Savaş Bitti Bitecek Derken ABD ile Sovyetler Polonya’yı Paylaşamıyor!
21 Nisan 1945 Cumartesi
Enstitü bölümü, 23 Nisan Bayramı kutlamalarını Hasanoğlan Köy okulunda yapacakmış. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen bize salt son sınıfları bırakıp, öteki grupları ayırdı. Mehmet Gönül’ün de istediği buydu, Bengi işaretini verdi. Halkayı birkaç kez durdurup uyarmalar yaptı. Bengi oyunuyla bu sabahı da geçiştirdik. Mehmet Gönül, kendini sorumlu tutuyor:
-Son sınıfların sayılı günleri kaldı, ne öğrendilerse bununla kalacaklar, barı yanlışlarını azaltalım! diyerek kendini savundu. Belki haklıydı ama ben de kendimi örnek alıp düşündüm: Bu oyunları ben de öğrenmiştim. Buraya geleli beri oynamıyorum. Yalnız olarak köye giden öğretmenler bu oyunları oynama olanağı bulacak mı? Ya da köydeki öğrencilerine öğretebilecek mi? Öğretmeye kalkarsa köylüler bunu nasıl karşılayacak? Bu oyunları ben 1941 yılında Hasanoğlan’da, oraya gelen ekiplerden öğrenmiştim. Kepirtepe’ye dönünce, iki arkadaş yetiştirip oynamaya başlayınca önce kendi sınıf arkadaşlarımın tepkisiyle karşılaşmıştım. Trakya’da oyun denince, kol kola tutuşarak bacak sallayarak oynanan bir oyun bilinir. Bunu da sayılı kimseler oynar. Trakya Horası denen bu oyun, gerçekte Bulgar oyunudur. İnsanlar bunu benimsemişti ama gerçek Türk oyunu olan Zeybeklere karşı tavır almışlardır. Trakya yöresinde öğretmenlik yapacakların bu oyunlar konusunda oldukça sorun yaşayacağını bilir gibiyim. Şimdilerde Trakya köylerinde çalışan arkadaşların bu konuya eğildiğini de sanmıyorum. Benim sınıfımdan köylere giden arkadaşlardan (İsmet Yanar, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Hilmi Altınsoy, Recep Kocaman, İdris Destan, Mehmet Aygün, Hüseyin Serin, Sefer Tunca, Ali Önol, Fettah Biricik, Ahmet Güner) bir Ahmet Güner oyunlara katılmıştı, o isterse oynar. Bir de İdris Destan (az da olsa) mandolin çalışmıştı. Bunların dışındakilerin oynama ya da oyunların melodilerini çalma şansları yoktur. Bizden sonraki sınıftan da bildiğim kadarıyla İlyas Özcan keman, Mehmet Aydemir de mandolin çalardı. Öteki 190 kişiden bunları beklemek “Köse’den sakal beklemek!” gibi bir durum olacaktır! Öteki Enstitülerin de farklı olacağını sanmıyorum. Buraya gelen arkadaşlar bunu kanıtlıyor. Bizim bölüme gelen müziksever arkadaşların hiç birisinin, Bengi ya da Dağlı oyunlarının müziklerini herhangi bir müzik çalgısıyla çaldığını görmedim.
*
Kahvaltıda, konser tartışması yapıldı; En çok hangi besteciden eser dinledik? Ben, “Mozart!,, dedim. “Beethoven!,, diyenlerin sayısı çoktu. Haklı olabileceklerini söyledim. Gerçekten Beethoven’in özellikle uvertürleri sık çalınıyor. Düzenli konser programı alıp sıralayamadığımız için yanılmamız kaçınılmaz.
Hava iyiden iyi güzelleşti. Lalabel tepelerini göstererek:
-Oralar şimdi kekik kokar! dedim. Hemşerim Kadir Pekgöz beni doğruladı, dahası, yarın oralara çıkmamızı önerdi. Öteki arkadaşlardan da katılmak isteyenler çıkınca hemen bir program yapıldı. Durağa inip tren yolu boyunca Lalabel durağına çıkılacak; oran da Hasanoğlan köyüne inen patika yol izlenecek!
Bugün Yıldız, yalnız olarak geldi, Halise rahatsız olmuş, Necmiye Uçar ise bölümden ayrıldığı için konsere gelmeye yüzü olmadığını söylemiş. Yıldız, üzülerek:
-Abi, sana çok yük olur muyum? diye sordu. Şaka olarak:
-Kaç kilosun ki seni taşımakta zorlanacağım? diye sorusuna soruyla karşılık verdim. Yıldız’ın kendi sınıf arkadaşları, Ahmet Yol, Doğan Güney zaten onu pek yalnız bırakmıyorlar.
Cebeci’de inip doğrudan Konservatuvar’a girdik. Faik Canselen Öğretmen kılık değiştirmiş. Giysileri yeni değil ama geçen yazdan bu yana giydiğini görmemiştim. Faik Öğretmen, gülümseyerek:
-Bayram tatillerini düşünenler acaba, onların arka arkaya gelebileceğini düşündüler mi? diye sordu. Sonra da sözünün bu iki bayram için olmadığını, söz gelimi gezginci bayramlar olan Ramazan, Kurban Bayramlarını kastettiğini söyleyip hesap yaptı. 24 Nisan tarihinde ya da 10 Nisanda başlayan Kurban Bayramı olunca okulların 10 gün tatil olacağını söyledi. Sonra da kendi sözüne kendi gülerek:
-İnsanların yaşamları sürecinde ancak bir ya da iki kez olan bir olayı düşünüyorum! deyip bize sordu:
-Öyle değil mi? Sözünü sürdürerek:
-Bu dediklerim 36 yılda bir olduklarına göre insanın çocukluğunda başına gelecek bu olay bir daha çocuklarının yaşadığını görünce belki de babalarının, kendi çocukluklarının tatlı bir anısı olacaktır. Faik Öğretmen gülerek:
-Sözü çok uzattım, sizlerde, “Konser yok!,, sanısı uyanabilir, hemen söyleyeyim var; ben sözü uzattım. Konserler mayıs ayı sonuna dek uzar. Bugün, yabancısı olmadığımız Vivaldi, onun ünlü Mevsimler konçertolarını dinleyeceğiz. Bu konçertolar, bildiğimiz konçertolar değil, biliyorsunuz. Bunlarda da ara ara solistler vardır ama bildiğimiz gibi ortaya çıkmazlar. Bunları daha çok orkestra içinde ötekilere göre daha deneyimli kemancılar geçici olarak tek çalarlar. Bu tür eserlere Konçerto grosso denir. Bizim dilimize göre büyük konçerto anlamı taşımakta ise de bunlarda tek solist yoktur. Genellikle İtalya’da önemsenmiş bir konser müziğidir. Vivaldi’nin Dört Mevsim eseri, adı üstünde dört mevsimin adını (ilkbahar, yaz, sonbahar, kış) taşır. Eser zaman zaman konserlerde parça parça çalındığı gibi zaman zaman da tümü birden çalınır. Vivaldi için, Bach, Handel, Telemann gibi büyük Alman bestecilerinden birkaç yaş büyük, Barok müziğinin en ünlü İtalyanı diyebiliriz. Müzik tarihinde önemsenen bir olay vardır. Vivaldi, Avrupa içinde bir turneye çıkmış, bu arada Almanya’ya da uğramış. Vivaldi’nin gittiği yer Bach’ın kaldığı yerin çok uzağındaymış. Bach, Vivaldi ile görüşebilmek için yaya yapıldak günlerce yol katetmiş. Ayrıca Vivaldi’nin eserlerini Almanlara tanıtmak için gözden geçirip kuzey insanının zevkine uydurmuş. Bir gün bir eserin üstünde Vivaldi-Bach adlarını görürseniz, işte o baskı bunlardan biridir.
İkinci dinleyeceğimiz senfoni, Johannes Brahms’ın 1. Senfonisi. Bunu da dinlemiştik. İlk dinlediklerimiz ne denli İtalyansa bu da o denli Alman. Brahms iyi bir müzik eğitimi görmüş, genç yaşında ünlü olmuş. Ayrıca iyi bir piyanistmiş. Onun için hep anlatırlar. Viyana’da yaşamış, kentin tüm semtlerini dolaşırmış. Bir semtte, insanların telaş içinde koşuştuklarını görmüş. Olay şuymuş: Kısa bir zaman sonra orada konser verilecekmiş. Orkestraya piyano da katılacakmış. Ancak piyanonun akoru yarım ton düşükmüş. Piyanonun akorunu yapmak olanağı olmadığı gibi başka bir piyano sağlamak da olanaksızmış. Brahms insanları bu dertten kurtarmış. Yarım ton yüksekten çalarak konseri başarıya ulaştırmış. Böylesi bir usta besteci her türlü beste denemesine karşın senfoni bestelemeye bir türlü yanaşmamış. Sonunda 1. Senfoniyi bestelemiş. İlk çalındığı zaman öylesi beğenilmiş ki:
-Beethoven 1O. Senfoniyi besteleseydi ancak bu denli başarılı olurdu! denmiş. Faik öğretmen gülerek:
-İşte bugün Beethoven’in besteleyemediği senfoniyi dinleyeceğiz; ünlü Alman besteci Johannes Brahms’ın 1. Senfonisi……
Konservatuvar’dan çıkınca konuşa konuşa Ulus’a gittik. Konu gösterilen filmler, çoğu da tekrar. Madam Küri, Vadim O kadar Yeşildi ki, Kamelyalı Kadın. Kitabını okumuştum ancak filmini görmemiştim, ona gidebilirim! dedim. Oysa filmi de görmüştüm; Yıldız’ın benimle geleceğini düşünmediğimden öyle söyledim. Greto Garbo, Robert Taylor. Robert Taylor’u Vaterlo Köprüsü’nde görmüştüm. Greta Garbo’yu birkaç filmden tanıyorum. Anna Karenina, Napolyon’la Walewska filmlerinde de o vardı. Bir kez daha görebilirim. Yıldız’a, Doğan’la Ahmet Yol Madam Küri’ye gidecek, sen de onlara katılabilirsin! Yıldız:
-Sen yalnız kalıyorsun, olmaz! deyip kestirdi attı. Bizim film Yeni Sinema’da idi, Yıldız, PTT’ye uğrayıp annesine telefon etti.
Yıldız, annesinin etkisinde kalıyor. Annesi beni o denli güvenli buluyor ki benim için:
- O senin ağabeyin! diyor. Yıldız, belki sormaa gerek görmüyor:
-Neden ağabeyim? demiyor. Yıldız’ın annesini bir kez Arifiye Köy Enstitüsü’nde konuk kaldığımızda gördüm. İkinci görüşüm ise, Yıldız Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne geldiğinde. 1941 yılında Arifiye’de kaldığımızda Salim Amcamla yakınlığını sezmiştim. Besbelli çok candan bir ilişki imiş ki, beni yakın görüyor. Romanlardaki gibi bir gönül ilişkisi... Yıldız, sanırım bir gün bu konu üstünde duracaktır.
Bir süre kitapçılara girip çıkarak vakit geçirdik. Filme, Alfredo’nun babasıyla Violetta’nın konuştuğu dramatik sahnede girdik. Anımsadığım kadarıyla filmin en sıkıcı yeri. Buna karşın Yıldız, filme girdiğimize sevindiğini söyledi. Film giderek daha da tatsızlaştı. Aslında roman, çok değişik koşullar altında yetişmiş, gönüllerince yaşayan iki gencin beklemedikleri bir tutkuyu anlatır. Violetta, kendi gönlünce yaşayan, kimseye karşı sorumluluk duymayan gelgeç gönüllü bir güzel. Böylesi bir tutku aklından bile geçmezken, çok değişik koşullar altında yaşayan Alfredo’nun çılgınca sevgisi karşısında sürdürdüğü yaşamı değiştirip Alfredo ile yaşamaya karar verir, ikisi de eski çevreleri terk edip yaşamaya başlarlar. Ancak Alfredo’nun ailesi oğullarından geçemez, onlar Alfredo’yu ailenin geçmişini sürdürmek için yetiştirmiştir, ondan bu görevi sürdürmesini beklerler. Taassup ya da tutuculuk Alfredo ile ailesini karşı karşıya getirmiştir. Alfredo’ nun babası, işi para yoluyla çözmek niyetindedir. Violetta ile konuşur. Violetta’nın tepkisi karşısında bocalar. Ona göre böylesi, özgürce yaşayanlar, para karşısında kolay teslim olurlar. Violetta, onlardan olmadığını gösterince düşünceler değişir. Ancak Violetta, olaya tepkisiz de kalamaz, Alfredo’yu terk eder, iz bırakmadan ortalıktan çekilir. Alfredo çılgın gibidir, Violetta aranır. Bu arada Alfredo da yok olur.
Geçmişteki ölçüsüz davranışları sonucu bedensel olarak yıpranan Violetta hastalanır. Alfredo için hastalık bir engel değildir. O aşkı sonsuz olarak bilir, elindeki olanakları kullanarak sevgilisini kurtaracaktır. Ne var ki geçmişte yıpranan Violetta’nın bedeni daha fazla dayanamaz, insanların ayıramadığı sevdalıları bu kez ölüm ayırır. Bu konuyu ünlü İtalyan besteci Verdi opera olarak bestelemiş, geçen yıl bize derse gelen Hilmi Girginkoç o operayı çok överdi. La Traviata! Ara ara sadece la la la olarak söylerdi:
-Laa, laa,laa,lala,laaaa,laa,laa,laa,lala,laaaaaa;laa,laa,laa,lala laaaaa! diye uzatırdı…..
Filmin sonuna doğru yan gözle baktım; Yıldız gözlerini siliyordu. Film son yarısı bittiğinde çıkmayı önerdim. Yıldız:
-Filmin başını da görelim! deyince bekledik. İyi ki beklemişiz, Yıldız, filmin baş taraflarını beğenmiş olacak sonunun acıklı durumlarını unutmuş gibi filmden sevinerek çıktı.
Çıktığımızda, bir müzikle karşılaştık. Büyükçe bir bando takımı. Ulus Atatürk Heykeli karşısında marşlar çalıyordu. Bando hakkında oldukça bilgim vardı, ancak bu bando neredeyse bir orkestra denginde. Benim bildiğim bando on on beş kişilik bandolardı. Kırklareli Belediye bandosu, Alpullu Şeker Fabrikası bandosu; bir de Lüleburgaz’daki asker bandosu. İlk ikisini Vahit Dede yönettiği için çok yaklaşıyordum. Bu ise koskoca meydanı dolduruyor. Üstelik çalınan parçalar da farklıydı. Biz bir süre dinledik. Bando çekilince öteki arkadaşlarla karşılaştık. Büyükçe bir grup oluşturduk, bando üstüne konuşa konuşa Cebeci yolunu tuttuk. Konuşmalar giderek bando orkestra karşılaştırmalarına kaydı. Bandoda yaylı çalgıların olmaması büyük bir eksik sayılarak dışlanır gibi oldu. Geçen yaz Orkestra yönetim binasına Faik Öğretmenle gittiğimde orkestra 1. Kemancısı Halil Onayman’ın bir anısını dinlemiştim. 1.Dünya Savaşı içinde savaş ortağımız olan Almanya’ya bizim ordu bandosu konser için gitmiş. Almanya’nın önemli kentlerinde konserler vermiş. Kentin birinde çaldıkları Wagner’in Tannhauser o denli beğenilmiş ki uzun alkışlarla birkaç kez tekrarlamak gereğini duymuşlar. Bu sözüm kuşkuyla karşılandı:
-Yaylı çalgıların olmadığı bir topluluk orkestra eserlerini çalabilir mi? Konsere bu tartışmayı sonlandırmadan girdik.
Salon tıka basa doluydu. Mahmut Ragıp Öğretmen yalnız oturuyordu. Yanımda Yıldız’ı görünce sordu:
-Kardeşin mi?
-Kardeşim kadar yakınım! dedim. Yarı dönerek Yıldız’a müzikle ilgisini sordu. Keman çalıştığını söyleyince, çalıştığı metodunu, keman öğretmenini sordu. “Mehmet Öztekin!” deyince gülümseyerek:
-Orkestraya girmişti, birden vazgeçti, belki de iyi etti, sizleri yetiştiriyor’ dedi.
Alkışlar başlayınca konuşma kesildi. Şef prof. dr. Ernst Praetorius çıktı. Elini kaldırır kaldırmaz Vivaldi başladı. Güm, güm, güm, güm, güm… arkasından ince sesler. Belli ki kış.. İlkokuldayken okuyorduk:
-Sırtında kalın aba, geliyor Kış baba… Ben bunları düşlerken bir süre sonra yaylılar değişerek sürdü. İlkbahar’ı dinlerken hep bulutların gök yüzünde sürekli karışarak değişmesini düşlerim. Kemanların uzun uzun bağ yapmalarını da kuş uçuşlarına benzetiyorum. Vivaldi, sahiden mevsimleri gözleyerek mi bu müzikleri yapmış; yoksa kendi düşlerindeki mevsimleri mi sese çevirmiş? Şimdi dinlerken ben de Yaz, Kış, İlkbahar diyorum; sahiden öyle mi? bunu tam ayırt ettiğimi söyleyemem. Adlarını öğrenmeden önce dinlediğimde sorulsaydı acaba şimdiki gibi bir benzerlikleri kurabilecek miydim?
Arada, Mahmut Ragıp Öğretmenin yanına bir tanıdığı geldi; yazar sanırım, sürekli bir yazıdan söz ettiler, adını vermeden birini de yerin dibine ittiler. O birisi alaturka yanlısı besbelli!
.
Johannes Brahms
Alkışlarla birlikte Şef göründü, elini kaldırır kaldırmaz da uzun bir oylumlu ses kümesi yükseldi. Sanırım orkestranın bütün çalgıları katıldı, sonra sonra sert akorlar, yoğun sesler, bıçakla kesilir gibi kesilen yoğun sesler. Orkestra hep ayakta. Biter gibi uzayan sesler. Güzel belki ama gene de ben Beethoven’in senfonilerinden çok farklı buldum. (Daha önce de dinlemiştim) Benzetiş belki Beethoven’nin bitişlerdeki akorlarını andırması olabilir. Gene de, açıklamasını yapmakta zorlanmama karşın Beethoven’deki ses yoğunluğu var. Besbelli orkestradaki çalgıların tüm sürekli katılması benzerlik oluşturuyor. Seslerin kesik kesik uzaması dikkatimi çekti.
Her konserde olduğu gibi gene kendimi düşlere kaptırdım. Johannes Brahms şanslı bir insanmış, Robert Schumann gibi bir usta besteciyi öğretmen olarak seçmiş, uzun süre de onunla çalışmış. Uzunca sayılacak bir ömür boyu (66 yıl, neredeyse Mozart’ın iki katı, Schubert’in ise iki katından fazla) hep müzikle yaşamış. Hem de Viyana gibi bir Müzik kentinde.
Çıkarken arkadaşlara baktım, tüm yüzlerde bir durgunluk var, bu dikkatli dinlemenin bir belirtisi olabilir.
Kapıdan çıkınca yol değiştirmek isteyenler oldu:
-Sıhhiye’ye yürüyüp oradan İstasyona gidelim! Başka bir grup da Kurtuluş’un oraları görüp Cebeci’de trene binelim! dedi. Karasızlık sonunda bir karar verilemediği için gene Ulus’a indik. Yarım kalan Bando tartışmasını açmak için:
-Belki bando gene gelmiştir! dedim. Kimsenin ilgilenmediğini görünce şaşmadım; insanlar benim gibi her ilgisini çekene sarılmıyor! Gene de üzülmedim:
-Benim gibi, bir işe candan sarılmayanlar da doğru dürüst bir şeyler öğrenemiyor!
Trenden inince Yıldız çok teşekkür etti, kendisinin beni rahatsız edip etmediğini sordu. Biraz azarlarca:
-O ne biçim soru, beni neden rahatsız ettiğini düşünüyorsun? deyince sevinerek:
-Bundan sonra yalnız kalmaktan korkmayacağım, İbrahim Ağabey sağ olsun! Yeni yılda da zaten bana arkadaş gelecek, Arifiye’den Nebahat Kaya şimdiden seçilmiş durumdaymış! İçimden ben de:
-Zaten, şurada iki ya da üç konser kaldı, onlarda da Yıldız hep yalnız kalacak değil, Halise var!
Yemekte, konserden çok pazar, pazartesi günlerinin nasıl geçirileceği konuşuldu. Pazartesi günü, Ankara’ya gitme kararı verildi. Bir an düşündüm:
-Ben neden gitmeyeyim? Yeni bir olay, Ankara’da gönlümüzce dolaşacağız, 23 Nisan Bayramını Başkent’te yaşayacağız.
Kalkınca doğru piyanoya gittim, pazartesi çalışması yaptım. Faik Öğretmenin sık sık söylediği çalışma disiplini budur işte! Czerny, Chopin, Bach, Telemann parçalarını tekrarladım. Brahms’a aklım takıldı, ondan Macar Danslarından ikisini (1.5. Danslar) akordiyonla çalıyordum. Ninni’sini anımsadım, Hilmi Girginkoç Öğretmen söyletiyordu. Piyano partisini buldum. Çok kolay geldi, onu da listeme ekledim. Oldukça geç yattım.
22 Nisan 1945 Pazar
Oyun alanında Ziya Kaplan Öğretmenle Ömer Çiftçi vardı. Ziya Kaplan öğretmen son sınıfların öğretmeni. Enver Ötnü ile Mehmet Gönül gelmedi. Ömer Çiftçi var, zaten o bunu hep istiyordu, sevindi. Bengi yerine Harmandalı ile Güvende oynadılar. Sayı ne denli azalırsa düzen o denli rahat sağlanıyor.
Kahvaltıda, yarınki Ankara gezisi konuşuldu, günü nasıl değerlendirelim, nereleri gezelim, Bayram töreni kaç saat sürer? 23 Nisan Bayramını biliyorum ama ben geçen yıl 29 Ekim 1944 Cumhuriyet Bayramına katılmıştım, onu anlattım. Arkadaşlar unutmuş, olayı bir daha tekrarladım. Unutulan bir başka olay da bugün için verilen söz. Biz, Kepirtepeliler, 18 Nisan 1941’de Hasanoğlan’a Lalabel’de inip kestirme yoldan gelmiştik. Geçtiğimiz yerlerde o denli güzel otlar, çiçekler vardı ki, onları uzun süre unutamamıştık. Bir daha da o yoldan topluca, o mevsimde gidip gelme olmadı. Bu yıl bu özlemi gidermeyi istedik, bu iş için de en uygun gün olarak bu 22 Nisan Pazar gününü seçtik. Aynı olayı bizim bölüm arkadaşlarına da ilettik; bizim masadaki arkadaşlar hep katılacaklarını söylemişti, bunu anımsattım. Bir iki “A!,, Yapma!” tepkisi dışında karşı olan olmadı. Olaya, benim uyarımla kalkışıldığı için ben önemsedim. Gelen olursa, belli bir saat verip buluşacağız. Kepirli arkadaşlar benden haber bekleyecekler. Biz daha önce bugün için (yemekten hemen sonra) karar almıştık. Abdullah Erçetin’le Kadir Pekgöz hazır. Nihat Şengül özür diledi, Kamil Yıldım da ona katıldı. Ekrem kararsız, yemekte kesin konuşacak. Ben kararlıyım, kimse katılmasa bile, yalnız olarak gideceğimi söyleyip kalktım. Nedense azıcık sinirlendim de! Kitaplığa gidip aradığım yazıları bulup yazdım.
Çok Sesli Müziğin kökleşmesi üstüne bazı düşünceler! İhsan Akay- Varlık Dergisi-15 Mart 1945, sayı 281 Alaturka denen müziği bir iki kuşak sonra fosil durumuna getirmek için, bu müziğin yayım alanını olabildiğince daraltmakla yetinmek yeterli olmayacağından, tümden sökülmesi yanında, yenisinin yerleşmesi yolları şimdiden aranmalıdır. Ney’in, Ut’un ya da kemençenin çıkardığı seslere alışık yığınların kulaklarını ne yapıp yapıp istenilen seslerle doldurmak, yapılması gereken işlerin sanırım başımda gelmektedir.Kuşkusuz ki, yığınları Bach’ın füglerine, Mozart’ın sonatlarına, Beethoven’in senfonilerine ya da Wagner’in operalarına ısındırmak, hiç değilse şimdilik, boş bir düşten başka bir şey değildir. Zaten müziğin üst düzeyi sayılan bu gibi yüksek eserlerin dinleyicisi, dünya nüfusuyla karşılaştırılınca hiçbir ülkede oldukça küçük sayılacak bir grubu aşmamaktadır.Bu nedenle, Türkiye’mizde müzik alanında başarılması gereken ilk iş, üst düzey eserlerin tutulması için boş yere emek harcamak değil, başka bir yol bularak, zora başvurmadan, tatlılıkla, geniş halk yığınlarını tek tür müziğe yöneltmek olmalıdır. Kolomp’un yumurtası türü, yetersiz gözlem ya da deneylerle çözülemeyecek ölçüde bu çetin sorunun, gene de çözümü kolaylaştıracak yolları vardır. Bu konuyu, yığınların belki de adını ve sanını hiç duymadığı sonat ve senfoni değil bunca yıldır sevdiği ve benimsediği bando çözebilir. Batının yüksek düzeydeki müziğini dinleyebilmek, gelişmiş bir zevk düzeyi gerektirmesine karşın, bando dinlemek, bir kültür düzeyi gerektirmeyecek denli her kişiyi etkilemektedir. Bando dinlemekten yüksek okulu bitiren de hoşlanır, okuyup yazması kıt olan bir birey de; marşın sert temposu bir generale heyecan verdiği gibi bir eri de coşturur! İşte bu gerçeğe dayanarak, eski müziğin değişiminde bandoya ön planda yer vermek, telli sazların karıştırılmadığı bu orkestranın bu olağanüstü etkisinden yararlanılabilir. Bir çok yeniliklerde olduğu gibi bu konuda da, söz gelimi, tek sesten çok sese geçiş olayında da, en olumlu, en verimli ödev ordumuza düşmektedir. Gerek ordudaki bando sayısının ve gerek her hangi bir bandoda er sayısının arttırılması ve bu üflemeli çalgıların belirli günlerde Halk Konserleri vermesi, “ÇOK SESE DOĞRU!,, ülküsünün hayırlı bir girişimi olacaktır. Buna koşuk olarak Belediyelerin de bu girişimi destekleyip bando kurması ya da varsa olanları daha da canlandırması olaya güç katacaktır. Bandolardan bu denli iş beklerken çok dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki o da bandoyu bir amaç gibi değil bir araç gibi görmektir. Bandonun gerçek görevi marş çalmak olmasına karşın marşların arasına zaman zaman senfonilerden canlı, hareketli parçalar, operalardan ilgi çekecek melodiler, uvertürler eklemek, dinleyenleri olduğu kadar çalanları da etkileyecektir. Sonuç olarak, bu müzik değişiminde, ilk girişim olarak senfoni orkestralarından, senfoni ya da konçertolardan çok halk yığınlarınca benimsenmiş bulunan bandolardan ve marşlardan yararlanmak yerinde olacaktır. Şu da düşünülebilir, bando satısını yurttaş nüfusuna uygun olarak çoğaltmak zaman ister. Bunun için de yardımcı olur, düşüncesiyle plâklar çoğaltılabilir. Buna ek olarak da tıpkı kitaplarda olduğu gibi plâkların da gümrüksüz alınması yollarının açılması yararlı olacaktır. Kuşkusuz, plâklar da kitaplar kadar bir kültür aracıdır.
Not. Atatürk’ün müzik konusunda düşünceleri kimi zaman çarpıtılarak değişik şekillere sokuluyor. Oysa bu yazıda bir kesinlik var. Bunu belgelemek için aşağıya aldım.
*
Ünlü Alman, Tarihçi yazar Emil Ludwig, 9 Mart 1930 günü Atatürk tarafından kabul edilmiştir. Konuştukları konular arasında Müzik de vardır. Emil Ludwig Atatürk’e sorar:-Doğu müziği biz Batılıların kulağımıza tuhaf gelmektedir. Doğu’nun anlamadığımız tek sanatı da budur.Atatürk şu karşılığı verir:-Sizin dediğiniz Bizans müziğidir. Bizim gerçek müziğimizi bozkır çobanlarımızdan dinlemelisiniz.-O müziği geliştirmeyi düşünüyor musunuz?-Batı müziğini bu günkü duruma getirmek için Batılılar kaç yüz yıl çalıştı?-Aşağı yukarı dört yüz yıl!-Bizim o kadar bekleyecek sabrımız yok, o nedenle biz Batı müziğini benimsiyoruz. Montesquieu der ki “Müzik beğenisi göz önünde tutulmadan bir ulusun kalkındırılması gerçekleştirilemez. Gerçek ve iyi müzik, içimizde ritmik duygular uyandıran değil, iyilik, soyluluk ve kahramanlık duygularını coşturan müziktir.”Doğu müziği bir Bizans müziğidir. Bizim ulusal müziğimizle hiçbir ilgisi yoktur.Atatürk bu düşüncelerini,10 Ocak 1934 tarihinde T. B. M. Meclisi’nin açılış konuşmasında tekrarlamıştır:-Bir ulusun uygarlık alanında ilerlemesi, müzik devrimini tamamlayıp içine sindirmesiyle ölçülür. Oysa bize dinletilmeye çalışılan müzik, duygularımızı geliştirmemektedir! diyerek konuşmasını sürdürür…
Yazılarımı tamamlayınca kendi salonumuza inerek bir süre piyano çalıştım. Yemekte, hazır olduğumu söyledim. Hemşerim Kadir’le Abdullah Erçetin sevindiler. Halil Yıldırım katılacağını söyleyince arkasından İbrahim Şen de işaret etti. Böylece beş arkadaş olduk. Ekrem Bilgin sustu. Bu kez Halil Yıldırım takıldı: “Ödemişli,, hani senin kır sevgin? Kış boyu kediler gibi sobanın etrafında dolandın; bu bir fırsattır, diyemiyor musun?” Ekrem:
-Diyorum ama senin kışkırtmanla değil, kendi isteğimle! Biz konuşurken Hüseyin Orhan geldi, Kepirliler de hazırmış. Onlar gelince şakalaşarak tren durağına indik. Kepirlilerden de altı arkadaş katıldı (Hüseyin Orhan, Harun Özçelik, Hasan Üner, Halil Basutçu, Bekir Temuçin), on iki arkadaş tren yolu kıyısından Lalabel’e çıktık. Lalabel durağı oldukça yüksek bir tepe üstünde.
Bir süre karşılara, Elma Dağlarına baktık. Güneş vurduğundan yükseklerdeki karlar ayna gibi parlıyor. Batıya düşen Hasan Dağlarında da kar var ama, oraları yokuşlu olduğundan Elma Dağları gibi geniş alan oluşmuyor. Hasan Dağlarına bakarken gene 1941 yazını anımsadım; öğretmenimiz Reşat Tekinay, şimdiki anlayışıma göre sanırım ders anlatmakta zorluk çekiyordu. Sık sık söylediği bir söz vardı:
-Coğrafya dersinde yakından uzağa gidilir! Bunu o denli tekrarlardı ki, öğrencileri olarak biz de ona uyarak soru sorardık:
-Hasan Dağları’na neden bu ad verilmiş? Bu soruyu Reşat Tekinay Öğretmen bize çevirdi, hepimize ödev olarak:
-Köydeki güvenilir kişileri sorup öğrenin. Salt o değil, Hasan Dağları ile ilgili ne biliniyorsa toplayın! O zaman toplaya toplaya üç önemli olay toplamıştık:
Hasan Dağı denmesi, bir aşk öyküsüne dayanmaktadır. Yıllar önce bir köyden bir başka köye gelin gider. Ancak gelin alayı tam dağın tepesine gelince haydutlar yolu kesip gelini kaçırmaya kalkar. Çil yavrusu gibi dağılan halk gelini yalnız başına bırakmıştır. Gelin eşkıyaların eline düşmemek için yüksek tepenin üstünde kendini aşağıya bırakır. Tam o sıra olayı duyan damat adayı, (adı Hasan’dır) haydutları, birer birer kılıçtan geçirdikten sonra geline koşar. Ancak gelin olaylardan habersizdir, yalnız kalmıştır, kurtuluşu ölümde görüp kendini çoktan aşağıya bırakmıştır. Haydutları tepeleyip sevinçle geline koşan Hasan, gelinin duvaklarının rüzgârda uçtuğunu görünce düş kırıklığına uğrar, o da kendini uçurumdan aşağıya bırakır. Bu olay nedeniyle dağların adı Hasan Dağı olmuştur.
Bir başka söylenti de: Düşman gelmiş bu yöreyi yönetimi altına alınca o denli zalimce davranmış ki, insanlar kaçacak yer aramaya başlamış. Bu duruma katlanmayan bir yiğit (onun da adı Hasan) dağa çıkmış, düşmanla başa baş döğüşmüş, düşmana aman dedirtmemiş, sonunda düşmanlar defolup gitmiş. Düşmanın kim olduğu sorulduğunda “Rus,, denilince biz bu söylentiye inanmamıştık. Çünkü Rusya yeni bir devlet! Efsanelere karışacak bir geçmişi yok. Üstelik, Rusya, Osmanlılar döneminde bile ancak 1828 yıllarında Erzincan’a dek girebilmişti.
Bu arada bir de kendi aramızdaki tartışmalardan biri anımsandı:
-1941 yazında zaman zaman çevreye bakıp şakalaşılırdı. Hasan Dağları, arkadaşımı Hasan Üner’indi. (Hasan Üner yanımızda) İdris Dağı ise arkadaşımız İdris Destan’ındı. İdris Destan, Hasan’a göre biraz boylu, pek az farkla da olsa biraz kiloluydu. Buna dayanarak o kendini büyük saydığından Hasan Üner’e, herkes gibi Küçük Hasan diyordu. Söyleyip söylemediği kesin olmayabilir ama şakacılar yakıştırmıştı:
-Elin kızanına (küçük çocuk anlamında) koca dağları lâyık görüyorsunuz!
Bu nedenle Hasan Dağlarından daha küçük görünen İdris Dağı’na razı olmuyor, diye takılırlardı….
Tepeden Hasanoğlan köyüne yöneldik. İlginçtir, sık sık anlattığımız patika yollar yok olmuş, eski izleri araya araya ancak kendimize yol açtık. Neden? Neden olacak? Hasanoğlan, kendi durağına kavuşunca Lalabel’i terk etmiş. Kimse gidip gelmediğinden patikaları da bitkiler kapatmış, sanki bizi yalancı çıkarmak için bitkiler izleri örtmüş! Neyse ki özellikle kekik otları boy boy yükselmiş, eğilmeye gerek kalmadan kokuları alınıyor. Gene de arkadaşlar, birer ellerine küçük demetçikler sıkıştırdılar. Karşı dağlara baka baka, arkadaşlar anımsadığı bir olayı anlattığından sıkılmadan Hasanoğlan’a indik. Dereden sonra yol açık. Çünkü oralarda tarlalar var, gelen giden oluyor. Okulun arkasından çeşmeye önüne inerken kaldığımız çadır yerlerini gösterdik. Aralarına, gelen ekipler için çadır kurulan ağaçlar büyümüş. Hüseyin Orhan, Sili Usta ile çalışmalarımızı anlattı. Çeşmeden sonra her zamanki okul yolundan değil de bağlık yolunda okul döndük. Bir bağ içine bina yapılmış, belli ki sahibi okulla bir ilişki kurmak isteyecek. Ne olabilir? Kiraya verir. Köyde oturan öğretmenler var. Burası yakın olacak. Belki de ilerde buralarda evler çoğalacak. Geleceğe yönelik öngörüler öne sürerek bizim bölüm salonun önüne çıktık.
Kepirli arkadaşlar piyano dinlemek istediler, salonda kimse yoktu, arkadaşlara kendi seçkilerimden parçalar çaldım. Mozart-Türk marşı, bunu arkadaşlar daha Kepirtepe’de akordiyondan dinliyordu. Ancak piyanoda biraz değişik bir Marş Allaturka dinlediler. Yol boyunca pek konuşmayan Halil Basutçu:
-Piyano dinlemek için hep Lalabel’e gitmek zorunda mıyız? diye sordu. Ben de:
-Hayır ama buraya gelmek zorundasınız, Nedeni okulda yalnız burada piyano var! Birden aklıma geldi, bir akşam yemekten sonra gelirseniz size daha güzel müzik dinletebilirim! Onun farklı mı olacağı sorulunca pikabı gösterdim. Halil Basutçu bizim köye geldiğinde kahvedeki gramofonu, yığınla plâkları görmüştü, takıldı:
-Ne o, köyden gramofonu da mı getirdin? Onlara plâk dinletme sözü verdim. En kısa zamanda buluşmak üzere ayrıldık. Onlar ayrılınca Kepirli, öteki gelmeyen arkadaşları düşündüm, Hüsnü Yalçın, böyle geçmişle ilgili anıları severdi, neden katılmadı? Emrullah Öztürk’ün de bu tür olaylara gereksinimi var; zaman zaman bunu kendisi söylüyor. Mehmet Başaran’dan beklemiyorum, o kendisinin dışında iki insanın bir arada oluşuna bile olumsuz bakar; bu nedenle gelmemesi daha iyi. Mustafa Saatçi gelseydi sevinecektim, şakacıdır, sessizliğe katlanamaz; gelseydi kesinlikle yollarda arkadaşları daha çok neşelendirecekti. Sanırım önemli bir işi vardı. İbrahim Ertur da katılabilirdi. Belki özel bir işi vardır. Sami Akıncı katılamazdı; zayıf bünyeli olduğundan kendini kollamak zorunda. Gerçekte Sami, gezmeyi sevmezdi, şimdi ise düpedüz rahatsız.
Yemekte, gezimiz değerlendirildi; arkadaşlar topladıkları kekikleri masaya koydular. Nihat Şengül önce bunu bir numara saydığından:
-Kaldırın şu otları! dedi. Koklayınca yumuşadı ancak gene de “kekik koklamak için ta oralara gitmem!” diyerek son sözü söyledi. Abdullah Erçetin Nihat’a takıldı:
-Pastoral Senfoni’yi seviyordun! Nihat önce anlamadı, sordu:
-O tepelerde Pastoral Senfoni mi çalıyorlar? Hep güldük.
Söz yarınki Ankara gezisine geçti; herkes gönlünce dolaşacak, kimse kimseye balta olmayacak! İçimizde, ilk kez böyle bir bayrama gidecek var. Benim bu dördüncü Ankara büyük bayramım olacak. Birinci, 1941 Cumhuriyet Bayramı, bir grup olarak gitmiştik. Törenden birkaç saat sonra (akşamüstü) Bir İngiliz takımı ile bir Türk takımı maç yapmıştı. Müziğe sarılalı beri top oyunlarıyla ilgilenmediğimden arkadaşlardan ya da zaman zaman radyodan duyduğum maçlar çoğunlukla Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Karagümrük, Vefa takımları arasında oluyordu. Ancak bir ya da iki kez Eskişehir’le Trabzon’un adını duyduğumu anımsıyorum. Bu kez ise bir İngiliz takımı ile bir Türk takımı karşılaştı. Türk takımının Fenerbahçe olduğu söylenmişti. Galatasaray diyenler de oldu. Maçı dikkatlice izledim. Ancak ilk kez izlediğim için söylenen adları, Ömer, Faruk, Ahmet, Mehmet ya da işlevlerini bilinçli olarak değerlendirememiştim. Türk takımının kazandığı maç uzun süre belleğimde Futbol Maçı olarak simgeleşmişti.
İkincisi, 1944 gene Cumhuriyet Bayramı, Hüseyin Çakar’la ben Ahmet Yekta yönetiminde) İzmir liselerinden gelen İzci Efelerin (öğrencilerin) zeybeklerini çalmıştık. Üçüncüsü 1944 yılı 30 Ağustos Bayramı, genelde Askerlerin gösterilerini izlemiştim.
Kızılçullu çıkışlı arkadaşların Ankara’da ilk bayramları olacakmış. Ancak onlar İzmir’de bu tür bayramları çok izlemişler. Özellikle Fuar açılışlarını anlatmakla bitiremiyorlar. Onların anlattığı fuarı da ben bir türlü gözümde canlandıramıyorum. Bir bakıyorum, alışverişten söz ediyorlar, hemen gözümde bizim Lüleburgaz ya da Kırklareli panayırları canlanıyor. Bir bakıyorum yabancı ülkelerden gelenlerden söz ediyorlar. O zaman yutkunuyorum, yabancılarla ilgili hiçbir gözlemim yok. Tek tanıdığım yabancı, Lüleburgaz ya da Kırklareli’deki Musevilerdi. Onlar da şimdilerde (1934 yılında Trakya’daki Museviler aleyhine yapılan gösterilerden sonra) yok oldular.
Ancak, fuarı kuranlardan birinin Trakya’da çok saygın bir ad olan Kazım Dirik Paşa olduğu söylenince düşlediğim fuar birdenbire sonsuz bir boyuta dönüşüyor. Adı da anlamlı 9 Eylül! İzmir’in kurtuluşu. Kurtuluş Savaşında önemli sonuç Türkiye olarak benimsenen Anadolu yarımadasının düşmandan arındırılmasıydı. Bu ise İzmir’i kurtarmak olarak algılanıyordu. Böylece 9 Eylül, salt İzmir’in değil tüm Türkiye’nin kurtuluşu anlamına da geliyor.
Kitaplıkta Varlık dergilerini karıştırırken arkadaşımız Şükrü Koç’un Köy Enstitüleri üstüne yazdığı yazıyı bir kez daha okudum. Daha önce okumuş, notlarım arasına da almıştım. Okumak hatta notlar arasına almak o yazıyı tümüyle anlamak, hele bellekte tutmak anlamı taşımıyor. Sabahattin Öğretmen okuma konusu üstünde dururken gene gene okumanın yararlarını anlatır:
-İnsan, aynı yazıyı (değerli, öğretici yazıları) okudukça onda yeni şeyler bulur. Aslına bakarsanız bu yeni bir şey değil, okuyanın ilk okumasında anlatılanları tam olarak kavrayamadığının kanıtıdır! der. Kendimi böyle bir durumda yakaladım. Arkadaş, düşüncelerini anlatırken (tıpkı Montaigne Öğretmen gibi Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün bir sözünü almış. İsmet İnönü bir konuşmasında:
-Yeni bir millet yapıyoruz! demiş. Arkadaş bu sözle kendi söylemek istediklerini güçlendirmiş oluyor. Dikkatle okudum, aldığı sözden güç alarak güzel denecek, inandırıcı fikirler üretiyor. Devrim Tarihi öğretmenimiz Doç. dr. Halil Demircioğlu sık sık Atatürk’ün sözlerine değinir, örneğin:
- Türk Gençliğine Hitabesi’ni sık sık okuyup ezber etme yerine, oradaki buyrukları destekleyici, açıklayıcı hatta güçlendirici başka yazılar okumalısınız! diyor. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün Atatürk’ün vefatı üzerine Türk Ulusuna söylediklerini bu açıdan bir kez daha okudum. Atatürk’ü öylesine tanıtıyor ki, onun dedikleri, kuşkusuz yapılması gereken Türklük, insanlık görevleri oluyor. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün Yönetim binası önüne konacak büstünü görünce bunları anımsadım. Büyük Türk Ulusuna başlıklı söylevi olduğu gibi buraya aldım.
Büyük Türk Ulusuna
Bütün ömrünü, hizmetine vakfettiği sevgili milletinin ihtiram kolları üstünde Ulu Atatürk’ün fani vücudu, istirahat yerine tevdi edilmiştir. Hakikatte yattığı yer, Türk milletinin onun için aşk ve iftiharla dolu olan kahraman ve vefalı göğsüdür.
Atatürk, tarihte uğradığımız en zalim ve haksız itham gününde meydana atılmış, Türk milletinin masum ve haklı olduğunu iddia ve ilan etmiştir İlk önce ehemmiyeti kavranamamış olan gür sesi, asla yıpranmayan bir kuvvetle nihayet bütün cihanın şuuruna nüfuz etmiştir.
En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk milletinin haklarını, insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hak ettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir. Milletimizin büyüklüğüne, kudretine, faziletine, medeniyet istidadına ve mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz itikadı vardı.
“Ne mutlu Türküm diyene!” dediği zaman, kendi engin ruhunun, hiç sönmeyen aşkını en manalı bir surette hulasa etmiş idi.
Fena zihniyet ve idare ile geri bırakılmış Türk cemiyetini, en kısa yoldan insanlığın n mütekamil ve en temiz zihniyetleriyle mücehhez modern bir devlet haline getirmek, onun başlıca kaygısı olmuştur. Teşkilat-ı Esasiye’mizde ve bugün hizmet başında, irfan muhitinde ve geniş halk içinde bulunan bütün vatandaşların vicdanlarında yerleşmiş olan laik, milliyetçi, halkçı, inkılâpçı, devletçi, cumhuriyet, bize bütün evsafıyla Atatürk’ün en kıymetli emanetidir.
Üfülunden beri Atatürk’ün aziz adı ve hatırası, bütün halkımızın en candan duygularıyla sarılmıştır. Memleketimizin her köşesinde ve bütün milletçe kendisine göstereceğimiz samimi bağlılık, devlet ve milletimiz için kudret ve vefanın beliğ misalidir. Türk Milletinin aziz Atatürk’e gösterdiği sevgi ve saygı,
Onun niçin Atatürk gibi bir evlât yetiştirebilir bir kaynak olduğunu bütün dünyaya göstermiştir…
Atatürk’e tazim vazifemizi ifa ettiğimiz bu anda, halkımıza, kalbimden gelen şükran duygularını ifa etmeyi, ödenmesi lâzım bir borç saydım.
Milletler arasında kardeşçe insanlık hayatı Atatürk’ün en kıymetli ideali idi. Bütün dünyada ölümün gördüğü ihramı, insanlığın atisi için ümit verici bir müjde olarak selâmlarım. Bu sözlerim, yazılarıyla ve toprağımızda şövalye askerleri ve mümtaz şahsiyetleriyle yasımız iştirak eden büyük milletlere Türk milleti adına şükranlarımın ifadesidir.
Devletimizin banisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi, insanlık idealinin aşık siması; eşsiz kahraman Atatürk, vatan sana minnettardır!
Bütün ömrünü hizmetine verdiğin Türk milletiyle beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz. Bütün hayatında bize ruhundaki ateşten canlılık verdin.
Emin ol, aziz hatıran, sönmez meşale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutacaktır.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün okulumuzdaki büstü
Yatakhanedekiler, uyumak için değil sırtüstü yatarak konuşmak için gelmişler gibi! Sık sık “Susun!,, diye uyaranlar da farklı değil. “Sus!” diyorlar ama arkasından kendisine sataşılsın da bir iki lâf da o etsince bekliyor. Hemşerim Kadir uyumuş. Gene gene beni uyardı:
-Yarın birlikte İsmet Akın’ı bulacağız. Yan çizmek yok o, her gördüğünde seni soruyor. İsmet Akın, benim ilkokul arkadaşım. Hiç ara vermeden okudu.1935 ders yılında 5. sınıftayken, babası milletvekili olunca Ankara’ya taşındılar. Tam 10 yıl oldu. Bu yıl Ankara Hukuk Fakültesi son sınıfta olması gerekir. Karşılaştım ama sormadım. Bildiğim kadarıyla biraz tembeldir, baba hatırı araya girmemişse yıl kaybetmiş olabilir. Gerçekte İsmet’le okuldayken pek konuşmazdım. Onun değişmeyen arkadaşları vardı. Kardeşi Hamdiye’yi İsmet’ten daha iyi tanıdığımı söyleyebilirim. Hamdiye ile yeğeni A kardeşten öte bir yakınlık içindeydiler. Enstitü son sınıftayken yaptığımız Hamitabat gezisinde ikisini de görmüştüm. Milletvekili Zühtü Akın’ın köşkünde bize çay verilmişti. Ortalığa çıkmamışlardı ama gene de konuşmuştuk. Gerçi buna konuşma demek biraz abartı oluyor ama hiç değilse bakışmıştık. Bir o anı düşündüm bir de okuldaki günleri! Üç yıl geçti, bir daha görsem, belki de ilk izlerden çok daha değişik yüzlerle karşılaşacağım! Gene de A ile karşılaşmak, dahası konuşmak isterim. Bunu bir başka bakımdan da istiyorum. Köylerde açılan okullar öğrencileri olabildiğince uyandırıyor. Ancak okuldan sonra bu öğrenciler hızla gene eski durumlarına dönüyorlar. Bana göre A çok uyanık bir yaratılıştaydı. Anımsadığım kararıyla okumanın yararlarını neredeyse benim bugün ayırdına vardığım ölçüde biliyordu. Bu düşüncelerinin ne kadarını kaybetti? Saptaması zor, biliyorum ama bu, benim için gerçekten önemli bir konu…
Birden fikir değiştirdim:
-İki ay sonra Kepirtepe’de olacağım. Orada kaldığım sürece köye sık sık gideceğim. Sanırım, yolumun üstündeki eski tanıdıklarla karşılaşacağım. Hodri meydan!
23 Nisan 1945 Pazartesi
Bugün 23 Nisan! dedi birisi. Az sonra bir başka ses:
-Hadi, devam etsen ya! Bunlar başlangıç oldu, arkasından 23 Nisan üstüne şiirler okunmaya başlandı. Hasan Gülel:
Yirmi üç nisanYurdu koruyanYarını kuranSen ol, çocuğum!Hasan sürdürecekti sanırım; ancak oldukça kartaloz bir ses:
-Baş üstüne baba! deyince kahkahalar yükseldi. Süleyman Alkan, ortaya çıkıştı:
-Sizin ciddî bir yanınız yok mu, ne güzel başlamıştı arkadaş! Birisi:
-Sen devam et! dedi. Süleyman Alkan:
-Hak ettiğine devam etmeme terbiyem izin vermez. Dilerim aradığını bulursun! Gülmeler, durdu. Abdullah Ön:
-Bayramlar barış getirir, unutmayalım arkadaşlar!
İhsan Güvenç:
Bugün 23 NisanToplandı bütün vatanMillet MeclisimizeAtatürk oldu Başkan…-Bunları devamı yok mu? sorusu soruldu. Mehmet Kocaefe:
-Dergiciler bilir onların sonlarını! deyince Bekir Semerci:
-Gene bize taş var! karşılığını verdi. Bu kez de Süleyman Adıyaman:
-Bu yatakhanede tartışmasız hiç konuşulmayacak mı? Enver Ötnü:
-Muhavere-i efkârdan barika-i hakikat doğar! Gülenler oldu. Bu kez de Orhan Doğan:
-Şunu Türkçe söyler misin kuzum! “Bilmiyor!,, sesleri arasında Enver Ötnü:
-Bunu bilmeyen tecahülâta tekrarın ne faydası olur? Bu kez de salonun arka tarafından birkaç arkadaş birlikte:
Bugün 23 nisanNeşe doluyor insanKamutay bugün doğduSaltanatı kovdu…deyince hava değişti. “Bayramımız kutlu olsun!,, sözleri tekrarlandı.
Her sabah erkenden ayrıldığım için yatakhanenin bu durumunu unutmuş gibiydim. Doğru-yanlış ya da olmalı mı olmamalı mı? tartışması yapılabilir ama bence bu tartışmalar bazı noktaların aydınlanmasına yararlı oluyor. Bu sabahki konuşmalar beni, okula başladığım ilk günlere dek götürdü. 23 Nisan Bayramı olduğunu ben ne zaman öğrenmiştim? Öğrendikten sonra 23 Nisan’la ilgili şarkı ya da şiirlerle ne zaman karşılaştım? Bunlardan kalan tam olmasa bile bazı anı kırıntıları var mı? Dahası, Enstitü öğrenciliğim yıllarında 23 Bayramlarım nasıl geçti? Bizim okul beş yılda beş kez yer değiştirdi, bu nedenlerden dolayı bellekte kalacak kadar canlı törenler yapılmamış olabilir. Örneğin 1941 23 Nisan Bayramını biz Hasanoğlan köyünde kutlayamadık. 30 arkadaştık, iki öğretmenimiz vardı. Köyün camisinde yatıyor, gündüzleri, yemek yiyecek yer hazırlıyorduk. İkinci bir grup gelince işler daha karmaşık olmasın düşüncesiyle sürekli çalışıyorduk. Anımsadığıma göre 1939 yılı 23 Nisan Bayramında da 4.-5. sınıf kardeşlerimizi köylerine uğurlamıştık. Öylesine bir uğurlama idi ki, bir daha geri gelip gelmeyecekleri bile bilinmiyordu. Neyse ki onlar, okula 8 ay sonra 1939 Kasım’ında dönmüştü.
Kahvaltıda da konu 23 Nisan Bayramı. Az önceki tartışmalar herkesi etkilemiş, oturur oturmaz ilkokuldaki şarkılar dolaylı olarak da 23 Nisan şarkıları ortaya atıldı. Önce bana sordular:
-Sen bilirsin, 23 Nisan için hangi şarkılar var? Gerçekten belleğimi yokladım, kendi köyümde okuduğum ilk üç yıl, sanki 23 Nisan yoktu. Canlı cansız anımsamaya çalıştığım, kimi zaman okulda bayraklar oluyordu. Kimi zaman da önümüzde bir bayraklı arkadaş köy içinde geziyorduk. Silinmez iz bırakan bayram olarak 1933 yılı Cumhuriyet Bayramıdır belleğimdeki. O zaman köy okulunu bitirmiştim, köyde 4. sınıfın açılmasını bekliyordum. Onuncu Yıl Marşını plâktan öğrenmiştim, haklı olarak bilgiç bilgiç arkadaşlara öğretmeye çalışıyordum. Bir yıl sonra yakın köy Hamitabat da 4. sınıf açılınca hemen yazıldım. Gerçek 23 Nisan Bayramı bilincine orada kavuştum. Dersime gelmiyordu ama oyunlara, müziklere çok önem veren Münevver Öğretmen, her etkinliğe beni alıyordu. Sanırım, ben Atatürk’ü Samsun’a o yıl çıkardım gene o yıl T.B.M.M’ ni açtım!
Arkadaşlar da bir süre kendi belleklerini yokladılar. Hayret bir durum, onlar, bana göre daha yakın zamanlarda daha düzenli dönemlerde okumuşlar; öyleyken onlar da benim gibi unutmuşlar. İçlerinde bazıları, ilkokula gittiğinde 23 Nisan kutlamalarının olup olmadığını bile anımsamadılar. Oysa 23 Nisan Bayramı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladı, ancak 1935 yılında genel olarak okullarda devreye sokuldu, Atatürk çocukları makamına alıp koltuğuna bile oturttu.
23 Nisan üstüne konuşa konuşa Başkent 23 Nisan kutlamalarına gittik. Ulus Meydanı girilecek gibi değil. Bayraklar, sıra sıra öğrenciler, bir yerlerden gelip bir yerlere gidiyorlar. Onca kalabalığa karşın gazetecilerin avaz avaz bağırışları insanların kaşlarını çattırıyor:
-SOVYET ORDUSU BERLİN kapısında! Berlin Kapısı’nın diğer adı Brandenburg. Bu adı unutmam olası değil, çünkü Bach’ın en sevdiğim, en çok dinlediğim eserlerden birinin adı Brandenburg Konçertoları; altılı bir dizi. Brandenburg Kapısını Müdürümüz Rauf İnan sık sık anar. Üçüncü olay da Napolyon Bonapart Berlin’i işgal edince oradan bir şeyleri Paris’e götürmüş. Almanlar buna çok içerlemiş.1870 savaşında Fransa’yı yenince ilk işleri, alınanları hemen yerine koymak olmuş. Ben bunları düşünürken arkadaşlar sorular soruyor:
-Hani Amerika, Sovyetlerin Berlin’e girmesine izin vermiyordu? Stalin dinler mi? Adamın seceresi bozuk! İkinci haber:
-San Francisco Konferansı toplanıyor: Türk Heyeti San Francisco’da…
Sorular:
-San Francisco nerede?
-Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Okyanus kıyısında!
-Neden o kadar uzakta toplanılıyor?
-İnsanlar halâ Hitler’in bir oyun oynayacağından korktuklarından uzaklara kaçıyorlar!
-Hitler yaşıyor mu?
-Hitler, Stalin’in Berlin’e gelmesini bekliyor!
-Stalin Berlin’e gelir mi?
-Niçin gelmesin? Zafer kazanarak işgal ettiği yere neden gelmesin? Sorular uzayacaktı ama karşı olanların “Saçma sapan konuşmayın!” uyarısı etkili oldu, toparlanıp kalabalığa karıştık.
Üstümüzden vızır vızır uçaklar geçiyor. Uçaklar, bir olay anımsattı, Planör Uçuş kampına katılmak. Bunu, daha Alpullu’da kaldığımız yıl duymuştum. Beden Eğitimi dersimize giren Ömer Tunalı öğretmen, bu kursa katılmış, yararlarını bize anlatmıştı. O zaman oldukça heveslenmiştim. Ancak daha sonra Ömer Tunalı Öğretmenin bir uçak kazasında öldüğünü duyunca bu isteğim azalmıştı. Hasanoğlan’a gelince bu kez Hüseyin Atmaca karşıma çıktı. O, evvelki yıl gitmiş, anlata anlata bitiremiyor. Kampa gitmek de kolay. Bugün çevreme bakarken, Paraşüt Kulesini görünce bunu anımsadım. Staj için gidip üç ay Lüleburgaz’da kalacağıma bu kampa katılabilirim. Süresi 20 günmüş, askerlik kampı gibi…Arkadaşlara anlattım, bizim sınıftan Azmi Erdoğan, bir sonraki sınıftan da Bayram Bayrak’la Naci Ön katılabileceklerini söylediler. Hep duyardım, Paraşüt kulesinden atlama denemeleri yapılıyormuş, onu önerdim; atlamaya çok hevesli arkadaş çıktı. Tören boyunca bunu konuştuk; törenden sonra gitmeye karar verdik. Paraşüt Kulesi’nde görevli varmış, onlardan izin alıp, bildirilen kurallara göre paraşütle atlanıyormuş. Bu konuşmalardan sonra gözlerim paraşüt kulesinden ayrılmadı. Tören biter bitmez de doğru Paraşüt Kulesine gittik. Şansımız yardım etmedi, bugün atlama yokmuş. Üzgün üzgün geri dönünce trenle gezmek önerildi. Etimesgut’a kadar gitmek üzere trene atladık; Gazi Çiftliğinden geçerken orada kalabalık gördük. Etimesgut’ta fazla kalmadık. Dönüşte Gazi Çiftliğinde indik. Büyük bir bahçe, kalabalık insanlar; oturanlar, radyo müzik çalıyor, dans edenler var. Bir süre orada oyalandık. Belli yerlerde çay belli yerlerde bira veriliyor. Şarap içmiş, sevmiştim. Bir ara bizim dükkânda da bira satılıyordu. O zaman içmiştim ama beğenmemiştim. Geçen yıl başında bir daha dedim, gene sevmedim. Arkadaşlar da bana uydular, çay içmekle yetindik. Dikkatimizi dans edenler çekti; biri ikisi dışında hepsi bizim yaşımızda gençler. Bir süre bakıştıktan sonra kalktık. İstasyondan Yenişehir’e yürüdük; Güven Park insan doluydu, renkli giysiler içinde küçük çocuklar; pek alışmadığımız bir görüntü. Bir kenara da biz oturup çevremizi gözetleyerek konuştuk:
-Bizim çocuklarımız öyle bir ortam bulabilecek mi? Soruya karşılık veren oldu:
-Neden bulmasın? Soruyu soru izledi:
-Köylerde çalışan arkadaşlar, yakın ilçelerine bile gidemiyor. Bu yirmi yıl böyle sürecek. Bu genel konuşmayı ben yeğenim İsmet’i örnek göstererek somutlaştırdım:
-İsmet, kendi köyü Kızılcıkdere’de çalışıyor; Kırklareli’ye dokuz km. İsmet şimdi o köyde öğretmen ama Kırklareli’ye gidemiyor. Kızı Saime iki yaşında, iki yıl sonra şu karşıdaki çocuk kadar olacak! Saime, böyle bir ortam bulabilecek mi? Konuşmalardan sıkılanlar oldu, işi şakaya dökerek:
- Kılık değiştirip gider! diyenler çıktı. Bunu duyunca beni bir gülmek tuttu. Bir an İsmet’in kılık değiştirdiğini varsaydım. Nasıl bir kılık seçer? Bizim köylerin kendi dokumaları şayaktan yapılma giysiler. Yüz ya da başını ne yapacak? Kasket giyer, bıyık takar. İsmet’i bıyıklı kasketli Kırklareli parkında otururken düşledim. Orası da güzel çiçekler içinde bir yerdir; herkes girer rahatça oturur, çayını kahvesini içer. Radyonun müzikli saatleri hep açıktır. Saime 4,5 yaşındadır. Çocuk değil mi, bakarsın bir ara İsmet’in karşısına dikilip takma bıyığını koparır. Bunu arkadaşlara söyleyince katıla katıla güldüler.
Sıkılanlar oldu, Sıhhiye’ye dek yürüdük. Ankara sinemasında bir savaş filmi var, İngilizce. Girmek isteyenler oldu, birlikte girdik. Amerikalıların Japonlarla savaşlarını gösteriyor. Amerikan filmi olmasına karşın Japonlar üstün geliyor. Buna biraz şaştım ama konu etmedim. Konuşmaları anlamadığım için yanılmış olabilirim. Olaylar, birbirine benziyor, ancak tipler çok farklı; Japonlar, ufak tefek görünmesine karşın bedenlerinden büyük yükleri kaldırıyor. On Amerikan askerine karşı sanki bir Japon savaşıyor.
Filmden çıkınca doğrudan istasyona inip trene atladık. Trene atlayınca yarınki derslerden söz edilmeye başlandı:
-Sınav yapan olur mu? Kimsenin hoşlanmadığı bir soru… Az sonra, ona karşı da bir soru:
-Ne sınavı yahu, şimdi onun sırası mı? Bundan sonrasını sanırım herkes içinden geçirdi:
-Gerçekten sınav olursa halim nice olacak?
İyice, akşamüstü denecek bir saatte durağa indik. Gündüzler iyice uzadı. Uzun süre karanlıkta kat ettiğimiz yolu aydınlıkta yürürken, yadırgar gibi olduk.
Salona girince aklıma takıldı, filmde bir melodi, la la la laa, la la la laaaa, la la la la laa la laaaa! La la la laa la la la laa la la la laa laa laa laaa!
Keman çalışanlar hemen piyanonun kolaylığına bunu örnek gösterdiler. Oysa yanılıyorlardı. Piyanoda ses değişmediği için basınca doğal olarak çıkıyor. Kemanda bu sesi çıkarmak için beceri gerekli. Usta bir kemancı hiç de böyle düşünmez, alır kemanı, temiz seslerle bir güzel çalar.
Yemekte buluştuk. Hemşerim Kadir, köylüsü İsmet Akın’ı bulmuş. İsmet’ler, Güven Park’tan Sıhhiye’ye yönelince hemen sağda oturuyorlar. Oturdukları katı da biliyorum, (4. kat) gene de gitmek istemiyorum. Zühtü Akın’ın evde olduğunu bilsem giderim; babamı tanıdığı için bir iki söz konuşulur. İsmet’in annesiyle ne konuşabilirim ki? Kardeşi Hamdiye ile de konuşmam oldukça zor. Yeğenini sevdiğimi biliyordu. Yeğen çoktan evlendi, çocuk büyütüyor. Onun çocuğunu mu konuşacak benimle? Hemşerime bunları anlatmam zor. Çok isterim ama iki ikiye, ev dışında, eşit koşullar altında. Onların evinde bu rahatlığı bulmam olanaksız. Ne de olsa el evi, ev sahibinin gözü altında olmak, beni sıkar.
Anlamsız bir müjde; Sabahattin Öğretmenle Yunus Kazım öğretmen gelmemiş, bir sevinç bir sevinç:
-Bir gün daha kazandık!
Nedense katılamıyorum bu tür sevinçlere!
Birden hiçbir şey düşünmez gibi oldum, geçirdiğim günü tekrar yaşarken aklıma geldi, yeğenim İsmet’e mektup yazmak. Kendi kendime güldüm, yaptığım şakayı da İsmet’e yazacağım. Birden sıkıntılarım dağıldı, salondan zarf kâğıt alıp kitaplığa geçtim. Kitaplık sessiz olduğundan, insan daha rahat düşünebiliyor. İsmet, daha önceki mektubuma karşılık vermemişti, bir an düşündüm bunu anımsatayım mı yoksa yazmamış gibi mi davranayım. Öyle yaptım; derslerimin çokluğundan söz edip daha önce yazıp yazmadığımı bile anımsamadığımı, yazmamışsam özrümün bağışını dileyerek başladım. Annesi Zühre Teyzeme, babası Muhittin Enişteme, ablası Ayşe’ye, kardeşi Sabri’ye ayrı ayrı bir şeyler ekledim. Dolu dolu iki sayfa yazı. Yazarken düşündüğüm oldu, onları yazmadımsa da aklım takıldı, hepsi de İsmet’le sarmallaşık anılar! Çaresiz, yatınca da bir süre İsmet’le karşı karşıya imiş gibi geçmişi yaşadım.
24 Nisan 1945 Salı
Enver Ötnü geldi:
-Üç gündür nasıl kaytardım değil mi enişte? dedi. Gelmek zorunda değilsin, isteğinle geliyorsun; gelmeyebilirsin! deyince gülümseyerek:
-Politika yapıyorum; burada kalmak niyetindeyim, öğrencileri kazanmak istiyorum, kalırsam beni başarıya onlar taşıyacak! Daha önce Ekrem Ula ile İsmail Koralay’ın kalacağını söylemişlerdi. Onu anımsatınca, üçüncü kişinin kendisi olduğunu söyledi.
Tüm sınıflar normal düzenle, küme öğretmenleri başlarında geldiler. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen şaka olarak:
-Tüm birlik size teslim! dedi. Dedi ama ayrılmadı, oyun halkasının hemen dışında durdu. Onun duruşu öğrencileri etkiledi, çok düzgün bir büyük halka oluşturarak oyunlar oynandı. Dağılmak üzereyken Okul Müdürü Rauf İnan çıktı geldi. Beklemediğimiz bir açıklama yaptı:
-Bayramlar iyi, heyecanlarımıza heyecan katıyor ama bir yandan da ahengimizi bozuyor. Buna karşın bu sabahki düzeni beğendim! dedi; hepimize teşekkür etti. Ayrılınca, Enver Ötnü kulağıma eğilerek:
-Gördün mü enişte, onun beni burada görmesi, iki ay sonra da burada olabileceğimi umutlandırdı. Askerliğimi geçirinceye dek burada kalmamda yarar var!
Enver Ötnü, kendisini anlatarak bana da yol göstermiş oldu. Burada kalmak için politika yapmak gerekecek. Ancak ben nasıl politika yapacağım? Politika oyun alanına çıkmaksa, çıkıyorum. Bu yeterliyse kaldım demektir. İçimden içimden söylenerek kendimi sevindirdim.
Kahvaltıda, öğleye kadar zamanı nasıl geçireceğimiz üstüne varsayımlar ortaya döküldü:
-Bölüm Başkanı duyarsa gelir.
-Neden gelsin? Evinde oturamaz mı?
-Oturamaz, kaç gündür oturmaya usanmıştır!
-Oturmaya usanmak doğru bir söz değildir!
-Oturmaya bıkılır! İnsanlar bunu böyle söyler. Bıkılmakla usanmak bir süre karşılaştırıldı. Bıkılmak, yorgunlukla ilgili değildir. Oysa usanmak, yorgunlukla ilgilidir. Ben buna karşı çıktım:
-Bıkılır ya da bıkılmak da usanmak anlamında kullanılmaktadır. Aynı anlamı taşıyan sözler birbirinin yerinde neden kullanılmasın? Şakalı konuşmalar da vardır. Kepirtepe’deki Yapıcılık öğretmenimiz Namık Ergin, iş başındayken ağır davrananlara kimi kez takılırdı:
-Ahmet, durmuyorsun, çalışmaya çalışıyorsun değil mi? diye sorarak ağırdan alanları uyarırdı. Çalışmaya çalışmak de benzer bir söz, buna benzer başkalarını da bulabiliriz. Gerçekte Türkçede fiiller, kimi kez tekrarlanarak vurgulama yapılır. Biri yanlış söyleyince ya da boyundan büyük konuşunca karşısındaki:
-Bak bak bak, neler söylüyor? İte kaka götürdüler; konuşa konuşa gittiler! Türü söyleyişler vardır. Sıkılanlar oldu. Nihat Şengül Sordu:
-Nerden çıktı şimdi bunlar? Birileri gülerken ben:
-Bunlar bir yerden çıkmadı; bunları biz her gün kullanıyoruz da kullandıklarımızın üstünde durup adlandırmıyoruz! Halil Yıldırım da katıldı:
-Türkçe Öğretmeni mi olacağız?
-Müfredat programımız, tüm öğretmenlerin birer Türkçe öğretmeni olmasını buyurmaktadır.
Kamil Yıldırım da duramadı sordu:
-Bu dediklerinizi şimdiki öğretmenler, yöneticiler uyguluyor mu?
-Uygulamıyorsa suç işliyordur! Kâmil Yıldırım bir kahkaha attıktan sonra:
-Deseniz a bizim Kalas, her sözünde bir suç işliyor. (Kalas dediği Kızılçullu Köy Enstitüsünün yeni müdürü)
Konu değişti, Kızılçullu çıkışlılar müdürlerinin öğrencilere söylediği yakışıksız sözleri sıraladılar! Hey, bana bak, hödük, Napçan izini? Kafanı kırarım, odun, koyun, eşşek vb… (İzin isteyen olunca sorarmış: Napçan izini?
Anlatılanlara gülüp geçiyoruz ama, kendimize böyle sözler söylense ne yaparız? Kepirtepe’de kaldığım sürede böylesi hiçbir söz duymadım. Ne demek eşşek?
*
Geçen sabah 23 Nisan şiirlerinden şarkılarından söz edilmişti, kitaplığa gidip şiirler aradım. Millî Eğitim Bakanımızın bir şiirini buldum; 23 Nisan!
23 Nisan Yirmi üç nisan..Yurdu koruyan,Yarını kuranSen ol çocuğum!Eskiyi unut,Yeni yolu tut,Türklüğe umutSen ol çocuğum!Bizi kurtaran,Öndere inan,Sözünü tutanSen ol çocuğum!Küçüksün bugün,Yarın büyütsün,Her işte üstünSen ol çocuğum!Çalışıp öğren,Her şeyi bilenYurduna güvenSen ol çocuğum! Hasan Ali Yücel
*
23 NisanBugün 23 Nisan:Toplandı bütün vatan;Millet Meclisine,Atatürk oldu başkan. Kaldırdı hasta yurdu;Yılmaz bir ordu kurdu,Türk’ün şanlı sesiniTüm dünyaya duyurdu. Yükseldi bayrağımız;Koparıldı bağımız;Sultandan ayrılıncaKurtuldu toprağımız. Türk çocuğu gül, sevin;Yaşa yurdunda emin;Bugünü an, bayram et!Bugün senindir senin. Vasfi Mahir Kocatürk
Bir bölümünü bildiğim şarkının sözlerini bulamadım.
Bugün 23 NisanNeşe doluyor insan.Kamutay bugün doğdu,Saltanatı kovdu…
Arkası bir türlü gelmedi!
Bölüm salonuna giderken arkadaşlarla karşılaştım; topluca nereye gidiyorlar ki? Yanlarında öğretmen yok. Meğer onlar bir kurnazlık düşünmüşler; Sanat Tarihi dersi için topluca Venüs Heykeli’ni inceleyeceklermiş. Ben de onlara katıldım. Heykelin dikilişinde görevliydim ama dikildikten sonra bakmamıştım. Resimlerde gördüğüm o güzel Venüs nedense bana bir etkide bulunmadı. İnsan boyundan uzun olması, sanırım onu alışageldiğim insan ölçüleri dışına çıkardığından bana bir değişik etki yaptı. Belki dikilişine katılmam da etkiledi; çok olağan bir olay olarak algıladım. Resimlerde gördüğüm; Paris/ Louvre müzesinde olduğu yazılan resimlerdeki Venüs sanki bu değil gibi geldi bana! Gene de arkadaşların hayretli bakışlarına katıldım. İlk konu kolları oldu:
-Neden yok? Dilimin döndüğünce anlattım:
-Doğrusunu kimse bilmiyormuş. Ancak Heykeltraş Nusret Suman’a göre başlangıçta daha kolları yapılmamış olabilirliği ağır basıyor. Malik Aksel Öğretmene sorulacak bir soru. İkinci soru daha önemli:
-Bunun özgünü bir tarlada, toprak altında bulunmuş, bu koskoca heykel toprak altına nasıl girmiş olabilir? Birinci olasılık:
-Saklamak amacıyla gömülmüştür.
-Depremde toprak kayması sonunda üstü kapanmış olabilir.
-Çalınıp, saklanmış olamaz mı?
-Din adamlarından korunmak için gömülemez mi?
Biz yorum yaparken Öztekin Öğretmen geldi. Topluca bulunuşumuza sevindiğini söyledi. Yapacağımız gezilerde de böyle ortaklaşa ilgilerin çok yararlı olacağını anımsattı:
-Tek başına insan, ne denli dikkatli olsa da her olayı irdeleyemez, arkadaşlarının bir noktayı deşmesi onun zekâsını daha etkin yapar! dedi. Öğretmenin gelişini hayra yormamıştık; içimizden:
-Haydi çalışmaya! diyeceğini beklerken öğretmen izin isteyip ayrıldı. Büyük bir sevince neden olmasına karşın takılmalar da oldu:
-Venüs, öğretmeni etkiledi! Biz ayrılmak üzereyken yeni gelen (Bize göre, gerçekte geleli birkaç ay olmuş) iki bayan öğretmen yakınımızda durdu. Sanırım bizi heykelleri dikenlerden sandılar, sonradan adını öğrendiğim Rezzan Taşçıoğlu sordu:
-Bunu daha uygun bir yere dikemez miydiniz? Öğretmen, İngilizce Öğretmeni imiş, İngilizce okuyanlar karşılık verdiler:
-Biz de yeni görüyoruz! deyince bana söz düşmüştü hemen karşıladım:
-Şimdilik buraya dikildi, gerçek yeri Açıkhava sahnesinin yakında olacak! Konuşa konuşa kendi salonumuza döndük. Konu Venüs’ten çok Rezzan Taşçıoğlu öğretmendi. Saçları o denli siyah mı yoksa boyama mı? Kirpikleri o kadar uzun mu yoksa takma mı?
Saç boyamayı duymuştum ama takma kirpik duymamıştım:
-Takma kirpik olur mu? Olduğunu öğrenince üzülür gibi oldum. Madam Curie, Mrs. Miniver filmlerinde gördüğüm Greer Garson’un kirpikleri gözümün önüne geldi:
-Onlar da takma mı?
Rezzan Taşçıoğlu’nun yanındaki sarışın bayan ise hiç konuşmadı. Sanki ötekinin yanına sessizce yürüme görevlisi…
Bir süre çalıştık. Alt odadaki piyano boş kaldıkça ben oradayım.
Öğle yemeğinde konu Venüs Heykeli. İki metre uzun insan olur mu? gerçekte heykel iki metre üç santim. Gazetelerin yazdığına göre Uzun Ömer denilen biri 225 cm boyundaymış. Bunu söyleyince az önce Venüs için öne sürülen olasılıklar değişti:
-Belki de o zamanlar insanlar uzun boyluydu. Tiyatro Tarihi kitabımızdaki resimler anımsatıldı, insanlar hep uzun boylu. Ekrem Bilgin:
-Tiyatroda oynayanlar tüm insanlar için genelleştirilemez, onlar seçilmiş olabilir!
- Öyleyse Venüs de seçilmiş olabilir. Konuşma gene bayanlara döndü:
-Bayanlar, Venüs’ün göğüslerinin açık oluşuna ne diyorlar?
-Bir şey demeseler de bir şeyler düşünürler!
-Tüm bayanlar öyle açık gezse ne olur? Nihat Şengül gene çıkıştı:
-Hadi, gene başladınız sapıtmaya!
Çıplaklar diye bir kitap okumuştum, ondan aklımda kalanları anlattım; kimse inanmadı ama, hepsi kitabı okumak istediklerini söylediler. Kitabın yazarını söyledim (Refik Ahmet Sevengil), gene de inanmayan çıktı.
Bu kez de ben çıkıştım:
-İnanmamak için insanların o konuda bilgisi olması gerekir. Yanlış bilen olsa kendisinin söz konusu olayla bilgisi olmadan inanmıyorum diyenlere uyan bir söz vardır:
-Cahillere bilgi vermek, deveye hendek atlatmak! Öyle bir söz var ama tam doğrultamadım. Bu kez de sözün tartışması başladı:
-Develer hendek atlamaz mı?
-Neden deve demişler?
Arapçadan geçmiş bir söz olabilir. Türkçe olsaydı “Mandaya hendek atlatmak,, olurdu. Gerçekte tüm hayvanlara hendek atlatmak kolay olmaz, atlar dışında! Atlar dışında diyen bendim ama ben de atların hendek atladığını görmedim.
Refik Ahmet Sevengil
Sanırım, hayvanların tümüne hendek atlatmak zor. Demin atlar diyeceğime köpekler, kediler deseydim daha doğru olacaktı. Bu kez de maymunlar eklendi.
*
Salona dönünce Bölüm Başkanımız:
-İyi dinlendik, zamanımız giderek azalıyor, tasarladığımız plânlarımızı bitirelim! deyip halka olmamızı işaret etti. Önce marşları, arkasından şarkıları, türküleri tekrar ettik. Arkasından bir süre nota okuduk. Ben bundan gene kurtuldum, piyanoya oturup öğretmen işaret ettikçe istenen sesi çaldım. Kadir Pekgöz, Halil Yıldırım, Mehmet Ünver, Azmi Erdoğan tekrar tekrar denendi. Arkasından nota yazımı yapıldı. Nota yazımında Kâmil Yıldırım, Muttalip Çardak, Talip Apaydın hemşerim Kadir Pekgöz uyarıldılar. Keman çalışmasına geçilince notalarımı alıp piyano odasına indim. Nedense parmaklarımda bir sertleşme olduğu duygusuna kapıldım. Yumuşatma için Hanon çalışıyorum. Hanon’a oturunca Faik Öğretmen’in bir sözünü anımsadım. Öğretmen:
- Gelecek yıl, gerçek bir piyano öğretmenin olacak, onlar bu etütleri çok önemserler, biz bunun sonuna dek uzatmayalım, 50. Etüt sınır olsun demişti. Ondan sonra da Hanon’un sözünü pek etmedi. Serbest çalışma diye önemsemiyorum ama sanırım uyarıldığım bir taraf var; yoksa çaldığımı sandığım parçaları yeteri kadar olgunlaştıramıyor muyum? Daha sakin çalışmaya başladım. Çevremde daha düzgün bir piyano çalan olmaması belki de zararıma oluyor. Böyle biri olsa belki de daha duyarlı çalışacağım.
*
Doç. İbrahim Yasa’nın geldiği duyulmuş; konuşanlar oldu:
-Adamın çoluk çocuğu yok, nesine gerek düğün bayram! Bir soru:
-Düğünler, bayramlar çoluk çocuk sahiplerinin midir?
-Daha çok onların sayılır, bekâr olanlar bayramların salt eğlence tarafını düşünürler.
-Doç. İbrahim Yasa onca yıl Amerika’da kalmış neden evlenmemiş acaba?
-Filmlerdeki evliliklere bakıp aldanmayalım, oranın da kesin evlenme kuralları vardır; cascavlak damatlara kız vermezler!
-Orada kız ailesi damatlara para veriyormuş!
-Sahi mi? sorusunun ardından Amerika’ya gitme düşleri başladı. Hem kızı alınacak hem de para kazanılmış olacak! Güldüm; söz nasıl başladı nereye dönüştü! Doç . İbrahim Yasa’nın bekâr kalışı derken; kolay evlilik yolları açıldı!
*
Salı akşamları plâk dinlemeyi sürdürdük; bu gece karma olacak:
-Bir keman, bir Viyolonsel, bir piyano!
Eduard Lalo-İspanyol Senfonisi, Josef Haydn’n 1. Viyolonsel konçertosu, Edvard Grieg piyano konçertosu…Kimseden tepki gelmedi. Program azıcık uzun sürdü, ondan yakınıldı. Buna karşın bir keman konçertosu olan Lalo’nun eserine senfoni denmesi eleştirildi; sonunda da:
-Bu düpedüz ilgi çekmek için bir kurnazlıktır!
Öğretmense:
-Belli belirsiz de olsa İspanyol temaları vardır; biz o ulusların müzik farklarını tam seçemediğimiz için algılayamıyoruz, olabilir! diyerek tartışmayı tatlıya bağladı. Hiç İspanyol müziği izlemediğimiz için işin gerçeğini öğrenemedik. Geçmiş konserlerin birinde dinlediğimizi anımsadık ama o zaman Faik Canselen Öğretmenin dediklerini unutmuşuz, sustuk. Önemli bir nokta; İspanya da bir Avrupa ülkesi olmasın karşın müzik açısından öteki Avrupa ülkelerinden farklı durumda. Özellikle müzik açısından çok geri kalmış olmalı ki, besteciler arasında hiç kimseleri yok. Oysa sanat tarihi dersimizde İspanyolların büyük ressamları olduğunu gördük; örneğin Goya, bunlardan birisi de o zamanki Osmanlı ülkesinden gitmesine karşın İspanyol sayılan El Greco. Resim sanatı önemsenmiş ama müzik yerinde saymış demek! Sonunda:
-Neden olmasın; bizde ikisi de yerinde saymak şöyle dursun, yürüyüşe bile hazırlanmamış; bari onlarda biri var! deyip acı acı gülümseyerek dağıldık.
İspanyolların bir de Cervantes’leri var. Dünyayı güldüren kişilerden biri.
Cervantes
Bu da anlayanlara bağlı; hep soruluyor:
-Güldürüyor mu, yoksa düşündürüyor mu? Don Kişot’u okuyanın algılamasına bağlı… Bizim Nasrettin Hocamız var; olayı karıştırmamışız, Hoca salt güldürmek için anılıyor. Gerçekte onun da düşündürücü tarafları var ama işin o yanında durmuyoruz. Hoca, eşeğe ters binmiş diye gülüyoruz; ya da Hoca göle maya atmış! deyip geçiyoruz. Bunların bir yergi motifi olduğunu anlamak istemiyoruz.
Aklıma takıldı: Nasrettin Hoca fıkralarını toplamak! Bunu geçen yıl Akşehir’e gittiğimizde düşünmüştüm. Neden bir yıldır üstünde durmadım? Bu konuda çok şeyler bildiğimi sanıyordum; bir iki ıkınıp tıkındım ama beş fıkradan öte geçemedim.
1. Göle maya atmak 2. Timur’a fil için gitmek, 3. Eşeğine ters binmek, 4. Ye kürküm ye… 5. Eşeğini komşusuna vermemek… 6.yı düşünürken uyumuşum….
25 Nisan 1945 Çarşamba
Enver Ötnü de katıldı. Dün için, belki de son demişti, nisan sonuna dek uzatmış. Mehmet Gönül sevindi:
-Hemşerimden güç alıyorum, onun yanlışları benim doğrularımı güçlendiriyor! deyip sarıldı.
Sıtkı Şanoğlu Öğretmen neşeli geldi. Gelir gelmez de muştuladı, bir grup öğrenciyle 19 Mayıs gösterilerine katılacakmış. Sevinçle:
-Bir grup bir gruptur; gelecek yıllar iki grup olur. Önemli olan kapının açılması! Geçen yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda katılan İzmir Liseleri izci Efeleri anımsadım; 300 öğrenci gelmişti. Gazi Lisesinde kaldılar. Oldukça külfetli bir durum; 300 öğrenci, dur sus bilmedi, üç gün Gazi lisesini alt üst etmişti. Lise müdürü Hasan Özbay:
-Konuklarımızı bağrımıza bastık! demesine karşın onlar kaldığı sürece okuldan ayrılmamıştı. Oysa bizden gidecekler kimsenin işini engellemeyecek; sabah gidip akşam dönecekler.
Sıtkı Şanoğlu Öğretmen bana bir şey demediğine göre müzik işini genel duruma uyduracaklar sanırım. Stadın orkestrası var, onlar sürekli yayın yapıyor ama İzmir grubu ile gelen Ahmet Yekta Madra, caz orkestrasının Zeybek çalışlarını sevmediği için bizi almıştı. Kendisi klarnet çalmıştı, Hüseyin Çakar’la ben de iki akordiyonla katılmıştık. Bu kez katılmazsam sevineceğim.
Kahvaltıya otururken anımsadım, Nasrettin Hoca fıkralarını arkadaşlar bilir, bir yoklayayım. Doğrudan sordum:
-Nasrettin Hoca ile ilgili neler biliyoruz? Önce Halil Yıldırım sordu:
-Nereden çıktı şimdi Nasrettin Hoca?
Doğrusunu söyledim:
-Küçüklüğümden beri sayısız Nasrettin Hoca fıkrası dinledim. Oysa akşam onları düşündüm, belleğimde ancak beş tanesi kalmış. Güldüler:
-Hepten beş tanecik mi?
-Belki var ama anımsayamadım! Saymaya başladılar; benim anımsadıklarıma bir de eEşeğini yükle kaybedip, yüksüz buluşunu eklediler. Kahvaltı boyunca ıkınıldı tıkınıldı sayı 6’yı aşmadı. Ancak tüm arkadaşlar “biraz düşünürsek, en az on fıkra buluruz” dediler.
*
Doç. İbrahim Yasa her zamanki gibi piposunu kapıda söndürüp geldi. Girer girmez de öğrenciliğinde derslerin atlamasını çok istemesine karşın öğretmenliğinde bunun zararlı bir düşünce olduğunun ayırdına vardığını anlattı. Mehmet Toydemir sordu:
-Bu söylediğiniz, bir öğrenci psikolojisi olabilir mi? Söylediğini biz de düşünüyoruz! Öğretmen güldü:
-Biliyorum, sizleri rahatlatmak için söyledim. Ancak sözümü tamamlamamıştım; dersler başlayınca tüm gücümle derslere sarılır, eksiklerimi tamamlardım. Sonra sonra bayram günleri benim için eksiklerimi tamamlama günlerine dönüşmüştü! Bu bana, Amerika yollarını açtı. Sizler de bunu yapabilirsiniz! Öğretmen Mehmet Toydemir’e baktı. Mehmet Toydemir:
-Biz psikoloji derslerimizde insanların birbirinden farklı olduğunu öğreniyoruz! deyince öğretmen:
-Biliyorum; o dediğini öğrenmeye gerek yok, insanların bazıları iş zor gelince onu karineden de (kendiliğinden) biliyorlar. Ben kendi mantalitemi anlatmak istedim! deyip çantasını açtı. Ödevini verenlerden seçtiklerini okudu:
-Süleyman Karagöz, Hüseyin Orhan, Mustafa Yüksel, Hasan Özden, Fatma Ersin, Ali Kuş, Emrullah Öztürk, Kemal Karadeniz, Niyazi Baykal, Abdullah Erçetin…
Süleyman Karagöz’le başladı. Dergideki yazısını okumuş, beğendiğini söyledi. Süleyman Karagöz, oldukça hafif atlattı. Hüseyin Orhan, özür öne sürdü:
-Köye göçmen olarak geldiğini tam olarak uyum sağlamadan okula ayrıldığını söyledi. Mustafa Yüksel’in ödevini beğenen öğretmen, derslerde neden pasif kaldığını sordu. Hasan Özden üstünde pek durmadı, arkasından gelen Fatma ile uzun uzun konuştu. Köy Enstitülerini bitiren kızların köylerdeki başarı şanslarını sordu. Arkasında da:
-Köye atanan bayan öğretmenler, köylerdeki delikanlılarla evlenirler mi? Fatma kesin konuşamayacağını, ancak kendi devre arkadaşlarının bu tür düşünceleri olmadığını, buna karşın enstitü çıkışlı arkadaşlarıyla anlaşmayı düşünenler olduğunu anlattı. Öğretmen hepimize dönerek sordu:
-Siz ne diyorsunuz, bayan öğretmen köyden biri ile evlenirse daha başarılı olur mu? Öğretmen, olur ya da olmaz! şeklinde bir fikir yürütmemekle birlikte olsa ne sakıncalar oluşur? Köyden bir istekli çıkınca “Hayır!,, karşılığı ne gibi sakıncalar doğurur? Bir süre tartıştıktan sonra ortak karar:
-Böyle bir durumda öğretmen bekletilmeden oradan alınmalıdır!
Öğretmen, bir süre düşünür gibi yaptıktan sonra Ali Kuş ile Emrullah Öztürk’ün ödevlerini geri verdi. Hiçbir açıklama yapmadı :
-Sizinle uygun bir zamanda görüşeceğiz dedi, ancak en kısa zamanda bunu kendisine anımsatmalarını söyledi.
Kemal Karadeniz’e de:
-Derslere devam ediyor musun? Önümüzdeki derslerin birinde konuşalım! dedi. Niyazi Baykal’ın köyünü sordu. Niyazi Afyonlu olduğunu söyleyince:
-Afyon’lusun, Kurtuluş Savaşı’nı en yakından siz yaşadınız. Köylülerin o günleri nasıl anlatıyor? Niyazi’nin bu konuda fazla diyeceği olmadığını bilen arkadaşları araya girdi:
-Arkadaş bu konuda bir hazırlık yapsın! Fakı Yörük söz istedi:
-Salt arkadaşın köyü değil hepimizin köyleri aynı acıyı çekti; arkadaş bir program hazırlarsa biz Afyonlular da bildiklerimizi, arkadaşa katılarak iletelim! Öğretmen duraksadı:
-Belli bir programımız var, fazla günümüz kalmadı; 19 Mayıs’ta derslerin kesileceği söyleniyor! dedikten sonra gün saydı; gülümseyerek:
-Beni konuşturdunuz; dört dersimiz kaldı, neyse dediğiniz olsun!
Öğretmen işaret etmeden Abdullah Erçetin kalktı, özür diledi, Hüseyin Orhan’ı göstererek, kendisinin de köyüne göçmen olarak geldiğini, geldiğinin hemen arkasında okula ayrıldığını, böylece oldukça büyük olan köyünü yeterince tanıyamadığını söyledi. Öğretmen pek göstermediği bir tepki gösterdi:
-Sen okuldayken hiç tatile gitmedin mi? İnsanlar New York’u öğreniyorlar! deyip başını çevirdi. Masa üstündeki kitaplarını toplayıp Abdullah’a hiçbir şey demeden ayrıldı. Gözlerim, Abdullah’a takıldı kaldı:
-Abdullah neden böyle yapıyor! Geçen yıl da Hamdi Keskin Öğretmenin verdiği ödevde böyle bir durum olmuştu. Her gün birlikteyiz, ödevden söz etse yapması için uyarabilirdim. Öğretmen bir yana arkadaşlara karşı boynunun eğilişine üzülüyorum.
Öğretmen ayrılınca büyük bir sevinç gösterisi yapıldı. Dört hafta! Ali Bayrak karşı oldu:
-Ne diyorsunuz siz, dört hafta bir ay eder. Tek Sosyoloji değil tüm dersler daha bir ay sürecek! Ahmet Allı karşılık verdi:
-Ne sandın ya dandik; yarın bırakılacağını mı bekliyordun! “Dandik!,, sözü bir süre ortalıkta dolaştı…
Doç. Halil Demircioğlu, dolu çantasını masaya bırakarak, önce, derslere ara verişine üzüldüğünü söyledi. Sonra da bugün özellikle derse gelişine, dersimizin bugüne rastladığına sevindiğini ekledi. Önce anlamamıştık, kendisi açıkladı:
-Bugün, A.B.D’nin San Francisco kentinde toplanan insanların, gelecek günler için güzel kararlar alacağını umduğunu anlattı. Tarihte zaman zaman devlet adamlarının bir araya gelerek, anlaşmaları istemelerine karşın bunun ancak Büyük Dünya Savaşı sonunda gerçekleştiğini, ancak o zaman alınan kararların salt yenenlerin istekleri doğrultusunda olduğunu, oysa savaşı kaybedenlerin de yaşama hakkı olduğunu, bunu görmezden gelmenin yanıltıcı olduğunu, bir savaşta yenilen devletin bir başka savaşı kazandığının çok görüldüğünü, o nedenle yapılacak anlaşmaların bunları göz ardı etmemesi gerektiğini, işte bunların bu kez inceden inceye hesaba katılacağını umduğunu anlattı. Bir önceki Milletler Cemiyeti’nin nasıl işlemez duruma düştüğünü örnekler vererek anlattı. Son savaşın patlak vermesini de Milletler Cemiyetinin gelecekteki toplumların gelişme olasılıklarını hesaba katmaması nedenine bağladı. Savaşı kaybeden Almanya sonsuza dek öteki devletlerin kazandığı haklardan yoksun bırakmıştı. Örneğin Fransa, Almanya’nın teknik ilerlemede gösterdiği başarıyı sağlayamamıştı. Almanya dünya piyasalarını kazanarak Fransa’dan çok güçlü bir ekonomiye sahip oldu. Buna karşın Fransa haksız olarak Almanya’nın öteki uluslarla ticaret yapmasını engellemek istedi. İşte Almanya haklı olarak hak istedi. Uluslararası işler bir zincir gibi birbirine takılıdır. Almanya’nın gelişmesinden yararlanan başka uluslar da bulunmaktadır. Almanya’yı durdurmak onların da işine gelmeyince o devletlerin temsilcileri de Almanya yanında yer almaya başladı. Bu zıtlaşma sonunda zayıf bağlarla bağlı bulunan Milletler Cemiyeti sorunları çözemeyince Almanya bu cemiyetten çekildi. Çekilince de onun koyduğu kuralların dışında kalmış oldu. Güçlendikçe güçlendi, bu kez de geçen savaşta kaybettiği toprakları geri istemeye başladı. Önce Fransa’dan Alsas-Loren bölgesini istedi. Bu bölgede yaşayan Almanlar Fransızlardan çok çıkınca Fransa karşı koyamadı. Büyük savaşta Avusturya İmparatorluğu dağılmış, topraklarının çoğu kendisinden ayrılan Çekoslovakya, Yugoslavya, Polonya devletlerine verilmişti. Bu kez Almanya ile Avusturya birleşerek kaybedilen eski toprakları geri istediler. Alsas-Loren’den sonra bir Danzig patırtısı çıktı. Bu yetmedi, Almanya Polonya’ya genel savaş açtı. İşte size, bitmesini sabırsızlıkla beklediğimizin hikâyesi ile çöken bir Dünya Kuruluşu olan Milletler Cemiyeti’nin başarısızlık belgesi. Tüm bu deneylerden sonra daha insaflı bir kurum kurulursa, dünya bu türlü toplu savaşlardan kurtulur.
Öğretmen susar gibi olunca parmakla kalktı. Öğretmen Kadir Aytekin’e söz verdi. Kadir Aytekin:
-Bu habere sevindiğini, Sovyetlerin de bu kuruluşa katıldığını, öyleyse bizden toprak isteyemeyeceğini söyledi. Öğretmen:
-Temennimiz bu. Ancak zafer kazananların çok kez başı döner. Tarihte birçok örnekleri vardır, zaferi kazanan, kazandığı ile iktifa etmez (yetinmez), savaşı sürdürür. Sovyetler savaşı kazanıyor ama çok zarar verdiler. Yeni bir savaşı kolay kolay göze alamazlar. Toplanan temsilciler salt yeni kararlar için toplanmış olamaz, örneklerini verdiğim, Milletler Cemiyeti durumuna düşmemek için geçmiş anlaşmaları da güvence altına almaları gerekir. Zaten bu yapılmazsa onun da ömrü kısa olur. Şükrü Koç Japonya’yı sordu. Öğretmen Japonya için:
-Çaresiz Japonya savaşı bırakacaktır. A.B.D.’nin üstünlüğü belli oldu. Japonya başka ülkelerde çıkışlar yaptı ama kendi ülkesinde bunu yapamayacaktır. A.B.D hem denizde hem de havada üstünlüğünü kanıtladı. Savaşlarda, inisiyatifi ele almak önemlidir. A.B.D bunu yaptı; inisiyatif elinde! Bu, şu demektir:
-Ben istediğim yerden vururum! Senin gelip benim yurdumda bir çöplüğe bile bomba atamazsın ama ben senin imparatorunun sarayını bile başına yıkacak kadar güçlüyüm! Nitekim son yıl böyle oldu; savaşlar, Japonları başlangıçta aldığı yerlerden sürdü; gide gide de Japonya’ya dayandı. Avrupa’da savaş bittiğine göre bundan sonra A.B.D tüm güçlerini Japonya’ya çevirecek. Japonya’nın yerleşimi, böylesi bir savaşa elverişli değildir. Kısa bir süre sonra Japonya’nın savaştan çekildiğini duyacağız!
Öğretmen çantasını aldıktan sonra yüzlerimize bakarak:
-Bunu hep bekliyoruz değil mi? deyip ayrıldı.
*
Yemekte, savaşın bittiğine sevinir gibi konuşuldu ama nedense zaman zaman Almanya’nın yenilmesine hele Japonya’nın yenilmesine üzülür gibi olduk. Nedense içimizde hiç kimse Japonya’ya düşmanca bakmıyor. Oysa Japonya üstüne hemen hemen hiç birimizin doğru dürüst bilgisi yok. Japonya’nın geçmişte Rusya’yı yenmiş olması babamın hep dilindedir:
-O kâfiri (Rusya için) ancak o yener! deyip bilmediği Japonları över. Ben, bu yüzden biraz Japoncuyum. Ancak arkadaşlar da benden geri kalmıyorlar. Onların Japonya’sı ise koskoca Çin’i yenmeleri. Koskoca Çin dedikleri ise çok geri kalmış ya da bırakılmış bir kuru kalabalık. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu dört milyonluk bir Bulgaristan’a yenildi, Balkan Yarım Adasının yarısını kaptırdı. Dahası, Enez-Midye Hattı olarak çizdiği bir çizgiyle Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski, Uzunköprü yörelerini de aldı, anlaşma bile imzalattı. Sonradan, Yunanistan’la kapışınca fırsattan yararlanılarak kurtarıldı. Yoksa, öyle kalsaydı belki ben şimdi burada olamayacaktım. Ne beni, Kepirtepe olamayacaktı. Ben, Kepirtepe’de iken bunu ince ince araştırıp saptamıştım; Kepirtepe’nin yeri tam Bulgaristan-Türkiye sınır çizgisi üstündeydi.
*
Yemekten sonra Yapı Kolu’na gittim. Arkadaşlar şaka yollu takıldılar:
-Oradan kaçıyorsun değil mi?
Öğretmen Nusret Suman:
-Arkadaş geldiğine göre ona uygun bir iş verelim, birdenbire bizim ağır işlerimize girmesin! dedi. İyiye yorup kenara çekildim. Arkadaşlar iş bölümü yapıp dağıldılar. En sona ben kaldım. Nusret Suman:
-Ben oradaki bayandan rica ettim, kızları gönderecek, sen heykelleri sahiplen, onları bir siliversinler. Arada ben gelip açıklama yapacağım, biraz bilgileri olsun! deyip gitti. Az sonra iki arkadaş geldi, daha önce konuştuğum, Aksulu (Pakize Yılmaz) ile Haruniyeli (Saime Çetin). Pakize benim neden burada olduğumu sordu. Ben de dersim olmadığını, heykeller hakkında bilgi almak için geldiğimi, Heykeltraşın, az sonra onların geleceğini, onlarla birlikte beni de bilgilendirmek istediğini söyledim. İkisi de güldü. Saime aceleci:
-Biz temizlik için geldik! deyince ben bu kez:
-Doğrusu ben de sizin iyi temizleyip temizlemediğinizi görmek için geldim! dedim. Nusret Suman geldi, Venüs’ü göstererek:
-Milattan önce 2. asırda yapılmış, aslı mermer, bizimki bir alçı kopyasıdır. Ancak görüntü olarak fark etmez, Venüs Venüs’tür. Yunanlılar buna Afrodit derlerdi; Romalılar onu Venüs yaptı. Her iki ülkede de güzelliği temsil eder! dedikten sonra:
-Kardan, yağmurdan etkilenmez, onun düşmanı kirdir, tozdur. O nedenle sık sık silinmesi ömrünü artırır. Sizden ricam, zaman zaman bunu tozdan kurtaralım! Önce Venüs’ü sildik. Ben de yardım ettim. Venüs’ü silmek kolay oldu. Pakize’nin boyu uzun, Venüs’ün üst bölümlerini silerken gerildikçe göğüsleri oynuyordu. Bakmak istemedim, arkamı dönerek gelenlere baktım. Döndüğümde ikisi de gülüşüyorlardı. Ben bakınca birden toparlandılar, neye güldüklerini anlar gibiydim. Neyse ki o iş çabuk bitti. Savaş tanrısını silmek daha uzun sürdü. Onun daha fazla köşeli yerleri olduğundan iş uzadı. Disk atan sporcu nedense heykel yerine sayılmadı, cam- çerçeve siler gibi, konuşarak silinip bitirildi. Saime:
-Bu heykel sahici insan gibi, benim ağabeyim İsmail de bu tür taşlar atar! diyerek bizi güldürdü. Heykelin elindeki besbelli ki bir taş değil, Saime bunun ayırdında değil mi? Pakize hemen düzeltme yaptı:
-O taş değil gülle!
İşimizi bitirince ayrıldık. Onlar Yönetim binasının üst katındaki atölyelerine ben de Yönetim öteki büstlere yer hazırlayanların yanına gittim. Onlarda saat beklemek yokmuş, o günün işi bitince atölyelerine döner, verilmiş başka işlerini sürdürürmüş. Çoğunlukla da plân çizimleri varmış. Mimar Mualla Eyuboğlu bu tür işleri çok veriyormuş. Onlar atölyelerine gidince ben de kendi salonumuza döndüm. Keman grubu toplu çalışıyordu. Öztekin Öğretmenin birilerine sert sert çıkıştığı belli oluyordu. Salona girmeden alt odaya geçtim. Ezberimdeki parçaları tekrarladım. Aklımdan da heykelcilik günlerimi hesapladım. Bu hafta bir günüm kaldı. Mayıs ayında da 6 günüm var.
Az sonra yukardaki sesler değişti, çıkıp notalarımı aldım. Bir süre gene Hanon çalıştım. Çalışırken aklım takıldı; Aksulu kızın ince uzun parmakları var, çalışsa iyi piyano çalar. Venüs’ün göğüslerini silerken bana baktı. Sanki başka şeyle ilgileniyormuşum gibi yan dönmüştüm; durup baksaydım ne yapacaktı? Sanırım benim aklımdan geçenlere benzer şeyler onun da aklından geçiyordur. Çünkü kendi göğüsleri de oldukça belirli. Saime bunlardan habersiz gibi, dikkatli dikkatli sildi.
Yemekte sordular:
-Kimin heykelini yaptın? Beethoven’in heykeline başladığımı söyledim. Hemşerim Kadir:
-Doğru söyle, sen Mozart’ı atlayıp Beethoven heykeline başlamazsın! Soru genelleştirildi; herkes heykel yapmış olsa önce kimin heykelini yapardı? Abdullah, Schubert- Kadir, Mendelsshon -Ekrem, Bach- Kâmil, Toselli- Nihat, filmlerden tanıdığı Trompetçi Harry James, Halil Yıldırım-Tschaikovski, İbrahim Şen-Paganini yanıtını verdi. Josef Haydn’ın unutulmasını yadırgadım. Anımsatınca, hemşerim Kadir Pekgöz’ün sorusu ilginçti:
-Onun keman eseri var mı ki? Güldüm:
- Hemen hemen tüm eserleri keman için, 108 senfoni, 70 kuartet (dörtlü), bir o kadar trio (üçlü), dört keman konçertosu. İbrahim Şen, fikrini değiştirdi, Paganini yerine Josef Haydn’ı aldı.
Harry James
Yemekten sonra kitaplığa gittim, Halil Dere oradaydı. Yanına çağırdı; ödev hazırlıyormuş, engel olmamak için ben de ödev hazırladım. Nasrettin Hoca fıkraları üstüne kitap karıştırdım. Fıkraları anlatanların adları da veriliyor. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Burhan Felek anlatmış:
Timurlenk ile Nasrettin Hoca!
-Hoca bir gün Timurlenk’le birlikte hamama gitmiş. Timurlenk’in üstünde sırmalı bir havlu, Hoca’nın ise tirit bir basma. Timurlenk’in burnu havada Hoca’ya sormuş:
-Hocam, açık konuşmayı severim. Ulu bir hakan olarak herkes önümde eğiliyor. Şimdi, şu durumda ise sıradan bir insanım; doğru söyle bu halimle kaç para ederim? Hoca duraksamadan:
-Yüz lira! demiş. Timurlenk sakin sakin:
-Yapma be Hoca, benim sırtımdaki Lahûrî şal yüz lira! demiş. Nasrettin Hoca istifini bozmadan:
-Ben de ona fiyat biçmiştim zaten! demiş.
Hüseyin Cahit Yalçın anlatmış:
Kedi Nerede?
Hoca’nın canı bir gün et yemek ister; kasaba uğrayıp iki okka et alır. Hoca’nın eşi o etle köfte yapacak, Hoca da özlemle yiyecek. Gerçekten Hoca’nın eşi de gösterişe meraklıdır, köfteleri komşularına dağıtır. Akşam eve gelince eşi, Hoca’nın önüne, her zamanki gibi çorba morba koymuştur. Hoca bozulur; bir iki kaşıt atar ama sormadan da edemez:
-Et almıştım, bir köfte yapmanı beklerdim! Eşi yakınmış:
-Sorma Hoca, tam köfte yapmak üzere eti çıkarmıştım; soğanını, tuzunu hazırlarken kedi eti kaptı yedi! Hoca bir “hı!,, çekmiş ama, bununla da kalmamış, iyice kuşkulanmış. Tam da o sıra kedi gelmiş. Hoca kalkıp teraziyi alarak kediyi tartmış. Kedi tam iki okka gelmiş. Hoca kendini tutamayıp eşine sormuş:
-Bak kedi iki okka, aldığım et iki okka idi, bu tarttığım et ise kedi nerede?
Falih Rıfkı Atay anlatmış:
Hoca’nın Hesabı.
Hoca bir gün evini taşımaya kalkmış. Fazla bir eşyası yoksa da alıp sırtına götürecek durumda değil. Çıkar bir taşıyıcı bulur. Adam sorar:
-Hoca, neler taşıyacağım? Hoca, soruyu pek önemsemez:
-Hiç canım, fazla bir şey yok; dolap molap, sandık mandık, sepet mepet, yatak matak! deyip keser. Adam bir süre düşünür gibi yaptıktan sonra:
-10 lira der. Hoca razı olur, eşya taşınır. İş bitiminde Hoca çıkarıp beş lira verir. Adam terslenir gibi yapar:
-Hoca, bu sana yakışır mı? Hoca’nın karşılığı hazırdır:
-Sen, sandık, sepet, yatak, dolap getirdin, oysa molap, mepet, mandık, matak orada kaldı ne haber?
Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatmış:
Allah Versin.
Hoca’nın damı akıyormuş, uygun bir gününde inleye sızlaya dama çıkmış, bozulan yerleri, kan ter içinde aktarıyormuş. Aşağıdan bir ses gelmiş:
-Hocam, yalvarırım, ne olur, bana yardım et! Hoca bozulmuş ama, duymamazlık da edememiş:
-Ne var, derdini oradan söyle! Adam:
-Aman hocam çok önemli, bağıra çağıra nasıl söyleyeyim?
Hoca dayanamamış, bir süre uğraştıktan sonra inmiş, ilgiyle sormuş:
-E, söyle bakalım neymiş o önemli derdin?
Adam sakin bir tavırla:
-Lütfen bir sadaka ver, çok fakirim! Hoca fena kızmış ama belli etmemiş; sakin bir sesle:
-Benimle az yukarı gelebilir misin? Adam umutlandığı için olacak, canlı canlı Hoca’ya takılıp dama çıkmış. Hoca adama dönerek ellerini yukarı kaldırmış:
-Allah versin!
Yakup Kadri Karaosmanoğlu anlatmış:
Doğuran Kazan
Hoca’nın bir gün kazana gereksinimi olmuş, çaresiz komşusundan kazan istemiş. Komşusu kazanı vermiş, Hoca işini görmüş. İşi bitince de kazanı komşusuna vermiş. Ancak kazanı verirken içine de bir tencere yerleştirmiş. Kazanın içinde tencereyi gören komşusu sormuş:
-Hocam, bu tencere de nedir? Hoca:
-Senin kazan doğurdu! demiş. Komşu, gerçekte bu durumdan hoşlanmış ama gene de:
-Aman Hocam hiç kazan doğurur mu? deyip kazanla birlikte tencereyi alıp gitmiş. Bir süre sonra Hoca komşusundan gene kazan istemiş. Komşu neşeli bir tavırla kazanı Hoca’ya vermiş. Kazan, gitti gider uzun zaman yerine dönmemiş. Bu kez komşu çaresiz Hoca’dan kazanı sormuş:
-Hocam, bizim kazan ne oldu? Hoca, kederli bir sesle:
-Sorma komşum, sizin kazan öldü! demiş. Şaşıran kazan sahibi sormuş:
-Aman Hocam hiç kazan ölür mü? Hoca pişkin pişkin, soruya soruyla karşılık vermiş:
-Kazan doğurduğuna göre neden ölmesin?
Halil Dere ödevini bitirince kalktık. Nasrettin Hoca fıkraları uzayacakmış. Aldıklarımı yeterli bulduğumdan burada kestim.
Yatınca anımsadım; Nasrettin Hoca’nın memleketine gittik, Türbesini gösterdiler; o zaman oradakilere fıkralarını neden sormadık? Sorsaydık bu fıkraları anlatırlar mıydı? Daha doğrusu halk bu fıkraları biliyor mu? Yoksa onlar da bizim köylüler gibi bir iki eşek fıkrası anlatıp geçiştiriyorlar mı? Bizim köylüler, fıkradan çok benzetme yaparlar:
-Nasrettin Hoca gibi! Adam, tarlasında çalışmıştır; işi bitince eşeğiyle kahvenin önüne gelip eşeğini bağlar, bir çay ya da kahve içer. Görenler hemen yapıştırırlar:
-Nasrettin Hoca gibi! Nasrettin Hoca neredeyse eşekli bir kimse kılığına indirgenmiştir. Oysa yazarlar Nasrettin Hoca’yı ne güzel olaylara yakıştırıyorlar. Hoca falan derken gene köye kayıverdim! Kahve’nin adı kahve olarak kalmıştı. İçilecek kahve bulunmuyordu. Eskiden kahve tiryakileri kahve söylerken bastıra bastıra Yemen Kahvesi olsun derlerdi. Bu, kahvesi çok olsun anlamını taşıyordu. Kimisi de kahveyi salt babamdan istiyordu; babamın yaptığı kahve, daha kahve oluyormuş. Bunu, kimisi Ali Ağabeyime karşı takılma konusu yapıyordu:
-Sen çayı kaynatmaya bak, çoluk çocuk seni memnun eder! Ali Ağabeyim de kahve olmadığı zamanlar öcünü alıyordu:
-Nasıl ama Hitler sizi bana muhtaç etti, size böylesi gerekliymiş (!) der. Hitler’i övenler bulunurdu, onları merak ediyorum, şimdilerde neler diyorlar? Çançik Ali, Melek Mehmet, Arabacı Ali gibi yakın komşularımız bunlardandı. Zaman zaman babam da bunlara katılıyordu. Babamın gerekçesi başkaydı:
-Moskof Gâvurunu dize getirdi, bir daha belini doğrultamaz! Babacığım yanıldı, sanırım şimdilerde üzülüyordur. Rusya’nın ad değiştirmesine inanmaz:
-Moskof, Moskof’tur! Ayıya kürk giydirsen nasıl ayı kalırsa, Moskof da öyledir!
Üç ay sonra köye gidince nelerle karşılaşacağım? diyerek uyudum.
26 Nisan 1945 Perşembe
Mehmet Gönül’le birlikte çıktık. Durum normalleşti, öğrenciler de duruma uydular, karşılıklı bakışarak anlaşıyoruz. Mehmet Gönül arada “Efeler!,, falan deyip şenlendiriyor. Hasan Çakı Efe de öyle yapardı. Bu sabahın değişikliği, o iki bayanın da oyun alanına gelmesi oldu. Oyundan sonra kalarak kendileri de oyunlara katılmak istediklerini söylediler. Sarışın olan bir süre oynamış. Hangi oyun olduğunu unutmuş ama figürlerini gösterip sordu. Mehmet Gönül kaçamak konuştu:
-Ben ancak sabahlar için söz verdim, fazla zamanım yok. Ancak daha usta arkadaşlarımız var, onlar size yardımcı olur! deyip ortalıktan çekildi. Sonra da:
-Hemşerim Enver Ötnü bu işlerden hoşlanır! diyerek Enver Ötnü’ye müjdeler denemesi yaptı:
-Hemşerim, sana gün doğdu!, Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış!, v.b…
O böyle konuştu ama ben gene de Ekrem Ula’yı düşündüm. Oyunları en güzel oynayan Ekrem Ula. Bu benim görüşüm değil Hasan Çakı Efe’nin değerlendirmesi. Mehmet Gönül bunu bildiği halde neden onu anmadı? Bunu hemşerilik duygusuna bağladım; Enver Ötnü de İzmirli. Oysa Ekrem Ula Muğlalı. Olacak o kadar! deyip geçtim.
*
Son dersinde Hamdi Keskin Öğretmenin neler üstünde durduğu tartışıldı. Yuvarlak olarak; Osmanlılar döneminden önceki zamanda Anadolu’da yaşayan Türk Beyliklerinde Edebiyat!
Ancak bunlardan biri, Germiyanoğulları’nda yetişmiş iki yazar, Şeyhî ile Aşık Paşa! Öyleyse bu hafta öteki beyliklerdekileri dinleyeceğiz. Başka hangi beylikler var? Karamanoğulları, Menteşoğulları… Başka başka? Arkası gelmedi… Gülüşerek kalktık.
*
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Geçen konuşmamızda, Anadolu’da kurulan Türk Beyliklerinde gelişen şiirden söz etmiş, iki şairden örnekler okumuştuk. Onlar yaşamlarının son zamanlarında Osmanoğulları’na da katılmıştı. Onlardan bir süre önce yaşayan bir başka şairimiz, belki de çok ününden olacak tek beyliğin değil tüm beyliklerin benimsediği bir üne kavuşmuştur. O nedenle onu biz de Anadolu Türklüğünün ortak şairi olarak ele alacağız:
-Yunus Emre! Yunus Emre, öylesine benimsenmiştir ki, söylenenlere inanılırsa sekiz yörede mezarı vardır. Bu denli çok mezar oluşu kimi söylentilere neden olmaktadır:
-Aynı adı taşıyan Yunus Emre’lerin yaşamış olması! Ancak, şiir uzmanlarının birleştiği önemli nokta Yunus Emre adını taşıyan şiirlerin, tek kalemden çıktığı yönünde olması, bu tür görüşleri çürütmektedir. Öğretmen böyle deyince parmak kaldırdım; Öğretmen işaret edince:
-Burhan Toprak! dedim, sözüm ağzımda kaldı. Öğretmen:
-Sözü oraya getireceğim, o zaman sen de söyleyeceklerini söyle! dedi. Yanlış bir çıkış yaptığım kaygısıyla bir süre öylece durgun dinledim. Öğretmen, Yunus Emre dönemi Anadolu’nun Akıncı Boylarının sürekli değişiklik yaptığını, güçlü gelenin bir öncekini ortadan kaldırdığını, Cengizhan döneminin yok edici düşünceleri bir yana, Haçlı Seferleri izlerinin sürdüğünü, bu ortamda bir kültür birliği beklenemeyeceğini, buna karşın Yunus Emre’nin üstün yeteneği nedeniyle olağanüstü bir çıkış yaptığını anlattı:
-Ancak kendi yolunda giderken yeknesaklıktan (tekdüzelik ya da benzer konuları, benzer sözlerle tekrarlama) kurtularak kendini sürekli yenilediğinden eski yazdıklarıyla geliştikten sonraki yazdıkları arasında bir olgunluk farkı oluştuğundan kimi yorumcuları yanıltmış olabilir. Geçmişten gelen değerler için her zaman her yere değişik yorumlar yapılmaktadır. Biz olaya eleştiri açısından bakmayacağız. Bu konuda yorum yapanlar varsın öne sürdükleri görüşleri savunsunlar, biz genel bilgi olarak Yunus Emre şiirinin genel havasını soluyup geçeceğiz. Öğrencilerimize de bunu aktaracağız. Şairler, eleştirmenler varsınlar kendi yorumlarını sürdürsünler. Onların söyledikleri, bundan sonra da söyleyecekleri bizim sınırlı bilgilerimizle çatışmayacaktır.
Öğretmen konuşurken birden bana döndü:
-Burhan Toprak konusuna girmemize gerek var mı? diye sordu. Ancak, “Yok!,, diyebildim. Öğretmen:
- Örnekler okuyalım, gerektikçe konuşmamızı sürdürürüz! dedikten sonra şiirlerin birer başlığı olmadığını, şiir geliştikçe ağırlık kazanan fikirler oluşacağını, buna göre istersek biz şiirlere birer başlık koyabileceğimizi söyledi.
a)Acep değil deli olsa olsa - Aşk oduna yana kişiAşka yakın yürümesin - İyi adın sana kişi Kim sakınır iyi adın - Bıraksın elden aşk odunTezcek yoldurur kanadın - Daldan dala konan kişi Saldı beni uzak yola - Şol gözlerim dola dolaDertli halinden ne bile - Yüreği sağ olan kişi Aşıklar geçer halinden - Dönmez olur ikrarındanŞimdi ayrılmış yarından - Yalan dâva kılan kişi Yürek yanar yaşım akar - Şu gözlerim yola bakarGayrı yüce nice bakar - Hak cemalin gören kişi Gözüm pınar olmuş akar - Şol zârım ki arpa çıkarMahv eyleyip varın yakar - Masivayı koyan kişi Yunus kodu yola başı - Urur müddeiler taşıHiçbir munafıkın işi - Gelsin aşka doyan kişi b) Bir kez gönül yıktın ise - Bu kıldığın namaz değilYetmiş iki millet dahi - Elin yüzün yumaz değil Bir gönülü yaptın ise - Er eteğin tuttun iseBir kez hayır ettin ise - Sinde bir ise az değil Yol odur ki doğru vara - Göz odur ki Hak’kı göreEr odur alçakta dura - Yüceden bakan göz değil Erden sana nazar ola - İçin dışın pür nûr olaBeli kurtulmuştan ola - Şol işi kim gammaz değil Yunus bu sözleri çatar - Sanki balı yağa katarHalka matahların satar - Yükü gevherdir buz değil c) Erenlerin gönlünde - Ol Sultan dükkân açtıNice bizim gibiler - Onda konuban geçti Cümle erenler uçtu - Dağlar yazılar geçtiAşk kazanına düştü - Kaynayubanı pişti Bu dünyanın meseli - Benzer murdar gövdeyeİtler murdara düştü - Hak dostu kodu kaçtı Aşık mı diyem ona - Can terkini vurmadıAşık ona diyelim - Kim melâmete düştü Yine esridi Yunus - Taptuk yüzün göreldenMeğer onun gönlünden - Bir cür’e şerbet içti d) Bir sakiden içtim şarap - Aşktan yüce meyhanesiOl sakinin mestleriyle - Canlar anın peymanesi Bir meclistir meclisimiz - Anda ciğer kebap olurBir çerağdır bunda yanar - Güneş anın pervanesi Aşk oduna yananların - Külli vücudu nur olurOl od bu oda benzemez - Hiç belirmez zebanesi Andaki mest olanların - Olur Enelhak sözleriHallac-ı Mansur gibidir - En kemine divanmesi Yunus bu cezbe sözlerin - Cahillere söylemegilBilmez misin cahillerin - Nice geçer zemanesi
Hamdi Keskin Öğretmen şiirleri okuduktan sonra bir süre düşünür gibi duraksadı, gülümseyerek sordu:
-Günümüzde kullanılmayan sözler var, ancak bunları akıl yoluyla bulabiliyoruz. Örneğin:
-Bilmez misiniz ki cahillerin zamanı gene cahillik içinde cahilce konuşarak, bir olayın aslını neslini araştırmadan kabullenmekle geçer! dediğini anlıyoruz. Bu nedenle üstünde fazla durmuyorum. Şiirlerde geçen iki ad var, Taptuk ile Hallac-ı Mansur. Taptuk üstüne elimizde hemen hemen sağlıklı hiçbir bilgi yok. Bektaşi geleneklerine göre, o yolda yürümek isteyen gençler bir büyüğün (onlara göre Baba’nın) dergâhına girerler. Yunus da Taptuk’un dergâhına girmiş. Taptuk için Hacı Bektaşi Veli diyenler var. Eğer öyleyse Yunus Emre de bir Bektaşi diyebiliriz. Ancak Yunus’un şiirleri Bektaşi şiirlerinden farklılıklar gösteriyor. Bu nedenle kimileri Yunus’u Bektaşi saymıyor. Genelde bu konu tartışmalıdır. Bizler öğretmen olarak bu tür tartışmalara kendimizi kaptırmadan Yunus’un ortak bir değer olduğunu öğrencilerimize anlatacağız.
Parmak kaldırdım, öğretmen işaret edince:
-Böyle davranırsak haksızlık etmiş olmuyor muyuz? Bektaşi ise, ya da onu Bektaşi olarak benimseyen Bektaşilerin bulunduğu yörelerde onların inançlarına ters düşmüş olmaz mıyız?
Öğretmenin karşılığını beklemeden söz isteyen oldu. Öğretmen Veli Demiröz’e söz verdi. Veli Demiröz:
-Arkadaşın kaygısı yersiz! dedi, tavır değiştirerek,
-Daha doğrusu karşılığı bulunmayacak bir soru. Bektaşiler işin gerçeğini biliyorlar. O yola girenler, yollarının aydınlığına inanmış insanlar; sıkı sıkıya ocağın kurallarına uyuyor, uyguluyor, notlarını da tutuyorlar. Zaten Yunus Emre’nin şiirleri Bektaşilerin ellerinde korunmuştur. Bu nedenle kendilerine öteden beri zıt giden, hatta kendilerine yüz yıllardır tuzak kuranların sözlerini ciddiye almazlar, arkadaşımız rahat olsun! dedi.
Öğretmen bu önemli konunun, Selçukilerden beri tartışıldığını, Osmanlı İmparatorluğu’nun da en büyük derdi olduğunu anlattı. Yeni Çeri Ocağı’nın Bektaşi geleneklerini sürdürmesine karşın Halifeliğin bunun zıddını yaptığını, o dönemlerde patlak veren ayaklanmaların çoğunun bu zıtlıktan kaynaklandığını, buna karşın:
- Sarayın, bu zıtlıktan yararlanarak ömrünü uzattığını söyleyenler de var! dedi. Öğretmen gülümseyerek:
-Bunlara karşın biz, Yunus Emre’nin o barışıklık aşılayan şiirlerine dönelim. O, şiirlerinde hak, adalet, insanlık havası içinde zıtlıkları nasıl kaynaştırmış, olayı o açıdan değerlendirelim! deyip ayrıldı.
Almanca Öğretmenimiz Doç. Niyazi Çitakoğlu yoklama yapar düşüncesiyle koşuşarak Kitaplığa gittik. Yanılmamışız, öğretmen geldi, her zamanki gibi hal hatır sorduktan sonra teksir edilmiş Almanca kağıtların bir köşesine adlarımızı yazarak verdi. Bir kağıt dolusu Almancayı görünce ürperir gibi oldum. Dikkatli bakınca parçanın bir şiir olduğunu çabuk anladım. Şiir daha kolay olmayabilir ama nedense ben şiirleri sevdiğimden rahatladım. Baştan sona dikkatlice okudum. Tanıdık sözler var, eldiven bunlardan bir tanesi. Parçanın en altına baktım yazar adı Friedrich Schiller! Birden heyecanlandım:
-Bu, Schiller’in Eldiven şiiri olabilir. Öğretmen geçen yıl bize okumuştu. Olayı anımsamaya çalıştım. Olayı bilince sözlerin anlamlarını bulmak kolaylaşıyor Fräulein Kunigunde’yi görünce daha da rahatladım. Ötesi kolay oldu. Fraulein, olayın sonlarına doğru geçiyordu, öyleyse anlatılan eldivenin düşmesi, kahramanın inip alması bölümü. Oradan ötesini anımsadım, olayı anlattım. Ancak inandırmak için bildiğim sözcükleri seçip Türkçe karşılıklarını da ekledim.
Sami Akıncı olmadığı için de sevindim. Sami olsaydı kesinlikle doğru çevirecek benimki ne denli doğru olsa gerçeğine uymayacağından notum belki kurtaracak am yüksek olmayacaktı. Şimdi Sami yok, iyi de bir not ummaya başladım. Ders sonuna doğru kağıdımı verdim. Öğretmenin bakacağını sanmıştım, bakmadı. O sıra Harun Özçelik, Abdullah Erçetin kağıtlarını verdiler. Öğretmen:
-Kağıtlarını verenler çıkabilir! deyince çıktık. Harun Özçelik:
-Schiller’in Eldiveni! deyince iyice rahatladım. Yemeğe daha zaman vardı, kendi salonumuza gidip bir süre piyanoya oturdum.
*
Yemekte, öteki arkadaşların da bir baskına uğradığını öğrendik. Konu hemen yarınki Sanat Tarihi dersine geçti. Malik Aksel öğretmen de bir baskın yapar mı? Konuşmalardan hiç kimsenin benim kadar umutlu olmadığını anladım.
İyi fena Sanat Tarihi notlarım var onları karıştırmaya karar verdim.
Öğleden sonra ortak çalışmalar sonunda notları alıp kitaplıkta çalışacağım.
Öztekin Öğretmen, bir süre nota yazımı yaptırdı. Arkasından Solfej çalışmaları yaptık. Bir süre koro yönettik. Çift sesli marşlarla parçaları tekrarladıktan sonra serbest çalışmaya geçildi. Notlarımı alıp Kitaplığa geçtim. Kimsecikler yoktu, bir süre sessizce, Kayseri, Konya, Sivas illerindeki eski eserleri gözden geçirdim. Kayseri’de-Melikgazi Kalesi, Gevher Hatun Konağı, Şahkulu Köprüsü, Hacılar Çarşısı, Gezide gördüğüm ama şimdi adını anımsayamadığım bir görkemli konak.
Konya’da-Mevlâna Türbesi, Karatay Medresesi, Alâeddin Camisi, Müze….
Mevlâna Türbesi
Sivas’ ta-Sivas Kongresi binası, Çifte minareli Medrese, (Gök Medrese) Sivas Kalesi… Abdi Ağa Konağı,
Gök Medrese
İçlerinde Veli Demiröz’ün de bulunduğu bir grup geldi. Başlarında Prof. Dr. Hikmet Birand vardı; onlar gelince kalktım. Tarımcılardan bir grup. Ayrılırken Veli Demiröz bana yaklaşarak bir takvim kağıdı verdi:
-Yaz bana geri ver! deyip ayrıldı. Baktım, Yunus Emre’den bir şiir. Takvim yaprağı, 31 Kânunsani 1938 yazıyor. Önemsenerek saklanmış belli, kağıt iyice sararmış.
Şöyle Sanırlar Beni Sofuyum halk içinde tesbih elimden düşmezDilim marifet, söyler gönlüm hiç kabul etmez.Boynumda icâzetim, riya ile tâatimEndişem ayruk yerde, gözüm yolum gözetmez.Hoş dervişem sabrım yok, dilimde erkârım çokKulağımdan gireni, hergiz için işitmez.Girenler elim öper, tac-ü hırkama bakar,Şöylece sanırlar beni, zerrece günah etmezBaşımda ibadetim, sohbetim hoş tâatimİç pazara gelince, bin yıllık ayar etmezDışım derviş içim boş, dilim tatlı sözüm hoşİllâ ben ettiğimi ,dinin devşüran etmez.Görenler sofu sanır, selâm verir utanırAnca iş koparaydım el erüben güç yetmez.Söylersem marifeti şahıslarının katiMiskinliğe dönmeğe gönlümden kibir gitmez.Yunus eksikliğini Çalabına arzeyleAnın keremi çoktur, sen ettiğin ol etmez. Yunus Emre
Şiiri yazdım ama aklıma takıldı; Veli bu şiiri bana neden verdi? Fazla bir yakınlığımız yok; üstelik bana karşı konuşur gibiydi. Yoksa bu şiiri Bektaşiliğe karşı olarak mı yorumluyor? Bunu düşünürken bir olayı anımsadım; 1941 yılında Hasanoğlan Köyü muhtarı Ahmet Çakır’la konuşurken o bana:
-Ali, Veli, Hasan, Hüseyin, Kamber, Bektaş erkek adları geçince bil ki onların çoğu Bektaşi kökenlidir! O yıl, Kayseri/Pazarören’den gelen Veli Dalak’a bunu söyleyince saklamamış, “Alevi’yim!,, demişti.
Sanat Tarihi dersi için Bursa ile Edirne de var ama, onları iyi biliyorum. Sanırım onlardan sormaz. Malik Aksel Öğretmen yazılı yaparsa kesinlikle avlayacaktır. O nedenle geçmiş konuları kurcalayacaktır.
*
Öğleden sonra Mehmet Yelaldı’nın uygulama dersi var. Mehmet Yelaldı arkadaşlarca sevilir ama, kendisinin övüngen tavrı nedeniyle eleştirilere de uğramaktadır. Bu nedenle onun yaptıkları biraz daha titizlikle izlenir. Gene de eleştiriler yüzeylidir. Mehmet Yelaldı, şarkıları yönetirken ellerini en güzel kullananlarımızdan biri. Nedense bu bile konu ediliyor: Yapay ya da gösteriş olarak nitelendiriliyor. Oysa ben beğeniyorum. Kendimi az uzaktan görebilsem, kusurlarımı onu örnek alarak düzeltmek isterim. Fatma Özbay öğretmenin sınıfına girdik. Bu sınıf da benim çalışkan sınıflarımdandı. Gerçi bu ders yılında onlara sık sık son sınıflar girerek katkılarda bulundular ama temelini ben kurduğumu söyleyebilirim.
Mehmet Yelaldı İstiklâl Marşı’nı söyleterek başladı. Kısa bir konuşma yaparak:
-Şarkı söylemenin de doğru, güzel konuşmalar gibi kuralları olduğunu, duyulan bir türkü beğenilince hemen olduğu gibi alınıp söylenmeden önce çıkış yöresinin soruşturulmasını, orası öğrenilince söylenmesine dikkat edilmesini önerdi. Yörelerin dil farklarını anımsattı. Karadenizlilerin konuşmalarını örnek verdi. Arkasında öğrencilerin bildiği türküleri söyletti; bir öğrenciye yönettirdi. Yöneticilerin dikkat etmesi gereken önemli noktalara değindi. Kendisi mandolinle bir parça çaldı. Arkasından bir öğrenci gönüllü olarak mandolin çaldı. (Süpürgesi Yoncadan-Sarı Kız) Mehmet Yelaldı, eleştirisini yaptı. Toplu olarak mandolinle üç parça çaldılar; arkasından iki okul şarkısı, (Gül- Sonbahar) iki marş söylediler. (Ankara, Ziraat Marşı)
Ders sonunda topluca kendi salonumuza gittik, Bölüm Başkanımız eleştirisini yaptı. Daha doğrusu, abartı denecek derecede övgü yağdırdı. Anladık ki Mehmet Yelaldı, diplomaya yaklaşmış. Diploma hazır anladık ama onun amacı burada kalmak, bunu kazandı mı? Ben kalmasını isterim, arkadaş keman çaldığı için benim alanımı kapatmayacak. Ancak keman grubunda olanlar, önlerinin kapanmasını istemediklerinden bu konulara pek yaklaşmıyorlar. Ben bu konuda çok rahatım, piyano grubu olarak önümde Hüseyin Çakar var ama onun kalışı benim için engel değil. Çünkü bizim konumuz salt piyano değil, Milli oyunlar, özellikle akordeon çalmak. Hüseyin Çakar Kızılçullu çıkışlı olduğundan ilk yıllardan beri bu işi yapmış, sanırım kanıksamış olacak, ben geldikten sonra akordiyonu 1944 Yılı Cumhuriyet Bayramı’nda aldı. Onun dışında aldığını anımsamıyorum. O kendini besteciliğe yönelttiği için kendine yetecek kadar piyano çalmayı sınır tutmuş durumda. Bu nedenle Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün müzik etkinlikleri için ben en uygun durumdayım. Ayrıca Bölüm Başkanımızla da aramızın iyi olduğunu sandığımdan oldukça rahatım. Tek kaygım, askerlik durumum, oldukça geciktiğimden Askerlik Şubesi daha fazla beklemeyebilir. (Bu işleri bilenler beni bu konuda sık sık uyarıyorlar; Askerlik Şubeleri uyarı bile yapmadan tepeden inme olarak Yedek Subay Okuluna gönderiyormuş.)
Bölüm Başkanı, konuşmasının sonunda hepimize:
-Darısı sizlerin başına! deyip Mehmet Yelaldı’yı, bir bakım ayırdı. Bizim sınıftakiler pek aldırmadı ise de son sınıftakiler bir süre bakıştılar. Abdullah Ön:
-Garip Kuşun yuvasını Allah yapar! derler, bizi de görür inşallah! deyip ayrıldı. Arkasından çoğunluk gitti. Salondaki piyanoyu özlemiştim, bir süre çalıştım. Talip Apaydın bir anımsama yaptı:
-Senin bir parçan vardı, sık sık çalıyordun; çoktandır duymuyorum, onun melodisi beni çok duygulandırıyordu. Birden anımsayamadım ama çoktandır çalmadığım parçaları bir bir sıraladım. Talip’in gittiğini sanmıştım, Bach, Wachet Auf’ a başladığımda Talip:
-Bu işte! diyerek gelince, isteyerek baştan sona iki kez tekrarladım. Belli ki ben de özlemişim! Öteki parçaları da tekrarladım. Hem salonun büyüklüğü, hem de piyanonun sesi parçaları sanki daha güzelleştiriyor!
Akşam yemeğinde konu Sanat Tarihi… Malik Aksel Öğretmen de bir baskın yapar mı? Nihat Şengül sordu:
-Ne baskını bu? Adam iki yıldır bize çene çalıyor, bir kez olsun soru sormadı. Şimdi bir yoklama yaparsa baskın mı olacak bu? Hepimiz güldük:
-Bize göre baskın! Halil Yıldırım ekledi:
-Biz hiç sıkıştırılmadık, öteki okulların öğrencilerinden farklıyız! Nihat hızını alamadı:
-İşimize öyle geliyorsa orada oluyoruz! Karşılık veren olmadı ama hepimiz güldük….
Yemekten sonra gene kitaplığa gittim; önce dün akşam hazırladığım Kayseri Sivas, Konya notlarımı gözden geçirdim. Kendime güvendiğimi düşünerek Hamdi Keskin Öğretmenin verdiği roman özeti için Reşat Nuri Güntekin’in Damga romanını karıştırdım. Damga’yı daha önce okumuştum. Sanırım özetini de çıkarmıştım (Tam anımsayamadım, zaten anımsasam da eski notlarım köyde) Kitabı şöyle bir karıştırdım. Romanda kişiler keskin hatlarla çizilmiş, olaylar unutulacak türden değil, özetini çıkarmak kolay! deyip yattım.
27 Nisan 1945 Cuma
“Yağmur!” sesleri arasında uyandım. Yağmur yağışına sevindim de! Ancak oyunları önleyecek derecede çok mu? sorusu kafamı karıştırdı, ister istemez kalkıp kapıya dek gittim. Gerçekten yağmur, oldukça yoğun yağmakta. Enver Ötnü de geldi, havaya bakarak:
-Enişte, bu havada oynanmaz, boşuna ıslanmayalım! dedi. Gene de inip Kitaplığa girdik. Oyun alanı oradan görülüyor. Alana çıkan olmadı. Zaten yağmur da giderek şiddetlendi. Böylece bir sabah, alana çıkmamış olduk. Arkadaşları beklerken, Varlık Dergisi’ne baktım, Şinasi Özden’in bir şiiri:
Gece Yazılan Mektup Bu gece, yine yollarındayım şehrinBekârlığımla, garipliğimle, aşkımlaO uzak yaz gecesini hatırlaGireyim siyah gecesine gözlerininO uzak yaz gecesini hatırla…Bulmadan kaybettiğim, görmeden tutulduğum… Ben bir küçük damım sevdiceğimŞiir yazarım; yok benim işim gücümGaripliğimle, yalnızlığımla, aşkımlaBu gece yine yollarındayım şehrin. Ben bir kimsesiz insanım sevdiceğim,Sensin en kutlu günüm, annem, sevdiğim, yavrumSormadan öğrendiğim, bilmeden unuttuğum, Şinasi Özden
Çoktandır, Talip’le şiirden söz etmedik. Şinasi Özden’i bana o tanıtmış, şiirlerini topladığını söylemişti. Sanmam benim kadar Şinasi Özden’in şiirini toplasın! Bu şiiri verebilirim!
*
Yağmur açılmadı, koşuşarak yemekhaneye gittik. Şakalar başladı:
-Malik Öğretmen nasıl gelecek? Bana takılan oldu:
-Sen, bir şemsiye bulur gidersin almaya! Gitmeyeceğimi söyledim. Gerekçemi de ekledim:
-Faik Canselen ya da Mahir Canova öğretmenler için giderim ama Malik Aksel Öğretmene gitmem. Nedeni açık:
-Çünkü o böyle tavırları sevmez! “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır!” derler. Otururken öğretmenleri konuştuk ama kendimiz, başlarımızı tutarak koştuk. Az sonra da öğretmenler geldi. Malik Aksel, Veysel Erüstün öğretmenler, ellerinde şemsiyelerle çok doğal tavırlar içinde merdivenden çıktılar. Malik Öğretmen kapı önünde ayaklarını sert sert birkaç kez vurduktan sonra şemsiyesini kapattı, salona girdi. Gülümseyerek:
-Kardan bıkmıştık, ılık bahar yağmurundan yakınmaya hakkımız yok; yağmur berekettir! deyip yerine oturdu. Çantasından bir şeyler çıkardıktan sonra:
-Tekrar bilginin anasıdır! derler. Biz de buna inanarak, konularımızı gözden geçirelim! dedikten sonra Selçukiler dönemindeki Anadolu halkı üstüne kısa bir açıklama yaptı. Halkın zaten göçebe olduğunu, üstüne üslük bir de yepyeni bir ülkeye geldiğini anlattı. Anadolu Yarımadası’nın öteden beri ticaret yollarını barındırdığını, bu yollarda gezenlerin duraklamaları için Kervansaraylar yapıldığını, bu kervansaray sözlerinin gerçekte saray falan değil durup dinlenme merkezleri olduğunu, tıpkı köprüler gibi herkese açık olduklarını anlattı. Gelen gidenlerin bir başka sorununun da temizlik olduğunu bu nedenle de hamamların, Kervansaraylara eklendiğini söyledikten sonra:
-Geriye kalan dinsel hizmetler için camilerin geliştirildiğini anlatı. Toprağa yerleşikçe de kültüre önem verildiğini, böylece Kervansaray (hanlar), Köprü, Hamam, Medrese dörtgeni oluştuğunu, işte bizim üstünde durduğumuz eserlerin bunların kalıntıları olduğunu anlattı. Bunların başlangıçlarda belli uzaklıklarda oluştuğunu sonra sonra ya buraların kentleştiğini ya da bu tür kuruluşların kentlere taşındığına dikkatimizi çekti. Kırsal kesimlerde kalanların korunamadığını, kentlerdekilerin ise kısmen kurtarıldığını anlattıktan sonra Kayseri, Niğde, Sivas, Erzurum, Konya bu bakımdan şanslı kentlerimiz deyip önce Sivas, sonra Erzurum daha sonra da Kayseri ile Konya kentlerimizdeki önemli eserleri anarak tekrarlama yaptı. Daha önce söylediklerine ekler ekledi. Araştırmacıların yeni bulgularından söz etti, Cumhuriyet Hükümetinin bu konuya verdiği önemi anımsattı. Bu arada parmak kaldırıp benzer araştırmaların Müzik alanında da yapıldığını söyledim. Halil Bedii Yönetken’in Varlık Dergisi’nde çıkan yazılarını örnek gösterdim. Malik Öğretmen çok memnun oldu, Halil Bedii Yönetken’in arkadaşı olduğunu, sürekli buluştuklarını anlattı. Bu tür yayınları izlememizi önerdi.
Öğretmen konuyu değiştirerek dikilen heykellerden, büstlerden söz etti. Arkadaşlar bana bakınca toparlanarak; Venüs dışındakiler hakkında fazla bilgilenemediğimizi anlattım. Malik Öğretmen “Fazla bilgi diye bir şey olmaz. Olursa o, uzmanlık işi olur. Zafer Tanrısı, zaten herkesce az bilinir; diğer Diskçi de öyle! Daha fazlasına da gerek yok. Onların özgünleri Paris Louvre Müzesindedir; oradaki rehberler de daha fazla bilgi vermezler!” deyip gülümsedi.
Veysel Öğretmen gelince, Malik Öğretmen toparlanıp kalktı. İkisi birlikte çıkıp Yöneticinin odasına girdiler. Herkeste bir sevinç:
-Sanat Tarihi’nden sınav yok!
Uzun bir süre Veysel Öğretmeni bekledik. Bir ara gelmeyeceği kanısına bile vardık. Yönetici kapısı kapalı olduğundan gitmiş olabileceklerini bile düşündük. Sonunda Veysel Öğretmen geldi. Şansımıza havanın kapalı olduğunu, çaresiz içerde çalışacağımızı söyledi. İki sandalyeyi birbiri üstüne koyup (biri normal, öteki üstüne ters konmuş) çizmemizi istedi. Sandalyeler üst üste gelince boy uzadığından kağıdı dik tuttum. Kimi arkadaşlar buna dikkat etmemiş, öğretmen benim kâğıdımı kaldırıp örnek gösterdi. Bu, çok hoşuma gitti, tüm dikkatimle kendimi resme verdim.
Ders sonunda Veysel Öğretmen “Yağmursuz bir gün” dileyerek ayrıldı. Gerçekte de yağmur dinmişti.
*
Yemekte, Sanat Tarihi korkusu şimdilik atlatılmış olarak düşünüldüğünden oldukça neşeli konuşmalar yapıldı. Sivas’ı görmedik, Kayseri ile Konya’yı gezdik ama pek bilinçli bir gezme olmadı. Önümüzdeki gezide Bursa, İstanbul, Edirne var, onları daha dikkatli inceleyeceğiz! Umarım öyle olur!
Heykelcilikte bana da iş düştü, alçı el yapılacak! Arkadaşlar, çamur yapmışlar. Halil Basutçu bana yardım etti, tepsimsi bir kap içinde çamurum oldu. Öğretmen Nusret Suman gelmeden önce birkaç kez elimi çamura batırdım. El yarıya dek batacak! Kalan ize alçı dökülecek. Durumu kavrar gibi oldum. Heykeltraş Nusret Suman gelince bana takıldı:
-Hemen döküme mi geçtik? Arkadaşlara yapacaklarını anlattıktan sonra bana da yapacaklarımı gösterdi:
-Bugün sadece çamur çalışması!
Çamurumu da kendisi az daha yoğunlaştırdı. Çamurdan top, küp, piramit yaptım, fazlalıkların kesimine çalıştım. Öğretmen Nusret Suman gidince ben de elimi çamura batırıp kalıp aldım. Yarım kalıp, yarın da öbür tarafını alıp birleştireceğim. (Böyle dedim ama benim bir daha ancak 2 Mayıs Çarşamba günü dersim var)
Yarım elin nasıl birleştirileceğini bir türlü anlayamadım. Halil Basutçu bir “O hooooo!” çekti. Ona bakılırsa bu yapılanlar el değil el kalıbı çalışmasının bir parçasıymış. Çamurla iki parça alınanlar esas kalıba kalıp oluyormuş. Yarım kalıpların kapatılmasıyla içerde kalacak el boşluğuna alçı döküp, kalıp açılınca yapılması istenen el ortaya çıkacakmış. Çıkan kaba taslak el temizlendikten sonra istenen el ortaya çıkacakmış! Bu kez de ben bir “O hoooo!,, çektim. “Ölme eşeğim ölme, yaz gelecek!,, Gülüşerek atölyeden çıktık. Birlikte bizim bölüme geçtik, alt odada arkadaşa, Moment Müzikal, Für Elise, Türkmarşı gibi ilgi çekici parçaları çaldım. Halil Basutçu arkadaş müziği çok sevmesine karşın, Enstitü döneminde hiç ilgi göstermedi. Sanırım eline mandolin almayanların biri de oydu. Oysa Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna girdiğimizde ilk toplu eğlencemizde en güzel şarkı söyleyenlerden biriydi. Söylediği şarkı da bizim plâklarda olan Akasyalar Açarken şarkısıydı. Plâktan çok dinlememe karşın ben söyleyemiyordum. O zaman sormuştum:
-Bu şarkıyı nasıl öğrendin? Arkadaş, beni şaşırtan bir yöntem söylemişti: Köyü Süleoğlu’da Asker varmış, Askerlerin bölgesinde bu tür şarkılar çalınıyormuş. Onlara yaklaşmak yasakmış ama o, yasak çizgisine yakın bir yere gidip bu şarkıyı dinliyormuş. O bunu anlatınca kendimi aptal yerine koymuştum. Çünkü ben, akşam sabah gramofona plâğı koyup dinlememe karşın söyleyemiyorum, o ise uzaktan dinleyip söylüyor. Bu olay beni ona yaklaştırdı. Sonraları da atölyelerde çalışırken iyi anlaştık, arkadaşlığımız perçinleşti. Kepirtepe’de okurken bizim köye geldi, zaman zaman da Yeni Bedir köyüne amcamlara birlikte gittik. Kamber Amcam da arkadaşı ağırbaşlı, iyi olarak benimseyince yakınlaşmamız daha da arttı. Arkadaş bir ara rahatsız olunca bizim aile tümüyle onun rahatsızlığına üzülmüştü.
Akşam yemeğinde sevinç sürdü:
-Bir önemli dersimizi hiç değilse bu yıl atlatmıştık! Buna karşın yemek boyunca Sanat Tarihi konuşuldu; Konya’da Mevlâna Müzesi, Karatay Medresesi, Alâettin Camisi… Sivas’ta, Kayseri’de olan eserler birer birer anıldı. Bu arada Niğde de konu edildi. Ancak bir ad söylemeyince ben Andaval olayını anımsattım, arkadaşlar unutmuş, bir süre güldükten sonra:
-Hepimiz Andalallıyız! deyip masadan kalktık.
Halil Dere:
-Neredesin, seni özledim! deyip yolumu kesti. Birlikte bizim lokale gittik, satranç oynadık. Lokal bizim kahve gibi, sigaradan geçilmiyor. Satranç sever arkadaş Halil Basutçu ile Harun Özçelik arkadaşlar da bize katıldılar. Arkadaşımız Yusuf Asıl Harun Özçelik’e mektup yazmış. Yusuf mektubunda özellikle okul Müdürü Rauf İnan’a teşekkür ediyor; dahası onun iyi olmasını onun sağladığını söylüyor. Buna üzüldüm. İyi olması sevindirici ama, iyi oluş nedenini ona bağlaması yanıltıcı bir düşünce! Yalnız arkadaşlara tınmadım.
Yatınca bunu düşündüm; ben mi yanılıyorum? Olayı baştan sona ince eleyip sık dokudum! Kesinlikle Yusuf yanılıyor. Hırsız Durmuş Ali Uğur, cezasız kaldı, köyüne gitti. Kimin koruması altında? Yerdeki bir çiviyi görmeyen öğrenciye haftalarca uzaklaştırma cezasını resen veren Rauf İnan bu kez koruyucu oldu. Haksızlığa uğrayan Yusuf ise üç ay yataklarda kıvrandıktan sonra Ankara’ya hastaneye gelince bunu duyan Rauf İnan kendi kaygısıyla ilgilendi. Bundan sonraki ilgi Yusuf’u kurtarmadı, kurtaranlara katılan Rauf İnan rol yaparak kurtarıcılar arasına girmeyi başardı. Üstelik yaptığı da sorumlu bir yönetici olarak gerekli evrakların hazırlanmasını önlemedi, tüm yaptığı bu! Bunu da önleyecek kadar Yusuf’un düşmanı değil herhalde!
Güzel geçtiğini sandığım günümün sonunda buna üzülerek uyudum.
28 Nisan 1945 Cumartesi
“Nerde o dünkü yağmur? Her yer kurumuş!” diyerek Enver Ötnü dışardan geldi. Hazırlanıp, Mehmet Gönül’ü de alarak çıktık. Tüm öğrenciler hazırdı; Arpazlı ile başladık. Harmandalı, arkasından Bengi. Bengi üstünde Mehmet Gönül bir iki düzeltme yaptı. Aslında, Harmandalı üzerinde düzeltmeler yapılması gerekiyor bence. Bu oyunu öğrenciler kolay buluyor ama güzelim figürleri kendilerine uydurup atlayıp zıplıyorlar. Neredeyse bizim Trakyalıların Hora oyununa dönmüş durumda. O oyunda da katılanlar bacaklarını ileri geri atarlar. Ayaklar birlikte ileri geri giderse oyun beğenilir. Oyundan sonra bunu arkadaşlara söyledim. Mehmet Gönül Enver’i göstererek:
-Burada kalacağına göre Abi doğrusunu öğretsin, benden bu kadar! dedi. Enver Ötnü hiç duraksamadan:
-Hasanoğlan Köy Enstitüsünde bir sorumlu kişi olarak seni görevlendirebilirim, hemşerim, kaçmak yok, daha bir yıl elimdesin! Gülüşerek ayrıldık.
*
Kahvaltıda değişmeyen konu:
-Konserde kimlerden neler çalınacak? Pek ender bilmemize karşın, “Geçen defa bilmiştik!” diyerek tartışmaları sürdürüyoruz. Bach, Beethoven, Brahms, Mozart, Mussorgsky, Mendelsshon, Vivaldi, Weber, Wagner, Schumann, Schubert, Chopin gibi harf sırasına göre olasılıkları öne sürüp duruyoruz.
Genelde konserden çok, konser öncesi zamanımızı kullanma sorunumuz var. Sinemalarda ya savaş filmleri ya da eski filmler defalarca gösteriliyor. Havalar güzel, ara ara yağmur atıştırsa da pek aldırmıyoruz. Özellikle Hasanoğlan Ankara arası tren yolu çevresi baharı erken getirdi; kimse oturmayı düşünmüyor. Şimdi de pencere kapma telaşı var.
*
Talip, Konservatuvar öğretmeni (Md. Yardımcısı, odası yolumuzun üstünde) Cahit Külebi’nin şiirini okumuş, onunla konuşmak istiyor. Varlık Dergisinde onun bir şiirini ben de okumuştum, kendisine katılacağımı söyledim. Ancak ben hazırlıksız katılmak istemem; o nedenle konuşmayı haftaya bırakmayı önerdim. Çünkü benim, küçük bir deneyimim var; Sabahattin Ali ile konuştuğumda bana kendi kitabından soru sormuştu. Bu da şiirlerinden sorabilir. Böyle bir durumda susma yerine bir iki söz söylersek daha yerinde olur. Talip, beni haklı buldu, haftaya sözleştik.
Faik Öğretmen merdivenin üst tarafından bize işaret etti; üstte bir odaya gittik. Şair Cahit Külebi’nin odasının bitişiği, kapı kapalı idi. Zaten yokmuş, istesek de konuşamayacakmışız! diye düşündüm.
Faik Öğretmen, gülümseyerek:
-Bugün, senfoninin babası sayılan ağabey Haydn’ın Josef Haydn’ın müziğini dinleyeceğiz. Orkestra şefleri kimi kez böyle sürpriz yaparlar; tüm eserleri bir besteciye ayırırlar. Ağabey Haydn deyişim, bir başka Haydn, kardeş Michael Haydn oluşundandır. Adı pek anılmaz ama, o da çok eser bestelemiştir. Bizde adı çok geçmez. Bildiğiniz gibi tek orkestramız vardır. Oysa Batı ülkelerinde her kentin birkaç orkestrası bulunur. Oralarda, bizim adını pek duymadığımız başka bestecilerin de eserleri çalınır. Michael Haydn, üstelik bir Türk Dostu denecek kadar bizim ülkemizle ilgilenmiş, tıpkı Mozart gibi Türk adını taşıyan besteler yapmıştır. Zaten, Mozart’ın eniştesi sayılır, ablasıyla evlidir. Şu duruma bakın, Mozart, Haydn, Mozart’ın babası Leopold Mozart, Michael Haydn bir aradalar! Ne konuşur bunlar? Leopold Mozart da ünlü bir besteci, ayrıca keman üzerine metot yazmış bir usta kemancı. Onun da senfonileri, Oda müzikleri var. Oğlu Mozart baskın çıkıp babasını gölgelemiş. Ağabey Haydn da kardeşini gölgelemiş. Michael Haydn’n da sıradan bir besteci kadar eseri var. Sıradan, diyerek kimleri kastediyorum, biliyor musunuz? Tschaikovsky, Schumann, Weber, Mendelsshon falan filan!
Gelelim Ağabey Haydn’a, yüzden fazla senfoni bestelemiş, şimdiye dek 100 senfonisi olduğu söyleniyordu, yeni söylentilere göre 8 (sekiz) senfonisi daha bulunmuş, bundan sonra Josef Haydn’ın 108 senfonisinden söz edeceğiz. Bilinmez belki daha da çıkacaktır. Bu senfoniler, Konser salonlarında durmadan çalınıyor. Bu nedenle de Senfoni’nin babası sıfatını kazanmıştır. Oda Müziklerinin temelini oluşturan üçlü, dörtlü gruplar için de bir o kadar bestesi var. Kuartet denilen, 4 yaylı çalgı için 70, trio denilen üç çalgı için de bir o kadar bestesi var. 2 viyolonsel, 3 piyano, dört keman, iki klavsen konçertoları yanında messa, oratoryo gibi dini eserleri, ayrıca operaları var. Piyano sonatlarının sayısı 50, Piyano keman sonatlarının sayısı 35. Orkestrada gördüğünüz tüm çalgılar için konçerto yazamamışsa kesinlikle birer ikişer sonat eklemiştir. Haydi ben burada sözü keseyim, buradan ötesini de siz bulup ekleyin. İşte bu çok eser üretmiş Josef Haydn’ın bugün bir viyolonsel konçertosu ile bir senfonisini dinleyeceğiz. Senfoninin adı da var: Filozof!
Josef Haydn’ın bir özelliği de senfonilerine ad takmasıdır. Kraliçe, Okul Müdürü, Saat, Filozof, Oxford, Londra, Paris, Ayı, Merkür, Ayrılık, Maria Teresa, Sürpriz, Halleluja (Tanrı’ya adanan) gibi birçok senfonisi bu adlarla anılır. Ayrılık (Farewel) ya da Elveda olarak Türkçeye çevirdiğimiz senfonisi çok ilginçtir; senfoninin bitmesine yakın orkestra üyeleri birer birer çekilir, en son bir üye kalır, senfoniyi o bitirir. Belki bir gün onu da dinleyeceğiz. Bizim şefimiz, Prof. Dr. Ernst Praetorius Haydn severlerdendir. Doğal olarak onların işleri bestecilerle ilgili; Haydn, onlara en çok eser bırakanlardan biri. O nedenle de unutulması düşünülemez!
Faik Öğretmen, “İyi dinlemeler!,, deyip ayrıldı.
Çıkarken, Talip’le yan odaya, Cahit Külebi’ye baktık, odanın kapısı açıktı ama içerde kimse yoktu. Talip, gülerek sevindiğini söyleyince şaştım:
-Ben çok heyecanlıyım, karşılaşmak istiyorum ama ne diyeceğimi bilemiyorum; sahi karşılaşırsak ne diyeceğiz?
-Şiirlerini okuyoruz, defterlerimize alıyoruz, arkadaşlara okuyoruz! deriz! Talip:
-Vallahi bunu diyecek kadar şiirini okumadım, 2 ya da üç şiirini biliyorum. İyi oldu, sendekileri de yazayım, bari sayısı çok olsun!
“Olur!,, dedim ama sonra da düşündüm, bende kaç tane olabilir ki? Anımsamaya çalıştım; aldıklarımın tümü Varlık Dergisi’nden. Talip de Varlık’tan aldıysa aynı şiirleri yazmış olacağız.
Yıldız’lar kapıda bizi beklemiş, Halise ile ikisi, Necmiye, gününden önce ayrılmış. Bölüm Başkanımız:
-Zorla güzellik olmaz, gittiğin yerde dilerim mutlu olursun! deyip bir bakıma gününden önce göndermiş. Yıldız, bir ara Müjde Ablasına uğramak istediğini söyledi. Ben de bunu bekliyordum, Dora Ablaya gidecektim, iyi oldu, saat 12:00’de buluşmak üzere ayrıldık.
Dora Abla yerindeydi, geldiğime sevindiğini söyledi; Bella, birkaç gün sonra gelecekmiş. Yeni atama işlemi yapılır gibi işe başlayacakmış. Böylece 15 günlük izini olacakmış. Sanırım 15 gün burada kalacak. 15 gün sonra da orada olacak. Umarım eski hevesi kısa zamanda uyanır. Bu ara verme onu biraz soğuttu.
Gelenler oldu, Dora Abla onlarla ilgilenince ayrıldım. Bella nasıl bir değişikliğe uğradı? O eski neşesini kaybetti mi? Belki de nişanlanmış, sözleşmiş ya da birilerine bağlanmıştır. O zaman, o da bir yabancı gibi uzaklaşacak! Ne bekliyordun ki? diye sordum kendi kendime! Bella da tıpkı Muazzez gibi benim için uzaktan bakılmak üzere yaratılmış. Tanışmamız bile bir rastlantı. Muazzez’i bir rastlantı Süheyla öğretmenle birlikte görmeseydim, uzaktan bakacaktım, tıpkı Mesude Çağlayan’a, Muazzez İlgin’e baktığım gibi... Bella, Hasanoğlan’a gelmese ya da Sabahattin Öğretmen alıp bizim salona getirmeseydi belki hiç konuşmayacaktım. Tıpkı, Mualla Eyuboğlu ya da yeni gelenler gibi…
Mehmet Yelaldı, önünden geçerken camı tıklattı, İstanbul Pastanesi’ndeymiş, girdim. Mehmet Yelaldı, aklından geçeni, söyler. Sordu:
-Sen o kızla evlenecek misin? Aklımda Bella olduğu için önce onun sorulduğunu sandım, bir iki gevelemeden sonra sordum:
-Kimden söz ediyorsun? Yelaldı:
-Yıldız’dan kimden olacak? demez mi? Biraz şaşırmakla birlikte kolay savunulacağını düşünerek konuşum:
-Yıldız daha çocuk, okulu bitirmesine de çok var. Öyle bir şey düşüneceğini sanmıyorum. Benim niyetim de burada kalıp çalışmak, Öztekin Öğretmen’in gözünden düşmek istemiyorum. Yıldız’ın bana yakınlığı annesini tanımış olmamdan. Buraya geldiğinde Öztekin Öğretmene kendisi söyledi:
-Benim kızımın burada bir ağabeyi var, kızımı ona emanet ediyorum! dedi. Gelenler olunca konuşmamız yarıda kesildi. Gelenler radyo dinlemişler:
-Mussolini’nin asıldığını söylediler. İtalya diktatörü (Duç, Duçe) daha önce devrilmişti. Bu kez idam edilerek ortadan kaldırılmış.
İlk soru: Hitler ne oldu?
-Hitler’in Arjantin’e kaçtığı söyleniyor!
-Stalin onu, orada bırakır mı?
-Belki de Amerika göz yumar, Stalin’i o kadar şımartır mı?
-Hitler’i neden korusun?
-Hitler, Amerikalılara o denli zarar yapmadı, belki şımarık Stalin’e karşı gene kullanacaktır!
-Saçma!...
Yıldızlar, Müjde Ablası ile birlikte geldiler. Betty Grable’nin filmi varmış, Müjde Ablası gitmek için arkadaş ararken üstüne gitmişmiş, benim de katılacağımı düşünerek gelmişler. Film Ankara Sineması’nda. Afişlere göz attım, oldukça açık saçık bir filme benziyor. Filmin adı Down Argentine Way. Arjantin Yolu gibi bir şey! “Argentine” Arjantin, “way”ın da yol olduğunu biliyorum.
Tam da filmlerin değişme zamanı, otobüse atlayıp gittik. Film yeni başlamış; Betty Grable tüm güzelliğiyle sahnede, şarkı söylüyor. Karşısında sevmediğim biri Don Ameche. Filmini görmedim ama Yıldız Dergisinde okumuştum, bir filmde eşek rolü oynamış. Bu filmde de daha başlarken, şarkı söylemesini de beğenmedim.
Ona karşın, filmin afişinde adı başta yazılmış. Öyleyse o, Betty Grable’den daha ünlü, daha önde sayılıyor. Benim anlayamadığım bir başka değeri olsa gerek! Film baştan sona oyunla, şarkılarla sürdü. Müjde Abla çok mutlu, Betty Grable’yi çok seviyormuş. Filmden sonra yürüyerek Müjde’nin okuluna gittik. Yolda Müjde, Betty Grable’nin tüm filmlerini görmüş, dört ya da beş film saydı. Ben de:
-Kocası ona nasıl izin veriyor, böyle ortalıklarda oynamak için? diye sordum. Müjde savunma yaptı:
-Filmler, öyle görüldüğü gibi değil ki! Kocası işin gerçeğini bildiğinden izin veriyor. Bizim gördüklerimiz, film hileleri…
Yıldız’lar girip bir süre kaldılar.
Dönünce Yıldız; Müjde’nin, bu akşam gidip 1 Mayıs tatilini Sapanca’da geçireceğini söyledi.. Pazar, pazartesi, Salı üç gün, az sayılmaz. Yıldız bir de “Ah!” çekti:
-Ben de gidebilsem!
-İzin al, sen de git!
-İstesem izin verirler mi?
-Bir dene!
Kısa yoldan Konservatuvara ulaştık. Yerlerimize oturur oturmaz alkışlar başladı. Şef Prof.dr. Ernst Praetorius yanında biri ile geldi. Gelenin çalgısı elindeydi. Viyolonseli görünce Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün dediğini anımsadım :
-Ben de viyolonsel çalıştım ama başaramadım! demişti. Şu anda da bunu düşünüyor mu acaba?
Şef ağır ağır ellerini kaldırır gibi yaparak başını oynattı. Sakin sakin orkestra başladı. Bir süre sonra soliste bakınca viyolonsel de başladı. Laaa, lalala laa, la. Laaa, lalalala laa….
Faik Öğretmen çalanı neden söylemedi? Nusret Kayar olduğunu sezdim. Yan durduğu için tam göremiyorum. Çok sakin çalınıyor. Orkestranın sakin sesleri üstünde viyolonselin sesi akıp gidiyor. Ragıp Öğretmenin yanındaki durmadan konuştu. Dinlemesini bilmeyen biri mi yoksa öğrencilerinden biri mi? Önce Sabahattin Kalendere benzettim, o değildi. Viyolonsel giderek üstünlüğü aldı. Haydn iki viyolonsel konçertosu yazmış. Oysa Mozart hiç yazmamış. Gerçi bir keman ortaklı konçertosu var ama neden bağımsız konçerto düşünmemiş? Belki de o zaman viyolonsel pek makbul sayılmazdı. Beethoven de viyolonseli üçlü konçertoda kullanmış; Triple Konçerto! Bir de Arşedük üçlüsünde…… Konserto bitti. Sonunu gene tam olarak dinleyemedim. Neyse ki o konuşan, Ragıp Öğretmenin elini öperek ayrıldı. Sevindim. Ragıp Öğretmen hemen dönüp “Merhaba!,, dedi. Hemen Josef Haydn’dan söz açtı. Haydn’ın, Viyana klasiklerinin ilki sayılmasına karşın, gerçekte Viyana halkının pek yakından tanımadığını, Viyanalıların gerçekte Mozart’ı daha önce tanıdıklarını, çünkü Viyana Sarayının İtalyan müzikçileri tuttuğunu, Çocuk Mozart’ın sayesinde Alman Kökenli bestecilerin orada yer bulduğunu, Haydn’ın, bir Macar kökenli kontun himayesinde uzun süre tanınmadan besteler yaptığını, kendisinin Viyana’dan çok, Mannheim okuluyla bağlantılı olduğunu anlattı. Haydn’ın kardeşi Michael Haydn’ın Mannheim’de çalıştığını, ayrıca Mozart’ın babası Leopold Mozart’ın da Mannheim akımı etkisinde kaldığını söyledi. Ancak dahi Mozart’ın, dengeleri bozduğunu, Viyana’yı sarmış olan İtalyanları gözden düşürdüğünü, özellikle opera alanında İtalyan egemenliğini kaldırdığını, işte bu sıralarda Josef Haydn’ın da yıldızının parladığını anlattı:
- Arkadan gelen Beethoven de onların çizgisinde gidince, sonra Schubert, Bruckner, Brahms derken Viyana bir müzik kenti oldu, daha sonra gelen Strauss’lar, Lehar’lar Viyana’nın ününü ayyuka çıkardı’ dedi. Bu sıra senfoni başladı. Senfoni de çok sakin başladı. Aklım adına takıldı:
-Neden filozof? Filozof, felsefe ile uğraşan kişi! Sokrat, Eflatun, Aristo, İsa’dan önce 5. yüzyıl… Descartes, Leibniz, Spinoza İ.S. 17. yüzyıl. Kant, Hegel, İ.S. 18.yüzyıl derken senfoni bitti. Kant’la Mozart-Haydn aynı zamanda yaşamışlar. Acaba birbirlerinden haberleri oldu mu? Ben bunu J.J Rousseau’da araştırdım. J.J. Rousseau kendisi müzikle de çok ilgilenmiş. Oysa, kendi yaşarken bir dahi olarak Paris’e gelip konserler veren Mozart’tan haberi yok. Yakın dostu Grimm, Mozart’la ilgilenmiş. Onun duymaması olanaksız. Acaba neden anılarında bile hiç anmıyor?
Konserden sonra Ulus’a indik. *
Akşam haberleri:
-İtalyan faşist diktatör Mussolini asılmış, Alman faşist Hitler, yetkilerini Deniz kuvvetleri komutanına devretmiş! Almanya Müttefik kuvvetlere teslim olmuş! Şimdi ne olacak? Almanya paylaşılacak mı? Almanya zaten 50 yıl önceye dek parçalı, küçük devletler durumundaymış, gene öyle olur. Hasanoğlan durağında inene dek bunlar konuşuldu. Hasanoğlan’a yönelince konular değişti; yarın pazar, toplantı olabilir. Gülenler oldu:
-Toplantı olursa Okul Müdürü gelecekte olacakları bize anlatır (!) “Aman aman, onun anlatacaklarını biz de düşünürüz!”
Yemekte de söz savaşa döndü:
-Şimdi Japonya ne yapacak?
-Amerika ile başa baş savaşacak! Belki de anlaşarak savaşı bırakırlar. Neden olmasın? Japonya aldığı yerleri terk ederse savaş neden sürsün?
-O kadar kan döküldü, Amerika öcünü almadan bırakır mı?
-Biz şimdi savaştan kurtulduk mu?
-Onu Stalin biliyor, elinde iyi yetişmiş savaşçıları var, onlara güvenerek savaş isteyebilir!
Konuşmalar hoşuma gitmedi, kalkıp salona gittim; kimseler yoktu, bir süre piyano çaldım. Sessizlikte kendimi dinlemek çok hoş oluyor. Yatakhaneye gittiğimde herkes uyumuştu. Yatar yatmaz uyuduğumu sanıyorum.