeten bir sanattır. Eğer sözler, seslerin duyurabileceğini verebilseydi o zaman müziğe zaten gerek kalmazdı. Ses, sözlerin ifadeye muktedir olamadığını yapabildiği içindir ki bir müzik sanatı doğmuştur.

   Bir fıkra: Beethoven bir kadına piyano sonatlarından birini çalıyormuş.Sonat biter bitmez kadın Beethoven’e:

-Üstat, bunun manası nedir? diye sormuş. Büyük besteci hiç bir şey söylemeyerek aynı parçayı baştan sona kadar bir defa daha çalmış. Parça bitince kadına dönmüş:

-İşte, bunun manası budur! demiş.

    Bunun bir fıkra olduğunu tekrar etmeye gerek yok. Yani Beethoven’in hayatında gerçekten böyle bir olay olmuş mu, olmamış mı? bilinmiyor. Zaten işin burası bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren, fıkranın söylemek istediğidir. Bu fıkra demek istiyor ki:

-Her hangi bir müzik parçasının bize veremeyeceğini, ondan istemeyelim! Bir eserin anlamı kendindedir, kendi içindedir; onun anlamını dışarda aramaya kalkmayalım!

   Bu satırları yazarken Musique descriptive denen tasvir müziği unutulmamıştır. Filvaki öteden beri hisleri, manzaraları ve vakaları tahlil, tasvir ve hikaye etmek isteyen ve bunda da oldukça başarılı olan besteciler yetişmiştir. On altıncı yüzyıldaki Janequin’in (Janken) “Kuşların Ötüşü” ünden çağdaş Honegger’in 100 km. hızla giden lokomotifi resmeden Pasifik 231’ine kadar bir çok örnekler verilebilir.

  Lâkin, yukarıda da işaret edildiği gibi bu çeşit eserler çoğunluğu temsil edemez. Dikkat edilince görüleceği üzere, genelde bu gibi eserlerin tefsiri ancak telkini mahiyettedir. Yani bizi sadece eserin atmosferine hazırlar. Örneğin tasvir müziğinden şiddetle kaçınan Beethoven’in Pastoral Senfonisi’nin(No, 6) bizzat bestecisi tarafından yapılan kısa bir açıklaması vardır. ”Bu eser bir tasvir ve tersimden ziyade bir kır yaşamının üzerimde bıraktığı izlenimlerin ifadesidir. Müzikte ifrata giden her tasvir kıymetini kaybeder. Tekrar ediyorum, bu eser, seslerle ifade edilen bir dizi tablodan ziyade bir izlenimler toplamıdır.”

    Keza Beethoven’in Koriyolan (Coriolanus) Uvertürü’nü bir vakanın müzikle anlatıldığını sanmak çok yanlıştır. Orada olay değil duygu ve düşünceler vardır. Koriyolan’ın durdurulamayan duygu ve hırsı ile annesinin ve eşinin yalvarışları, yakarışları çarpışır.

   Debussy’nin (Döbüsi) üç kısımdan ibaret olan “Deniz” adlı senfonik şiirinin anlamı da bu üç bölümün başlıklarını çok aşar.(1.Şafaktan öğleye kadar Deniz.2.Dalga oyunları 3. Denizle rüzgârların söyleşisi)

   Sonuç olarak; tasvir müziği denilen ve dış âlemle az çok ilgisi olan ve sözün aracılığına göz yuman müziğin iyisi de tam anlamıyla tasvirî anlamda değildir. Manzara ve olayı, yani dış olayı kopya etmeye, onların içimizde bıraktığı izlenimleri nakle çalışır.

 Daha kısa bir deyimle, derin anlam ve olgun fikir nasıl sözlerden taşarsa bu tarz müziğin iyisi de öylece tefsirini aşar.

Bundan başka böyle bir eserden zevk almak için kesinlikle onu yorumlamak gerekmez. Koriyolan’ın kim olduğunu  bilmeyen bir kimse Koriyolan Uvertürü’nden pekâlâ zevk alabilir ve almalıdır da. Zira müziği gerçekten seven ve ondan zevk alan, dinleyeceği eserin sözle anlamını araştırmayandır.                                   

İhsan Akay-Varlık

 

*   *     *

 

Alt kattaki piyano boşaldı. Yazımı bitirir bitirmez koştum. Böyle olması daha iyi. “Sabreden derviş, muradına ermiş!” Hanon etütleri çalışırken bir yandan da Atasözü yorumu yapıyorum. Dervişler yaşlı olur, o yaşta ne muradına ererler ki? Murad sevgiliden başka anlama geliyorsa o başka! Doğal olarak geliyor. Salt sevgili anlamına geldiğini de nerden çıkardım? Yıllar önce Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı. Bir zamanlar memleketi dervişler doldurmuş. Dervişler insanlara sözde yol gösteriyormuş ama kendileri bir işe el sürmüyormuş. Yiyip içmeleri de hayrına insan beslenen aşevlerinden veriliyormuş (Tekkeler, benzeri tarikat evleri) İşte bu aşevlerinde verilen yemekler her zaman düzenli olmuyormuş. Yemeğe gelen derviş sabredip beklemezse aç olarak yerine dönüyormuş.

Bekleyenler, geç de olsa bir şeyler yediğinden bu söz o zamanlar söylenmiş:     

-Bekleyen derviş yemeğini yemiş! sözü “Bekleyen derviş, muradına ermiş!” biçimine dönüşmüş. Murad, burada basit bir istek karşılında kullanılmaktadır. Şiirlerde ya da aşk hikâyelerindeki murad, sevgili anlamı da taşımaktadır. Şair Nedim bir gazelinde:

          “ Muradın anlarız ol gamzenin, izanımız vardır,

            Beliğ söz bilmeyiz amma biraz irfanımız vardır!”

der. Burada ise istek, dilek olarak kullanılmaktadır. Sık sık kullanılan bir söz de:

“Allah ne muradın varsa görsün!” (Karşılasın anlamında kullanılıyor.) Rıza Tevfik Bölükbaşı da Fikret’in Mezarında adlı şiirinde( Mersiyesinde)

                   “Dediler ki sana emel bağlayan

                    Kabrinde diz çöküp bir dem ağlayan,

                    Bermurâd olurmuş; ben de bir zaman

                    Ağlayıp murada ermeye geldim.”

Burada da sevgiliden öte, büyük istekler, gönül rahatlığı gibi anlamlarda kullanılmış.

   Bu kez de aklıma Ahmet Yesevî dervişleri takıldı:

 

                        DERVİŞLER

                    “ Yol üstünde oturur

                     Yolu soran dervişler

                      Ahretten haber(i) iştip(İşitip)

                      Yola giren dervişler.

 

                      Hikmet kuşağ(ı) belinde

                      Asâları elinde

                      Tanrı yâdı dilinde

                     “ Allah !”diyen dervişler.”

diye sürer. Demek dervişlik çok eskilere gidiyor. Orta Asya kırlarında derviş besleyecek aşevlerinin bulunacağını düşünemiyorum.

Doğan geldi:

-Abi, yemek zili çaldı, aç kalacaksın. Yalnız ekmeğe razı olursan getiririm. İstersen yarın katık olacak helva, peynir gibi bir şeyler alalım. “Similaresoldofa!”

-Fadosolrelamisi!” deyip kalktım.

Masadakiler güldü, Nihat Şengül:

-Hadi gene şansın tuttu, yemeğe yetiştirecek birini buldun! deyip güldü. Karşılık olarak:

           “Yol üstüne oturur-Yolu soran dervişler

            Ahretten haber iştip-Yola giren dervişler.”

 

Bu kez de Abdullah Erçetin karşı durdu:

-Nerden çıktı şimdi bu! Bana geçen yılı hatırlattın! Bilmeyerek oldu. Sahiden geçen yıl, Hamdi Keskin Öğretmen Abdullah’a ödev olarak Ahmet Yesevî’ yi vermişti. Abdullah zamanında hazırlamadığı için Ahmet Yesevî yüzünden Hamdi Keskin Öğretmenden bir papara yemişti. Neyse, hava durumu, sinemalardaki filmler, konserde neler çalınabilir, kim neleri istiyor? konularına geçilerek konuşmalar tatlıya bağlandı. Sinema severler, filmleri tartışırken sustum. Madam Curie filmi için teklif olursa gitmeye söz verebilir miyim? Bir gün sonra nasıl olsa gideceğim. Olsun, daha iyi olur, bilmiş bilmiş açıklamalar yaparım. Zaten daha önce gitmeye karar verildiğinde Madam Curie ile eşi (asıl bilgin Pierre Curie) hakkında biraz bilgi toplamıştım. Gerçek bilgin Pierre Curie. Madam Curie, gerçekte bir Polonyalı. Kızlık adı Maria Salomea. Polonya’dan Paris’e öğrenim için gelmiş, bilime meraklı biriymiş. Paris’te yaşarken Bilgin Pierre Curie yanına çalışmak için girmiştir. Pierre Curie, üniversite de dersleri dışında laboratuvarda çalışıyormuş. Daha sonra evlenmişler. Ancak bilim meraklısı Maria, Pierre Curie’nin eşi olmak dışında, onun yardımcısı olmuştur. Bir kaza sonucu eşi ölünce de, onun tamamlayamadığı buluşu gerçekleştirmiş. Böylece bilim tarihine eşi yerine o yerleşmiş. Hiç kimya okumadığım için, okuduğum yazıda geçen kimya birimlerinin adlarını da söyleyemiyorum. Biraz da bu benim ihmalimdendir. Fizik de okumamıştım ama ateşte kaynayan tencerenin kapağı önce tıkırdayıp sonra köpüklenerek kapağı atınca, James Watt’ın buharlı gemiyi nasıl bulduğunu anlar gibi olmuştum. Gerçekte ise kimya sözünü fizikten çok önceleri duymuştum hem de çok sık. Çünkü babam sık sık kullanırdı. Ama babamın kullandığı kimya, sanırım yakıştırılmış bir sözdü:

-Kimya mı bu? Babam bunu kuşku duyduğu zamanlarda daha çok bir nesnenin fiyatına şaşınca kullanırdı. Örneğin ağabeylerimden biri dükkana mal almak için giderse, döndüğünde gelenleri gözden geçirir kimilerinin fiyatını sorar. Umduğundan yüksek bir fiyat söylenince duraksar:

-Çok pahalı almışsın, kimya mı bu; buna bu kadar para verilir mi? der. Kimyayı bir alış-veriş matahı gibi algıladığımdan okula gittiğimde kimya dersi sözü edilince alış-veriş öğretileceğini düşlemiştim. Bu kez de alış-veriş işleri bir başka ders kooperatifçilik çıkmıştı. Kimya biliminin gerçek alanını yıllar sonra, Kepirtepe Köy Enstitüsü son sınıfındayken Edirne Fidanlığında Uygulama derslerine katıldığımda Edirne Lisesinde konuk olarak kalmıştık. Lisede kaldığımız süreçte Edirne Lisesi öğrencileri bize çok yakınlık göstermiş, unutulmaz saatler geçirmiştik. Bizim, oyunlarımız, şarkılarımız onların ilgisini çekmiş, buna karşın onların şakaları, güldürücü oyun sahneleri özellikle de okudukları şiirler bizim için unutulmaz anı olarak kalmıştır. O eğlencelerde okunan bir şiirin adı Kimyacının Aşkı’ydı. Okunan, sözüm ona şiirdi ama sözlenenler kimya derslerinde geçen element adlardı, iyot, fosfor, potas, hidrojen, oksijen, azot, klor.v.b. Bunların bileşiminden oluşan madenler de geçiyordu; demir, platin, altın gümüş, kurşun,su v.b....

                          Kimyacının Aşkı

                    Dün seni gördüm, platin şapkanın altında

                    H2O durumunda yürümüyor, cıva gibi kayıyordun.

                    Azot, oksijen, karbon dioksit kılığına girerek erirken,

                    Birden nitrik asit No2’ye dönüşerek

                    Namlusundan çıkan bir kurşun gibi seni takibettim.

                    Niyetim alojenik bir olay yaratmaktı!..

                           .................................................................................................

                          Sen, güneşi kıskandıran Fosfor sarayının

                          Gümüş merdivenlerini  tırmanırken

                          Ben iyot gibi açıkta kalıverince

                          200 derece ateşe düştüm

                         Azot olup havaya uçtum.......

Kimyacının Aşkı çok uzundu. Liseliler okuyordu ama yazıp vermeye bir türlü yanaşmamışlardı. Arkadaşım Yusuf Asıl, hemşerisi Çerkezköylü Mustafa’dan nasılsa bir bölümünü almıştı. Bir ara bizim arkadaşlar tarafından okundu durdu… Hatta ezberlemeye kalkanlar bile olmuştu. İçinde geçen yabancı sözlere karşı duruşum yüzünden ben pek ilgilenmemiştim. Sonra sonra o yabancı saydığım sözlerin, bir bilimi oluşturduğunu öğrendiğimde bana sadece hayıflanmak kalmıştı. İçtiğim suyun, yediğim ekmeğin, çok sevdiğim şekerin, giysilerimin o sözlerle simgeleşen maddelerden olduğunu öğrendikçe hayıflanmam sürgü gitti (daha süreceğe de benziyor). Bu gidişle belki bundan sonra da sürecektir (!)

Yatınca, kendi kendime sordum:

-Nebahat’a gelip gelmeyeceğini sormam gerekir mi? Gerçi o, bir değil bir kaç kez:

-Arkadaşların gelince, sinemalara böyle rahat gidemeyiz. Hem sen onlardan ayrılamazsın hem de ben yabancı yabancı aranıza karışamam! demişti. Buna karşın bir teklif bekler mi? Bir fırsat bulup söylesem ne olur? Kendimi suçladım. Hiç düşünmemiştim:

-Neden mektup yazmıyorum? Önce kendisine açıklama yapıp bundan sonra mektuplaşmayı önereceğim. Okulun öğretmeni, mektubunu kim açıp okur? Kendimi Arşimet’e (Archimedes) benzettim, “Buldum! (Eureca!)” diye tekrarlayarak uyudum.

 

18 Kasım 1944 Cumartesi

 

Arşimet’in (Eureca) “Buldum!” sözü sabah, akşamki kadar mantıklı gelmedi. “Buldum!”un tersi “Yakalandın!” olursa ne olur? Kendisiyle konuşmadan karar vermekten vazgeçtim; yarın nasıl olsa konuşacağız.

Doğan Güney geldi, gülerek:

-Abi, ben çok seviniyorum, özellikle cumartesi günleri seninle olmak beni çok rahatlatıyor. Nedense Cumartesi günleri beni 1941 günlerine götürüyor. O günlerde de birlikte çalışıyorduk. Sen bizim ustamızdın. İşin içinde sen olunca yaptıklarımızın doğruluğuna güveniyorduk. Cumartesi günleri gene öyle bir duyguya kapılıyorum. Birlikte kahvaltıya gittik.

Ekrem Ula geldi, olayı anımsattı:

-Kesin, yarın gidiyoruz, akşam gelince konuşalım; sana da bir iş düşebilir! “Tamam!”

Hava oldukça sert ama kar yok. Ne var ki rüzgâr neredeyse sallıyor. Kar olmayınca günü kıştan saymıyoruz. Böyleyken titreşerek trene atladık. Trende Yıldız geldi:

-Abi bizi sinemaya sinemaya götürecek misin? Sinemalardaki filmleri takip edenler, Nihat Şengül’le Kamil Yıldırım. Onlara sordum:

-Rebecca, Madam Curie. Rebecca’ya söz verdim. Konservatuvara titreşerek girdik. Neyse ki, alttaki daha sıcak odayı gösterdiler. Faik Canselen Öğretmen henüz gelmemiş.

Fazla beklemedik Faik Öğretmen geldi. Gelir gelmez de sordu:

-Sizin orası da böyle soğuk mu? Abdullah Ön, soruya soruyla karşılık verdi:

-Sizin buradaki de soğuk mu ki? Faik Öğretmen güldü:

-Böylesi söz oyunlarını hiç beceremem. Aslında hiç bir oyunda başarılı sayılmam. Arkadaşlarım, benim için,

-Kendini notalara kaptırmış bir gariban! derler. Faik Canselen Öğretmen kendine söylenen söze mi güldü, yoksa içinden bizleri daha gariban bulduğu için mi güldü, pek kestiremedim. Zaten arkasından hemen “Müjde!” diyerek konser programına geçti. “Müjde!” deyişi de dinleyeceğimiz eserlerin güzelliğindenmiş, hemen onu ekledi:

-Mozart Jüpiter do major 40 nolu senfoni ile Georg Bizet’in L’Arlesienne Süitleri. Faik Öğretmen senfoni türü için yeni bir şey söylemeyeceğini ancak Mozart’ın bu senfoni ile sanatının doruğuna çıktığını; o nedenle kendisinden sonra bu senfoniye Jüpiter, yani çok Tanrılı Romalıların en büyük Tanrısının adı verildiğine dikkatimizi çekti. Mozart bu senfoniden sonra, senfoni denemelerine önem vermemiş. Bu nedenle bundan sonra bestelediği senfoniler hemen hemen hepsi yarım kaldıklarından onları öğrencileri tamamlamıştır. Belki de bu nedenle az çalınırlar. Mozart bunu kasıtlı yapmamıştır. Belki de onları tekrar ele alıp gönlünce geliştirmeyi düşündü ama ömrü vefa etmedi. O nedenle biz de onun senfonilerini sıralarken bu büyük senfoni ile bitiriyoruz. Müzik tarihi kitaplarında da 41 nolu bu dev senfoni hemen hemen Mozart’ın son senfonisi olarak anılır. Dikkatli dinleyin, bu senfoniyi farklı bulacaksınız. Zaten adı da bir fark olacağını müjdelemektedir. Bence bugün dinleyeceğimiz ikinci eser, sanırım ilginizi çekecektir. Armoni bakımından övülecek bir tarafı olmamakla birlikte melodi kıvraklığı bakımından ilgi çekicidir. Bestecisi Fransız olduğu için Fransız zevkine uygun bir ses dizimi oluşturulmuştur. Aslı bir opera için hazırlanmıştır. Geçen yıl bestecinin Carmen (Karmen) operasından söz etmiştik, Carmen operası’nın müziği süit olarak çok beğenilince Arlesienne süitleri de ortaya çıktı. Besteci, ünlü Fransız yazarlarından Alphonse Daudet’nin Arlezli Kız adlı oyununu müzikli oyun durumuna getirmiştir. Müzikli oyun çok beğenilince tıpkı Carmen Operası’nda yaptığı gibi bunun müziğini de süit olarak düzenlemiştir. L’Arlesienne süiti de Carmen süiti gibi iki bölümlüdür. Bölümler ayrı ayrı da çalınacak şekilde düzenlenmiştir.

1. Süit: a-Prelüt, b-Menuet, c-Adagietto, d-Adagio.

2.Süit: a-Pastorale, b- intermezzo, c-Menuet, d-Farandole olarak sürer. Süit hakkında bilgilerimizi tazeleyelim:

-Süit, önceleri oyun müzikleri topluluğu olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin oyun müziği olan Menüet, Rondo, Gigue, Sarabande, Allamande gibi değişik oyun müzikleri birleştirilerek konser müziği yapılmıştır. Sonraları da bu tür toplama yerine besteciler kendileri besteler yapmıştır. Johann Sebastian Bach’ın plâklarınız arasında bulunan dört büyük Süiti, bunun en güzel örneğidir. Barok çağı bestecileri bol bol süit bestelemiştir. Örneğin Haendel’in ünlü Su Müzikleri süittir. Haendel’in ayrıca tek çalgı için de süitleri vardır. Hele Almanların büyük bestecisi Georg PhilippTelemann’ın hemen hemen her çalgı için sayısız Süiti vardır.

Faik Canselen Öğretmen, Alphonse Daudet’nin Arlezli Kız’ını okumamızı önerdi:

-Onun da tıpkı Carmen gibi oldukça romantik bir hikâyesi vardır! deyip kapıya doğruldu. Üzüldüm, Alphonset Daudet’nin Pazartesi Hikâyelerini, Değirmenimden Mektuplar’ını, Taraskonlu Tartarin’ini, Arlezli Kız’ını okumuştum. Sorsaydı söyleyecektim. Hikâyenin Carmen’den farkı, Carmen’de kız ölüyor, burada ise erkek kız yüzünden intihar ediyor.

Dersten sonra kararsız bir durumda oldukça ağırdan alarak kapıdan çıktım. Baktım, Doğan, Ahmet Yol, kızlar beni bekliyor. Ahmet Yol, çok nazik bir arkadaş, önce:

-Grubunuza ben de katılabilir miyim? diye sordu. Onun soruşu bende nasıl bir duygu uyandırdıysa birden:

-Benimle Trene gelir misiniz? diye sordum. Daha önce hiç denemediğim bir olaydı. Onlar da sevinerek bana katıldılar. Durağa iner inmez de tren geldi. Trene binince sordum:

- Yenişehir mi, İstasyon mu? “Yenişehir!” dediler. Yenişehir’de indik.

Ankara sinemasında Madam Curie oynuyor. Yıldız’ın önerisine uyarak oraya gittik. Kızlar daha az üşüdüklerini söyleyerek bana teşekkür ettiler. Oysa ben, ne yapacağımı kestirerekten böyle bir yol denemiştim. Film, çoktan başlamış. Madam Curie bana göre üstünde Nebahat’la çok konuştuğumuz Greer Garson bütün güzelliği ile kimya laboratuvarında öteye beriye bakınıyordu. Yaptığım numarama sevindim, filmi görünce yarın daha rahat yorumlar yapabileceğim. Tüm dikkatimle filmi izledim. Pierre Curie’nin atlı araba altında kalıp öldüğünü bildiğim için sanki onu bekler gibiyim. Oysa girdiğimizde daha evlenmemişlermiş. Pierre Curie’nin baba evindeler. Pierre Curie’nin anne babası oğulları için çırpınmakla birlikte baba Curie zaman zaman “BABALIK” yapıyor. Anne her anne gibi melek. Gelin adayları Maria el bebek, gül bebek olarak benimsenmiş durumda. Fazla kalmadılar. Çalışmaları sürüyor. Üniversite Bilim Kurulu, kendilerine bir laboratuvar verdi. Laboratuvar olarak verilen yer eski bir ahır olsa gerek; üstü akıyor, altı göl olmuş. Uzun uğraşlardan sonra kurutabildiler. Uzun bir bekleyişten sonra evlendiler. Ancak hayatları sürekli laboratuvarda geçtiği için düzenli bir ev hayatı görülmedi. Özellikle Madam Curie sürekli mikroskop başında göründü. Konuşmaları anlamadığım için alt yazılardan yeni kimya terim adları okudum; uranyum, baryum, polezyum, radyum, klor v.b. Greer Garson, film boyunca poz veriyor, duruşu, bakışı Greer Garson ama yüz solgun, bakışlar sanki çok uzaklarda gibi. Sandığımın aksiye tüm deneyleri Madam Curie yaptı. Çok umutsuz bir döneme girince biraz ara vermek istediler bu sıra Madam Curie’nin düşüncesinde bir değişiklik oldu, koşarak laboratuvara gittiler. Gerçekten uranyum bulunmuşmuş. Keşif tüm Avrupa’da duyuldu. Gazeteciler çevreyi sardı. Deneylerin uzunluğunu çocuklarını görünce ancak anlayabildim. Birden biri 5, biri 10 yaşlarında çocuklarıyla karşılaştık.

Büyük keşiflerinden sonra yaşamları birden değişti. Oldukça görkemli bir eve taşındılar. Dost çağrılarına katılmaya başladılar. Özellikle prof. Pierre Curie eşine daha sosyal bir hayat için plânlar kurmaya başladı. Gidecekleri bir toplantıya çok başka giysiler içinde gitmesini istediği için nadide küpeler, yüzükler almak için gittiği çarşıdan dönerken at arabası altında kalan Prof. Pierre Curie, düştüğü yerde öldü. Haberi alan Madam Curie uzun süre gözlerini bir noktaya dikerek geleni gideni görmedi, söylenenleri duymadı. Ziyaretine gelen sevdiği bir profesör etkileyici bir konuşma yaptıktan sonra etkilenen Madam Curie eşinin aldığı son hediyeleri özlem dolu sevgiyle elinde tutarken film on yıl sonra Madam Curie için yapılan bir onur toplantısını gösterdi. Çok görkemli bir salon, olağanüstü düzen içinde görkemli bir kalabalık. Madam Curie bu toplantıda bilim insanlarına tarihe geçen ünlü söylevini verdi. “Sizler için çalışılacak daha çok konu vardır. İnsanlık sizin buluşlarınızı bekliyor. Dünyadan cehaleti yeni buluşlarınızla kaldırmalısınız!”

Film bitti ama biz oturduk. Çok beklemeden baştan başladı. Filmin başında Paris’in güzelliği gösterildi, Paris, neşe, gençlik, eğlence şehridir! türü sözler söylenirken bir salonda Greer Garson tüm güzelliği ile göründü. Aklımdan geçirdim; Nebahat’ı bu bölümü gördükten sonra filmden çıkarmalı. Onun sevdiği pozlar, sonra sonra değişiyor. Meğer gördüğüm Greer Garson henüz bir öğrenciymiş, konferans salonunda profesörün dersini dinlerken bayıldı. İyi bir öğrenciymiş. Babası da Varşova Üniversitesinde profesörmüş. Maria, (Madam Curie olmadan önceki kızlık adı) iyi beslenmiyormuş, kendisiyle ilgilenen matematik profesörü Maria’ya yemek yedirdi, övütler verdi, çalışmak için önce sağlığını korumasını söyledi. Besbelli Maria’nın yeterince parası yoktu. Profesör onu evine çağırdı, çocuklariyle, eşiyle tanışmasını istedi. Maria’nın yeterli parası olmadığını anlayan profesör ona bir iş teklif etti. İş, Prof. Pierre Curie’nin laboratuvarında çalışmaydı. Maria, çalışmaya karar verdi, işyerine geldi. Piyer Curie işine bağlı, çevresine ilgi göstermeyen biri gibi görünmesine karşın Maria’ya ilk bakışta ilgi duydu ama davranışlarıyla, bu ilginin yüzeysel olduğu zannını veriyordu. Gene de dikkati çekecek ölçüde bir tavır değiştirdi. Maria işe girerken bir süre öne sürmüştü, o süre dolunca Polonya’ya gitmek üzere hazırlandı. Tam gideceği sıra prof. Pierre Curie, sessizliğini bozup, evlenme teklifi yaptı. Bu teklif adeta yalvarmaya dönüştü. Maria sonunda razı oldu. Prof.Pierre Curie’nin anne-baba yanına gittiler. Maria, gelin Curie oldu. Çok mutlu, iki bilgin çift olarak çalışmalarına döndüler. Çalışmalarından bekledikleri sonucu alamamışlardı ama dillere destan araştırmaları bilim çevrelerinde yankılanmıştı. Kendilerini destekleyen bir çevreleri oluşmasına karşın resmi makamlar sağır sultan rolü oynuyordu. Sözde laboratuvar bağışlama bunun kanıtıydı. Arkadaşlar çıkmamaya karar verince, sonunu bir kez daha izledik. Çıkınca, özellikle Yıldız ağlamaklı oldu. Ahmet Yol takıldı:

-Pierre Curie öldü ama, bilim arkadaşları, bir daha kimse at arabası altında kalmasın diye otomobili buldu! deyince bir süre güldük. Rüzgâr oldukça azalmış, otobüsle Ulus’a çıktık. Muhallebicide de bir süre oturup filmi konuştuk. Bize katılanlar oldu. Doğan Asım Öğretmeni sorup duruyordu, ayrılıp Kızılırmak Kıraathanesine uğradık. Asım Öğretmen oradaymış, görünce işaret etti yanına gittik ama satranç oynuyordu, iddialı bir oyunmuş, oyun sonunu beklememizi istedi Ancak bizim zamanımız dolmuştu, bu kez de biz özür dileyip ayrıldık. Koşarca giderek zamanında yetiştik. Azıcık geciktiğimiz için benim yerim dolmuştu. Mahmut Ragıp Öğretmenin kınalı saçlı kızı yanındaydı. Üzüldüm. İçimden kendimi teselli ettim:

-Kızıl kıtlığı mı var sanki, Yıldız’ın da saçları kızıla yakın! Alkışlar başladı, az sonra L’Arlesien Süit 1. İlk bölüm Prelude başladı. Chopin’den Prelude çalmıştım ama bir benzerlik kuramadım. Burada yaylı sazlar egemen olduğundan sanki çok farklı bir ritimmiş gibi geldi bana. İşin ilginci ben bu melodiyi duymuştum. Bu bir şarkıydı ya da marştı. Sözlerini anımsar gibi oldum. “Başımız gökte dağlar aşarız, bizler Cumhuriyetin öz evlatları o yaşarsa biz ancak yaşarız, Türklüğün budur tunç kanatları!” falan diye sürüyordu.

                                        

                             Georges Bizet

Sözleri toparlamaya çalışırken dinlemeyi tavsattım. Birden üflemeli çalgıların havası değişti uzaktan gelip şiddetlenince uyandım. Uyandım ama giderek sesler kesildi. Bu kez de beklemeye başladım, yeni gelen bölüm nasıl gelişecek? Bir süre üflemeli çalgılar önde yaylılar onların arkasının birbirlerini izleyerek gittiler. Bölümleri de karıştırdım, menuet mi, adagio mu derken girişi andıran bir ses çıktı. Bu kez de plâkların takılmasını andıran ses tekrarı başladı “mi-do-re-mi-do-re! uzadı gitti. Arkasından bir gümleme gene sessizlik başladı. Kemanlar flütler gizli gizli fısıldaştılar. Arkasından gene mi-do-re başladı daha uzun bir mi-do-re kovalaşmasından sonra bu kez çalgılar karşılaşmaya başladı. Çok uzaklardan gene mi-do-re duyuldu ama uzamadı. Bu kez çoban kavallarını andıran bir ses çok kıvrak olarak ortaya çıktı. Araya güm güm tempolar girdi. Az bir sessizlikten sonra orkestra gümlemeye başladı. Arkasından bir flütle arp yalnız olarak çaldı. Derken ilk başa dönüldü, asker bandosunu andıran bir bölüm başladı. Flütle orkestra bir süre karşılıklı atıştılar. Uzun bir bitiriş döneminden sonra son buldu. Ancak ben, bölümlerin özelliklerini saptama şöyle dursun bölümlerin olduğunu bile tam ayıramadım. Oysa pastoral, intermezzzo türü parçaların farklarını öğrenecektim.

Alkışlar başlayınca sanki çalınan eser yarım bırakılmış gibi bir duygu içinde ellerimi bir birine vurmaya başladım.

Yazar Alphonse Daudet’nin bir hikayesini anımsadım:

-Mösyö Seguin’in Keçisi… Önce adamın keçiyle konuşması, sonra keçinin ona karşılık vermesi bana anlamsız gelmişti. Sonra sonra hikayelerin niçin yazıldığını öğrendikçe bu karşı oluştan vazgeçmiştim. O inatçı keçiyi şimdi görür gibiyim. Daha sonra okuduğum Alfred de Vigny’nin Kurdun Ölümü hikayesini okuduğumda biraz daha anlayışlı olmuştum.

Kısa bir aralıktan sonra alkışlar başlayınca kendimi toparladım:

- Varsa yoksa Mozart, Jüpiter Senfoni. Neden Eski Yunan büyük Tanrısı Zeus dememişler de Roma Tanrısı Jüpiter demişler? Sorunun karşılığını araştırırken bu kez de Gezegen yıldız Jüpiteri anımsadım. Ona neden Zeus dememişler?

Şef Prof. dr. Ernst Praeterius önce ellerini kaldırdı. Nedense  sağ eliyle sol, sol eliyle sağ bileklerini tutar gibi değiştirdikten sonra elindeki çubuğu kaldırdı. Yumuşak bir sallayıştan sonra birden kollar hızlı hızlı inip kalkmaya başladı. Arkasından yumuşaklıkla sertliğin karşılıklı atışmaları başladı. Gene köyde, kıra çıktığımda bulutlara bakışımı anımsadım:

Yere sırtüstü yatar bulutlara bakardım. Bulutların bazıları daha hızlı gider bazıları ağır ağır. Bazıları yalınkattır bazıları yoğun katmanlı. Birbirine girmeleri dikkatimi çekerdi. Jüpiter senfoniyi dinlerken sesleri bulut gibi görüyorum; birbirine öyle giriyorlar. Yoğun seslerin  yalın sesleri bastırması tıpkı yalın bulutların yoğun bulutlar altında kalmasını andırıyor. Ancak sesler, bulutlarda olduğu gibi kaybolmuyor, az da olsa varlığını sürdürüyor. İşte bunu Mozart müziğinde bu daha açık görüyorum; uzayıp giden ses bitecekmiş gibi uzaklaşırken bitmeden geri dönüyor. Zaman zaman rüzgâra da benzetiyorum, rüzgâr da azalıyor ama bitmiyor. Kesildi sanılan bir zamanda esinti geri dönüyor.

Şef Praetorius hareketlendi. Eğilip kalkar gibi yapıyor, orkestra üstüne doğru uçacakmış gibi yöneliyor, sonra yine doğrulup yavaşlıyor. Şefi hiç bu kadar hareketli görmemiştim. Hep dimdik durduğunu sanırdım; adam ellerini yere doğru okşar gibi kat kat indirirken birden zıplayıp yumruklarını sıkarak ileri ileri, birini yumruklayacakmış gibi sallıyor. Yüzünü tam göremiyorum ama sanırım neşeli. Yüzünü görmek için ilk kez önlerde oturamadığıma üzüldüm. Bunları kuruntularken alkışlar beni uyanırdı. Senfoni nasıl bitti? Sanırım kimi senfonilerde olduğu gibi çok bağırtılı kadanslar yapılmadı...Do-mi-sol-do/mi-sol-do-mi/do-fa-la-do/ fa/do-mi-sol-do vurgularını tam duyamadım...

                                *

Konserden sonra ummadığımız bir kar fırtınası ile karşılaştık. Yürüyeceğimiz için çok üşümek söz konusu olmasa bile trene iki saat var, bu iki saati nasıl geçireceğiz? Ben bunun kaygısı içinde yürürken Anafartalar’daki sinema aklıma geldi. Yıldız, Necmiye, Halise bir birine kenetlenmiş olarak belki benim düşündükleri düşünüyorlar ama suskunlar. Sinemanın önünden geçerken benden önce Yıldız, “Sinemaya girelim mi?” Gördüğüm bir film Rebecca, ancak çok sevdiğim bir yıldız Joan Fontaine, saate baktım bir saat kırk dakikamız var. Ancak girilebiliyor. Girdik. Sinema kokulu mokulu da olsa sıcak. Perdede filmin Cadı Kadını vardı, Rebecca’yı haşlar gibi konuşuyordu. Filmin daha yeni başladığını söyledim. Necmiye ile Halise biraz suskun. Yıldız daha rahat. Filmin yeni başladığını söyleyince amaçlarının film görmek değil korunmak olduğunu açıklayıverdi:

-Olsun, sıcak bir yere girdik ya! Yıldız’ın annesini anımsadım, annecik bana nasıl dil dökmüştü:

-Kızımı bırakıyorum ama gönlüm burada, lütfen ona ağabeylik yap. Düşündüm, o ağabeylik böyle durumlarda yapılacak, okulda ağabeyliğe ne gerek var? Rebecca filmini görmüş, kitabını da okumuştum, filmi iyi de izlediğimi sanıyordum. Meğer öyle değilmiş, güzel bulduğum Joan Fontaine’in ezilip büzüldüğünü görünce azıcık duraksadım. Film, kitabından çok farklı bunu bilirdim. Ama aynı filmi ikinci kez görünce bu denli değişik olacağını düşünmezdim. Filmde tüm olaylar aynı tekrarlanırken Joan Fontaigne’nin böylesi sinikliğini bir türlü benimseyemedim. Bunları düşünerek ummadığım bir dikkatle filmi bir daha izledim. Gördüm ki, bu film oldukça karışık bir film. Anımsadığıma göre romanı da karışık gelmişti. İkinci kez görsem de niçinleri, nedenleri, nasılları olacak bir film. Olay, Monte Carlo’da başlıyor. İlk girişte daha bir yanılgımla karşılaştım. Film birinin anlatışıyla başlıyor. Ben, bu konuşanın filmin kahramanı Joan Fontaine sanmıştım. Meğerse bir başkası sunuyormuş.

Yaşlı bir hastaya bakıcılık yapan cici bir kız.(Joan Fontaine) işinden ayrılınca lokantaya girer. Oldukça ürkek dayranışlarıyla ilgi çekiyor. Onu gören bir delikanlı kendisine takılıyor. Karşılıklı bir iki sözden sonra tüm gençlerin yaptığını onlar da yapıyor. Delikanlı Maxim de Winter, kızı bir başka lokantada görüyor. Daha sonra da anlaşıp dansa gidiyorlar, sonuç olarak anlaşıyorlar.

Delikanlı hem yakışıklı hem de varlıklı. Genç kız kendisine yapılan teklifi kabul ediyor. Delikanlı yakışıklılığına yakışıklı ama çok acıklı bir macera yaşamıştır; bir önceki eşi ölmüştür. Eşinin ölümünden sorumlu tutulmaktadır. Bir söylentiye göre o vurmuş, öldürmüştür (filmde), bir başka söylenti de denizde boğulmuştur (romanda).

Ayrıca Maxim de Winter’in varlıklılığı da pek sağlıklı sayılmaz. Yıpranmış bir şatoda yaşar ama içinde yaşadığı (Manderley) şatosunun muhteşem dış görünüşüne karşın dökülen bir yanı da var. Şatoda görevliler de öyle. Yaşlı başlı insanlar, her biri işine sadık, deneyimli, adeta sır küpü. Çok değişik bir yaşamdan, çok değişik düşler kuran yeni kontes (Joan Fontaine) beklemediği bir başka olayla karşılaşır. Kendisinden önceki kontes Rebecca yok olmuş ama sanki var. Her yanda onun izleri. Olaya önceleri, çok doğal bir ilgiyle bakarken giderek kendisi kaptırıyor. Elini nereye atsa Rebecca. Bu duygu giderek Manderley şatosuna yayılıyor. Şatonun ayrıntılarına ilgi duyar. Manderley Şatosu’nun sahibi Maksim de Winter eşine bir şeyler anlatmaya çalışır ama daha fazla üstüne varmaz.

 

     Bay-bayan Winter ile Mrs. Danvers

Kontes sonunda selefinin (Rebecca’nın) iyice büyüsüne kapılıp onun giysilerini bile giymeye kalkışıyor. Oysa esrarengiz şatodaki yaşlı görevliler, kurdukları düzenden ayrılmak niyetinde değiller. Vaktiyle Rebecca’ya hizmet etmiş, ona hayran kalmış dadı kadın, Mrs Danvers tavırlarıyla bir cadı rolünü oynamaktadır.. Önceleri, rahibe gibi öcü bakışlı dadı Mrs Danvers, yeni Bayan Winter’e tepeden bakmasına karşın, içinden pazarlıklı olduğundan bununla yetinmez. O denli ciddi duruşuna karşın tam anlamıyla bir dalavereciyle de ilişkili (Georg Sanders). Mrs. Danvers, Maxim de Winter’e sonsuz bağlıymış gibi görünüyorsa da asıl amacı, yeni Bayan Winter’i avucunun içine almaktır. Yeni Bayanın işleri eline alınca gizli işlerine engel olacağını düşünerek onu kontrol altında tutmak için elinden geleni yapmaktadır. Öte yandan, ev ya da konak, her ne ise inanması güç bir oturma yeri. Görünüp kaybolan insanları tanıyıp bir yere yerleştirmek olası değil. Bayan Winter hangi kapıyı açsa karşısına bir acayip kimse çıkıyor. Bunlardan biri de rahibe kılıklı dadı Mrs. Danvers’in sevgilisi, nereden çıktığı belli olmayan bir esrarlı mekandan zıplayıp gelir. Adamın tavırlarından bir sır vermek istediği anlaşılıyor. Hatta aşk teklifi yapacakmış gibi yılışıyor da. O bunları yaparken Cadı kılıklı Mrs.Danvers’in içinden içinden çıldırasıya gerildiği gözden kaçmıyor.

 

 

                           Manderley Şatosu

 Filme, neresinden bakılsa bir esrar perdesiyle karşılaşılıyor. Hele ikide bir denizin, ürkütücü dalgalarının gösterilmesi Rebecca’nın denizde boğulduğu sanısını uyandırıyorsa da evdeki insanların Rebecca’ya sadakati sanki başka bir gizi saklar kuşkusu uyandırıyor. Güzel gelin, kendisini sevdiğini söyleyen eşinden neden kuşkulanıp ondan gizli araştırma yapmaya kalkıyor? Görünüşe göre o koca konakta neredeyse sinmiş durumdayken kenarı köşeyi araması neden? Eşinden başkasıyla ilişki kurmayan, kurmaktan korkan görünüşü altında kenar köşeyi karıştırması neden? Önümüzde oturanlar sürekli konuştular, ister istemez dinledim. İçlerinden biri filmi benim gibi daha önce görmüş sanırım, sürekli anlattı. Yeni gelin (Joan Fontaine) merakla bilmediği yerlere girip çıkarken yaşlı bir görevli ile karşılaştı. Görevli ona bir şeyler anlattı. İngilizce olduğu için ne söylediğini anlamasam da adam Bayan Winter’e bir tarafı göstererek; “O tarafa gitmeyin!” dediği besbelliydi. Ama o gitti. Bir kapı önünde durunca önümüzdeki izleyici yüksek sesle:

-Hadi şaşkın, bari oraya girme! dedi. Hep güldüler. Gene de bayan o kapıyı açınca gördükleri karşısında baygınlık geçirdi. Bu yetmedi, bir köpeğin arkasına takıldı, orada da beklemediği bir ürkütücü olayla karşılaştı.

Filmin bir başka kapalı tarafı da bir önceki esrarengiz Rebecca’nın, şimdilerde de yeni kontesin eşi Maxim de Winter. O büyük konağın sahibi mi? Sahip ise konağa yeni gelen eşini neden öyle yalnız bırakıyor?

Yeni kontes eski eş Rebecca’nın eşyalarını görünce çok ilgilendi. Bunu gözleyen koca neden inandırıcı bilgi vermedi? Film ilerledikçe kafamda sorular çoğaldı. Sonucu bildiğim için rahatım ama onun için de “Neden?”lerim var. O korkunç konak yanınca; filmin biteceğini bildiğim için hiç üzüntü duymadım. Oysa film olduğunu bildiğim başka filmlerde bile bile kendimi üzüntüye kaptırırdım. Bunda öyle bir duygu oluşmadı. Koskoca MANDERLEY sarayı yandı da kılım kıpırdamadı. Çıkarken Yıldız sordu:

-Onlar şimdi ne yapacak?

-Daha küçük bir evde adam gibi oturacaklar! demek gereğini duydum.

Sıcak sinemada, dışarısını unutmuştuk. Sokağa çıkınca durum değişti, savurucu bir rüzgarla karşılaştık. Ağzımızı burnumuzu kapatarak konuşmadan istasyona indik. Vagona atlar atlamaz tren kalktı.

Trende Doğan’la Ahmet Yol telaşla sordular:

-Neredeydiniz? Ben takıldım:

-Sizi aradık! Birden kayboldunuz, sokakları şaşırdığınızı düşünerek Cebeci-Kurtuluş sokaklarını gezdik. Ahmet Yol çok iyi kalpli bir arkadaş, inandı:

-Eyvah eyvah sizi üşüttük öyleyse! Bu kez de:

-Yok, yok üşümedik; oraları bahar gibiydi! deyince şakamı anladılar. Yıldız duramadı:

-Çok üşümüştük, yol üstündeki sinemaya girdik!

Kompartımanlar boş gibiydi, rahat rahat oturduk, film üstüne birbirimize sorular sorarken durağımıza ulaştık.

Rüzgâr durmuş. Doğrudan yemekhaneye gittik. Hepimiz Ankara’dan dönmüştük ama, ayrı yerlerde dolaştığımız için konuşacak konu çıktı. Nihat Şengül, Kamil Yıldırım, İbrahim Şen Madam Curie’ye gitmiş. Ben de gittim! deyince inanmadılar. Sonunda anlaştık. Ben sabah gitmiştim, onlar konserden sonra gitmişler. Nihat Şengül az çok İngilizce sözcükleri anlıyor. Rebacca hakkında birkaç yanlışımı düzeltti. Örneğin mahkeme sahnesini atlamıştım. Manderley Şatosunu Mrs. Danvers’in yaktığını, kendisinin de Rebecca’nın odasında yandığını, yangından sonra Winter çiftinin, Monte Carlo’ya döndüklerini tekrarladı.

Yemekten sonra Ekrem Ula’yı Yapıcılık bölümünde buldum. Şaka söyler gibi:

-Ben de seni arayacaktım, iyi ki geldin! Yarın, öğle yemeğinden sonra tam kadro yola çıkıyoruz. Senden başka herkes hazır! Dedi. Sevindim. Ekrem’in söyleyişindeki ses tınılarını orkestra dinlerken çalgı seslerini neredeyse tırmalar gibi ayıklayarak kendime pay çıkardım; kesinlikle Nebahat gelecek! demek istedi. Güldüm:

-Ben de hazırım! Ekrem:

-Öyle olman lâzım! deyip gülümseyince ne demek istediğini bu kez daha da açıklamış oldu. Sevincimden koşarak piyanoya gittim. “Bu Pazar günüm hepten boş geçecek!” diye hayıflanırken, yarısını kurtarmanın rahatlığı içinde yat ziline dek çalıştım. Piyano ödevim tek Chopin’di, onu, oldukça kıvamına getirdim.

Bu yetmedi, beni en çok alıp götüren Mozart kv.331 la Majör Sonatı baştan sona tekrarladım. Ardından çoktandır bir kenara bıraktığım Maman’a sarıldım. Maman bana sıkıntıdan kurtulma simidi oldu. Onu bulmasaydım bu yaz mandolin çalışmalarında sanırım çok bunalacaktım. Tüm çocukların ilkokullarda “Daha dün annemizin kollarında yaşarken!” deyip annelerinin sıcak sevgi havası içinde, bilmeden Mozart’ı tanımaları o denli işime yaradı ki anlatmam olanaksız.  Kaç gündür neden çalmadığıma üzülerek kalktım kalktım oturdum. Her oturup çalışımda da sanki yeni bir şey keşfetmişim gibi sevinç duydum. Belki de ilk keşfi Nebahat’ın sınıfında yaptığımın etkisi oldu. İlk çaldığımda çocuklar:

-Biz bunu biliyoruz! deyince Nebahat:

-Elbet bileceksiniz, ilkokullarda okuyan tüm çocuklar bunu bilirler. Annelerinden ilk ayrılıp okula giden çocuklara önce bu şarkı öğretilir! demişti. Daha sonra ben devamını çalınca bu kez de Nebahat şaşırmıştı. Orasını da ben ona anlatmıştım:

-Bu şarkı, yüzlerce yıl önce başka ülkelerde söyleniyormuş. Küçük Mozart (on yaşlarında) konser vermek için Paris’e gittiğinde bu şarkıyı duymuş, notaya alıp genişletmiş. Zaman, 1770 yılları. Bu çaldığım varyasyonun yaşı 174 deyince Nebahat şaşırmıştı. Sayıklar gibi söylenerek piyanoyu kapatıp gittim. Yatakhane gediklileri bilinen şakalarını sürdürürken yattım.

Yatınca, düş kurmamaya çalıştım. Gene de düşten kurmak için:

- Hava soğuk, yarın Nebahat’ın arkadaşlarından ayrılması söz konusu değil, öyleyse ben neden gidiyorum? Öyle dememe karşın gitmem gerektiğini düşünüp gözlerimi kapattım. Gözlerim kapalı kapalı içimden söylendim. Sanki gözlerim kapalı olunca kafamın içi duracakmış gibi kendimi avutmamın anlamsızlığına güldüm.

Gülerken uyumuşum.

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ