Dağ Dağa Kavuşmaz, İnsan İnsana, Sağ Oldukça Kavuşurmuş
17 Aralık 1941 Çarşamba
Oldukça geç kalktım. Kahvaltı yapınca bir süre okumak istedim. Sinekli Bakkal'la bizim dükkanı birlikte düşündüm. Bunları karşılaştırmak köyle kasaba arasındaki en önemli ayrılığı kanıtlamaya yetiyor. Dükkanın içi-dışı değil gelen gidenlerin durumu dağlar kadar farklı. Bizim dükkana elinde yumurta ile gelip şeker isteyen çocuklara karşın Sinekli Bakkal'daki İstanbul Bakkaliyesi'ne kimler girip çıkıyor. Gelip alışveriş etmiyorsa bile Padişah koruyucusu Selim Paşası bile İstanbul Bakkaliyesinin varlığından haberli. Kendi kendime bunları kurarken komşu Pehlivan Kadir kahveden çağırıldığımı duyurdu. Zaten gitmeyi tasarlıyordum. Çağrı olunca kısa kalmak üzere gitmeye karar verdim. Kahvede Hafız Amca arkadaşım Kadir Pekgöz'un babası vardı. Hafız Amca bizim köyün İmamıdır. Görev gereği geldiğini düşünerek birz çekinik olarak “Hoş geldin!den sonra yan tarafa çekildim. Hafız Amca babama dönerek:
- İşte bunlar böyle, iki söz söyleyip köşelere çekiliyorlar. Sen sor ki söylesinler!deyip güldü. Önce anlamadım, konuştukça konu açıldı. Kadir geldiğinden beri ya evde bir köşeye çekilip yatıyormuş; ya da bir bahane uydurup belli kimselerle buluşarak vakit geçiriyormuş. Öteyandan okul için köyde sayısız tevatürler dolaşıyormuş. Okulun kapandığı bir yana, okul kapanmadı ama eski öğrenciler evlerine gönderilip yeni öğrenci alınacağı dillerde dolaşıyormuş. İnanmamakla birklikte zaman zaman üzüntü duyuyormuş. Tatilin uzaması da buna tuz biber ekmiş. İşte bunun için babamla dertleşmeye gelmiş. Hafız Amca böyle deyince ben, kendi bildiklerimi, varsayımlarımı anlattım. Tatilin uzaması dışında Hiçbir konuda kuşkum olmadığını, okulun kapanması ya da bizim uzaklaştırılmamızın kesinlikle söz konusu olamayacağını, Hasanoğlan'a gelen öteki Köy Enstitülerinden daha becerikli yetiştirildiğimizi, en yetkili kimselerden duyduğumuzu anlattım. Tatilin uzamasını da (Hiç bir bilgimin olmamasına karşın salt savunmak amacıyla)Ankara'ya göç ederken okul eşyalarımızın da gittiğini, onları geri gönderme yerine yenisinin alımasının uygun olacağının düşünülmesi, ancak mali yıl sonu nedeniyle gerekli paranın sağlanamadığını söyledim. Hafız Amca çok sevindi. “İşte buncağız da benim gönülcüğümü rahatlattı. Zaten bu umutla gelmiştim. Bizimki de bunları biliyor ama mubarek bilgilerini terkip (Toplama anlamında) edemiyor herhalde, arpacı kumrusu gibi susarak bekliyor!”dedi. Hafız Amca rahatladığını söyleyince konuşma şekli de değişti. Bu kez gelenlerle karşılık konuştu. Kendisi köyde çok sevilir, sorular soruldu, kendi alanındaki konularda uzun süre açıklamalarda bulundu. Ben ayrılırken (babamla birlikte) beni kendi köyüne çağırdı, kesin söz aldı. Onlar kon uşmzlazrın ı sürdürürken ben ayrıldım.
Eve dönünce bir süre Kadir arkadaşı düşündüm. Arkadaş okulda da değişik davranışlar gösteriyor. Sanırım onun da candan bir arkadaşı yok. Hüseyin Orhan'la, Ali Önol'la falan zaman zaman yakınmış gibi oluyor ama örneğin en çok da gene Hüseyin Orhan'la dalaşıyor. Kendi köyünden hemşerisi olanlar da öyle. Hafız Amca bile köydeki ötedeki arkadaşlardan hiç söz etmedi. Demek ki onlar da Kadir'e gelip gitmiyor. İlk günden başlayarak Kadir'le olan ilişkilerimizi anımsadım. Unutulmayacak bir terslik zinciri önüme çıktı. Kimi zaman ayrı taraflarda oluyoruz ama Kadir gene de benden uzaklaşmıyor. Zaman zaman onun köyü için konuşmalarımdan alındığı oluyorsa da bunun saçmalığını çabuk kavrayıp dönüş yapması hoşuma gidiyor. Bu durumuna göre bana karşı kin tutmadığına inanıyorum. Bir ara, komşu köylümüz için yan tutar gibi olmuştu. O duygudan sanırım kendi ölçekleri içinde vazgeçti. Hasanoğlan'da kaldığımız sürede o konuya hiç değinmedi. Umarım Kepirtepe'de de bir geri dönüş yapmaz. Kadir' i, Kadir'le ortak yolcuğumuzdaki olayları geriye doğru irdelerken uyudum.
18 Aralık 1941 Perşembe
Sabah geç kalktım. Kendi kendime direterek eski yazdıklarımın bir bölümünü okudum. Ablamın dikkatini çekmişim, yemekte sordu “Babama azıcık uğramayacak mısın?” Verdiğim kararı bozmak için bahane arıyormuşum gibi “Şimdi onu düşünüyordum!”dedim.
Kahvede yaşlı takımından birkaç kişi vardı, Pehlivan Ali, Durmuş Mustafa, Şişman Veli, Köse Mehmet. Ben girince konuşmalarını kesip sorular sordular. Soruların özü ya da dolaylı yanı askerlik. “Ne zaman gideceksin? Askerliğin uzun mu, kısa mı? ”Bu arada bedensel olarak zayıfladığımdan söz edildi. Bu zayıflama sözüne karşı oldum. Biliyordum ki, ben bunun üzerinde durmazsam bunun sorumlusu okul alacaktı. Çünkü sözler arasında benim okula gitmeden daha sağlıklı olduğum anımsatıldı. Söze karıştım “Köyden okula yazıldığımda boyumun ölçüldüğünü, tartımın yapıldığını anlattım. Ondan sonra da bu ölçümleri kendimin düzenli yaptığımı, ölçülerimi sürekli yazdığımı anlattım. Okula 66 kilo 166 boyla girdiğimi, şimdilerde de 70 kilo/170 boyum. Ben bununla övünmeye çalışırken bir kaçı birden bunların bana az olduğunu sözlemesi dikkatimi çekti. Üstelik köyde olsaydım daha fazla olacağım da söylendi. İşte buna karşı çıktım, “Köyde bu kiloda benim akranlarım değil daha yaşlılardan bile fazla insan olamayacağını, tartılmadıkları için kendilerini kilolu sandıklarını anlattım. İş tartışmaya dökülünce, köyde tartacak kantar olmadığı için düzenli tartılamadıklarından söz edildi. Benimle yapılan konuşmaları uzantan da olsa dinleyen babam, ne düşündüyse tokmaklı kantarı çıkarıp asmanın kirişine taktı. Önce ben tartıldım, üstümdekilerle 54 okka geldim. Babamın toplu kantarı ölçekleri okka üzerinden olduğunda sayılar azalıyor. 54 sayısını duyunca “Bak, nasıl? ” diyen oldu. Kiloya çevirdiğimde 72 sayısını görünce bu kez de ona şaşırdılar. 2 kilo olarak üstümdekileri saydım. Bir iki “Çık, çık, çık” yaptıktan sonra onları da tarttık. Üstündekilerle) Şişman Veli 70, Köse Mehmet'le Durmuş Mustafa 69, Pehlivan Ali 66 kg geldiler. Doğal olarak inanamadılar. Bu tartışmalar sürerken gelenler oldu. Gelenlerin hepsi, (İçlerinde Abbas Amcam da) 60-65 dışına çıkamadı. Okkadan kiloya dönüşümde duraksayanlar oldu. Onu açıklamama babam yardım etti. O kendi diliyle okkanın 400 dirhem, kilonun ise 300 dirhem olduğunu, her okkadan yüz dirhem düşerek, onları çıkan okka sayısına eklendiğini söyleyince başlar sallanarak inandıklarını belli ettiler. Ben de tekrarladım. 54 okkadan 54 yüz dirhem alırsak, bu, 18 adet 300 dirhem olur. Bu da 18 kilo eder, 54+18= 72 kg. olurBu kez de tartışma boylara sıçradı. Babam ona da bir yol buldu. Asma direğine bir tahta çaktı. Yetecek cedvel bulamadığımız için çizmeyi Eğitmen Mustafa Ağabeye bıraktık. Konu uzun süre konuşuldu. Bu kez de köyde kimler çok kiloludur. En uzun boylu kimdir? Adlar gene gene sayılıp döküldü. En uzun boylu Karaahmet Ahmet mi, Salimağa Salim mi? En kilolu olarak da Koca Şerif ya da öteki sıfatı Durmuş Şerif seçildi. Biz konuşurken Eğitmen Mustafa Ağabey geldi, bir süre güldü. Meğer o daha önce böyle bir girişimde bulunmuş, öğrenciler aracılıyle duyurular bile yapmış, kimi tanıdıklarını ölçmüş. İlgi görmediğini anlayınca konuyu kapatmış. Ölçü numaralarını yarın çizeceğini söyledi. Mustafa Ağabey kendi kilosunun 75 olduğunu söyleyince azıcık bozulanlar oldu. Mustafa Ağabey kısa boylu sayılmakla birlikte oldukça kaslı. Hemen işi çalışmaya getirenler oldu. Oldu ama onlar da söylediklerine pişman oldular. Mustafa Ağabey gülümseyince gene içlerinde onu savunanlar oldu:
-O bizden çok çalışıyor! Söz, geçen yıl alınan tarım ürünlere dek gitti. Şişman Veli Köse Mehmet'e sordu:
-Senin bağın var mı? Gene kendisi yanıtladı “Yok!” “Pancar ektin mi? “Ekmedin!” Daha ne kaldı? deyip kesti. Böylece Mustafa Ağabeyin Köse Mehmet'ten daha değişik türde tarım çalışması yaptığını, hem de para getiren türler yetiştirdiğini anlatmış oldu. Mustafa Ağabey, kişisel tartışmaları önlemek için bana Hasanoğlan köyü üstüne sorular sordu. Mustafa Ağabeyin gerçek amacının konuyu değiştirmek olduğunu anladığım için ben de Hasanoğlan köyü muhtarı Ahmet Çakır'la nasıl tanıştığımızı anlattım.
“Hasanoğlan'a gittiğimiz ilk günler önce Yöneticilerimizin oturacağı yeri hazırlamıştık. Müdür Odası olarak gösterilen yerde değişiklikler yaparken köyün muhtarı geldi. Başımızdaki öğretmenle gonuşurken bize de söz attı. Bu arada da “Siz bilmezsiniz, köy Muhtarlığının da zor tarafları var!” gibi bir söz söyledi. O bunu söyleyince Yeni Bedir muhtarı Kamber Amcamı anımsadım:
-Bizim geldiğimiz okulumuzda da bir muhtarımız vardı, sık sık geliyordu, benim amcam olduğu için zaman zaman okulla ilgili işlerini ondan dinliyordum!” dedim. Bu arada da nasılsa Kamber Amcamın adını söyledim. “Kamber!” deyince muhtar bana:
-Öyleyse sen Alevisin!” dedi. “Alevisin- değilim!” tartışması bizim tanışmamıza neden oldu. Ondan so nraki zamanlarda da Muhtar Ahmet Çakır beni gördü, kçe yakınlık gösterdi. Onun bu yakınlığı oraya ısınmama yardımcı oldu. ”
Alevi sözüne benim gibi bizim köylüler de karşı olurlar. Önce benim tepkimi dinlediler, sonra sonra da kendi başlarından geçen olayları anlattılar. Anlattıklarının çoğu yakın köylerden gelen sataşmalara olan tepkileriydi. Hemen hemen de hepsi bir birine benzerdi. Benim tepkimin olumlu etkisini, yanımızdaki öğretmenin Alevi-Sunni, Alevi-Bektaşi tartışmalarını iyi bildiği için Ahmet Çakır'ı kolay inandırmasına bağladım. Zaten Ahmet Çakır kendisi de Bektaşi olduğu için düpedüz karşı değildi. O, benim Aleviliği benimsemememe şaşmıştı. Kendisi, kendisinin Alevi-Bektaşi olduğunu saklamıyordu. Bu kez de öğretmenin savunmasını sordular. Öğretmenin savunmasını ben Vahit Lütfi Salcı Dedenin anlattıklarıyla karıştırıp tekrarladım:
-Hacı Bektaşi Veli'den güç alarak Rumeli'ye geçen Kırklar, kendilerine uyanları yanlarına almışlardır. Açıkçası, Rumelide doğmuş büyümüş insanlar, tarihimizde “Kırklar” olarak bilinen öncü güçlere katılmışlardır. Böylece Rumelideki Bektaşilerin Anadolu 'da söylendiği gibi kökleri Arabistan'a uzatılamaz. Zaten Bektaşilik de babadan oğula geçmez, onun koşullarına uyanlar için geçerlidir. Örnek olması için de Yeniçeri Ocağını verdim. Yeniçerililer devşirmedir. Açıkçası Hıristiyan çocukları alınıp yetiştirilir. Onlar yaşamları boyunca Bektaşi kurallarına uyarlar. Duaları da Hacı Bektaş'tan alınmıştır.
Ben bunları anlatınca Şişman Veli ilgiyle sordu:
-Size bunların dersini veriyorlar mı? Önce Mustafa Ağabey gülerek:
-Verirler miii? Ben bu kez de dersini vermedikleri bir yana arkadaşların tıpkı çevre köylülerin size yaptığı gibi arkadaşlar içinde sürekli sataşmaya kalkanlar olduğunu, ancak ben hepsindan güçlü oluğum için kuvvet kullanarak önlediğimi, bir başka şans olarak da teyzemin oğlu İsmet'in yanımda bulunması beni daha da cesaretlendirğini, ayıca Yeni Bedir köyünün okula yakınlı, Kamber Amcamın okul Müdürü ile ilişkileri beni güçlendirdiğinden kimsenin sataşamadığını anlattım. Buna hep gülgüler:
-Garip kuşun yuvası Allah yaparmış! Gibilerde bir de söz söylediler.
Sözler uzayınca Mustafa Ağabey ölçme konusuna döndü. Kendisindeki ölçeği yarın getireceğini söyleyip ayrıldı. Arkasından ben de eve çıktım. Okumaya başladığın notlarımın kimisinde düzeltme yapmaya kalkıştım. Bir süre sonra da düzeltmelerin işleri iyice karıştıracağını anlar gibi olup bıraktım. İşin ilginci o günler yazdıklarımı düzeltirken daha sonraki olayları karıştırışıma şaştım. Olmuş bir olaya eklediklerimin daha sonra zaten yazılmış olduğunu görünce, salt okuma koşuluna dönüp kalemi bıraktım.
Ali Ağabeyimin odun kestiğini gördüm. Yığınla odun var. Ancak sobalar için belli ölçüde kesilmesi gerekiyor. Ali Ağabeyim kestiklerindem bir kucağını alıp gidince baltayı alıp uzun bir süre ben de kestim. Kestikçe hırslandım. Ablam durdurmaya kalkıştıysa da diretip yorulasıya kestim. Kestikçe de ustalaştım. Okula dönünceye dek odun kesmeyi üslendim. Bu kez de ablam uyardı “O denli heveslendinse bak, babamın odunları azalmıştır, ona yardım et. Kimi kez o, kendi kesmek zorunda kalıyor!”Babamın su taşıma sorununu biliyordum ama odun kesmer işini hiç düşünmemiştim. Baltayı bırakınca hemen kahveye indim, dükkandan bir şey alıyormuşum gibi öteye geçip odunlara baktım. Kesikler neredeyse bitmek üzere, sevinerek eve döndüm. Yarın ilk işim odun kesmek olacak. Babama bir yardımım dokunacak sevinciyle yemek yeyip yattım. Uyuyamam kaygısı vardı oysa hemen uyumuşum. Gece bir ara uyanınca gördüğüm rüyayı anımsadım:
-Hasanoğlan'daymışım, Namık Öğretmen bir balta vermiş bana yaş kavakları kestiriyor. Hamdi Bağ Öğretmen de gülüyor “Nasıl 66 Marangozluktan kaçarsın değil mi? Gör bak, Yapıcılar adama böyle kavakları kestirirler. Kavaklar öyle değişik ki baltayı vuruyorum balta yapışıp kalıyor. Vurduğum baltayı kavaktan kurtaramıyorum. Son vuruşum baltasını çekerken uyandım. Öyle ki, ken di kendime “İyi ki rüyaymış!”dedim.
19 Aralık 1941 Cuma
Köy Korucusu Ahmet Dayı, olayı yanlış anlamış, Eğitmen Mustafa Ağabeyin gönderdiği boy ölçme şeridini bana, eve getirmiş. Yeni kalkmıştım. Ahmet Dayı uzaktan da olsa benim dayımdır. Aslen Kızılcıkdere köyündendir. Bizim köye damat olarak gelmiş. Annem de gelince Kızılcıkdereli olarak aile ilişkileri sürmüş. Ahmet Dayı uzun askerlik yapanlardan biri, ilk eşi o askerdeyken ölmüş. Askerden dönünce gene bizim köyden evlenmiş. Çocuğu olmadığından, akraba olarak bana çok yakınlık duymuş. Bizim kahveye çok gelenlerden biri. Uzun bir süre de muhtarlık yaptı. Ben Hamitabat'a okula giderken bir ara okul kaçaklığını denemiştim. Sık sık yazdım çok güzel bir bağımız var. Ayrıca köyümüzün karpuzu da çevrede çok tutulur. Okulun üç öğretmeninden biri Fıtnat Öğretmen okulun ilk açıldığı günlerde benden bir sepet üzüm istemişti. Onu götürdüm. Bir daha istedi onu da götürdüm ama biraz kendimi zorladım. Üçüncü sepeti isteyince üstelik de sepeti biraz büyütünce köye dönerken sepeti bir güzel ezip kenara attım. Cumartesi günü derse girince Fıtnat Öğretmen beni çağırttı. (O bize derse gelmiyordu) Sepeti sorunca unuttuğumu söyledim. Biraz da paylayarak sepeti dolu olarak beklediğini söyledi. O ders yılı başı köyden ben yalnız gidiyordum. Evden ayrılıp okula diye Hamitabat'taki Un fabrikasına gidiyordum. Fasbrikada sürekli köyden insanlar bulunuyordu. Onlara derslerimin bittiğini söylüyordum. Beni Hamidabat'ta gören köylüler de birlikte dönüşümüzü okul dönüşü sanıyorlardı. Okul Başöğretmeni Nuri Bey babamın tanıdığıydı telefonla babamı aramış. Telefon salt muhtarlıkta olduğu için Köy Muhtarı Ahmet Dayı durumu anlamış. Babamın üzüleceğini bildiği için okula gidip durumu incelemiş. Bir hafta sonra bir Cumartesi günü Ali Ağabeyime at arabasını hazırlatmış. üç ağabeyim de hazır durumda. Bir gün önce de bana (Kimi zaman köy odasına çağırıp yazı okutuyordu. ) “Yarın okula gitmezsen gel de bir iki yazı var, onları okuyuver demişti. Sabahleyin hazırlandım kahvedxe bekliyorum. At arabası geldi. Ağabeylerim bir yere gidiyor. Bana da:
Muhtara yazı okuyacakmışsın seni çağırıyor!”dediler. Hazır giden arabaya atladım. Köy odasını varmadan Muhtar yolda arabayı durdurdu. Gülerek de:
-İhtiyarladım, beni yürütmeyin çocuklar!”diye güldürücü sözler söyledi. Köy odası önüne giderken araba öteye geçince benim kafam karıştı “Hık mık diyecek oldum iki yanımda iki ağabeyim birfre ellerini omuzlarımdan bastırtarak:
-Kımıldama, babam duymadan biz seni okula götüreceğiz. Okuldan kaçtığını babam duyarsa hepimizin hali duman olur. Atlar gırbaçlandı, okulun önüne indik. Başöğretmen Nuri Bey bizi karşıladı, Muhtar Dayıya ağabeylerime teşekkür etti. Beni okşar gibi kolunun altına çekti. Çok güleç bir bakışı vardı. Kolumdan çekerken benim belimdeki bıçak nasılsa düştü. Ben okula gitmediğim için Bektaş Ağabeyimin işlemeli, kılıflı bıçağını belime sokup aklımca deölikanlılık taslıyordum. Bıçak düşünce Nuri Bey daha önce “Güle güle!”dediklerine bu kez “Durun!” dedi. İki ağabeyimle Muhtar Dayı yanımıza geldi. Nuri Bey bıçağı göstererek bana "bu ne?" diye sordu. Bıçak olduğunu söyledim. Kimin deyince Bektaş Ağabeyimi gösterdim. İzin alıp almadığımı sorunca sustum. Nuri Bey bizi izleyenlere “Yo, bu kadarı da olmaz. Burada okuldan kaçma yanında hırsızlık, saygısızlık da var, bununcezası büyüktür. Ben şimdilik kısa keseceğim!” deyip oldukça güçlü bir şamar attı. Bıçağı Bektaş Ağabeyime verip beni Başöğretmen Odasın a götürdü. Bifr süre odada oturdum. Sonrasını burada anlatmama gerek yok;ondan sonra tek bir gün devamsızlığım olmadı. 4. sınıftan sonraki 5. sınıfta da dedvamsızlığı olmayan ben oldum. İşte bu olayda en önemli görevi o günkü muhtar, şimdiki Korucu Ahmet Dayı yapmıştı. Bir tokat yedim ama o üzüm szepetini ezdiğim zamanki öfkeme göre bir tok değil, sille tokat atta sopaya razı olabilirdim. Ahmet dayı olayı kendi belleğinin süzgecinden geçirerek bir daha anlattı. Ahmet Dayının geldiğine ablam da sevindi, onlar da bir süre konuştular.
Ahmet Dayı gidince tasarladığım gibi odun kesmeyi sürdürdüm. Kestikçe kesesim geldi. Bir kucak yüklenip kahveye indiğimde tokmaklı teraziyle tartım işinin sürdü
ğünü gördüm. Bir kaç kişinin elinde okkaları yazılı. Odunları bırakınca boy cedvelini de astım. Ellerindeki ölçümlere en okkalı Çançik Ali çıktı. 75 kilo. Çançik Ali çok şakacıdır. O ne denli takılırsa ona da öyle yanıt veririler. B u kez de onu tilki kurnazlığı ile sıfatlandırdılar. Ceplerine taş koymuştur. Çançik Ali kalkıp cepleri ter çevirdi. İnanmadılar. En sonunda tedpki gösterdi “Yok, k. . . kurşun soktum!”Buna bir süre güldüler. Arada söze karışan babam bir anısını anlattı. Bir yaz Lüleburgaz'da görevli üst yetkili görevliler, bahçelik içinde tatil eğlencesi yaparken falcı kadınlar gelmiş. Kaymakam, yargıçlar, mustantik, Belediye Başkanı v. b eğlenirken içlerinden falcılara takılanlar olmuş. Falcılar tatlı dilleriyle onları bir süre oyalamışlar. Yaz olduğu için eğlenenlerin bir bölümü üstlerini çıkarıp öteberi bırakmışmış. Falcılar ayrılınca uyaranalar olmuş. Yargıcın çok değerdi bir cep saati yok olmuş. Aradan çok zaman geçmediği için hemen önlem alınıp falcılar gözetim altına alınmış. Oradakilerin hepsi yetkili ahynı zamanda yasa adamları. Yoluna uyacak tertiplerle falcıları gözetim altına alıp arama yapılmış. Arama yapılınca falcılardan biri iyice paniklemiş. Kuşkılar ona dönünce kadın tümden soyulmuş. Saat görünmüyormuş ama cep saatinin uzun kösteği(zinciri) ayaklarına dek inivermiş. Kahvedekiler birden kahkaha attı. “Kalk Çançik kurşunlara bakalım!”Boy ölçeğini astık, sıra ile herkes kendine baktı. Oradakilerin en uzunu Köse Mehmet çıktı. 175 cm. Köse Mehmet boyuyla övünürken Karaahmet Ahmet'in geldiği görüldü. Köse Mehmet ekşiyerek “Nerden çıktın şimdi? ” dedi. Karaahmet Ahmet çok alıngan bir kimse olarak bilinir. Kapıdan girince duraksar gibi oldu. Durumu açıklamak için boyunun ölçülmesi grektiği söylendi. O çevresindekilere tuhaf tuhaf bakınca ben ölçeği gösterip olayı anlattım. Ahmet Abi geçti durdu: 180 cm. Arkasından hemen yakın komşlusu Küçük Ahmet geldi. Gelir gelmez de komşusun takıldı:
-Evden çıkalı beri yetişmeye çalışıyorum. Bu söze de güldüler;hemen onu da tarttık. 164 boy. Olay anlatıldı, onlar da konuşmalara katıldı. Kiloları da ölçüldü. ikisi de 67 kilo geldi. Ancak Küçük Ahmet'in fazladan belinde bir yün sarma kuşak vardı.
Ali Ağabeyim köyde pancar ekenlerin Alpullu Şeker Fabrika yönetimine karşı ekiciler temsilcisiymiş. 20 Aralık Pazartesi günü fabrikaya gitmesi grekiyormuş. Ali Ağabdeyim bana “ çok sıkıldın, gel bana arkadaş ol!” dedi. Yanın bir arkadaşı daha varmış, “Üç kişi olalım!”dedi. Alpullu'yu zaman zaman merak ediyordum, katılmak istediğimi söyledim.
Alpullu anılarımı tazeleyerek erkenden yaptım. Odun kesişimin bir etkisi olmuş, yatar yatmaz uyum.
20 Aralık 1941 Cumartesi
Ablam “ Gideceksen kalk!” deyin hopladım. Araba hazırlanmıştı. Yocu arkadaşımız da köyün en alt ucunda oturan Pehlivan Mustafa. Sanırım hiç konuşmadığım biri. Bizim kahveye de geldiğini anımsamıyorum. Okula giden oğlu varmış, bitirince bizim okula göndereceğini söylemesi birden ilgimi çekti. Söz olsun diye söylemiş olacağını düşünerek azıcık kurcaladım. Hiçbir art niyeti yok “Sen okuduğuna göre benim oğlum neden okumasın? ”diyor. Doğal olarak okuyabilirse koşulunu da ekliyor. Yola açılınca İlk tatilimden dönerken bu yolu İlyas Ustayla gitmiştim. İlyas Ustanın anlattıklarının bir bölümünü iyice anımsıyorum. Öellikle Müsellim köyünden geçerken köyün köpekleriylşe eşekleri için söylediklerine bir süre güldüm. Alpullu 'ya erken vardık. Oökjulun ön ünden geçerken yeni ayrılmış gibi oldum. Zaman oalark çok olmadı ama bu süreçtre kaç yer dolaştık. Lüleburgaz, Kepirtepe, Hasanoğlan, gene Kepirtepe. . . . . Ali Ağabeyimin gideceği yer önüne varınca şaşırdık. Yüzlerce insan bekleşiyor. İçimden “ Eyvah!dedim. Belki de burada saatlerce beklenecek! Pehlivan Mustafa inip gitti. Az sonra döndü; o kalabalık para için gelmiş, ekim bürosunda kimse yokmuş. Ali Ağabeyim atları gösterilen yerde çözüp yemlerini verdi. Yerin bakıcısı var, ben yakındaki bildiğim kahveye gittim. Kahvede özel gazete masası var. Masada Akşam, Cumhuriyet, Yeni Sabah, Tasviri Efkar, Tan, Ulus gazeteleri, Yedi Gün, Yarım Ay dergileri var. Çay içtim hepsini karıştırdım. Ali Ağabeyim sinirli geldi “Kalabalık yok diye sevindik ama bu kez de işimizi görecek adam yok;Pehlivan Köyden gelecekmiş!”deyip “Ya sabır!” çekti. Mustafa Ağabey de gelince köftecide köfte yedik. Ben fabrikayı gezişimizi anlattım. Pehlivan Mustafa sevinçli bir yüzle “İşte bunun için oğlumun senin okulunda okumasını istiyorum!”dedi. Bana çok hyabancı gibi gelen yüz biraz daha tanıdık oldu. Başka bekleyuenler de varmış, tanışıyorlarmış hab er verdiler. Yarım saat içinde işleri bitmiş. İşleri de çok önemsizmiş. Önüm üzdeki yıl pancar ekmeye söz verenlerden vazgeçenler var mıymış. Varsa onların yerine başkaları alınacakmış. Yoksa, zaten gelmelerine bile gerek yokmuş. Bu tavra söylene söylene yola çıktık. Müsellim'i geçince önce yağmurumsu arkasından kar başladı. Çeşmedere'ye inince yol kapanmış oldu köye lapa lapa kar içinde girdik. Zifiri bir karanlık çöktü. Ablam sevinerek karşıladı “Geçe kalsaydınız işiniz zorlaşacaktı!” dedi. Bana acır gibi baktı “Gitmedseydin!”dedi. Gititğime pişman olmadığımı Pehlivan Mustafa ile tanışmış olmama sevindiğimi söyleyince ablam güldü:
-Sen de yanında susanları mı seviyorsun, o adamcağız için, dili yok derler!” deyince ben:
-Dili yok ama oğlu varmış, oğlunu bizim okula gönderecekmiş, bunu kendisi söyledi hem de kesin kararlı” deyince ablam:
-Görelim bakalım! deyip sustu. Kahveye indim. Kahvede kimse yoktu. Babam da kapatmayı düşünüyormuş. Kahve camlarından kar yağışı olağanüstü ürkütücü görünüyor. Birlikte eve çıktık.
Yatınca bir süre, Edirne'ye de gidip eski okulumu görsem böyle olabileceğimi düşündüm. Lüleburgaz'da 7-8 ay kaldığımız okulun önünden geçerken başımızı bile çevirip bakmıyoruz. Hasanoğlan da bir gün öyle olacak. Acaba bu unutma-uzaklaşma insanlar için de mi geçerli? Süheyla Öğretmeni görünce de Alpullu'ya bakığım gibi mi bakacağım? Yokasa bende bir tuhaflık mı var? Mustafa Saatçı'yı anımsadım;arkadaş iki yıldır SS deyip duruyor da kızla bir kez olsun konuşmamış. Sevgi mevgi değil, adın ne, nerelisin? gibi bir söz etmemiş. Bana çok tuhaf gelen bu davranışın bir başkasını yoksa ben de mi yapıyorum?
21 Aralık 1941 Pazar
“Kar yağış olarak dinmiş ama her taraf lebale kar yığın. Tam avlanacak hava;tavşanlar kaçamaz, sepetle toplanır!”Komşumuz Pehlivan Ali'nin oğlu Kadir kendi bahçesinden ablama söylüyor bunları. Ablam dönünce takıldım, “Kadir'le iyi komşusunuz!” Ablam güldü:
-Kız annesiyim, delikanlılar saygı duymak zorunda. Söz, içime oturdu. Ben ablamın kızına çocuk gözüyle bakıyorum. Ben 20 yaşımı doldururken Gülsüm de 16. yaşını tamamlamak üzere. Gülsüm Kadir'den olsa olsa bir yaş küçük ya da yaşıtlar. İçimden Kadir'i eni konu gözden geçirdim. Bana karşı çok candan, gözümün içine bakıyor. Acaba amacı hep bu yönemi dönük. Ancak Kadir de evin tek oğlu. Ablamların beklentisi eve damat gedirmek. Kadir, bir kapı ötede anne-babayı bırakıp gelir mi? Ya da Gülsüm akşam sabah zorunlu da olsa göreceği anne-Baba yı kırıp oraya gider mi? Kendi kendime uzun süre düşündüm. Elimdeki Sinekli Bakkal kitabı da dahil okuduğum onca roman ya da öykü içinde buna benzer bir olay yok. Sinekli Bakkal'da damat olayı var, hem de başka dinden. Ama özellikleri çok farklı. İmam İlhami Efendiye karşın torun Rabia'yla evlenmesine karşın, bağı koparmıyor. Kaygılandığım olay burada olsa kesinlikle bağlar kopar. Biraz sinirli olarak Sinekli Bakkal'ı aldım. Peregrini(Osman) ile Vehbi Dedenin tartışmalarını, yakınlaşan ya da ayrı duruş nedenlerini bulmaya çalıştım. Bugün evin işi biraz daha çoğaldı;koyunlarla sığır hayvanları da evde kaldı. Onların suları “Göl” dediğimiz oldukça derin birikintiden çok yakın olduğu için ben taşıdım. Evın köy kenarında oluşu bu kolaylığı sağlıyor. Koru yolu dediğimiz düz eğilimde derecikler oluşup bizim bahçe kıyısında neredeyse bir dere oluşturuyor. O derecik bizim kapı önünden geçerken zaman zaman bahçe içine saptırılarak göl dolduruyor. Çevresi çitle sarılı olduğundan su temiz kalıyor. Bu bakımdan, Ekim-Mayıs ayları arası hayvan suyu sorunu söz konusu değil.
Geç vakit Kahveye gittim . Kahvede oturanların konusu geçmiş yılların kar yağışları;hangi yıl çok yğmış, hangi yıl kar yerde çok kalmış. Balkan Savaşı da bir milat gibi;ikide bir “Balkan Savaşından öncemiysi yoksa sonramıydı gibi soruları soruyorlar. Kimi kez de öncelik-sonralık tartışması açılıyor. Bu tartışmalar açılıyor ama hiçbir belge gösterilmeden olay herhangi bir yıla bağlanıyor. Bu arada bana da Ankara ile Hasanoğlan dolaylarının kışlarını sordular. Çankırı'da askerlik yapan, (Yoluç Hasan)Seferberlikte Erzincan Ankara arsını yürüyen Abbas Veli, doğruya yakın bilgiler verdi. Abbas Veli neredeyse Elmadağlarının görüntülerini bile benden daha doğru anlattı. Ben söze karışıp Hasan Dağları deyince Abbas Veli'ni elini atarak:
-Onlar, Elmadağlarının tam karşısında sıralanmıştır!” deyişi ise beni iyice şaşırttı. Gerçekten öyle. Hasandağları, Hasanoğlan köyünün arkasına yığılmış gibi görünüyor ama Lalebel'den bakınca bir uçları Ankara'ya dek uzuyor. Elmadağlar da öyle, onlar da Ankara'nın doğusuna sarkıyor.
Bu arada Hasan Dayı olarak bildiğim Yoluç Hasan'ı tarttım, 81 kilo geldi. Kahvedekiler “Onu ancak Koca Şerif geçer!” dediler. Koca Şerif gelirse kendiliğinden gelir. Ancak tartılmak için kesinlikle gelmez, deyip bir plan kurdular. Haftaya Kurban bayramında bir tuzağa düşürüp tartacaklar. Planlarını da açıkladılar. Birlikte yemek yenecek. Eşit yenmesi için herkes yemekten önce de sonra da tartılacak. Böylece kimin ne yediği belli olacak. Kırılasıya gülerek çocuklar gibi uzun uzun konuştular. Sonunda da kimisi hayvanların susuz kaldığını kimisi saman getiremediğini söyleyerek dağıldılar. Onlar gidince babam gülerek:
-Benim hesabıma göre 41. yıldır bu köydeyim. İlk dört beş yıl kahve yoktu. Demek 35 beşyıl olmuş. Onun da 2 yılı Balkan Bozgunu, iki yılı da Yunan işgali, kalır 30-31 yıl bu yılların tanığıyım. Bu 30 yıl hep böyle boş sözlerle geçmiştir. Bunların çoğu genç, söyledikleririn kendi sözleri olduğunu sanıyorlar. Oysa onların büyükleri de bunları konuşuyordu. Yaşarsan 30 yıl sonra geldiğinde de benzer konuşmaları dinleyeceksin. Babamın söylediklerine katıldım ama babamın da böyle bir sonuıç çıkarmasını o yıllarca dinlemişliğine yordum. Bıkasıya dinledikçe böyle bir sonuç çıkarmış. Bu denli benzerlik olmasaydı o da onlara katılacaktı. Ötekilerde böyle bir bıkkınlık olmadığı için onlar tekrarlardan bir yakınma duymuyorlar. Sınıf arkadaşlarımdaki ortak tavırlara benzer bir durum sezdim ama tam bir ilişki kuramadım. Yalnız, kendine özgü bir çalışması olan Sami Akıncı'ı ötekilerden ayıran nedenleri bulmaya çalıştım. En belli ballı bulgum onlara katılmaması. Bu özelliği kendimde de gördüm. Onlardan ne denli ayrı durursam o denli kendim kalıyorum. Bunu dikkate alıp bundan böyle de bu çalışma yöntemimi sürdürmeyi düşündüm. Önümüzde daha iki bütün ders yılı var. Kendi okulumuza döndüğümüze göre sanırım bu iki yılı düzenli derslerle geçireceğiz. Oldukça iyimser olarak yattım. Böyleyken ter içinde uyandım. Atlayı ben sürüyormuşum. Nasıl bir yolculuksa, Ali Ağabeyim bana sesleniyor “Ben sana bu yolu mu tarif ettim? ”Hiç aldırmadan dizginleri çekip atları koşturmaya çalışıyorum. Atlar geri geri gidip arabayı bir uçurumun kıyısına indirdiler. Çevrede kimseler yok. Tekerin ucu düştü düşecek. Sıkınırken arabada olmadığımı farkediyorum. Oysa uçurum hala gözlerimin önünde. Uyanıp bakındım, zifiri karanlık. Nasıl bir rüya? Yaptığım araba yolculuklarından kalma bir duygu mu? Bunları düşünürken gene uyumuşum.
22 Aralık 1941 Pazartesi
Dışardan değişik sesler geldi. Nasıl geldiniz? Çok zorluk çektiniz mi?” Gülmeler, “Gelirken zor olmuyor, nasıl olsa geliyor insan!”Mahmut Ağabeyimin sesini tanıdım, gelmiş. Konuşma uzaklaştı. Belli , kahveye gittiler. Dışarı şıkınca ablam gülerek, “Gece yarısı geldiler” Eliyle evleri göstererek sormaya gerek kalmadan, “İkisi de geldi, iki kardeş buluşmuşlar, iyi olmuş!”gibilerde yorumlar da katarak iki ağabeyimin geldiğini sevinerek söyledi. “Bektaş çok yorgun, o daha ötelerden yürümüş, Mahmut Kırklareli’den katılmış, köyden başka gelenler de varmış. O tarafın askerlerini hep salmışlar!”Ablam, “Bu da bir şans işte dur dur da en karlı günde yol yürü!” Ben, “Eniştem? ”deyince Ablam, eliyle Lüleburgaz tarafını gösterdi, “O, bu tartaftan bekleniyor, Gelibolu’da… Onlar birkaç ay önce o tarafa taşındılar!”Ablama göre asker de taşınmakta, sanki taşıyacak birşeyleri varmış gibi!…Kahvaltı edip kahveye gittim. Kahvedekiler bana alıştılar, bana dünkü ilgi gösterilmedi, hepsi Mahmut Ağabeyimin ağzına bakıyor. Benim için bu daha iyi, keşke askerdekilerin hepsi gelse de haftalarca konuşsalar, o zaman ben daha rahat kalırım. Köse Mehmet, Küçük Ali, Tabak İbrahim, Kaba Ali hep gelmişler. Bektaş Ağabeyim de kahveye geldi. Ancak onun pek söyleyecek sözü yoktur. Kısa konuşmayı sever. Hele öteki devletlerin savaşlarıyla ilgili hiçbir yorum yapmaz, “Yesinlen birbirini keratalar, bize bulaşmasınlar!”deyip sözü kendine getirir, kendi yaptıklarını anlatır. Babam Bektaş Ağabeyimin bu tavrını çok beğenir, “Bektaş yalan bilmiyor o nedenle kısa kesiyor, aşırı derecede yalan bilenler akşama dek konuşsalar bitiremezler;yatınca yeni yalanlar uydurup ertesi gün devam ederler. Böyleleri için bahane falan gerekmez, onlar bir bahane yaratıp yeni yalanlarını ortaya dökerler. !”Babama arada soranlar olur, “Yıllardır bu konuşmaları dinliyorsun bıkmadın mı? ”Babam, “Yalan dinlemek de bir alışkanlık yapıyor. Ben, iki gün buraya gelmesem sıkılırım. Çocuklar 2. kez askere alınınca kapatmayı düşündüm. İki yıldır da zararına sürdürüyorum. İşte o yalanlar beni burada tutuyor. Tüm konuşulanlar yalan değil doğal olarak. Konu komşuyla görüşmek, hal hatır sormak için kahveler en güzel mekanlar. ”Babamı dinlerken Küçük ablamın geldiğini gördüm, Ağabeylerimin geldiğini duymuş olmalı. Saim üşümesin diye onu feracesiinin altına almış. Çocuk sıkıldığından ablamın sırdın da kımıldayan bir nesne olarak ilgi çekiyor. Koştum ama ablam “Eve geldik!”deyip yükünü bozmadı. Ablamlar bir süre konuştular. Ablam “Emine’nin kocası geldi!”diye büyük ablama söyledi. Bu sözü duyunca bir an duraladım;sanki bana söylenmiş gibi geldi. Oysa ablam, “O geldi bizim ki neden gelmedi? demek istemişti. Ablama, beraber geleceğimi, uzun süre kalacağımı söyledim. Babam rahat, kahveyi biz dolduruyoruz!”dedim. Sokaktan bir ses geldi “Gülsüm!”Ablamlar konuşurken duymadılar, ben, “Gülsüm’ü çağırıyorlar!”diye seslendim. Bir yandan da çocuğa “Gel!”işareti verdim. Çocuk, “Gelmiyorum, ben Gülsüm’ü değil Şerife Yengeyi çağırıyorum, Ali Amca geldi!”dedi. Ben enişte dediğim için Ali Amca sözünü yadırgadım sanırım birden algılayamadım. Bitişik bahçeden Fatma yengem uyardı, “Ali Ağabey gelmiş, kapıda bekliyormuş!”dedi. Ablam duymuş, çıktı, bana, Saim’i sen getir, ben hızlı gideyim!”deyim yürüdü. Ablam gidince Saim yaygarayı kopardı. Kapıdan bağıran çocuğun sesini duymuşlar. Babam geldi. Saim elinden sürekli şeker aldığı için babamı iyi tanıyor. Sustu. Babam kahveye götürdü. Bir süre sonra Saim’i sarıp sarmaladıktan sonra alıp götürdüm. Eniştemlerin birlik merkezi henüz Alpullu ya da Babaeski’deymiş. Gelibolu’dan ayrılan izinlileri merkeze dönen boş cemselerle Alpullu’ya getirmişler. Kırıkköy, Hamidabat, Müsellim’den on kadar arkadaşı varmış, Alpullu’dan bir zaman benim yaptığım gibi yaya olarak yola çıkmışlar. Ancak ovada çok kar varmış Kırıkköy’e gece yarısı ancak ulaşmışlar. Eniştem arkadaşında kalmış. Eniştem, ”Kırıkköy Hamitabat arasında kar kesintisiz bir metre, belki de biraz fazla!”dedi.
Saim önce çekingen çekingen baktı, Eniştem almak isteyince kaçtı. Eniştem aldırmadı, benimle konuştu. Bu kez Saim birden gülerek kucağına atıldı, sımsıkı sarıldı. Eve dönmek için kalktım, ablam beni uğurlarken Emine Abla eniştemin geldiğini duymuş, ”Gözünaydın!”demeye gelmiş. Ben de kendisine “Gözünaydın, bekleyen derviş, muradına ermiş!” dedim. Emine Abla, azıcık üzgündü, “Bizimki biraz rahatsız!”dedi. Onlar ablamla konuşurken ben ayrıldım. Yolu dönerken el salladım, ablamla birlikte Emine Abla da el salladı. Kahveye döndüm. Kahvede kimsenin olmadığı bir an, babam, Ali, Mahmut, Bektaş Ağabeylerim. Ben girince babam güldü. “Kısmet neyse o oluyor. Büyük Ağabeyimi göstererek, “Yaz boyunca konuştuk, biri olsun gelse !”dedik durduk. Hiç ummadığımız bir zamanda bu istediğimiz oldu. Babam başka şeyler de söyleyecekti belki, az durdu. Bu kez Mahmut Ağabeyim, biraz hayret ederek bana sordu, “Seni, neden almadılar? özrün falan mı çıktı? ”dedi. Ben tecilli olduğumu, okulumu bitirince gideceğimi anlattım. İki Ağabeyim de kendi birliklerinde okullarından alınıp asker edilen onlarca gençten söz ettiler. Bu arada bir yanlışlık nedeniyle gecikirsem ceza da yiyeceğim söz konusu edildi. Söylenenlere ben pek aldırmadım, “Askerlik çağına giren yalnız ben değilim okulumda başkaları da var!”dedim. Babam da azıcık kuşkulandı, Lüleburgaz’a inince Askerlik şubesinden sormamı söyledi. Bu ara kahveye gelenler oldu, konu değişti. Daha doğrusu konu değişmedi de, yönü değişti. Ancak konu gene Askerlik. Dikkat ettim, askerden dönenlere askerlik üstüne soru soruluyor, yanıtlar tam verilmeden soranlar bir yolunu bulup kendi askerliğini anlamaya başlıyor. Askerlik anılarından sıkıldım, ağabeylerimin anlattıklarıyla Salim Amcamın Sapanca/Kalaycı Köy’deki durumunu karşılaştırınca inanılmayacak fark gördüm. İki ağabeyimin de giysileri eğreti, kasketleri bile yıpranık. Bunu anlatınca Mahmut Ağabeyim, “Onlar, köyde de olsa yerleşik birlikler, biz seyyar sayılıyoruz. Seyyar meyyar diyorlar ama iki yıldır aynı yerdeyiz. Kısacası biz topun ağzındayız. Zaten savaş olsa önce biz vurulacağız, bunu subaylar söylüyor. Almanya Fransa’ya saldırınca önce Majino Hattı’nı vurmuş. Bizim bulunduğumuz da bizim Çakmak Hattı’mız. Ortalıkta hat mat yok ama asker yığınakları büyük bir hat oluşturuyor. Matematik Öğretmenim Ahmet Gürsel’in adresini söyledim. Bu kez Bektaş Ağabeyim, “ O benim de adresim, Kavaklı- İnece arası tüm birliklerin adresleri hemen hemen öyledir. Yalnız subaylar aynı adreste görünseler bile sık sık yer değiştirirler. Açık açık subaylar korunurlar. Senin öğretmenin en az şimdi bir köyde ya da doğrudan Kırklareli kışlalarındadır. Ağabeylerime söyleyemedim ama içimden sevindim. Öğretmenini özledim. Gelenler çoğalınca eve döndüm. Sinekli Bakkal’ı bir daha okumaya başladım. Halide Edip Adıvar’dan bir öykü okumuştum. Küçük bir çocuğun savaş sırasındaki başarısından söz ediyordu. Anımsadım ama ayrıntıya inemedim. Bir süre onu düşündüm. Bir yere not ettiğimi de anımsar gibiyim ama nereye? Ablam geldi, Ali Eniştemi sordu, “Betinden benzinden belli olur, eniştenin sağlığı nasıl, yüzü gülüyor mu? Baksana Bektaş, pek iyi değil. O neşeli görünmeye çalışıyor ama geleli beri hiçbir şey yememış. Fatma Yengen telaşlanıyor!”Anlattım, eniştem yorgun oluğunu söyledi ama, Saim’le canlı canlı oynadı!”dedim. Ablam “O gelecek ama bir iki gün geciktirir, biliyorum, hep öyle yapıyor!”deyip ayrıldı. Ablam gözleme yapmış, “Balla gözlemeyi seversin!”dedi, getirdi. İçimden gülerek, Hasanoğlan'da da yufka yiyorduk. O yufkalar da yufka, ablamın gözleme yaptıkları da!Bunlar, resim defterleri arasındaki ince kağıtlar gibi ince, insanın ağzında eriyor. Onlarsa ağızda yuvarlanıp duruyordu. Ablama anlattım. Ablam “Onu biz de yaparız ama öğle yemek için değil makarna yerine ince keser az pişirip üstüne kimi zaman peynir kimi zaman da ince kıyılmış et dökerek yeriz. Dediğin gibisini bizim buralarda kimse yapmaz!”Yatınca geçmiş dönemleri anımsamaya çalıştım, bize ödevler verilmişti;Köylerimiz hakkında bilgiler toplayacaktık. Ben köyün tümünü yazmıştım, defterlerim arasında var. Köyün planını da yapmıştım. Ayrıca, Kırklareli-Lüleburgaz-Babaeski arasında olduğunu yolları çizerek göstermiştim. Köyün kuruluşunu, köydekilerin Bulgaristan’ın iki köyünden geldiğini, bu iki köyün de yakın akrabalardan oluştuğunu, Bulgaristan’dayken de yakın ilişkileri olduğunu aynı Amuca kabilesinin Karaabalılar kolundan geldiklerini, Bulgaristan’daki o yöreye eskiden ad düzeltilmesi yapılarak Karaballar dendiğini yazmıştım. Ayrıca bir grubun da gene Bulgaristan sınırında bir başka köy kurduklarını bu köyün ise adının doğrudan Karaballar olduğunu yazmıştım. Abuca kabilesi denilen geniş topluluk, Trakya’nın değişik böygelerine dağılmış. Babamın söylediğine göre bunları en iyi Vahit Dede bilmektedir. Abbas Amcamın Vahit Dede’den öğrendiğine göre Amuca Kabilesi tüm olarak 22 köy oluşturmuş, bir o kadar sayıda da başka köylere serpilmiş. Abbas Amcam, kahvede konuşurken bana Ahmatlar , Kızılcıkdere, Karıncak, Deveçatağı, Çeşmekolu, Sofuhalil, Arzulu, Yeni Bedir, Taşlı, Umurtca Kılavuzlu diyerek ancak onbir tanesini söyledi. O bu onbir tanesini görmüş, ”Görmediklerim için yanlış söylemiş olabilirim;yalancı duruma düşmek istemem!”dedi. Fikret Madaralı Öğretmenin bir ödevi de Soyadı yasasından önce köydeki lakaplardı. Bunları yazarken ilgimi çekmişti, neredeyse bütün lakaplar çift. Kardeşler aynı lakapları taşıyor. Arabacı Ali-Arabacı Hasan iki ayrı ev, Pehlivan Ali-Pehlivan Mustafa iki ev, Durmuş Hamza-Durmuş Şerif-Durmuş Mustafa, Şişman Hüseyin-Şişman Veli, Abbas Veli-Abbas Kamber, Yoluç Mehmet-Yoluç Hasan, Damgalı Ahmet-Damgalı Ali, Poyraz Mehmet-Poyraz Hasan, Hoca Hasan-Hoca Ali, Kaba Kamber-Kaba Ali, Karakütüklü İsmail-Karakütüklü Emin, Kaplı İsmail-Kaplı Mustafa, Ahmet Ağa Ahmet-Ahmet Ağa Salim, Furtun Hüseyin-Furtun Şerif, Ali Baba Kamber-Ali Baba Ali, Tabak İbrahim-Tabak Mehmet, Pullu Abbas-Pullu Salim…….
23 Aralık 1941 Salı
Ağabeylerimin gelişi bizim ev kadar çevrede de sevinç yarattı. Komşu kadınların erkenden gelip gittiğini konuşmalardan anladım. Yengemlere gelenler benim kapım önünde geçtiği için juyanmış olmama karşın bir süre bekledim. Gelenler yengemlere geliyor ama arada ablama da söz atanlar olduğu için kahvaltı da edemedim. Bir ara ablam uyardı:
-İstersen kahvaltını odanda et, askerler hep kahvede, sen de git, babam sevinir. O çoktandır böyle bir günü bekliyordu!”dedi. Ayaküstü kahvaltı edip kahveye indim. Kahvede komşumuz Pehlivan Ali dışında yasbancı kimse yoktu. 3 ağabeyimle babam;ben girince güldüler. Pehlivan Ali de gülerek:
-Hadi ben de gideyim, siz aile toplantısı yapın!deyip gitti. Mahmut Ağabeyim, yolculuğunu anlattı. Bektaş Ağabeyim bir ara rahatsız olmuş, onu anlattı. Babam Hiçbir şey sormadı ama çok mutlu gibiydi. Bir kaç kez “Sabreden Derviş, muradına ermiş!” arkasında da “Sabırla koruk, üzüm olur! dedi. Bu bayramın bizim bayramımız olduğunu, özeçllikle bir yıldır bunu beklediğini anlattı. Geçen yıl ben Ankara'ya gittiğimiz günlerde Trakya'da bir bozgun olduğunu, pazarda buzağılı ineği bile satamadıklarını anlattı. Ben gidince, dönüşümde duyacağı sevinç için bir adak adadadığını, bunun hepimiz , için bir anlamı olduğunu bu bakımdan da Kurban Bayramının bizim bayramımız olduğunu belirtti. Babamın, ağabeylerimin bakışlarını izledim. Fazla söz konuşulmadı ama sanırım hepsi sevçliydi. Ancak kimseden bir sözlü tepki gelmedi. Gelmemesi mi gerekirdi? Yoksa, gelmesi gerekirken ne söyleneceğini bilmemekten mi susuldu? O sıra kahveye gelenler de olduğundan olay kapanır gibi oldu. Ancak ben bir süre bunu düşündüm. Yoksa salt benim için düşünülen bir kurbana katılıp katılmamak mı söz konusuydu? Aklım iki yıl önceki bir olaya takıldı. Ben köyden Ayrılıp okula gidince, geldiğim ilk ara tatilinde babam tarlaları dört kardeş üzerine bölmüştü. O zaman ben, ”Kendim işleyemediğime göre buna gerek var mı? diye sorduğumda babam:
-Buna gerek var, sen ayrılınca bunlar seni yok sayarlar. Köylük yerde böyledir. Gözden ırak olan gönülden de ırak!”sözü köylerden çok geçerlidir. O nedenle ben senin payını sağlığımda ayırıp, ilerde başını derstten kurtarmak istedim! Babam sanırım haklı. Gengelerim de arada, belki kasıtlı değil ama ayrılığı sanki ben isteyerek yapmışım gibi “Bizi bırakıp gittin! Ya da çocuklarına gösterirken:
-O artık bizi bıraktı! türü sözler söylüyorlar. Uzun süre bunları düşündüm. Kendi kendime sordum:
-Ben öyle mi düşünüyorum? Düşündükçe hem sıkıldım hem de rahatladım. Köye gelince onların evlerine inmeyişimin bir önemli nedeni olmalı. Kardeş mardeş deniyor ama Ayşe Yengem öz kardeşi tarafından aforoz edilmiş durumda. Oysa Ayşe Yengemin bir suçu yok. Kendi gönlene uygun bulduğu Mahmut Ağabeyimle evlenmesi, aforoz nedeni olur mu? Demek ki kardeşler bunu bile yapabiliyor.
Eve çıkınca Sinekli Bakkal'ın işaretli sayfasını açtım. Rabia, yani Tevfik'in ya da İmam İlhami Efendinin kızı Emine doğma Rabia küçük yaşta olağanüstü müzik yeteneğine sahiptir. Paşaoğlu Hilmi bu yeteneği geliştirmek ister. Bu nedenle Rabia piyano başına oturtulur. Paşaoğlu Hilmi'nin yanında başkaları da vardır. Bunlar hemen anlarlar Rabia'nın mnüzik yeteneği olağanüstüdür. Rabia, küçük yaşına karşın keman, ud, kemençe, cümbüş daha başka çalgıları da çalmaktadır. Şimdi de piyanoya başlamıştır. Bu nasıl olur? Bir çalgının öğrenilmesi ne demektir? Bunu yazan ya da anlatan yaşamında bir çalgı çalanla konuşmamış mıdır? Çalmak, alete vurup ses çıkarmak olarak mı sanılıyor? Bizim köydeki zurnacı Yusuf da zurna çalıyor. Örneğin her çaldığında Onuncu Yıl Marşını da öttürüyor. Ama onu çalmıyor ki;salt seslerini andıran ses vurguları yapıyor. Tüttü tü , tü, tü, tü, tüüüü, tüüüttü, tü, tü, tüü, tüü, tüüüü olarak uzatıyor. Çalmak bu mu? Bizim arkadaşlarda da böyle düşünenler var. Mandolini eline alan Yalancı ya da Daha Dün Annemizin yalın meloldilerini çıkkarınca mandolin çalmış oluyor. Oysa çalmak demek, bir iki parçayı değil, önüne gelen notayı seslendirmek demektir. Çal bakayım Toselli Serenadı ya da Tuna Dalgalarını. Kitabın burasına gerçekte bundan değil devamı olan Vehbi Dede ile Pregrini arasındaki Şeytan tartışması ilgimi çekmişti. Vehbi Dede bir Bektaşi Dedesi mi? Mevlevi deniyor ama Vehbi Ddeyi Vahit Dede'ye benzettiğim için öğrenmek istedim. Vahit Dede de böyle tartışmalara hemen girer. Söyledikleri de bunlara benzemektedir. Örneğin:
-Bence Şeytan ve Allah diye kainatta iki kuvvet yoktur. Hepsi, her şey bir tek hakikatın, bir gtek kudretin görünüşüdür. Cüz ve fertlerden en muazzam güneşlere kadar, insandan gözle görünmeyen böceklere kadar hep bir tek yaratıcı kudretin eseri. İyi-kötü, güzel-çirkin, Allah-Şeytan, bunlar icat edilen isimler. Hepsinin arkasında, kendi kendini halketmiş olan ve mütemadiyen halketmekte olan bir kudret var. O. . o. . Kainat denilen perdeye, gölgelerini aksettirmek için yaratmak fiilinde devasm edenHalik. . Adı Allah, Rab, ne olursa olsun. Nurunun en parlak, en ezeli olduğu bir yer, sırrının makesi bir tek şey var: Aşk!Arkasından da bir tekrar:
-Aşk bes, baki heves!
Peregrini sorar:
-Ya kinler, nefretler, boğuşmalar, didişmeler, vahşetler. . . Onları bir fenalık, Allah'ın eseri olarak kabul etmek gerekmez mi? Vehbi Dede:
-Hayır. . Hepsi aynı nurun gölgesi, hepsi aynı ilahi ressamın kullandığı başka başka boyalar. . . . Bir süre sonra da Vehbi Dede bir dize okur:
-Meyhaneler sakini ol, iç; mihrabları yak, Kabeyi ateşe ver. Fakat ey insan, beni nevini incitme!. .
Konuşmaların ötesini biliyorum bir yerde Rabia gelecek, on un olağanüstü yeteneklerinin geliştirilmesi irdelenecektir. Ancak bu irdelemelerin sonucu Rabia'yı gerçekten kurtaracak mıdır? Bunu kimse düşünmemektedir. Vehbi Dede bana Vahit Dede'yi anımsattığı gibi özlemimi de katladı. Kolay olsa gideceğim ama oturduğu yer hem uzak hem de en çok kış olan bölge Keşirlik.
Koyunlar bugün de evde, ablama yardım ettim, yemlerini sularını verdik. Ablam benim olan koçu da gösterdi. Şöyle bir baktım. Eskiden koyunların bazılarını ötekilere göre daha çok severdim. Özellikle kendileri beyaz olmasına karşın salt gözleri kara olanlar vardı, onların bakışlarını insanlara benzetir, daha sevgiyle bakardım. Koça çok dikkatli bakamadım. Hele benim için kesilmesine üzüleceğimi düşünmemeye çalıştım. Anca bir yıl önce gene benim için satılmış bir inek vardı, özellikle de yanında bir aylık buzağısının benim için satılmasına o zaman değil de şimdi üzüldüm. O zaman kendim için bile üzülmeyi düşünmüyordum. Gidip gelince gitmenin hepten boşuna olduğunu yaşadığım için sonuca üzülebiliyorum.
Kahveye istemeyerek indim. Konu kar, aç kalan ökurtları, tilkilerin ne yaptığı üstüne varsayımlar. Bizim oralarda köylerden en uzak, girilmesi zor olan bölge Çırakman Yaka denilen bölge, derin, çok yokuşlu. Oraya gidebilen avcılar boş dönmüyor. Ancak gitmek oldukça zor.
Kahvede otururken çocukluk yas da köy okulundaki arkadaşlarımdan Alibaba Ali geldi. Ali ile çocukluğumuzda bek barışık değildik. Onun ilginç bir durumu vardı. Anne-baba ölmüş, ağabeyi yanında kalıyordu. Evleri okula çok yakın olmasına karşın Ali okula her sabah geç kalıyordu. Okula en uzakta oturan da bendim. Onun benden sonra gelmesine şaşar, zaman zaman Ali'yi paylardım. Geç kalış sorununu saklayan Ali eğreti özürlerle beni savuşturamayınca zora başlvuruyordu. Ancak ben ondan çok güçlüydüm, çoğunlukla Ali zararlı çıkıyordu. Ayrıca benim destekçim vardı Halamoğlu Hilmi, beni yalnız bırakmıyordu. Bu tür dır dırlar Ali ile aramızın açılmasına neden oldu. Okuldan sonra Ali başka köylerde çalıştı. Daha sonra da ben okula ayrıldım. Ali şimdi bizim mahallede, içgüveyisi. Hem de benim çocukluğuma dayanan bir acıklı anımın içine katılan bir kan kardeşimle evli. Yeri geldikçe hep anlattım. Annem ölünce 4 yaşındaymışım. Çok silik olarak olayları hep anımsıyorum. Sonra sonra da üstünde konuşulduğundan giderek de açık açık bildiğimi sanıyorum. İşte bu da bunlardan birisi. Babam beni sürekli yasnınta tutar, kahve önlerinde gezinmeme izin verirdi. Hanife Halamın evi de hemen kahveninb b itişiğinde olduğundan oraya da rahatça giderdim. Zaten sürekli oynağım iki arkadaşım vardı. Biri C, biri de Hilmi'ye gitmek için çıktığım bir gün onlara girmeyip, evlerini arkasındaki yola çıktım. Hemen karşıda mezarlık. Annem ölünce mezarlığa götürdüklerini biliyordum. Ayrıca annem için “Bir gün gelecek!”dedikleri de hiç aklımda çıkmıyordu. İşte o gün özlemle mezarlığa bakarken anneme benzettiğim birisi o taraftan bana doğru geliyordu. Yüreğim hopladı, yolun üstünden kenara çekilip sindim. Annem yanımdan geçerken hoplayacaktım. Gelen geldi birden çıkıp bağırdım. Geçen başkasıydı, bunu anlayınca çıkarabildiğim kadar yüksek sesle ağlamaya başladım. O teyze çok yabancı değilmiş, beni aldı, benmim gibi o da ağladı, alıp beni eve getirdi, uzun süre bizde kaldı. Benimle ilgilendi. Ablamın da iyi konuştuğu bir teyzeymiş. Ayrıldı. Daha sonraki zamanlar gördükçe beni hep okşayıcı sözlerle karşıladı. Daha sonra okula giderken evlerinin yanından geçiyordum, bana hep güzel sözler söyledi. Bu arada onun bir çocuğu olmuş, bir gün çocuğunu bana gösterdi: “Senin kardeşin, bunu kan kardeşin olarak bil” dedi. Kan kardeşimi uzaktan uzaktan hep sevgiyle izledim. Fazla bir yakınlığımız olmadı ama, ben o olayı bir gönül bağı olarak saydım. İşte Ali benim o kardeşimle evlenmiş. Ona şimdi eski Ali olarak değil sevgili bir damat olarak bakıyorum. O bunları bilmiyordu anlatınca o da ağlamaklı oldu, kalktı boynuma sarıldı. Bizi gören babam konuştuklarımızı bilmediği için güldü:
-Ne o, yeni yeni Ahretlik mi oluyorsunuz? dedi. Ali de “Büyük Amca, Ahretliktik, Ahretlik Ahretliği oluyuz!diyerek sözü perçinledi. Ali tatlı dillidir, askerlik sürecini ayrıntılarıyla anlattı.
Kahveden ayrılırken babam, “Bu araya bayram girecek sonra da uzayabilir, istersen yarın bizim İmama bir ıuğrayalım, oradan Pehjlivan'a da geçeriz, memnun olur!dedi. Yolu sordum, çok gelen giden olduğu için yol ezilmişmiş. Pek hazır değildim ama babama karşı duramadım. Eve dönünce karşıulaşacağım insanlara mahcup olmamak üzere değineceğim konuları bir gözden geçirdim. Pehlivn Amca için kolay. Oğlu İrfan için söyleyeceklerim zaten çok olumluluktan başka türlüsü olmayacağından karşımdakilerde bir kuşku yaratmayacaktir. Arkadaşım Kadir , için çok seçerek konuşmak gerekecek. Hafız Amca zaten çok duyarlı, ortaya söylenecek her sözden nem kapabilir. Onu üzmeye hakkım yok. İyice bir plan kurdum. Öteki Hamitabatlılar için de olumsuz bir tavrım yok. 9 Mehmet zaten iyi bilinen bir arkadaş. Kız için soru soran olacağını sanmıyorumBaşkası sorarsa zaten yanıt vermem. “Okul yakın, lütfen uğrayıp okuldan soruın!”deyip savuştururum. Erken yattım.
24 Aralık 1941 Çarşamba
Babamla gitme saatini konuşmamıştık ama çok erken olmayacağını bilir gibiydim. Oldukça geç kalkıp kahvaltıdan sonra kahveye indim. Babam hazırlanmış. İki paket gösterdi “Bakma büyüklüğüne ağır değil!”dedi. Pehlivan'a bir şişe şarap, Hafız'da peynir. Babam güldü, “Önce hangisine gidersek ona göre paketleri değiştirelim, Hafız'a şarabı verirsek ayıp olur!” dedi. Sonra da “Hem de yazık olur!”diye kendi kendine konuştu. Babam öyle konuşunca dün okuduğum Vehbi Dede'nin içki ya da mey sözlerini anımsadım ama babama açamazdım. Gene de bir süre düşündüm. Öğleyew doğru yola çıktık. Yollar gerçekten ya ezilmiş ya da tüm den karalaşmış. Yolun çoğu yokuş olduğundan zaten rüzgar karı çukurlara yığmış. Hamitabat tarafında koyunlar yol çevrelerini iyice ezmiş. Kadir'in evini tam bilemediğimden önce İrfan'a indik. İrfan kapıdaydı. Bizi görünce sordu “Bize mi geliyorsunuz? ”Doğrulup girdik. Pehlivan Amca daha yeni kalkmışmış. Önce kış uykusuna yattığını söyleyip güldü. Paketi verin ce şakacı Pehlivan amca bana onu ne tutuyorsun? Onu da ver!deyince azıcık bocalar gibi oldum babama baktım. Babam Hafız'a uğrayacağımızı söyledi. Pehlivan amca İrfanı çağırıp “Bu paketi Kara Hafızlara bırakıver!”dedi. Babam güldü, ben biraz şaşkın baktım. Pehlivan amca bana:
-Adamın evinde oturacak yer yok, bu kış günün de ne yapacak sizinle, yazın gidersiniz!”deyip güldü. Babam bana “Pehlivan eski pehlivan, huysuz huyundan geçmeşmiş!”deyip güldü. Pehlivan Amca da:
-Ha şöyle anlaşalım! dedi. Gerçekten İrfan paketi alıp götürdü, az sonra da Hafız Amca'nın da Kadir'in de evde olmadığını söyledi. İrfan Kadir'in olmadığı zaten biliyormuş, Kadir için “O galiba Kırıkköy'e gitti. Geçen gün bana öyle söylemişti!”dedi. Ben sevindim ama belli etmedim Görüşseydik, falan gibi bir iki söz söyledim. Babamlar eski konularına dalım geşmişten sö zederken biz de İrfan'la kendi konularımızı deşeledik. İrfan da evde sıkıldığını söyledi. Babası kahveye izin vermiş ama İrfan “Akranım yok, ne yapayın koca adamların arasında, 9 Mehmet'le buluşup aynı konuları konuşup duruyoruz, birgün de sana gelmeye karar verdik!” dedi. Bayramdan sonra bekleyeceğimi söyledim. Pehlivan Amca İrfan'in Hasanoğlan hakkında söylediklerini dikkatle din lemiş, ortak çalışmalarımızı birer birer anımsatıp bir de benden dinledi. İrfan'la belli zamanlarda birlikte çalıştığımız için zorluk çekmeden olumlu kon uştum. Ben konuştukça da arada Pehlivan Amca “İrfan da öyle dedi!”deyip sözlerimizin doğruluğuna inandığını belirtti. Babam da zaman zaman güldü. Sanırım o da belli, ortak olaylar için aynı sözleri söylediğimiz için sonuçtan memnun oldu.
Hava kararmadan yola çıktık. Hava biraz ayaza çekmişti. Çıkınca babam Hafız'ı görseydik, sen de arkadaşını göremedin falan dedi ama ben içimden “Belki de iyi oldu!deyip sustum. Yalnız Kadir Kırıkköy'e niçin gitti, kime gitti? Yoksa Kırıkköy deyip Osmancık ya da İmranlı'ya mı gitti?
Köy yokuşundan inerken yüzüm çok üşüdü. Öğrenciliğimde de bu yokuşta akşamları üşüyordum. Nedense yol boyunca babam da konuşmadı.
Kahvede sıcak çayları içince ısındım.
Eve dönünce ablam, kımı sıkıntılardan söz etti, geleceklerin yatma yerlesi sorun oluyormuş. Benim odanın sahip değiştireceğini anladım. Ablama, Küçük Ablamlara gidebileceğimi söyledim. Kendisinin de öyle düşündüğünü dedi ama orada rahat edemeyeceğimden de kuşkulandığını öylemeden edemedi. . Ağabeylerimin askerde çektiklerinden, Hasanoğlan'dan döndüğümüz gece sıralar üstünde gecelediğimizden söz ettim. Gene de ablam benim rahatsız olduğumdan rahatsız oldu. Gelecekler için de “Nereden çıktı bu şimdi? ” diye kendi kendine konuştu. Ablamın üzülmesi beni de tedirgin etti. Amlam da beni kasabalı olarak görmeye başladı. Tahta üstünde yuattığımı, 8 aydır çadırda toz toprak içinde çalıştığımızı anlatıyorum ama ablam gene de beni, kendi düşündüğü yerde tutuyor. Hasanoğlan'da günlerce yufka yediğimi anlatmama karşın o, “Onların da bir iyi tarafı vardır!”deyip söylediğimden farklı yere koyuyor. Söylediklerime inandırmak için ablamı keşke bizim okula götürebilsem. Oradaki durumu görse sanırım gerçeği daha iyi anlayacaktır. Örneğin Kamber Amcam yakından gördüğü için gittiğimde kesinlikle beni konuk monuk şekline sokmuyor, ortada ve varsa yengem önüme koyuyor. Kamber Amcam yen gemi iyi okutmuş. Ablacığım da gerçeği bilse bu denli kaygılanmaz.
Kendi kendime bazı değerlendirmeler yaparak yattım. Konuklar kaldığı sürece Küçük Ablamlarda kalacağım. Beni soranlara, okuldaymışım gibi benden söz etsinler. Kahvede anlattıklarımı bir kez daha, (Sanki isteyerek anlatırmış gibi takrarlamak istemiyorum. )Belki bir kez kahveye uğrarım. Gelenlerin kim olduğunu tam öğrensem ona göre sanırım değişik tasarılarım olur. Bunları düşünerek uyudum.
25 Aralık 1941 Perşembe
Sabah gene geç kalktım. Bu kez konuk sözünü ben açtım. Ablam gelenlerden biri için “Sen onu bilirsin, Kılavuzlu köyünden Veli Efendi!”dedi. “Aaaaa!”diye uzattım. Vel Efendi daha önce geldi. Kılavuzlu!ya gittiğimizde biz de onlarda kalmıştık!”deyince ablam güldü. “Ama o şimdi bize konuk olarak değil, köye konuk olarak geliyor. Salt yatmak için bizi istemiş, köydeki toplantılara katılacak. Bektaşilerin dedesi o şimdi. Ne zaman gelip yatacağı bile tam belli değil. Zaten o da bunun için bizi istiyor!” Ablam Veli Efendi'nin babasının benim adımı koyduğunu, babamın da onu çok sevdiğini anlattı. Ben biraz şaşmış olarak, Veli Efendinin kasabalılar gibi giyindiğini, onu kasabada görenlerin köylü diyemeyeceğini anlattım. Kardeşi Hasan Ağabeyi, oğlunu andım. Olay biraz aydınlanır gibi oldu. Veli Efendi ben okula gitmeden önce 1936-37 yıllarında da gelmişti. O zaman benimle çok konuşmuştu. Okuyamadığım için üzüldüğünü de söylemişti. Bu kez Tekirdağ'a gittiğimizden öğrenci olduğumu duyunca geçmiş konuşmaları anımsayıp beni kutlamıştı. Bunları söyleyince ablam rahatladı, odamı gönüllü bırakacağıma inandı. Ablamlara gitmek istemezsem dükkana soba kurdurmayı düşündüklerini söyledi. Dükkanda soba yeri hazırmış. Bu konuşmadan sonra kahveye indim. Gerçekten soba yeri hazır, soba da var, odun bol. Gene de kendi kendime Ablamlara gitmeye karar verdim. Belki tek dsakınca Emine Abla gelir Eniştemin yanında şakalı konuşmaları sürdürürse eniştem hoşlanmayabilir. Kahvede Kolsuz Hamza Amca vardı, konuklardan söz açılınca o da Veli Efendinin saygınlığından söz etti. Veli Efendinin babasının büyük bir Bektaşi ermişi olduğunu, bir çok menkıbesinin bulunduğunu anlattı. Bir tanesi de Bulgarisatan üstüneymiş. Bulgar Kafiri fare gibi deliğinde beklerken eski Memlekette Ahmet Baba etrafındakilere “Buradaki rıskımız tamamlandı, yeni bir yurt edinmek zorundayız!”demiş. Çevresindekiler kuşkuyla bakmışlar. Ahmet Baba, çevresindekilere, “Benimle gelirseniz size Kılavuz olurum, siz bilirsiniz!”deyip tekbaşına Bulgaristan'ı terkedip Tekirdağ bitişiğinde bir yere bastonunnu saplayıp mekan edinmiş. Kendisine katılmayanların başına tezden Bulgarlar tebelleş olunca Ahmet Babayı dinlemediklerine pişman olanlar Ahmet Babanın yanında toplanmışlar. Kurulan koyün adı da Ahmet Babanın söylediği Kılavuz sözünden Kılavuzlu olarak konmuş. Hamza Amcanın anlattığı Ömer Seyfettin'den okuduğum Tuhaf Bir Zulüm öyküsünü anmımsattığı için izin isteyip öyküyü anlattım. Ömer Seyfettin'in yaşını sordular. Anlatılan zamanlarla örtüştüğü için bir süre suskun olarak konuşmadan durdular. Sonra sonra düşmanların “Ebediliğinden!” söz ettiler. Hamza Amca'nın “Ebedi düşmanı!” İngilizlerdir. Kolunu Çanakkale'de kaybetmiş, hemen onların hilelerinden söz açtı. Babam söze karışıp Bizim köylülerin de Bulgaristan'dan niçin geldiklerini Yaşayan bir tanık olarak anlattı.
Konuşmalar, dedeler medeler derken giderek müslümanlığın dinsel emirlerine, gelişigüzel söylemlerine tüm yatırların kutsallığına dönüşünce bir kitapta okuduğumu, olayın çok eskilerde, İslamiyetten önce geçtiğini anlattım. Anatole France'in Thais'ndeki Keşiş Pafnüs öyküsü:
-Adam, çölde bir kenara çekilir, yer olarak da bir ağaç seçer. İşi gücü dua etmektir. Onu gören çevredeki insanlar, önce merakla etrafında toplanırlar. Giderek oralarda çadırlarını kurup otururlar. Bir yıl sonra orası koca bir kent olur. Böylece din adamları, çevrelerine her devirde etkili olmuştur. Bu salt Müslümanlar için söylenemez!diyerek güzelim Kılavuzlu olayının safsataya karışmasını önlemeye çalıştım.
Eve dönünce de bir süre bunu düşündüm. Doğru mu yaptım acaba? Ters anlaşılmış da olabilir. İkircil duygular içinde yattığımdan korkulu bir rüya gördüm. Anlattığım olay Anatole France'nin değilmiş. Derslikte tüm arkadaşlar gülüyor. Karşıdan bakanlar var. Aralarında Süheyla Öğretmeni görür gibi oluyorum. Utanç duyuyorum, kemanını vermeden gelmişim. Keman arıyorum. Eyvah şimdi ne diyeceğim? Yalan hazırladım:
-Hasanoğlan'dan gelirken yüklerimizi alamadık. Benim akordiyonum da orada kaldı. Oradan gönderecekler!”diyceğim. Kim gönderecek? diye sorarsa kimi söyleyeceğimi seçemiyorum. Veli Dalak aklıma geliyor. Sevinirken Veli'nin Pazarören'de olduğunu anımsıyorum. Bu kez sıkıntım daha da artıyor. Uyanınca rahatlıyorum.
26 Aralık 1941 Cuma
Ablam yeni haber almış, bizim konuğumuz Veli Efendi bayramın ikinci günü gelecekmiş. Öyle hazırlanmamızı duyurmuşlar. Konukların gelişi köyün çoğunluğunu ilgilendirdiği için Köy Bekçisi Ahmet Dayı bile bu işle ilgiliymiş, o gelip söylemiş. Ben pek telaşlanmamıştım zaten. Ablamın biraz rahatlamasına sevindim. Bugün hava biraz açılır gibi oldu koyunlar çıkmış. Ben de arıların çevresini temizledi. İki türlü arı var, sandık-sepaty. San dıkları temizlemek kolay oldu. Sepetlere karlar buz olarak yapışmış, az zorlayınca mayıs sıvaları kalkıyor. Gene de temizledim ama oldukça sıkıntı çektim.
Ben uğraşırken Küçük Ablam geldi. Bayramda onlara geleceğimi söyledim. Söz sözü açtı, sonund Emine Ablaya geçti;çocuğu boğmaca olmuş, bir hafta başkalarıyla ilişki kurmaması gerekiyormuş. Bayram boyunca evde kapalı olacağım!”deyip söyleniyormuş. “Kimse bilmese bile ben biliyorum, başkasına zarar vermem!” deyip kendini eve kapatmış. Bir bakıma sevindim, eniştem varken gelip konuşursa iyi olmayabilirdi. İçimden sevindim. Böylece bir hafta falan derken odamdan ayrılışım iki geceye bir güne indi. Pazartesi gündüz kahvede oyalanırım. Çarşamba günü der çsresiz onlar erken gider. Böylece iki gece bir gündüz kalır. İki gece eniştemle konuşarak nasıl olsa geçeirirz. Eniştem benimle konuşmayı seviyor, ayrıca beni konuşturacak konulara da dikkat ediyor. O da çok okmak istemiş ama olanak bulamamış. Kendi gerçeğini anlatsa onun da acı bir çocukluk geçmişi var. O onlara pek değinmiyor. Eniştemin babası da savaşta ölmüş. Ancak künyesi şehit olarak gelmemiş. Zaten Seferberlik denilen Büyük Savaşta ölenlerin salt Çanakkale'de ölen lerin künyeleri saptanmış. Başka yerlerde ölenler savaşta öldü söylemi içinde anılıp gelmiş. Ali Eniştemle Fatma Gengem de bu tür şehit çocukları. Onların dedeleri şimdi yaşıyor. Babalarının küçük kardeşi de köyde yaşamakta. Köyde bir geleneğe göre, bir babanın çocuklarından biri ya da ikisi babadan önce ölünce onların çocukları dede mirasından yararlanamaz. İşin ilginç yanı miras ister diye dahba küçüklüğünde çocuklar yok sayılırlar. Bu nedenle Ali Eniştemle kardeşi Fatma yengem, sağ olan dedeleri tarafından yok sayılmaktadırlar. Salt miras değil konuzmazlar bile. Köyde Damgalı Dede diye anılan köyün yaşlılarından biri olan kişi, ki çok konuşkan, herkese akıl öğreten bir kişi, öz torunu Ali Eniştemle konuşmaz, Fatma Yengemi görse yüzüne bakmaz. Ali Eniştem b unu kısaca leylek benzetmesi yaparak geçiştirir. Leyleklerin bulunduğu yerde herkesin bildiği bir olay vardır. Leylek yuvaları insanlara yakın olduğu için her yıl rahatça izlenilir. Leylekler dört yumurta üstüna yatar. (Kurk olayı)Bir süre sonra yumurtanın biri yuvadan leylek tarasfından atılır. Kısa bir zaman sonra yumurtadan üç yavru çıkar. İlgilenenler bunu, üç yavru olarak rahatça sayarlar. Bir süre sonra bu üç yavrudan biri leylek tarfından yuvadan atılır. Yavru canlıdı ara yuvadan atılmıştır. Görüp yuvaya konsa bile gene atılır. Bu nedenle leyleğin canlı yavrusunu yuvadan attığı bir deyim olarak köylerde benimsenmiştir. İşte Ali Eniştem kendi çocukluğunu bu deyimle özetler. “Leylek yavrusu gibi yuvadan atılmışım!”Yuvada istenmeyen yavru. Enişten bunu bir kader olarak düşünmez, doğrudan insanların vicdansızlığına yorar. Ancak dedesi ya da amcası için ağzından bir söz çıkarmaz. Genel konuşur. “Onlar öyle istemiş!”deyip geçiştirir. Eniştemin bu davranışını genişleterek, onun hakkında ben de genel olarak “Hoşgörülü bir insan!” sıkfatını yapıştırdım. Genelde de böyledir. İkinci askertlikler uzadıkça köydekiler, doğru yanlık sayısız söylentiye bağlanıp yakınmaktadırlar. Ali Eniştemin daha çok yakınması gerekirken, o susar Ya da güler: “ Lafla peynir gemisi yüzse dağlar taşlar, peynir olur!”deyip güler. Konuştuğu konular, benim saptayabildiğim kadar hep kitaba uygun konulardır. Gazetede yazılanları doğru anlar. Şimdilerde süren savaş için çıkan bir habere hemen kapılıp sonuç üstüne söz söyleyenlere “Durun bakalım, bu karşı trafın bir tuzağı da olabilir! “diyebilmektedir. Örneğin Kırım'a giren Almanlar, hiç bir Rus gücüyle karşılaşmadan yürüyor! Türü haberi okuyunca kahvedekiler Almanlar için hemen “Babana rahmet, ez şu Rus gavurunu, turşu yap! “derlerse, Ali Eniştem, kendi kendine konuşur gibi “Biraz yavaş olalım, Rusaya bu denli kof olamaz, belki onun bir oyunudur, az sabredelim! “diyebilir. Bu tavırlarından ötürü Ali Eniştemi severek güvenerek din lerim. Zaten o her konuda konuşmaz, bilgiye yönelik konularda kesinlikle o sözü bana bırakır. Bu konudaki değişmez sözü de bana bakarak:
-Sen okumuşsundur. daha doğrusu bilirsin!” olur.
Kahveye indiğimde gene ağırlıklar, boylar konuşuluyordu. En uzun boylu Karaahmet Ahmet çıkmıştı. Onu Ahmetağa Salim^'in geçeceği söyleniyordu. Bu kez de gene askerde olan Cafer'den söz ediliyor. Hem de ne kadar yüksek lolacağı için ölçü veriliyor da kaç santim olduğu söylenmiyor. Bu arada Koca Şerif'in olayı duyduğu, kendisinin geleceği sönlentisi yayıldı. Sözde Koca Şerif, en okkalı kişinin Yoluç Hasan olduğunu duyunca sözde gülmüş, “Aaaa, Hasan'ı geçerim, o boğazlı değildir. (Bir oturuşta çok yemez anlamında) ben bir telpsi kaçamak yer gelirim, siz merak etmeyin!demişmiş. Koca Şerif'in bir oturuşta neler yediği konuşuldu. En çok lahanayı seviyormuış. Lahana onu rahatlatıyormuş. Lahana aynık zamanda onu çok os. . . . . . . . . . Kimi zaman o yolda giderken uzaklardan sesle duyuluyormuş. Bunlar konuşulurken oğlu İbrahim geldi. Bir süre konuşmaları o da dinledi. Soranlar oldu “Sen de bunları biliyor musun? ”İbrahim gülerek:
-Nasıl bilmem, siz bunları her zaman söylüyorsunuz, duymayan mı kaldı? ” dedi. Bu arada Hoca Hasan olarak tanınan yakın konşu geldi. Hoca Hasan hem yaşlılardan hem de şakalara katılmayan, ya da öyle tanınan komşulardan. Konuşmaları dinleyince gitti ölçünün önünde durdu 178 cm. Metre olduğu görüldü. Tartı için belinin ağrıdığını öne sürdü. Oturunca bir süre başka konulara geçildi. Köyde iyi avcı olarak tanınan, yaşına karşın şakalı konuşmalara katılan Poyraz Mehmet geldi. Onun naz çekeceğini bildikleri için gelir gelmez ölçtüler, kantara da taktılar. Poyraz Mehmet 170 cm. boy, 74 kilo ağırlık. Bu kez de Hoca Hasan heveslendi. Yardımla tartıldı. 76 kilo geldi. Oldukça sevindi:
-Poyraz'ı geçmişim!”dedi. Gençler bunu sorun yaptılar, “İhtiyarlar ne yiyorlar ki böyle kilolu? ”Gülüşmeler arasında “Eski toprak!” sözleri tekrarlandı. Haca Hasan çabuk ayrıldı. O gidince azıcık çekiştirildi “Adam kaygısız!” Bu bir bakıma eski bir eleştirinin devamıydı. Oğlu ile geçinemeyip oğlunu evi terketmesine neden olmuş, oğlu tümden evi terkedip Pınarhisar'a yerleşmiş, babasıyla ilişkilerini de iyice koparmıştı. Oysa köyde çok sevilen bir kimseydi. Gamsız, kasvetsız insanlardan söz açıldı, hayın, (Hain) gaddar, vicdansız, insafsız insanlarda uzun uzun söz edildi. Bunların hepsi, az önce ayrılan Hoca Hasan içindi ama, onun adı soyutlanarak söylenmeye çalışıldığı belli oluyordu. Bunları duyunca, konuşanların kurnaz kurnaz bakıştıkları da gözümden kaçmadı. Onlar birbirini çok iyi tanıyorlar!
27 Aralık 1941 Cumartesi
Bir koyun melemesiyle uyandım. Az ilerideki arabanın tekerine bağlanan bir koç. Önün de bir yığın yiyecek var. Boynuzlarından bağlanmış bir koç. Koççağız boynuzlarını kurtarmak için başını sallayıp duruyor. İçimden “İşte benim koç!”dedim. İçimden bir acıma duygusu geçti. Onu görmem bir bakıma iyi olmadı. Kahvaltı ederken, ablam “Koç Olayını” değişik açıdan değerlendirdi. Tekrar olarak anlattı:
-Ben Hasanoğlan'a gidince babam çok üzülmüş, belli etmemeye çalışmışsa da konu üzerinde değişik yönlerde çok durduğu belli oluyormuş. Bir ara da kendi kendini paylamış “Ne söylüyorsun? Şurada iki adım yerdeyken kaç kez gidip gördün ki şimdi uzaklaşınca mırın kırın ediyorsun? ”demiş. Kuzulardan bir tanesini benim dönüşüm için ayırmış. Kuzu koç olmuş, koç benim adıma korunmuş. Kesinlikle bir rasatlantı ağabeylerim de bu bayramda döndü, babam kat kat sevindi. Ablam bir de başka yorum daha yaptı. “Kılavuzlu'dan gelecek olan Veli Efendi, Bektaşi Dede'si. Üstelik Benim adımı koyan kişinin oğluymuş. Ablam bunda da bir hayır var. Bunu ben senin şansın olarak düşünüp seviniyorum!”dedi. Ablamın sevincine ben de katılıyorum ama kendimi düşününce pek sevinecek bir durum göremiyorum. Okulun açıldığı haberini getirseler o zaman bunu, ona bağlayıp daha çok sevineceğim.
Biz konuşurken komşu Ayşe Hala geldi, annemin arkadaşı. Benim büyüdüğümden söz etti. Hayırlı biriyle evlenmem , için dualar ettiğini söyledi. Bu arada köyden birini düşünüp düşünmediğimi sordu. Sordu ama yanıtını da kendisi verdi. “Köyde on sekizine girmeden başlar bağlanıyor. Senin okuman daha uzayacağına göre;bakalım nasıl bir kısmetin olacak? ” deyip işi hayırlısına bıraktığını söyledi. “Hayırlı süt emmiş olsun, yeter!”dedi. Bu kez ben de kendisi oğulluk edinmişti, onu sordum:
-Oğlun nasıl? Oğlu çok iyi çıkmış, çok hoşnutlarmış. Şerif Enişte de çok seviyormuş. “Şimdilik bir şikayetimiz yok!”deyip gülümsedi. Koçun yanına su koyup kahveye indim.
Kahve oldukça kalabalıktı. Hamitabat köyünden gelenler var. Birisi bizim köylerin yakından tanıdığı Hüseyin. Çevresince Kel Hüseyin olarak tanınır. Babası uzun süre bizim köyde çalıştığı için o da köyde iyi tanınır. Çok şakacıdır. Şaka anlayışıda başkalarından farklıdır. SAnlattıklarına kesinlikle yalan katar. Ona göre yalan katmadan anlatılacak bir söz olmaz. “Sabah kalktım!” dersem bunu kimse dinlemez. “Sabah kıvranarak kalktım!” deyince herkes kulak kesilir!”diye savunma yapar. Kel Hüseyin şimdi asker, izinli gelmiş. Kardeşi Ferhat benim okul arkadaşımdı, o da askermiş. Hüseyin Ferhat'ı önce övdu sonra da biraz dilledi. Ferhat bir yolunu bulmuş Jandarma Genel Komutanı olan köylüleri Rüştü Akın'la ilişki kurup, ondan yararlanarak kolay bir askerlik yolunu bulmuşmuş. Bulunduğu birliğin yazıcısıymış. Kahvedekiler konuyu değiştirip askerliğinin nasıl geçtiğini sordular. O da ağıza alınmayacak küfürler arasında gördüklerinden çok duyduklarına, kendinden de bir şeyler katarak anlattı. Anlattıklarının çoğu Emir Erleri ile subaylar arasında geçen olaylardı. Kel Hüseyin'e göre askerliğin en kralı Emir Erliğiydi. “Emir Erliğini, ne Rüştü Paşa'ya ne de Salih Omurtag'a değişmem!” diye de bir söz söyledi. Anlattıklarının çoğunu ise kahvedekiler, daha önce gene bu kahvede başkalasrından dinlemişti. Ne var ki Kel Hüseyin olanları bir başka türlü anlatıyordu. Kel Hüseyin konuşurken çoktandır beklenen Koca Şerif geldi. O kahveye girince Kel Hüseyin bile sustu. Çünkü tüm ilgi Koca Şerif'e kaymıştı. Kel Hüseyin bu ilgiye şaştı ama kendini tutamadı “Şerif Amca yeni evlendi galiba, hayırlı olsun!”dedi. Bir süre gülüşüldü. Hamitabatlılar çıkınca Koşa Şerif bir çoklarıyla söz tartaklaşması yaptı. Kuşağının katlarını, karnını yoklayanlar oldu. Sonunda Koca Şerif tartıldı, boy 175, kilo 80 . . . Bu kez de yemek yemeden geldiğini, yarından sonra 90 kilo olabileceğini söyledi. Sözler tümüyle takılmalara dönüştü. Karşılıklı çaylar söylendi. Tam karşıdan Kolsuz Hamza'nın geldiği görüldü. Onun yanında bunların konuşulmaması söylendi. Kolsuz Hamza, Koca Şerif'in öz ağabeyi olduğundan, onun yanında şakaların kesilmesini ister. Konuşanlar hemen bana döndüler: “Sen bir konu anlat!”Birden, ne anlatayım ki? Böyle dedim ama aklıma 1935 ya da 1936 yılında bir kış, ansızın yağan kar, arkasından gelen fırtına gibisi başka zaman olmuşmuydu? Bir de ilk baharda çekirgeler tüm köyü basmıştı, daha sonra böyle bir olay görüldü mü? Bunları öğretmenler bizden sordu!”dedim. Hamza Amca tam sorumun üstüne kapıdan girdi. Oturur oturmaz önce çekirge olayını sonra da o olağan dışı tipiyi anlattı. İkisi de bir daha olmamış. Yılı da kesin olarak 1936 diye vurguladı.
Konu bayramlara dönüştü, eski bayramlar anıldı. Eski günlerde toprakların da daha bereketli olduğu öne sürüldü. Gözler bir ara Istrancalara dönüp dağlar izlendi, bayramın ılık geçeceği söylendi.
Babamın su tenekelerini tıkırdattığını görünce dükkana geçip suya gittim. İki kez dön düm. Döndüğümde kahve boşalmıştı. “Kahveyi biz dolduruyoruz!”deyip ağabeylerimle bir süre gülüştük. Dört kardeşiz, babamla 5 kişiyiz. Köyün bayram namazı Hamitabat'ta kılınır. Balkan Savaşından sonra bu böyle olmuş. Savaştan önce köyde güzel bir cami yaptırılmış. Savaş çıkınca köyde kimse kalmamış. Halk hep karşıya, Bursa, Balıkesir dolaylarına göçmüş. Boş köye bir ara Bulgar askerleri yerleşmiş. Nedense o süreçte köyde salt cami yakılmış. Savaş yokluğu nedeniyle cami yapımına girişilmemiş. İşte o zaman Hamitabat yolu görünmüş. Zaten köyün İmamı da Hamitabatlı olunca olay öylece yerine oturmuş. Bayram namazına Mahmut Ağabeyle Bektaş ağabey gidecekler. Bana sordular “Okuldayken bayramları nasıl geçiriyorsunuz? ”Geçen Ramazan Bayramının gelip geçtiğini bile ben başkasından duydum!”dedim. Eleştirileceğimi bekliyordum. İki ağabeyim de biz de öyle deyip güldüler. Bu kez babam söze karıştı “ Askerin bayramı mı olurmuş? ”
Eve dönüp yattım. “Askerin bayramı mı olurmuş? ” sözünü uzattım, “Öğrencinin bayramı mı olurmuş? Kepirtepe de bayram mı olur? Hele Hasanoğlan'da bayram mı olur? derken uyudum.
28 Aralık 1941 Pazar
Uyandım , yatakta yatarken geriye doğru baktım. Ne gerisi? Bir ay öncesi, iki ay öncesi neredeydim? İki ay öncesi yani Ramazan Bayramı sıralarında neyle ilgileniyordum. Aklımdan tarihleri geçirdim . 28 Ekim 1941 Cumhuriyet Bayramı telaşı. Ayrıca Süheyla Öğretmeni kaybetme kahrı içindeydim. Süheyla Öğretmen kim di? Şimdi için hiç kimse, o zaman için her şey!Şimdi, o zamanki her şeye hiç bir ilgi duyamıyorum. Kalkıp giyindim. Bugün değerli saydıklarım da ilerde aynı durumda olacak.
Ağabeylerim Bayram namazından dönmüşler. Babam “Böylesi kış gününde, ancak bu kadar olur!” deyip ağabeylerimle kahvede bayramlaşmış. Bunu duyunca ben de gittim, kahvede başka kimse yoktu. Gülüşerek babam bayram çayı ikram etti. Ağabeylerim evlerine gittiler.
Az sonra Abbas Amcam geldi, arkasından da Hoca Hasan. Onlar yarın için hazırlık yapıyor. Kendi aralarında bir süre biraz fiskoslaştılar. Sanırım birilerini çekiştirdiler. Abbas Amcam biri için “O hep öyle yapar ama sonra sonra yola gelir!”dedi. Derken Şerif Enişte geldi. Onun şakası kendine özgü, bana bakarak: “Sanma ki biz bugün bayramlaşmaya geliyoruz, evler soğuk, kahve sıcak, veresiye çay;kalkıp geliyoruz. Yazın olsa sen bizi buralarda kolay kolay göremezsin!”Söylediğine de önce kendisi gülüyor. Şerif Eniştenin akrabası, bizim okuldaki Vehbi Dinçer, onu sordu. Bildiğim kadarını anlattım. Hasanoğlan çalışmalarında zaman zaman beraber olmuştuk. Sözümüz üstüne Mustafa Ağabey geldi. Vehbi'nin babası Eğitmendir, Mustafa Ağabeyin de arkadaşı. Söz babaya kaydı, Eğitmen Ali Dinçer bir süre övgülerle anıldı. Sonunda Şerif Enişte Vehbi için “Armut dalından ırağa düşmez!” derler; iyi babanın iyi oğlu olur!” sözünü tekrarladı.
Eve dönüp ablamın, yengemlerin bayramlarını kutladım, odama girip uzun süre kitap karıştırdım. Yeni kitaba başlamıyorum. Sinekli Bakkal'daki bayramları, Tevfik'in oyunlarının içeriğine Rabia etrafında dönen bayram, mevlit dualarına baktım. Kitapta tam açıklanmıyor ama besbelli ki çok yapay, gösterişe yönelik düzenlemeler. Rabia arada bir oyuncak. Koskoca Selim Paşa bile işlerini bir yana itip Rabia'nin sesiyle, okuduğu mevlitlerle ilgileniyor.
Yatağıma uzanıp bir süre öylece yattım. Arkadaşları düşündüm, acaba içlerinde benim gibisi var mı? Hem boş durmuyorum hem de derslerle ilgili hiçbir çalışma yapmıyorum. Ahmet Gürsel Öğretmenin karşısına (Gelirse) nasıl çıkacağım? Lise 1. sınıf kitaplarını almama karşın açıp bakmadım. Bakmamak bir yana eski konuları bile gözden geçirmedim. Fikret Madaralı Öğretmene karşı okuduğum kitapları kullanacağımı sanıyorum. Önce Mustafa Saatçı'yı düşündüm. Mustafa Saatçı söylemiyor ama köy kahvelerine kesinlikle çıkıyordur. Ötekiler için bir fikrim yok. Ancak konuşmalardan edindiğim izlenimlere göre kahvelerden bile habersizler. İsmet'le Kadir'in çıkmadığını biliyorum.
Ben uzanırken ablam seslendi “Mahmut Ağabeyin koçunu kesecek, görmek ister misin? deyince ben nedense bir tepki gösterdim:
-Neden benim oluyormuş, o babamın bir adağı değil mi? Ablam açıkladı:
-Hayır hayır, o koç adak değil, sen geldiğinde senin için, etinden sen de yiyesin diye ayrıldı. Kurban adağı değil. Konuşurken yanlış söylenmiş olabilir. Bayramda kurban kesiyoruz, kendi ailemiz için kesiyoruz!”dedi. Ablamın anlattığı ile adak arasındaki farkı tam anlamadım ama, neredense adak etlerin fakirlere dağıtıldığını duymuştum. Koçun kesilmesine çıkmadım ama olayı daha açık öğrenmiş oldum. Benim koç, ailece yenmek üzere korunmuşmuş.
Az sonra Küçük Ablamla Saim geldi. Saim, Yahya ile Ali Rıza'yı öğrenmiş, hemen o yarafa baktı. Ablam sonra götüreceğini söyleyip içeri aldı. Emine Ablanın çocuğunun hastalığı ablamı korkutmuş. “Emine'yle birkaç gündür gelip gitmiyoruz ama gelip gittiklerimizde neler olduğu da bilmiyoruz. Gene de hastalığı ( bile bile) bulaştırmayalın !diyerek böyle bir karar aldık!”
Mahmut Ağabeyim koçu yüzüp parçalamış, gengemlere seslendi:
-Buradan ötesi sizin!”deyip gitti. Babam gelince, gözetliyorlarmış gibi, yengelerim de geldi. Çocukları düşünerek(Bu kez de hastalığı ben önemsedim) Saim'i aşağıdaki mutfakta oyaladım. Ablam kavun kesti, kış kavunu dediğimiz Kırkağaç türü kavun yedik.
Genellikle evlere bayramın ilk günü gidilmiyormuş. Hanife Halamı yarına bıraktım. Başkasına gitmeyi de zaten düşünmüyorum.
Ali Eniştem geldi, Saim'i alıp gitti. Ablamlar yarın için hazırlık yapacakmış. Saim gidince salt zaman geçirmek için gene Sinekli Bakkalı açtım. Okuduğumda sonlarını biraz hızlı atlamışım, Hilmi Bey'in Avrupa'ya kaçışı duygusuz Selim Paşa'yı fena sarsmış. Oğlunu değil de gelinini kurtarma çarelerini arıyor. Başkalarına yaptığı nasıl da kendiliğinden onun da başına geldi! “Etme bulma dünyası!”Ne varki, buna ben sevinemedim. “Oh, olsun! demek üzereyken Sürgünden dönen Tevfik'i karşılayanlar arasında hem de sözcü olarak konuşan Gözpatlatan Muzaffer bulunmaktadır. Gözpatlatan Muzaffer Tevfik'i sürgüne gönderen acımasızlardan biridir. Nasılsa şimdi de gene öne çıkmıştır. Onu görünce Tevfik'in neşesi kaçar. Al benden de o kadar!Hep böyle mi oluyor? Buna benzer bir öyküyü de Ömer Seyfettin anlatır. (Hürriyet)Kitabı elimden atasım geldi. Oysa Halide Edip Adıvar;bu durumları anlatmak için o kitaba göz nuru dökmüş. Gençliğinde belki aynı acıları o da çekmiştir.
Kahveye indim. Kahve çok kalabalıktı, babama yardım için kesilmiş odun getirdim. Komşu Kadir gördü bana yardıma geldi. Birlikte hem konuştuk hem de (bir süre) odun da kestik. Kadir suya da geldi, iki bidonu da doldurduk. Bayram iznine gelmiş asker arkadaşlarla görüştük, Bektaş, Nebi, Kıvrak Ali. Akşam yemeğini tüm aile bir arada yedik. Üç ağabeyim'le Ali Eniştem de üçer kişiden on iki (12), iki de babamla ben on dört kişi olarak büyük sofraya oturduk. Büyük sofraya ben okula girmeden önce hep oturuyorduk. Babam eliyle bir yerine dokundu “Bu iyice eskidi, yenileyin!dedi. Ali Ağabeyim de “Artık bunlar yapılmıyor, masa alırız!” yanıtı verdi. Yengemler bakışınca Mahmut, Bektaş Ağabeylerim güldü. İkisi birden :
-Ne gereği var? Küçük sinilerimiz neyimize yetmiyor? dediler. Babam da dahil herkes güldü. Belli ki olay daha önce de konuşulmuş. Arkasından bana takıldılar: “Kumaş pantolanlarınla zaten sen yere oturamayacaksın!”Olayı ben kendi açımdan ciddiye alıp, okuldaki on kişilik masalardan yapabileceğimi söyledim.
Konu askerlerin dönüş günlerine sıçradı. Çocuklar, mız mızlamaya başlayınca birlikteliğimiz sonlandı. Babamla birlikte gene kahveye indim. Nebi ile Kıvrak Ali oturuyordu. Onlara Alibaba Ali'den söz ettim. Ali öğrenciliğinde okula geç gelirdi. Arkadaşlar benden daha iyi anımsadılar. Ali ağabeyi yanında kalırmış. Yengesi ona çok iş yaptırırmış. O işler nedeniyle zamanını okul saatine uyduramıyormuş. Böylece Ali yengesiyle okulun vakit cedveli arasında bocalayıp kalıyormuş. Biraz üzüldük, biraz güldük. Ancak sözü Ali'nin şimdiki durumuna getirince sevindik. Kıvrak Ali ile Neb i'nin de birer çocukları olmuş. Ben de onları kutladım. “Baba olmuş arkadaşlarım!”
Geç vakit eve çıkıp yattım.
29 Aralık 1941 Pazartesi
Kaldıran olmadı, kendiliğimden kalktım. Ablama sordum “Yapabileceğim bir iş var mı? Ablam odamdaki eşyalarımı kaldırmamı söyledi. Onun dışında tüm işler için yardımcıları hazırmış. Gülsüm'ün arkadaşları da gelecekmiş. Kahvaltı edip Kahveye indim. Babam verdiğim kararı sordu. Küçük Ablama ineceğime o da sevindi “Git, iki gün orada başını dinlendir!”dedi. Bir süre kahvede oturdum. Hava güneşlendi ama ağaç dalları donmuş olarak lapa lapa kar. Yolların gezilen yerleri açılmış durumda. Rüzgar esmiyor. Estiği zaman ise yakar gibi üşütüyor.
Hanife Hala'ma indim . Hilmi yatıyormuş. Halam, ben gelince birden tepki gösterdi “Bu, işte böyle!” Herkes askerde disiplin öğrenir, bizimki disiplinden çıkmış!”dedi. Ben de bilmeden “Bırakın biraz uyusun!” diyecek oldum, Hanife Halam bana “Neden uyuduğunu bilmiyorsun ki, bilsen bunu söylemezsin!”dedi. Sonra da yavaşça “Gene içki içmiş!”dedi.
Hilmi geldi, hiç bir şey yokmuş gibi, yeni tanklardan, motosikletlerden söz etmeye başladı. O öyle konuşunca Hanife Halan sevecen bakışlarla dinledi. Bir ara da “Paramız olsa da onlardan alsak!”deyip iç çekti “Ah bu fakirlik!”yakınmasında bulundu.
Hilmi ile birlikte Abbas Amcama gittik. Abbas Amcam çok sevindi, bana teşekkür Hilmi'ye de sitem etti. Bana “Bunu sen getirmişsindir, bu, kendiliğinden gelmez!”dedi. Bir süre gülüşerek tartıştılar. Abbas Amcam Hilmi'yi Atiye Yengeye benzetti. Hilmi bu benzetmeden hoşlanmadı. “Dünyada bunca insan varken nereden bulup onu seçiyorsun? ”diye sorunca Abbas Amcam “O benim sürekli aklımda, o varkan başkasını kafama çokamıyorum, benim güzel yeğenim!”deyince sözler değişti. Abbas Amca bu bayramın onlar için özelliğe değindi. Onlar zaman zaman bir yerlerde toplanıp kendi inançları doğrultusunda bir birlerini aydınlatıyormuş. Bu yıl ev sahipliği sırası bizim köydeymiş. Alın akıyla bunu yapmak istiyorlarmış.
Kahveye dönünce fazla kalmadım. Ablamlara giderken Köy Odasın da insanlar olduğunu gördüm, uğrayınca Muhtar Amca ile Bekçi Ahmet(Abdi Ahmet) Dayının bayramlarını kutladım. Çok sevindiklerini gördüm. Kestirmeden giderek Saim'e katıldım. Saim uyurmuş. Eniştem ocak başında öyle, uyur gibi duruyordu. Birden bana sordu “Sen de böyle hiç kıpırdamadan durup düşünür müsün? ”Yatarken çok düşündüğümü söyledim. Eniştem bu kez de kendini eleştirerek “Öyle ya sen nerde böyle uyutucu-uyuşturucu bir ocak bulup da böyle düşüneceksin? ” deyip güldü. Enişten bu kez de zaman zaman beni düşündüğünü, benim kendisinden daha cesur olduğumu, zamanında karar vermesini bildiğimi anlattı. Birinci örnek için okula gidişimi, hiç bir bilgi sahibi değilken köyü terkedip Edirne'ye gidişimi büyük bir cesaret, büyük bir ön görü olarak değerlendirdiğini anlattı. Kendisi bunu yapamamış. Askerliğini çavuş olarak yapanlar Eğitmen Kurslarına sınavsız alınıyormuş. Başka hiç bir sorumluluğu olmamasına karşın cesaret edememiş. Sene falan deyip yan çizmiş. Seneye de askere almışlar, 3 yıldır askerlikte zaman öldürüyormuş. Oysa Eğitmenler askere alınmıyor, evlerinde işlerini sürdürüyormuş. Eniştemi teselli edecek söz ararken bu kez de “İşte şimdi de, sen gene çok rahat, sabırla okula çağırılmanı bekliyorsun. İnan ki bunu her kişi yapamaz!”Eniştemi haklı buldum. Gerçekten ben, bazı konularda çok sabırlıyım. Derslerde de öyle, kimi arkadaşların aklından geçirmediği konuları karıştırp bilgi ediniyorum. O konular gelince bilmiş oluyorum. Enişteme demedim ama bunu en güzel örneği arkadaşımız Sami Akıncı. O bunu daha derli toplu, dağıtmadan yapıyor. Ben, özellikle müzik çalışmalarım nedeniyle biraz aksatıyorum. Şimdi, bir de buna oyun ekledim.
Eniştemle ateş karşısında uzun uzun konuştuk. Saim uyuyor, elini tutup yanına yattım. Üstüme bir şey düşer gidi oldu, gözlerimi açtım. Ablam üstümü örtüyor. Yavaşça, “Kalkmayacağını düşündüğüm için örtüyorum !”dedi.
Bu mahallenin horozları çok sesli, uzun bir süre onları dinledim. Bir arada da karşılaştırma yaptım, yoksa horozlar karlı havada daha çok mu ötüyor?
30 Aralık 1941 Salı
Ablamların evi çok karanlık. Rüzgarı önlemek için evin kapısı doğrudan dışarı değin hayat (Sayvan) denilen dış boşluğun karşı duvarına doğru açmışlar. Kapı açılınca rüzgar doğrudan gelmiyor ama ışık da gelmiyor. Özellikle güneşsiz günlerde kapının açıklığı ile kapalılığı farketmiyor. Evin bir başka tuhaflığı da binanın arkası yokuşa verilmiş. Yoluş tarafın pencere konmamış. Pencereler önde. Ancak evi sonradan büyütmek için pencereli tarafın dışına odalar eklemişler. Evin kendisi böylece penceresiz kalmış. Sonradan eklenen odalardan gelen ışık ozellikle güneşsiz günlerde yetersiz kalıyor. Böylece , bir zorunlu iş olmadığı sürece insan, burada kendiliğinden erken kalkamıyor. Saim için iyi, bol bol uyuyor. Rahatsız olmadığı sürece hep böyle uyuyormuş. Ablam gene yukarıya gitti. Eniştem evin işlerini görüp bize katıldı. Saim'in oyuncakları var. Oyuncaklar genellikle tahta kaşıklar. Enişten yeni topaç getirmiş. Babam gazoz şişesi vermiş. İçi bilyeli gazoz şişeleriyle çok güzel oynuyor. Şişelerin kırılmasından söz edecek oldum. Eniştem öneride bulundu “Birini iste bakalım!” Saim'den şişeyi istedim. Elini kaldırdı:
-Olmaz, o kırılır!dedi. Kendisi usturuplu oynadığından kırılmazmış. Çok sıkılacağımı düşünürken günün nasıl geçtiğini pek anlamadım, Ali Eniştem ilk askerliğinden, son askerliğinden söz ederken ablam yukarıdan geldi. Akşam olmuşmuş. Yukarıdan haber aldık. Olağanüstü bir şey yokmuş. Çok değil dört konuk varmış. Başka konuklar da varmış ama onlar köydeki tanışlarına dağılıyormuş. Bizimkilerin sorumlu olduğu dört kişiymiş. Benim odamda kalansa salt Veli Efendiymiş. Büyük Ablam, “Korktuğum gibi olmadı, Veli Efendiler, zaten bizim gelip gittiğimiz insanlar, yabancımız değil!”deyip rahatladığını söylemiş. Ali Eniştemin tarikat ya da o tür işlerle ilgisi yokmuş “Onlar boş şeyler, eski kafalıların saplandıkları düşünceler!dedi. Ablamsa Enişteme karşı koydu “Sen bilmediğin şeye nasıl öyle dersin? Herkes senin gibi kendini beğenmiş değil; bu tür toplantılarda dinlediklerini öğreniyorlar. Okuyamamış insanlar için fena mı? ” diye sordu. Ben de Vahit Lütfi Salcı Dedenin bizim okula geldiğini, benim çok sevdiğim Türkçe Öğretemnim Fikret Madaralı Öğretmenin onu çok saydığını anlattım. Enişten Vahit Dedeyi tanıyormuş. “Ona saygım sonsuz ama, o okumuş, bilgili bir insan. Benim takıldığım akşam sabah beraber olduğumuz kimi insanların Vahit Dedenin söylediklerinden ne alabilirler? Onlar, 2 yıl askerlikte kafalarına yumruk yemelerine karşın adlarını bile yazmayı öğrenemiyorlar. Sözlerim öyleleri için! dedi.
Ablam erken kalkmış, çok yorulmuş, konuşurken uyuklayınca, biz de konuşmaları kestikZaten ocak ateşi uyutmak için gevşetiyor. Ben Saim'in yanına uzandım. Ablam, Saim dayısıyla yatsın!”deyip içeri gitti. Eniştem de kalkınca gözlerimi kapadım. Uzun süre uyuyamadım ama belli bir soruna da saplanmadım. Veli Efendinin benim yaşımda oğlu var. Onlara gittiğimizde birlikte Tekirdağ'a gitmiştik. Veli Efendi bunları biliyor, gidip oğluna selam göndereyim mi, yoksa görmezden mi geleyim? Tekirdağ'ı , denizi, Bilal Dayımın Asmalı Kahvesini anımsadım. Büyük, güzel bir kahve gazete okuma masası bile var.
Tekirdağ'ı, Veli Efendiyi düşünerek yatmama karşın karlı yollarda zorla yürüye yürüye Keşirlik'e Vahit Dedeyi görmeye gidiyorum. Kimi görsem bana:
-Gitme, Vahit Dede orada yok, o kaçmış, jandarmalar onu arıyor!”diyorlar. Bunu Fikret Madaralı Öğretmenin duymasını istemiyorum. Bunun içinde Yeşiyurt gazetelerini toplamaya karar veriyorum. Dersliğe girdiğimde herkesin elinde Yeşilyurt gazetesi görünce şaşırıyorum. Bu kez de arkadaşlara, iç birşeyden haberim yokmuş gibi soruyorum “Vahit Lütfi Dedenin yazısı var mı? ”diye soruyorum. Herkes bana hayretle bakıyor:
-Kim o Vahit Dede dediğin? Rahat bir nefes alıyorum. Aynı zamanda gözlerim de açılıyor.
Saim uyuyor, ben de uyurum deyip öbür tarafıma dönünce Saim'in yerinin boş olduğu gördüm. Meğer Saim gece ağlamış, babası yanlarına almış.
31 Aralık 1941 Çarşamba
Rüya falan derken derinliğine uyuduğumu anladım. Saatimi görebildim. Bu arada ablamın sesi geldi “Belki uyanmıştır!”dedi. Uyandığımı duyurdum. Böylece herkes kalkmış oldu.
Ablam kahvaltı hazırladı. Küçük Ablamın sofrası çok sınırlı. Gerçi benim için biraz değişik yiyecekler koymaya gayret ediyor ama onlar da ölçülü oluyor. Ablacığım azla yetineye alışmış. Arada Saim'in yaptığı döküm saçımlar için bile Ablacığım tutumdan söz ediyor. Sürekli tatlısı pekmezleri var. Pancar, üzüm. Saim'in en bol yiyeceği tavuklardan. Hemen hemen her gün yumurta, bir kaç gün arayla tavuk budu.
Biz konuşurken komşu çocuğu Mustafa geldi. Bayramın ilk günleri Deveçatak köyüne gittiğinden Eniştemle bayramlaşamamış. Bir süre oturdu. Mustafa, daha yaygın sıfatıyla Kamber, Eniştemle iyi anlaşıyormuş. Bir süre gene geçmişten söz ettiler. Kamber Lüleburgaz'da çalışıyor. Babası onu okutmak için bir süre diretmiş ama Kamber okuyamaqyqacaqğını anlayınca işi çalışmaya döndürmüş. Mustafa benim Hamitabat İlkokuluna gittiğim yıllarda küçük sınıflardaydı. O zamanlar adından çok söz ediliyordu. Okulda adını pek duymuyordum ama kahvede gün geçmezdi adından söz edilmeden. “Abbas Kamber'in oğlu şunu demiş, bunu yapmış türü tevatürler dolaşıyordu. Oysa okulda adı bile geçmiyordu. Gerçekten de adı geçmiyordu. Çünkü arkadaşları b abasının adını ilginç b ulduklarından onun Mustafa adını bırakıp Kamber'e çevirmişlerdi. Hamitabat köyünde Kamber adı yok. O nedenle ora çocukları bu adı ilginç bulmuşlar. Bu biraz da çocuklardan çok büyüklerin numarası olabilir. Çünkü iki köy arasında kurulduklarından beri bir itiş-kakış bulunmaktadır. Bizim köydeki Bektaşileri öne sürüp “Alevi-Kızılbaş gibi sıfatları yaşatılmaktadır. Kamber adı bunları anımsattığından, bunu bir gülmece durumuna getirmektedirler. Mustafa bunların kapalı amaçlarına aracı olmuş. O da oldukça hoşgörülü olduğundan:
-Babamın adıyla anılmak benim için bir onurdur!deyip olayı benimsemiş. Okul sonrası da aynı durum yaygınlaşmış. Mustafa şimdi Lüleburgaz'da tanınan bir terzi ama arkadaşlarınca “Terzi Kamber!” olarak çağrılşıyormuş.
Mustafa gidince bir süre olaya güldük. Eniştem ne düşündüyse bana sordu:
-Sen de bu köyde doğup büyüdün, Hamitabat'a gittin, şimdi de gene bu çevrenin çocuklarıyla bir arada okuyorsun. Sana sataşanlar olmuyor mu? Hamitabat'a giderken bana sataşanların olmadığını, hiç değilse yüzüme söyleyenler olmadığını. Üstelik Mustafa'nın adı Kamber'e döndürüldüğü yıl benim orada 5. sınıfta olduğumu anımsattım. Ben, herkese iyi davrandığımı, derslerime iyi çalıştığımı, öğretmenlere kendimi sevdirdiğimi anlattım. Şimdi de aynı anlayışımı sürdürdüğümden kimsenin sataşmadığını söyledim. Biz konuşurken kapıya Emine Abla geldi. İçeriye girmedi. Ablama birşeyler sorup söyledikten sonra bana:
-Bayramda kızları gördün, beğendiğin oldu mu? diye sordu. Ben de:
-Kız değil ben doğru dürüst bayram bile görmedim, neredeydi o dediğin bayram? diye takıldım. Emine Abla köydeki bir kızın adını verdi “Onu görseydin!”dedi. Adını verdiğinin akrabamız olduğunu söyledim. İnanmaz görününce ablam da beni doğruladı. Emine Abla çabuk döndü. O gidince ablam sık sık yanında da söylediği gibi gene “Deli kız, aklı fikri şakalaşmakta. Sıkıntılarını böyla atıyor besbelli!dedi. Eniştemin sessizliğini izliyordum. Daha doğrusu onun bu konuda söylerse ne söyleyeceğini ilgiyle bekliyordum. Eniştem, yumuşak bir sesle “ Ne yapsın, içinde bulunduğu durumun acısını çekiyor zaten, (Kocası için) Ali yatıyor. “Gel tezkere mezkere” derken Ali, doktor raparuna takıldı. Bütün işler Emine'nin üstünde. Bunalması değil de bunalmaması şaşırtıcı olur. Enişten Emine Ablayı bir güzel övdü. Çok iyi yürekliliğini, insan severliğini, , hiç ummadığı bir bağlılıkla evin işlerini yürüttüğünü, evlendiğinin hemen ardından dedenin ölümünü, kocasının askere alınışını, sürüyle koyunun, çobanının, çırağının tüm işlerinin üstesinden geldiğini, askerden dönünce de Ali'ye güç kattığını anlattı. Eniştemin anlatışına inanasım gelmedi. Ben bunların tersini düşünüyordum. Bir ara “Öyleyse o dikkatli konuşmayı öğrenememiş!”dedim. Eniştem ona da karşı durdu “Sen onu daha yakından tanyamadın, o bizim köylüler gibi suskun görünen, içinden pazarlıklılardan değildir!”. Ablam söze karıştı “O seninle biraz çocukça konuşuyor da ondan öyle düşünüyorsun!” dedi. Eniştem ekledi “O, senin köyde nasıl tanındığını hesaba katarak sana yakınlaşır. Bilir ki senin bu köyde herkesce bilinen, denenmiş bir geçmişin vardır. Senin adın öne sürülerek bu köyde hiç kimse bir dedikodu yapmaz!”Eniştem gülerek “İşte Emine tüm bunları düşünerek konuşur!Sana yakınlığını buna yor. Ayrıca onun bu köyde tek arkadaşı değil, bunu demek az gelir, tek konuştuğu ablandır!”Eniştem Emine Ablanın çocukluğu, yetişme konşulları, değiştirdiği yerler üstüne bildiklerini aktardı. Arada ablam da Emine Abla üstüne bir çok özverili tavırlarını, yardımlarını anlattı.
Eve dönmek üzere hazırlanıp yola çıktım. Yolda bir süre düşündüm “Ben yanılmış olabilir miyim? Olabilirim, çünkü ben tam olarak insan ilişkilerini bilmiyorum. İyi ki Süheyla Öğretmene bir yılışıklık yapmamışım. Orada da benzer bir durum vardı. Süheyla Öğretmen, güzelliğinden, saçlarından, nişanlısından, ondan ayrılacağından, gelecekte karşılaşmamızı istediğinden, birlikte keman çalmamızdan söz ediyordu. Kemanın bende kalabileceğinden, istersem adresine getirebileceğimden söz edip adres vermesini nasıl değerlendirmeliydim? Az dikkatsizlik yapıp bir mektup yazabilirdim. Sonra ne olurdu? İşte sana bir rezalet!Ben sanırım çocukluğumdan beri aramızda süre gelen C ile konuşmaları ya da ona karşı tavırlarımı herkese uygulayacağımı sanıyorum. Odama girdim, konuklar çıkınca öyle bırakılmış. Geldiğimi Gülsüm görünce elindeki işi bırakıp geldi. Kendimi toparlayıp, yatmayacağımı, kahveye ineceğimi söyleyerek ayrıldım.
Kahve oldukça kalabalıktı. Deveçatak'tan, Karıncak'tan gelenler olmuş. İlk sorum Kızılcıkdere'den gelen olmadı mı? Kimse gelmemiş. Kızılcıkdere'den olmayışı ilgimi çekti. Orası da aynı soy, Amucalar-Kebeli-Karaabalı Boylarından. Babamın anlattığı, Vahit Dedenin saydığı 22 köy içinde Kızılcıkdere de var. Böyle düşündüm ama üstüne de varmadım. Deveçatağı'nda çok çocukluk arkadaşım var. Aziz, Ali, Veli. Aziz, Kobak Aziz olarak anılır. Askermiş. Ali iki tanedir. Ellez Ali, Dağlı Ali. İkisinin de evleri Veli'lerin bahçe bitişiğindedir. Veli'lerin lakabı da ilginçtir “Kobaklar!”O da asker.
Konuklar birden ayaklandı:
-Yolcu yolunda gerek! diyenler oldu. Onları uğurlayanların bir bölümü gene kahvere döndü. Köyde saygıyla dinleyenlerden biri de Karakütüklü Emin olarak anılan Emin Dayıdır. Gülerek bana sordu “Sen ne diyorsun bu bizim köylü işlerimize? ”Sorunun bu son toplantılarıyla ilgili olduğunu anlamıştım. Söze nereden başlayacağımı düşünürken birileri:
-Ne bilsin çocuk bizim sırlarımızı!Sır sözüne takıldım, içimden “Neresi sır? ” diyesim geldi ama demedim. “Çocukluğumdan beri dinlediklerimi, Abbas Amcamla bu konuları da konuştuklarımızı ayrıca Vahit Dede'den zaman zaman dinlediklerimi iyi biliyorum. Ancak bilmediğim de var. örneğin burada dört gündür yapılan toplantılara Deveçatak'la Karınca köylerinden katılanlar varken neden Kızılcıkdere'dem kimse katılmadı? Ben işte bunu bilmiyorum!”dedim. Karşıda oturanlar hep sustu. Bu kez de gene Emin Dayı yanıtladı. Bektaşilerin en büyüğü Hacı Bektaş'ta otururmuş. Ondan sonrakilerin İstanbul'da oturduğunu anlattı. İstanul'dan sonra iki büyük Dede Tekirdağ/Kıvavuzlu ile Kırklareli/Kızılcıkdere köylerindeymiş. Bizim köy Kılavuzlu'ya bağlı olduğu için Kızılcıkdereliler bu toplantıya katılmamış. Ancak gruplar arasında kaç- göç olmadığı için isteyenler gene de isterse katılıyormuş. Nitekim bu gruptan olmayan Karıncak'la Deveçatak'tan gelenler olmuş. Emin Dayıya teşekkür ettim. Bu kez okullarda böyle şeylerin okutulmaması eleştirildi. “Okutulursa ne yayarı olacağı? ” irdelendi. Konuşmalar giderek az önce eniştemle konuştuklarımıza dayandı. 40 yıldır gelip gidilen Hamitabat'la(Onlar Domuzormanı diyor) kız alışverişi yapılmadığına öne sürüldü. Bundan memnun olup olmadıklarını sordum. Sorum soruyla karşılık verildi:
-Sen oraya geldin gittin, oradan bir kız neden beğenmedin? ”diyen oldu. Beğendiğimi öyledim, köyde kalsaydım onunla evlenecektim!”deyince:
-Bak, bak, bak!O niyeti daha baştan bozmuş! diyen oldu. Bunun bozuk niyet değil iyi niyet olduğunu, köye gelen yabancıları görmezden gelmenin iyi niyet olabileceğini kimse savunamaz. İsterseniz size köydeki yabancı köy kızlarını birer birer sayarım!”deyince herkes Bu arada ben de sustum. Çünkü ilk aklıma gelen Emine Abla. onun az önce onurlandırılarak din lemiştim, kahve konuşması nasıl yapacaktım? Neyse gelenler oldu, rüzgarın yön değiştirdiği söylendi. Bizim tartışma da yön değişirdi.
Eve çıktığımda Gülsüm'ün odamı düzelttiğini gördüm. Yatağımı özlemişim, uzandım. Uyumuşum.
1 Ocak 1942 Perşembe
İşte bir Yeni Yıl. Ben 3 yıl önceye dek Yıl Başı ya da Yeni Yıl bilmiyordum. Alpullu’da arkadaşlar Yıl Başı diye tutturduklarında biraz şaşkın onları dinlemiştim. Hoş gene bildiğim söylenemez ama hiç değilse böyle bir günün olduğundan haberliyim. İşte akşam erkenden yatıp sabah saat 9’15 te uyandım tam saat 10’00da da kalkım. Ali Ağabeyim Lüleburgaz’a gitmiş. Milli Eğitim Memurluğu’na uğrayacaktır. Yeni bir haber alacağını sanmam. Ama o kendi merakından uğrar. Haftaya da ben kemdim okula giderim. İstedikleri kadar uzatsınlar umurumda değil, evdekiler biraz olsun rahatladılar. Küçük ablamın, Ayşe, Fatma yengelerimin yüzleri güldü. Başka gelenler de olduğundan kahvenin de müşterileri arttı, konuşma konusu çoğaldı. “Alamanlar Urusların canına okuyor. (Bizim köylülerin çoğu R harfiyle başlayan adların önüne bir sesli getirerek söyler: Rus=Urus, Rum=Urum, Rıza=Irıza, Rasim= Irasim, Rençper=İrençper v. b. )Almanların Afrika’da çekildiklerini duyunca da, İngiliz gavurunu pusuya düşürmek için numara yaptıklarını öne sürerler. Doğrudan Almanya yanlısı değildirler ama İngililtere, Rusya, Fransa söz konusu olunca onların ezilmesini açık açık isterler. Zaman zaman gavurları sıralarlar. En acımasız, kurnaz, sahtekar ingilizler, en kaba Ruslar, en aşağılık da Bulgarları, Yunanlıları, Sırpları sayarlar. İngiliz, Fransız, Rus eğer kurt, tilki, çakalsa ötkiler kesinlikle leş kargasına benzetilir. Almanya çevremizi sardığı için kaygılandıklarından ilk günlerdeki gibi övme yerine giderek Alaman gavuru da gavurlar arasına itilmiştir. Bu sıra öteden beri başımıza bela olan bu gavurların öcünü birisi alacaktır, o da Japonya’dır. Koca Çin’i kıskıvrak bağlamış önce İngiltere’yi dize getirecek sonra da Amerika denilen Yahudi tüccarlarını yok edecekmiş. Bunları o denli rahat söylerler ki, dinleyenlerin inanmaktan başka seçenekleri olamaz. Karşı koymak için onlara doğruyu öğretmeyi göze almak gerekir. İşte bu çok zordur. Çin toprak olarak Japonya’dan 25 kat büyük insan sayısı olarak da en az 12 daha çok desen onlar için fazla bir anlam taşımaz. Hele Japonya’nın bu savaşta kazandığı doğru ama, İngilizler oralara yüzyıllardır Japonya’nın gözü önünde gitmiş. Oralarda yaşayanlarla çıkar bağlantıları kurmuş. Birlikte karşı koyunca Japonya o geniş yerlere yayılarak nasıl bir yönetim kuracaktır. Önemli olan yayılmak değil ortaları elde tutacak güçte olmaktır. İşte bunları bizim köyün Japon dostlarına anlatmak zor. Fikret Madaralı Öğretmenin sık sık söylediği bu sözleri düşünüyorum ama kon uşan lara bunları söylemeye cesaret edemiyorum. “Çin Japonya'dan 20-25 kat büyük!”desem hemen “Nereden biliyorsun, kim, nasıl ölçmüş? deyip gülüşeceklerini biliyorum. onlar böyle bir soru kareşısında gülüşünce ne söylesen etkilemez, kendilerine göre yorum yapıp gülüşlerini sürdürürler.
Sinekli Bakkal’ı bir daha okuyorum. Bu kez olayları değil de anlatışlara dikkat edeceğim. Sinekli Bakkal bir özel ad. Sanki bir bakkalın adı gibi algılanıyor. Hasan Üner kitabı bana tanıtırken, yanımızdakiler, sinekli bakkalın mikroplu satış yapyığını söyleyivermişti. Hasan düzeltme yapmıştı. “Vaktiyle öyle bir bakkal varmış ama, sonradan o ad, içinde bulunduğu sokağa verilmiş. Bunu dinlediğim için okuyup geçmiştim. Oysa Sinekli Bakkal adı, gerçekte o sokağı çevreleyen daha geniş bir alanın adıymış. Yazar bir tümcede bunu ortaya koymaktadır:
-Bu dar arka sokak, bulunduğu semtin adını almıştır. Sinekli Bakkal!Böylece Sinekli Bakkal olarak anılan bir semt vardır. Bu semt içinde dar bir sokak da aynı adı taşımaktadır. Sokakta gerçi bir bakkal vardır ama bu bakkalın adı İstanbul Bakkaliyesi’dir. Sokağın anlatılışı benim ilgimi çekti. Bizim köyün sokaklarında o tür dizilmiş yapılar yok ama gene de anlatılacak sayısız nesneler vardık. Özellikle çocuklar bizim sokaklardakilerin tıpkısıdır. Evlerin, ağaçların, çitlerin özelliklle de insanların görüntüleri kendine özgü bir bütünlük oluşturmaktadır. Ancak bunu yapabilmek için bu özgünlüğü gerçeğine uygun görüm anlatabilmek, sanırım işin en önemli tarafı. Kahvemizin penceresinden durup durup baktığım sokakta gördüklerimi anlatmayı isteyince bir birine pek uymayan iki üç tümceyi sıraladığımda bizim sokağın hareketsiz, anlatmaya değer olmayan varlıkları içeren bir sokak olduğunu anladım(!)Anladığım önemli bir taraf daha var, Sinekli Bakkal Sokağını Ünlü bir yazar düşleyip yazıyor bense onun tazdıklarını anlamaya çalışıyorum. O gelip bizim sokağı anlatsa kimbilir göremediğim nice güzel ayrıntılara eğilecek kuşkusuz sokağımı bana daha çok sevdirecektir. Ben ikinci okuyuşumda şimdilik kitabın adını gerçek yerine koyabildim. Başkasından alınmış tırnak içindeki sözlere bir süre baktım “Kainatta ne varsa hepsi vehim ve hayal, yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler”Hayal, insanların görmediği ama aklıyla var saydığı görüntüler. Vehimi bilmiyorum. Akis, güneşin cama vurunca geldiğinden başka bir yöne vurması. Fizik kitabında anlatılan merceklerin ışık kaydırması. Gölge ise gene güneşi önleyen bir nesnedan sonra güneş doğrultusunda meydana gelen kararma. Ancak benim bildiğim bu sözcük anlamlarıyla burada anlatılmak istenenin açıklanamayacağını biliyorum. Bunu daha sonra açıklayacağım. Bir de tiyatro dekoru geçiyor. Mavi Yıldırım piyesini hazırlarken tiyatro dekoru geçti. Oyunun oynandığı yerdeki öteberi, masa, sandalye, perde ya da oynanan oyunda geçen eşyalar. Ancak burada dekor olarak tek minare gösteriliyor. “Tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare. . Ayrıca sürülü kafes arkasında koca karı başları” sözü de ilgimi çekti. Kafes, kuşların kapatıldığı sepetimsi tel ya da çubuk örgüler. Bunların arkasındaki kocakarı başları nasıl oluyor. Koca karıların başlarına kafes mi geçirmişler? Yoksa başka benim bilmediğim kafes mi var? Sokakta en ilgi çekici iki insanı anladım, Mahalle İmamı ile Mahalle bakkalı Mustafa Efendi. Bizim mahallede İmam yok. İlginçtir bakkal da yok. Babamın bir dükkanı var ama, sigara ile şeker dışında bir satış yapmıyor. Bir bakkal var ama o da aşağı mahahallede. İşin ilginci bizim bakkal aynı zamanda köyün imamı Mustafa Hoca adıyla anılıyor. Orta yaşlarda temiz giyinen sakalsız, okumuş biri. Kendine özgü tavırlarıyla, biraz cesurca konuşmalarıyla tanınan mahallemizde Kolsuz Hamza diye anılam Hamza Amcam vardır. Çanakkkale Savaşında kolunu kaybetmiştir. Komşular ona gerçekten bir kahraman olarak bakarlar. Çok konuşur ama söyledikleri görünürde hep doğrulardır. Tek kollu olmasına karşın iki kollulardan daha düzgün iş görmesi herkesi şaşırtır. Evinin bitişiğinde kuyusu vardır. Çıkrıklı kuyudan suyunu kendi çeker. Bir kez oradan geçerken yardım etmek istemiştim. Bana, “Yeğen, senin bu yardım etmeni ben kötüye yormuyorum, sen benim kolum için değil içinden geldiği için yardım ediyorsun. Yoksa ötekiler gibi kolsuzluğumu bana anımsatarak yapmacık şekilde yardıma kalkışsan sana da çıkrığı bırakmazdım!”demişti. Sonra da suyu nasıl rahat çektiğini görterdiydi. Zinciri kovanın deliğine taktı, eliyle tutarak saldı kova dolunca tek koluyla kovayı çekti, ters yana dönerek yarım koluyla çıkrığı tutup eliyle kovayı alarak güldü, “İşte bu kadar. Herkes tek yanda durur, ben fazladan olarak ters yana dönerim!”Böyle değişik davranışlarından çok anılır, onun tarafından paylanmaktan korkulduğu için de uzak durmaya özen gösterilir. Ancak köye yabancılar geldiğinde kesinlikle onun da yanlarında olmasını da isterler. Bu nedenle Kolsuz Hamza, Çolak Hamza, Durmuş Hamza adları çevre köylerde de ilk akla gelendir. Ancak Sinekli Bakkal Sokağı için söylenen sıfatları Hamza Amcaya yakıştırmak hakızlık olacaktır.
Hava kararırken dışarda konuşmalar oldu, Ali Ağabeyim geldi. “Kahvedesin, diye gazeteyi oraya bıraktım, senin için yeni bir haber yok, Ankara’dan emir bekliyorlarmış: Salih Arı Öğretmen, “İyi dinlensin, bu yıl çok çalışacağız, ballı süt içip kitap okusun!”demiş. Öyle yapıyorum zaten deyip arabadaki yükleri içeri aldım. Fazla bir şey beklemiyordum ama gene de azıcık bozuldum. Kahveye inince gazate başlıklarından alınan haberler çoktan yorumlanmış. Rusya’nın can damarı sayılan üç büyük kent, sarılmış ama adamlar, oraları Alamanın eline geçerse hepten bitecekleri için ölüm kalım savaşı veriyorlarmış. Olsun, Alaman bu defa sıkı tutuyor, Kafkasya’nın en yüksek tepesine Elbrus’a bayrağı çekmiş, Batum-Bakü hattını alınca Alaman gaza, benzine gark olacakmış. Afrika’da da gene Alaman ilerliyormuş, Bingazi’yi İngiliz’den geri almış. Gazeteler gerçektyen buna benzer haberleri veriyor. Bir süre bu tür konuşmaları dinledikten sonra eve dönüp yattım. Yarın küçük ablama gideceğim, eniştemle konuşarak bir gün daha geçiririz. Hava iyice durgunlaştı. Belki daha iyi olur, bir kaç gün içinde İsmet’e de giderim. İşi oluruna bıraktım;babamın öğüdü bu:
-İşler her zaman istediğimiz gibi yürümez, insan biraz da geleceğin umulmadık getirilerine bakmalı. Dualar bunun önemini belirtir;sık sık kullanılan inşaallah sözü bunun bir bakıma kanıtır. !”der. Ben de öyle yapacağım
2 Ocak 1942 Cuma
Günlerdir aralıklarla da olsa, arka arkaya yağan kar, dört gün içinde yok oldu. Daha doğrusu su oldu. Dere korkunç bir şekilde kabardı. Kenarlara takılan kütüklerin nerelerden geldiği kahvede kmonuşanların merak konusu. Kimileri, “Istrancalar yerinden oynadı!” diyorlar. Ali Ağabeyim yarın, bizim dereden geçebilirse Lüleburgaz’a gidecek. Ben yük olmak istemedim. Hava böyle giderse haftaya gidip okula uğrayacağım. Orada arkadaşlar var, onlar okulun ne zaman açılacağını bilirler.
Kar kalkınca köyde kaynaşma başladı. Kuyuda C ile karşılaştım. Başkaları da vardı. Yüksek sesle bana, Ankara’da ne yaptığımı sordu. “Şarkı söylediğim!”dedim, güldü. Hangi şarkıları söylediğimi sordu”Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak!” şarkısından başka şarkı bilmiyorum zaten!”dedim. “Onu çocuklar söyler, sen başka şarkı öğrenseydin!”dedi. Öğrendiğim başka şarkı var ama onu söyleyince herkes ağlıyor, söylesem sen bile ağlarsın!” C, yüzünü kuyuya dönerken. “Ben şarkı dinlemeden de ağlıyorum zaten!”dedi. Sustum. Kovayı çekerken de, “Gözlerim görmek için değil ağlamak için bahşedilmiş bana besbelli!”deyip bakracını umuzuna aldı. Bir adım atınca dönerek “Çok kalacak mısın? ” diye sordu. Omuz silktim, “Tam bilmiyorum!”dedim. Kuyu evinin sahibi Bekar Arif bizim konuşmalarımızı dikkatle izledi. Arif, ben Hamitabat okuluna giderken o, okula yeni başlamıştı. Oldukça büyümüş, delikanlı olmuş, bir hayli konuştuk. C gene geldi. Bu kez sordum, “Sizin kuyunuz var, suyu neden oradan almıyorsun? ”Kışın onların kuyusunun suyu artıyormuş. Su artınca da tadı değişiyormuş. O nedenle içme suyunu buradan alıyormuş. Konuşmamıza Arif de karıştı, daha sakin konuştuk. Okulda onarım yapıldığı için izinli geldiğimi, onarım biter bitmez çağırılacağımı söyledim. Bu kez, deminki gibi gergin değil gülüşerek ayrıldık. Uzun uzun düşündüm, neden böyle? Bunu ben bir başkasından öğrenemem. Ben C’yi neden E gibi düşünemiyorum. Onu sanırım hala seviyorum. Yakınında olmak istiyorum, konuşmak şakalaşmak, takılmak istiyorum, o kadar. Çocukluğumuzdan beri böyle oluşundan desem, Süheyla Öğretmene de böyle bakıyordum. Yanında olmak hoşuma gidiyordu ama onu bir kadın olarak kesinlikle düşünemiyordum. C de öyle. Okula gitmeden önce böyle olduğunu sanmıyorum. Neredeyse evlenecektim. O zaman değişik duygularım vardı. Şimdi ise değişik sevgiler arasındayım, biri A-C-M-Süheyla-Röslein bunları sevdiğimi, kolay kolay unutamayacağımı biliyorum. M çoktan silindi gibi ama, anımsayınca içimde sevgi tomurcukları, özlem filizleri yeşeriyor. Karşılaşsam da gene konuşsak, tartışsak o gülse ben gülüşünden kuşkulansam, bir söz söyleyince de o bana, ”Ne demek istiyorsun? diye çıkışsa!” diyorum. Ancak E'den beklediğimi ondan kesinlikle beklemiyorum, üstelik öyle bir istek içimde uyanmıyor. Süheyla Öğretmen için de böyle bir duygu yoktu. Ancak Süheyle Öğretmenden çekindiğim için olabir bu. Örneğin, Röslein’dan hiçbir çekinikliğim yok, onun içinde böyle bir duygu taşımıyorum. Bütün beklentim, karşılaşınca tatlı tatlı konuşmak, onun neşeli olduğunu görmek, ona yardımcı olabilmek. Örneğin N için bunu söyleyemem;onu bir kadın olarak görüyorum. Görmeye gerek bile yok, o, bana “Ben öyleyim!”diyerek bakıyor. N, ne söylerse söylesin dudakları “Ben bir kadınım!” diyor. Onunla konuşurken bir ürküntü duyuyorum. Ağzımdan bir söz kaçırmamak için sözlerimi dikkatle seçiyorum. Öteki kızların hepsi benim ölçülerime göre çocuk. Hiç değilse ben onlara öyle bakıyorum. Mustafa Saatçı, SS için ayılıp bayıldığını(Şaka olarak da olsa) söyleyince biraz da şaşıyorum. SS bizlere, ”Ağabey!”diyor, çekinmeden yaklaşıyor, yakın bir akraba gibi davranıyor. Onu bir kadın olarak nasıl düşünüyor, bir türlü anlayamıyorum. Bizden doğum olarak küçük arkadaşlara sözüm yok, onlar işi daha çocukşa ele alıyor. Çoğu bu söylediklerimi akıllarına bile getirmiyorlar. Ama Mustafa da benim gibi 20 yaşına girmiş bir genç. Akranlarımızın çoğu evlendi, hemen hemen hepsi Vatan Görevi için asker, tüfek sırtlarında yurt bekliyorlar. Biz, çoluk çocuk arasına karışmış sevda oyunları oynuyoruz. İşte benim bu oyunlara katılmamamın nedeni bu duygular. Arifiye’de ayak üstü kısacık konuşmamızda bile Yıldız’ın annesi, “Kızım daha küçük, ona destek olmak için burada çalışıyorum. Büyüyüp aklıbaşında bir damat seçinceye dek ona yardımcı olmak istiyorum. . Bu amacım gerçekleşirse gözlerimin arkada kalmayacağına inanıyorum. !”demişti. Anne bunları söylerken Yıldız kuzu kuzu dinliyordu. Anne hem konuşuyor hem de bir eliyle Yıldız’ın saçlarını düzeltiyordu. Yıldız, sözleri duymaz gibi gülümseyip bana bakıyordu. Yıldız Röslein’den ne büyük ne de küçük 8. sınıfta tıpkı Röslein gibi 2’5 yıl sonra öğretmen olacak. Ama onun bakışlarında N’de gördüğüm türden kışkırtıcı hiç bir belirti yok. Tıpkı, Sevim’in, Melahat’ın, Gülsüm’ün, Feride’nin, Sakine’nin bana bakışları gibi…. .
Ablam, “Süt ister misin? ”diye sorunca kuruntum bozuldu. Daha doğrusu kendimi iyice dağıtmışım, toplandım. Sözde bu tür dağılmalara kapılmayacaktım. Kendime verdiğim sözleri tutmam üstüne kesin kararlarım vardı, “Ne haber? ”dedim kendi kendime. Bir bardak ılık süt içip, uzandım….
3 Ocak 1942 Cumartesi
Saat 10'oo da ablam uyandırdı. Önce Mahmut sonra da Bektaş Ağabeylerim kalkıp kalkmadığımı sormuş. İkisi de kahveye gitmişler. İkisinin de ayrı ayrı sormasını ablam önemsemiş, sonunda uyandırmaya karar vermiş. Soruşları ablam gibi ben de önemsedim. Kahvaltı yapıp kahveye gittim. Kahvede ağabeylerimin olmadığını görünce olasılıklar düşünmeye başladım. Babama sorsam, bilmediğini söyleyebilir. Kahvedekilerle konuşmaya daldım. Gene gene sorulan sorular Ankara üzerine. Ankara denince ilk akıllarına gelen komşu köylümüz Kırklareli Millet Vekili Zühtü Akın oluyor:
-Zühtü Beyi gördün mü? Birisi bunu sorunca ötekiler bir ağızdan yanıt veriyorlar:
-Nerde görecek çocuk onu? O çıkar mı öyle yerlere!Bu yanıtları Bir kaç kez dinledikten sonra düşünmeye başladım:
-Acaba bu “Öyle yerler!”dedikleri nereleri oluyor? Gene de çaktırmadan konuşmaların arasına girip “Tatil günlerinde 3 kez Ankara'ya inebildik, üçünde de Büyük Millet Meclisi'ne uğradık ama tatil olduğu için salt bahçesinde oturmamıza izin verdiler!”deyip onların kastettikleri “Öyle yerleri”azıcık kurcaladım. Bir kaç sorudan sonra çoğunlukla Ankara'dan söz edilkince Cumhuriyet Bayramını anlatmaya başladım. Arada istasyonun kalabalıklığını, dükkan sahiplerinin çok iyi olduğunu, İsmet'le saat alışımızı gene gene anlatmayı yeğliyorum. Bir başka konuşma konum da Hasanoğlan'a gelen ekiplerin geldiği yerler oldu. Biri dışında hiç birini görmediğim o beldeleri yetersiz bilgime karşın kulaktan dolma sözlerle anlatmam dinleyenlerce çok önemsenmeye başladı. İlk anlattığımda sessizce dinlenmesine karşın tekrarladıkça sorular ardarda geliyor. “Trabzon nerelere düşüyor? Bu Isparta dediğin nerelerde? Özellikle üstüne çok öyküler söylenen Adapazarı'na yakın Arifiye'de Salim Amcamla karşılaşmam çok işime yaradı. Salim Amcamın okula girip çıkması, orada tanıdık edinmesi, bizim köylülerin Kepirtepe'ye bakışlarını bile etkilemiş olacak ki, Kepirtepe için, “Bize çok ters düşüyor, Lüleburgaz'ın öbür tarafında;berilerde, yolumuz üstünde olaydı;biz de belki uğrardık!”diyenler oldu. Konu gene eski söylemler kaydı:
-Okul iyi, güzel tam biz köylüler için ama çok yanlış bir yere kondurdular, susuz yer de, kepirde okul mu olur? Artezyenden haberleri yokmuş, açıldığını söyleyince;hayretle karışık ilgiyle hepsi birden “Yaaa!”dediler. Ancak, gene de yetersiz bulanlar oldu:
-Koskoca okula artezyen yeter mi? Bu kez de artezyenlerin ömrü üstüne konuşmalar yapıldı. Adını doğru dürüst söyleyemedikleri yerlerde açılmış artezyenlerin suyu birkaç senede bitmişmiş. Bu kez babam söze karıştı:
-Bir yerde su çıkınca, orada su var demektir. Devlet isterse bir yerine birkaç tane açtırabilir. Saranlı Ovasındaki askerler artezyen suyu kullanıyor. Benim bildiğim Saranlı da kaynak su yoktu. Lüleburgaz'da da birkaç artezyen açıldı!deyince gene “Ya, ya, ya”lar tekrarlandı.
Tam kalkmak üzereyken Bektaş Ağabeyim geldi. Oturur oturmaz sordum:
-Beni sormuşsun!
-Hiç öyle sordum. Kalksaydın kahveye birlikte gelelim, diyecektim. Mahmut Ağabeyimi sordum. Onu görmediğini söyledi. Anladım ki arka arkaya soruşlar bir rastlantıymış.
Bektaş Ağabeyimle birlikte gittik. Fatma gengem yemek hazırladı, birlikte yedik. Bektaş Ağabeyim çok konuşmuyor. Hele askerlik üstüne neredeyse hiç söz etmiyor. Subayların davranışlarını sordum. Bektaş Ağabeyimin verdiği yanıt:
-Sen iyiysen herkes iyidir. Subaylar da insan, neden kötü olsunlar? Bizim Askerlik öğretmenimizi anlattım. Bektaş Ağabeyim, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak beni kabahatlı buldu. Binbaşı, sizi karşısında asker olarak görmemiştir. Sizi çocuk olarak düşündüğünden, biraz disipline sokmak için sert davranmış olabilir. Ben iyi dedimse o kadar da değil. Onlar karşılarındakilerin disiplini bozmasını istemezler. Bizim insanımız haylazdır. Disiplinden çıkınca, onları kimse tutamaz. Subaylar, görevini yapanları sever. Hele eğri davranışlar onların gözünden hiç kaçmaz. Disipline uymayan kim olursa olsun onu kolay kolay affetmezler.
Bektaş Ağabeyimi oldukça çok konuşturdum. Çok doğru doğru konuştu. Bizim öğretmenler de öyle;çalışanları seviyorlar. Anlatmadım ama Bektaş Ağabeyimin yerine sanki ben kendimi anlattım. Okula girdiğimden bu yana ne tokat yedim ne de ağır bir söz işittim. Fikret Madaralı Öğretmen, o ünlü SARSAK sıfatını bir kez olsun bana söylemedi. Üstelik bir kez de derslikte kendisi söyledi:
-Bakın arkadaşınız bu sözü hiç duymadı. Duyunca üzüleceğini bildiği için önlemini alıyor. Çünkü o, onurun ne olduğunu kavramış. Bunun bilincinde olan insanlar, acı sözler duymazlar! demişti.
Kahvedeki konuşmalar arasında bizim okulla ilgili soruları yanıtlarken öteki Köy Enstitülerini de katmaya başladım. Salim Amcam ı anlatırken Arifiye zorunlu olarak anılmıştı. Hasanoğlan'daki çalışmaları anlatırken öteki Köy Enstitülerinden gelenlerden söz edince, onların nerelerde açıldığı soruları gelmeye başladı. Bizim köylülerin yurdumuz üstüne bildikleri çok sınırlı. Askerliklerinde bulundukları yerlerle gelip giderken uğradıkları yol üstü yöreler hakkındsa çok kısa bilgileri var. Çankırı'da askerlik yapan Hasan Dayım, jandarma olmasına karşın Çankırı dışına çıkmamış. Çankırı için de:
-Köy gibi bir yer, sivil olarak bağlasalar durmam orada! demekten öte bir söz söylemiyor. Üstelik halkını da Kürt olarak bellemiş. “Türkçe bilmeyen Kürtler!” deyip kesirip atıyor. Bunları düşünerek Hasanoğlan'da edindiğim izlenimleri olabildiğince doğru anlatmak için olayları anımsamaya çalıştım. Gelen ekiplerden, hepsiyle değilse bile içlerinden birileriyle ilişkim oldu. Özellikle oyun oynayanlardan arkadaşlar edinmiştim. Bunlardan mektuplaşma sözü aldıklarım da oldu. Adları yazılı 24 arkadaşım var. Bunları bir kağıda yazıp okumayı tasarladım. Seyhan-Haruniye Köy Enstitüsü deyince onlardan söz edeceğim. Arkadaşların anlattığına göre sıcak bir yöreymiş. Adana'da pamuk yetiştiğini herkes duymuş ama, ilçesi olan salt Dörtyol'da portakal yetiştiği söylenmektedir. Oysa gene bir başka ilçesi olan Osmaniye'de de portakal yetiştiği gibi, incir, nar yanında tarlalar dolusu fıstık ekiliyormuş. Gerçi tüm Köy Enstitülü arkadaşlardan böylesi bilgi almadım ama gene de bölgeler için kısa da olsa söz edeceğim. Örneğin Kayseri-Pazarören ekibinden Veli'yi anlatacağım. Veli ile ilk tanışınca bana:
-Alevi misin? diye soruşu. Neden sorduğunu sorunca da akordeon çalışımı daha doğrusu müzikle ilgilenişimi, müzikle Alevilerin ilişkili olduğunu söylemesi, sanırım ilgi toplayacaktır. Veli ile konuşunca benim de sorum olmuştu:
-Sen Alevi misin? Veli gülerek yanıt vermişti:
-Evet, Aleviyim. Alevi olmasam böyle çıkıp ortalıkta oynar mıyım? demişti. Veli, Pazarören Ekibinin oyunlarını yönetiyordu. Kayseri-Pazarören için Veli'yi anlattığım gibi, öteki ekiplerin de anlatacak bir yanını ele alıp bilgi verebilirim. Bunları düşünerek bir hazırlık yapmaya karar verdim. Gelen ekipleri, bize yakınlığına göre sırtaladım.
Kocaeli-Arifiye
Balıkesir-Savaştepe
İzmir-Kızılçullu
Çifteler-Eskişehir
Gölköy-Kastamonu
Gönen-Isparta
Samsun-Ladik
Antalya-Aksu
Haruniye-Seyhan
Pazartören-Kayseri
Malatya-Akçadağ
Trabzon-Beşikdüzü
Kars-Cılavuz
Kırklareli-Kepirtepe ile ondört Köy Enstitüsü öğrencileri bir araya geldi. Ötekiler yeni kuruldukları için öğrenci göndermedi ama onlar da çalışmalarını sürdürüyor. Örneğin Erzurum-Pulur, Sivas-Yıldızeli, Konya-İvriz. Hasanoğlan da eklenince Köy Enstitülerinin sayısı onsekiz oldu. Köy Enstitülerinin kurulduğu illere bakılınca hemen hemen hepsinin Kepirtepe gibi geniş çevrerleri var. Kepirtepe 5 ilden öğrenci almaktadır. (İstanbul-Çanakkale, Savaştepe ile Arifiye ortak)Yurdumuz 63 ile bölündüğüne göre her enstitüye en az 3 il düşmektedir.
Kahvede konuşurken söylemek üzere düşündüğüm bilgilerin kendim için de gerekli olduğunu düşünerek Köy Enstitülerinin çevre illerini saptamaya kalkıştım. Ne var ki haritasız bunu beceremedim. 63 ilin 40 kadarının adlarını yazdımsa da onların da çoğunun çevresini tam saptayamadım. Pazartesi günü okula gidip haritadan yararlanmayı düşündüm. Oldukza zorlanmama karşın 63 ili tam olarak anımsayamama da şaştım. Edirne'den başlayıp İzmir'e dekl iniyorum. Oradan sonraki sıralamalarda ya bir ili iki kez saydığımı farkediyorum ya da atladığım il olduğunu. Sonunda bu işi. Geriye bıraktım. Gene de söz konusu olursa kendimi savunacak bilgiler topladım. Örneğin yeni açıldığını söyleyeceğim Köy Enstitülerinden bviri Erzurum-Pulur. Oranın müdürü benim 4. 5. sınıf öğretmenim. Çavuş Köylü Adem Ağanın oğlu Ahmet Korkut. Ahmet Korkut Öğretmen Hamitabat köyünde çalıştığı için tanıyan çok. Ondan söz açılınca herkes ilgilenecektir. Onun başında bulunduğu bir kuruluşa güveni olduklarından eleştirek gözle bakmayacaklardır. Böylece sözü Köy Enstitüleri müdürlerinin sık sık yer değiştirdiklerini söyleyip yakın bir zamanda Ahmet Korkut Öğretmenin Kepirtepe Kjöy Enstitüsü müdürü olabileceğini ileri sürerek bir yakınlaşma duygusu geliştirmeye yardımcı olabilirim. Ahmet Korkut Öğretmenin babası çevrede çok saygın bir addır. Çavuş Köylü Adem Ağa denince salt Çavuş Köylüler değil, çevre köyleri de aşan bir saygınlığı vardır. Ahmetr Korkut Öğretmen de yararlı çalışmalarıyla o adı çok ilerlere götürmüştür. Pedagofi öğreniminden önce Çalıştığı Edirne-Karaağaç Eğitmen kursundaki bşaarılı çalışmaları nedeniyle Trakya'ya dağılan eğitmenler de onun adını tüm Trakya'ya yaymıştır. Bizim köyün eğitmeni Mustafa Ağabey, onun adını saygıyla anar. İşte bu gibi bilgilerden yararlanarak bizim köydekilerin düşüncelerini değiştiremesem bile sarsmak istiyorum. İyi bir sonuç alamadımsa da düşündüklerimden hoşnut kalarak kahveye döndüm. Daha yakın olduğu için Ab bas Amcamın kuyusundan su getirdim. Abbas Amcam gördü, içeriye aldı, bana sorular sorduysa da daha çok kendisi anlattı. Yakınlarda Kırklareli'ye gitmiş;onun ağabeyi, benim amcam olan Hasan Bürükerenler'den söz etti. Abbas Amcam yeni bir saz almış(Bağlama) “Koca karınlı olarak adlandırdı:
-Meydan sazı!Bu tiplere öyle denirmiş. Fazla kalamadım.
Bu kez de kahveye Halamoğlu Hilmi geldi. Çok sıkılmış bana:
-Sevmediğini bile bile sana bir öreride bulunacğım, çok sıkılırsan istediğin zaman döneriz, yarın ava gidelim! “Tüfek!” diyecek oldum, hazırlamışmış. Tilki ya da kurt için belli yerler varmış. Şansımız varsa bulacakmışız. Üç yer varmış, biraz yürümeyi göze alacakmışız. “Hayır!”diyemedim. Azıcık yutkundum ama, çabuk toparlandım. Yanımızda bir kişi adaha olacakmış, Fakir Yaşar. Yaşar'ı severim. Sanırım o da beni sever. İki sözünden biri bana “Dayı” demektir. Arkadaşlardan, özellikle Mehmet Yücel bana dayı dediğinde hep Yaşar'ı anımsarım. İsmet gerçek olarak dayı der ama onunkini bir görev saydığımdan o denli önemsemem.
Hilmi ayrılınca ben de eve dönüp hemen yattım. Yatınca fazla bir düşündüğüm olmadı. Gezeceğimiz yerleri tasarladımsa da fazla yorum yapmadığım için olacak rüya falan görmedim.
4 Ocak 1942 Pazar
Ablam uyandırdığında saate bakınca şaşırdım saat 11'30. ”A, ma!” diyecek oldum. Ablam:
-Dün çok yorulmuşsun, gece boyu deliksiz uyudun!”dedi. “Ne deliksiz uyuması, gecenin yarısını kurtları düşünerek geçirdim!diyemedim. Ali Ağabeyim Lüleburgaz'a gitmiş. Ablam, gitmek istediğimi düşünmüş olacak kendiliğinden konuştu:
-Hasta götürdü, sen gitmezdin zaten!Gitmeyi düşünmediğimi söyledim. Kahvaltı edip kahveye indim.
Kahvede beklemediğim bir kalabalıkla karşılaştım. Köye gelen konuklardan özediliyordu. Önce tahsildar ya da pancarcılardan, sütçülerden birileri olur, diydüşündüm. İlgilenir gibi görünmeme karşın sormadım, eve döndüm. Tasarladığiım konuya döndüm. Konu edilirse derli toplu bilgi vermek için Köy Enstitülerinin yerlerini tam saptayıp çevre illerini öne sürerek bölgeleri belirteyim. Geçen gün haritadan saptamayı düşün müştüm. Okula gidip haritaya bakmayı tasarladım. Defterimi alıp okula gittim. Mustafa Ağabey beni iyi karşıladı. Gülerek:
-Sobayı da yeni yaktım, gir odadaki harita işini görür!dedi. Odasındaki harita küçük ama tüm iller var. Önce okulların bağlı olduğu illeri saptadım. Bir kaçı dışında hemen hemen hepsinin illeri kesin olarak ortaya çıkıyor. Örneğin Kepirtepe'nin Edirne-Tekirdağ-Kırklareli olduğu gibi Arifiye'nin de Kocaeli-Bursa-İstanbul-Bolu, Gölköy'ün Kastamonu-Zonguldak-Sinop-Çankırı, Ladik'in Samsun-Ordu, Amasya-Tokat, Beşikdüzü Trabzon-Rize-Giresun-Artvin , Cılavuz Kars-Erzurum-Ağrı, Akçadağ Malatya-Elazığ-Diyarbakır, Haruniye Seyhan-Hatay-Maraş-Gaziantep, Gönen Isparta-Burdur-Afyonkarahisar-Niğde, Aksu Konya-Antalya-Mersin-Kızılçullu İzmir-Aydın-Manisa-Denizli-Muğla, Çifteler Eskişehir-Bilecik-Kütahya-Afyonkarahisar. Savaştepe Balıkesir-ÇanakkaleKalan iller de yeni açılanlar bağlan maktadır. Örneğin Pulur Köy Enstitüsü'ne Erzincan-Gümüşhane, Van'da açılacak olana da Van-Bitlis-Siirt-Hakkari, Diyarbakır'da açılacak olana da Mardin-Urfa illeri eklenecektir.
Bunları yazınca toparlanıp ayrıldım. Köy Enstitüleriüstüne kahvede açılacak konuşmalara çok sağlıklı yanıktlarım hazırlanmış oldu. Kahvede gene oldukça kalabalık vardı. Yabancıların da oluşu ilgimi çekti. Önce girdim, dükkana yönelip öteki kapıdan çıktım. Eve gidip bir süre yattım. Ara ara okuduğum Sinekli Bakkal'ın Peregrini Vehbi Dede tartışmasına bir daha okudum
5 Ocak 1942 Pazartesi
Geç kalktım, Enişteme gideceğimi akşam Büyük ablama söylemiştim. Ablam beni uyardı:
-Babamın yanında sakın böyle “Enişteme gideceğim!”deme Enişten babama oldum olsı, babamın beklediği gibi sıcak davranmıyor. Babam bir şey demez ama gücenebilir, küçüklerin büyüklere karşı birtakım görevleri vardır. Enişten önce davranışlarını düzeltsin ki adı öne alınsın. Senin orada Melek gibi bir ablan var. Neden ablana gidip gelmeyecek mişsin? ”Ablamı dinledim, hak verdim. Gene de aklım Sinekli Bakkal'a kaydı. Halide Edip Adıvar bu kitabı yazmadan önce sanırım çok inceleme yapmış, çok davranışlar saptamış. Gün boyu açıp Sinekli Bakkal’ı okudum. Akşamüstü eniştem gelmiş kapım açılınca gördüm. Gülümsedi, “Haydi kalk seni almaya geldim, bize gideceğiz, gece kalacaksın yarın akşama dek bizdesin!”dedi. Biraz afalladım, “Neden? ”diye sordum. Eniştem, “Bak, bak, bak, biz sana sormadan karar verdik, istemezsen başka bir yol buluruz!”deyince ablam açıkladı, ”Şerife Ablan bir süredir dişinden yakınırdı, dünden bu yana duramaz olmuş, yarın Ali Ağabeyin onları götürecek, Sen Saim’le kalacaksın. Kalkınca bir süre oyalanır sonra buraya getirirsin. bir süre de burada oyalarız, akşam Gülsümle birlikte gider ablanlar gelince eve gelirsiniz!”İçim rahatladı. Bu kez de ablacığım kaç gündür hiç söz etmemişti. Zaman zaman durgunlaşıyordu, yatarken de uyanıkmış gibi hareket ediyordu, demek canı yanıyormuş!”Kalktım, hazırlanıp Ali Eniştemle gittim. Saim beni görünce sevinecek sandım oysa görünce babsına sarıldı, birden bire ağlamaya başladı. Nedenini kolay anlayamadık. Oturduktan bir süre sonra Eniştemin elinden tutarak gelip benim kucağıma oturdu. Eniştem yorumladı, “O seni, onu alıp götüreceksin! sandı, gitmeyeceğini anlayınca da yaklaştı!”dedi. Ablam çenesine bez bağlamış, “Sıcak tutunca ağrı azalıyor!”diyor ama başını oynatınca da sızlama olduğunu söyledi. Çok üzgün olarak:
-Allah güldürmeyeceklerini güldürmez!diye bir de yılgınca konuştu. Biz Saim’le erkenden uyuduk, onlar sobalı odada uzun süre konuştular. Sabah ayrılırken ablam:
Emine gelir Saim’i beslemeye yardım eder. Kendi evine götürmek isterse, “Yukarı istediler!” der, alıp götürürsün. Emine hamarattır ama, iki çocukla uğraşsın istemiyorum!Ayrıca çocuğu hastalıktan yeni kurtuldu!”dedi. Birden uykum açıldı. Ablamları uğurlayıp ateşi açtım, hazırlanmış odunları koydum. Anlayamadığım bir duygu uykumu kaçırdı. Saim uyanır diye de korktum. Saim’in saat 10’00 sularında uyanacağı hesabını yaparken saate baktım, saat 6’45. daha 3’15 saat var. Bu saatlerde Emine Abla gelir mi? İçimde bir sıcaklık oldu. Saim’e baktım, sırtüstü yatmış, deliksiz uyuyor. Kendi kendime güldüm;gündüz böyle uyusa!”Uykumu alamamıştım, planlar kurarken uyumuşum. kapının vurulduğunu duyar gibi oldum. Kapı vuruluyor ama ben kalkıp açamıyorum. Kalabalık toplanmış beni bekliyormuş. Ablam, benim için “Geliyor!”diyor; bana da gülerek:
-Korkma, kapıyı ben açarım!”diyor. Utanıyorum, şu işe bak, düşlerimi ablam da biliyor. Kalabalık ne istiyor acaba? derken kapı ağzına dek açıldı. Bu kez de saklanan birini aradıklarını anlıyorum. O yok, gelmedi, demek istiyorum. Ancak onun adını verirsem kendimi ele vereceğimi düşünüp susuyorum. Ben suskun beklerken kapı gene vuruldu. Bu kez gerçekten vurulmuştu açtım gerçekten Emin Abla, “Kalktınız mı diye baktım!”dedi. Ben kalkım, Saim uyuyor dedim. Emine Abla, ”Bırak uyusun, kendisi kalkmaz, kaldırılırsa tüm gün huysuzlaşıyor, onu anımsatmak için geldim, ben gene gelirim!”deyip gitti. Buna da bir anlam veremedim. Neden böyle? Saim uyandı, etrafına bakındı, geldi kucağıma oturdu sütünü verdim. Ayrıca bir sütlü tatlısı var onu verdim. Çiş miş işlerini söylendiği gibi yaptık. Topaç oynadık. Babasının getirdiği yeni oyuncak makas gibi sıkılıyor. Sıkılınca bir insan yüzü ortaya çıkıyor. Saim ona çok gülüyor. Saatler sularında ablamın anlattığı şekilde yiyeceklerimizi yedik. Sanırım Saim tam mızmızlayacaktı, bu kez Emine Abla kendi çocuğuyla geldi. Saim’le aynı yaştalarmış. Bir birlerine alışık olduklarından hemen sarılmak istediler. İrkilir gibi oldum. Emine Abla, tavrımdan birşeyler sezinlemiş olacak“Ben fazla kalmamayım, gene gelirim deyip çıktı. Gideceğini ummuyordum, gülümsedim, içimden gene bir numara dedim. Dedim ama, sevindiğimi belli ederce “Bizi yukarıda bekliyorlar, uzun süre burada olmayacağız!dedim. Gülsüm gelecekti, bir türlü gelmedi. “Ha şimdi gelecek, geldi derken “Uzun bir zaman geçti, “Ha şimdi gelecek, ha geldi!”komşu kızı geldi “Emine Abla gönderdi, burda mısınız? diyre sordu!dedi. Topaç çevirerek Saim’i oyalarken kapıda bir tıkırtı olunca içimden “Tamam, numara başladı!”deyip kapıya doğruldum, Gülsüm ürperti içinde kapıdan girdi. Az ileride bir köpek sürüsüyle karşılaşmış. Uzunca bir dar yol. Köpekler geri dönmemiş. Gülsüm de onlara doğru yürüyemediği gibi arkasını da dönüp gidememiş. Birileri gelesiye dek köpeklerle karşı karşıya bakışmış. Gülsüm azıcık rahatlayınca aynı yoldan güle oynaya eve çıktık. Saim'i kahveye götürdüm. Daha önceleri de geldiği için fazla yadırgamadı. Üstelik uzun süre gözlerini dükkan kapısına dikti. Babam girip çıkınca Saim'in yüzümdeki değişiklik ilginçti. Babam, onun sevdiği lokumlardan verince Saim, kucağımdan yere sıyrıldı.
Kahve bir ara gene kalabalık oldu. Sigara dumanı bulutlaşınca Saim'i eve götürdüm. Ablam birşeyler yedirip içirdi. Kısa bir süre de uyudu. Hava kararmadan Saim'i evine götürdüm. Az sonra da ablamlar geldi. Onları kapıda ayakta karşıladık. Saim bana iyice alıştı, yanımda dururken anne-baba geldi. Eniştem, “Oğlum büyümüş değil mi dayısı, seni üzmedi, değil mi dayısı? ” diyerek Saim’i kucakladı.
Ablamın rahatsızlığı diş etlerindenmiş, dişler sağlammış. Diş doktoru, tekrar görmek üzere üç ay süre vermiş. Ablam tekrar tekrar ordu, “Sahiden Saim hiç ağlamadı mı? ”Emin Abla da çocuğunu getirip bıraktı gitti, ikisi çok oynadılar!”deyince ablam biraz hayretle “İşi varmış galiba almaya bile Azmanların kızını göndermiş!”dedim. Ablam, “İşi çıkmıştır, o bu sıra çok yoğun, kocası da rahatsız!”dedi. Dedi ama biraz kuşkulu bir şekilde yüzüme bakınca şaka söylediğimi, Emine Ablanın geldiğini ancak, biz yukarıya çıkacağımızı söyleyince eve döndüğünü, bizim günümüzü yukarda geçirdiğimizi söyledim. İyi ki söylemişim ablam iyice rahatladı. Ablacığım, benim aklımdan geçenleri hiç düşünmüyor. Emine Abladan da kesinlikle bir kuşkusu yok. Ben kendi kendime “Gelin güveyi oluyorum!” besbelli. Bu kez de Emine Abla’nın sıkışık durumuna çok üzüldüm. İzin alıp ablamlardan ayrıldım. Kahveye gitmedim, eve dönünce sütümü içip yattım.
6 Ocak 1942 Salı
Ablam uyandırdı, senin saatın var bakıyorsun ama bu gece çok uyudun, diyerek kaldırış nedenini de söyledi. Kalktım, kahvaltıdan sonra kahveye indim. Babam dünkü çocuk bakıcılığımı sordu. Anlattım, güldü, “Çocuğun dilinden anlayınca kolaydır, dikine gidersen adama kök söktürürler!”diye güldü. ”Alıp getirdiğne iyi ettin!”dedi. “Onun ablam da söyledi ama gerek kalmadı, hiç ağlamadı, sürekli oynadı, birinden bıkınca ikinciyi denedik!”deyince, babam, ”İşte o kadar, bunu yaptın mı sorun kalmaz!”dedi. Babam, Hilmi’nin aradığını söyledi. Hilmi ya da Hanife Halamlarla kaç göçümüz yok hemen gittim. ”Yorgunsun görüp gideceğim, gene çeleceğim!”deyince, dün geldiğini, dinlendiğini, içerde başkalarının da olduğunu söyledi, girdim. Başkaları dediği ise C imiş. “Yabancı sayılmaz!”deyince, C de ben de ikimiz birden “Artık yabancıyız!”dedik. Bu kez Hilmi, “O zaman biz sizin yabancınız sayılmayız!”deyip oturdu. Hilmi hiç değişmemiş gibi. Askerliği rahat geçiyormuş. Bir onarım atölyesindeymiş, Cemse, Cip türü asker arabalarırı sürüyormuş. Oradaki yaşamını ayrıntılarıyla anlattı. Bu kez C bana “Sen de Ankara’larda neler yaptığını anlat!”dedi. Ankara’dayım ama Ankara içine üç kez girdiğimi, onu da her yer olarak değil belli yerlerini gezdiğimi, Ankara, İstanbul gibi kentleri rahat gezmek için, günler değil haftalar, aylar gerekeceğini anlattım. Cumhuriyat Bayramında gördüklerimi biraz abartarak tekrarladım. C dikkatle dinledi. Hanife Halam gelince, izin alıp ayrıldım. Çıkınca C’nın konuşmalarında kimi zaman Emin Ablayı andıran tavırlar sezdim. Eskisi gibi duygusal değil, dikelme, hesap sorma gibi bir eda takınıyor. Kolayca konuşmayı sen-ben şekline çeviriyor. İçimden, “Ben yanılıyor muyum acaba? diye sordum kendime.
Kahveye uğradım, Mustafa Ağabey geldi. O gelince rahatlıyorum. O varken bana fazla soru sorulmuyor. Sorulunca da yanıtlar olağan karşılanıyor. Mustafa Ağabey kendini köyde tanıtmış, Muhtar Amca dahil herkes kendisinden hoşnut. Babam bir ara bana da dolaylı olarak uyarına bulundu. “Mustafa’dan sonra ya da onun yanında çalışmak üzere gelecekler çok dikkatli olmak zorunda. İnsanlar, gelenlerden en az onun kadar bilgi , beceri bekleyecekler. Bunları göremezlerse öylesinin durumu kolay dile düşecektir!”dedi. Ben bundan şöyle bir sonuç çıkardım, “Ondan daha bilgili, daha çalışkan, daha tatlı dilli olamazsan onun gibi sevilmezsin. İşte bu senin zararına olacak bir eksikliktir!”Kim ne düşünürse düşünün, ben Mustafa Ağabey gibi olamam, bu bir yaratılış olayı. O çok sabırlı, belki çok bilgili değil ama, bildiklerini iyi kullanabiliyor. Avcının istediği kadar kurşunu olsun, doğru atamadıktan sonra ne işe yarar. Oysa usta avcı elindekiyle avını vurur. Mustafa Ağabey benim gördüğüm kadarıyla usta bir avcı!….
Yatınca dünkü beklentilerimi düşündüm. Nasıl da yanıldım ama!İnsanların kendine göre düşünceleri, dertleri, hesapları var. Bunları düşünmeden düş kurmak, akıllı insanların yapacağı salaklık değil. Doğru dürüst düşünmeden hareket edenler, kitapların yazdığı gibi dillere düşer değerlerini kaybederler. Güzel Arzu bunun canlı örneği, kimseleri beğenmezken çocuklu birine gitmek zoruna kalmıştı. Emma ise canından oldu. Yoksa Emine Abla Emma olayından mı etkilendi? Eğer öyleyse ben kendime fenalık yapmış oldum. “Bindiği dalı kesmek!”buna derler. Türkçe dersinde bu söz geçerse, bunu örnek olarak anlatırım. “Öğretmenim, ben birini bekliyordum, geleceğini söylemişti ama gelmedi. Gelseydi belki güzel bir şey olmayacaktı. Onun gelmesiyle ilgili bir başka olay anlattım. O giden, gittiği için büyük zarar görmüş, sonra da canına kıymış!”dedim. Bunu dinleyen kişi bu kez gelmedi, beni boş yere bekletti. Ben, böylece bindiğim dalı kesmiş oldum!”Böyle bir olay anlatsam, bunu dinleyince Fikret Madaralı Öğretmen kesinlikle gülecek sonra da “Sarsaaaaaak, sen asıl bindiğin dalı şimdi kestin!”diyecek, belki ağzında gevelediğin gerçeği söyle!”diyecektir. . Kendi kendime nasıl güldümse ablam duymuş, “Güldürücü bir şey mi okuyorsun? ”diye sordu. Sinekli Bakkal kitabını gösterdim, içince güldürücü sahneler var, birisi tiyatroculuk yapıyor ama başı da dertten kurtulmuyor. Sürgünlere gönderildiği halde gene de tiyatroculuğu bırakmıyor!”dedim. Ablam tiyatro deyince panayırda gördüğü yüzü boyalı, güldürücü sözler söyleyen insanları belliyor. Kız Tevfik’in yaptığı eleştirileri, 2. Abdülhamit’in kurduğu düzendeki kuşkulu yaşamdan, yaygın ihbarcılık düzeninden habersiz. Yatınca Küçük ablamın sözünü anımsadım:
-Allah, güldürmeyeceklerini güldürmez!”Ablacığımın, içinde gizlediği bakşa sıkıntıları da var ki böyle sızlandı. Oysa görünüşte iyi, neşeli görünüyordu. İşte bir özlü söz daha:
-Görünüşe aldanmamalı!Bu söz böylemiydi yoksa “Görünüşe bakmamalı mıydı? ”İkisi de doğru gibi….
7 Ocak 1942 Çarşamba
Tıkırtılar olunca uyandım. Babam, kahveye inince az sonra arkasından ben de gittim. Babama, yardım etmek istediğimi söyledim. Az sonra Hilmi iki tüfekle gelince azıcık yutkundum. Neyse Hilmi bana yardımcı oldu. Babama:
-Öğrenciyi bugün kırlarda biraz dolaştırmak istiyorum. Buraları iyice unutmasın, izin verir misin dayı? diye sordu. Babam güldü:
-Sen izini kendin vermişsin, iki tüfekle geldiğine göre, sana “İki tüfekle yalnız git!”nasıl derim? deyip güldü. Çaylarımızı içince yola çıktık. Yaşar, haberliymiş, Sığır Yolunda bize yetişti. Önce bağlık tarafına gittik. Oldukça uzun bir yol. Önce bir yokuşu rüzgara karşı yürüdük. İniş ise iyice rüzgarı yüzümüze estirdi. Yaşar!a yan gözle bakıyorum, hiç etkilenmemiş gibi konuşuyor, kardeşi Ali'den, İsmail'den yakınıyor. Ali inatçı İsmail tembelmiş. Dereye inince hava değişir gibi oldu. Uzunca bir koruluktan yüürüdük. Koyde Koca Koru, Küçük Koru olarak anılan meşeliklerin birleştiği yer. Küçük Moru tarafından Bağlık bölümüne gidiyoruz. Kuytuluk ama kar bele çıkıyor. Kimseler geçmemiş, yolu biz açıyoruz. Derin karı görünce aklımdan geçirdim, “Bu karda kurt ya da tilki olur mu? Olsa karda izleri olur. Aklımdan geçenleri ezmiş gibi Hilmi açıkladı:
-Kurtlar da tilkiler de karın derin ya da sığ yerlerini iyi bilir. O nedenle onlar genellikle rüzgar alan yerlerden giderler. Tepeye çıkıp öbür yüce dön ünce karın azaldığı yerlerde izler bulursak av var demektir. Özellikle tilkiler bağ kütükleri arasında saklanırlar. Oralardan hem çevreyi rahat görürler hem de kolay kaçarlar. Konuşa konuşa bağlık karşısındaki yokuşa çıktık. Tam öte yüze dönerken Hilmi, kendisini kanıtlayan izleri gösterdi. İzleri ben tam olarak seçemedim ama, karşı da bir şey söyleyemedim. Bizim bağ tam karşımızdaki tepe yamacında. Bağı çok özlemiştim. Üstelik böyle karlı olarak da yıllardır görmemiştim. Hilmi doğrudan bizim bağı gösterdi:
-Güneşe karşı olduğu için genellikle tilkiler oraları çok sever. Dereyi geçince Hilmi tüfeği de hazırladı. Çevrenin ıssızlığını üstelik sert havayı düşünerek buralarda bir canlının bulunacağını düşünemiyordum. B ağa çıkarken yan tarafta kalan ardıçlı tepeden kuşlar uçtu. Hilmi bir “Ah!” çekti:
-Keklikleri kaçırdık!Tepeye doğru yürüdüğümüz için bu normalmiş. Onları anlamak için gittiğimizin tam tersinden gelmeliymiş. Hilmi elleriyle yerler gösterek bize yöntemleri anlattı. Bağ kütükleri hep karla örtülü. Daha çok kuzey tarafları karlı olmasına karşın gerçekten güney taraflarının altları karsız. Elimde tüfek ben Yaşara soru sorarken Hilmi bağın öbür ucuna doğru gitti. Karşı tepedeyken varsaydılım kan ım değişmemişti. Bu sert havada bu sessizlik içinde bir canlı olmaz. Keklikleri ise bir rastlantı sayarken Hilmi tüfeği patlattı. Sessizlik bir denbozuldu, tüfeğin sesi karşılarda yankılandı. Hilmi bu arada “Yaşar!” diye ünledi. Yaşar koştu, ben dikkatle onları izledim. Yaşar bağın altındaki tarlanın öbür ucuna dek gitti. Hilmi de o tarafa yürüdü. Az sonra ellerinde bir tavşanla döndüler. Ben içimden bunu da bir rastlantı sayarken Hilmi akıl yürütmelerini sürdürdü:
-Keklik olduğuna göre bu yörede kesinlikle tilki vardır. Tilkiler keklikleri çok sever. Öyle ki, bu yörede keklik çok olsa tilkiler tavuklara musalt olmazlar. Arkasından da tavşan olduğuna göre kesin likle buralarda kurt vardır. Ancak kurtlar daha kapalı yerlerde korunurlar. Buralarda varsa kesinlikle, (Eliyle göstererek) ya Muhtarın kışla tarafındaki Küçük Koru çukurluğunda ya da Göksu fundalığındadır. Muhtarın Kışlası önümüzdeki tepenin arkasında, öteki yer oldukça uzak, oraya gitmek istemiyorum ama karşı da durmamayı düşünüyorum. Konuşa konuşa yakın olan Muhtarın Kışla çatağına gittik. Sahiden karda bir çok iz var. Kurt ya da tilki belli olmamakla birlikte belli ki canlılar gezmiş. Kışla boş. Yamaca kırlangıç yuvası gibi kondurulmuş. Arkası kuzeye dönük, önü güneye bakıyor. Yaklaşırken serçeler uçuştu. Hilmi tüfeğe davrandı, beni de uyardı, “Bari serçeleri dene”Az ile giden Yaşar:
-Dayı tavşan!”diye bağırdı. Gerçekten bir tavşan, yarı kar yarı kara olan kırlıkta uzaklaştı. Usta avcı Hilmi varsayımlarını tekrarlayarak “Göksu fundalığında kurdu yakalayacağız!”deyip o tarafa yöneldi. Göksu denilen yöre çok geniş bir yarım koruluk. Çok engebeli, inişler yokuşlar var. Bir ucu da Ardıçlık Alçağı(Dere anlamında) denilen yere dayanıyor. Bize en yakın yerden girdik. Komşu köy Erikleryurdu yolunu geçerken, hemen yol kenarında keklikler uçtu. Göksu tarafına inerken Yaşar bağırdı:
-Dayı tilki!Tilkiyi ben de gördüm. Sanki, “Beni izleyin!” der gibi tilki bizim gideceğimiz yöne doğru çukurluğa indi. Üstelik gidişi, kaçma denemeyecek kadar yavaştı. Bizden habersizmiş gibi bir sanı uyandırdı. Umutla arkasındasn gittik. Burada, şurada derken Ardıçlık Alçağına ulaştık. Orada keklik olacağını biliyorduk. Tüm önlemlerimizi almamıza karşın kalabalık bir gruba yapılan atışta iki keklik düştü. Atış sesi tüm çevreyi etkiledi. En küçük kıpırdanmada keklikler uçtu. Tüfek sesi de tepelerde dalgalanınca izlediğimiz tilki bir yana, kuşların da uzaklaştığı anlaşıldı. Oldukça yorulmuştuk, Çeşme önüne inip köye döndük. Hava kararırken kahveye girdik. İki keklik bir tavşan. Babam iyi karşıladı:
-Üç avcıya üç av, büyük bir başarıdır!dedi. Hilmi:
-Daha fazlasını umut ediyorduk!deyin babam:
-Avcılar, hep umutludurlar. Umutlarını yitirseler zaten avlanmazlar. Tüm avcılar kurt için çıkarlar ama bir keklik ya da bir tavşanla dönünce de mutludurlar. Sizin gibi yeni avcılar için bu büyük bir başarıdır!” deyip bize taze çay verdi. Kahvede oturunca ayaklarımın ıslandını anladım. Hilmi ayrılınca eve döndüm. İlk işim ayaklarımı kurutmak oldu. Ablam görünce üzüldü:
-Bir tavşan için değer miydi? diye sordu. Üşümüş olabileceğimi söyleyerek hemen yatmamı önerdi. Sanırım biraz da yorgunluktan ablamın önerisini benimseyip yattım. Saate bakmadım ama gece yarılarılarına doğru uyandım. Kendimi yokladım, sımsıcak uyumuşum. Ablamın söylediği gibi bedenimde bir titreme, bir kırgınlık yok. Hastalanma kaygısını üstümden attım. Akşam yatınca bir ara, hastalanırsam, okula öyle dönersem, gibilerde kimi rahatsız edici olasılıkları aklımdan geçirmiştim. Sevinerek, tüm günü nasıl geçirdiğimi, Hilmi'nin tavırlarını, Yaşar'ın, Hilmi'yi nasıl gönülden izlediğini değerlendirmeye çalıştım. Tavşanın, kekliklerin çok kolay vurulduğunu düşünürken “Ya kurt çıksaydı? ”gibi bir soru aklıma takıldı. Hilmi gene böyle mi davranacaktı? Kurt ne de olsa koca bir hayvan. Can havliyle insanın üstüne gelebilir. Kurt, domuz avlayanlar var, biliyorum ama sanıyorum onlar daha başka önlemler alırlar. Örneğin yanlarında güçlü av köpekleri götürürler. Bunları düşünürken Şaheserler Antolojisi'nde okuduğum Kurdun Ölümü adlı parçayı anımsadım. Çok acıklı bir öykü. Avcılar, kurdun izini izleyip ormanın bir kuytusunda sararlar. Belli bir noktadan öte kaçmayan kurt avcıların gelmesine aldırmaz gibi direnir. Acımasız avcılar orada öyle duran kurdu vururlar. Yaklaştıklarında öldürülen kurdun az ilerisinde iki yavru ile dişi kurtun korku içinde beklediğini görürler. Avcılar, erkek kurdun yavrularına kaçma olanağı sağlamak için bile bile ölümü göze aldığını anlamışlardır. Öyküyü anlatanın öylediklerini de aklımdan geçirince rahatsız oldum. Belki bu tavşanın da yavruları vardı, onlar bu gece o nu beklemektedirler. Uzun bir süre uykum açıldı, sağa sola döndüm. Sabaha dek uyuyamayacağımı düşünürken uyumuşum.
8 Ocak 1942 Perşembe
Ali Ağabeyim karar değiştirip yarın Kırklareli’ye gideceğimizi söyledi. Yarın akşam beni Kızılcıkdere’de bırakıp geç meç köye dönecek. Eskisi kadar istekli olmamakla birlikte bir değişiklik olacak düşüncesiyle sevindim. Okulun belirsiz durumuna iyice üzüldüm. Hasan Amcama uğrayacağım, sorarsa ne diyeceğim? Ortaokullar derslere giderken ben ortalıkta dolaşıyorum, hem de kaç gün izinli olduğumu bilmeden. Sıkıntım bu mu? Yoksa ben başka bir şeylere de mi sıkılıyorum? “Sen yavaş ol bakalım? ”ne demek? ”Bu söz, beni incitmeli mi? Yoksa bundan bir ders mi çıkarmalıyım? Bunun utanılacak bir yanı da var mı? Kim ne biliyor, kime karşı utanacağım? yarın yola çıkacağım. Bir süre bunu düşündüm. Kahveye inince babam “İsmet’i özledik, birlikte gelin!”diye özel olarak çağrı yaptı. Kahvede fazla kalmadan eve döndüm. Dört gün süren koskoca bayram süresince kalemi elime alıp yazmadım. Yazdıklarınsa kıvır-zıvır türü tekrarlar. Köyde düğün oldu. Bizim mahalleye damat geldi. Her yere gelin gelir bizim mahalleye damat geldi. Bu bile olağanüstü bir olay. Yakın komşulardan Ali Koç olarak tanınan kişinin tek kızı evlendi. Aile Alikoçlar olarak anılır. Emine Abla’ın kardeşi Hüseyin de damat. Emine Abla damat ablası. Emine Abla bana takılmıştı, ”Sen ablan için nasıl bizim mahalleye taşınıyorsan ben de kardeşim için sizin mahalleye taşınacağım!”demişti. Ben de “Yolda karşılaşınca selamlaşalım!”demiştim de gülüşmüşük. Şimdi bu gerçekleşti. Acaba yolda karşılaşınca selamlaşacak mıyız? İçimde bir kuşku var gibi. Damat düğünü de öteki düğünlerden farklı değil. Davul zurna, dandan da dandan. Sık sık bizim kahveye de geldiler. Bir bakıma iyi oluyor ama hep aynı havalar çalınıyor. Özellikle zurna ile çalınan şarkılar biraz gülünç oluyor. Köydekiler hoşlanıyor. İki de bir “Dağlar dağlar, viran dağlar. At martini de bre Hasan, Yemenim dalda kaldı, Gözlerim yolda kaldı, Yıkılsın meyhaneler, Sarhoşum nerde kaldı? …. Düğün, on gün önce olsaymış herhalde davullar dan diyemeyecekti, Kar, kıştan başka köy bomboş gibiydi. Davulları dinleyip oynayanların tamamı askerden gelenlerdi. Önemli sayabileceğim olaylar o denli çok değil. Babam, ağabeylerimin, beni de ekleyerek bir arada olması benim için unutulmaz bir anı.
Yemeğimiz çok önemliydi. Özellikle askerlerin bir arada oluşu babamı çok sevindirdi. Babamlar Bulgaristandan göçmeden önce benzer şekilde toplanmışlar. Sofralarında bir kardeş eksik(Müderris Ahmet Amcam, edirne’de okuyormuş) 14 kişi olurlarmış. Ne raslantı bizim sofrada da ondört can vardı. Üç ağabeyim bir eniştem üçer kişilik dört aile 12 can, babamla ben, ondördü tamamladık. Babam 40 yıl önceki yemeklerini anımsadı, gözleri dolu dolu oldu ama gene de gülerek anlattı. İki ablasının evliliklerini, çocuklarını beş erkek kardeşinin çocukların bize bir kez daha tanıttı, bana sıkı sıkı bunları yazmamı tembih etti. Daha önce de sözlediği için yazmıştım, hemen çıkarıp okudum, . buna da çok sevindi. Babamın sevinmesi nedense beni düşündürdü. Kırk yıl önceki yemeklerinden söz ederken o yıl içinde annesiyle babasını kaybettiğini söylemesi beni çok üzdü. Babam onu söyleyince kendisi üzülmüştür diye üzüldüm. Oysa babam (belki görünüş olarak) çok doğal gibi söylemişti.
Yatarken ablam “Sabah erken kalkacaksın, hemen uyu demesine karşın bir süre uyuyamadım
9 Ocak 1942 Cuma
Karanlıkta kalkıp yola çıktık, Ağabeyim akşam eve dönmek niyetinde, ”7-8 sekiz saat yoldayız!”diye atlarla konuşuyor. Bir başka tasarısı da, Kırklareli’de Muhittin Eniştem ya da akrabalardan biriyle karşılaşırsak beni onlarla yollayıp kendisi kısa yoldan köye dönmek. Çünkü o zaman yol en az iki saat kısalıyor. . Bu kez ben, ”Çok tanıdık olmaya gerek yok, köye gidecek birini bulursak ben ona takılır giderim!”Azrabada iki, de komşumuz var, Pehlivan Mustafa ile Poyraz Hasan, ikisi de Aşağı Mahalle’den. Kavakdere köyüne inerken güneş doğdu. Oldukça ayaz. Güneşi görünce günün güzel olacağı umudu arttı. Bir süre Kavakdere köyü üzerine konuşular. Bizim köye çok yakın olmasına karşın iki köy arasında hiçbir ilişki yokmuş. Bizim köy Lüleburgaz’a bağlı, Kavakdere ise Kırklareli’ye bu ayrılık köylerin ilişkisini azaltıyormuş. Bir de mer’a kavgası yapılmış. Bu kavka ıllar önceleri olmuş ama öfkesi uzun sürmüş. Kavakdere’den sonra Asılbeyli köyünden geçiyoruz. Asılbeyli bize uzak olmasına karşın, tanıdık bir köy, herkesin tanıdığı var, gelme gitme yapılıyor. Özellikle güz sebzelerini bizim köylüler çoğunlukla buradan alırlar. Kırklareli’ye istediğimiz zamanda geldik. Arabayı, hrzaman gittiğimiz hana bırakıp Ali Ağabeyimle hastaneye gittik. Ben amcamın yanında kaldım Ali Ağabeyim işilerini görmeye gitti. Amcam beni gördüğüne sevindi. Ben de sevindim. Ancak Amcam, ”Benim en yoğun günüm salıdır. Kırklareli pazarı olduğu için çok gelen olur. Bunların bir bölümü de “Hazır gitmişken hastahaneye de uğrayalım deyip bir evrak düzenletirler. Bizim işimiz de bu evrakları kovuşturmaktır. Çoğu gereksizdir ama vatandaşın isteği olduğundan yapmaz zorundayız. Hastahanemizin adı Millet Hastahanesidir. Amcamın durumunu biraz biliyordum ama gene de uğradım. İsmetlerde kalırsan tekrar gelirim, diyerek amcamdan ayrıldım. Ali ağabeyimle buluşma yeri olarak konuştuğumuz kahveye gittim: Ali Ağabeyim Kızılcıkdereli Cambaz Osman’la oturuıyordu. Cambaz Osman’ı ben de tanırım, bizim köye çok gelir. Biizim köyde Abdi Ahmet olarak tanınan benim de dayı dediğim kişinin kardeşidir. Ayrıca Muhittin Eniştemin de burada olduğunu öğrendim. Ablam, helva ile lokum ısmarlamıştı onları aldım. Çocuklar için de leblebi şekeri alıp aralarına ekledim. Arastayı gezdim. . Pehlivan Amcamın kahvesine uğradım. Muhittin Eniştemin az önce çıkıp Belediye’ye gittiğini öğrendim. Belediyeyi biliyordum, kapıdan girerken Muhittin Emiştmi buldum. Beni görünce birdn şaştı, sevindi;ben bir şey demeden “Seni bize götüreyim mi? ”diye sordu. Sanki hayır diyecekmişim gibi bir tavır takınarak, ”Bilmam ki? gibilerde numarası yaptım. Muhittin Eniştem durumu anlamadı, ”Hadi hadi, düşünme, İsmet sevinecek, o biraz sıkıldı!”dedi. ”Olur, Ali Ağabeyime haber vereyim, deyip ayrılırken eniştem bir saat sonra Pehlinan’ın kahvesinde buluşalım!”deyip gene Belediyeye girdi. Pehlivan Amcanın kahvesinde Ali Ağabeyimle Hasan Amcamı otururken buldum. Hasan Amcam beni yemeğe götürdü. . Arastanın karşısındaki Lokanta yazan bir yere girdik. Amcam “Ne yersin? ”diye sorunca güldüm”Yemek!”deyip durdum. Bu kez de amcam güldü, az ilerideki kaynayan kazanımsı kapları gösterdi, ”Yeğenim onların hepsi yemek, içlerinden seçelim!”Amcam seçince ben de onun seçriğinden istedim. Bamya, pirinç pilavı-Revani yedim. Amcam çok kalamadı, Ayrılırken, ”Sal günü gelirsen akşama kalmak üzere gel, böyle gelip gideceksen Salı günü dışındaki günleri seç!”deyip ayrıldı. Pehlivan amcamın kahvesinde beklerken Ali Ağabeyim, son sözü söyledi, ”Biz dönüyoruz, geleceksen haydi arabaya, kalacaksan Allahaısmarladık, herkese selam!”dedi. Kaldım. Bir süre sonra Muhittin Eniştem geldi, kendisi burada kalacakmış, beni alıp Kızılcıkdere’ye gideceklerin yanına götürdu. İki, at arabası yola hazırdı. Birinde tanıdığım Karaburun Veli vardı, Kır Hasan denilen akrabamız Hasan’ın arkadaşıydı, onun arabasına atladım. Konuşa konuşa Kızılcıkdere’ye ulaştık. Köye girerken hava birden değişti, lapa lapa kar başladı. Sabri bahçedeymiş, ”İsmet!” diye bağırdı. Önce şaşırdım, Sabri İsmet’in küçüğü, ağabey, demesi gerekirken, adını söyledi. İsmet çıktı, birlikte içeri girdik. Zühre Teyzem gene ağlayarak karşıladı, boynuma sarıldı. ”Zayıflamışsın!”dedi. İsmet için de aynı sözleri söyledi, ”Size bakmamışlar!”dedi. Yokluklardan yakındı, Muhittin Eniştem Askeriye Mütahitliği yapıyor, aradığını bulmakta güçlük çekiyormuş, onları anlattı. Teyzem ayrılınca İsmet bana, ”Annemisenin sevgili Zühre teyzen hep böyle yakınır!”dedi. İsmet’in büyüğü Ayşe evlenmişti, ayrılmış eve dönmüş, geldi, ”Hoş geldin!”dedi. Evlenmeden önceki durumunu biliyordum, çok güzel bir kızdı. Başını o zaman kapatıyordu. öyleyken güzelliği belli oluyordu. Şimdi kasabalılar gibi açmış ama, yüzü kederli, yaşlılar gibi bakışları değişmiş. Bunu hemen anladım. Bir şey daha anladım;İsmet ablasını adıyla çağırıyor. ”Ayşe, şunu yap!”deyiverdi. İsmet’e hemen sordum, neden böyle? ”İsmet çok yılgın bir tavırla “Ne bilryim dayı, bizim evde böyle oluyor!”Küçük kardeş Sabriye geldi, Sabri nerde? diye sordu. Durumu iyice anladım. Bu arada bir de tanımadığım bir kız geldi, bana yakınımmış gibi sokularak “Hoş geldin!”dedi hemen ayrıldı. İsmet’lerin ev kalabalık. Karı koca öğretmenler küçük kızlarıyla geldiler. Üst katta oturuyorlar, ”Ses duyduk, geldik dediler. Az oturdular ama tumturaklı sorular sordular. Bayan Hamdiye Öğretmen çok konuşkan, akordiyon çaldığımı duymuş hemen sorduişu parçayı çaldın mı? bu parça çok güzeldir, den Alpullu’da bizi evine çağıran Fikri Beylere getirdi. Nazif Öğretmense Ankara’yı, Hasanoğlan’ı sordu. Öğretmensiz geçen dersler için üzüldüğünü ekledi. Onlar kalkınca İsmet’le yalnız kaldık. İsmet, tatilin uzamasından yakındı. Konuştukça anladım, İsmet gerçekte başka bir olaydan tedirgin. Anlatmadı ama anlar gibi oldum. Muhittin Eniştemle Zühre Teyzem arasında çok eskilere dayanan bir zıtlaşma olduğunu ablalarımdan duyardım. Ancak beş çocuk yetiştirdikten sonra bu gerginliğin olabileceğini hiç düşünmemiştim. İsmet bir iki kem kümden sonra açıkladı, bu anlaşmazlık İsmet yüzünden olmuş. Benim çok iyi bildiğim bir olay: İsmet köyde bir kızı beğeniyordu, İlkokuldan beri bilinen bir olay. Benim C ile olduğum gibi bir şey. Zühr Teyzem kızı çok beğeniyor, erken evlendirip, kendi beğenisine göre yetiştirmek istiyor. Kızın ailesi buna razı değil. Ancak kız da Zühre Teyzemin önerisine yatkın. Muhittin Eniştemse İsmet’in okulunu bitirmesini beklemek istiyor. Teyzem, kimseyi dinlemek gereğini duymuyor, kızı eve alıyor. Böylece İsmet kızı kaçırmış oluyor. Büyük bir suç. Çünkü kız 18 yaşını henüz bitirmemiş. İsmet okulda. Dava konusu olduğunda İsmet okuldan atılacak. Muhittin Eniştem bu karışık işten İsmet’i kurtarmak için gece gündüz çalışıp bir yol buluyor. Kısacası kızın ailesiyle gizliden anlaşıyor. Aile davacı olmuyor. Kız Muhittin Eniştemin gözetiminde 18 yaşını, İsmet okulunu bitirecek. İşte şimdi bu beklenti içinde günleri geçirmekteymişler. Ancak Muhittin Eniştem tedirgin. Bu kez de bir başkası okula ihbartda bulunursa kaygısı onun uykularını kaçırmış. Bu nedenle arada Zühre Teyzeme sitem ediyormuş. Teyzem dediğini yaptırmanın mutluluğu içinde olduğundan Muhittin Eniştemin sitemlerine olabildiğince sert tepki gösteriyormuş. İsmet kendini hazırlamış, kızı da seviyor. Tek sorunu, okulu bitirmeye uzun zaman oluşu, bir ded ihbar yapılırsa okulun alacağı tavırın ne olacağı. Avukata danışmışlar. Avukat: Kızın ailesinin dığındaki ihbarların okulca dikkate alınmayacağını, mahkeme kararı dışında da okuldan çıkarılamayacvağını, söylemiş. Bu onları biraz rahatlatmış ama gene de diken üstündeler. Muhittin Eniştem durup durup, Zühre Teyzem için İsmet’e”Annen, İlk günlerin öcünü almak için, seni düşünerek değil beni üzmek için bu tezgahı kurdu!”diyormuş. İsmet en çok bu karşılıklı suçlamalara üzülüyor. Geldiği günden beri kitap açmak şöyle dursun, okulla ilgili herhangi bir olay bile aklından geçirmemiş. İsmet’le yan yana yattık. Bir süre gözlerimi yumarak İsmet’i izledim. Yatağında döndü durdu. Sanırım bu biraz da olayı bana anlatınca duygularında bir depreşme oldu, biraz da ondandı. Az sonra soluk alışından uyuduğunu anladım, rahatladım. Sanırım ben İsmet’ten daha rahat değilim. Ancak benimki belki daha derimn ama İsmet gibi yaygın değil. Yarından sonra gene köye döneceğim. Tatilim uzayıp gidecekse ne yapacağım? Bir daha “Aptal!”sözünü duyacak mıyım? Yoksa o kulaklarımdaki ses yankılanıp ağır ağır uzakalşıp kaybolacak mı? Gülen yüz, kirpiklerini titreterek bakan daha sonra yaşlanan gözler, pişman olduğunu söylerken değişen yüz kaybolup gidecek mi? . . . .
10 Ocak 1942 Cumartesi
Sabri’nin kalınlaşan sesi, İsmet!”tık tık eden kapı. İsmet uyuyor. Kalkıp kapıyı açtım, Sabri, ”Uyanıksınız diye vurdum, uyuyacaksanız uyun!”dedi ama Zühre Teyzem konuştu, ”Kalksınlar, sütleri-yumurtaları soğudu. İsmet uyandı, bağırdı: Soğusun, onlar bulgur çorbasını bile soğuk içiyorlar. Ayşe’nıın sesi geldi: ”Ay bu ne böyle, bu, geldiğinden beri bir bulgur çorbası tutturdu, soralım bakalım bu bulgur çorbası neymiş? ”Gülüştüler. Herkes kahvaltısını yapmış. İnce bir kar yağmış. İsmet’le Sabri bir işler yaptılar. Zühre teyzem geçmişten söz ederken birden bana doğru eğilerek gülümsedi, yavaş bir sesle sordu, ”Beğendin mi? Ne sorduğunu anladım ama bir den duraksadım;”Beğendim !”demek doğru olacak mı? ”diye düşündüm. Teyzem açıklayarak sordui”Gelinimizi beğendin mi? ”Aklımı kulandım, ”Anne- oğul siz beğendiğinize göre ben görmeden önce bile beğenmiştim!”dedim. Teyzem kızın özelliklerini anlattı. Ailenin, bu tür bir evliliğe karşı olduklarını böyleyken insanca davrandılar sorunu çıkmaza sokmadılar!”dedi. Beni sordu, ”Sen ne yaptın? ”Senin hazır bir yavuklun vardı!”dedi. Benim olayımı olduğu gibi anlattım. Bu kez büyük ablamı eleştirdi. Havva görevini yapmamış, kaç yıl okursan oku, kız gelir senin evinde otuurur, babana bakardı!”dedi. Kızın ailesini anlattım. Okuldan önce kızla anlaşmıştık, tam o sıralar annesi öldü, artkasından ben okula gittim. Okula gidince de düşüncelerim çok değişti, köyden evlenmemeye karar verdim!”dedim. Zühre Teyzem azıcık duraksadı. sordu: Doğru mu düşünüyorsun? Kasabalı kızlar ev işlerini yapamazlar, onların aklı fikri süslenmektir. . Köylerde, drken sözünü kestim, ”Ben köye dönmek niyetimde değilim, okumayı uzatacağım!”deyince Teyzem gülümsedi, “Aaaa, eveeeet! Biliyorum, sen büyük amcana öykünüyorsun, o da öyle yapmış, okumuş okumuş sonunda kasabadan biriyle evlenmiş, Muhittin götürmek istedi ama ben gitmedim, onlar bize gelmedi. Zaten biliyorsun onlar senin baba tarafın!”Gelin adayı geldi, Zühre Teyzemin kulağına birşeyler söyle di. Teyzem, ”Öyle mi, ya? diyerek ayrıldı. Birilerinin geleceği anlaşıldı. İsmet geldi, birlikte Elif Temzeme gittik. Elif Teyzem, annemin büyük, Zühre Teyzem küçük kardeşi. Beni gördüklerinde teyzelerimin biri “Ablam! Öteki kardeşim!”deyip annemi anar arkasından da ağlamaya başlar. Onlar ağlayınca tüm duygularım kabarır az olan anılarım büyüyerek içimi doldurur. Onların yüzlerinde annemin yüzünü görür gibi olurum. Bşir süre ağlamamak için diretirim. Bu kezde boğazımda bir düğüm oluşur. O düğümü yutmaya çalışırım. Bir sür sessiz kalırız. Onlar benim nasıl olduğumu sorunca, ”İyiyim!”der konuşmaya başlarım, bundandan sonra konuşmam kolaylaşır. Kendimle ilgili soruları rahat yanıtladıkça açılırım. Sanki annem gelip onlarla birleşmiş gibi bir sevinç kaplar beni. bu durumum ayrılıncaya dek sürer. Ayrılırken gene bir can değil iki canı kaybediyorum acısı içinde burnumdan zehir akarak uzaklaşırım. Yaşlar gözümde birikir, akmaz, top top olur kirpiklerime asılarak sallanır durur. Gözlerimde her zaman bulunan sıvı bu sıralar, acı, tuzlu bir duruma dönüşür, gözlerimi yakar. Gözlerimden kaynayan bu zehirli suyun burnumden geçerek aşağılara indiğini duyumsarım. Ellerimde, ayaklarımda bile bir karıncalanma olur. Yalnız kalınca kndimi tutamam ağlarımAğlayınca geçer. Buna iyice alıştım. Bu kez bir dğişik durum sezdim, benimle ilgili konulşmalarda bana güvenleri arttığından olacak iyimser konuştular, kesinlikle kaygılı sözler söylemediler. Ancak sonun “Keşke ablam-kardeşim görseydi!”deyişleri benim duygusal düzenimi değiştirmeye yetti. Şanssızlığıma geldi, Mehemet Dasyım Kırklarel’ye gitmiş, erken gelecekmiş. Elif Teyzem, akşam onlarda kalmamı istedi. İsmet’le de öyle anlaştık. Haydar’ı anımsadım. Evi yakınmış, uğraık Haydar da Kırklareli’ye gitmiş. , göremediğime üzüldüm. İsmet, eve gitmemizi istemedi, kahveye gittik. Onun tanıdıkları toplandı, bana sorular sordular. Hepsi benden küçük, benim bir çok tanıdığım vardı hepsi asker olmuş. Dün gördüğüm Karaburun Veli neden gitmedi? O ikinci askerliğini sürdürüyormuş, o da Havadeğişimine gelmiş. İsmet bu kez beni okla götürdü. Nazif Öğretmenle uzun uzun konuştuk. Çok çalışkan bir öğretmen. Okul pırıl pırıl. Hasanoğlan’daki okulu anlattık. Nazif Öğretmen çalışmaları meslek sevgisine bağlıyor. ”Biz karı-koca öğretmenliği seçtik, başka bir düşüncemiz yok, İsmet’i göstererek, ”İşte bizim işimiz İsmet gibi bie kaç değil elli İsmet yetiştirirsek ki bunu yapmak için çırpınıyoruz. Bu da çalışmayla oluyor. Ancak elimizded olanaklarımız var. Kasaba yakın, oradaki arkadaşlarımızla ilişkilerimiz sürüyor, aradığımızı buluyoruz. Müfettişlerimiz sık sık uğrayıp bizi uyarıyor. Biz de karı koca buna uymak için çaba gösteriyoruz. Sdonuçta bu bir sonuç ortaya çıkarıyor. İşte bu sonuçun adı öğretmenler için BAŞARIDIR!Hasanoğlan Ankara’ya 35 km. diyorsunuz. Bu 7 saatlik yoldur. Ayrıca köyle dükkan bile yok diyorsunuz, Kahve dükkan yoksa orada kalacak bir yer de yoktur. Bu yokluğa Müfettişler bil koşarak gelmez. Müfettişlrin gelmediği yerlerde öğretmenler içinden gelerek çalışmaz. ”Çalışmaz da değil, çalışamaz. Bizim de Balkan köylerinde öyle arkadaşlarımız var, bir iki yılda ayrılıyorlar. Oralarda da burada gördüğünüz okulu bulamazsınız!”Nazif Öğretmen güldü, ”Yaaa, işte böyle, yarının genç öğretmenleri, sizleri değişik yetiştirmeye çalışıyorlar, bakalım, sağ kalırsak sizleri de göreceğiz!”deyip elinde salladığı cedveli düşürdü. Eğilirken İsmet atik davrandı eğilip aldı, Nazif Öğretmene verdi. Nazif Öğretmen teşekkür etti. ”İnsan oğlu böyledir işte, hüzünün, kederin dağlar kadarından kaçar ama sevginin, saygının zerresi onları mutlu eder kıvandırır!”dedi. Cedveli ikimize de ayrı ayrı gösterdi. Nazif Öğretmen, öğretmenlerimizden Ahmet Gürsel’i, Selçuk Korol’u, Reşat Tekinay’ı tanıyormuş. Benim İlkokul öğretmenim Ahmet Korkut’n ise sınıf arkadaşıymış, onları anlattı. Reşat Tekinay için küçük Reşat deyince ben, güldüm Büyük Reşat’da varmıydı? deyince Nazif Öğretmen “Büyük Reşat Okul Müdürümüz Reşat vardı, dedi. “Biz onu da tanıdık, Reşat Öğretmen bize onu da tanıttı!”dedim. Nazif Öğretmen gülümseyince, Reşat Tekinay Öğretmenin anlattı aşk öykülerini anlattım. Nurefşan deyince, Nazif Öğretmen, ilgiyle sordu, ”Nurefşan’ı siz nereden tanıyorsunuz, öğretmen mi olmuş? diye sordu. Duyduklarımızı anlatınca kahkahayla güldü, Doğru-yanlış demedi, “Nurefşan güzel bir kızdı. Müdür Reşat ise çok sert bir yöneticiydi. . Müdür Reşat gene bir yerlerde müdür, Reşat Tardu, soyadını Tardu aldığını biliyorum. Küçük Reşat’a verilen adın Reşat Tarduyla ilgisi olduğunu bilmiyordum. Onun boyu çok küçüktü, bu nedenle Küçük Reşat dendiğini sanıyordum. Doğrusu çok yakından da tanımam. Ancak Nurefşan’ın güzelliğini biliyorum, yakın zamana dek Edirne’de olduğu söyleniyordu. Bir ara Istanbul’a gittiği duyuldu!” dedikten sonra sözü Ahmet’lere getirdi. Ahmetler, sözünü o söyledi. İkisi ne övdü, Ahmte Gürsel Öğretmenin keman çalıştığını anlattı. ”Okuldayken matematik çalışıyordu, sonra bilinçli olarak meslek edindi!”dedi. Matematik Derslerindeki cebelleşmelerimi anlatınca, “Anlaşıln sen Ahmet’i çok sevmişsin, işte bu da Ahmet’in mutluluğudur. Bunu uyunca uçar!”dediyince mektuplaşmamızı anlattım. Nazişf Öğretmen gülşerek:
- O, siz işi iyice dostluğa dökmüşsünüzBu daha iyi, bu insanlık ilişkisi, ideal olan da budur. Ancak bu herkesten beklenmez. Dilerim İsmet’le biz de bunu deneyeceğiz, değil mi İsmet? diye sordu. İsmet dalmış, Nazif Öğretmenin sözünü tam anlayamadı, Neyi? Diye sorunca, Nazif öğretmen gülerek:
- Tamam işte, ben bunu demiştim, bu herkesten beklenemez!Bu biraz da şans işi!deyip ayağa kalktı. Ne zaman gideceğimi sordu. ”Yarın!” deyince görüşemezsek iyi yolculuklar, başarılı çalışmalar diledi. İyi izlenimlerle ayrıldık. Eve döndük. Sabri “Mehmet Dayım geldi!” deyince, ben gitmeye hazırlanırken, Zühre Teyzem, ”Mühittin Enişteni görmeden gidersen çok üzülür, erken gelirse İsmet seni alsın az da olsa konuşun, eğer gelmezse yarın sakın gitme hepimiz güceniriz, ayrılmıyoruz, duydun mu? ” diyerek biraz da çıkışarak konuştu. Teyzemin bu tavrı hoşuma gitti. Elini öpmek için tutarken elini sertçe çekti, ”Yok öyle şey, ayrılmıyoruz, Muhittin arkandan konuşursa ben ona dayanamam. Bizi üzme!” dedi arkasını döndü. Güldüm, Bu daha iyi oldu, deyip İsmet’e takıldım. Çıkınca İsmet, ”Dayı annemin sözlerine aldırma!”dedi. ”Ne demek aldırma ben onlardan çok hoşlanıyorum, onlar benim için en güzel sözler, ağız ucuyla değil yürekten söyleniyorlar. Ben onları çok iyi anlıyorum, onlar, hiç unutmayacağım öğütler olarak belleğimde terütaze olarak kalacak!” dedim. Dediklerimden bu kez İsmet duygulandı, Dayı gerçekten sen benden daha olgunsun, benim önemsemediğim sözleri çok başka olarak değerlendiriyorsun, sonradan düşününce ben de öyle düşünmeye başlıyorm!”Tam anlamadım ama İsmet’in belli bir saptama yapmıştır, diye düşünrek, ”Haklı olabilirsin, ben ilkokuldan sonra açıkta kalınca çok üzüldüm. Dünyam karardı ; okulda sevdiğim bir kıza karşı kendimi aşağınlanmış bir zavallı olarak düşün düm , bundan da çok acı çektim. O acının yarıdan çoğu şimdi bile yüreğim oturmuş durumda. Okula gidemeyince o kıza gürünmemek için bucak bucak kaçtımÖyle ki, burnumun dibindeki, okul için hergün gidip geldiğim köye tam üç yıl uğrayamadım. Oklu bitirdikten sonra Hamitabat’ı ilk kez boydan boya Alpullu’dan tatile çıkınca yürüdüm. İsmet’lerin evle Mehmet Dayımın evi arasında bir yol vardır. Bahçe kapıları. Birbirine karşıdır. İsmet’le bizim ağır yürüyüşümüzü gören Mehmet DayımBağırdı, ”Hadi yürüyün biraz, sizi beklerken dondum, kapılar açık, evi soğuttuk, siz de donacaksınız!”Yürüdük. Tam dayımlara girdik, Muhittin Eniştem geldi. Mehmet Dayım, bana “Bu gece tutuklusun, istersem İsmet’i bırakmam Muhittin Ağanın keyfine uyacak değiliz!”deyip bizi çekerek oturttu. Dayım şakacıdır. Şakalar arasında da söylyeceklerini rahatça söyler. Mehmet Dayım şehit çocuğu, Büyük ebnişte Çanakkale Savaşında şehit olmuş. Teyzem tek çocukla kalmış, ”Alın yazısı!”deyip dayımı büyütmüş, yaşamı böyle algılayıp sürdürmüş. Görünüşte anne oğul mutlular. Yeng de onlar derecsinde uysal, anlayış içinded çocuklarını yetiştirmeye çalışıyorlar. İsmet geç vakit gitti. Ben, yarın gitmemek üzere kaldım. İsmet gittikten sonra dayım yorgun hemen esnemeye başlayınca onu daha çok yormamak için, erken uyumaya alıştığımı söyledim. Yengem, ”Aman ne iyi konuk, ev sahiplerine uyuyor, biz de her gece böyleyiz, önce tavuklar, sonra çocuklar arkalarından biz yatarız, annem kimi zaman daha gündüzden yatar. Ancak o tavuklarla yatar ama horozlarla da kalkar, Aa. !”deyip güldü. Yatınca yeri hiç yadırgamadım. Bedenimle kendi evimizde gibiyim ama düşüncelerimde kendimi Kızılcıkdere köyünde tutmaya çalışıyorum. Muhittin Eniştemle Zühre Teyzemin çatışmasını yadırgadım. Zühre Teyzem haklı mı haksız mı? Bir bakıma haklı buluyorum, ölenler bir gün dirilecek diyorlar. Annem dirilirse babamdan, ablalrımdan ağabeylerimden hesap sormayacak mı? ”Hani verilmiş sözler deyince anneme ne söyleyecekler? Ağladım. Uzun süre uyuyamadım. Zühre Teyzem belki böyle düşündüğü için İsmet’i istediği kızla evlendiriyor. 20 yaşıma girmeme karşın ben annem için ağladığıma göre Zühre Teyzem de oğlunu bu açıdan değerlendirip annelik görevini yapıyor. Muhittin Eniştem İsmet’in okuldan çıkarılacağını düşünmesi de doğru, bunda yerden göğe dek haklı ama, öğretmenlik bir iş, İsmet öğretmen olmadan da yaşayabilir. Oysa yaşamında bir kez yapılacak evlilik, eş seçme çok daha önemli. Teyzem bunu düşünüyor. Bilinmez ama belki kendisi bunu yapamadığı için yüreğinde bir yanıklık vardır…Elinde lambayla birisi gezindi, kapı açıldı kapandı, Elif teyzemdi. Onu düşündüm, Eniştem şhit olduğuna Mehmet dayım iki yaşındaymış. Küçülk amlamdan bir yaş küçükmüş. Tam 28 yıldır elinde küçük ışığı belki Mehmet Dayımı böyle korumaya çalışıyor. Anneler hep böyle galiba. Zühre Teyzem bir başka şekilde oğlunu korumaya çalışıyor. Elif Teyzem linde lamba evin içinde dolaşıyor. Yine onu anımsadım, Arifiye’deki Yıldız’ın annesi, ”Kızımın yakında bulanarak yetişmesine yardımcı olmak, iyi süt emmiş bir eşle yuva kurmasını sağlamak umuduyla burada çalışıyorum, yorucu ama katlanıyorum, kızım iki yıl sonra öğretmen olunca işlerim hafifleyecek!”demişti. Bunu diyenin annenin yüzünü anımsamaya çalışırken uyudum….
11 Ocak 1942 Pazar
Dayım erkenci, sabah işlerini gördüktn sonra yüksek sesle konuşarak, ”Bizde böyle, Akşam , erken sabah erken!”deyince daımın askerlik işi aklıma geldi. Sordum, bizimkiler hepsi, izindeler, sizin askerlik derken güldü, sizin kilr ikinci parti 323, 24, 25, 26i27 bizim parti 3238’le başlıyor, zinimiz on gün sonra bitiyor. Ben 2’5 aydır evdeyim. Birliğim Vize yakınlarında, sık sık gelip gidiyorum, muharip değilip, takviyedeyim. !” Anlamadım ama, dayımın memnun oluşuna sevindim. Sezinlediğime göre Müteahhit Muhittin Eniştemin tanışi olması işleri kolaylaştırıyor. Dayım bir ara Kırklareli Vize arası bizim birliğin araçları gece gündüz durmaz, gelir geçer dedi. Bir süre askerlik işlerinden söz ettik. Benim askerlik dersinde başımdan geçeni anlattım, dayım, “Bravo, subayların bir bölümü ken dileri allame sanırlar ama içlerinde acnası cahiller vardır!”dedikten sonra kndi başından geçenleri anlattı. Vize Demirköy arasında beş kez gelip geçtiğimiz yolu bir türlü tanıyamayan yüzbaşı gördüm!”deyip adamın kemndi başını derd soktuğunu gülerek anlattı. Sürücü ere çıkışarak emirle yol döndürmüş, onları izleyen kervan dönüşü olmayan bir ormana saplanınca geniş bir orman alanını tahrip ederek geri dönebilmişler. Dayımla bu kez onun kahvesine çıktık. . Mehmet Ağa oğulları, Mehmet Ali-Enver kardeşler de bu kahveye çıkıyormuş. İkisi de asker, ikisi de bu sıra köydeymiş. Önce Enver geldi. Enver küçük olan ama daha uzun boylu. Bizim köye geldikçe konuşuyorduk. İyi ata biner, biliyorum. Bir kez birlikte at koşturduk, benim yanlışlarımı söylemişti. Atları dereye suya götürünce, dereden çıkınca yokuşa doğrulunca koşturuyordum. Genellikle koşarken C’nin evinin arkasında on un bakacaını bildiğim için böyle yapıyordum. Bir defa Enver Dayımla birlikte gitmiştik. Ben koşturup tepeye çıktım, C’nin evinden sonra bir marifet yapmışım gibi geriye döndüm. Enver Dayım başını kaldırıp iki yana salladı, ”Olmaz, bu yaptığın yanlış, bir daha sakın yapma, hayvanın keyfini bozuyorsun. O su, onun karnının dengesini bozuyor, Yakında onun karnı aşağılara sarkar, yürüyüşü bozulur. !”demişti. Bir daha atları sudan sonra yokuş yukarı koşturmadım. Enver Dayımın da Saim kadar bir oğlu var, onu da atçı yetiştirecekmiş. Mehmet dayım sordu, ”Ata bindiriyorum, onun atı şimdilik babası, deyip çocuğun yanakları okşadı. Çocuk mız mızlayınca kalktı. Sıraya girmiş gibi arkasından ağabey Mehmet Asli Dayım geldi. Anne tarafından akrabalar ama biz, yani ablamlar gelip gitmiyorlar. Mehmet Ali Dayıma göre bu gelip gitmeme benim teyzelerimin bencilliğindenmiş. Ablalarım onlarda kalmazsa bunu onur sorunu yaparlarmış. Bu nedenle de onlar bize kendileri geliyormuş ama eşlerini getirmiyorlarmış. Gerçekten ikisi de bizim köye sık gelir bizde kalırlar ama eşlerini sanırım bir düğünde getirdiler ben de o zaman gördüm bir daha görmedim. Buradaki kahveler dikkatimi çekti, kasaba kahvelerini andırıyor. Kişilr bir kenara çekilip ikişer üçer öbekleşip konuşuyorlar. Bizim kahvede olduğu gibi biri konuşurken herkes onu dinlemeye kalkışmıyor. Mehmet Dayıma bunu söyledim, güldü, ”Elbette azıcık fark olacak, burası kasabaya yakın, çoğunun kasabadaki esnafla ilişkisi var. Sizin köye göre kalabalık, en az dört katı. Sizin köyde henüz 5. okul açılmadı bizde Yeni Yazıyla birlikte 5. sınıf da açıkdı. Ortaokulu bitirenler yanında Öğretmen Ökulunu bitirenler var. Bunların yararları oluyor. Biz konuışurken Muhittin Eniştem geldi, ”Kaçtın ama yakaladım’”dedi. Ourmadan çayları söyledi. Mehmet Dayım benim yerime kaçmadığımı, özellikle Muhittin Eniştem için kaldığımı söyledi. Boş bir köşeye çekilip, uzun uzun konuştuk. Mehmet Dayım akşam uğrayacağını söyleyerek ayrıldı. Muhittin Eniştemle Edirne’de başlayan öğrenciliğimizin bu güne dek süren değişikliklerini konuştuk. Muhittin Eniştem, ”Ne olursa olsun büyüyorsunuz, sağlığınız iyi, buradan ötesi bizim elimizde değil, ”El’le gelen düğün, bayram!”sözüne uyarak gayretimizi sürdürelim!”dedikten sonra İsmet’in özel durumuna değindi, ”Arkadaş de, dayı de ne dersen de sen, daha ağırbaşlısın onu biraz daha frenle, “Deriyi yüzdü burnuna getir!”diye bir söz vardır, çoğu gitti azı kaldı sayılır, İsmet orasını bitirince okumayı sürdüremeyecek. Bari orasını tamamlasın. İstwerse öğretmenlik yapsın isterse yapmasın. Ben onu rahat bırakacağım. Tek istediğim, başladığını yüz akıyla tamamlasın!”İsmet’in çok iyi olduğunu, arkadaşlar içinde parmakla gösterildiğini, öğretmenlerinse çok sevdiğini anlattım. Muhittin Eniştem, ”Sen söylediğin için inanıyorum ama kendisiyle konuşurken onun bu denli rahat konuşamadığını üzülerek örüyorum!”deyince, İsmet övüngen bir insan değil, ben üç yıldır, İsmet’in, ”Ben şöyleyim, ben böyleyim dediğini hiç duymadım!”dedim. Muhittin Eniştem bana “Ben de sana bunun için güveniyorum, olayları dokunaklı yerinden yakalıyorsun. Bunun ben de ayırdındayım, benim oğlum övünmez!”Ama gene de ben, oğlumun , övünülecek birşeyler yapmasını bekliyorum, o varsın övünmesin, yapsın, onun yaptıklarınla ben övüneyim!”dedikten sonra sordu, ”Haksız mıyım? ” Ben “Haklısınız ama İsmet öğrenci olarak başarılı, otuz arkadaş içinde ilk beşten aşağı düşmüyor, kşimi derslere göre de iki, üç içinde bulunuyor. Öğretmenlerin gözünde ise birtinciliği ikinciliği kimseye bırakmıyor!”dedim. Erniştem gülerek, ”O birinci hep sensin değil mi? diye sordu. Başımı salladım, ”Hayır, ben bu söylediklerim için çok gerilerdeyim. Benim bşinciler iiçin olduğum çalışmalar inşaat işlerinde. İsmet sanat işlerinde beceriksiz değil ama sevmiyor. Ancvak sevmediği halde çalışıyor. Öğretmenler bunu bildiği için İsmet’i seviyorlar. Sizin sandığınız gibi ben tüm derslerde İsmet’in önümnde değilim. Belki, Tarih, Matematik, Türkçe derlerinde ondan fazla not alıyorum ama onun bir saat ayırdığı tarihe ben beş saat çalışıyorum. Hele Matematik dersine İsmet bir saat çalışırsa ben on saat çalışıyorum. !”Muhittin Eniştem biraz şaşırmışçasına sordu. ””Eeee, bu çalışmadığı zamanlarda ne yapıyor bu? ”Voleybol oynuyor, futbol oynuyor, arkadaşlarıyla başka oyunlar oynuyor, gülüyor, eğleniyor. Bu nedenle otuz arkadaşlaın hepsiyle yakın ilişkisi var. Benim ise bu anlattıklarımla hiçbir bağlantım yok. Sorsanız arkadaşların yarıdan çoğu beni sevmediğini söyler. Hele oyunların hiç birisine katılamam. En zayıf dersim, Beden Eğitimi ile Askerlik dersidir. Oysa İsmet onlardan tam not alır!”Muhittin Eniştem, gülerek “Allahıma bin şükür, seninle karşılaştırdı da yüreğim serinledi. Biliyorsun bir sıkıntımız var, onu düşünce ben, İsmet’in çıkıp geleceğini düşünüyorum. Bendeki sıkıntı onda da olursa buna dayanamaz, çıkar gelir diye düşünüyorum, uykularım kaçıyor. Bu akşamdan tezi yok deliksiz uyuyacağım, İyi ki gitmemişsin. Gitseydin de ben gelecektim. Bu konuda senin gerçek düşünceni almayı hep düşünüyordum!” Muhittin Eniştem ellerini bir birine vurdu, ”Şimdi gülerek eve gidebiliriz, acıkmışsındır birlikt bir yemek yiyelim!”deyip kalktı. Kapıda İsmet’le karşılaştık, o da yemeğe çağırmak için geliyormuş. Muhitin Eniştem hiç ilgisi olmayan bir konuyu açtı, ”Şu Çeşmekolu karpuzu, bizim köyde neden olmasın? Bu çoktan beri kafamı kurcalamakta, dayının da fikrini aldım, maşaallah dayın tarımcı olmuş çıkmış, bana bilmediğm yenilikler anlattı!”dedi. İsmet, ”Dayım, Tarım Dersinde de bir çok konuyu öğretmene anlatıyor, öğretmen dikkatle dinliyor, dayım çalışmış, çiftçiliği biliyor!”dedi. Eve böyle girdik. Ben, “İki arada bir derede!”denildiği gibi değişik iki konu arasında kaldım. Susmayı, kesik konuşarak yeni bir konunun açılmasını bekledim. Sofrada Zühre Teyzem okul yemeklerini bana sordu: ”İsmet anlatmıştır, onun anlattıklarına katılıyorum, ancak ben yemek seçmediğim içi, n sanırın İsmet kadar yakınmayacağım!”dedim. Muhittin Eniştem söze karıştı, ”Hükümet tüm yiyeceklere el koydu, ihaleler dışında satışlar durdu. İhaleler de aslen ağzında, özellikle oklul ihaleleri yılda bir kez yapılır. O da Mali Yılın ortalarına gelir. Öğrenci artışı nedeniyle kilerdekilr biterse o okulda yemek düzeni kurulamaz. Hele sizin okulda bu düzen sanırım Edirne/Karaağaç sonrası kurulamadı. Hasanoğlan için ise hiç sözüm yok zaten oraya kampa gittiniz!”Zühre Teyzem alay edercesine, ”Eeeee, ne dedin sen şimdi? Bu çocuklaronlarıne konan her yiyeceği, daha doğrusu yenilmeyecek döküntüleri yesinler mi? O yok bu yok, besleyemiyeceklerse toplamasınlar. Üstelik toplayıp dağ başlarına götürüyorlar. Ben çocuğumu Edirne’de okuyacak diye gönderdim;hadi neyse Alpullu, Lüleburgaz dediler ses çıkarmadık, Ankara deyip Allahın dağ köyüne sürmeye hakları var mı? Amannnn Muhittin, savunmaya çalışma şu savunulamayacak kurumları. Bulaştık bir kere kurtulamıyoruz de, de tartışmayalım çocukların yanında!”Zühre Teyzem zehir gibiymiş, bilmiyordum. O denli haklı ki, biraz daha konuşsun istedim. Ancak onlar zaten tartışıyorlarmış. Muhittin Eniştemin neşesini kaçırmamak için, yemeklerin dışında okuldan bir yakınmamız olmadığını, Hasanoğlan’daki okul yönetiminin iyi kurulamadığını, Yeni müğdürün ilk konuşmasında daha çıngar çıktığını anlattım. Zühre Teyzem bu kez İsmet’e çıkıştı, ”Benim oğlum bunları görmedi mi? Gördü ama babası gibi toz kondurmamaya niyet etmiş, açık vermeyecek. !”deyim güldü. İsmet, sinirlendi, ”E anne, gelir gelmez okulumu mu çekiştirecektim? ”Bunlar uzun zaman içinde konuşulacak şeyler. Dayım burada anlatıyor ama, o kendi evinde daha bunları anlatmamıştır!”Ben, İsmet tarafını tuttum, ”Gerçekten biz daha bunları konuşmadık. Zaten ağabeylerim, biliyorsunuz askerde, yengeler, çocuklar kendine özgü sorunlar içinde. Babam sürekli kahvede. Ben, sürekli deyince Zühre Teyzem dayanamadı, ”Ders çalışıyorsun!”dedi. Ben, ”Hayır ders çalışmıyorum, roman okuyorum!”deyince bir acayıp baktı. ”Ne romanı bunlar? ”diye sordu. İsmet anlattı, ”Hamdiye Öğretmenin okuduklarından!”deyince Teyzem, ”Siz beni kandırıyorsunuz galiba , Hamdiye Öğretmemnin okuduklarını öğrenciler okur mu? İsmet güldü, bana, ”Hamdiye Öğretnin okudukları ne biliyor musun? Pol ve Virjini, Poliyana, Çocuk Kalbi, Beyaz Zambaklar Memleketi, Yakılacak Kitap, Dağları Bekleyen Kız, Çalıkuşu v. b!”. diye sıralayınca ben de, ”Çalıkuşu gibi kitapları biz ders olarak okuyoruz. Üstelik, İsmet’in saydığı kitapların hepsiini ben okudum. İlk üçünü ise bir daha okumak istiyorum. Ancak bizim okuduklarımız bunlardan çak daha farklı, bize öğretmen gibi ders verenleri var. !”Teyzem hangilerini dinlediyse oaraki kimi kişilere takılmış, ”Onlarda kötü insanlar var!”diye diretti. Bu kez ben de, ”O kötülerin karşısında kesinlikl iyileri de var, biz onlardan ders çıkarıyoruz!”dedim. . Teyzem, ”Neyse ben sizin işinize karışmamayım, siz kendi aklınızı kullanın!”dedi. Muhittin Eniştem bir kahkaha attı, ”Zühreciğim, bu olgunluğu bana da göstersen, ne iyi edersin!”Zühre Teyzem dikkatle baktı, ”Sana göstersem, gösterdiklerim gibi onları da iç eder gene bildiğini yaparsın!”Muhittin Eniştem, ”Tamam tamam tamam!ben sözümü geri aldım!”deyip sustu. Oldukça gecikmiştik. Yatarken Zühre Teyzem “Yarın gitmeye kararlı mısın? ”diye tekrar sordu. İsmet açıklama yaptı, ”Dayımın kalmasını ben de istiyorum ama, yarın Deveçatak’a gidecek arkadaş var, oraya dek birlikte gitmesi iyi olacak!”diye beni destekledi. Teyzem sesini çıkarmadı. Yatarken İsmet, annesinin sözleri için özür dilemeye kalktı. “Teyzemin sözlerine tümüyle katılıyorum!”dedim. İsmet şaşırdı, tekrar sordu, “Hangi sözlerine? ” “Okul için!”deyince İsmet güldü, “Yanlış anladın, ben romanlar konusunda!”deyince onun üstünde durmadığımı, benim babamın da aynı düşüncede olduğunu anlattım. İsmet hemen uyudu. Ben İsmet’in durumunu bir daha gözden geçirdim. Sevdiği kızla bir arada durması nasıl olacak? Durmazsa ne olacak? Giderek ilgimi çekti, birbirine nasıl alıştılar? Anne-babalarının yüzlerine nasıl bakıyorlar? Derken köye döneceğimi anımsayıp gene Emin Ablaya aklımı taktım. Üzülüşünün, ağlayışının acısını duydum. Giderek daha önceki olayları anımsadım. Emin Ablayı ben okula gitmeden önce görmüştüm. Gene ablama geliyordu. Kardeşini de tanımıştım. O zaman ilgimi çeken bir durum yoktu. Aklım fikrim A’da idi ama adını bile anamıyor C için yaşayacağımı sayıklıyordum. Okula gidinceye dek bu böyle sürdü. Okula gidince durum değişti. A da C de kendi yönlerine dönüp gittiler. Ben de zaten gözlerimi başka yöne döndürmüştüm, okuyacaktım. Arkadaşlar akşam sabah kızdan kadından söz ederken karışmıyordum. İlk yıl böyle geçti. Lüleburgaz’da kalırken kısa bir yaz tatili yapmıştık. O günlerin birinde Küçük ablama gitmiştim. Ablamın küçük bir sebze bahçesi var, biber, domates, patetes gibi yiyecekleri, taşıma suyla sulayarak yetiştiriyor. Aralara mısır ekmiş. Gittiğimgün tam mısır zamanıymış. Ben gidince ablam taze mısırları topladı. Biz mısırları soyarken Emine Abla geldi(O zaman adı Emine Abla değildi, bunu daha sonra ben taktım)mısır soymaya katıldı. Ablamın içeriye girdiği bir sıra Emine Ablaya baktım, güzel bir yüzü vardı. Başını renkli bir yemeniyle bağlamıştı. Tıpkı ablalarım gibi yemeniyi iki kat edip alnında arkaya sarkıtmış, uçlarını saçlarının altından geçirip tam alnının ortasında bağlayıp uçlarını alnına doğru sarkıtmıştı. Saçları çok gür, cemberin altında öbek öbek belli oluyordu. Belikler de neredeyse kol kalınlığında, uçları kabarık olarak belidi doldurmuştu, tayların kuyrukları gibi yürürken, belinin üstünde kabarık duruyordu . Başını saran yemeninin iki yanından birer bürçek saçını da kaşlarıyla kukakları arasına kıvırarak sarkıtmıştı. O sarkan saçlar dikkatimi çekti, tıpkı mısır püsküllerini andırıyordu. Emine Abla bana Lüleburgaz kızlarını sorarken, ben onun saçlarına bakıyordum. Nasıl, neden bilmem ben, püsküllü mısırı kaldırıp, “Senin püsküllerine benziyor!”dedim. Emine Abla gülümseyerek, “Benimkilere püskül denmez, onu da mı bilmiyorsun? deyince birden yüzüne baktım;azıcık alındım ama susmadım, yavaş bir sesle sordum. “Ne denir? ”O, “Ben söylemem, sen sor öğren!”diye diretince inadım tuttu, “Yok başkasına soramam, ayıp olur!”dedim, Emin Abla ne demek istediğimi anlamadı, “Ne var bunda ayıp olacak, insanlar bilmediğini sormazlar mı? Ben, “Bu başka, bunun içinde sen olacaksın!”deyince birden “Neeee, ben mi olacağım? ”diye dik dik baktı. Anlattım, “Doğal olarak sen olacaksın, senin püsküllerini soracağım. (İşi biraz da cıvıtarak) “Teyze, Emine Ablanın püsküllerinin adı ne, ya da “Amca, Emine Ablanın püsküllerini gördün mü? Nasıl derim? ”Bunu söyleyince güldü, “Seni kurnaz seni!”deyip çıkarılan mısır püsküllerinden birini önce yüzüme attı. Sonra da kalkıp bir püstülü başımdaki kasketin kenarına taktı. O kalkınca ben de kalktım. O takmaya ben düşürmeye çalışırken dirseğim biraz kabarık olan göğsün dokundu. Dokundu da değil iğice dayanıp sıkıştırdı. Bunu duyumsayıp utandım ama bilinçsiz olarak “Bu ne? ”diye sordum. yüzüme bakarak;kolunu dizlerime doğru indirip hızla öbür tarafa çekti. Tüm bedenim gerilmişti. Kolu çarparak geçti, ben utandım, yüzümü saklayacak yer ararken Emine Abla benim sorumu tekraraladı “Bu ne? ”Ablam geri gelince, soyulan mısırlar ateşe kondu, kavun karpuz, mısır sözleri konuyu değiştirip dağıtti. Tatilim bitmişti. Bu olay, sonraları unutuldu, onun bebeği oldu benim tatiller karıştı. Arada geldikçe karşılaştık ama onda büyük bir değişiklik vardı ya da beni anlamazdan geldi. Sonunda bu bu sözü, kesinlikle unuttuğuna kendimi inandırmıştım. Anımsatmak için de cesaretimi toplayamıyordum. Son olaydan sonra onun birden gülerek: İşte “Bu o!”demesini “Bu bana bir ders olsun!”deyip, yeni baştan ince planlar kurarken, arkasından gelen göz yaşları her şeyi sildi süpürdü. En iyi dileklerimle özür dileyip gönlünü alırsam, onun da içi rahat olur öyle ayrılırsam ben de tıpkı “ Bu ne? sorusunu unuttuğum gibi onu da unutacağım. A aaa, Emine abla karşıdan çıktı gülerek geliyor. İşte bu olamaz bu o değil, onu ağlarken bırakmıştım!” diyorum, İsmet beni itekliyor, “Çekil oralarını süpüreceğim, annem öyle istedi! “Yalan, Zühre Teyzem benim rahatsız olmamı istemez!”diyorum. İsmet’i iterek Emine Ablayı görmeye çalışıyorum. Ortalıktan kayboluyor. İsmet’e kızıyorum. İsmet gülüyor, konuşmasını sürdürüyor:
-Yaaaa, sen öyle bil benim annem güzel sözler söyler ama hep söylediklerini tersini yapar. Babam şişmanlamamak için yağlı yemek istemez annem yemeklere hep yağ koyar!deyince tencere dolusu yemekler var, bakıyorum, gerçekten hepsi yağlı. İsmet’e bu kez çıkışıyorum:
-Sen bir kaşık al, yağlarını temizle!Orada kaşıklar var, kaşıkları bir birinden koparamıyorum. İsmet gülüyor, “İşte gör, bunlar annemin, senin sevgili Zühre Teyzenin işleri, diyor. Kalkıp öteki odaya bakıyorum, Zühre Teyzem, gelin kızın kulağından tutmuş, kaşıkları yapıştırtıyor. Gelin eline bir kaşık alıyor havaya atıp öteki kaşıkla sıkıştırıyor. Kendi kendime kaşıkların nasıl ayrılacağını “Buldum!”deyip iki kaşığı alıyorum. “Aaaa!”Bakıyorum kaşıklar zaten ayrılıyor. İsmet’i çağırıyorum, İsmet yanımda yatıyor. Uyandırsam mı? derken kendime geliyorum. İsmet yanımda yatıyor, ben onların evindeyim. Yarın yola çıkacağım. Deveçatak köyünü severim ama kışın değil yazın. Özellikle bahçelerdeki büyük ceviz ağaçları deliksiz gölge yapar. Deveçatak’a yazın giderken babam uyarırdı, “Sakın ceviz ağaçlarının altında uyuma, baş ağrısı yapar!”
12 Ocak 1942 Pazartesi
Ayaz var ama hava açık. Zühre Teyzem, “Yürürken üşümezsin!”diyor, ağlamak için de yola çıkmamı bekliyor. Bunu İsmet söyledi. Sabri, yolda bana arkadaş olacağın kaldığı eve dek benimle geldi. Arkadaşım izinli askerlerden. Deveçatak’tan evliymiş, Kayın pederine gidiyormuş. Kızılcıkdere-Deveçatak arasını üç saatte aldık. Arkadaşım, yokuştan köye ininc okulun yanında bir eve girdi. Beni çağırdı ama , ben tanıdıklara, Moçuk Veli’ye gideceğimni söyledim. İyi demişim, Veli bugün yarın kıtasına dönecekmiş, tanışıyorlarmış. Beni rahat uğurladı. Veli’nin evi derenin karşısında, köprüye gelince köye yöneldim. ”Bir saat daha rahat yürürüm!” deyip alt yola indim. Köy çıkışındaki evin bahçesinden bir ses geldi, ”Yolcu, Çeşmekolu’ya uğrayacaksan üst yoldan git, İlerdeki orman yolu kardan kapalı, zorluk çekersin, benden söylemesi. Ses tanıdık gibi geldi, döndüm, zaten üst yola da oradan çıkılıyordu. Yaklaşınca konuşan da gülrek geldi. Çok iyi tanıdığım Aziz, köyde Kobak Aziz derlerdi o beni tanımış, Asker giysileriyle olduğu için bn tanımamıştım. Ayak üstü konuştuk. O da iki gün sonra gidecekmiş, Moçuk Veli ile aynı kıtadaymış. Selam söyleyip ayrıldım. Aziz güzel yüzlü bir arkadaş. İlkokulda çok başaerılıydı. 3. Sınıfta okurken iki kez derslerde karşılaştık. Birinde onlar bizim köy geldi, yarım gün birlikt sıralarda oturduk, İkincisinde biz buraya geldik onların sıralarında oturdukAziz derslerinde çok ii olduğu gibi spor hareketlerini de çok güzel yapıyordu. Bahçeye dikilmiş iki metre yükseklikteki demir boruya elleriyle tutunup dönmesi, kollarının arasından ayaklarını geçirmesi beni şaşırtmıştı. Sonraları başkalarında çok gördüğüm bu hareketlerin ilkini Aziz’de gördüğümden Aziz sık sık gözlerimin ömnünde canlandı. O zamanki çocuk Aziz şimdi benden daha uzun boylu bir asker. Yüzü benziyor, gözlerimle yanakları arasındaki küçük benler kaybolmamış. El sıkışıp ayrıldık. Okumasını istediğim, daha doğrusu okudukça, ”Okusaydı benden daha başarılı olacaktı, diybildiğim tanıdıklarımdan birisi de Aziz’dir. Sesi de çok güzeldi”Unutma!” adlı bir şiir okumuştu. ”Altın gözlü papatgyalar, Güzel yüzlü papatyalar…. diye giden bir de şarkı söylemişti. Delikanlılığında da Aziz’le çok buluştuk. Evlenmeden öbce Köy delikanlıları içinde de çok sevilen biriydi. Sanırım yakın akrabalığı olduğundan bizim köy geldiğinde, arkadaşımız Salim Ağa Salim’lerde kalırdı. Köy görünceye dek Aziz’i düşündüm. Bu taraftan köy zaten bizim evlerle kahve olarak görünüyor. Bu nedenle ilk görüşte kendi evimi düşündüm. En ilgin olanı da üç saattir ıslanmayan ayaklarımın şimdi ıslanması olacak. Kuru Dee denilen dere sel olarak akıyor, . Köprü yok, dalmadan geçmek olası değil, dize dek paçaları sıyırıp yukarı paterkadan eve girdim. Ablam şaşırmadı, ”Dün bekledik, gelmeyince daha da uzatacağını konuştuk. O nedenle bugün pek beklemiyordum’”dedi. . Çorap değiştirip bir süre dinlendim. Ablam gözleme pişirmişmiş, selmöaları anlattım. Ablam ilk olarak, İsmet’le gelini sordu. Gelini övdüm, ”Güzel!”dedim. Ablam gelinin ailesini biliyormuş, ”Güzel insanlardır ama işin böylesine gönülleri razı olmadı!”dedi. Gene konuşuruz diyerek, kahveye indim. Kahvedekiler, telaşla nasıl geldiğimi sordular. Onlar Kırklareli’den geleceğimi, oysa Asılbeyli yolundan gelişte köprüsüz Şeytan Deresinin geçilmezliğini bildiklerinden telaşlanmışlardı. Kızılcıkdere’den geldiğimi anlatınca yatıştılar. Bu kez ben, o dreye nden köğru yapılmıyor?“diye sordum. Güldüler. bilgili olarak tanınan Arabacı Ali gülerek, oraya köpru için padişah gerek, padişah olacak, bizleri sopayla toplayıp oraya bie Uzunköprü daha yaptıracak. O geçtiğimiz kumu yazları ben hep arşınlarım. benim adımımla 1600 adımdır. Bu en az bir km. yani bin metre, kenar dolgularıyla eder iki km. Öyle ya, köprüyü cump diye suya oturtamazsın!”deyince birisi, sen onu çocuklara ne anlatıyorsu, şimdi o köprüler yok, geçti o devir, padişah madişah mı kaldı? diye çıkıştı. Arabacı Ali, bana yardım et dercesine yüzüme baktı, Ben de, “O köprüler şimdi yapılmıyorsa bile yenileri yapılıyor, üstelik eski köprüleri gençlre neden bilmesin? Edirne’ye gidenler köprülerden geçmiyor mu? Ben, Sinanlı, Pehlivanköy, Lüleburgaz, Silivri, Babaeski, Edirne Köprülerinden kaç kez geçtim. Ali Amcanın dediği gibi o köprülerin ayaklarının doldurularak yol düzeyine çıkartılmış olduyğunu gördüm!”dedim. Bir sessizlik oldu. Babam, Muhittin Eniştemi Hasan Amcamı sordu. O sıra Hilmi geldi. Hilmi müzik heveslisidir. Dükkana girip plak koyup dinledik. Hilmi biraz çalırkeyf, azıcık şarabı varmış, onu bitirmeden gitmek istemiyormuş. Hilmi aynı zamanda askerlikte küfürbaz olmuş, “Bilmem ne yaptığımın subay ya da çavuş olarak başımıza giktiği hıyarlara küfretmezsen Vatan Görevi!”tamam olmaz, Amcaoğlu!”deyip bir küfür daha çekiyor. Kızılırmak, Yörükler Yaylası, Asker Oldum Piyade, Hey Onbeşli plaklarını tekrar tekrar koyup dinledi, söyledi, sustu. Bir ara uyukladı. Azıcık sıkıldım ama açık vermedim, kendiliğinden kalkıp bizim bahçeden kendi bahçesine atladı. Kapıdan girerken, “Yarın bize gel!”diye seslendi. Yolda Aziz için düşündüklerim Hilmi için de geçerli ne yetenekli çocuktu, giderek gazı azalan lambalar gibi sönmeye yöneldi(Fikret Madaralı Öğretmenin sık kullandığı bir söz, kitap okumayan insanlar için söyler)Dükkanın çıkış kapından çıkıp eve gittim. Uykum var, Sinekli Bakkalı açtım. Atladığım önemli noktlardan biri de Selim Paşanın karısı Sabiha Hanım, Kız Tevfik’e bir ara abayı yakmış. Onu yakından izlerken Tevfik tutuklanınca geriye çekilmiş. Ancak Tevfik affedilip geri gelince Sabiha Hanımın yaşlı gönlü gene kıpırdamaya başlıyor. Ne var ki, bu kıpırdamalar giderek azalıp sönüyor. Gönlünde salt bir Kız Tevfik resmi kalıyor. O da Rabia’yı zaman zaman Kız Tev fik’in üstüne yaslayıp düşlerini kurmaya çalışıyor. Kitabın buraya kadarki içeriğinde evlilik, çocuklar, anne-babalık için aklımca güzel bir ip ucu buldum. Çok kötü bir adam olan İmam İlhami, kendi düşünsel zehrini kızı Emine’ye ekiyor. Bu zehir Emine’de yüzde yüz tutyor. Ancak İmam İlhami aynı zehri torununa da ekiyor ama, beklediğini bulamıyor. Gene de etkisi oluyorsa da çoğunlukla ters bir tepki görüyor. Rabia , Emine-Tevfik karışımı gibi ise de İmam İlhami’nin ekintileri yozlaşarak büyüyor. “Buğdaylar arasında yetişen yaban otları!” gibi. Burasını, ilk Türkçe Derserimizde ortaya getireceğim. Hava karardı. Ablam yavaşça “Sütünü getireyim mi? diye sordu. Zühre Teyzemi anlattım. Ablam önce güldü, sonra da ağladı. Bana, “ Sen her olayın doğrusunu öğrenmeye meraklısın. Bende de bu merak vardı ama köreldi, gitti. Kimin konuşup işin doğrusunu öğrenebilirdim? Neyse…Zühre Teyzen gençliğinde bir başkasını seviyormuş. Balkan Savaşı patlak verince bozgun olmuş. Bizim aile, üç köye dağımış olmasına karşın toplanıp Balıkesir tarafına göçmüşler. Ben çok küçükmüşüm, Şerife Ablan da o sıra doğmuş. Köylerde kalanlar olmuş. Özellikle gençlerden kalanlar balkan köylerine çekilip soyguncu gavurlarla geceleri cenkleşiyorlarmış. Bunların içinde Muhittin Eniştem gibi teyzemin sevdiği genç de varmış. Bulgarların geri kaçmaya başladığı zamanlarda yapılan bir çatışmada o genç vurulmuş. Künyesi saptanmış, daha sonra mezarı bulunup, gömülmüş. Bir sür sonra Muhittin Eniştem Zühre Teyzem’e talip olmuş. Dedem içgüveliğini kabul ederse kızını verebileceğini öylemiş. Muhittin Eniştem de Teyzemi seviyormuş, kabul etmiş evlenmişler. Buraya kadar her iş olunda gitmiş. İlk çocukları Ayşe doğmuş, aynı günlerde sen doğmuşsun, Kardeşler bir araya gelip mutlu olmaya çalışırken, köye bir yabancı gelmiş. Bu, o cıvarlarda Türk Çetelerini toparlayıp düşmana saldırtan ywtkililerden biriymiş. Ya da kendini öyle tanıtmış. Bulgarlar onu yakalamışlar, sürgüne göndermişler. Yıllarca oralarda süründükten sonra kaçıp gelmiş. Eski arkadaşlarını aramış, buldukları olmuş. Bulduklarından biri de Muhittin Eniştemmiş. O yabancı köyden ayrıldıktn sonra sözde “O ölen arkadaşı, Muhittin bile bile, Bulgarların eline düşürdü!”demişmiş. Muhittin Enişten bunu duyunca, adamın dolandırıcı olduğunu, o zaman da Bulgarlarla işibirliği yapıp birlikte kaçtığını, Balkan köylerinde, Vize taraflarında kendini tanıyanlar olduğun, açık açık para istediğini, kendisini ele vereceğimi söyleyince de yok olduğunu, salt kötülük olsun diye bu yalanı uydurduğunu anlatmış, Zühre Teyzem dışında tüm çevreyi inandırmış. Ancak Zühre Teyzem, “Sen bunu yapacak yaratılıştasın!” diyerek anlaşma yollarını kapamış. Bir süre sonra da bayılmış, günlerce kendine gelmemişEniştem, Edirne dememiş, İstanbul dememiş büyük doktorlara götürmüş. Bu bir hastalık değil senden sevgi istiyor, seviyorsan kendini göster, zamanla içbir şeyi kalmayacak!”demişler. Eniştem, Çocuk doğurup doğurmamasını sormuş, dokorlar, o istiyorsa istediği kadar doğursun, çocuklar için bir sakınca yok. Önemli olan onun sevgisi canlı dursun!”Muhitin Eniştem o gün bu gün Zühre Teyzemi el üstünde tutar. Tutar ama Teyzem kimi zaman onu çileden çıkarmak için çırpınır durur. Beş çocuk doğurdu, beşi de sağlıklı doğdu. Yazık ki birini çocukluğunda yaktılar, özürlü büyüdü. Günahı kimse benimsemez ama teyzemin bir kararsızlığı var ki, zaman zaman çocuklara da zararı oluyor. Büyük kızıAyşe’nin evliliği iyi sonuç vermedi. Ayşe şimdi bir çocukla onların kapısında. Bu yetmezmiş gibi İsmet’in de başına bağladı. Muhittin Eniştemm ağırbaşlı bir insan, teyzeme bağlı, bir dediğini iki etmiyorİsmet, umudumuzdu;okuyacak, enişteme dolaylı olarak da Teyzeme dur diyerek yardımcı olacak sanmışık. Oysa İsmet çabucak teslim oldu. Bunları bilesin diye anlattım. Teyzem iyidir hoştur ama altından kaynayan kazan gibidir. Keşke bunları sana Elif teyzem anlatsaydı. Ben onun anlatacağını umuyordum. Onun sustuğunu görünce anlattım;bunları bilmeni istedim!” “Sağol! Ablacığım!”dedim. Yatağa uzanınca bir kez daha Kızılcıkdere köyü’ne döndüm….
13 Ocak 1942 Salı
Ablam, seslendi, ”İyi ki bugüne kalmamışsın, havaya bak!”dedi. Geçenlerde yağan karın benzeri, bu kez rüzgarlı. Sert oğuk değil ama insanın gözlerine giren türden parçalar. Yerler hemen kapandı. Ablam pekmezli mısır kaçamağı yapmış, özlemişim, yedim. Ablam sordu, okulda kaçamak verilmiyor mu? ”Aman bir o kalmıştı, ona da başlarsalar, halimiz iyice bozulur. Bulgur çorbası, mercimek, kaçamak. Üstelik kaçamaklara böyle bol pekmez vermezler, mısır hamuru yer duruduz!”dedim. . Ablam, teselli etti, ”Sağlık olsun, insanlar onları da yiyor!”deyip iç çekti. Kar mar demeden kahveye indim. Babamdan başka kimse yoktu. Babam, “Bazan böyle olur, dedikten sonra Sözü Muhittin Enişteme getirdi. Ablamın anlattıklartın tam tersi, sözünün sahibi, cesur insandır!”dedi. “Balkan Savaşında çocuk denecek yaşta dağlara çıktı, Yunan geldiğinde ise düpedüz Çete kurup savaştı, bu nedenle Muhittin’i severim!”dedi. Babam bu inançla övünce, ablamın anlattığını sormaya gerek görmedim , Zühre Teyzemin benimsediği olaya da katılmadım. Kahveye gelenler oldu. Laf lafı açtı, karın çiftçi için yararları konuşuldu. “Kar, toprağı dondan korur!”dediler. bunun üzer, ne b en de sorular sordum. Ekilmiş tahıl tarlalarını kaplaması yararlı, sert soğuklarda toprak örtülmüş olacağı için , çıkmakta olan tohumlar korunuyor. Boş tarlalar için ne yararı var? ”Bana o konuda bir bildiğin varsa sen söyle!”dediler. Ben de toprak altında barınan böcekleri anlattım. Böceklerin çiftçiye yararlarını kesinlikle kabul etmediler. Sanırım savunamadım, bir ara söylediklerime güldüler de. Gene de tatlıya bağladık. Onlar Allah’ın yarattığı her yartığın bir nedeni vardır ama biz onu bilmeyiz!”dediler. Ben de “İşte insanlar o bilmediklerinizi bilmek için uğraşıyorlar!”dedikten sonra aklıma geldi, Hasanoğlan’da Saat Kulesini dikerken Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç, Saat Kulesini rahat dikince, insanların köprüleri nasıl kurduğunu anlatmıştı. Bizim tarihimizde köprü kurmak ustalığı ileriyken sonradan bu özelliğimizi kaybttiğimizi, oysa Batılılların giderek daha usta olduklarını anlatmış sonra da Macar asıllı Sili Usta’ya küçücük Macaristan’da Tuna üstündeki köprüleri sormuştu. Sili Usta kafasında topladı, önce 11 arkasından 12 dedi. Bu kez bizde o büyüklükte köprü olup olmadığını sorunca Sili Usta başını sallayarak, “Yakın olarak 2 demişti!”Ben, “İnsanlar durmadan yenilikler buyluyor!”deyince onlar hemen Alman Ordusunun gücünü yeni buluşlara dayayıp yeni savaş haberleri konuşmaya başladılar. Söylenecekleri ezberledim, Alaman pamuk çuvalı şişler gibi Urusu şişleyecek. Ama Urus gavuru da az gavur değil hemen teslim olmayacak. “Rusya, Çin’e kadar Asya kıtasını kaplamış, oraları nasıl alacak? diye sorduğumda “Çin’e kadar mı? Breh breh!” deyişleri görülmeğe değer. “Çin’e değil Çin’i de geçip Çin Denizine daha doğrusu Japonya’ya dek uzanıyor!” deyince iyice şaşırdılar. Bu kez de Çin’le Japonya’nın nerelerde olduğunu sordular. Ben de özet olarak Rusya’nın Doğu sınırının güneyind Çin, denizinin öte tarafı da Japonya!”dedim. Breh Breh’ler gene çekildi. “Sorsanız Mustafa Ağabey size buraları harita üzerinden gösterir!” deyince bu kez de “Gösterse de biz gene unuturuz!”dediler. Dışarı çıktım, kar azar azar atıştırıyor. . Dün Hilmi çağırmıştı, bir an gitmeyi düşündüm. Çekimser bir durum içinde olmama karşın gittim. Bacalarından duman tüttüğüne göre evdeler, içimden de bu havada nereye gidecekler ki? deyip kapıyı tıklattım. Kapıyı C açtı. C’yi görünce irkildim, Hilmi’ye bakmıştım, kahveye geleceğini söylemişti, gelmedi!”dedim. C parmağını dudaklarına dayadı, “Sus!”diyerek beni içeriye çekti. Hilmi gene içki almış, sızmış. Hanife Halam sinirlenmiş, kalkıp bitişikteki kardeşi Abbas Amcama gitmiş. Evde başka kimse yok mu? derken Şehriban (Hilmi’nin eşi) geldi. “Ben varım, az sonra Hilmi kalkacak, geldiğini duydu zaten geleceğini söylemişti!”dedi. Oturdu. Üçümüz de bir süre bakıştık. Ben sözü başlattım, “Biz eskiden de böyle konuşmadan bakışıyormuyduk? ”dedim. Şehriban ivedi davrandı, “Eskiden sen konuşuyordun biz dinliyorduk. Şimdi de sen susuyorsun biz de konuşmanı bekliyoruz. “İyi öyleyse susmaya devam edin!”dedim. Dedim ama az sonra da sordum, “Yoksa Hilmi bu suskunluk nedeniyle mi kafa çekiyor? ”Bu kez C, Şehriban’a bakarak:
-Ben demedim mi o susmaz, bir yolunu bulup konuşur!Bu kez de konuşmaya geldiğimi, öğrenci olduğum için okulda çok konuşamadığımı, konuştuğum zaman da doğruluğunun yanlışlığının hesabı sorulduğunu, oysa burada kimse hesap sormadığını anlattım. C gene gülerek, “Ben söyleyeceğimi söyledim, yanılmamışım!”dedi. Ben de, “Sen yanılmazsın zaten, çünkü susuyorsun. Konuşanlar yanılır, ne demişler”Çok bilen çok yanılır!”Konuşanlar, söylediklerinin doğru olduğunu sandıklarından konuşurlar. Böylece benim yanılmam kaçınılmaz, oluyor. Galiba bu özelliğim doğuşumdan gelmektedir!” C dikkatle dinledi, sonunda kulaklarına dek kızardı. Ne anlam çıkardı bilmem ama ben söyleyeceğimi söylemiş oldum. Örgü örüyordu, zoraki bir gülümsemeyle, “Çorabın var mı? diye sordu. “Yok ama örme çorap giymiyorum, ayakkabıların numaralı, ayaklarımı sıkıyor. Param yok sık sık ayakkabı değiştiremiyorum!”dedim. C birden, “Ay sen bugün can sıkmaya niyetlendin galiba, sen de mi atıştırdın ne? diye yüzüme baktı. Ablamın ballı gözleme yaptığını ondan biraz atıştırdığımı söyledim. C bu kez de “Belli tatlığı fazla kaçırmışsın ağzını acılaştırmış!”deyip güldü. “İşte bak, konuşanlar nasıl yanılıyorlar, konuştun, sen de yanıldın, tatlı yiyenlerin ağzı acılaşmaz, çok yeyip midelerini şişirenlerin ağzı tatsızlaşır!”Hilmi içerden dinlemiş, seslendi, “Sis şimdi konuşuyor musunuz yoksa kavgaya mı hazırlanıyorsunuz? Ben “Amcaoğlu, gel beni yalnız buldular!”dedim. Hilmi “Geliyorum!”dedi ama gelmedi. C kızının saçlarından söz etti, konuşmaya başladığından söz etti. Ben de Pinarhisar’daki ağabeyini sordum. Ayrıldığından beri köy gelmemiş, gelmeye de niyeti yokmuş. Bundan sonraki konuşmalarımız değişti. Çok şeyler onun için merak konusuymuş. Buradaki yaşamını zaman zaman anımsıyor musun? diye sordu. Hiç unutmadığımı ancak üzüntüden kurtulmaya başladığımı söyledim. Buraları rüyalarımda gördüğümü, özlem duyduğumu anlattım. Birilerini suçluyor musun? ” diye sordu. “Asla, suçlamak diye bir düşüncem olmadığını, benim şanssızlığımın da şansım olarak benimsediğimi, tıpkı annesiz büyüdüğüm gibi ayrılıkların da bir acı olay olduğunu, Bu olay içinde bulunanları yargılmadığımı, tersine sevindirici yanlarını görüp mutlu olmaya çalıştığımı, bunun da beni çalışmaya yönlerdiğini böylece acı duymadan yaşamaya alıştığımı anlattım. Ben konuşurken Şehriban içeriye geçti. Belli ki bizi rahat bırakmak istemişti. C yüzüme baktı, “Sahi sen bunları nasıl düşünüp bu kadar güzel söylüyorsun. Bende de zaman zaman buna benzer düşünceler oluyor ama bunları anlatamayacağı düşünüp susuyorum. Kimi zaman da ağlamak geliyor içimden, ağlamak istiyorum ama ağlayamıoyorum. Boğazıma bir şeyler düğümleniyor, gözlerim buğulanıyor. Etrafıma bakıyorum, etrafımda her günkü eşyaları, kişileri görünce toparlanıyorum!”deyip nefes aldı “İşte böyle, bu kadarcık konuşabildim, acaba becerebildim mi kı? ”deyip güldü. Ben, “Senden farklıyım, değişik bir yerdeyim, anımsadıklarımı bozacak bir görüntü yok. Özellikle geceleri çok rahat ağlıyorum. Bunu sakın üzüntü yapma kendine. Zaten beni ağlatan şimdiki sen değilsin, sen artık eski bir arkadaş, senin kırılmanı üzülmeni bir arkadaş olarak istemiyorum. Ama benim kaybettiğimi de bilmeni istiyorum. Benim gözümde 2 C var biri s’nin cici annesi C, öteki de benim yüreğimi doldurmuş olan C. Ondan sende ne kadarı kaldı bilemem ama bende tümüyle duruyor. C ağlamaklı gözlerle baktı, söylediklerin benim söyleyemediklerim sen de bunu bil. Ben de kimseye küsemiyorum!”Şehriban geldi, kapıdan Hilmi’ye çıkıştı, ”Sarhoş asker, kalk!”dedi. Hilmi geldi. ”Amcaoğlu içimizde en şanslı senmişsin, ne askerlik sorunun var ne de karışan görüşenin. İstediğin gibi yatar istediğin zaman kalkarsın!”Ben, “Haklısın Amcaoğlu, ancak bir söz vardır, ”Görünüşe aldanmamalı, bu söz pek boş bir söz deği, . galiba. Yaşamda her istenen istendiği gibi yaşanmıyor!”deyince C Hilmi’ye, beni göstererek, ”Bak, senin sandığın gibi değil pek, onun da sorunları var besbelli!” Hilmi gülerek”Sus kız sen bari konuşma, onun sorunun ne olduğunu biliyorsun!”Hilmi’nin söylediğine değil de söyleyiş şekline hepimiz güldük. C, rahatlamış gibi “Ya benimki ne olacak? Sorunu olan yalnız erkekler mi? bizim canımız yok mu? ”Hilmi dönüş yaptı, ”Olmaz olur mu? Hepimiz insanız, hepimizde can var, yürek var. Hepimizde doyum isteyen istekler var!”Ben takılmak için Amcaoğlunun şimdiki durumunu kastettim. Sırtını devlete dayadı, “Ekmek elden, su gölden!”dedi. C bu kez “Sahi bize okuldaki günlerinin nasıl geçtini anlatsana!”dedi. Bir günlük proğramı anlattım. Sabah 6’30 kalk. , 7’30 Spor-Oyun, 7’30-7’45 kahvaltı, 8-12 ders, 13-17 sanat çalışmaları. , 17-18 serbest saat. 18-19’30 okum saati. , 19’30-20 akşam yemeği, 20-22 ders hazırlığı, 22-22’30 yat. 22’30-6’30. Hilmi bir aman çekti, tıpkı asker yaşamı. Cumartesi günleri öğleye dek ders saat 13’00 de bayrak töreni öğleden sonra okul içinde serbest, Pazar günleri de okul içinde serbest. Bir de benim programımı anlattım. Akordiyon çalıştığım için hiç boş dakikam olmadığını söyleyince C karşı çıktı, ”Ama olur mu, insnın dinlenmeye de gereksinimi vardır!”dedi. Ben, işte benim bir de o tür yokum var!. Ama bunun yerine başkalarında yok olan akordiyon çalmam var. Ben çalışırken onlar oynuyor ama ben çalarken de melül mahsun bakıyorlar!” Akordiyonu köye getirmediğimi söyledim. Çok ses çıkarıyor, kışın hoş olmaz diye düşündüm, yazın getireceğim!”dedim. Okuldaki, kızları sordu. ”Okul kızlarının en büyüğü kardeşin yaşta, biz onlara kardeş olarak bakıyoruz. Zaten onlar, öğretmenlerinin gözü altında hemen hemen bizden ayrı gibi, yemeklerde, bayrak törenlerinde görüyoruz!”Giyimlerini sordu, ”Giyimleri de öyle kasabalılar gibi cafcaflı değil, öğretmenler gibi düz renkli giysilerle geziyorlar. Erkek öğrenciler sanat derslerine gidince onlar da o saatlerde biçki, dikiş, örme işleri yapıyorlar. !”Hamitabat köyünden orada bir kız olduğunu, babasının bir zamanlar bizim köyde oturduğunu, , kız o zaman küçüktü, onu anımsatmaya çalıştım. Konuşmayı Hilmi’ye döndürdük. “Niçin içiyorsun? Hilmi güldü, İçtiğim falan yok, geçen yıldan biraz şarap kalmış, onun temizlenmesini istedim. Çoktandır almadığım için çabuk bozuluyorum. Annem çıkışınca kalanını döktüm. Ellerini çırpıştırarak, “İşte bukadar!”dedi. Hanife Halam gelince ben izin isteyip ayrıldım. Azıcık sıkıldım. C ile konuştuklarmız aklımı karıştırdı. İyi mi oldu yoksa kötü mü? Eve gidip Sinekli Bakkalı okudum. Kitaptaki anlatılanlar da bizimkinden farklı değil. İnsanların hepsi benzer dertleri çekiyor galiba. Padişahı koruyan koskoca Zaptiye Nazırı Selim Paşa bile dertli. Sağlıklı çocukları olsun diye 2. evlilik yapıyor. Beklenen çocuk özürlü doğuyor. Kendi kendime konuşurken kapı tıkırdadı bekledim açan olmadı. Dinleyen mi var? diye durdum, gene bir tıkırtı oldu. Açtım, kapı önünde Saim. Küçük ablam gelmiş”Dayına git!”demişler, kapı önüne gelip bekliyormuş. Aldım biraz onunla oynadım. Ablam beni çağırdı. “Enişten alıngan, 'Ben geldim diye mi gelmiyor yoksa? ' diye soruyor, dedi. “Gelirim, neden gelmeyeyim, Kızılcıkdere’den yeni döndüğümü söyledim. Ablam bu kez, ”Seni Emine de sorup duruyor, özlemiş!”dedi. Şaşkın şaşkın ablama baktım, ”Emine de kim? ”dedim. Ablam A, A, A, Emine Abla ayol, senin Emine Ablan, unuttun mu? ”dedi. ”Hıııı, diye uzatarak, başımı salladım. Ablam, (Emine Ablanın kocası için)Ali askerde rahatsızlanmış, ciğerlerinde birşeyler olmuş, Emine çok üzülüyor. Seninle konuşmaktan hoşlanır, biliyorsun, “Nerde kaldı, niçin gelmiyor deyip duruyor!”Ablama, ”Senin yanında onunla şakalaşırdım biliyorsun, eniştemin yanında aynı konuları konuşamam ki!deyince ablam, “Enişten, günlerinin çoğunu onun kocasıyla geçiriyor. Biliyorsun onlar hem adaş, hem de Ahretliktirler. Sen gel, istiyorsan Emine gelince, enişteni onlara göndeririz!” Biraz çekimser olarak “Olur!”dedim. Ablam sevindi ama ben kara kara düşünmeye başladım: Bunun sonu nereye varacak? Bu C gibi değil, bir dedikodu yapılırsa bir daha eve de gelemem. Kesin karar verdim, pazartesi günü Lüleburgaz’a gideceğim. Kepirtepe’ye uğrayıp, orada kalan Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk var, onlar bilir, okulun durumunu öğreneceğim. Belki Ahmet Gökay Ağabey ya da Muhasebeci Hikmet Göksan’ı görürürm onların da okulla ilgili bilgileri vardır. Okul yakında açılacaksa bir iki gün önce gider, Kamber Amcamlarda falan vakit geçiririm. Ablama söyledim, ”Pazartesi günü okula uğrayacağım, dönüşte size gelirim, salı ya da çarşamba!”Ablam gülümsedi, “Amma da önemsedin ha, Emine konuşurken hemen öyle söyledi, ben de sen sevineceksin diye onun sözünü ilettim. Ne var bunu büyütecek? Sen konuşmak istemiyorsan gelmezsin;Emine bir daha söylerse ben, dersleri çokmuş, gelecek tatilde, yazın daha çok kalacak!”derim…Biraz rahatladım ama okula gitme kararım değişmedi. Yalnız Saim’le oynama hevesim uçtu, dersim varmış havası içinde kapımı kapattım Mevlevi Vehbi Dede ile Peregrini müzik tartışmalarını okumaya başladım. . Ablam gitmek için kalkınca, Saim’i sırtıma alıp onların yokuşuna dek götürdüm. Amacım ablamda bir kuşku uyanıp uyanmadığını anlamaktı. Ablamda hiçbir art niyet olmadığını iyice anladım daha rahat olarak eve döndüm. Bu kez, tatilin uzayacağını öğrenirsem ne yapacağım? Bunun kaygısı içimi kemirmeye başladı. Mustafa Ağabeyin kahveye geldiğini duydum, hemen toparlanıp ben de indim. İyi ki inmişim, konu, Rusya-Çin-Japonya. Mustafa Ağabey bu konuda tam bilgim yok ama, ben size okuldaki haritayı getireyim, birlikte inceleyelim, önerisini yaptı. Herkeste bir sevinç. Bir kez daha şaştım. Köyümüzde 1928 yılında okul açıldı. O yandan bu yana köyde öğretmen var;kuşkusuz okulda da harita var. Rusya, Çin ya da Japonya adı hiç geçmedi mi? Fizan , Yemen, Mekke, Medine deyip duruyorlar da Çin'i hiç mi merak edip sormadılar. ? Mustafa Ağabeye göre, bu da gelip geçici, Haritayı alıp gelsem ya bir kişi bakacak ya iki kişi. Harita taşıdığımla kalacağım. Ama ben sözümü tutacağım, gelecek cumartesi öğleden sonramı buna ayıracağım, beraber oluruz!Mustafa Ağabey ayrılınca eve döndüm. Kitaptan Selim Paşa ile oğlu Hilmi Beyin uygarlık tartışmasını okudum. Bu tartışmadan çok baba oğul kavgası bence. Elle vuruşma yok ama sözler el vurmasından daha ağır. . Gözlerimi kapadım, bir iyi bir kötü haber. C ile anlaşıyoruz, bu hoşuma gitti, onun varlığı düşüncelerimi bozmayacak. Şimdiki durumunu anımsayınca duraksamayacağım. Ya öteki iş? Neden benimle konuşmak istiyor? Bir ilişkimiz varmış gibi davranması doğru mu? Ablam “Sütünü alacak mısın? diye sordu. Akşamları ılık süte iyice alıştım. Belki de bu yüzden çok uyuyorum!Tam uyurken konuşmalar duydum, sanırım ağabeylerim hep birlikte bir yerlere gitmişler oradan dönüyorlar. Mahmut Ağabeyim “Uyumuş, uyandırmayalım!”dedi.
14 Ocak 1942 Çarşamba
Oldukça erken uyandım. Kalkıp kalkmamakta kararsızım. Kalkarsam kahveye gitmek zorunda kalacağım. Sabah kalkanların her birinin işi var;bir süre onlar işlerini görüyor. Ablan ineklerin sütünü alıyor, Gülsüm ortalığı derip topluyor, Ali Ağabeyin atlarıyla cebelleşiyor, onların suyu, yemi derken uzunca bir zaman evdekiler etkinlik içinde oluyor. Babam erkenden kahvsine çekilip, ocağını yakıyor. Erkenci müşterileri var, onların çayını, kahvesini hazırlıyor. Çoğunlukla yaşlılar erkenden kahveye uğramaktadırlar. Uyuyormuş gibi uzandım, alışkanlığımı bozmadım. Havayı merak ettim, bugün yarın bozmazsa Lüleburgaz’a giderim. Okulu uğrarsam bir gece kalırım. Belki yiyecek sorunu olur, Yanıma bir paket yiyecek alırım. Olmazsa Kamber Amcama giderim. Kararım tam. Ablam seslendi, “Uyandın mı? ” Hııııı!diyerek uyandığımı duyurdum. Ali Ağabeyim kahveye gitmiş. Hava bozmazsa Lüleburgaz’a gidecekmiş. Buna sevindim ama kendimi tutamadım;laf olsun diye de “Hani bu hafta gitmeyecekti? ” diye sordum. Şimdi iş değişti, Lüleburgaz’a arabayla gidip oradan okula geçmek, gece orada da kalmak zorunluğu doğdu. Kepirtepe’ye gidersem, arabayı bekletemem. Kahvaltı ettikten sonra kahveye indim. Mahmut Ağabeyim geldi. Akşam aradığını, selam getirdiğini söyledi. Hamitabat’a gitmişler, önce Pehlivan Amcayı görmüş sonra oğlu İrfan gelmiş(8. dınıflardan İrfan Taşkın) arkasından da Mehmet Özalp gelmiş, Bir süre konuşmuşlar, bana selam göndermişler. Mahmut Ağabeyim onlardan nasıl etkilendiyse selamlarını hemen duyurmak istemiş. Sanırım onlar iyi sözler söylemiştir. Konuşmalar selamdan öteye geçerek, bana övgüler başladı. Ben de, “Herkesin çalıştığı yerde elimden geldiğini yapıyorum!”deyip biraz buruklaştım. Mahmut Ağabeyim, başkaların yanında hakkamda konuşulmasını istemediğimi anladı. Sözü Mehmet Özalp’ın babasına getirdi. ”Osman seni çok iyi tanıyor!”deyince ben bu kez Osman Özalp’ı daha köyden tanırdım ama asıl yakından tanıyışımın, haman işlettiği sıralar, bizim okulun topluca hamama gittiğimizde sık sık konuştuğumuzu, “Komşu Köylü diyerek bana yakınlık gösterdiğini sonra oğlu da bizim okula gelince iyice yakınlaştığımızı anlattım. Mahmut Ağabeyim gülerek, “O çok girgin okula gidince kendi oğluyla birlikte öğretmenlerden seni de soruyormuş!”deyince ben “Sorsun, dersime giren öğretmenlerden alacağı yanıtları biliyorum!”dedim bu kez de ben güldüm. Konuşmaları dinleyen babama da bir yandan baktım. Benden bir şey sormuyor ama iyi haberler olunca dikkatle izliyor. Buna da ayrıca sevindim. Bana olan güveni kırılmasını istiyorum. Böyle dedim ama içimde bir sızı duyar gibi oldum. Ya bir dedikodu çıkarılıp köyde yayılırsa, babamın güven yitirmesi bir yana kahvede o her zamanki etkili konuşması kesilir, yaşam boyunca çevrede kazandığı saygınlığını yitirir. Eve döndüm. Yarın gidebilirsem, eğer okul yakında açılacaksa, tarihini öğrenip kalabilirsem okulda kalmayı hesapladım. Köyde olmazsam söylenecek sözler bensiz bir sürede sözlenirse inandırıcı olmaz. Emine Abla ile konuştuğumuzu görenler bunu allayıp pullayıp satar mı? Durup duruken böyle bir kuşkuya neden kapıldığımı da anlayamıyorum. Ya o kendisini değerlendirmek düşüncesiyle benim ona bağlandığımı söylerse. O kafasına koymuşsa benimle konuştuğunu, bu konuşmların bir gizli tarafı olduğunu söyleyebilir ama sanırım buna kimse inanmaz. Konuştuğumuzu gören ya da duyanların yayacağı söylentiler belki etkili olur. Ne olduysa birden korkuya kapıldım. Oysa ablam Emine Ablayı arkadaş edindiğine göre sanırım Emine Abla bu tür terbiyesizliklere kendini düşürmez. Yalan söyleyerek var olduğu söylenecek sevgiliden ne kazanılır ki? Bizim Mustafa Saatçı gibi salt şakacılara eğlence çıkarmış olur. C için bir korkum yok. Onunla ilişkimizi herkesin beyenisini kazanarak çözmüştür. Sürüp giden ilişkimizin bir gizli tarafu yok. B iri bu konuda konuşsa bile buna kimse inanmaz. Öyleyse benim kuşkum ne? Odama girip kitabı açtım. Selim Paşa ile Selim Paşa’nın deyimiyle onun biricik peltek oğlu Padişah 2: Abdülhamit yönetimi üstüne neredeyse kavga ediyorlar. Oğul Hilmi Bey, babası Selim Paşa da içleinde olmak üzere sorumlu tüm devlet yöneticilerine neredeyse lanet okuyor. Tam Jön Türkçü. İçerde çok uzun kalınca ablam, rahatsız olup olmadığımı sordu. Güldüm, bir yalan daha uydurdum. Sözde okuduğum kitabı bir arkadaşa daha önce söz verdiğim için bitirip götürecekmişim. Ablacığım ne dersem inanıyor, “Ben seni lafa tutmayayım!”deyip ayrıldı. Kitabı sayfa düzenine göre okumuyorum. Atladım Vehbi Dede ile Peregrini arasında geçen Doğu-Batı müzikleri tartışmasını okudum. Bu tartışmayı pek iyi anlamıyorum ama, genel bir konu olduğunu çoktandır seziyorum. Akordiyon çalışmaya başlayınca Hidayet Gülen Öğretmen Yusuf Paşa’nın saz Semaisini gösterip, “Bu tür müzikleri akordiyonda rahat çalamazsın demişti. Daha sonra Süheyla Öğretmen de buna benzer sözler söyledi. Onun sözü de oyun havaları içindi. Oyunlar halk ürünleridir onlar Bati tekniğine uyarlar, bu nedenlşe akordiyonda rahat çalıyorsun! Ama radyolarda sözlenen şarkıları akordiyonla çalmakta zorluk çekersin, hatta başarılı olamazsın, çünkü sistemler ayrı!”demişti. Sözde bu konuda daha geniş bilgi verecekti. Bu bilgiler başka bahara kaldı. Belki de birlikte hiç göremeyeceğimiz bahara…İşte Peregrini ile Vehbi Dede de buna benzer bir tartışma yapıyorlar. Sütümü içip yattım.
15 Ocak 1942 Perşembe
Cam tıklatıldı, karanlık, rüya sandım, kapı önünde ışık gezdi. Anladım, yola erken çıkılacağı söylenmişti, kalkıp hazırlandım. Elim boş arabaya yönelince ablam, ”Kitabını unutma!”dedi. Anladım, ”Sağol abla, bitiremediğim için götüremeyeceğim, arkadaşa söyleyeceğim!”dedim ama içimden de utandım. Yola çıktık. Ali, Ağabeyim “Üç yolcu alacağız!”deyip durdu, Durduğumuz yer, Eğitmen Mustafa Ağabeyin evi yakınıydı, o gelecek diye sevinirken ağabey Kaplı İsmail geldi, Az sonra da İsmaillerin İsmail geldi. Ben gülümsedim İki İsmail ne rastlantı derken araba durdu bir kiş daha bindi Karakütüklü İsmail Arabada üç İsmail oldu. Ben bir şey düşünmeden , bütün İsmailler burada!”dedim. Gülüştüler. Bu kez de “Sahi mi? Köyde başka İsmail yok mu? diye sorup saymaya başladılar. Uzun süre hesaplar yapıldı, sorular soruldu. Köyde başka İsmail yok!”diye gülüştüler. Onlar gülerken bir İsmail olduğunu ben anımsadım. Öyle ki bu İsmail, arabadaki Üç ismail’nde yakın komşularının çocuğu Fakir İsmail. Üç kardeştirler, Yaşar, Ali, İsmail. İsmailler dördüncü ismail’i unutmuş olmaların yaşlılıklarına yordular. Değişik boyutlara sokarak İsmailleri konuşurken Lüleburgaz’a vardık. Lüleburgaz’a varınca rahatladım. Okula gidip bir gece kalacağım;kararım karar. Pazar meydanı önünde okul kamyonunu gördüm. Sordum, az sonra okula gidecekmiş. Sürücüye sordum, glip giden var ama, okulun ne zaman açılacvağını bilen yok!”dedi. Biraz bozuldum ama kararımdan dönmedim. Bir ekmekle peynir, tahin helvası aldım. Bekledim. Hüsnü Yalçın da Lüleburgaz’a inmişmiş. Kamyona gelince buluştuk. . Hüsnü de sürücünün söylediğini söyledi, Okulun ne zaman açılacağını kimse bilmiyor!”Umursamaz gibi davrandım ama ağlayacak kadar da doldu. Okula indik. Okul bomboş. Zaman zaman gelenler oluyormuş. Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk gibi sürekli kalan öteki sınıflardan da varmış. Dersliklerin birinde soba yanıyor. Oturup konuşuk. Gece kalmaya karar verdim. Hüsnü Yalçın kitaplığı açıyormuş. Kitap almayı düşündüm. Ahmet Gökay ağabey geldi, güldü, evinde rahat edemedin mi? dedi. Konuşmasından cesaretlenip, evde çok rahatım ama, beni köyde öğrenci biliyorlar, iş bile yaptırmıyorlar. Oysa öteki okullara giden öğrenciler hep okullarında, köylüler “Sen hasta mısın, hava değişimi mi aldın? diye takılıyorlar!”Ahmet Abi iyice yaklaşıp elindeki kalemle ceketimin düğmesine vurarak, “Bir süre daha hava değişimindesin, dişini sık, derslerine çalış, durumu açıklayan yazılar yazıldı, yakında adreslerinize gönderilecek, eve dönünce buraya getirecek bir yorgan hazırla, bekle!”dedi yürüdü gitti. Yıkılır gibi oraya oturup bir süre durdum. Hüsnü geldi, birlikte kitaplığa çıktık. Kitaplara bakarken köydeki korkularımın yersizliğini düşündüm. ”Buradan bir yarar gelmeyeceğini, yorgan morgan isteneceğeine göre belki de yaza dek köyde bekleyeceğiz!”deyip kendimi topladım. Güzel, parlak kağıtlı iki ciltlik bir kitap seçtim. Şaheserler Antolojisi. İçinde bir yığın yazarın yazılarından örneklerle resimleri var. Yazılar, kısa kısa onları öğrenirim. Tolstoy’dan Harp ve Sulh, Victor Hugo’dan Sefiller, Reşat Nuri Güntekin’ten Dudaktan Kalbe, Peyami Safa'dan Şimşek kitaplarını aldım. Hasan Üner Dudaktan Kalbe’yi çok övmüştü. Kitapları güzelce paketledim. Hüsnü ile dolaplara gittik, delik çoraplarımı düğmeleri düşmüş gömleklerimi bez torbama doldurdum. konuşa konuşa sıcak odaya gittik. Ne olduysa birden karar verdim, Ben bu gece burada kalmam, Yeni Bedir’e gideceğim. Hüsnü Yalçın’a da sunturlu bir yalan söyledim. Babam, Amcama önemli bir haber göndermişti, onu bu gece iletemezsem yarın geç olacak, haber bugün ulaşacaktı. Hüsnü inandı. Ben paketleri ona emanet edip hemen yola çıktım. Giderken araç durdurur erken gidersem dönmeye çalışacağım. Hemen yola çıktım. Birinci dereyi geçince döndüm okula baktım. Okul bana büyük bir umutsuz verdi. Ağlamaklı oldum, koşar adımlarla yürüdüm. Bir yandan da köye döneceğimi anımsadım. Köyde başımı soktuğum beladan nasıl çıkaracağımı düşündüm. Kesinlikle birisi yanında Emine Abla ile konuşmaya yanaşmamalıyım. İkimiz konuşurken biri duyar da, “Ben onların böyle böyle kon uşuğunu duydum, derse ona yüz yalan ekler böylece tüm köy çalkalanır. Bir yandan da Emine Abla için böyle düşündüğüme utandım. Şerife Ablamın dediği gibi “Çılgın Çocuk, senin konuşmalarından hoşlandığı için işinndeki dıuygularını dışa vuruyor!”Böyle kendimle konuşurken Kambe Amcamın evini geçmişim, sağımdaki höyüğün arkamda kaldığını görünce gülümseyerek geri döndüm. Amcam görmüş, “Gülererk:
-Ne o yolu mu şaşırdın, evi mi unuttun yeğen? ”diyerek beni karşıladı. “Unutur muyum? Boş okulumuza bir de buradan bakmak istedim!”deyip güldüm. Yaklaşınca da “ Buradan boş olduğu belli olmadığından eskisi gibi gene güzel göründü!”dedim. Gülüşerek içeri girdik. Getirdiğim selamları ilettim, ağabeylerimin, eniştemin izinli geldiklerini söyledim. Sevindiler, amcam, “Dayım sevinmiştir, biri gittiderken üç oğlunu da uzaklara gönderdi, üzgündü!”dedi. Söz gene okula döndü, amcam okula sık sık gittiğinden olayları yakından biliyor, izinlerimizin uzamasının nedeni okulun ödeneği olmamasındanmış;bu nedenle okul müdürü ayrılma sınırına gelmiş: kaymakam aracılığıyla Kırklareli Valisi araya girmiş, ayrılması önlenmiş. Yapılan başvurulara Ankara’dan Mali Yıl sonu nedeniyle olumsuz yanıt gelince Okul Müdürü çaresiz kalmış. Amcam Müdürümüz Nejat İdil’i çok seviyor, uzun uzun anlattı. Geçen yıl artezyen açılırken hemen hemen her gün orada olmuş. Amcam heyecanla anlattı, yüz metre geçilince teknik adamlar, “Umut yok!”deyip bırakmayı önerince, okul müdürü, “Kuzum ne olur? bir beş metre daha denesek, ya da on metre de benim için naz niyaz içinde kazdırarak bir hayli indirmiş. ”Son kez bir beş metre, bunda da yoksa, daha beni dinlemeyin!”demiş bu kez daha birinci metrede su çıkmış. Amcam, “Koskoca MÜDÜRÜN ağlamakla gülmek arasındaki sevincini hiç unutamıyorum!”dedi. Konuştukça da üzüntüsü artıyordu. Bunları anlattıktan sonra da beni teselli etti. “Mahkeme Kadıya mülk olmaz!”diye bir söz vardır. Müdür iyi insan ama ne de olsa devlet görevlisi, sizinle uyaşam boyu bir arada olacak değildi ya, siz öğrenci olarak üzülseniz bile bu son değilmiş, işte hayırlısıyla gene geldiniz. Bişf gün gene ayrılacaksınız. Önemli olarak başarıyla ayrılmak!”deyip. Sözü Ankara’daki yaşamımıza getirdi. Oradan ayrıldığımıza üzülüp üzülmediğimi sordu. Ben biraz da gülerek, ”Amca ben çok kararsızım, bir gün orasını anımsayıp üzülüyoum ikinci gün geldiğim için sevinçten uçuyorum!”deyince bu kez konuşmaya başladığımızdan beri bizi dinleyen yengem güldü, ”Demek ki gönülcüğün iki tarafa da bağlanmış, ne o kız mız mı var? ”dedi. Ben, biraz sıkılır gibi yapıp “Vardı!” dedim. Amcam “Ne kusuru yeğen? Asıl kusur, bu işi geciktirmendedir, biz bunu zaman zaman konuşuyoruz. Uzaklaşığın için üzülme, gönlünü bağladınsa Fizan’da bile olsa bulursun, hayırlısı!” dedi. Yorulduğumu söyleyip beni bıraktılar. Gerçekren yorgun gibiydim ama onlar gidince uykum açıldı. Odam onların hemen bitişiğinde arada bir kapı var. Kıpırdasam duyacaklar. Sıkıldım, yerimde çakılıp kaldım. Sayı saydım, arkadaşların numaralarını, adlarını tekrarladım, Şiirler okudum. Yok, uykum uçtu. Son okuduğum Sinekli Bakkal’dan olaylar anımsadım. Vehbi Dede ile Peregrini müzik tartışması, Peregrini’nin varsıllığı, Vehbi Dede’nin yoksulluğu, Yaşlı iki insanın ders mers derken çocuk yaştaki Rabia’ya tutulmaları. Peregrini’nin bunu açığa vurması, Vehbi Dede’ninse içine atması, Bir de Külhanbey Sabit Beyağabeyin, mertliği. Nasıl oluyor da mahalleyi haraca kesen Sabit Beyağabey, Rabia’ya boyun eğiyor? Ayrıca Sabit Beyağabeyin bir kaypat tutumu da Rabia’nın babası Tevfik’i sevmesine karşın, Tevfik’i ölesiye döven dövdürüp sürgüne gitmesini kolaylaştıran Gözpatlatan Muzaffer’le işbirliği yapması…Birden bir kalabalık arasında kaldım. Tam Lüleburgaz ortasında cami önündeyim. İnsanlar sıkışarak camiye giriyorlar. Tevfik de oraya girmişmiş. Bizim arkadaşlar, koşuyor, “O kapıdan girmeye gerek yok, Tevfik demircilerin oradan çıkacak!”diyorlar. Gideyim mi gitmeyeyim mi? diye düşünürken cami avlusuna girenlerin asker olduğunu görüyorum. Gülmekten yere oturuyorum, birden soluğum kesilir gibi oluyor. Çevreme bakıyorum kimseler yok. Horoz sesi duyuyorum. Gözümü açıyorum. Horoz sesleri dışındakiler rüyaymış. Horoz seslerini bir yıldan bu yana ilk kez böyle canlı duyuyorum. Hasanoğlan’da olamazdı. Bir aydır köyde de duymadım. Bu kez de tavuk eti yemediğimi düşündüm. Ablam sık sık yumurta pişirdi ama tavuktan söz etmedi. Oysa eskiden sıl sık sorardı, “Piliç kızartayım mı?” Sanırım horozlar susunca ben de daldım.
16 Ocak 1942 Cuma
Amcam, ”Yolcu yolunda gerek, dinlenemedinse bugün gitme, burada kalmazsan okulda kal, geceyi orada geçir!”dedi. Kalktım. Gideceğimi söyledim. Konuşarak birlikte kahvaltı ettik. Okulda kalacağımı söyleyince amcam oldukça ağırdan aldı. Eski konuları tekrarladı, kendi annesinden, annesinin anlattıkların, onun dayılar benim amcalarım olan büyüklerimizden, her birinin mezarının bir başka yerde oluşundan, birlik olup onları bir yere toplamaktan söz etti. Sözü sonunda buna babamın önayak olmasını beklediğini açık açık babama iletmek görevini bana verdi. Ben de bunu babama söyleyeceğime söz verdim. Ancak amcam bir uyarıda daha bulundu:
-Bu senin fikrin olsun, benden çıkışı dayımı gücendirmiş olabilir. Bu öneri benim de hoşuma gitti. Neşeli bir ayrılıktan sonra okula geldim, Hüsnü beni bekliyormuş, kal, mal dedi ama kalmamaya kararlıydım, paketlerimi alıp yola çıktım. Döndüm bir daha okula baktım. Yanımdan geçen kamyonun sürücüsü atla işareti, verdi yavaşladı kapıyı açtı, yanına sıkıştım. Okulda kimseler olup olmadığını sordu. Sen de izinli misin? diye sordu. İzinli olduğumu okula bakmaya geldiğimi söyledim. Bu kez ne zaman açılacağını öğrendin mi? ”diye sordu. Arkasından da Selim’i, tanıyor musun? ”dedi. Evrensekizli Selim Gezen’i tanıyorum!”dedim “Dayım oğludur, köyde çok sıkıldı, ikide bir bana soruyor!”diyerek güldü. Bu kez de gülmekten çok sırıtarak “Sizin, köylerde sıkılıp buraya koşmanız kızlar yüzünden mi yoksa? diye sordu. Arkasında da “Hıııı? ”diyerek soruya kesinlikle bir yanıt beklediğini belirtti. Sol yanında oturan kişi ilk kez bana bakıp anlamlı anlamlı gülümseyince ben, “Evet, kızlar yüzünden!”dedim. Sürücü, gene sırıtarak biliyorum, benim gözümden kaçmaz!”deyince. bu kez. ben, “Bir dakika, kızlar yüzünden ama yanlış anlama, okuldaki kızlar değil köydeki, kızlar yüzünden;onlarda kurtulmak için soluğu okulda alıyoruz!”dedim. Yandaki susan düzgün giysili kişi eğilip, ”Abe tam da yerinden vurdun, bu kasaba şaşkınları küylerdeki kızları gürmezler, bilmezler; sanırlar ki yoktur küylerde güzel kızlar. Kasabalarda acık açık gürdüklerine sulanırlar. Küylerde onların on tenesini satın alacak güzelleri gürmez bunların güzleri!”Ben, birden şaşırdım, şaka sandım, arkasından başka söz beklerken, İstasyon yolunda kamyon durdu, konuşan kişi indi. Sürücüye, “Te be bu delikanlıya sakın bir şey deme, patlatırım güzünü!”Gülerek ayrıldı. Sürücü gayet uyumlu bir sesle “Peki abi, !”dedi. Söylenen sözlerden alınmadı ama sustu “Kimdir, tanıyor musun? ”diye sordum, tanıyormuş, onların köyündenmiş ama Türkgeldi Çiftliğinde çalışıyormuş. Sürücü ne düşündüyse, Selim benim yakınım böyle konuştuğumu duyarsa üzülür. Biz yollarda konuşuruz ama gerçekte konuştuğumuz gibi değiliz!”dedi. Teşekkür ettim, Selime selam söyledim. Müzikçi ağabey dersen o anlar, deyip Çal Eczanesi önünde indim. Bugün bizim köyden kimse olmaz, biliyorum. Ancak Hamitabat’tan bulursam oraya kadar bir arkadaşım olur, düşüncesiyle ilkokul arkadaşım Hasan’ın fırınına uğradım. Kapıdan girince Hasan gülerek bana bir şayak torba gösterdi. Önce anlamadım, “Ne? ”diye sordum. “Bunları yalnız Çeşmekolulular kullanır!” dedi. Arkasından da “Karpuzcu Poyraz Mehmet burada ama hemen gidecek!”diye de ekledi. Paketleri torbanın yanına koyup, koşarak gazete, şeker alıp döndüm. Az sonra Poyraz Mehmet geldi. Poyraz Mehmet bizim köyün dışında karpuzcu olarak tanınmasına karşın köydeki ünü avcılık üzerinedir. Attığı kurşun boşa gitmezmiş. Özellikle kurt, domuz süzek avkarında vurulan dört beş avın en az ikisi onun oluyormuş. Oğlu Ahmet benden birkaç yaş büyüktür. Şimdi askerde. Birlikte yola çıktık. Hava tam yolcu havası. Ancak kar erimiş yollar vıcık vıcık çamur. Bir saatlik Bağlık Sırtına 2’5 saatte çıktık. Çıktık diyorum, çıktım demek daha iyi. Poyraz Mehmet Amca yürüyüp bir süre bekliyor ben ancak yetişiyorum. Yokuşu böyle böyle çıktık. Yokuştan sonra toparlandım ama Hamitabat deresinden sonra dizlerim iyice durdu. “Yola yalnız çıksaydım, halim ne olacaktı? ” deyip ayak sürükleye sürükleye yukarı yoldan eve girdim. Bahçe kapısından girdim kar başladı. Ablam görünce, “ Eyvah, eyvah!”diye şaşkınlıkla baktı. “Biz seni gündüz bekledik, gecikince gelmez, diyerek rahat rahat duruyorduk. Nasıl geldin? diye telaşlı telaşlı konuştu. “Geldim, işte, ellerim ayaklarım herşeyim burada, teleşlanacak bir şey yok!”dedim ama hemen kaldığım odaya girip, uzandım. Ablam sütümü getirdi. Aslında açtım utanıp açım, demedim;yolda yediğimi söyleyip yattım. Sık sık rüya görürdüm bu gördüğüm rüya, gerçek rüya galiba;çok sevdiğim okulum bomboş. Okulu kuran Okul Müdürü Nejat İdil bile kaçıp kurtulmaya çalışıyor. Oysa bir konuşmasında “Suya kavuşursak, inanın çocuklar hepimiz buraya bağlanacağız, beni burada yaşlı, bastonla dolaşan biri olarak göreceksiniz!”deyip gülmüş bizi de güldürmüştü. İdris Destan’ın yaşlı hatta Moruk adı bu olaydan sonra yaygınlaşmıştı. İdris taklitçiydi, belini kamburlaştırıp Müdür Beyin taklitini yapmıştı. Zaten geldiği günden beri “Dede, yaşlı gibi ad takanlar bu kez “Moruk!”sıfatını yapıştırmıştı. İçerde konuşmalar oldu, sanırım babam geldi sordu. Ablamın sesini iyi duydum “Yok yok, iyi ama çok yorgun!”dedi. Rahatladım. Kesin karar verdim, kısa uğramalar dışında kahveye gidip oturmayacağım. Bakalım yazı ne zaman gelecek? Yorgan aklıma geldi, Lüleburgaz’da buna baksaydım, diye düşündüm. Ali Ağabeyim gene gidecek, o zaman bakar. Yazı gelsin bakalım, belki başka istedikleri de vardır. Görünürdeki duruma göre, sanırım uzun bir süre daha köydeyim. Sıkılarak yattım. Hüsnü Yalçın’ı düşündüm görünüşte rahat gibi. Üstelik onun bir de arkadaşı Emrullah var. Emrullah başlı başına bir sorun. Benim olduğum sürece ortalıkta yoktu. Hüsnü de nerede olduğunu bilmiyor. Hüsnü, “Şimdi çıkar gelir!” dedi ama gelmedi.
17 Ocak 1942 Cumartesi
Kendim uyandım, ilk iş olarak paketi açtım: Şaheserler Antolojisi, iki kitap. Birinci kitabı karıştırdım;kitabını okuduğum yazarlar var, sevindim. Anton Çehov-Maske kitabını okumuştum, resmi de var. bağlı gözlüklü bir resim. Buradaki öyküyü geçen yıllar okumuştum: Dilenci. Alphonse Daudet de vb onun da Taraskopnlu Tartarinini okumuştum. Gustave Flaubert, Madam Bovary yazarı, burada salt Emma’nın ölüm döşeyindeki üzücü durumu anlatılıyor. Thais yazarı Anatole France da var. İşte bu kitaba bayıldım. Çenesini tutan bir resim, Maxime Gorki. . Sayfaları sevinerek çeviriyorum;Röslein şiirinin yazarı: Johann Wolfgang von Goethe, Yeni okuyacağım kitabın yazarı, Vicror Hugo, İzlanda Balıkçısı’nın yazarı, Pierre Loti, Donkişot yazarı Migue de Cervantes, Türkçe dersimizde okuduğumuz Kefil parçasının yazarı, Friedrich von Schiller, Dorian Gray’in Portresi yazarı Oscar Wilde, Jerminal yazarı, Emile Zola resimli olarak birinci kitapta var. Ayrıca yaşamları kısaca belirtiliyor. İkinci kitabı da hemen karıştıracağım. Bu kitap bana tüm üzüntülerimi unutturdu. Bu yazarları öğrenirsem Türkçe-Edebiyat dersim oldukça kolaylaşacak. Dışarı çıktım. Ablam gülümsediğimi görünce, Dünkü yorgunluğun geçti, neşen yerine geldi!”dedi. Ablama söyledim, “Yok abla aradığım kitaplardan birini buldum, çok işime yarayacak. Okul kitaplığında varmış ama daha önce bulamamıştım. Şimdi gidince aldım, tam istediğim gibi, ona sevindim!”dedim. Ablam da sesvindi. “Biz senin sorunlarını bilemiyoruz, artık büyüdün; kendi sorunlarını çözersen sen çözeceksin, bizden yardım umma. Bundan böyle, kendi işini kendir göreceksin. Ne yapalım kısmet böyleymiş. Şimdi ben sana bir piliç kızartayım, çoktandır aklımdaydı. Kısmet bu günmüş!”. Ablam bunu söyleyince duramadım söyledim. ”Kamber Amcamlarda yatarken, onların horozlarını dinledim. Bizde tavuk yok mu yoksa, dedim. Geldiğimden beri horoz sesi duymuyorum. Ablam güldü, “Kümesi arkaya götürdük, evin önüne tavuk gelmesini istemedik Arkada bahçe onlar için daha rahat. Arkaya düştüğü için horozların sesleri pek gelmiyor. Biz duyuyoruz ama senin oda biraz daha kapalı olduğundan sen duyamamışsındır. Tavuğumuz her zamanki gibi bize yetecek kadar. Biz tavuk satmayız. Tavuklarla arılarımız kendimiz içindir. Süt, yumurta, bal bizde hep bulunur!”İyimserliğim üzerimdeyken kahveye gittim. Kahvede Abbas Amcam vardı, Ağabeyi olan Kırklareli’deki Hasan Amcamdan selam getirmiştim, onu soyledim. Abbas Amcam sitemde bulundu, “Selamı deme eski selamı, de!”deyinci geçenlerde evlerine gittiğimi, Hanife Halamın da orada olduğunu, kendisinin bulunmadığını, söylemesi için yengemi uyardığımı anlattım. A bbas Amcam bu kez, elini sallayarak, “Ohooooo, kadınlara söylenen söz yerini gider mi? Onlar kendi dedikodularından söylenen sözlere yer bırakmazlar!”deyip güldü. Bu kez Kamber Amcamın selamlarını söyledim. Abbas Amcam gülerek “Bak işte bu oldu, selam sıcağı sıcağına değerlidir!”dedi. Başka gelenler olunca ben eve döndüm. Ablam dediğini yapmış, özlediğimi yedim. Şaheseler Antolojisinin ikinci kitabını karıştırdım. Kitaplarını okuduğum yazarlardan onda da sekiz tanesini buldum. Eugenie Grandet, Le pere Gorit(Gorio Baba)İki yeni Gelinin Hatıraları kitaplarının yazarı Honore de Balzac, Pol ve Virjini(Paul et Viginie) yazarı: Bernandin de Saint-Pierrer, İki Şehrin Hikayesi yazarı Charles Dicens, Üç Silahşörler. Monte –Chiristo yazarı: Alexandre Dumas Pere, Senfoni Pastoral yazarı Andre Gide, Kırmızı ve Siyah yazarı: Henry Beyle Stendhal, Hepsinin resimleri, kısa yaşam öyküleri var. Adını burada okuduğum daha otuz kadar yazar var. Sanırım bizim Türk yazarlarını da böyle resimli kitapları vardır. Henryk Sienkievicz(Henrig Senkiyeviç)’in öyküsünü b ilmem kaçıncı kez okudum, Rüya, inanasım gelmiyor. “Öyle şey olmaz!”dedim ama olmasa yazar anlatır mı? Uzun kalacağımı inandığım için kendime bir masa hazırladım. Ablam önce güldü sonra da beni haklı buldu. Ablamın Yüklük Sandığı dediği üç dört tane sandığı var. 60X60X80 birini boşaltıp uzun tarafı üstüne oturttum. Dizlerimi iç boşluğuna sokunca çok rahat oturup üstünde yazıyorum. Ablam, “Bunu daha önce neden yapmadın? ”diye sordu. Bir ara Hilmi geldi, şarabını bitirmiş. “içki sevdiğimden değil kafa dinlendirmek için bir deneme yaptım, ancak o da dinlendirmek şöyle dursun daha çok yordu. Bu kez evdekiler telaşlandı, asker ocağında başladı? ”evhamına kapıldılar. Oysa asker ocağında bunun yapmak olası mı? Bunu bildiği halde babamın da kuşkulanması ötekileri büsbütün çileden çıkardı. Neyse bitti de ben de kutuldum, onlar da! “Dikkatle baktım, gene de Hilmi de eski neşe yok. Bu kez de ben bu değişikliği evliliğine yordum. Sevdiği ile evlenmişti, aralarında bir anlaşmazlık mı var yoksa? diye düşündüm. Emine Ablanın sözü sık sık aklşıma gelmeye başladı, kimi görsem “Acaba? diyorum. Ancak insanların tavırlarından bunun olabileceği sonucunu çıkaramıyorum. Birbirnden çok uzakta oturan bir ya da iki kişi olabilir ama öyle çok söz konusu edilemez. Hilmi’ye az önce okuduğum Rüya öyküsünü okudum. Hilmi olayın olabileceğin inandı, “Niçin olmasın? ”diye de bana sordu. Hilmi’nin dedesi Bektaşi dedesiydi. Dedesinin ona anlattığı bir çok ermiş öyküsünü anlattı, buradaki olayı da o açıdan açıklamaya çalıştı. “Evet mevet dedim ama, içimden katılmadım. Öyküyü anlatan Polonyalı bir yazar ermişlikle falan bir ilişkisi yok. Hilmi gidince öyküyü ona okuduğuma da pişman oldum. Belki de benim ders değil tümüyle böyle şeyler okuduğumu sanacaktır. Bu kez de tarih kitabından bir şeyler okumayı düşündüm. Ablam yemeğe çağırınca, yalnızlığın verdiği saçma düşüncelerden sıyrılıp y emeğe oturdum. Gülsüm bana eldiven örmüş, boyun atkısı örmüş. Çok hoşuma gitti. Arada elinde görüyordum, sanki benden saklar gibi çekinik bir tavrı vardı. Ben de örmeyi tam beceremediği için çekiniyor diye düşünüyordum. Oysa çok güzel örüyormuş ama benim için ördüğünden görmemi istemiyormuş. Çalışmaktan yorulmuş numarası yapıp odama kapandım. Karanlık, öyle uzun süre durdum. Ablam uyuduğumu sanıyor, Gülsüm’e sık sık kapılara dikkat, “Pat pat açıp kapatma uyumuş olabilir!”diyor. Kimi zaman da kendimi suçluyorum, “Bu yaptığım doğru mu? Bunu sorunca da bir başka soruyla karşı karşıya kalıyorum;Neden doğru olmasın? Eğer bir eğrilik varsa neresi eğri? Üstüme aldığım bir işi aksatmıyorum? Bir yıldır ayrı kaldığım evimde ailemin iziniyle dilediğim gibi yatıyorum.
18 Ocak 1942 Pazar
Akşam sıkıntılı yatışıma karşın rüya görmedim ya da gördüklerimi unuttum. Ablam geldi sordu, ”İyi misin? Salt sormadığını, bir şey söyleyeceğini anladım, İçimde bir kuşku doğdu: Küçük ablana git!”diyecek korkusu bir an duraksattı. Ablam biraz çekimser;Ali Ağabeyin Alpullu’a gidiyor, dönüşte yalnız olacak. Oraları özlemişsen, Ali Ağabeyine arkadaş ol!diyecektim”Ablam sözünü bitirmeden, ”A, ne iyi olur! Ne zaman gidiyoruz? ”diyerek sevincimi sevincimi saklayamadım. Ablam, ” Bugün, gidecekler, hazırlandıklarını bildirince yola çıkılacak!”. Hemen giyindim, Gülsümün atkısını boynuma sardım. Ablam, ”Sevineceğini bilseydim dün daha söylerdim, Ali Ağabeyin, rahatını bozma!”dedi, ben de konuyu açmadım!”Sevindiğim tekrar söyledim. Ali Ağabeyim geldi, hazırlandığımı görünce, “Pişman olmayacaksan gel, belki oradan Babaeski’ye de geçer bir gece de Sofali’de kalırız!”B ügün hava daha güzel geçen gidişimizden daha rahat olacak!”deyince buna daha çok sevindim. Babaeski’yi de çok görmek istiyordum. Sofali’yi(Sofuhalil de denir)gördüm ama nesini, akşam gidip, sabah ayrılmıştım. Büyük Halamın rahatsızlığı nedeniyle gözü kapalı gidip öyle çıkmıştım. Köyden çıkarken saate baktım, saat tam 10’00 Alpullu yaya olarak 4 saat derler, bakalım at arabasıyla kaç saatte gideceğiz. Ali Ağabeyim 3 saat, diyor. Hep yokuş aşağı gidiliyormuş. Yolda küçük de olsa yokuşlar çıkıyoruz, bunları gösterip, “Bunun neresi iniş, boyuna yokuş çıkıyoruz!”dedim. Arabadaki tanımadığım yolcu beni uyardı, ”Delikanlı, derelere bak, iniş olmasa dereler akmaz!”dedi. Gerçekten dereler aktığına göre aşğıya doğru gidiyoruz. Döndüm arkama baktım, gerçekten o tepe dediğim yükseklikler merdiven gibi yükserlerek uzaklaşıyor. Bizim köyden çıkınca bir süre yürüyünce bir yokuşa tırmanılıyor. Oldukça yükseğe çıkılıyor. O yükseğe çıkınca arkaya bakınca biyim köyün daha yükskte olduğunun ayırdına vardım. Müsellim köyüne girince Pancar köy, az ilerisinde Alpullu iyice çukurda kalıyor. Coğrafya öğretmenimiz Sabit Soysal Öğretmenimn sık sık söylediği Trakya’nın toprak Engbeleri sözünü anımsadım;şimdi sorulsa bunu bir özellik olarak anlatabilirim. Köy kahvesinde oturup çay içtik. Ali Ağabeyimin tanıdığı gldi bir süre konuştular. Ali Ağabeyim, Sofali’ye uğrayıp öteki yoldan, Çavuşköy’den döneceğimizi söyledi. Bumna daha çok sevindim. Çavuşköy i, lkokul öğretmenin Ahmet Korkut’un köyü. Ağabeylerinin çocukları Hasan’la Vehbi de okul arkadaşım. Hasan’ın okuduğunu duymuştum ama nerede olduğuınu bilmiyordum, sorup öğreneceğim. Müsellim’den sonra gerçekten yol yokuş aşağı iniyor. Yakın görünmesine karşın git git bitmiyor. Sonunda Edirne-İstanbul yolunu geçip Pancar köye yaklaştık. Bizim bahçe yanından geçerken gözlerim sebnze bahçesi aradı aba ona benzer bir şey göremedim;içimden az ilerde, derken okulun önünden geçtikBahçe yerinde yeller esmiş, oralara sanırım binalar yapılmış. Dönüşte daha dikkatli bakmayı tasarlarken Alpullu’ya gitdik. Okulun az önünde yolcuları bırakıp durmadan Sofali’ye yöneldik. Okula gelmeden karşı Memur Evlerine giden yoldan kestirme Babaeski yoluna çıktık. Böylece ben Sebze Bahçemizi değil yerini bile tam göremeden Alpuıllu’dan çıktım. Tepeye çıkınca yürüyüş yaptığımız yola baktım. İlk Spor öğretmenimiz Ömer öğretmeni anımsadım. O nun ölmüş olduğuna bir türlü inanamadım. Şaka söylenen bir söz gibi düşündüm. Bir süre boğazım karıncalanır gibi oldu. Sofali’ye yaklaşırken bu kez de Elfide Halam gözümün önüne geldi. Onun olmadığı eve gireceğim. Suskunluğumu gören Ali Ağabeyim, ”İstiyorsan, Çavuşköye dönelim, akşam oarada da kalabiliriz!”dedi. Elfide Halamın sözünü anımsattım, ”Akrabalar bir birini sık sık görmeli!”demişti. Ali Ağabeyim de “İşte ben de onun için, bu yolculuğu uzattım, hiç değilse çok uzamadan bir uğrayalım, onun çocukları bunu düşünmezler ama babam sevinir, ne de olsa kardeşiydi, bir birlerini severdiler!”Hasan Amcamın evine indik. Hasan Amcam kendisi evde yok, Kiremit Ocağı’ndaymış. Kiremit Ocağı köyle Babaeski arasında, çok yakın. Ali Ağabeyim durmadan arabayı sürdü. Bu kez de Hasan Amcamın Babaeski’de olduğunu söylediler. Bir adres verdiler. Ali Ağabeyim, gülerek, “Hadi kısmetinde Babaeski’yi görmek varmış!”deyip arabayı Babaeski’ye sürdü. Amcamı bulduk. Onlar konuşurken çarşı denilen yerde azıcık dolaştım. Amcam beğenip beğenmediğimi sordu. Lüleburgazı'n yanında çok küçük!” dedim. Amcam güldü, “Evet küçüktür ama Lüleburgaz’ın kardeşidir, çok benzeşirler!”dedi. Gerçekten ikisinin de büyük köprüleri var, camileri de bir birini andırıyor. Ali Ağabeyim de “İkisi de Kırklareli’ye bağlı birer ilçedir!”dedi güldüler. Bu kez Hasan Amcam, “İkisi de ilçedir ama il olan Kırklareli’den daha canlı daha hareketlidir!”Bir takım gelirlerinden söz etti. Hasan Amcamı da alarak eve döndük. Sanırım arabanın sallantısı beni biraz rahatsız etti, eve dönünce geçen defa geldiğime benzer bir tutukluk getirdi. Sanki halam gene yan odadaymış gibi sessiz durdum, uykum da çabuk geldi. Ali Ağabeyimle aynı odada yatak yapıldı. Ali Ağabeyle Hasan Amca konuşurken uyudum. , uzun süre de onların sesleri kulağımda sürdü.
19 Ocak 1942 Pazartesi
Sanırım horozlardan az sonra evde konuşmalar gene başladı. Ali Ağabeyimin yattığını görünce başımı çevirip gene yattım. Uzun bir zaman sonra Ali Ağabeyim, gülerek, ”Arabada da uyursun!”dedi. Kalktım. Amcam Namık Ergin Öğretmene selam gönderdi. Ayrıldık. Çavuşköy sandığımdan yakınmış, erken geldik. Önce kahve önünde durduk. Ahmet Korkut Öğretmenin ağabeyi geldi, bizi evelerine götürdü. Hasan'ın kardeşi evdeymiş, geldi benimle ilgilendi. Hasan’ın okulda olduğunu söyledi. Kendisi bir süre ara vermiş. Okumadığını duymuştum, beni savuşturduğunu anladım. Amcasının Erzurum/Pulur Köy Enstitüsü Müdürü olduğunu söyledi. Daha önce bir yerde olduğunu biliyordum ama adresini kaybetmiştim. Tekrar aldım. Gene Erzurum’daydı, Milli Eğitim Müdürü ya da müfettişti. Şimdi daha sağlam adres buldum. Çavuş Köy’de fazla kalmadık, oradan Kumrular’geçtik. Kumrular’da hiç durmadan köye döndük. Eve inince, sallandığımı anlar gibi oldum. Araba oldukça sarsmıştı. Yatağa uzandım. Ablam, “Yemek yemeyecek misin? ”diye sordu. Saate baktım, saat 9’5 gece olmuş. Süt içip gene yattım. Bu kez bir süre uyuyamadım. Vehbi'yi düşündüm, şimdi kocaman delikanlı olmuştur. İlkokuldayken Hasan'la ikisi de amcası yanında kalıyordu;Hasan Korkut’la ikisi. Ahmet Korkut Öğremenin eşi de öğretmendi. Behliyar Öğretmen. Çok zayıf bedeni vardı ama sert davranıyordu. Okuldaki durumunu pek bilmiyorum ama evde sanırım çok sertti. Özellikle Vehbi’yi hemen hemen hergün evin bahçesinde dövüp dışarda bırakıyordu. Vehbi’nin sesi okuldan duyuluyordu. Çoğunlukla öğleden sonra olduğu için ben okuldan dönerken Vehbi’yi bahçede ağlar görüyordum. Bir gün yolumun üstünde oturan bir teyze beni durdurdu, “Oğlum o çocuğu alıp bana getirebilir misin? ”dedi. Sakınca düşünmediğim için gidip Vehbi’yi teyzeye görürdüm. Vehbi göğsüne dek gözyaşlarından ıslanmıştı. Hiç ses çıkarmadan arkamdan geldi. Ben bırakıp yürüdüm ama az ilerde durup arkama baktım. Bir bağırış koptu, Behliyar Öğretmen (Yengesi)elinde bir sopa Vehbi’ye vura vura gene eve götürdü, bahçede bir yer gösterip orada bıraktı. Behliyar Öğretmen beni görmediği için sevinmiştim. Eve Vehbi’yi düşünerek gittim. Hasan daha yaramazdı Vehbi bana göre daha usluydu. Oysa dayağı yaramaz Hasan değil Vehbi yiyordu. Devrisi gün okula gidince “ Birinci sınıfların öğretmeni seni çağırdı!” dediklerinde şaşırdım. Birinci sınıfların öğretmeni Benim öğretmeninin eşiydi, Behliyar Öğretmen ama onunla hiç konuşmamıştım. Korktum, ne yapayım? diye düşünürken bahçede Münevver Öğretmenle konuştuklarını gördüm. Münevver Öğretmeni seviyordum, onun da beni sevdini A çok söylemişti. A’ya olayı anlattım, ikisi bir aradayken gittik, önce Münevver öğretmen gülerek “Ne var? diyerek bize döndü, bu kez ben, ”Öğretmenim beni çağımış!”dedim. Öğretmenin gergin yüzü yumuşadı, “Bir daha öyle yaramazlıklar yok, anlarsın ya!. . . ”dedi güldü, arkamızdan da konuşup gülüştüler. Uzun süre o yoldan geçmedim. Ama Vehbi’nin sesi sene sonuna dek mahallede sürdü. Vehbi şimdi pehlivan gibi, o günleri anımsıyor mu acaba? Açıkçası o kadına yenge deyip, saygı duyuyor mu acaba? O çok iyi insan Ahmet Korkut Öğretmen ona nasıl izin verdi? “Sen benim ağabeyimin oğluna böyle davranamazsın!”demedi? Bunu hep düşündüm. Yoka ben yanlış mı biliyorum, Vehbi Behliyar Öğretmenin kardeşi de olabilir. Bunu o zamanlar hiç düşünmemiş, kimseye de sormamıştım. Behliyar Öğretmeni böyle tanıdığımdan olacak Ahmet Korkut Öğretmeni hep yalnız olarak düşünüyorum. Oysa onların birlikteliği sürüyor; şimdilerde kocaman çocukları var.
20 Ocak 1942 Salı
Uzun gece boyu uyudumdan olacak bu sabah erken kalktım. Ablam günlük işlerini kızı Gülsüm’le bölüşek yapıyor. Onlara engel olmamak için gene içeri kapandım Victor Hugo’nun Şaheserler Antolojisi’indeki Vaterlo’yu okudum. “Ay!”çektim, keşke okumasaydım. Harp ve Sulh’un yenilmez kahramanı meğer yenilmiş. Kitap daha önceki durumları yazıyor, Vaterlo aslında şiirmiş, düz yazı olarak dilimize çevrilmiş. Sanırım şiiri çok daha güzeldir. Kahvaltı edip kahveye indim. Kahveye çıkarken, ablam, Şerife ablama gidip gitmeyeceğimi sordu. Enişten geldi diye iyice boşlamayalım, gitmeyeceksen Gümsüm’ü göndereyim, gönlünü alalım!”dedi. Gidebileceğimi söyledim ama sıkıldım da. Ya birisiyle karşılaşırsak? ”Eniştem evdeyken karşılaşma bence daha iyi olur!”deyip kahvden sonra hemen gitmeye karar verdim. Hilmi şarabı bitirmiş şimdi de avcılığa dönmüş. Pazar günü için Mustafa Ağabeyle anlaşmışlar, Abbas Amcam da katılacakmış. Fakir Yaşar, Bekar Arif, Bektaş’ın kardeşi Ali avcılığa hevesliymişler. Mustafa Ağabey, salt gençleri kırmamak için gidiyormuş. Yaşlılardan Poyraz Mehmet attığını vuran avcı olarak anılıyor. Ben, severek katılacağımı söyledim. Hilmi buna çok sevindi, eve döndü. İkircil bi durum da ben de eve döndüm. Ablam elime bir paket tutuşturdu, yukarı yoldan gittim. Çekine çekine girdim. Eniştem evde. Rahatladım. Eniştem neler yaptığımı sorunca biraz abartarak ders çalıştığımı söyledim. İnanması için de Türkçe dersi için dört beş kitabı okumak zorunda olduğumu anlattım. Hemen hemen enişteme söz bırakmayacak bir gevezelikle konuştum durdum. Sıkılıp karamsar olmadığımı anlatmaya çalıştım. “Tatil uzasa da elimdeki kitapları bitirsem!”gibi hiç aklaımda olmayan bir de dilekte bulundum. Eniştem, “Buna asevindim, ben senin sıkılabileceğini düşünüp üzülüyordum!”dedi. Tekrar hoşnut olduğumu, yarın da ava çıkacağımızı ekledim. Eniştem ablama, ”Siz konuşurken Adaşa ben bir uğrayayım iki gündür gitmedim!”deyince yüreğip hopladı, Beni de Mustafa Ağabey bekliyor. Diğer günler dersleri olduğu için okula gitmiyorum, yalnız cumartesileri durumu elverişli!”deyip kalktım. Sözler yerine oturmuştu. Ablam gene gelmemi söyleyerek beni uğurladı. Eniştemle birlikte çıktık. Bahçe kapısından ayrılırken Emine Abla geldi, enişteme Ali seni bekliyor!”dedikten sonra bana, Sen daha buralarda mısın? Gittiğini duymuştum, ne zaman gideceksin? ”diye sordu. Gidip döndüğümü, birkaç gün izin aldığımı söyledim. Kesin durum pazartesi günü belli olacak!”dedim”Hayırlısı!”deyip bekleyen Enişteme katılıp gitti. Üzüldüm. Bakışında, tavırlarında bana kötülük düşünen hiçbir iz görmedim;kötü düşündüğümü, kötü düşüncelerim yüzünden insanlara kötü gözle baktığımı söyleyerek okulun önünden geçip eve girdim. Evde ablamın konukları varmış, bir bakıma buna sevindim, sessizce içeri girip kitap okumaya başladım. Kitap güzel ama o denli çok insan var ki, okudukça “Kim? Kimdi? diyerek geri dönüyorum. Birilerini yazıp arada bakmaya başladım. Anlatılan dönemi biz tarihte okuduk ama nasıl okuduk? Napolyon Bonapart Mısır’a geldi ama oradan kovuldu, Akka Kalesi önünde Cezzar Ahmet Paşa’ya yenildi, canını zor kurtardı!” diye öğrenmiştik. Oysa bu yenilmiş Napolyon başkalarını çatır çatır yenmiş. Tam da bizim Nizam-ı Cedit sıraları. yazık ki isyan çıkıyor, Nizam-ı Cedid kaldırılıyor, 3. Selim öldüürülüp yerine 4. Mustafa geçirilmeye çalışılıyor. Alemdar Mustafa Paşa karşı çıkıp 2. Mahmut’u tahta çıkarıyor. Bu kez de bir isyan patlak verip Alemdar Mustafa Paşa ölüyor. 1808, Bu romanın anlattığı günler. Kitap yüzümde uyumuşum. Ablam tatlı yapmış uyanıkım sanıp konuşarak içeri girince uyandım. ”Dalmışım!”falan diyerek kalktım. Bu kez bir kurnazlık düşündüm. Ben bu kitabı en rahat nasıl okurum? ”Son bölümü önce okuyarak, sonuna dek yaşayan kişileri baştan tanırsam olayları daha az karıştırırım. En önemli kişiler kitabın sonunda da bulunacaktır. Bu kitapta bunu deneyeceğim. Prens Andrey Bolkonski, Nikolay Rostov, Marya, Nataşa, , Piyotr Bozukov, Prenses Lisa, Vasili Kuragin, Anatol, Kutuzov…Yer adları: Austerlitz, Jena-Eylau, Friedlang, Niemen, Borodino, Smolengs, Orel, Moskova bunları öğrenip yerine koyarsam olayları daha rahat izleyeceğimi sanıyorum. Kahveye indim, Yaşar geldiiYaşar büyümüş, bana dayı diyor. Onun dayı deyişi hoşuma gidiyor. İsmet alıştırdığı için çok doğal buluyorum. Üstelik Yaşar’în deyişi de daha candan gibi. Yaşar ber berliğe başlamış. Bu da güzel. Sabah yağış olmazsa okul önünde toplanacağız. İlk durağımız Çeşme Önü denilen yer olacak. Saat olarak sordum;Yaşar güldü “Dayi bise saat sorma, bizim saatimiz seninkine uymaz, “Sığır Çıkışı!”dersem ne anlayacaksın? Kahvedekiler açıkladı, ”Sığırların sürü olarak köyden çıkışı. Yani güneş doğduğu sıralar. Yaşar gene güldü, ”Dayı bizim saatlerin yelkovanı yoktur;sakın dakika falan sorma!Akşamı sorarsan “Sığır Gelişi!”Tam kalkarken Hamza Amca geldi, (Kolsuz Hamza) İngiltere’nin nüfusunu sordu. ”40 milyon!”deyince “Breh breh breh! Bizden çokmuş kafirler!”dedi. Almanya 60, Rusya 150 milyon deyince güldü, “Bir Alamana iki buçuk Rus, itişsin kafirler!”deyip gevrek gevrek güldü. Onlar konuşmaya dalınca ayrılıp çıktım. Avcılık için kılık hazırladım. Bektaş Ağabeyimin kapalı potinleri iyi geldi. Mahmut Ağabeyin kepiri paltosunu aldım. Ali Ağabeyin yeni dikilmiş kilot tipi dizden yukarısı dışa doğru çıkan şayak pantolonu giydim. Ablam kılığıma bakıp bakıp gürdü ama “Üşümeyeceğin için sevindim!”dedi. Erken yattım. Yattığımdan az sonra beni uyamdırdılar. Kırklareli’ye gidecekmişiz. Ali Ağabeyim, “Uyuma arabadan düşersin!”diyor. Gözlerimi açtım birden şaşırdım. Bizim Kanlı Geçit diye andığımız koruluğun içine evler yapılmış. Kavakdere köylüleri bizim koruluğu almak için böyle bir yol bulmuşlar. İnsanların kimileri de ağaçlarda oturuyor. Ali Ağabeyime, bir kitapta okuduğum olayı anlatmaya çalışıyorum:
-Bir papaz ağaca çıkmış, papazın ağaca çıktığını gören insanlar, gelip oralara ev yapmış, orası sonradan bir kent olmuş!”diyorum. Ben gülüyorum ama Ali Ağabeyim hiç gülmüyor. Birden arabayı köye doğru çeviriyor, ”Sıkı dur, gidip köylülere haber vermeliyim!”diyor. Kendisi ayağa kalkıp atları gırbaçlamaya başlıyor. Ali Ağabeyim atları gırbaçladıkça araba sağa sola sallanıyor ama atlar gitmiyor. Bir de bakıyorum arabanın önünde at mat yok. Ali ağabeyime bağırıyorum, “Atlar yok!”Gözlerimi açıyorum, yatağımdayım. sevinerek hemen gözlerimi kapadım. Uyuduğumu sanıyorum….
21 Ocak 1942 Çarşamba
Sabah ablam kaldırdı. Ablama rüyamı anlattım. Ablam arabayla gezerken aklından neler geçirmişsen onları görmüşsündür!”dedi. …Avcı kılığım bahçeye çıkınca yengelerim güldü. . Çifte sırtımda Okula gittim. Üstümde herşey eğreti. Ancak sımsıcağım. Kılığıma gülenler salt evdekiler olmadı, avcı arkadaşlar da azıcık yadırgamış olacaklar ki bir süre yandan bakıp kıkırdaştılar. Ancak havadaki esinti onları çabuk susturdu. Çeşme düzüne çıkınca esinti ruzgara dönüştü. Mustafa Ağabey, yandaki tepeleri göstererek esintinin nedenlerini anlattı. Bir ara kendimi Coğrafya dersinde sandım. Müsellim Sırtı denilen yakın dört köyün, Hamitabat-Kumrular, Müsellim, Çeşmekolu arasında kalan en uzak noktadan(Derin çatak, sık fundalık) iki yakalı açılıp yürümeye başladık. Hem yokuş hem de çamur. Düşe kalka çatağın birini taradık. Bol denecek kuş uçtu ama kuşlara tüfek atmamaya karar verilmişti. Tam yokuşun bitiminde bir tavşan çıktı, kaçamadı, vuruldu. Bu çataktan başlandı ama fazla da umutlanılmadı. Nedenini ben yeni öğrendim. Çatak, kuzey-güney yönlerine açı olduğundan esintiliymiş. Esintili yerlerden hayvanlar kaçıyormuş. Ardıçlık çatağı denen yere geçtik. Orası doğu-batı yönünde, kalabalıktan biraz uzak duran Poyraz Mehmet arka arkaya üç el attı. İki tavşan vurmuş. Takıldığı gençler var, onlara seslendi, “ Avara gezenlerden biri ikisi gelsin şunları taşısın!” İlk tepkiyi Yaşar yaptı, “Dayı, şu lafları etmiyorlar mı, ne tavşanı kalıyor gözümde ne tilkisi!”Yaşar 'a yanındakiler, “Baban yaşında adam, onun şakasından gocunulmaz!”Bu kez Yaşar’ın bir küçüğü Alı gitti, tavşanları aldı. Arka arkaya iki tüfek patladı. Bu kez tilki kıstırılmış. Biriniden kurtulan tilki ikinci elden kurtulamamış. Dizi bozulmadan Göksu çatağına girdik. Burası oldukça sakin. Büyük ormana yakın, sulak çit ormanlığı. Tavşandan çok kuşlar var. Tilki, kurt, arada domuz da oluyormuş. . Güneşe yönelik çıplak tepelerde keklikler güneşliyormuş, oraları bilenler baskınlar yapıp kuşçağızlara kıydılar. Tavuk büyüklüğünde yedi keklik. Keklikelrin anaç dönemiymiş. Bir tilki, üç tavşam, yedi keklik çok bereketli bir av olmuş. Bunu benim şansıma yoranlar oldu ama sanırım en avara gezen de bendim. ”Poyraz Mehmet Amca şakacı, benim çifteye dokundu, “Eyvah, bu namlı donmuş, bunun ısınması gerekir!”dedi. Anladım, bir fişek sürüp havaya sıktım. “Sen de bizdensin, dilimizden anlıyorsun!”dediler. Ava gidip de hiç patlatmadan dönenlere aynı sözün söylendiğini biliyordum. Aslında köydekiler olayları çabuk unutuyorlar. !939 Şubat ayında iki kez aynı yerlerde avlanmıştık. O zaman Deveçatak Köyünden Çorbacı Veli vardı, “Attığını vuran avcı !”diye takılıyorlardı. Konuşmalar bu kez tilkiyi vuranın kim olduğu tartışmasına dönüştü. Poyraz Mehmet Amca, “Tilkiyi öldürebilirdim ancak karşıda Hilmi’yi gördüm, utangaç utangaç dolaşıyordu, sevinsin diye öyle nişanladım ki, tilki, kurşuna göre yön değiştirdi. Ancak kurşun yerini bulmuştu. Tilkicik ancak Hilmi’nin önüne varabildi. O da heyecanla uzanıp tutma yerine bu fırsattan faydalanarak namlusunu ısındırdı”. Hilmi bu sözlerin altında kalmamak için, bir çok güldürücü sözler söyledi. Daha önceki avlarda yapılanlar anımsandı. Çoğunu bilmediğim için anlatılanları dinledim. Sığır Yolu denilen sokağın Eğitmen Mustafa Ağabeyin bahçe köşesinde dağıldık. Avcıların kendilerine özgü kararları varmış, onu konuştular. Benim gidiş günümü sordular. Benden önce Hilmi:
-O daha burada deyince kendi dillerince Avcı selamlarını tekrarlayıp dağılındı. “BİR SONRAKİ KURŞUN BOŞA GİTMESİN!”
Ayaklarımın ıslandığını biliyorum ama ablamdan saklamak istedim. Ablam sıcak su hazırlamış. “Çok üşüyen ayaklar bir süre sonra duyarsız olur. Ilık suda tutulursa çabuk kendine gelirmiş!Babam böyle diyor!” deyip çoraklarımı çıkarırken yanımda durdu. Ben:
-Ayaklarım kuru!”diyerek çoraplarımı çıkardım. Çorapların çamura döndüğünü saklayamayınca, şaştığımı, söyletim, “Nasıl oldu ayırdına varamadım!”türü saçmalıklar söyledim. Ablamın dediğini yaparak ayaklarımı ılık suya soktum. Gerçekten bir yayarı oldu sanırım. Gündüz çok üşümüş olmama karşın gece boyu rahat uyudum.
22 Ocak 1942 Perşembe
Ali Ağabeyim Lüleburgaz’a gitti. Sanırım bugün, Ahmet Ağabeyin muştuladığı yazı gelir. Beş gündür Harp ve Sulh’u okuyorum. Tarih derslerinde adını çok duyduğum Napolyon Bonapart’ın büyüklüğünü bu kitaptan daha iyi öğreneceğim. Ancak okuduğum yerlerde, birbirine benze adlar çok geçtiğinden karıştırdığımı anladım. Böyle giderse ilerde belki daha çok karışacak. Adları ayrıca yazarak öğrenip okumayı deniyorum. Nikolay Rostov Kimdir? Nikolay Rostov, Çar Aleksandr’a bağlı bir hassa subayı. Öbür adıyla seçkin subaylar arasında bir kayırılan kişi. Kız kardeşi Nataşa çocuk yaşta olmasına karşın el üstünde tutulan bir güzel kız. Prens Andrey Bolkonski Başkomutan ünlü Kutuzof’un yanında çalışmış bir ünlü kişi. Prens Andrey Bolkonski’nın arkadaşı Piyotr Bozukov!
Prens Andrey Bolkonski’nin karısı Lisa doğum yapar, bir süre sonra da ölür. Arkadaş Piyotr Bozukov aynı zamanda Mason Locasına bağlıdır. Okumuş, uyanık fikirli bir gençtir. Çok varsıldır. Ancak kandırılmış, prens Vasili Kuragin’n kızı Ellen’le evlenmiştir. Bu evlilik ona mutluluk getirmemiştir. Kısacası Piyotr Bozukov varlıklı ama elindeki varlığı gereğince kullanamayan, evli olduğu halde mutlu olamamış biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Biri mutsuz biri dul kalan iki arkadaşın bir birini kollar olması ilgi çekicidir. Nikolay Rostov, Napolyon Bonapart Rusya’ya savaş açınca orduya dönmüştür. Prens Andrey Bolkonski savaş içi bölge sorumlusur. Bir iş için, Nikolay Rostov’la bir araya gelir. Buluşma yeri Rostovların Otradno’daki köşkleridir. Prens Andrey burada Prens Nikolay’n kızı güzel Nataşa’yı görür. Görür görmez de aşık. İçine düştüğü çarpıcı durum için yakın arkadaşı Piyotr Bozukov’la konuşur. Piyotr Bazukov’un bu sıralar başı dardadır. Çünkü karısı Ellen’le sözün tam anlamıyla kavga etmiştir. Ancak Prens Andrey’in isteği uygun görülmüş, kavgalı karı-koca Piyotr-Ellen çifti, Andery-Nataşa evliliği için kolları sıvamıştır. Nataşa, Prens Andrey’i beğenmiş “Beklediğim eş, ancak prens Andrey’dir!” bile demiştir. Ailesi de razı olmuştur. Ancak ihtiyar baba bir koşul koymuşur:
-Bir yıl beklenecektir. Karşı çıkmmakla birlikte Prens Andrey’in kızkardeşi Marya, Nataşa’yı kıskanır, içten içre ona kin bağlar. Nişanlı Nataşa, Moskova’da oturan Piyotr-Ellen çiftine konuk gider. Ellen’in kardeşi Anatol ortaya çıkar. Anatol tam anlamıyla kadın avcısıdır. Daha önce bir köylü kızını baştan çıkartmış, sonunda onunla evlenmek zorunda kalmıştır. Anatol için önemli olan kandırmak olduğundan, sonuna dek gider, ablası Ellen’in de yardımıyla Nataşa’yı kendisiyle kaçak evliliğe razı eder. . Durumdan kuşkulanan Nataşa’nın annesi Nataşa’yı kapatarak kaçmasını önledi. Olay ortaya çıktı. Piyotr üzgündü, içine düştüğü acıklı durumdan kurtulması için Nataşa’ya yaklaştı. Yaş farkını düşünmesine karşın giderek sevgisi artıyordu. Prens Andrey ise olaydan etkilenmiş bunu onur sorunu yapmıştı. Nataşa 'yı ise seviyordu. Tam bu sıralar Napolyon Bonapart Moskova önlerine geldi. Yurdu salt Fransız ordusu değil Rus ordusu da her tarafı yakarak kaçıyordu. Smolenk ardındında Borodino yerle bir oldu. Baş komutan Kutuzov, düzenli çekilip Napoyon Bonapart’ı korkunç kışla karşı karşıya bırakmayı hesaplıyordu. Sonunda Napolyon Bonapart Moskova’ya girdi. Prens Andrey Bolkonski Borodino Savaşı’nda yaralandı. Piyotr Bozukov, Moskova’da kaldı, Vurkaç türü çarpışma düşlüyordu, hatta Napolyon Bonapart’ öldürmeyi düşlüyordu. ancak tasarılar gerçekleşmedi. Napolyon Bonapart, büyük Fransız ordusunu küçülte küçülte Fransa’ya çok az askerle döne bildi. Tüm Rusya olduğu gibi Moskova’da dolmuş bolaşmış gibiydi. Piyotr Moskov’aya bir süre sonra gelebildi. Prens Andrey Bolkonski’nin kız kardeşi Marya’yı buldu. Daha sonra Rostov ailesine ulaşabildi. . Nataşa olgunlaşmış, daha da güzellişmişti. Piyotr Bozukov, Nataşa’yi sevdiğini anladı, istedi, evlendiler. Dört çocukları olduğu, yaşamlarının bundan sonrasını mutlu geçirdiler. Nikolay Rostov ‘da Prens Andre Bolkonski’nin kız kardeşi Marya’yla evlendiler. Prens Andre Bolkonski’nin Lisa’dan olan oğlunu da evlat olarak yanlarına kattılar. Yukarıdan beri anlattıklarım yalnız altı kişinin romandaki özet olayları. Oysa kitapta daha belki yüz kişi bunlara yakın yer almaktadır. İçlerinde bir tane de Prens Tolstoy bile vardır. Acaba bu Kont Tolstoy, yazarın babası mıdır. ? Kutuzov ise başlı başına bir kahraman. Sanırım şimdi bu kitabı daha rahat okuyacağım. Gerinerek kahveye indim. Kahvedekiler, savaş mavaş umursamıyorlar, Hükümetin koyduğu yasakları eleştiriyorlar. ”Çiftçi çıkardığı hiçbir ürünü satamıyormuş. Halk için fırınlar karışık unla ekmek çıkarmasına karşın el altından has un ekmek dağıtılıyormuş. Bizim köylülerin çoğu Kürt Yusuf namlı fırıncıyı tanır, çoğu onun fırınına uğrayıp çarşıya çıkar. Benim okul arfkadaşın Hasan da orada çalışır. Fırıncı Yusuf el alından dağıtılan ekmekleri gösterdiği gibi, isteyenlere köye dönerken veriyormuş. Ayrıca ürününü veren köylüye para tutarı bildirilip uzak bir zamana bırakılıyormuş. “O yok bu yok, peki bizden alınanlar nerede? ”diye soruyorlar. Bu konuşmalar yeni değil, eskiden beri vardı ama giderek sıkınılı bir durum doğmuş. Söze karıştım, “Ben , Ankara’ya yola çıkacağım Pazartesi pazarında ineği 15 tl’ye zor satmıştık. Pazarlar gene öyle mi? ”diye sordum. Hepsi birden:
- Daha fena, hayvan alıcılar elbirliği etmiş, bedavaya düşürene dek bekliyor, çaresizlikten kıvranan fakirin malını yok bahasına alıyor!” Anlayamadığım, alanlar da vatandaş, satanlar yasaklarla karşı karşıya da o tür alanlar için yasak yok mu? O hayvanı alan adam satarken engel olunmuyor mu? ”Hep birden “Ohooooo, onların raconları var, yasak masak dinler mi? Aldığı malı bu kez Devlet’e yüksek fiyatına satıyor. Müteahhitlerle cambazlar elbirliği etmiş, fakirden bedavaya yakın aldığını Askeriye’ye altın fiyatına veriyor. !”Olur mu, olmaz mı? derken Lüleburgaz’a gidenler geldi. . Beklediğim yazı çıkmadı, ancak Milli Eğitim Memru Salih Arı, Ali Ağabeyime tarif etmiş, bir de gazeteye çizmiş. Okula, 120X180 ölçekli bir yorganla gidilecekmiş. Okula gidiş tarihi de bir hafta içinde kesinleşecekmiş. Ali Ağabeyim, yorganı aramış ama Lüleburgaz’da bulamamış. Bu sıralar Lüleburgaz''da yorgancı yokmuş. Yorgancılar asker olmuş. Kahvedekiler için yeni bir konu çıktı. Köylerde yorgan ne gezermiş? Köylü yorganla mı yatarmış? Sonunda babam, kahvenin geniş peykesi üzerinde karışla yorganın alanını ölçtü, “Yorulmayımn, o yorganı biz kendimiz yapacağız. Pamuk ektik, satamadık. Bir çuvalını taratınca yorgan hazır olur. . “Çekirdekli pamuğu mu? ”diyene de, benim için, “Evde canı sıkılıyor, otursun ayıklasın!”dedi. Bu kez de bir başka öneri geldi, evlerde kadınlar bu işler için imece yapıyormuş. İmeceye katılanların önüne pamuk yığılıyormuş. Kadınlar hem konuşur hem de çekirdekleri ayıklıyormuş. Ben, mısır, tütün yün için imece biliyordum ama pamuk için yeni duydum. Kahvede güldük, iyi vakit geçirdik ama eve dönünce sıkıntım arttı. Hazırlanan yazı gene yok. Kendimi yatağa attım. ”Vay canına!”dedim. Arkadaşlar bunu nasıl karşılayacaklar? Yaylı karyolalarda yumuşacık yataklarda kılıflı yorgalar, süt gibi pikeler içinde yatıyorduk. Üç katlı tahta ranzalara, sap-saman yataklara düştük. Saray tabaklarında yemek yiyor, yaldızlı bardaklardan çay içiyorduk. Şimdiyse paslı, bakır mı, yoksa teneke mi? Ne olduğu belirsiz kutularda çay içiyoruz. İşini beceren yasak olmasına karşın has undan ekmek yerken biz aylarca yufka yiyoruz. Şimdi de yorgansız kalmışız. Arifiye’de var;Kepirtepe de yok. Niçin? Bu niçin sorusunu kime soracağız? Hasanoğlan’a gönderilenler orada kaldı da onun için. Oraya toplanacaklar bizim yorganlarda yatacak, biz kendimize evlerden yorgan götüreceğiz. Bunu arkadaşlar nasıl değerlendirecekler bilmem ama ben hiç iyi düşünmüyorum. Çok sevdiğim okulum giderek beni kendisinden uzaklaştırtacak galiba!”Binanın bir kabahati yok ama kabahatler kimin? Ankara’da oturanların mı? Tek birinin mi, yoksa onun çevresinde toplanmışların mı? Belki de Okul Müdürümüze karşı bir çıkıştır bu:
-Sen onlara kumaş elbise yaptırıyorsun, yorganlarını da onlar getirsinler? ”diyerek onu zor duruma sokmak istiyorlar. Kendi kendime kavga edercesine düşüncelerimde konuşurken yoruldum.
23 Ocak 1942 Cuma
Erken kalktım. Harp ve Sulh’u okuyorum. Savaş 1810-12 yıllarında olmuş. Yazar o tarihte doğmamış bile Kitabı da tam elli yıl sonra yazmış. Dedersi de o savaşa katılmış. Önce okuduğum Kont Tolstoy belli ki tazarın dedesi. (Babası da olabilir. )Sanırım dedesi ya da babasından o savaş üstüne çok olaylar dinlemiş. Kendisi görmüş gibi anlatmasına şaşıyorum. Babam da bana 93 Plevne Savaşı dediği 1877-78 Rus-Osmanlı savaşını anlatıyor ama, onun anlattıklarını toparlayıp b öyle inandırıcı anlatacağımı sanmıyorum. Kitabı okurken, atıyla haber ileten bir askeri, yakınındaymışım gibi neredeyse görüyorum, top tekerinin altında kalan bir atı görmüş gibiyim. Hele Borodini savaşını anlatışı, benim de orada olduğumu sanacak kadar olayın içine giriyorum. Öyle ki, Çanakkale Savaşında bir kolunu kaybeden Hamza Amcam, yaşadığı savaşı anlatınca bile beni bu denli savaşın içine sokamıyor. Ben böyle yorumlar yaparken ablam geldi, ”Yorgan istiyorlarmış, hiç merak etme, bu evin bir kızı var biliyorsun, onun hazırlıklarına çoktan başladık. Onlar içinde yorganlar da var. Bir tanesini götüreceksin!”dedi. Ben “Hazır yorgan olduğunu bilmiyordum!”deyince ablam, “Hazır değil ama parçaları hazırlanmış, doldurulup dikilecek kadar!”Arkadaki sandıklardan çiçekli basmalar çıkardı, birer birer gösterdi, ”Birini beğen!”dedi. Ellerimi açarak, ”Ben ne bileyim abla!”deyince bu kez Gülsüm’ü çağırdı. Gülsüm, gülerek birini seçti, hemen dikim başladı. Biraz üzülüm, ablam benim yorgan düşündüğümü sanıyor. Benim Borodini Savaşı’nı düşündüğümü bilse ne der acaba? Ben yorganı değil de neden yorgan istendiğini düşünüyorum. Düşünmüyor düpe düz yeriyorum. ? Belki de Sinanlı’daki depolarda yorganlar vardır. İlköğretim Genel Mürüdü İsmail Hakkı Tonguç herkesin önünde bana, “Sen vesile oldun, bütün enstitülere akordiyon alınması ita izni verdik!” demişti. Başka Enstitülere akordiyon alınıyor biz yorganımızı kendimiz alıyoruz. Okula ilk girerken de bizden para aldılar. Sonrakilerden ise zırnık alınmadı. Düşündükçe kendimi kurdum. Kalktım gene kahveye gittim. Dükkana geçip gramofonu temizledim, plakları sildim. Kim getirdiyse iğne getirmiş. Mahmut Ağabeyim olabilir. Gramofonu en çok kullanan o. Babam taze çay getirdi, “Arada bir çay iyi gelir!”dedi. Kapı açık kaldı, içerden Ali Eniştemin sesi geldi, çıktım, birden Ali Ağabeyle karşılaştım. Duraksadım, ”Geçmiş olsun!”dedim, kendimi toparlayıp, iyi olduğuna sevindim!”dedim. O da “İyiyim, iyiyim!”diyerek güldü. Hilmi geldi, konu askerlikten açıldı. Askerlik, o çarktan geçenlerin en çok bildiği bir olay. Anlatılanlar ne olursa olsun olmuş sayılıyor. Konuşmalar genellikle subaylar üstüne. Hep de küçük rüdbeli sübaylarTeğmen-Üsteğpmen yüzbaşı. Daha yukarı rütbelilerin adları, genellikle generallarden tokat yemesiyle anılıyor. Ben de buna inanmıyorum, bir general bir subayı azarlar belki ama tokatlamaz, sanıyorum. Özellikle Salih Omurtag, Fikri Tirkeş, Kemal Balıkesir adlı generaller bizim kahvede subayları pat küt tokatlıyorlar. Ali Ağabeyi dinledim, sorular sordum, o da yakın dönemden söz etti. O gülerek, “Kimsenin kimseyi dövdüğünü görmediğini, özellikle ikinci askerliklerde dövme pek olmadığını oluyorsa bunu subaylardan çok onbaşılarla çavuşların yaptığını anlattı. Asıl dayakların acemilik döneminde olduğunu bastıra bastıra söyledi. Dikkatle dinledim, yakınlık gösterdikç içten olduğunu anladım içim rahatladı. Konu avcılığa geçti. Az çıkmasına karşın daha çok keklik, bıldırcın avladığını anlattı. Bektaş Ağabeyim gelince onlar bir küme oluşturdular ben ayrıldım. Eve döndüm. Benim yorgan gömleği dikilmiş bile. Ablam, ”Pamuk yorgan isteniyormuş, bunu yün yapsak olmaz mı? diye sordu. O nasıl oluyor? diye sordum. Taranmış yün varmış. Yünler temizleyip tarağa verilirmiş. Taraktan geçen yün baskılı oluyormuş. İsteyenler onu ipliğe çeviriyormuş, isteyen de yatak, yorgan yapıyormuş. Yorgan olarak çok sıcak tutuyormuş ama sıcak havalarda kullanılamazmış. Bu konuda bir fikrim olmadığı için sustum. Ancak Gülsüm’ün seçtiği basma çok güzelmiş, güzel bir yorgan altında yatacağıma sevindim. Okuldan ayrılırken kesinlikle onu okulda bırakmayacağım. Oldukça rahatladım. Bir de Emine Abla ile karşılaşsam belki daha rahatlayacağım. Ben mi çok kuşkuluyum? Kendime kendim yanıt verdim, “Doğal olarak ben, ;çünkü bu işte en büyük zararı ben göreceğim!”Odaya girince kitabı anımsadım. Kitap Harp ve Sulh adını taşıyor. Oysa baştan sona savaşları anlatıyor. Bu arada Rusya’nın da çok büyük bir devlet olduğu ancak Çar yandaşı olanların hepsinin kont, prens olduğu anlaşılıyor. Ancak savaşların herkese zarar verdiği de belli oluyor. Varsıllar yoksul oluveriyor. Babamın anlattığı göç nedenlerini bu kitaptan iyice anladım. Nataşa’nın Piyotr Bozukov’la evlenmesini sevmedim. Babası yerinde adamdı. Geçekte Nataşayı başlangıçta çok sevmiştim. Prens Andrey’le sözlüyken Anatol’la kaçmaya kalkınca gözümden düştü. Bu açıdan bakınca Nataşa’ya Piyotr bile fazla…. Kendime güldüm, ”İyi ki bana sormadılar!”…Nataşa’nın yüzünü N ‘ye benzettim, güzel ama güvenilmez, iki yüzlü…Okul açılınca bakalım neler olacak! Sami Akıncı k4endini apaçık ele verdi. ”Sami N’yi seviyor!”Sevsin bakalım!
24 Ocak 1942 Cumartesi
Kahvaltı için mutfağa girdiğimde Gülsüm’ün pamuklarla uğraştığını gördum. Mutfak dediğimiz geniş bir yer. Ocakta sürekli odun ateşi var ama arkalar ne de olsa soğuk. Buna gönlüm razı olmadı, Gülsüm’ü toparlayıp yattığım odaya çıkardım. Arkadaşı gelecekmiş. Arkadaşı gelince kahveye gideceğimi, bugün çalışmayacvağımı söyledim. Pamukları da kendim yaydım. Bir süre kahvede vakit geçiririm, bir süre de Köy odasına Çavuş Amcaya gider onun da gönlünü alırım!”dedim. Çavuş Amca uzun askerlik yaşamış, Balkan Savaşıyla başlayan askerliği Kurtuluş Savaşı kazanılınca son bulmuş, İstiklal Madalyalı Gazi…Savaş üzerine konuşmaları sever. Okuduğum kitaptan söz açarsam akşama dek konuşuruz. Böyle kuruntularla kahveye inince Çavuş Amca gibi iki eski savaşçı ile karşılaştım. Abbas Veli ile Hoca Hasan (C’nin babası)Abbas Veli de Kafkas Cephesinde bulunmuş, Baku’ya dek gidip Erzurum’a dönmüş, son kez Ermeniler dize getirilince Afyon Cephesine geçmiş kıdemli bir gazi. Hoca Hasan da savaşları yaşamış ama savaşa girmemiş, Tabur İmamı görevinde bulunduğunda geri hizmette çalışmış ama savaşın acılarını hep yaşamış. Bu bakımdan savaş deyince içini çekerek düşmanla boğazlaşmış kadar kendini savaşın içinde sayar. Harp ve Sulh’u roman olarak değil de tarih kitabıymış gibi anlattım. Anlattığım savaşın bizim Plevne savaşımızdan 70 yıl önce olduğunu söyleyince güldüler. ”Babam da onlara katıldı, “Bizim en eski savaşımız 93’tür ondan öncekileri biz kimse anlatmadı!”dediler. ”Bunları elin gavuru yazıyor ama bizim okumuşlar savaşa gitmedikleri için savaşları umursamıyorlar!gibilerde bir de yorum yaptılar. Onlar kalkınca köy odasına gittim. Muhtar Amca rahatsızmış, odada korucu vardı. Korucu Hamitabatlı. Eskiden de bir ara bu işi yapmıştı. Hal hatır sordu, bir süre Hamitabatlılar üstüne konuştuk. Benim tanıdıklarmın hepsini tanıdığı için, sormadan kendisi anımsattı. Okul arkadaşlarım Malik Mehmet, Kara Mehmet, Lamba Süleyman, Ferhat, Nalbant Raşit, Kenar Osman, Zakir falan derken birhayli zaman geçirdik. . ”Gülsüm işini bitirmiştir!”, diyrek eve girdim. Gerçekten çoktan bitirmiş. Arkadaşı da yabancı değilmiş, çocukluğunu iği tanıyorum ailenin ilgin bir lakabı vardır, ”Paspala!”doğrusu sanırım Paslıpala olacak ya da paslı kılıç. . Paspala Hüseyin’in kızı. Uzun boylu, gür, kahve rengine çalan uzun saçları belinden aşağılara dek iniyor. Gülsüm’den az büyük olabilir. Nişanlısı asker olmuş. Odam boşalınca özlemiş gibi kitaba sarılım. Dalmışım, ablam “Hava karardı lamba getireyim mi? ” deyinse toparlandım, “Hayır okumayı bırakıyorum!”deyip kaltım. Sığır Yolu denilen yere dek yürüdüm geri döndüm. Yakın komşumuz Pehlivan Ali oğlu Kadir’le çatıya çıkmış onarım yapıyor. “Kolay gelsin!”dedim, arkasından şaka olsun diye “Yardıma gelebilirim!” diye ekledim. Komşu gülümzsedi, “Efendiler böyle çatıya çıkar mı? ”diye sordu. Ben “Neden çıkmasın deyince, “Düşerler!” yanıtını verdi. Baktım, eğri ayaklıkları çarpmış bir verdiven. Merdiveni gösterdim, “ Bu verdivenden efendiler değil köylüler düşer!”dedim. Komşu gene gülerek, “Efendiler düşmez mi? ”Ben, “Düşmez, çünkü böyle bir merdivene çıkmaz, alır keseri önce bunları düzeltir! Bak, merdivenin ayaklıkları doğru çakılamamış, eğri çiviler çarpık çurpu yanlarda duruyor. Merdivenin ayağı boşta!”. Kadir’den keseri aldım boştaki çivileri çıkarıp doğrultarak ayaklıkları sağlamca çaktım. Merdiveni sağlam yerleştirip yanlarına çıktım. “Ben Efendi okulunda değil Köy Enstitüsü’nde, hem okuyor hem de çalışıyorum!”deyince komşu, “Bak bunu biz bilmiyorduk!”dedi. Bu kez de “Siz bunu biliyordunuz ama bilmezmiş gibi durdunuz!”deyince, adımı söyleyerek komş:
-Bilmiyorduk, nerden bilelim? ”deyip gülümsedi. Bu kez de ben gülümsedim. Kepirtepe Okul binasının çatısını aralarında benim de bulunduğum on öğrenci ile 3 öğretmen Lüleburgaz içinde pazarın tam karşısındaki okul bahçesinde yaptı. Tam bir yaz orada çalıştık. Her Pazartesi Pazarına köyden insan geldi, duvar üstünden de olsa benimle konuştu, ne yaptığımızı sordu. Onlara bunu hep anlattım. köye dönünce söylediklerimi hiç anlatmadılar mı? Eğitmen Mustafa Ağabey, Köy Muhtarı Hüseyin Çavuş Amca hep uğradılar, yaptıklarımızı gördüler. Geçen yaz izinli gelince kahvenin kanepelerini onardığımı hep gördünüz. Gördünüz diyorum, çünkü evden çıkış kapınız tam kahvenin önü. !”Komşu, “Haklısın, biz takdirden aciz kimseleriz!”kusura bakma!”dedi. Ev dönünce iyi mi yaptım yoksa haksızlık mı? diye düşündüm. Sonra da kendimi haklı buldum. Yemek yedikten bir süre sonra yattım. Bir süre düşündüm;Müderris Amcam köye gelmezmiş. bizim köyde bunu eleştiri konusu yaparlar. Oysa evvelki yıl Elfide Halama gittiğimde halam da aynı sözleri söyledi, onların köyüne de gitmemiş. Demek amcam bizim köye değil köylere gitmiyor. Kırklareli’deki Hasan Amcam büsbütün yakınıyor. Köydekiler çıkarcıdır, acımasızdır, adamsendecidir, deyip sürdürür. Ben de böyle düşünmeye başladım. Burunları dibinde bir okul yapılıyor. Orada köylerinden bir öğrenci var. O öğrenci köye geldiği zaman etrafında toplanıp onu dinliyorlar. O öğrenci, haftada bir uğradıkları Lüleburgaz pazarının önündeki okulda çalışıyor. Öyle çalışıyor ki, okul bahçesi tepe tepe kereste yığını. Motor durmadan çalışıyor. 600 m2’lik bir çatı ile 100 pencere için çerçeve, 12 kapı için kapılar yetiştiriliyor. Bu işe bina temelleri atıldığı gün başlanıyor. Duvar işi bittiği gün de çatı tepeye kondurulurken pencereler, kapılar yerlerini buluyor. Bu bizim köyde duyulmadı, konuşmadı. Bunun yerine benim askerlik yoklaması için Askerlik Şubesinden arandığım sözü aylarca konuşuldu, “Kaçak mı sayılacak, yoksa alıp kıtaya mı gönderilecek? ”Bu yetmedi hem kıtaya gönderildim hem de cezalı sayıldım. Bunu duyunca “İşte aranızdayım, okulum tecil ettirdi!”dediğimde hala Askerlik Şubesi o tecili sayar mı ? ”diye soranlar oldu…Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığı bir olayı anımsadım. Yaban Romanını okurken köylülerin özelliklrinden söz etmişti. ”Bunlara kendinizi şimdiden hazırlayın!”dedikten sonra: Köylünün biri eşeğine bir yük odun yüklemiş, kente götürüyormuş. Odun ağır olduğundan eşek iki kat olmuş düştü düşecek ürümeye çalışıyormuş. Eşeğin durumunu gören yolcu, köylüye bu odundan kaç lira kazanacağını sormuş. Köylü beş lira deyince yolcu, ”Al sana on lira, odunu da oraya yık!”demiş. Köylü parayı almış, ”Allah razı olsun!”Yolcu, dönüp giderken köylü bağırmış:
-Ya benim odunum ne olacak, burada böyle kalacak mı? Bunu söyledikten sonra, köylülerin yetişme yöntemlerinin ilkelliği, bu ilkellikler içinde insan beyninin fikir üretemediğini, toplum olarak bu nedenle öteki ulusların gerisine düştüğümüzü anlatmış, uzun süre köy öğretmenliği yaptığı Samsun İli’nin Çukurbük köyünden örnekler vermişti.
25 Ocak 1942 Pazar.
Gürültüden uyandım. Dikkat kesildim, ablamın konuşmasını duydum:
-Kar zamanı az görülen bir yağmur! dedi. Bir daha dinledim, gök gürültüsü. Sabahleyin olmasına karşın hava iyice karanlık. Dışarı çıktım, bardaktan dökülürce yağmur başladı. Ali Ağabeyim başını sardı samanlık üstüne çıktı, Kar bulunan tarafı süpürmeye başladı. Merak ettim:
-Yağmur karı eritecek, neden süpürüyorsun? Kar sapların arasına dek girmiştir. Yağmur suyunu çekince eriyip aşağıya samana iner, saman ıslanırsa bozulur. Karı süpürünce yağmur suları sapların doğrultusunda saçaktan aşağıya akar!Pek anlamadım ama “Ali Ağabeyim yağmur altında çalıştığına göre bir bildiği olmasa ıslanmaz!”derken Mahmut Ağabeyim de tırmandı elinde süpürgeyle akıntı yönüne süpürdü. İyice ıslanmış olarak indiler, önümüzdeki günlerde samanlık çatılarını da kahve gibi saç yapmaya karar verdiler. Saçların böyle bir sorunu yokmuş. Ne denli kar düşerse düşsün kendiliğinden sıyrılıp akıyormuş. Ablam güldü, bana, “Bunlar her yıl kar yağınca bu kararı verirler, yaz geçince unutup giderler!”dedi. Ara yollar su doldu. Kahveye indiğimde de konu yağmurdu. Az görülen bir olaymış. Büyük ay(Büyük Ay=Ocak) bazan böyle oyunlar oynuyormuş. Onun bu oyununa karşı da Küçük ay (Küçük Ay=Şubat)bir başka oyunla geliyormuş. En kötüsü de Küçük Ay’ın lodos estirmesiymiş. Lodos esince toprak uyanırmış. Bu kez Küçük Ay şiddetli soğuk yapıp tokrağı dondururmuş. İşte bu tür donlar çiftçiinin aç kalmasına neden oluyormuş. En güzeli ise Büyük Ayda yağan karın Küçük Ayın sonuna dek erimemesiymiş. Kar altında kalan toprak donmazmış. Bunları dikkatle dinledim. Söylenenlere aklım yattığı için ben de kaygılanmaya başladım. Yağmur açtı, güneş çıkmadı ama poyraz dedikleri rüzgar esmeye başladı. Bunu da kuşkuyla karşıladılar. Poyraz da çiftçiye oyun oynarmış. Konuşanların gözleri hep Istrancaların en yüksek tepesi Maya’da. Onun tepesine konan bulutların rengi ilk belirtiyi veriyormuş. Bugünkü bulut beyaz olduğundan fazla bir tehlike yok gibiymiş. Maya tam bizim kahvenin arka pencerelerine karşı, ben de bir süre baktım. Gerçekten tepenin başında Hidayet ya da Namık Öğretmenlerin Panama şapkalarını andıran beyaz bir duman sarmış. Yuvarlak bir duman. Öteki alçak tepelerde öyle bir görüntü yok. Oldukça bilgilenmiş olarak eve döndüm.
Kitabımı açıp okumaya başladım. Austerlitz, Jena dan sonra bir sıra kent Fransızların eline geçer. En acımasızı da Borodini olur. Bunu tekrarlayarak okudum. Yazar kendi kahramanlarını birer birer izlemiş gibi anlatıyor. Ayşe yengem çağırdı. Azıcık da çıkıştı:
-Bizim de kardeşimizsin, küçük çocuğumuz var rahat ettirmez ama bir gün olsun gelebilirsin!dedi. Bunu hiç düşünmemiştim. Gelecek defa onlara geleceğimi söyledim. Ayşe yengemin yeğeni Emin Ortaokuldaydı, geçen yıldan beri görüşemedim, onu sordum. Ayşe yengem üzgün üzgün, “Onun babası benimle dargın olduğunu öne sürüp konuşmadığından Emin de benden uzak duruyor. İstemeden ben de ilgilenemiyorum!”dedi. Ayşe yengem ağlamaklı oldu. Az suskunluktan sonra “İşte yaşam böyle, kimi kez kardeşler bile bir birine küsüyor!” Ablam da bize katıldı, konu değişti. Ayşe yengem kalkmak üzereyken bu kez Fatma yengem geldi. Fatma gengem, oturmak için arada gelirsem sevineceğini söyledi. Bu kez de ben;derslere çok ara verdiğimiz için çok okumam gerektiğini söyleyerek özür diledim. Fatma yengem, güldü, “Kızılcıkdere’ye, Sofali'ye, Lüleburgaz’a gittin ama!”diyerek ders çalışma numarama kanmadığını belirtti. Ablam yardımıma yetişti:
-Aramızda ayrılık gayrılık mı var aynı bahçe içindeyiz. Sizlerin çocuklarınız , yorgun askerleriniz var. Yazın herkes gelirse size de gider!”diyerek ortayı buldu. Yengelerim gücenmediklerini aralarında görmek istediklerini tekrarladılar. Bu kez de ben Ayşe yengeme”Uygun bir zamanda beni, arkadaşına, Ahmet Ağa Salim yengeye götür!”dedim. Ayşe yengem güldü, biraz da şaşırmış olarak, “Ne yapacaksın orada, onun kızı mızı yok, kardeşleri de evlendi!”dedi. Salim Amcamın beni karşılamasını anlattım, küçük ablamla da gittiğimi, bu kez yengenin seninle tekrar gelmemi istediğini anlattım. Ayşe yengem bu isteğime sevindi, çoktandır görüşmediğini anlattı, Bana dönerek bizim arkadaş olduğumuzu nereden bildiğimi sordu. “İstersen nereden bildiğimi anlatabilirim!”deyince bu kez “Anlat bakalım, sen ozamanlar çok küçüktün neyi anlatyacaksın? ” Ben de “O yenge Damgalı Mehmet’in sevgilisiydi. Damgalı Mehmet okulun önünden atıyla sık sık geçiyordu . Biz onu atlı görünce bakardık. Biz bakarken birisi de yukardan sürekli gözlerdi. Biz arada ona da bakardık. Onun kardeşi Arzu vardı. Çocuklar Arzu’ya takılmaya başladılar:
-Arzu ablan gene çıktı! Damgalı Mehmet Mahmut Ağabeyimin de iyi arkadaşıydı. Kahveye çok gelirdi. Öylece onların ikisini yakından öğrenmiş oldum. Kimi zaman da Damgalı Mehmet okul önünden yukarı doğru atını koşturuyordu. Onun at koşturmasına hepimiz özenirdik. Ancak bir gün o yokuşta koşarken at kayıp düşmüş, Damgalı Mehmet’in bacağı kırılmış. Uzun süre topalladığını anımsıyorum, kahveye gelir benimle uzun uzun konuşurdu. Bana, altmışaltı oyunun da o öğretmenişti!Ayşe Yengem, “Allah cezanı vermesin, bacak kadar çocuktun bunları mı gözetledin? ”dedi. Sonra da “Gidelim, gidelim ama sakın bunları orada da anlatma, arkadaşım kahrolur!”Ablam güldü, “Artık çocuk değil, anlatmaz!”diyerek beni savundu. Sonra da kendisi, aynı olayı daha ayrıntılı anlattı. Aileler neden anlaşamamışlar. Damgalı Mehmet içgüveyiliğini kabul etmemiş. Kızın babası razı olmayınca kız da kaçmayı onuruna yedirememiş. Arkasından Mehmet’in başına bu olay gelince, işte bir uğursuzluk kuşkusu doğmuş. Mehmet başkasıyla evlenmiş. Ahmet Ağa da Salim Amcamı içgüveyisi olarak seçmiç. Bir yıl geçmeden o da ayrılıp şimdiki evini yapıp oraya taşınmımış. Ayşe yengem gene bana döndü.
-Bak gelsen bizimle de konuşacak konu bulacaksın. Bir gün de benim nasıl kaçtığımı anlatırsın!”deyip güldü. Bu kez Fatma yengem:
-Benimkini daha iyi bilir, o zaman büyüktü! Gene gülüştüler:
-Bizimkiler işte böyle, bakalım senin ki nasıl olacak? Hayırlısıyle bir de onu görelim!Dışarıda sesler oldu, Ayşe nerdesin? Arkasından bir ses daha Fatma, sen de orada mısın? Yengelerim çıktılar. Onlar gidince Marya, Ellen, Lisa ya da Nataşa’ları düşündüm, insanlar arsında bu denli ayrılıklar nasıl oluyor? Ailelerde kız erkek çocukları düşündüm. Düşündüm diyorum ama biraz da şaşırdım. Bir anne babanın bir kız bir erkek çocuğu oluyor. O aile bu iki çocuğu da severek yetiştiriyor. Erkek 18-20 yaşlarında evlendiriliyor. Kızlar ise bu yaşa gelmeden genellikle sevdiği bir erkeğe kaçıyor. Kaçmak ne demek? Anne babasının isteği dışında gidip birisiyle evleniyor. Benim Küçük ablam öyle yaptı. 18 yaşını bitirince Ali Enişteme kaçtı. Ali Eniştemin kardeşi de bir süre sonra Bektaş Ağabeyime ailesinden habersiz (kaçarak) geldi. Ayşe yengem de Mahmut Ağabeyime kaçarak geldi. Bizim ailede üç tane kaçak var, biri gitme ikisi gelme. Köyde başka kaçaklar var. Erkek tarafı kız ailesinden istiyor. Herhangi bir nedenle kız ailesi olumu yanıt vermezse kızla erkek anlaşıyor, birden ortalıktan yok oluyorlar. Başka köylerdeki akrabalarına gidiyorlar. Aracı bulup kız ailesine son teklif yapılıyor. Gene olumsuz yanıt verilirse, Kız-erkek çıkıp erkeğin evine geliyor. Bunlar en kısa zamanda evlenmek istediklerini ilgililere duyurup izin alarak resmi karı-koca durumuna giriyorlar. Kaçtıktan sonra kız ailesi razı olursa, bu kez anlaşmalı olarak düğün yapılıyor, dargınlık böylece aşılarak barış sağlanıyor. Öbür türlü olunca, kimileri çok uzun zaman barışmıyor. İlerde işin içine miras işleri falan girerse Ayşe yengemde olduğu gibi ölünceye dek dargın olanlar da çıkıyor. Çok önemli bir yan da kaçan kızların sonradan başına gelenler. Evlenenlerin kimileri sonradan anlaşamıyorlar. Örneğin ailelerin karşılıklı izinleriyle evlenenler anlaşamayınca kız kendi evine rahatlıkla dönebiliyor. Kaçanların bu şansı yok. Anlaşmazlık olunca genellikle aileler “Kendin seçtin, sonucuna katlanmalısın!”deyip kapılarını kapatıyorlar. Böyleleri boyunlarını büküp, dizlerini dövüyor. Benim Küçük ablam böyle oldu. Babam önce “Kaderine küs!”deyip sırt çevirdi ama çocuk doğunca, kahvenin arkasındaki arsayı ablama verdi, ev yapımına yardım sözü de verdi. Önümüzdeki yaz onlar da bizim aile içinde olacaklar. Aklıma takıldı, kentlerdeki evlenmeler nasıl oluyor? Öğretmenleri de isteyenler gidip anne-babadan mı istiyor? Anne-baba “Olmaz!” deyince kaçan öğretmen var mıdır? Süheyla Öğretmenin durumu ise bambaşka. Şerif Baykurt’un anlattığına göre, Süheyla Öğretmenin babası Süheyla Öğretmeni Şerif Baykurt’a veriyormuş. Süheyla Öğretmen daha okumak istediğini öne sürüp evlenmeyi geri bırakmış. Şerif Baykurt evlenmek istiyor. “Ben, babasıyla konuşup, onu bu fikrinden caydırtacağım!” demesinden kentlerde babaların kızlarını isterlerse kendi seçtiklerine verebileceği sonucunu çıkarıyorum. Baba kızına, “ Seni şu oğlana veriyorum!”deyince kızın “Olmaz baba, ben onu istemiyorum!”deme şansı yok galiba. Böyle olunca köy kızlarının seçme şansı daha fazla oluyor. Doğru seçim yapan köy kızları kent kızlarına göre daha mutlu yaşayabilmektedir. Gene aklıma Süheyla Öğretmen takıldı;şimdi ne yapıyor acaba? Öğrenci oldu mu yoksa gelinliği başına taktılar mı? Oldukça geç oldu, saate bakmaya çalıştım ama olmadı. Bir tıkırtı duydum, ne olabilir? Dikkat kesildim. Selçuk Öğretmen, ”Kakava gününe neden gelmedin? diye sordu. “Bana kimse duyurmadı öğretmenim!”dedim. Selçuk Öğretmen sana kim duyuracaktı ki, sen Kırklareli’den değil misin? ”diye payladı. Öteki arkadaşları sordum. Haberleri olmadığı için kimse gelmemiş. Ortalıkta yataklar var. Öğretmen benim yatağı sordu. Benden yatak değil yorgan istediklerini söyledim. Öğretmen elinde bir ince çubuk, yatakları çubukla deliyor. “Bunların içi boş, bunların üstünde yatılmaz!”diyor. Altımdaki yatağın boş olup olmadığını yoklarken uyandım. Elim sert yatağın kenarında bir parmağım da bir delik bulup takılmış. Öbür tarafıma dönüp bir süre gördüğüm rüyaya güldüm.
26 Ocak 1942 Pazartesi
Uyanınca rüyamı anımsadım, yatağın deliğini buldum. Kendi kendime güldüm. Ablam geldi, Ayşe yengen “Bugün gidelim!”demiş”Hanı Salim Amcanın yengenlere gitmek istiyordun, oraya, gidin gelin. O insancık çok yalnız, onun da ailesi dargın. Üstelik ayrı mahalleye taşındığı için üstünden yabancılığı atamadı, sizi görünce sevinecektir!””Olur!”deyip kalktım. Güzl bir kahvalı yapıp Ayşe yengeme gittim. . Ayşe yengem, ”Yenge kayın(Kayın birader) bizi görünce kız görmeye gidiyor derler ama, gittiğimiz yrde kız yok, bilmem neye yoracaklardır? ”deyip yürüdü. C’lerin kuyusu yanından geçerken C’ye rastladık;yengem haklıymış, C gülerek, ”Nereye böyle yenge kayın, görücülük mü var? dedi. Yengem okumuş bir aileden geliyor, ailesi nde hem din hocası hem de Bektaşi dedesi var. Bu nedenle taşı gediğine koymayı biliyor. “Ya öyle, üç yıl yapmayı düşündüğümüz işi yapamamanın üzüntüsünü, o günler yürümemiz gereken yollarda dolaşarak çekmek istedik!”güldü, ”Ayşe yenge unutmak denilen bir şey var, unutulan acılar yürek yakmaz, bir de onu deneyin! Ayşe yengem, ”Bak buna sevindim, demek sen onu denediğin için çok rahatsın!”C, ”Elbette, bilmediğim bir şeyi size nasıl söylerdim!”Ayşe yengem C’yi çocukluğundan beri sever, böyle konuşmasına karşın ayrılırken, ayrılırken “Cadı!”dedi. C gülümseyerek ayrıldı. Salim Amcaların bahçesine girerken kapıyı örtmek için geri döndüğümde C nin baktığını gördüm. Sanırım hiçbir anlam veremedi. Karşılaşınca söylemeyi düşündüm. Yenge bizi çok iyi karşıladı. Salim Amcadan yeni mektuıp gelmiş, verdi okudum. Benim anlattıklarımı yazmış. Yenge bir kez daha geldiğimize iyi ettiğimizi söyledi. Okul çağına yaklaşan çocukları var. Küçük bir tebeşir tahtasına çizgiler çiziyor. Aldım onunla uzun süre oynadım. Yengemler eski günleine daldılar. Daha sonra da pekmezli akıtmalı bir yemek yedik. Ablamın da sık sık yaptığı bir yiyecek Akıtma. Un, sütlü suyla iyice karıştırıyor. Sanırım yumurta da kırılıyor. Karışım iyice yoğunlaşınca sıcak saca akıtılıyor. Dökülen sıvı kaşıkla yaygınlaştırılık terts çevrşiliyor. Az sonra başka bir tepsiye alınıp ılık durumdayken yeniyor. . Ablam parçalara ayırıp, yuıvarlatır. Kimi zaman yuvarlarken aralara peynir, yağ, bal, pekmez de koyar. Gazlemeden sonra ençok sevdiğim yiyecektir. Buna benzer bir de kaygana vardır. O düpedüz ekmek hamurundan yapılır. Hamur ekmek yapacakmışcasına hazırlanır. Mayalanır. Maya hamuru kabartınca hamur parça parça koparılarak gene saca konur. Hasanoğlanlıların yufkasına benzer ama pişkin, yumuşak. Bir yiyecek olur. Bunu da akıtma gibi peynir, yağ, pekmez ya da balla çok severim. Ayrılırken yenge amcama mektup yazıp yazmasyacağımı sordu, okula dönünce yazacağımı, amcamla öyle konuştuğumu, yazınca yediğin tatlşı akıtmaları da ekliyeceğimi anlattım. Yenge çok sevindi. N için gittiğimiizi C’ye anlatmayı düşünmüştüm, dönüşte gene kuyudaydı, az durup anlattıkBenden önce yengem ne düşündüyse durdu, anlattıAraya ben de bir iki söz ekledim. C bana, ”Senin Salim Amcan, benim Ali Ağabeyinin sağdıcıdır, yengeyi yalnız bırakamam çok sık gider yardım ederim!”dedi. Buna da sevindik. Bu kez eve dönene dek Ayşe yengem bana C’yi övdü. Odama girince, Nataşa’nın nasıl evlilik yaptığın ı bildiğim halde Tolstoy’dan dinlemek için o bölümü bir dha dikkatle okudum. Yaşlı Bolkanski’nin Napolyon Bonapart sevgisinin nedenini ise bir türlü anlayamadım. Piyotr Bozukov’un savaşa gitmesi, Prens Andrey’in Borodino Savaşında ağır yaralanması, okuyanı üzecek biçimde anlatılmış. Prens Andrey’in oğlu Nikoluşka ile Nataşa’nın ilgisi dikkatimi çerkti…Birkaç sayfa okuyunca kalkıp kahveye gitti. Kahvede birkaç kişi vardı, korucu, gülerek aç bakalım o zarfta ne var? ”dedi. Babam ocak üstüne koymuş olduğu zarfı uzattı. Resmi köy postası pazartesi günleri geliyormuş . Biraz sıkılarak açtım, ”Ahmet Ağabeyin söylediği Yorgan Yazısı gelmiş. Okulun 2/2/1942 Pazartesşi günü açılacağı bildiriliyor. Yorgan bölümünü okumadım, ders kitaplarını istiyorlar, deyip buruk bir şekilde zarfı katladım. Buruk tavrımı görenler hemen sordular, “Sevinmedin galiba? ”Sözü uzatmamak için, zorlu derslere başlanacak, kolay değil!”dedim. Bilmem kaçıncı kez okuduğumuz dersleri sordular. Onlara kısaca bir daha anlattım. ”Coğrafya dersinde memleketimiizin dünya üstündeki yerini öğreniyoruz. Topraklarımızda yetişen ürünleri öğreniyoruz!”dedim. ”Kasabalıların ne işine yarayacak, onlar çiftçilik yapmıyorlar ki!”diyen oldu. Zaten canım biraz sıkkındı. Bu söz üzerine, ”Yumdum gözümü açtım ağzımı!”örneği. ”Siz kasaba olarak Lülerburgaz’la Kırklareli’yi biliyorsunuz. Daha doğrusu oralara gidiyorsunuz da etrafınıza bakmıyorsunuz. Bu kasabalara girerken gördüğünüz o saatlerce içinde yürüüdüğümüz üzüm bağlarını kim yetiştiriyor? “Karpuz alırken olgun karpuzu seçemiyor!”diyorsunuz. içlerinde öylesi de vardır. Ama genellikle onların çoğu sizi kandırmasını bilirler. Karpuz seçmek pek önemli değil zaten , gerektiğinde onu da size seçtirirler ama siz onlara hiçbir iş yaptıramazsınız. Biraz da bunları düşünün!” Uzun bir sessizlik oldu. ”Köylük yerler böyle oluyor!denince de”Köylük yerler değil, köylülerin bazıları böyle oluyor, çzellikle kasabalardan uzaktaki köylüler böyle. Kızılcıdereliler için pek bunlar söylenmez. Sanat derslerini soran oldu. Masa, dolap, çerçeve yaptığımızı söyledim. Onu da küçümsediler. Buna da yanıtım biraz ağır oldu. ”Üzeyir Usta gelmeseydi baltalarınız, keserleriniz sapsız kalacaktı. Biz, yapılacak binanın planın ölçerek daha temeller atılmadan çatısına gidecek keresteyi hesaplıyor, kesip biçip çatısı hazırlıyoruz, döşenecek kiremidin sayısını çıkarıyoruz. Matematik dersini bilmediklerinden hesap dersi olarak konuşuyorlar. ”Hesap dersinde neler öğrendiğimi sordular. Tam o sıra kahvenin önünden bir araba gidiyordu. Arabanın arka tekerleri büyük , ön tekerleri biraz daha küçüktü. Onları gösterdim. Ben istersem bu arabanın tekerlerinin bilinen yerlerde kaçar defa döndüğünü hesaplarım. Buna inanmayanlar çıktı. Nasıl hesaplanacağını soranlar oldu. Babam söze karıştı, “Oğlum sen kendini boşuna yorma, onlar o senin söylediğinin yapıldığını hep biliyorlar. Kendileri yapamıyor ama yapıldığını biliyorlar. Onlar senin neler bildiğini merak ediyorlar. Bildiklerini anlatarak kendini kanıtlayamazsın. Onların gözleri önünde yaparsan inanırlar!”Biraz yaşlıca olanlar gülerek, “Öyledir, öyledir, köylü kısmısı böyledir!”deyip kendi aralarında gülüştüler. Konuşmalar başka konuya kayınca ayrıldım. Parmaklarımı tutarak bir daha saydım altı gün sonra gideceğim. Neredeyse kırk gün olacak. Bir çok iş yapmayı tasarlarden hiç bir şey yapamadım. Gene E takıldı aklıma, bir de ben takılsam mı? Nasıl takılabilirim? Olanaksız!” Kitabı açtım Dengesiz Piyotr Bozukov’la Nataşa’nın mutlu olmasına şaştım. Belki de savaş onları yaşamdan soğuttu. Sevdikleri insanlar yaralanıp ölünce yılgın bır duruma girdiler, bir birine razı oldular. Sanırım insanların çoğu bu duygularla evleniyor. Evlendikten sonra da bir daha gönüllerine göre arayıştan vazgeçiyorlar. İçlerinde arayışa kalkışanlar oluyorsa da onlar da mutlu olamıyor. Çünkü onun istediğni gönül verdikleri karşılamıyor, ya da karşılayamıyor. Sanırım E ‘de de böyle bir durum var. Üzülüyorum ama gene de konuşmak istiyorum. Acaba ne düşünüyor. Çok mu pişman oldu? Bu işleri sürekli yapanlar nasıl yapıyorlar? Onların korkuları yok mu? Yoksa istekleri korkularını gölgeliyor mu? Ayrıca yakınları bu durumları sezmiyor mu? Emma’ya Charles bile bile göz yummuştu. Belki d o kitap olayı. Gerçekte o denli hoşgörü bulunmaz. O da kitap ama Kuyucaklı Yusuf Müzeyyen için ölümü göze alıp baskın yapmıştı. Galiba bu birtaz da onur sorunu;. kişi onurluysa katlanmıyor. Onursuzsa görmezden gelip yaşamını sürdürüyor. Ya kadınlar bu konuda neler düşünüyorlar? Durumu açığa çıkarsa ne yapıyorlar? Çocukları varsa ya da çocukları büyüdüğünde duyarsa, omnların yüzlerine nasıl bakarım? şeklinde düşünmüyorlar mı? Bunları sordum ama gene kendi kendime saçmaladığımı söyleyip gözlerimi yumdum…
27 Ocak 1942 Salı
Geç kalktım. Ablam, “Geç kalkmaya alıştın, okulda zorluk çekmeyecek misin? diye sordu. Orada zil çaldığını, ayrıca arkadaşların da uyandırdığını anlattım. Ayrıca ben orada böyle yatmadıkğımı, ilk günden daha okul düzenine çok iyi uyduğumu anlattım. Biz konuşurken Küçük ablam geldi. Küçük ablamın bir diş sorunu var. Dişçiye gitmişti, dişçi, “Dişin saklam, sağlam dişi neden çektiriyorsun, sen bir doktora görün, çeneden, ya da kulaktan da olabilir!”demiş. Eniştem de Kırklareli’ye hastaneye(Hasan Amcamın önerisini almak için)gitmeyi önermiş. Konuşmuşlar, ben buradayken Kırklareli’ye gitmeye karar vermişler. Gündüzleri, hayvanların, tavukların yemini, suyunu verip eve dönecekmişim. Büyük ablam da “Gülsüm’le birlikte gider, gelirsiniz!”dedi. “Olur!”dedim. Olur dedim ya ablam için üzüldüm. Daha önce de Lüleburgaz’a gitmişti. Ali Ağabeyim yarın onları erkenden götürecek. Saim yukarda kalacak. Ben ablamı rahatlatmak için “İsterseniz orada yatarım!”dedim. Ablam gerek yok ama sen nasıl istersen!”dedi. Söz sözü açtı, Büyük ablam derdine çare bulursan oralara gitmişken Kızılcıkdere’ye uğra, teyzemler çok istiyordu, sevinirler, bura için hiç kaygılanma!”deyince Küçük Ablam çok sevindi, bir gece kalabiliriz!”dedi. Kızılcıkdere’den söz açıldı, İsmet’in olayını konuştuk. Ablamlar Zühre Teyzem’in Muhittin Eniştemle tebelleşmesini yarı gülerek yarı üzüntüyle konuştular. Buna karşın Elif Teyzem’in kaderine boyun eğip sess, zce yaşadığını, kararlılığını, kimseye bulaşmadığını sevgiyle andılar.
Ben de ablamla onlara gittim, yemleri, ölçekleri, öğrendim. Eniştem çok sevindi. Bir süre konuştuk, akşam üstü eve döndüm. Eve dönünce içime bir kuşku düştü. ”Ya E'de sık sık gelirse gelirse? ”Nereden haberi olacak? Gülsüm’le gideceğime göre bir sorun çıkmaz!”dedim ama içim içimi yedi. Kalkıp kahveye gittim. Kahve oldukça kalabalık. Benim yaşdaşlarımdan Nebi ile Bektaş kahvede. Son haberler onlardan. Konular hemen hemen aynı olmakla birlikte anlatanların değişik olması ilgi çekiyor. Gerçekte kimsenin söylediği doğru değil, doğrudan geçtik, doğruya yakın bile değil. Hele savaş konusunda söylenenler, sanırım gerçekle yakından uzaktan ilişkili değil. Geçen hafta gazeteler Bingazi’yi İngilizlerin aldığını yazmıştı, dünkü gazete ise Almanların aldığını yazıyor. Bir aydan beri Almanlar Rusyanın güneyindeki illeri, alıyor. Kırım kaçıncı kez alındı. Hele Leningrad ile Moskova saldırıları iki aydır, bitti bitecek, Leningrad, Moskova, Stalingrad düştü düşecek!Konuşmalara pek katılmadım, daha çok dinledim. Bektaş öteden beri benimle ilgilenir. Gene sorular sordu. Bektaş 3. sınıfa kadar okudu ama okuyup yazması iyidir. Nitekim bölük yazıcısıymış. Makine kullanmayı öğrenmiş. Kısacası askerlikte becerisi nedeniyle rahat eden bir köylümle karşılaşmış oldum. Bektaş 3 sınıflı İlkokulumuzda sınıfımızın en iyisiydi. Öğretmen onların evlerinde oturuyordu. Bu yakınlık Bektaş’ın işine yaradı. O da bundan yararlanmasını bildi. Yazık ki sonrasını denemedi. Onlar kalkınca kitabımı açıp okumayı sürdürdüm. Ancak, sık sık kafama takılan bır olay beni kitaptan kopardı. Bir ara kitabı bırakıp planlar bile kurdum. Planlar kurarken kendimi akıllı sandığım da oldu. Ne yazık ki bu akıllı tavrım kısa bir süre sonra korkaklığımın gölgesinde kaldı. Planı uygulamaya koymadan korkuya kapılıp vazgeçtim. Ablam yemeğe çağırdı. Bir tepsi lokma. Lokmayı da çok severdim. Okulda böyle bir yiyeceğin adı bile anılmıyor. Ablam babama sık sık akıtma yapar. Akıtma hamurundan aynı zamanda lokma da yaplır. Yağ kaynarken kaşıktan kaşığa geçirilen hamur yağ içine bırakılır. Kızgın yağda kızarınca çıkarılır. Öğle yağlı olarak yendiği gibi şeker şerbetine de konup yenir. Şekerli olanına Lokma Tatlısı da deniyor. Yemekten sonra Napolyon Bonapart’ın Moskova’yı alışını okudum. Ruslar kendi kentlerini acımasızca yaktılar. İnanasım gelmedi koskoca kentte insan kalmadı. Ama arada birileri gelip Fransız’ları yıldırmayı başarıyorlar. Napolyon Bonapart’ın geri dönüşü gerçekten acıklı olmuş. Nehirler üstündeki köprüler yıkılıyor. Kentler yakılıyor. Bir yandan da vahşiler gibi ormanlardan insanlar çıkıp yorgun askerlere saldırıyor. Durup dururken Napolyon Bonapart için üzüldüm. . Babamın anlattığı olaylardan dolayı Rusları sevmezdim. Bu nedenle Napolyon Bonapart’ın Moskova’da kalmasını istiyordum. İsteğim olmadı, kitabı bırakıp düşünmeye başladım. Galiba insanların her istediği olmuyor. Napolyon çok savaş kazanmış üstelik bu savaşı da kazanmış ama aldığı yerleri elinde tutamayınca geri çekilmek zorunda kalmış. . Kalktım gezindim, ablama, “Yolcular sabah giderken beni uyandır!”dedim. Dönüp yattım. Ne yapacağım? Gene aynı konu. Uykum iyice açıldı. Ali Ağabeyim de geldi. Bir de ablama, beni erken kaldırmasını söyledim. Anton Çehov’un bir öyküsünü anımsadım. ”Sayfiyede!”Oradaki Pavey İvaneç’e benzer duruma düşeceğim galiba. Adam evde boş oturur akşama dek konuşurmuş. Karısının çok işi olduğu bir gün, tutmuş kocasına bir oyun oynamış. Bildikleri bir yerde sözde güzel bir kadın varmış, adamı o gün oraya davet etmiş. Aslında davet eden falan yok, karısı böyle bir mektup yazmış. ”Sizi seviyorum. Benim hayatım, saadetim, her şeyimsiniz!Bu itirafımı affediniz, ne yapayım, ıztırap çekip susmaya takatın kalmadı. Sizden sevgime karşılık değil, merhamet istiyorum. Bugün saat sekizde Eski Çardakta bulununuz. İmza atmaya gerek görmüyorum. Sakın mektubumun imzasız oluşundan kuşkulanmayınız, Gencim, güzelim daha ne isteyeceksiniz? Pavel İvaneç mektubu alınca kuruntular içinde oraya gitmiş, uzun süre beklemiş. Bir rastlantı oradan güzel bir kadın geçmiş. Adam, o kadın sanıp bir hayli umutlanmış. Kadın gitmiş. Ancak adam dönüp geleceğini düşünerek bir süre daha beklemiş. Bu arada kayın biraderi de gelmiş. Gelmiş ama gelir gelmez eniştesine kötü davranmış. Eniştesi ise onun gelmesini bir uğursuzluk sayıp neredeyse kovmaya kalkmış. İki tanıdık düşmanca bakışlarla akşama dek Eski Çardak denilen yerde oturmuşlar. Pavel İvaneç eli boş olarak eve dönmüş. Karısı, “Gününün nasıl geçtiğini!” sorunca havadan cıvadan sözler söylemeye kalkmış. Bu kez karısı sabah aldığı mektubu sormuş. Sonunda da mektubu kendisinin yazdığını söylemiş. İşin ilginci kayın biradere de aynı mektubu yazmışmış. Kayın biraderle gün boyu tatlın tatlı söyleşi yapan Pavel İvaneç mektuptaki kadın düşüne kapılarak o gün düşman kesilmiş. Kimseye düşman kesilmiyorum ama şekil olarak benzemese de sonuç olarak benim öyküm de Pavel İvaneç’inkine dönecek sanırım. Pavel İvaneç’in Eski Çardak denilen yerde aklından ne kuruntular geçirdiğini az çok kestirebiliyorum. Bir de kendi öykümün nasıl biteceği üstüne doğru bir olasılık kestirebilsem!
Ablam camı tıklattı, Saim uyanmış, azıcık mızmızlamış. Ben aldım;önce bana da yan baktı. Sıtıma aldım, gezdirdirdim. Sevindi. Evde çocuk oyuncağı yok. Ben kaşık tabak alıp tıklatdım. Saim de aldı, bana bakarak tıklattı. Ben vurup ona baktım. Çabuk kavradı, ben vurdum o vurdu. , bir süre gülüşüp karşılıklı tıkırdattık. Gülsüm Saim’i alıp Ayşe yengemlere götürdü. Onun oğlu Yahya biraz daha büyük. Bir süre oynamışlar. Az sonra Bektaş Ağabeyimin oğlu Ali Rıza geldi. Gülsüm üçünü bir arada benim odama getirdi. Kaşıklarla, tencere, tavalarla bir süre oyaladık. Ablam onlara yiyecek hazırladı. Bir süre sonra yengemler çocuklarını aldı. Ben de görev başına gitmek üzere hazırlandım. Hazırlandım ama neye hazırlandım? Sanki beni orada biri bekliyormuş gibi içim içime sığmıyor, yürürken daha hızlı gitmek istememe karşın ayaklarım geri geri gittiğini duyumsar gibiyim. Yokuşu indim çıktım. Etrafıma baka baka eve girdim. Ortalıkta kimsecikler yok. Hafif bir çiselti geldi geçti. Eve girdim. Kapıyı açık mı bıraksam yoksa kapalı mı? Ev soğuk ocağı yaksam mı yakmasam mı? Sanki birisiyle sözleşmişim gibi içimden konuşarak ocağı yaktım. Birisi daha doğrusu O gelip neden ocağı yaktın derse, akşam burada kalacağımı söyleyeceğim. Söylersem ne olacak? Bunun yanıtı hazır. Yanlış düşündüğümü anlar gibi oldum, Pavel İvaneç kadar bile olamadım diyerek güldüm. Hiç değilse o bir mektup almıştı, bende bu da yok. Kalktım mutfağı dolaştım. Ekmekten başka yiyecek bir şey de yok. “Ablacığım diş ağrısı nedeniyle yemek de pişirmemiş!”diyerek konuşurken kapı harttadak hızlı bir şekilde açıldı, bir ses “Kimse yok mu? ”Beklediğim, kendimi buna hazırladığım halde yutkunarak, ürkek bir sesle, “Ben varım, ablam Kırklareli’ye gitti!”diyebildim. Emine Abla çok rahat, “Biliyorum, bu akşam da gelmeyecekler, sen burada kalacaksın, korkma, ben gelir bir süre arkadaş olurum!”dedi. İyice şaşırdım, “Ne diyorsun sen, nasıl gelirsin? Bir gören olursa ne olacak? ”Emine Abla dediğimi anlamamış gibi, “Ayol ben buraya hergün en az on kez geliyorum, kim ne diyor ki? ”Sesini değiştirerek, “İstemiyorsan gelmem!” Nedense “Hayır, onu demek istemedim, ancak!” derken, ”Senin korktuğun şeylerden ben de korkuyorum. Senin burada kalacağını kimse aklından geçirmez. Benim sık sık geldiğimi de herkes bilir!”gülerek geldi oturdu….
Uzaktan gök gürültüsü gelmeye başladı, arkasından şiddetli bir yağmur geldi. Emine Abla ablamın feracesine sarınıp gene geleceğini söyleyerek gitti. . Bu kez bende gene bir kaygı başladı. Ya gelişini izleyen olursa? Eşi evde, bunu nasıl yapar? Ateşin yakınındaki minderde otururken üstüme bir sıcaklık çöktü. Güneş iyice açtı, yolda gidiyorum. Nereye gittiğimi bilmeden bir yerden bir yere gidiyormuşum. Sonunda nereye gittiğimi anladım, Lüleburgaz’a gidiyorum. Yoldan görülen büyük bir ağaç vardır. Ayvalı köyünün ağacı. O ağaç yakınımda. Bu kez de iyice şaşırıyorum. Ben her zaman bu ağaca paraelel yürüyordum oysa şimdi dik gidiyorum. Bu kez de söylediğim söze takıldım, “Ben paralel falan diyorum ama bizim köylüler paraleri bilmiyorlar. Köyde paralel ne var ki? Arabaların tozlu yollarda bıraktığı izleri gösterip paraleli öğretmeyi düşünüyorum. Yolda iz aramaya kalkışıyorum. Yolda iz miz yok. Okulun yanındaki asfalta eğilip iz bakıyorum. Tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükasoy Öğretmen “Ne o 66, bir şey mi düşürdün? ”diye soruyor? Utanıyorum. Gözlerimi açınca birden toparlanamadım, şaşkın şaşkın bakınırken Emine Abla'nın sesi geldi. Uyuduğumu söyledim. Söyledim ama gene de kapıyı açtım Bana yiyeerk getirmiş. Tepsiye baktım, pekmez, yağ, süt gözleme. Oturup onları yedim. Artık Emine Ablanın gelmesini değil de nasıl, niçin geldiğini düşünmeye başladım. Aklımdan geçenlerden utanır gibi oldum. Oldukça uzun bir zaman sonra Emine Abla gene geldi. Bu kez de gülerek “Seni tanıdığıma sevindim ama gene de erkek oluşun aramızda bir engel, biliyor musun? ” dedi. Başka bir şey demeden kendi kendine konuştu “Çocuğum evde yalnız, kalmış. Eşi, rahatsızlığı nedeniyle Çorlu Hastanasıne Askerlik Şubesince gönderilmiş, uzun süreli rapor alması gerekiyormuş. Çorlu tarafında tanıdıkları varmış. Annesi de damadıyla oraya gitmiş. Bana bakarak “Anladın mı şimdi içinde bulunduğum acıklı durumu ? ”dedi. Duygusuz olmadığımı, bütün bunlarara karşın neşeli olmasına sevindiğimi söyledim. “Evde küçük bir çocukla yapayalnızım, birilerine yılışıp“Gel!” diyor muyum? ”diye sordu. Emine Abla 26 yaşında olduğunu söylüyor ama bence daha küçük sanırım. Çocukça davranışları var. Bunları söyleyince güldü, “Sen çocuksun sana uymak için çocukça davranıyorum, bunu anlamıyor musun? ” Bazan bu sorunun arkasından “Aptal!” sözünü rahatça kullanıyor. Bu da benim hoşuma gidiyor. Bu kez söylemedi ama söylemiş olduğu ses tonundan anlaşılıyordu. Oysa bana arkadaşlarımın hiç birisi bu sözü söyleyemez. Zaten derslerim çok iyi olduğundan arkadaşlar bu sözü bana yakıştırmaz. Bunu söylediğim zaman da Emin Abla, “Benim “Aptalımın başka anlamı vardır, ben onu onurlandırmak için kullanırım!”Emine Abla kendini sevdirmek için elinden geleni yapıyor. “Çocukluğumdan beri arkadaşlarım olsun istiyordum. Bu bakımdan çok şanssışmışım, doğduğumdan beri hep yabancılar arasında kaldım. Bu köydekiler de bana çok yabancı geliyor!”dediğinde ağlamaklı olacağı beklenirken o, kahkahayla gülüyor, gene kendisi, “Olsun, böyle de yaşanıyor, benimkisi de böyle yazılmış!” diyor, bir daha gülüyor….