2. Derginin Daha Az Eleştirilmesini Birileri Değerlendiremedi
7 Nisan 1945 Cumartesi
Mehmet Gönül’le birlikte çıktık. Arkadaş, Ankara’ya gideceğimi bildiğinden bana sorular sordu. Konser ne kadar sürüyor? Sonraki zamanları nasıl dolduruyorsunuz? Olabildiğince gerçekleri anlattım. Ankara’da üç saatlik bir kazançlı zamanımız oluyor, sonraki zamanlar gerçekte bizden giden değerli saatler. Geziyoruz ama gezmek, sürekli bir kazanç sayılır mı?
Sıtkı Şanoğlu Öğretmen önce bize bir muştuda bulundu:
-Yarın sabah izinlisiniz, pazartesi gene burada buluşalım. Olayı bildiğim için teşekkür ettim, Mehmet Gönül acayip acayip yüzüme baktı, anlattım:
-Komutan, yarın düzgün adım yürüyüşleri yaptıracak. O, bunu zaman zaman hep yaptırır.
Bizim de bir pazarımız olacak! diyerek kahvaltıya gittik. Bizim masa konser bilmecelerini sürdürüyor! Piyano mu, keman mı? Neden viyolonsel, klarnet ya da flüt olmasın? Haydn, Boccherini viyolonsel konçertolarını dinledik. Klarnet olarak Mozart’la Weber’inkileri biliyoruz Flüt için ise tek ad Mozart. İki flüt konçertosunun ikisinin de plakları var, sık sık dinliyoruz. Özellikle biri bizim dilimize düşmüş durumda. Çünkü konçertonun bir melodisi birileri (*) tarafından valse çevrilmiş; ünlü Vals Kralı olan Johann Strauss’un Mavi Tuna Valsi Mozart kv 313 Sol Major Flüt Konçertonun melodisiyle benzeşik. Böyleyken Johannes Brahms bunu görmezden gelmiş, o vals için inanılmaz söz söylemiştir. Müzikseverler arasında sık sık tekrarlanan olay şöyledir. Johann Strauss’un ününün doruğa çıktığı 1880’li yıllarda Viyana’da yaşayan Johannes Brahms’a sormuşlar:
-Viyanalıların şu çok sevdiği Vals Kralı olarak taçlandırılan Johann Strauss’un besteleri için ne diyorsunuz? Bilindiği gibi Johannes Brahms armoni düşkünü, kurallara kesinlikle uyan bir besteci. Johannes Brahms soranları şaşırtan bir cevap vermiştir:
-Johannes Strauss’n bir tek Mavi Tuna’sı için bütün bestelerimi feda ederim. Tanrı bana onu bestelememe yardım etseydi, başka bir eser için elime kalem almazdım. Oysa Johannes Brahms’ı bile böylesi etkileyen Mavi Tuna valsi olayı bizim bu konuda daha duyarlı davranmamıza yardımcı olabilir.
-Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklı, Türk yılmaz, cihan yıkılsa Türk yılmaz. Kavgaya girse, tek bile kalsa Türk yılmaz’ diye gidiyor. İşin ilginci bu marşı ilkokullarda tüm arkadaşlar öğrenmiş. Beypazarı’nda okuyan Talip Apaydın gibi, Ödemiş’in bir köyünde okuyan Ekrem Bilgin, Kırklareli’nin İnece Bucağı’nda okuyan Abdullah Erçetin de öğrenmiş. Mozart’ın bir eserinde dinleyince hepimizde bir ilgi uyandı: Nasıl olur?
Nasıl olurumuza daha sonra Öztekin Öğretmen açıklık getirdi: Beğenilen melodilerden, adı geçirilerek böyle yararlanılıyormuş. Verdi’den Zafer Marşı: “Artık savaş bitti ey şen arkadaş-Büyük zaferin günün terennüm edelim”; Bizet’den: “Başımız gökte dağlar aşarız bizler bu yurdun, gençleri”; Gençlik Marşı: “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar” bir İsveç şarkısından böyle alınmış. Söz konusu ettiğiniz marş çok yaygın benimsendiğinden belki bestesinin alınışı unutulmuştur.
Kahvaltıda konumuz bu oldu:
-İşte biz bunu kolay yapabiliriz (!) Önce Ekrem Bilgin Beethoven’in keman konçertosuna, İbrahim Şen Mendelsshon keman konçertosuna sahip çıktılar. Ötekiler de arayışa geçer gibi olunca ben de söze karıştım. Franz Liszt, 2 no.lu Macar Rapsodisi, Da da da dammm! Da, da, da, da dammmm! Sözlerini sordular: Sözü mözü yoktu, salt ortalığı karıştırmak için söylenmişti!
Aynı neşe ile trene indik.
Trende olayı Şevki Aydın’a anlattım, Şevki Aydın söz konusu marşın sözlerini tam olarak biliyormuş. Sözleri gerçekten Kazım Karabekir Paşa’nınmış.
Türk Yılmaz Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklıTürk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mıTürk yılmaz, Türk yılmazCihan yıkılsa Türk yılmaz Göğsü imanlı, temiz vicdanlı
Konservatuvarın alt salonu gene tıka basa doluydu, öğrenci seçimi varmış. Konservatuvara nasıl öğrenci alınıyor bir türlü öğrenemedim. Geçen yaz Millî Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel, kendi çocuklarını anlatırken:
-İkiz çocuklarım, kızım Canan’la oğlum Can, bu yıl liseyi bitirdi; kızım Canan kararlı, Konservatuvara kaydını yaptırdı. Oğlum Can kararsız, akşam Hukuk Fakültesi diyor sabah bakıyorum Dil, Tarih- Coğrafya fakültesine dönmüş! deyip gülmüştü. Kızı, Konservatuvara liseden geçiyor. Oysa buradakilerin çoğu ilkokul, ortaokul düzeyindeki çocuklar. Kafamda bu soruyla salona girdim. Az sonra Faik Öğretmen geldi; sanki benim kafamdakini okumuş gibi:
-Biliyor musunuz, bizim burası her sene bu sıralar böyle dolar taşar. Bu kargaşaya bakıp aldanmayın kısa bir zaman sonra burası olağanüstü bir düzene girer deyince, içimden:
-Tamam, öğretmen sorumu açıklayacak! diye sevinirken Faik Öğretmen:
-Bir sürpriz, Beethoven’in 3’lü konçertosunu dinleyeceğiz. Bakın iki kardeş nasıl yetişmiş, büyük eserleri birlikte çalıyorlar: Necdet Remzi Atak keman, Ferhunde Erkin piyano. Bunları başka eserlerde de dinledik. Usta kemancı Necdet Remzi Atak, geçen yıl da bu eseri çalmıştı. Viyolonselde bu kez başka bir sanatçımızı, Nusret Kayar’ı dinleyeceğiz. Çalınacak eserlerin sonuncusundan başladım, demek ki onu önemsedim. İlk dinleyeceğimiz bir opera uvertürü, Rossini, Sevil Berberi Uvertürü. Arkasından Josef Haydn’dan bir senfoni. Biraz tam tamlı olduğu için asker senfonisi de derler. Haydn’ın son senfonilerindendir.
Öğretmen az duraklayınca konuşmasının bittiğini sandık, kıpırdanmalar oldu. Tam o sıra Öztekin Öğretmen geldi, Faik öğretmenle konuştular. İkisi de:
-İyi, iyi, tamam, tamam! dediler. Faik Öğretmen gülümseyerek:
-Bugünkü konuşmamıza bir de opera ekleyelim, Mozart’ın ilk operalarından biri. Bizim Tatbikat Sahnesi onu birkaç yıl önce başarıyla oynamıştı. Şimdi yeni bir ekip tekrarlıyor. Bugün son provaları, sessizce izleme izni istedik. Oyun daha sonra sahneye çıkacak, sizlerin tatile çıkacağını düşünerek izin rica ettik. Bir operayı salondan değil sahnenin içinden izleyeceğiz. Uzun sürmez. Eseri Mozart 12 yaşındayken bestelemiş. Mozart, bildiğiniz gibi 1756 yılında doğmuştur. Bu eseri ise 1768 yılında Viyana’da oynanmıştır. Kısacası biraz çocuk işidir ama müziği pek öyle küçümsenecek türden değildir. Biz ayrıca operaların nasıl zorluklar içinde sahnelendiğini yakından görmek olanağını kullanacağız. Eser, prova edilmektedir. Yarım saat kadar sürecektir. Ayakta izleyeceksiniz. “Sıkılırım!” diyen gelmeyebilir.
Öğretmen bundan sonra konuyu anlattı. Sahnede üç kişi vardır, Bastien ile Bastienne genç, mutlu yaşayan köylü bir aile. Bastien işi gereği dışarılarda gezer. Onu görüp göz koyan bir kentli ya da saraylı bayan, önce hediyeler verir, sonra da kendine döndürmeye çalışır. Bunu sezen Bastienne, bir süre düşündükten sonra derdini bir sihirbaza açar. Sihirbaz Claz, Bastienne’e övütler verir:
-Bastien eve döndüğü zaman ona eskisi gibi yumuşak davranma, söylediklerini önemseme, sanki ondan soğumuş gibi dur. Sevgini bir süre içinde tut! der. Bastienne, sihirbaz Claz’ın dediklerini olduğu gibi uygular. Bastien, aradaki soğukluğu çabuk sezer, daha doğrusu suçluluğunu kabul edip evden uzaklaşma alışkanlığını ortadan kaldırır. Böylece iki sevgili tekrar eski candan bağlılığını şarkılarla kutlarlar. Onları izleyen Sihirbaz Claz da kendi sihrinin iyi sonuç vermesinden mutluluk duyarak gençlerin neşesine katılır, üçlü söyleşilerle oyun biter.
Faik Canselen Öğretmen “1yi seyirler!” dileyip ayrıldı. Biz de, topluca altta oldukça büyük bir odaya indik. Bir sıra insan oturuyordu. Saadet İkesus, Mesude Çağlayan, Rabia Erler, Nurullah Şevket Taşkıran tanıdıklarımız. Sonradan görevli olduğunu öğrendiğimiz Orhan Günek, Muazzez Ünal, bizim öğretmenimiz Mahir Canova ile Ertuğrul İlgin ayaktaydılar. Odada bir piyano vardı. Saçları aklaşmış, Çaçkes olarak tanıdığımız piyanist geldi, orkestra yerine piyano çalacakmış. Mahir Öğretmen açıklama yaptı.
Piyano başlayınca bir kargaşa olur gibi oldu, ya da bana öyle geldi, oldukça ince sesli şarkılar başladı, arada konuşmalar geçti. Önümüzde hareket edildiği için gerekince izleyememekle birlikte sesler çok güzel duyuluyordu. Mahir Canova öğretmen bir yerde ellerini şaplatarak oyunu durdurdu. Üç kişinin birden söylemeye başladığında biteceğini bildiğim için alkışa hazırlanırken oturanlar, Güzel, bravo diyerek alkışladılar. Oynayanlar, gidip kiminin elini sıktı kiminin elini öptü. Nurullah Şevket Taşkıran’ın elini ise herkes öptü. Gözüm Muazzez’e takıldı. Kutlamak isteyecektim, öyle ortaya çıkıp yaklaşmaya cesaret edemedim. Dışarı çıkarken, önce çıkmış olan Muazzez geri dönünce karşılaştık. Ben sormadan o:
-Bunda ben de oynamıştım, şimdi ise çalıştırıcılık yapıyorum! deyip güldü. Kutladım. Muazzez, nedense Süheyla’yı anımsamış, gülümseyerek:
-Süheyla ayrıldı biliyor musun? Duyduğuma göre evleniyormuş. Bilmediğim halde yalan söyledim:
-Biliyorum, bir hemşerimle evleniyor! Yaaa, bunu bilmiyordum! deyip gülerek ayrıldı.
Oyun için yarım saat falan denmişti ama biz Ulus’a indiğimizde Millî Eğitim Bakanlığı dağılıyordu. Stajdaki arkadaşlarla karşılaştık. Dora Abla’ya uğramaktan vazgeçtim. Az önce toplu yerden çıktığım için sinemaya gitmeyi de düşünmüyordum. Bakanlıktan gelenler topluca daha önce karar vermişler, Çubuk Barajına gideceklermiş. Rahmi Özdemir, Vacit Akyol, Musa Eroğlu, Nuri Özyıldız, Fevzi Özlen. Nusret Ökmen. Hiç birisi çok yakın arkadaşım değil ama hepsini iyi tanıyorum. Özellikle benim arkadaşım olan Ziya Özlen’ in ağabeyi, Fevzi Özlen koluma girerek:
-Bizimle gel! deyince onlara katıldım. Tek kaygım saat 15:00’ten önce dönmek. Hepsi birden:
-O kadar kalmayacağız, deyince Çankırı Caddesinde bir yerden Çubuk Barajı’na giden bir küçük otobüse bindik. Meğer gideceğimiz yer çok yakınmış. Barajın alt tarafına indik. Otobüs durağı orada. Yolcu olunca her zaman kalkan arabalar oluyormuş. Merdivenlerden yukarıya çıktık. Sular oldukça yüksekte toplanmış. Çevreye baktık. Rahmi Özdemir burasını çok sevdiğini söyledi:
-Dördüncü gelişim! deyince takıldılar:
-Senin amacın barajdaki Su Güzelini görmek. Ancak onu görmen için bizim gibileriyle gelip yaygara yaparsan Su Kızı kendini göstermez. Su kızı kısa zamanda Esther Williams’a dönüştü. Su Perileri filmini kimin kaç kez izlediği tekrarlandı.
Esther Williams
Merdivenlerden aşağıya inince orada köfteciler varmış. Yoğurt köfte yedikten sonra erkenden Ulus Meydanına döndük. Topluca Kızılırmak Kıraathanesine girdik. Doğan Güney, Abdülkadir Ariç, Abdullah Erçetin oradaymış, onları bahane edip son sınıflardan ayrıldım. Abdülkadir Ariç satranç meraklısı, bir süre satranç oynadık. Böylece bugün sinemaya gitmeyi erteledim. Oldukça erken Cebeci yoluna çıktık. Konumuz, çalınacak parçalar. Haydn senfoniyi anımsar gibiyim. 100 numaralı senfoni, sessiz sakin başlarsa da uzun uzun seslerden sonra birden hareketlenir. Arkasından da oldukça gürültülü sürer… Arkadaşlar, Beethoven Triple Konçertoyu anımsamaya çalıştılar. Onun melodilerini anımsamak kolay değil, çok değişken bir ses örgüsü var. Viyolonselin başlattığı melodi piyano tarafından sürdürülürken değişik bir renge bürünüyor. Kemana geçince ise tümden değişiyor. Bellenecek melodilerin kendi içinde bir bütünlüğü vardır.
Mahmut Ragıp Öğretmeni yerinde görünce sevindim. Yalnız olunca, her zamanki gibi oturduğumu görünce elini kaldırdı. Bu benim için iyi bir işaretti, fırsat bulup konuşabilirim. Gerek kalmadı, kendisi döndü, önce Rossini’den söz etti:
-Uçarı bir müzik karakteri var. Onu en güzel anlatan da bana göre bu uvertürdür! dedi. Haydn senfoni için:
-Senfoninin 100 numarayı taşıması, bir de Asker adına bulaşması oldukça ilgi çekmesine karşın uyum, estetik bakımından bence biraz geri plânda senfonilerinden biridir! Gelelim Triple Konçertoya:
-Beethoven, Archduke Üçlüsü adı verilen bir triyo ile deneme yaptıktan sonra bu eseri besteledi. Konçerto türü olarak daha önceki besteciler de ikili üçlü denemeler yapmıştı. Bach, Telemann, Haydn, Mozart, özellikle de Mozart, Flüt-Arp, keman-piyano, keman viyolonsel ya da viyola konçertoları besteledi. Beethoven, bu nedenle ilk sayılmaz. Ancak Beethoven’in çağında özellikle piyanolar çok geliştirildiği için konçerto ilgi gördü. Konçertonun, 5.-9. Senfoniler gibi harcıalem bir melodisi (bellekte kolay kalan) olmamasına karşın üç çalgının da arka arkaya sergilediği tema, dinleyenleri etkiler.
Alkışlar başlayınca konuşmamız kesildi. Kınalı Saçlı da bugün gelmedi. Kendi kendimle kalarak, oldukça rahat dinledim. Sevil Berberi Uvertürü, sahiden uçar-kaçar havası içinde. Smetana’nın Satılmış Nişanlı Uvertürü’nü anımsatıyor. Rossini daha önce yaşadığından, Smetana ondan etkilenmiş olabilir mi? Haydn senfoniyi çok sevdim, oldukça ilgi çekici melodileri var. Triple konçertoda orkestra yerine çalgıları izledim. Viyolonselin homurdanarak çıkışı arkasından piyanonun duru bir şekilde gelmesi hoşuma gitti. Usta kemancı Necdet Remzi Arık onlardan geri kalmadı. İki kardeş, bu eser için kim bilir ne zamandan beri hazırlanıyorlardır. Bu eseri geçen yıl dinlediğimizde de kemanı gene Necdet Remzi çalmıştı. O zaman piyanoda Mithat Fenmen, viyolonselde ise Mesut Cemal Tel vardı.
Çok rahat dinlediğim konserlerden biri oldu. Kendimi toparlayıp kulaklarımı sürekli seslere çevirebildim.
Konser, öteki arkadaşları da etkilemiş, Ulus’a dönerken sürekli konserden söz edildi. Oysa benim ilgimi çeken daha çok iki kardeşin bir konserde buluşmasıydı. Kardeş kardeş bir evde büyümüşler, biri keman biri piyano çalışmışlar. O nasıl bir evmiş ki hem piyano hem de keman çalışılıyor. Çalışanlar başarılı olup konserler veriyorlar, konservatuvarda ders veriyorlar. Zaman zaman da gene bir araya gelip orkestralarla konserler veriyorlar. Ben, Beethoven’in minicik parçası Für Elise’yi ya da Mozart’ın Marş Alaturka’sını çaldığım için neredeyse uçacağım. Oysa insanlar onları evlerinde kardeş kardeş oynar gibi çalarak yetişmişler. Bunları düşündüğüm için arkadaşların konuşmalarından sıkıldım. Durumu sezen Yıldız sordu:
-Bir olaya mı üzüldün? Kendimi toparlayıp Çubuk Barajı üstüne bir numara hazırladım:
-Çubuk Barajı’nı gördüm ama fazla kalamadım. Bir başka zaman gidip daha uzun kalmayı tasarlıyorum. Yıldız gezmelere hazır, haftaya gitmek için plânlar kurmaya başladık. Öteki arkadaşlar da öneriyi beğendi, haftaya Çubuk Barajı görülecek!
Çubuk Barajı bizim masada da önemsendi. Baraj üstüne öyküler anlatıldı. Söz olarak katılmadım ama dinledim. Bir ara erkenden yatmayı düşündüm. Yarın erken kalkmak yok, o nedenle ondan vazgeçip Kitaplığa gittim. Kitaplık oldukça kalabalıktı, yeni kitaplar gelmiş. Kitapların birini çekerken yere bir kitap düştü. Daha doğrusu kitabın içinden bir bölüm düştü sandım; aldım baktım. Gerçekten çok ince ama gerçekten bir kitap. MONADOLOJİ; şimdiye dek duymadığım bir söz. Kitap, 26 sayfa, 25 kuruş. Her sayfası için bir kuruş! deyip güldüm. Kitaplar sayfa sayısına göre değerlendirilse Jean Jacques Rousseau’nun Julie’si on lira olurdu! Kitabı okumaya başladım. Yazarının adını duymuştum: Leibniz, G.W sözleri de varmış. Sabahattin Eyuboğlu öğretmen Montaigne, Bacon, Cervantes, Moliere, Shakespeare yazar sıralaması yaparken özellikle bir sıra da fikir adamının Descartes, Newton, Leibniz, Galileo, Pascal, Kant’ın adlarını da sıralamıştı. Ancak daha sonra bunlar üzerinde durulmadı. Özellikle de Monadoloji sözünü ilk kez görüyorum. Biyoloji, psikoloji, sosyoloji sözlerini biliyorum. Bunlar iki sözden oluşmaktadır. İlk sözlere takılan “loji” bilgi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Monad-oloji sözünün anlamını sezer gibiyim, ancak monad sözü kafama takıldı. Bir solukta okudum. Kitabın sonu bana daha açık geldi. Özellikle Allah fikri üstüne söyledikleri inandırıcı. Bu kez de İhsan Güvenç’in açıkladığı Tanrı fikri’ne takıldım. İhsan bu kitabı okusaydı, belki kitabı o zaman tanımış olacaktık. İhsan’ın söylediklerinden daha inandırıcı fikirler bu kitapta var. Ancak kitabın sonundan anladığımı, başlarında anladığımı söyleyemiyorum. Kitabın başını bir daha okuyup kapattım. Kitaplıktan kitap almak özgürlüğümüz olduğundan kitabı alıp kalktım.
Yatınca aklım iyice karıştı. Kitap, söylemek istediğini sonunda mı yoksa başında mı söylüyor? Allah fikrinin tekâmülünde değişik filozofların görüşleri var. Leibniz onlar arasında var mı? Varsa, kendimi sorumlu tutacağım, bu adı neden doğru dürüst öğrenmedim?
Sabah erken kalkmayacaktım, yatınca da bu yüzden rahat olacaktım. Küçük kitap Monadoloji benim huzurumu kaçırdı. Bir söz vardır, “Sinek küçük ama mide bulandırır!” Monadoloji mide bulandırmadı ama, sanırım kafam karışık, bunun nedenleri üzerinde durmam gerekecek! Bunları içimden içimden soruştururken uyudum.
8 Nisan 1945 Pazar
Yakınımdan geçen soruyor:
-Neden yatıyorsun? Bir iki sorudan sonra az ilerideki Abdullah Ön çıkıştı:
-Siz her sabah yatıyorsunuz, hasta değilsiniz, o bir sabah yatınca neden hasta olsun? Soruya karşılık olarak:
-Odun kesicinin hık deyicisi! Neyse ki söylenenler üzerinde fazla durulmadı. Zaten Mehmet Gönül açıkladı. Törenlerde, Milli Oyunlar kadar, yürüyüşler de önemli, bugün onların çalışmaları var!
Arkadaşlarla birlikte kahvaltıya gittim. Millî Oyunlara katılma yarım saatlik bir erken kalkma gerektiriyor. Pek de önemli değil. Ancak bende bu, sanki bir ayrıcalıkmış duygusu uyandırıyor. Sanki Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün bir parçasıymışım gibi kendimi oraya yakıştırıyorum. Bu duygu sanırım piyano nedeniyle oraya bir bağlanma isteği ya da umudu sonucu doğan bir eğilim.
Kahvaltıdan sonra Allah Fikri’nin Tekâmülü kitabını alıp kitaplığa gittim. Okudum mokudum değip avunuyorum ama kitabı açınca baktım kaldım. Neyi okumuşum ki? 280 sayfalık kitabın ilk 100 sayfasındaki yüzlerce yorumcudan ancak üç beş tanesinin adını biliyorum, Sokrates, Eflatun, Aristoteles, Fisagor,(Pythagore) Zenon… Roma’dan Çiçero, ile Seneca…İslam bölümünden de Gazalî, Farabî, İbni Sina gibi genel birkaç ad. Bunlar da her yerde (derslerde, tarihte, genel konuşmalarda) geçtiğinden, aklımda kalmış. Montaigne ile başlayan 7. Bölümde de Calvin, Campanella, Galileo, Kepler, Bacon, Hobbes, Descartes, Spinoza’dan sonra Leibniz’la karşılaşıyorum.
1645- 1716 yılları arasında yaşamış.
Elimde olmayarak İhsan Güvenç’in tanıttığı kitabı düşündüm. Tanrı!... Kitabı okumadım, ancak İhsan Güvenç, tanıttığı kitabı bir de Dergi’de yazılı olarak anlatı. Onu okudum. Tanıtılan Tanrı değil, insanların Tanrı’yı nasıl algıladığının yuvarlak sözlerle tekrarlanışı. Oysa Tanrı, bir bütün olarak bir başka olay. Bunun ne olduğu ya da nasıl oluştuğu önemli. Tanrı denince insan bunun üstüne bir şeyler bekliyor. Kitabı yazan, din adamlarının her zaman anlattıklarını, bir de ben yazayım! deyip bilinenleri tekrarlamış. İhsan Güvenç’e daha önce sormuştum:
-Allah Fikrinin Tekâmülü kitabını okudun mu? İhsan Güvenç o zaman, yüzüme kuşkuyla bakmıştı. Sanki:
-Bu kitabı okumak yetmez mi? der gibiydi. O öyle karşılayınca ben de susmuştum. Ancak olayı kurcalayınca anladım ki o kitap kimseye yeni bir şey söylemiyor. Orada sıralanan dinler, zaten oluşturulup olgunlaştırılan (öyle sanılan) dinler. Hepsinde bir Tanrı’nın varlığından söz ediyor. Oysa o anlayış bir sonuçtur. Gerçeği araştıranlarsa, (Filozoflar) oluşmuş olanın nasıl oluştuğu üzerinde duruyorlar. Belli ki o oluşan güç, dünyada hatta kainatta (tüm Doğa’da) oluşan öteki nesnelerin türemesini de muştulayacak ip uçları verecektir. İşte bu açıdan bakılınca Tanrı üstüne yapılacak bilimsel bilgi sunumlarına kesinlikle bu konuda yapılmış evrensel özellikli öteki görüşleri de anmak gerekirdi. Saplanıp kaldığım minicik Monadoloji kitabı bu bakımdan beni uyardı. Leibniz Monadoloji’de diyor ki:
-Bilge ve erdemli insanlar, kendi iradelerinden önce gelen Tanrı iradesini üstün görür, onları, her şeyi yapmaya çalıştıran ve bununla beraber Tanrı’nın tutarlı, kesin, gizli iradesinin edimsel olarak meydana koyduğu edimleri, kendilerine ölçü tutan işte budur. Bilinmeli ki, biz sıradan insanlar, “Evrenin düzenini doğru anlayabilseydik, onun en bilge insanların istediklerinin kat kat ötesine geçtiğini, onu olduğundan daha iyi kılmanın (göstermeye çalışmanın) olanaksız olduğunu anlardık!
Leibniz’in söylediklerini düşünürken Benjamin Franklin ile Edison’u düşündüm. Bu bilginler, Leibniz’i iyi anlamışlar herhalde! Tanrısal güç gibi görülen insan gücü ötesi doğa olaylarıyla savaşarak insanlığa yeni ufuklar açmışlardır. Bir yanda insanlar, doğanın doğal devinimlerini tanrısalmış gibi ortaya dökerken birileri:
-Hayır onlar, Tanrı’nın kendine özgü nesneleridir, biz onlardan ötekiler gibi yararlanırız! deyip yeni buluşlarla uygarlığı yükseltiyorlar. Bildiğim kadarıyla Arşimet’ten bu yana tüm bilginlerin yaptığı bu! Biri yıldızları incelemiş, değişmeyen Kutup Yıldızı’nı bulmuş, deryalarda gemiler yönlerini şaşırmadan kıtalar arası dolaşmayı kolaylaştırmış, biri çıkmış yerçekimi yasasıyla üstünde yaşanan yer küresini öküzün boynuzları (*) üstünden indirmiş. Bir diğeri dünyanın döndüğünü söyleyip ay, güneş, yıldızlar üstüne üretilen safsataları ortadan kaldırmış.
Halil Dere geldi:
-Nerdesin? Yazdıklarımı ona da okudum. Pek anlamadığını ancak güzel bulduğunu söyledi. Yazdıklarımı Dergi’ye vermemi önerdi. Aracı olacağına söz verdi. Hemşerisi Rıza Dönmez Dergi Kolunda sözü geçen biriymiş. Rıza Dönmez’i iyi tanırdım. Ancak Dergi’de çıkan, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kuruluşunu anlatan yazısındaki yanlışları görünce, pek özenli bir araştırıcı olmadığı kanısına varmıştım. Kimden, nasıl bilgi aldıysa bizim Kepirtepe’den 1941 yazında gelişimizi de gidişimizi de eksik anlatmıştı. Ayrıca Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kuruluşunda emeği geçenleri de hiç ilgisi olmayanlarla karıştırmıştı. Bunları söylediğimde ise bana:
-Sen doğrusunu yaz! deyip uzlaşmazcı bir tavır takınmıştı. O nedenle ben onunla hiç değilse bu konuda bir daha karşı karşıya gelmek istemem.
*
Yemekte arkadaşlar, önümüzdeki 17 Nisan Bayramı’nın özelliklerinden söz ettiler. Cumhurbaşkanı gelecekmiş, bunu önemseyenlere şaştım. Cumhurbaşkanı, bizim Kepirtepe’ye iki kez geldi. İkisinde de kendisinin çok yakınında bulundum. İkincisinde ise müzik üstüne konuştuk, viyolonsel çalıştığını, ancak başaramadığını söylemişti. Sanki üçüncü kez karşılaşınca başka türlü bir durum olmayacakmış gibi düşünüyorum. Koskoca bir devletin Cumhurbaşkanı, bizim gibi öğrencilerle ne konuşacaktır? Kepirtepe’ye ilk geldiğinde okulun önünde arabadan indi ancak okula girmedi. Çevresini saran öğrenciler:
-Okulumuza gel! dediklerinde İsmet İnönü yanındaki Fahrettin Altay Paşayı göstererek:
-Beni aldı götürüyor, burada da rica ederek ancak durdum; onun daha önemli işleri varmış, bir başka zaman size ayrıca geleceğim! demişti. Neredeyse “Gelmez olaydı!” diyeceğim geçiyor içimden. 2. gelişinde tüm Kepirtepe öğretmenlerinin, yöneticilerinin değişmesine neden gösterilmişti. Eylül ayının başlarında geldi, eylül sonunda okulumuz bir bakıma öksüz kalmıştı. Bunları düşündükçe ben, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün gelişini onun konsere gelişinden farklı düşünmüyorum. Cumartesi günleri konser öncesi giriş kapısında bekleyenler yakından görüyorlar.
Bizim okula gelişini düşünüyorum, duracak belli bir mekân yok, gelse gelse yönetim binasının önüne gelecek. Sonra ne olacak? Kepirtepe’de olduğu gibi yemekhaneye mi alınacak? Buna benzer bir olay yaşandı, A.B.D cumhurbaşkanı adaylarından Van der Vilki geldiğinde konuğu oturtacak yer bulamadılar. Az sayıda gelenleri genellikle bizim bölüme getirip geçiştiriyorlar. Bu durumlar için bir salon neden yapılmıyor?
Ekrem Bilgin anımsattı:
-Bize keman odasını çok görenler konukları düşünür mü?
Yemekten sonra bir süre piyano çalıştım. Geçen hafta Faik Öğretmen gelmemişti. Bu hafta geleceğine göre kesinlikle:
-Gel bakalım İbrahim, geçen haftanın boşluğunu nasıl değerlendirdin? diyecektir. Geçmiş parçalardan bir Czerny Etüt, 2 Chopin (bir etüt, bir mazurka) seçtim. Kısa, ancak ritmik parçalar. Onları daha önce çok rahat geçmiştim. Uzun zamandan beri çaldığım Beethoven Menuet’i de dinletmek istedim. Onu arkadaşlara çok çalıyorum ama Faik Öğretmen ders olarak vermediği için hep kaçamak çalıştım. Yüz bulursam bu kez dinleteceğim. Bir ara Doğan Güney geldi, beni ilk dinleyip beğenen eleştirmenim. Tek ve de değişmez sözü:
-Çok güzel, bu parça daha başka türlü nasıl çalınır be yahu?
Yemekte Faik Öğretmenin geldiğini öğrendik. Ancak, yarın zamanı çok olduğundan gelmeyeceğini tahmin ettim. Gene de gidip hazırlandım. Gelmeyeceğini anlayınca, Kitaplığa uğradım.
Kitaplıkta yeni çıkan dergi tartışması vardı. Geçen sayıda Mehmet Başaran’ın üç şiiri için çok diyenlerden Mehmet Kocaefe yüksek sesle:
-Bana bakmayın, geçen sayıdaki üç şiiri çok görmüştüm, bana inat adam bu kez dört şiir koymuş. Bu kez de konuşursam gelecek sayıda sadece ağasına değil yedi sülalesine şiir yazacaktır. O nedenle ben konuşmuyorum.
Bu anadan, babadan, ağadan mektup modasının nereden kaynaklandığı soruldu. Ben okumadığım için bilmiyordum, başkası da babasından geldiğini söylediği mektubu koymuş. Dedikodu şekline giren konuşmaları daha fazla dinlemeden ayrıldım.
Aydın Gün Öğretmen ayrıldı diye üzülürken Mahir Canova Öğretmen de ayrılır mı? sorusu aklıma takıldı. Ayrılırsa ne olur? Hilmi Girginkoç ayrılınca ne olduysa gene o olur. Bakarsın bir yenisi atanır. Gözlerimi kapadım….
9 Nisan 1945 Pazartesi
Uykumu almışım, kendim kalktım. Başka kalkanlar da oldu. Mehmet Gönül geldi, birlikte alana çıktık. Sıtkı Şanoğlu komutan gelmedi. Mehmet Gönül arkadaş genel durumu bilmiyor. Sordu:
-Arkadaşım bazı sabahlar burası dolup taşıyor, bu sabah neden tenha?
-Bu sabah, salt Köy Enstitüsü katılıyor. Onların toplamı 400 kadar. Ancak nöbetçi sınıfları katılmadığından toplam olarak 300-350 öğrenci katılır. Bunlar, yedi kümedir. Bak, karşıda altı öğretmen var. O kalabalık olduğu günler Sağlık Kolu katılıyor. Sağlık kolu, değişik bir gruplaşma oluşturduğundan onlar kalabalık gruplar olarak geliyor. Komutanları da bir doktor. Her zaman katılmadıklarından kaynaşma olmuyor. O nedenle onlar ayrı grup kuruyorlar. 17 Nisan’dan sonra Sağlık Kolları, ayrı olarak oynayacak!
Mehmet Gönül:
-Arkadaş, ben yokum o işte. Kalabalıkla uğraşmak zor!
-Kalabalığı bir yana Sağlık Kolu öğrencileri oyunlara pek sarılmıyor da! Ben onlarla bir süre mandolin çalışması yaptım, oldukça zorlandım. Öğretmen olacaklara:
-Öğrencilerine bunu öğreteceksin! gibi sözler söyleyerek uyarılar yapardım. Ancak onlara söyleyecek sözüm olmuyordu.
Oldukça düzgün bir hava içinde bu sabahı da geçirdik. 6 küme öğretmeninin dördü bayan. Mehmet Gönül buna da takıldı. Düzeltme yaptım:
-Aslında 7 küme var, biri nöbette, onun da öğretmeni bayan. Bayanlar, öğrencilerle daha iyi anlaşıyormuş. Müdür Rauf İnan’ın görüşü bu! Belki de öyledir. Bizim Kepirtepe’de böyle bir küme sorunu yoktu. Sınıf Öğretmeni adı altında bir öğretmen, bizim sınıfla ilgileniyordu. Sorunlarımız olunca o yardımcı oluyordu. Benim sınıfımın öğretmeni ilk yıldan o ayrılıncaya dek Fikret Madaralı Öğretmendi. Harçlıklarımı ondan alıyordum. O ayrılırken paramı memur Ahmet Gökay Ağabeye teslim etti. Bir yıl sonra da okulu tamamlayıp ayrıldım. Böylece Küme öğretmenim olmadı. Ayrıca bizim Eğitimbaşınız da yoktu. Biz, Eğitimbaşı sözünü son sınıfta öğrendik. Eğitimbaşı’nın gerçekte ne iş yaptığını şimdi de bilmiyorum, diyebilirim. Buraya geldiğimde bir Eğitimbaşı ile karşılaştım. İlk yıl eğitimbaşım oydu. (Tahsin Türkay) O, benim eğitimimle nasıl ilgilendi, ne yardımı oldu? bunu pek anlayamadım. O gitti, yerine şimdiki Hürrem Arman geldi. Arada karşılaşınca “Hemşerim” falan diyor ama (kendisi de Kırklarelili imiş) oradan öte bir ilişkimiz yok, gibi… Bana göre, benim eğitimimle ilgilenen, bölüm başkanımız Mehmet Öztekin’dir. Çünkü o benim her davranışımı gözetleyip değerlendiriyor, gerektiğinde uyarılar yapıyor, iyi hareketlerimi değerlendirerek beni sevindiriyor. Onun süzgecinden geçeceğini bildiğim için ben de onun gözünden düşmemek üzere tüm davranışlarımı disiplin altında tutmaya çalışıyorum. Böylece, tutarlı davranışlarım olgunlaşıp bana şekil veriyor. “Eğitim,, denilen olay da bu olsa gerek!
Beni dinleyen arkadaş gülerek onlarda da bu sözlerin çok sonra başladığını, Kızılçullu’da okul müdüründen sonra müdür yardımcıları bulunduğunu anlattı. Onlarda da müdür değişmesinden sonra bu tür adların başladığını, kendisini de bu konuda bilgisiz olduğunu söyleyip ayrıldı.
Kahvaltıda kendimi tutamadım, aynı konuyu açtım. Meğer herkes benim gibi düşünüyormuş, Eğitimbaşı sözünden önce eğitimin ne olduğu tartışıldı. Eğitim ya da eski adıyla terbiye nedir? Gazi Terbiye Enstitüsü’nün adı Gazi Eğitim Enstitüsü olarak değişti. Eğitimle terbiye aynı anlama geldiğine göre Terbiyebaşı, değil terbiyeci başı daha uygun bence. Eğitimle eğitimci başka anlama gelmektedir. Eğitimbaşı, eğitimin başı gibi bir anlam taşımaktadır. Eğitimin başı, sonu olur mu? Olursa belli bir kesim için geçerli olur. Örneğin, Köy Enstitüsü’ndeki eğitimimizin sonlarında diyebiliriz! Konuşmamıza kızanlar oldu:
-Saçmalıyorsunuz, koyan koymuş o adları, tartışması bize mi düştü? Salt Eğitim başı, deyip tutturdunuz, Sanatbaşı, Tarımbaşı da var! Arkasından da Kümebaşı eklendi. Kümebaşı, kümesbaşı şakaları arasında Bölüm Salonuna döndük.
Mahir Canova Öğretmenin gelmeyişi, özel bir işinden dolayıymış, ayrılması söz konusu değilmiş; buna sevindik. Az sonra Faik Canselen öğretmen geldi.Faik Canselen Öğretmen gülerek:
-Ah şöyle, rahat konuşacak, bol zamana kavuştuk. Hep böyle olsun! demiyoruz ama arada bu da olmalı! dedikten sonra bana:
-İbrahim bugün sana çok iş düşecek! deyip güldü. Hepimiz ilgiyle sözün sonunu bekledik. Faik Öğretmen Johann Sebastian Bach plaklarından biri pikaba takmamı söyledi. “Herhangi biri olabilir, önemli olan Bach havasını alalım” dedi. Sıralı plakların başında Bach süitler vardı, 1. Süitten ilk plağı taktım. Faik Öğretmen bir süre başını kaldırıp dinledikten sonra:
-İşte size süzülmüş bir barok müzik! dedikten sonra bana:
-İbrahim, istersen durdur, istersen biraz kıs, dikkatimizi çekmesin! deyince durdurdum. Faik Öğretmen piyanoya oturarak Barok Müzik özellikleri üstüne örnekler verdi, açıklamalar yaptı. Barok akımının önceleri İtalya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da farklılıklar gösterdiğini ancak İtalya’da başta Vivaldi, İngiltere’de Henry Purcell, Fransa’da Rameau, Couperin, Almanya’da Telemann, Bach, Handel gibi büyük bestecilerin birleştirici rol oynadıklarından Barok Müzik, giderek belirgin bir karakter kazandı. Bu nedenle bu konu konuşulurken genellikle bu besteciler dile getirilir! dedikten sonra bu bestecilerden plak çaldırarak açıklamalar yaptı.
Faik Canselen Öğretmen zaman olarak da:
-Tarih olarak kesin konuşamayız. Ancak, adını verdiğimiz bestecilerin birbirine yakın yaşam süreçleri biz bir fikir verebilir. Örneğin Vivaldi, 1678- 1740 tarihleri arasında yaşamıştır Bach, Handel’le ötekileri de 1750 dolaylarına dek yaşamışlardır. Öyleyse biz de Barok Çağı’na 1600- 1750 arası diyebiliriz.
Öğretmen bundan sonra Edebiyat alanında değişmelere değindi. Fransa’da Voltaire, Diderot, Jean Jacques Rousseau, Almanya’da Goethe, Schiller gibi yazarların yeni fikirler geliştirdiğini, bunların etkisiyle Almanya’da Mannheim kentinde Stamitz ve arkadaşlarının başlattığı bir akımın sonradan Viyana’da biraz daha farklı geliştiğini, bu nedenle bu akıma Viyana klasikleri dendiğini, bu akımın en doruk noktasına Josef Haydn, Mozart, Beethoven üçlüsünün oturtulduğunu, ancak başka besteciler de sayılabileceğini anlattı. Schubert’i Weber’i, Carl Philip Emanuel Bach’ı, Wilhelm Friedeman Bach’ı, Christoph Bach’ı, Boccherini’yi, Clementi’yi, Giuliani’yi andıktan sonra gülümseyerek:
-Bir de şaşırtıcı bir adı söyleyebiliriz; Prusya Kralı 2. Friedrich. Adam, o kadar işi arasında oturmuş besteler yapmış. Üstelik gelişmekte olan yeni akımlara ayak uydurmaya çalışmış! Faik Öğretmen:
-Sanat olayları biraz da doğuştan gelen isteklerle oluyor. Bakın 2. Friedrich bir kral oğlu. Bin bir çeşit oyun, spor, eğlence içinde yetişmiştir. Öyleyken flüt çalmış, besteciliğe yönelmiştir. Öte tarafta bakıyorsunuz bir hancının oğlu Josef Haydn büyük bir besteci olmuş. O zaman olan bunlar, bizim günümüzde neden olmasın?
Josef Haydn’dan, Mozart’tan, Beethoven’den eserler dinledikten sonra Romantik Çağa gelince Faik Öğretmen:
-Devam edeceğiz! deyip ayrıldı.
Faik Öğretmenden sonra gelen Öztekin Öğretmen kemancılarla bir süre toplu çalışma yaptı. Faik Öğretmen bir şey demedi ama burada olduğuna göre her an çağırır diye düşündüğümden Czerny, Chopin etütlerini tekrarladım.
*
Yemekte, Barok müzik gibi o dönemin bestecileri dillerden düşmedi. Ekrem Bilgin kolayını bulmuş:
-Şunun bunu demeye gerek yok; içlerinde dört tane Bach var. Büyük Bach’ı nasıl olsa öğrendim, arkasından oğulları deyip geçerim! Ekrem geçerim! dedi ama arkadaşlar sordular:
-Hangi oğlunu söyleyeceksin? Carl Philiph Emanuel, Johann Christian, Johann Christoph, Wilhelm Friedemann, Gottfried Heinrich, Johann Gottfried adları sayıldı. Ortaya altı ad çıkınca Ekrem haklı bulundu. ”En iyisi Bach’la oğulları demek olacak.
Yemekten az sonra Faik Öğretmen geldi, alt odaya indik. Piyano üstündeki kitapları karıştırdı. Mozart, Schubert, Beethoven, Chopin, Czerny, Hanon vardı. Faik Öğretmen:
-Bach’tan hiç mi çalışmadık?
Çalışmıştım, yukarda olduğunu söyleyince gidip getirdim. Bach’ın eşi Anna Magdalena için düzenlediği bir kitap. İçinde kısa parçalar var; bunların iki tanesini daha önce çalmıştım. Faik Öğretmen bana:
-İbrahim, bunları sakın küçümseme, bunlar senin o Haydn, Mozart ya da Beethoven sonatlarından daha geçerli olacak parçalardır.
Öğretmen nedense beni dinlemedi. Açtığı kitaptan birkaç parça çaldıktan sonra bana Bach’tan bir musette ile Telemann’dan İngiliz Jigi (Gigue a l’Angoise) adlı parçayı verdi. Öğretmen çalınca kolaymış gibi geldiği için sevindim. Çünkü parçalar birer sayfalıktı. Öğretmen ayrılınca hevesle çalışmaya başladım. Bach Musette kolay gibi geldi ancak bir türlü toparlayamadım. Faik öğretmenin çaldığı parça ile benim çaldığım ayrı parçalarmış gibi bir duyguya kapıldım. Tempoyu da bir türlü doğrultamadım. Oldukça umutsuz bir duygu içinde Czerny ile Chopin parçalarını çaldım. Doğan’la Abdülkadir Ariç geldi. İkisi de bana hayran, övdüler. Oysa ben içimden kendimi yiyordum. Gene de yararları oldu, yemeğe birlikte gittik.
*
Yemekte aynı konuşmalar:
-Keman, yay, reçine, tel…Seybold, Schubert, Mozart, Toselli, Weber, Vivaldi… Konu çıkan dergiye döndü. Öteki bölümlerdekilerin konuları anıldı. Zararlı otlar, koyun gübreleri, arsız otlar…Yapı Kolununsa taş, tuğla, kiremit. Kamil Yıldırım sordu:
-Kızlar da var onlar ne okuyorlar?
- Ev İdaresi öğreniyorlar.
-Kimden öğreniyorlar?
-Mimar Mualla Eyuboğlu’ndan
--Sahi, kızların başka bir sorumlusu yok mu?
-Kızların sorumlusu hepimiz! Bizim sınıftaki Fatma ile Dürriye’ye kimse gölge düşürmüyor ama ötekiler sanki yabancı gibi neredeyse dışlanacaklar. Bizim bölümdekilere de dil uzatma yok. Halise, ile Yıldız, tiyatro çalışmalarında neredeyse baş tacı.
*
Kitaplıkta bir grup toplanmış,
Mehmet Kocaefe bana el etti.:
-Gel sen de dinle!
Bu gece nedense Hüseyin Sezgin tartışması var. Dergide çıkan mektupları ne amaçla yazdığı irdeleniyor:
-Anamızın, babamızın konuşmalarını böyle ortalığa dökersek, dilimizin durulaşmasına nasıl katkıda bulunuruz?
Dilimizin durulaşması için daha önce Varlık Dergisi’nde bir yazı okumuştum, onu anımsadım. Yazar, o konuda herkes yardımcı olmalı! diyordu. Birden yazıyı ya da yazarını anımsayamadığım için konuşmalara katılamadım ama dikkatle dinledim. Hasan Özden’in, Kemal Güngör’ün, Süleyman Koyuncu’nun savunmaları güzeldi. Dergi, daha tutarlı olabilir. Köy Enstitüleri nasıl belli bir amaç için çalışıyorsa çıkardıkları derginin de (Dergi geleneği doğrultusunda) sınırlı bir yazı seçme ölçüsü olmalı. Özellikle belli kişilerden birden çok yazı alınmamalı! Hüseyin Sezgin’den 4 mektup, Mehmet Başaran’dan bir yazı üç şiir alınması eleştirildi.
Yatınca dilimizin daha duru bir duruma gelmesi için okuduğum yazıyı anımsamaya çalıştım. Varlık Dergisinde çıktığını biliyorum da oradan ötesini unutmama şaştım. Demek ki ben öğrendiklerimin birçoğunu böyle unutuyorum. Oldukça kaygılı bir durumda uyumuşum.
10 Nisan 1945 Salı
Beklenmedik bir durum, yağmur yağdı yağacak durumda, oldukça esintili de! Gene de alana çıktık. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen Sağlık Bölümünü yürütüyormuş. Biz normal olarak oyunları sürdürdük. Mehmet Gönül’e Enver Ötnü de katıldı. Enver Ötnü’yü öğrenciler daha yakından tanıdıklarından, gelişine seviniyorlar. Gene gel öğretmenim! diyenler oldu. Enver Ötnü şakacı, Mehmet Gönül’e:
-Hemşerim, bu sana gelme demek değil, sakın yanlış anlama!
Mehmet Gönül:
-Senin nasıl fitne olduğunu bildiğim için bu uyarına aldırmıyorum. Biliyorum ki o öğrencileri sen ayarladın! Konuşmaları önce ciddiye aldım. Meğer onlar iki hemşeri olarak eskiden beri böyle konuşuyorlarmış.
Hava pek değişmeden öyle sürdü.
*
Kahvaltıda Montaigne Öğretmen konu edildi; yaşadığı dönem bizim ünlü şairimiz Baki ile akran sayılır. Bir iki yaş önce doğmuş ya da ölmüş olabilir. 1530 ile 1600 yılları arası. Padişahlara göre Kanuni, 2. Selim, 3.Murat 3. Mehmet dönemleri. Halil Yıldırım çıkıştı:
-Biz birinden kaçıyoruz sen önümüze daha beş kişi koyuyorsun!
Hoşuma gitti, şiirleştirdiğim, Yükselme Dönemi padişahlarını okudum.
Osman, Orhan, MuratBayezit, Mehmet, MuratMehmet, Bayezit, SelimSüleyman, Selim, Murat!Bu on iki yahşi yiğitBaba oğul dede torunDörder dörder bölüşüp yüz yıllarıSağlam temeller üstüne kurdularDevlet düzenini, yücelttiler onurumuzuTam üç asır titrettiler dünyayı…
Bu sıraladıklarım, Osman Gazi ile 3. Murat yani Osmanlı İmparatorluğunun yükselme dönemidir. 3. Murat 1595 yılında ölmüştür. Bundan sonraki dönemler bildiğiniz gibi hep geriye gidilmiştir. Dikkat edilirse padişah adlarında bile böylesi düzgünlük yoktur. Örneğin Ahmet, Mustafa, Abdülhamit, Abdülmecit, Abdülaziz, Vahdettin v.b. gibi…
Arkadaşlar dikkatle dinlediler. Halil Yıldırım:
-Arkadaş sen bu konuda çok ciddisin, otur da bunları şimdiden yaz! dedi. Ben de:
-Yazdım bile, bastıracak bir dergi bulsam hemen vereceğim! dedim. Arkadaşlar şaka olarak:
-Bizim Dergide bastıralım!
Dilimin ucuna geldi ama söylemedim:
-Bizim dergi şimdilik birilerinin analarına, babalarına, ağalarına göndermedikleri mektuplarını basıyor. Besbelli onlar yedi sülâlelerine yazacakları mektupları bitirmeden bize sıra gelmez! Böyle düşünmeme karşıngene de:
-Onlardan bize sıra gelmez! diyerek bu konudaki kanımı açıkladım.
*
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. Yerine oturunca bir süre yüzlerimize baktı:
-Montaigne Öğretmeni unutmadık. Biz onu unutsak bile öğretmen olduğumuz sürece o bize kendini anımsatacaktır. Gene de bu bir yaşam sorunudur, bir kişilik göstergesidir. Kendimizi, öğrendiklerimizi unutmaya alıştırırsak Montaigne değil kendi babamızı bile umursamaz oluruz. Ben size bir başka açıdan öğrenileceklerin unutulmaması için önerilerde bulunmak istiyorum. Bu konuya daha önce değindik, biliyorum. Ancak değinilen konular geçen zaman içinde oldukça renk değiştiriyor. Biz bu değişime unutma da diyebiliriz. Anmadan edemeyeceğiz, Montaigne usta bize bu konuda unutulmaz bir yol göstermişti. Hani o, alıntılar vardı ya onlar, belleğin birer tutamak noktasıydı.
Öğretmen Montaigne Denemeler kitabını açarak sıra ile alıntılardan birkaç örnek okudu. Kitabı kapatarak sordu:
-Harcıâlem sözünü duydunuz mu? Duyanlar çokmuş, parmaklar kalktı. Ancak öğretmen kendisi söyledi:
-İşte o bildiğiniz söze uyup biz de konuşabiliriz, salt Montaigne Denemelerinde saplanıp kalacak mıyız? Dünyanın benimsediği evrensel kültürü oluşturan büyük yazarların sayısı öyle sanıldığı kadar çok değildir. Bir elin parmakları yetmez belki ama iki elin parmaklarına asılanları tanımak insanı, sıradan insanlardan ayırmaya yeter sanırım. Gelin isterseniz biz de bir sıralama yapalım. Montaigne Öğretmen biz bir ölçü olabilir. İnsanlığa ışık tutan önde gelen kişileri gelin bir sıralayalım. Ancak bu insanlar öyle tarih derslerini süsleyenler cinsinden olmasın, onların sayıları sonsuzdur. Bizim konumuz, eser vermiş, eseri bizim elimize dek gelen ya da gelebilecek türden kişiler olmalıdır.
Parmaklar kalktı. Sokrat, Eflatun, Aristo, Sofokles, Öripides, Moliere, La Fontaine Bacon, Shakespeare, Servantes, Goethe, Schiller, Luther, Tolstoy, Dostoyevski, Maksim Gorki sayıldı. Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın bu sevindirici bir durum. Ancak, eksiklik eksiklikti. Hep tartışılmaktadır: Rönesans ne zaman başladı? Ne dersiniz? Bizde bunu çok kolay bir nedene bağlıyorlar: Efendim, Türkler İstanbul’u alınca Bizans aydınları İtalya’ya geçmiş, böylece Rönesans başlamış. Demek oluyor ki, Tükler İstanbul’u almasaydı, Rönesans Bizans’ta başlayacaktı. Bunlar işin kolay daha doğrusu lâf tarafı. Bizans daldığı karanlık uykusunda uyurken İtalya’da Dante, Boccaccio, Petrarka gibi yazarlar yetişmişti. Dante, Osmanlı devletinin kuruluşundan önce doğmuş, Osmanlı Devletinin kuruluş günlerinde yaşamış bir yazar. İstanbul bundan tam 150 yıl sonra Türkler tarafından alınıyor. Petrarca ile Boccaccio da öyle, onlar belki Osmanlı Devletinin büyüdüğü dönemde yaşadılar. Gene de İstanbul’un el değiştirmesi ile bir ilişkileri söz konusu değildir. Salt bu yazarlar değil elbet, bunları başkaları izledi. Bunların aydınlığı öteki sanatlara sıçradı. Ancak bu sıçramalar, duraksamalara uğramakla birlikte giderek gelişti. İşte bu gelişmeye sırt çeviren Bizans yok olurken daha önce kök salan Rönesans ağacı dallanıp budaklandı. Öyleyse olay Bizans-Osmanlı sorunu değil, insanların düşünsel alanda uyanması olarak doğdu.
Gelin şimdi de yukarıda saydığımız listeye Dante, Petrarca ile Boccaccio’yu ekleyip bunların bize bıraktıkları ya da bırakmak istediklerini anımsayalım.
Dante, Kendi adıyla anılan DİVİNA COMEDİA’yı
Petrarca, De Viris İllistribus ile Episiolae Mitica’yı
Boccaccio, Decameron’u Bizans çökümünden çok önce yazmıştır.
İsterseniz listemizi biraz kısaltabiliriz. Örneğin Sokrat, bizim anlatmak istediğimiz anlamda fazla bir şey bırakmamıştır. Onun sözleri zaten Eflatun’da vardır.
Adlar sayılarak yapılan irdelemeler sonunda Servantes, Shakespeare, Moliere, Goethe, Tolstoy, kaldı. Öğretmen Servantes’in Don Kişot’unu okuyanları sordu. 60 kişilik sınıfta on kişinin okuduğunu görünce duraksadı. Bir ara da acımsı gülümseyerek.
-Bakın burada ilginç bir tezat var. Don Kişot deyince konuşmaya herkes katılıyor. Ama neye katılıyor? Nasrettin Hoca hesabı, yaygın bir yanı kuşaktan kuşağa taşınmış, duyanlar onunla yetinip, ötesini kurcalamamış. İşte bu kültür değil, kaba tabirle alaturkalıktır. Duyduklarıyla yetinmek, gelişmeyi daha baştan umursamamak oluyor ki işte bu, kişinin kendini içinde bulunduğu çevreye bırakmasıdır. Bundan sonra da gözleri çevresindekilerdedir. Oysa çevresindekiler daha önce onun yaptığını yaptığından yerinde saymaktadır. Geri kalmış toplumların sorunu budur. Bireyler, kendi yetilerini denemedikçe bir tolumda değişim olmaz.
Sabahattin Öğretmen birden değişir gibi olarak:
-Montaigne Öğretmeni incelerken size bir ödev vermiştim, yaptınız belki ama olsun onu bir kez daha ele alıp genişletin. Montaigne öğretmenin kaynak kişilerinin kitaptaki sözleri ile konuşan kişiler hakkında kısa bilgiler toplayın. Bunu bir ödev olarak bekliyorum.
Sabahattin Öğretmen, Servantes’ten sonrakileri de konuşalım! deyip ayrıldı.
Büyük salona giderken birileri Tante, tante dantele, kurdele gibisine sözler söyledi, gülenler oldu.
Salona yerleşirken Yunus Kazım Öğretmen geldi. Yunus Kazım Öğretmen yüzlerimize bakarak:
-Yer değiştirmek zahmetli oluyor, isterseniz ben oraya geleyim! dedi. Kısa bir konuşmadan sonra derslerimizin gene büyük salonda olması kararlaştırıldı.
Yunus Kazım Öğretmen sözü bıraktığı yerden sürdürdü. Geçen dersten ayrılırken:
-Unutmayalım ki bilgiler, iplik örümleri gibi bilginlerin adları etrafına atılan söz ilmikleriyle örülüp beynimize işlenmektedir!
demişti. Aynı sözü tekrarlayıp açıklatmak istedi. Azmi Erdoğan, Mustafa Aydoğan, Mustafa Yüksel, Sabri Taşkın sıra ile söz aldı. Benzer sözleri söylediler. Öğretmen, bilginlerden çok bilime kendini adamışların yaptıklarına saygı umuyor olmalı; arkadaşlar hep bilinen olayları sıraladılar; örneğin Arşimet dairesinin bozulmamasını istemiş, Diyojen “Gölge etmeyin!,, demiş. Galilee “Ama gene de dönüyor!” demiş! Öğretmen bir süre dinledikten sonra kendisi konuştu:
-Her söz, kapalı ya da çok derin anlamlar taşımaz. Ya da öyle algılamamalıyız. Burada söylenmek istenen bilgilerin daha önce onlar üstünde duranların hazırladıklarını bilerek incelenip öğrenilirse kalıcı olur. Bizler bunu okuyarak öğreniriz. Öğrendiklerimizle düşüncemiz arasında sıkı bağlantı kurarsak öğrenmek istediğimizi daha sağlıklı öğrenmiş oluruz. Yapılanların özünü kavramadan olayın üstüne abanırsak, beklediğimiz sonuca ulaşamayız.
Öğretmen bundan sonra pozitif bilimlerin deneylere dayandırılması süreci üstüne bilgiler verdi. Sabahattin Öğretmen’in dersinde okuduğumuz Bacon olayını anlattı:
Doğada her olayı dinsel açıdan açıklamayı sürdüren papazlar, zaman zaman toplanır önemli buldukları konuları tartışırlarmış. Ancak tartışmaları bir yenilik kapısı açmak değil, tersine yeni kapı açılmasını önlemekmiş. Bu toplantılara genellikle hep yaşlı papazlar katılıyormuş. Orta çağın karanlık günlerinin birinde yapılan bir toplantıya nasılsa bir genç papaz adayı da katılmış. O toplantıda tartışma konusu atların dişleriymiş. Yaşlı papazlar saatlerce atların dişlerini tartışmış, atın kaç dişi olduğunu, bunların kaçının alt çenede kaçının üst çenede olduğunu, dişlerin yaşlanınca ne olduğunu tartışmışlar. Tartışma uzayınca sabrı tükenen genç papaz adayı dayanamayıp söz almış:
-Şu yakında bir at bakıcısı var, bu söylediklerini gidip atlarda baksak olmaz mı?
Hikâyenin ötesini bilmiyoruz, genç papaz belki paparayı yedi ama, söylediği yankı bulmuş, atın dişini atı inceleyerek öğrenme giderek tüm olaylara sıçramış böylece deney, araştırma derken pozitif bilimler doğmuştur. Öğretmen bundan sonra Psikoloji biliminin de bir bilim olduğunu, bunun da deneylerinin yapıldığını örnekler vererek açıkladı. Psikolojik deneylerde illa laboratuvara gerek duyulmadığı, çevremizdeki insanlara bakarsak bunun her dakika yapıldığını örneğin küçük bir çocuk kabahat işleyince annenin elini kaldırması karşısındaki tavrı bir psikolojik deney sayılabileceğini, keza sınıfta yaramazlık yapan bir öğrencinin savunma sürecindeki değişiminin bir psikolojik olay olduğunu anlattı. Öğretmen, sözü gene öğretmenliğe getirerek, öğrencilere güven vermek için öğretmenlerin takınacağı tavırları sıraladı. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır,, sözünü anımsattıktan sonra bu sözü tüm öğretmenlerin benimsemesini dileyerek ayrıldı. Yunus Kazım Öğretmenin Tatlı Dil söylemi birden bana anımsayamadığım yazıyı anımsattı. Yaşar Nabi Nayır’ın Değişen Dile Ayak Uydurmalıyız! Başlıklı yazısı…. Eski Varlık Dergilerinden bulacağım……
Arkadaşlar, öğretmenin kimi sözlerini değişik anlamlarda yorumlarken ben de tam tersine sanki tüm dediklerini yerinde bulmuş havamda yemeğe gittim.
Bizim masa, sınıfın aynası gibi, genel yorumlar yapılıyor. Bu günkü önemli söylem de “Kim okur o kadar kitabı!” Ne kadar kitabı? diye sorsan karşılık yok. O kadar kitap dedikleri de verilen adlardan bir kitap okunsa on kitap eder. Eflatun, Sofokles, Dante, Boccaccio, Eflatun, Shakespeare, Moliere, Goethe, Cervantes, Tolstoy… Bu yazarların kimisinden birden fazla kitap okuduğumu söyleyince yüzüme tuhaf tuhaf bakanlar oluyor.
*
Masadan kalkınca, sanki masadaki konular ortada kalıyor. Kendi salonumuza giderken herkeste bir başkalaşma oluyor. Salonun kapısından girince neredeyse başka insanlarız. Özellikle Bölüm Başkanımızla karşılaşınca neredeyse, öteki yerlerdeki Ben’ler yok “Biz,, oluyoruz. Nasıl oluyorsa Ziya Gökalp’in dizelerini anımsıyorum:
“Sen ben yokuz biz varız!,,
Öztekin Öğretmen nedense oldukça geç geldi. Gelince de bir süre odasında oyalandı. Ders yapmayacağını düşünmeye başlamıştık. Gelince yarım kalan Müzik akımlarını tamamladı. Viyana Klasiklerini tekrarladıktan sonra bu kez müziğin din baskısından kurtulup halkça benimsendiğini, buna da Viyana halkının öncülük ettiğini, daha sonra Paris başta olmak üzere öteki kentlerin katıldığını anlattı.1850 yıllarına gelindiğinde özellikle o dönemdeki başkentlerin bir bakıma müzik yarışına girdiklerini, Viyana’da çalınan bir eserin kesinlikle Paris, Berlin, Londra, Moskova ya da Petersburg’da da çalındığını anlattı. Özellikle operaların bir uygarlaşma ölçüsü sayıldığını belirtti. Örnek olarak, Bavyera Kralı 2. Ludwig’in Wagner’in operalarını rahatça göstermesi için Bayreuth kentinde Özel Wagner Operası yaptırdığını anlattı. Wagner’in böylece Alman ırkının kökenlerine inen konuları Alman Ulusunun önüne operaları aracılığıyla çıkararak yüzyıllardır dağılmış bulanan Alman ulusunun birliğinin sağlanmasına önayak olduğunu söyledi. Wagner’in kendi ulusu için yaptığı bu ulusçu çıkışın başka uluslara da sıçrayarak yaygınlaştığını, örneğin 1870 yıllarında bir Osmanlı eyaleti durumundaki Mısır Hidivliğinin, Mısır’ın geçmişiyle ilgili mitolojik bir olayı ünlü İtalyan besteci Verdi’ye besteleterek günümüzde sayılı operalar arasına sayılan Aida operasını opera dağarına kattığını, ünlü Rus Beşlileri’nden Borodin’in Prens İgor operası ile bizim değerli bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’un Özsoy operasını da bu anlayışın devamı olarak sayabileceğimizi, bu tür operaları seven halkların eğilimleri bestecileri özendirdiğini, Victor Hugo ile 1830’larda Edebiyat alanında başlayan yeni anlayış genç bestecilerce benimsenince Romantik Müziğin 19. yüzyılın simgesi olduğunu anlattı. Böylece daha önceki akımların belli merkezlerde görülmesine karşın Romantik akımın çok değişik merkezlerde öbekleştiğine dikkatimizi çekti. Almanya’da, Schumann, Mendelsshon, Wagner, Fransa’da Berlioz, Bizet, İtalya’da Paganini, Rossini, Verdi, Norveç’te Grieg, Rusya’da Tschaikovski eşdeğerde besteciler olarak kendi bulundukları çevrelerde ün yaptı.
Öztekin Öğretmen konuşmasının sonunda da:
-Müzik, zorlayıcı bir hevesle kazanılmaya çalışılmamalıdır. Çalışılsa da zaten bu gerçekleşmez. Ancak gene müzik, zorlanmadan da hiç olamaz. Bu tezadı kişiler kendileri çözer. Kişi kendini zorlamadan, içinden gelen bir hevesle (gerçekte zorlar ama o bunu önemsemez) güzel sanatların bir dalına sarılırsa olay kendiliğinden çözülür. Biz bunları konuşuyoruz ama bizim böyle bir sorunumuz yok, olmamalı da! Biz bunları bilerek, bilinçli bir dille anlatarak öğrencilerimize yol göstereceğiz. Sakın sakın kendimizi zorlayarak sanatçı yapacağımızı düşlüyorsak nahak yere emeklerimizı tüketmiş oluruz.
Öğretmen bundan sonra, daha önce sıraya koyduğu keman dinleme işine döndü. Her zamanki gibi “Serbest Çalışma! demediği için salondan ayrılamadım.
Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen için hazırladığım ödevi temize çektim.
Bunları yazıyorum ama bu biraz ezber işi oluyor. Önce anlamadığım, Romalı olduğunu bildiğimiz bu kişiler için neden Latin yazarları deniyor? Yunanlıların konuştuğu Yunanca oluyor da Romalıların konuştuğu neden Romalıca olmuyor? Özellikle Sabahattin Öğretmen bastıra bastıra bunlara Latince diyor.
Michel de Montaigne’in Denemeler kitabında geçen Latin (Roma) yazarlar.
*
Augustinus, Augustus, Marcus Tullius Cicero,* Claudianus,* Ennius,* Gaius Valerius Catullus,* Gallus,* Horatius Flaccus,* Julius Caesar, Juvenalis,* Lucianus,* Lucius Annaeus Seneca,* Lucretius,* Maecenas,* Manilius,* Marcus Valerius Martialis,* Persius,* Petronius Arbiter, Plautus,* Propertius, Prudentius,* Publius Ovidius Naso,* Publius Syrus,* Quintilianus,* Quintus,* Tacitus, Tasso,* Terentius,* Tibullus,* Titus Livius,* Virgilius,*
1. Marcus Valerius Martialis:
Quisquis abique habitat, Maxime, Nusquam habitat.
Her yerde olan hiçbir yerde olamaz!
2. Gaius Valerius Catullus :
Velut minuta magno,
Deprensa navis in mari vesaniente vento.
Hafif bir tekne gibi azgın fırtınanın denizde bastırdığı…
3-Virgilius:
Secreti celand calles, et myrtea circum
Sylva tegit, curea non ipsa in morte relinquunt
Gizli yerler, defne ormanları onları saklar ve dertleri ölümde bile peşlerini bırakmaz.
4-Quintus:
Festinatio tarda est!
Acele, gecikmedir.
5. Lucretius:
Scilicet et fluvius, qui non est maximus, ei est
Qui non ante aliquem vidit, et ingens
Arbor homoque videtur; et omnia de genere omni
Maxima quae vidit quisque, haec ingentia fingit.
Sözgelimi bir ırmak isterse büyük, isterse büyük olmasın,
Daha büyüğünü görmeyenlere büyük görünür.
Bir ağaç, bir insan da öyle. Her şey de!
Büyük sandığımızı, biz devleştiririz!
6. Persius:
Nemo in sese tentat descendere.
Kimse kendi içine inmeye çalışmaz!
7. Gallus:
Diversos diversa juvant, non omnibus annis,
Omnia conveniunt.
Zevkler insandan insana değişir, her şey her yaşa uygun düşmez.
8-Tibullus:
Totus et argento conflatus, totus et auro.
Altına, gümüşe gömülü de olsa!
9. Plautus:
Sapiens pol ipse fingit fortuman sibi.
Bilge, kendi mutluluğunun ustasıdır!
10-Marcus Tullius Cicero:
An quidquam stultius quam quos singulos contemmas eos aliquid putara esse universos?
Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimseler, bir araya geldiklerinde değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?
Consuetudine oculorum assuescunt animi, neque admirantur, neque requirunt rationes earum quas semper vident.
Gözlerin alışkanlığıyla kafalar da her şeye alışır; her an görmekte olduğumuz şeylere şaşmayız, nedenlerini aramayız onların.
11. Juvenalis
Prima est haec ultio, quod se judice nemo nocens absolvitur.
İlk ceza odur ki, hiçbir suçlu, kendi yargıçlığından kurtulamaz.
12. Titus Livius:
Quo timoris minusest, eo minus ferme perucili est.
Ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz.
13. Publius Ovidius Naso:
Et nulla potentia vires,
Praestandi, ne quid pecet amicus, habet.
Hiçbir devlet gücü hak veremez- Dostluk bağlarının koparılmasına!
Conscia mens ut cuique sua est, ita concipit intra
Pectora pro facto spemque metumque suo.
Kendi yaptığını bildiğine göre ruhumuz, korku duyar yaptıklarından.
14. Claudianus:
Victoria nulla est,
Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes!
Zafer, zafer olamaz, yenilen düşman yenilgiye boyun eğmedikçe!
15- Tasso:
E’l silentio ancor suole-
Haver perigi e parole.
Ve susmada bile Sözler, yalvarmalar vardır.
16- Ennius
Ego deum genus esse semper dexi, et dicam caelitum;
Sed eos non curare opinor, quid agat humanum genus.
Tanrılar var, dedim ve diyeceğim her zaman; ama insan işleriyle uğraştıklarına inanmam!
17. Publius Syrus:
Etiam innocentes cogit mentiri dolor.
Acı masuma da yalan söyletir.
18. Prudentius:
Quid vesani aliud sibi vult ars impia ludi
Quid mortes juvenum, qui sanguine pasta voluptas.
Gladiyatörlerden geliyordu o ölüm oyunları ,o çılgınlık, o kanla beslenen zevk!
19. Terentius:
Vah! Quemquamne hominem in animum instituere, aut
Parare, quod sit charius quam ipse est sibi?
. Vah, vah,vah! Nasıl olur da insan bir şeyi, kendinden daha çok sevmeye kalkar?
20. Lucius Annaeus Seneca:
İpsa felicitas, se nisi temperat premit.
Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur.
Multum interest utrum peccare aliquis nolit aut nesciat.
Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.
Ubique mors est; optime hoc cavit Deus;
Eripere vitam nemo non homini, potest;
At nemo mortem: mille ad hanc aditus patent.
Her yerde ölüm var; Tanrı bol bol veriyor onu;
Herkes herkesin hayatını alabilir, ama ölümü
Alınamaz kimseden; binlerce kapısı var ölümün.
21. Lucianus :
Variam semper dant otia mentem.
Ruh başıboş kalınca türlü hayaller kurar.
22. Manilius:
Nascentes morimur, finisque ab origine pendet.
Ölüm, doğumla başlar, son günümüz ilkinin sonucudur.
23. Quintilianus:
”Dedit hoc providentia hominibus munus, ut honesta magis juvarent.”
Kaderin insanlara bir lütfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en faydalı işler olmasıdır.
24. Maecenas:
Debilem facito manu-Debilem pede, coxa,
Lubriscos quate dentes:- Vita dum superest bene est.
Tek kollu da kalsam- Kötürüm, damlalı da olsam,
Sökülse de bütün dişlerim-Ne mutlu bana, yaşıyorsam!
25. Horatius:
Ducimur ut nervis alienis mobile lignum.
Kukla gibi, iplerimiz çekilip oynatılıyoruz.
Yazdıktan sonra sözleri bir daha okudum; her biri atasözü değerinde.
Özellikle Claudianus’un sözünü çok beğendim. Atatürk, Türk Gençliğine Hitabesi’nde işte bunu söylüyor. Yenilen düşman tümüyle teslim olmadıkça tam olarak zafer sayılamaz!
Victoria nulla est, Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes! Zafer, zafer olamaz, yenilen düşman yenilgiye boyun eğmedikçe!
Öztekin Öğretmen kemancıları serbest bırakınca ben de alt odadaki piyanoya geçtim. Bach Musete beni zorlamadı, ancak Telemann biraz yabancı geldi. Sanırım melodiyi de sevemedim.
Akşam yemeğinde gene plak tartışması yapıldı. Hiç dinlenmeyen besteciler var, onları söyleyince karşı koyanlar oluyor. Neyse sonunda anlaşma yapıldı, Önce Barok, sonra Klasik, arkasından da Romantik müzik çalınacak. Bach, 2 nolu süit, Beethoven Kreutzer Sonat, Mendelsshon, Bir Yaz Gecesi Uvertürü… Beethoven Kreutzer Sonat tartışıldı, klasik mi romantik mi? Sonunda henüz müzikleri ayıramadığımız kararına varıldı. İyisi mi bestecilere göre konuşalım. Beethoven, Romantik döneme kapılar açmakla birlikte bütünüyle klasiktir. Beethoven’in 6. Senfonisinin adı Pastoral Senfonidir. Pastoral, doğanın değişik renklerini sesle anlatır. Buna romantik diyenler de vardır. Ünlü Fantasia filminde Walt Disney-Leopold Stokowski ikilisi senfoniyi böyle sunmuştur. Filmi görenlerimiz anımsar, pastoral Senfoni çalarken Şarap Tanrısı Diyonizos-Baküs (Dionisos-Bacchus) içkili içkili oynar. Bu romantik değil de nedir? Gene de biz Beethoven’i Viyana klasiği olarak anacağız.
Öztekin Öğretmen plak seçişimizi beğendi. Tartıştığımız konu için de:
-O, sonu gelmeyecek bir tartışmadır. Sanatçılar da birer insandır, dinledikleri eserlerin etkisinde kalan besteci neden bir başka türlü besteyi denemesin?
Yatınca da bir süre gene Fantasia filmini anımsadım. Özellikle girişteki o karanlık sahnelerin giderek açılması, çalınan müziğin de ona göre seçilmesi, insanların birileri, kimbilir neler düşünüyor? Buna karşın yine insanların birileri bunları görünce nasıl duygulara dalıyor! Asıl düşünülmesi gereken bunlar. Besteciler ya da öteki sanatçılar sanırım bu ikilem üzerinde duruyor. Bunları düşünürken uyudum.
11 Nisan 1945 Çarşamba
Zekeriya Kayhan:
-Özledim seni arkedeş! diyerek geldi. (Zekeriya arkadaş’ın “ka,, hecesini biraz incelterek söyler) Biz de onu özlemiştik, birlikte oyun alanına çıktık. Mehmet Gönül’le Enver Ötnü de geldi. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen üç efeye de güzel sözler söyledi. Öğrenciler durumdan hoşnut. Özellikle son sınıflar dikkat kesiliyorlar. Arkadaşların üçü de halkanın ortasında oynadı. Enver Ötnü’nün arada efelenerek sözler söylemesi gülmelere neden oldu. Arkadaşların oynamaları halka dışında bekleyen öğretmenlerin de ilgisini çekmiş olacak, yer değiştirip yakınımıza geldiler. Oyundan sonra Öğretmen Bedia Aygen’in:
-O güzel oyunları bize de öğretin ayol! demesi tartışma konusu oldu:
-Katıldınız da katılmayın mı dedik?
Şakacı Enver Ötnü, hemen hemen aynı yumuşaklıkla:
-Sizler, bizlere katılıverin ayol! deyince gülüşmeler çoğaldıysa da kesin bir karar alınamadan ayrılındı.
Kahvaltıda Hasanoğlan Köyü yolculuğu değerlendirildi. Öğretmenin çevresinde on, on iki arkadaş oluyor, onlar gitse ya, hepimizi neden sürüklüyorlar? Bunu söyleyen de kendi sözüne güldü:
-İşimiz gücümüz kaytarmak! Geçen hafta ben de kaytarmıştım; çaldığımı düşündüğüm zamanı değerlendirmiştim ama içimdeki kuşku beni rahatsız etmişti. Bir daha böylesi bir kurnazlığı (!) kesinlikle yapmayacağım. Benim etkim mi oldu yoksa herkes benim gibi mi düşündü hep birlikte Büyük Salona gittik. Doç. İbrahim Yasa her zamanki gibi gene piposunu çekerek geldi, kapı önünde söndürüp salona girdi.
Önce sordu:
-Yarım bıraktığımı projemizi sürdürelim mi? Büyük bir çoğunluk:
-Sürdürelim! deyince öğretmen:
- Haydi öyleyse! deyip yürüdü.
Geçen hafta birçok eve uğramışlar, ev sahipleriyle konuşmuşlar, bugün önce ilkokula gidildi. On kişilik bir esas görevli çocuklarla konuşmak için okula girdiler. Dışarda kalanlar biz, bizim 1941 yazında okul bahçesine yaptığımız çatı altında oturup orasını nasıl yaptığımızı anlattık. Mustafa Saatçi, Halil Basutçu, Salih Baydemir, Harun Özçelik olayları iyi fena anımsıyorlar. Mustafa Saatçi için yakıştırılan SS öyküleri tekrarlandı. Bizi dinleyenler bu arada yeni bir olay anlattılar. Meğer Mustafa Saatçi burada da birine tutkunmuş. Kendi bölümünde tıpkı Kepirtepe’de olduğu gibi burada da birine abayı yaktığı söylemleri ayyuka çıkmışmış. Kepirtepe’de SS. Sevin Saatçi adının kısaltmasıydı. Ancak Alman SS’lerinden esinlenerek aynı söylem sürdürülüyordu. Şimdi öyle bir benzerlik olmadığından fazla yaygınlaşamıyormuş. Biz eski günleri konuşurken sınıflara girenler çıktı. Geçen hafta uğranan evlerden alınan bilgilere aynı evlerden gelen öğrencilerin vereceği bilgiler de eklenecekmiş. Böylece ailelerle çocuklar arasındaki ilişkiler saptanacakmış. Eski okullarda bu yokmuş ama Batı okullarında bu yöntem çok geçerliymiş. Eski okullara gerek yok, kendimi düşündüm, ben ilkokula giderden böylesi bir okul-aile bağı kuruldu mu? Babam öğretmenlerimi tanıyordu. Ahmet Korkut öğretmenimin babasıyla babam eski tanıdıktı. Ahmet Korkut Öğretmenin babamla ayrı bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa bir baba dostu ilişkisi olmuştur. Evimizle ilgili bilgi topladığını ise düşünemiyorum bile!
Okula erken döndük. Serbest kaldığımız için bölüm salonuna geçtim. Salonda kimse olmadığında hemen piyanoya oturdum. Nedense aklıma Mustafa Saatçi takıldı. Arkadaş Kepirtepe’de birisi için yanıp yakılıyordu. Ne oldu da onu unuttu? Kız, bu yıl okulu bitirecek. Üstelik o okulu bitirirken arkadaş oraya staja gidecek. Hani sevgi, bağlılık? Üstelik o zamanlar, Mustafa Saatçi’nin tutkunluğunu kızın bildiği söyleniyordu. Eğer bir umutla beklemişse kızcağızın durumu ne olacak? İşin ilginç tarafı Mustafa Saatçi’nin burada takıldığı söylenen kız, Kepirtepe’dekinden daha güzel değil!
Arkadaşlardan gelenler olunca, kulaklarımı onlara verdim, öğleden sonrası için varsayımlar öne sürülüyor: Hava güzel olursa 17 Töreni Açık Hava Sahnesinde olacakmış. Üzüntüleri ise çalacakları kemanların sesleri açık havada dağılacakmış. Birden toparlandım: Söyledikleri doğru ise ben kurtuldum sayılır. Açık Hava Sahnesinde piyano yok, ben de bizim salona uğrayanlara çalarım. Nedense bu habere sevindim. Kalabalık önünde çalmak istemiyorum.
Kendi kendimize yeni bir tartışma konusu çıkardık:
-Hasanoğlan Köyü, değişik yönlerden ele alınıp incelenecek. Tarla-Bahçe Bölümü tarım işlerini, Ekonomi Kolu kendi alanlarını Hayvan Bakımı, hayvancılık işlerini, kızlar da köydeki ev işlerini inceleyecekmiş. Bizim Bölüm neden kendi alanında bir araştırma yapmıyor? Bir iki arkadaş öneride bulundu:
-Düğünlerdeki şarkı ya da türküleri inceleyelim. Ben karşı çıktım:
-Bizim ele alacağımız bir olay yok ki! Hemen:
-Nasıl olur? sorusuyla karşılaştım. Doğal olarak sözlerime açıklık getirdim:
-Bizler, yeni bir anlayış getirmek için ortaya çıkıyoruz. Bizim ekeceğimiz tohumlar için önceden hazırlanan bir ana toprak yok. Eğer olanları ortaya getirmekse oturup konuşalım: Düğünlerde, bayramlarda davul- zurna çalıyorlar. Alt odadaki piyanoya oturdum. Zurnacıların çalabildiği melodiler, şimdilerde radyolarda çok geçerli melodilerin aslından soyulup söbüleştirilmiş şekilleri; onları toplayıp da ne yapacağız? Yurttan Sesler adı altında Muzaffer Sarısözen zaten yapıyor onları!
Arkadaşlar beni haklı buldu.
Yemekte de benzer olayları konuştuk.
*
Salonda toplanınca Bölüm Başkanımız bana sordu:
-İbrahim bizden habersiz neler çeviriyorsun? Soruya şaşırdım:
-Ne gibi öğretmenim? Öğretmen:
- Gibisi var mı? Heykel çalışmalarına katılmak istemişsin! Öğretmene baktım, oldukça ciddi… Açıklamasını istedim. Öğretmen açıkladı. Yapıcılık Bölümü’nde Heykel çalışmalarına başlanmış. Bu alanda çalışacak on öğrenciden biri de benmişim. Haberim olmadığını söyledim ama kimseyi inandıramadım. İşin doğrusu bunu şaka gibi algıladım, kendim de inanamadım. Ne var ki Bölüm Başkanının sözleri özellikle de bakışı beni üzdü. Toplu çalışma yaptık, dikkatimi toplayarak çalışmalara katıldım ama aklımın yarısı heykel çalışmalarında kaldı. Malik Aksel Öğretmenin gösterdiği güzel heykeller gözlerimin önüne geldi. Böyle bir çalışmaya nasıl katılacağımı düşünmeye çalıştım. Koro çalışması yaptığımız için arkadaşlara uyarak bir açık vermedim. Çalışma sonunda Bölüm Başkanının odasına gidince gerçeği öğrendim. Okul Müdürlüğünden Bölüm Başkanına yazı. Bölümünüzden İbrahim Tunalı, haftanın Pazartesi-Çarşamba-Cuma günleri öğleden sonra yeni oluşturduğumuz heykel çalışmalarına katılacaktır. İlgiliye durulmasını, katılamadığı öteki etkinliklerden izinli sayılmasını rica ederim. Bu kez de Öztekin Öğretmen şaşırdı:
-Hadi benim haberim yok, ya senin haberin olmadan bu nasıl yapılır? İyice şaşırdım. Okul Müdürlüğü yazdığına göre, oradan sormak gerektiğini düşünerek yönetim binasına gittim. Okul Müdürü yerindeydi. Beni görünce sordu:
-Yazıyı gördün mü? Gördüğümü ama nedenini bilmediğimi, bu kararın, benim isteğim sorulmadan alınmış olduğunu anlattım. Okul Müdürü gülümseyerek:
-Seni biraz tanıyorum, doğrusu bu bana da biraz aykırı geldi ama savunanlar da var. Olay, bir ya da iki ay sürecek. Gerçekte güzel bir girişim, bunu düşünüp oluşturanları desteklemek hepimizin görevi. Bunu düşünerek sorusuz sualsiz kabul ettim. Şunun şurasında 30-40 günlük bir süre var; daha sonra zaten yeni görevlerinize dağılacaksınız! Hiçbir karşılık vermeden “Sağolun!” deyip çıktım. Kapı önünde Halil Basutçu ile karşılaştım. Olayı ona üzüntüyle anlatınca arkadaş güldü:
-Sana birisi iyilik etmiş, biz iki aydır bu işlerde çalışıyoruz. Kimin nereye dikileceği hesapları yapıldı, altlıkları hazırlandı, dikilecek heykeller ya da büstler birileri tarafından sadece oraya yerleştirilecek. Bunun için de Heykeltraş Nusret Suman on kişi ayırdı; içlerinde ben de varım, daha ne istiyorsun, birlikte çalışacağız.
Arkadaşın dediklerini pek anlamadım ama sanki azıcık rahatladım. Birlikte onların bölümüne girdik. Benim iyi konuştuğum arkadaşlar vardı, hepsi sevindi. Ekrem Ula:
-Ha şöyle çık o kafesten biraz! Enver Ötnü, hareket edersen daha yakışıklı olursun! gibisine sözler söyleyerek havayı değiştirdiler. Çalışanlardan biri de İsmail Korolay’mış, o da onlara katılmama sevindiğini söyledi. Oradan ayrılınca oldukça rahatlamıştım. Gene de gelecek günleri hesapladım: Topu topu 17 gün. Bu on yedi günün tümünü orada geçirmem elbet, olanak buldukça gidip piyano çalışırım! Kendimi biraz rahatlatıp alt odadaki piyanoya oturdum. Az sonra Yıldız geldi, üzüldüğümü duymuş, teselli edici sözler söyledi. Onun beklemediği bir neşe içinde karşılık verdim:
-Bunu ben istemedim ama biri benim adıma iyi bir iş yapmış, onu merak ediyorum. Katılacağım iş, işten çok heykelciliği yakından tanımak olacak. Yıldız da birden değişti:
-Gittiğine memnun musun? Buna ben de sevindim! deyince içim daha da rahatladı.
Akşam yemeğinde konuya kimse değinmeyince ben de sustum. Piyeste rolü olan Abdullah Ön’le Mehmet Yelaldı yerine rol dağıtımı yapıldı. Daha doğrusu yapılmaya kalkışıldı ama yapılamadı. Böylece Bir Evlenme Teklifi’nin geleceği karanlıklaştı. Onlar ayrılıncaya dek gerekirse tekrarlanacak. Belki gezi süresinde program doldurmak için ele alınır.
Yemekten sonra kitaplıkta büyükçe bir grubun tartışmalarını dinledim.
Geçen yıl sık sık gördüğüm yazar Sabahattin Ali’yi bu yıl göremeyişimin nedenini anladım. Sabahattin Ali Konservatuvar’dan ayrılmış. Ayrılış nedeni de açıkça Komünistliğindenmiş. Birileri gazetelere bunu yazınca Millî Eğitim Bakanlığı onu öğretmenlikten ayırmış. Bizimkiler arasındaki zıtlaşma gene gündeme geldi. Halil Dere’ye bunu çıtlattım. Halil Dere güldü:
-Sana öyle gelmiş, bu söyledikleri geçen yıldan beri süren zıtlaşmalardır. Nihal Adsız-Sabahattin Ali davası geçen yıl başladı. Mahkemeler işleri uzatıyor. Biri onu mahkemeye veriyor, öteki de onu. Bunların ikisi de öğretmen. Sonunda Sabahattin Ali, mesleğinden ayrıldı.
Başkan Hüseyin Atmaca geldi:
- Size yeni haberler! deyip oturdu. Haber dediği, yeni kurulan Ortaklar Köy Enstitüsü Müdürü Hayrı Çakaloz’dan mektup almış. Hayrı Çakaloz, Ortaklar’a gönüllü olarak mezun olacak olan öğrencilerinden en az on arkadaş istiyormuş. Hayri Çakaloz daha önce Kızılçullu’da öğretmenlik yaptığı için Kızılçullu çıkışlıları tanıyormuş. Sevinenler oldu. Özellikle Aydınlılar buna çok sevindiler. Habere göre istek bu yıl için olmasına karşın okulu gelecek yıl bitireceklerden Aydınlı Hasan Özden, Şükrü Koç, Arif Işılak, Faik Demir, neredeyse kendilerini sırada saydılar. Onların böyle bencilce konuşmalarından sıkıldığım için yavaşça sıvışıp, Almanca ödevimi tamamladım.
On Almanca sözcük, Büyük Lügatten seçip yazdım.
Betracht-Saygı, değer verme…
Bewahren-Olamaz, olmaması gerekir…
Drehen-Düzeltmek, Düzene koymak, Tornadan geçirmek…
Fackeln- Parlamak, alevlenmek…
Gehege-Çit, bahçe sınırı, ayırma duvarı…Şaka olsun diye eklenti yaptım: weis Gehege- beyaz çit, Gehege weis. Çit ak.( Gehege weis sohn- (Çitiakoğul, Çitiakoğlu! Öğretmeni güldürmek için.)
Judeln-Pazarlık, pazarlıkçı, Yahudileşme…
Lallen-Dil tutukluğu, kekemelik…
Murrkopf- Kendi kendine konuşan, homurdanan kişi…
Bunları yazdım ama nedenini bir türlü anlamadım; öğretmen, beni Almanca dersine bağlamak için mi bu ödevi verdi? Niçin olursa olsun, benim çıkarıma bir durum. Bunu düşünerek yattım. Ancak yatınca daha önceki konuşmaları anımsayarak birden üzüldüm. Anlatılan mahkeme olayı… Sabahattin Ali gözümün önüne geldi. O da bizim doç. İbrahim Yasa gibi pipo içiyordu. Ancak onu ağzında pipo ile konservatuvar salonlarında hiç görmemiştim. Her zaman oturduğu odada piposunu yakıp tüttürüyordu.
Kuyucaklı Yusuf romanının acıklı sonunu anımsadım; Yusuf, yaralı eşini uzun süre sırtında taşıdıktan sonra elindeki bıçağıyla bir yer kazıp Muazzez’i gömdükten sonra bilinmeyen bir yere gidiyor. Yazar Sabahattin Ali, bunları yazarken neler düşünmüştür! Bunu anımsadıkça burnumda sızı duyuyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. O, bunları nasıl yazdı?
Oldukça karmaşık duygular içinde uyudum.
12 Nisan 1945 Perşembe
Enver Ötnü seslendi:
-Enişte, gidiyor muyuz? Gülenler oldu, sonunu dinlemeden ayrıldık. “Uyuyan var” uyandırmayalım!” diyecek oldum. Enver Ötnü:
-Kalksın keratalar, öğretmenleri onlara öğretti; biliyorsun “Tembel olur çok uyuyan,, Küme öğretmeni bayanları gösterdi:
-Bak, onlar da ana-baba kuzusu!
Sıtkı Şanoğlu gene gelmedi. Az sonra uzaktan gördük bir grubu koşturuyordu.
İzmirli efeler, halkanın belli yerlerine girip oynadılar. Oyunlarımız belli Güvende, Arpazlı, Bengi. Oyundan sonra efeler tartıştı. El çırpmalar doğru yapılmıyormuş. Mehmet Gönül öğrendiği şekilde öğretmekte direnince Enver Ötnü oyunun kendi yöresinin, Katıklı (bu ad doğru olmayabilir, yazının sonu silintili, yeni adı Örlemiş) köyünün oyunu olduğunu söyleyerek kendini öne çıkardı. Mehmet Gönül de oyunun Kozak Yaylası oyunu olduğunu söyledi. Efeler, sonunda, Arpazlı oyununun esas yerini öteki arkadaşlara sormaya karar verdiler. (Zekeriya Kayhan, Ekrem Ula v.b.)
*
Kahvaltıda benim heykelciliğim konu oldu. Haberim olmadan bu işe bulaştığıma kimse inanmadı. Bir bildiğim olduğuna, bunu da onlardan sakladığıma o denli inanmışlar ki de desem:
-Anlat bizim külahımıza! deyip güldüler. Bunları konuşarak büyük salona gittik.
Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. İlk sözü:
-Ünlü nasirlerimizden (Düz yazı, yazar-yazarlık) iki çelebiyi de andık. Osmanlı öneminde, gördüğünüz gibi nazma (şiir) göre nesrimiz çok cüce kalmıştır. Çelebilerin yanında birkaç ad daha sayabilsek de pek farklı bir sonuca ulaşamayız. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Tanzimat Dönemine dek bu böyle gelmiştir. Aşıkpaşazade, Sinanpaşa, Mercimek Ahmet, Naima gibi birkaç ad daha sayılsa da bunlar da sınırlı kalmış, halka ulaşamamışlardır. Bunu merak konusu edenler kaynaklarını bulup yararlanırlar!
Öğretmen bir süre gülümseyerek yüzlerimize baktıktan sonra:
-Gelelim, zaman zaman sorduğunuz konuya! Sözlü ya da yazılı sınav yapıp yapmama işine! Uzunca bir süre konuştuğumuz kişiler, yaşadığı dönemler, hep geçmişin karanlıklarında kalmıştır. Biz bunları ucundan ucundan tanımaya çalıştık ama, ne derece başarılı olduğumuzu bilemeyiz. Bunu bilmek için sizlerden sormak gerekecek. Doğal olarak bir gün sorulacak; bu, kaçınılmaz. Ancak ben bu konuda aceleci değilim. O gün için, sizler sorulacak sorulara hangi kaynaklardan yararlanarak doğu cevaplar hazırlayacaksınız?
Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen ilk sözü Hasan Gülel’e verdi. Hasan Gülel:
-Öğretmenim, ben sorunuza cevap vermek için değil sizden bunu sormak için parmak kaldırdım! deyince öğretmen güldü:
-Açıkgöz! deyip Hasan’a oturmasını söyledi. Arkasından Mustafa Parlar:
-Genel olarak Edebiyat kitaplarından yararlanacağız. Ad veremiyorum ama birçok okulda bu dersle okutuluyor. Ahmet Özkan doğrudan:
-Edebiyat kitaplarından! dedi. Öğretmen bu defa soruyu değiştirdi:
-Şimdiye dek böyle bir gereksinimiz olmadı mı? deyince parmak kaldırdım. Öğretmen söz verince divan şiiri kalıpları için Necmettin Halil’in, öteki bilgiler için İsmail Habip’ in, Fuat Köprülü’nün, Agâh Sırrı’nın kitaplarını söyledim. Hamdi Keskin Öğretmen çok memnun oldu, yumuşak bir sesle:
-Sorulsa o kitapların adlarını da söyleyebilir miyiz acaba? deyince, kitapların bende olduğunu söyledim, “her zaman getirebilirim!” deyip kitapların adlarını sıraladım:
- Prof. Dr. Köprülüzade Mehmet Fuat: Eski Şairlerimiz, Divan Edebiyatı Antolojisi, Necmettin Halil Onan: İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İsmail Habip: Edebî Yeniliğimiz, Agah Sırrı: Divan Edebiyatı Antolojisi…
Arkasından da Fuzuli’nin Türkçe Divanı ile Burhan Toprak’ın Yunus Emre kitabını ekledim. Öğretmen teşekkür etti. Hamdi Keskin Öğretmen aranınca kaynak kitapların bulunabileceğini, bu kitapların çoğunun eski baskı olduğunu, okulumuzun yeni olması nedeniyle kitaplığımızda bulanamadığını anlattı. Ancak Millî Eğitim Bakanlığı kitaplığının çok zenginliğin olduğundan, oradan yararlanmamız gerektiğinden söz etti. Öğretmen az duraksadıktan sonra hemen yakınında oturan Fatma Ersan’a dönerek: Hadi bakalım sizinle bir deneme yapalım! dedi. Fatma böyle bir şey beklemiyordu, ürkerek kalktı. Tüm arkadaşlar hepimiz dikkat kesildik. Sanırım hepimizin aklından Fuzuli, Nedim, Bakî kimdir? Türü sorular geçiyordu. Oysa öğretmen:
- Kısa bir dönem değindiğimiz Cumhuriyet dönemi şairleri arasında hemen bir bayan şair karşımıza çıktı. Oysa asırları kapsayan süreçte tek bir bayan adı geçmemişti. Bunun nedeni için bir şeyler söyleyebilir miyiz?
Fatma, rahatladı, gülümser gibi bir yüzle Cumhuriyet dönemi özgürlüğünden, okulların açılmış olmasından, yazıp okumanın kolaylaştırılmış olmasından, şiir anlayışlarının değişmesinden söz eti. Öğretmen bu kez sorusunu genişleterek:
-Bu söylediklerin nesir yazı türü için de geçerli mi? deyince Fatma, Halide Edip’ten söz etti. Öğretmen kendisi de konuşmaya katılarak bir şeyler söyledikten sonra bize dönerek:
-Size, bayanlardan soru gelmeyecek, ona göre hazırlanın! deyip ayrıldı.
*
Kitaplığa oldukça karamsar bir hava içinde gittik. Ben, sözde rahat görünüyorsam da gerçekte çok sıkılıyorum. Daha doğrusu Almanca konuşmayı çok istememe karşın zaman ayırıp başarılı olamamama üzülüyorum; buna utanıyorum desem daha iyi olacak! Neyse ki, kitaplığa gidince Doç. Niyazi Çitakoğlu’nun gelmediğini öğrenince hepimiz rahatladık. Benim heykelcilik olayımı daha önce dinleyen Halil Basutçu.
-Bak işte arkadaş, çalışacak zamanlarım daralacak diye üzülüyordun, al işte sana zaman, bundan sonra öteki dersler de böyle aralanacak. Çünkü bize gelen öğretmenlerin başka yerlerde görevleri var. Onların gerçek yerleri oraları olduğu için zorunlu olarak ara ara bizi bırakacaklardır. Bize gelenler bunu sık sık söylüyorlar.
Arkadaş haklıydı. Dün hesapladığım 17 günün birini hemen düştüm, 16 günüm kaldı! deyip güldüm. Ancak, arkadaş konuşmaları kimi kez çok çekici oluyor. Bizim Kepirlilerin fazla bir maceraları yoksa da çaresiz öteki grupların söz atışmalarının etkisinde kalıyorlar. Kızılçulluların eski müdürleri Emin Soysal’ın Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ile Bakan Hasan Ali Yücel için söylediklerini duymamak, duyunca üzülmemek elde değil. Bunun tek çaresi, bunların konuşulacağını sezip o tür topluluklardan kaçmak. Bunu ben çoğunlukla yapıyorum. Bugün de bunu yaptım. Arkadaşlar, kal mal dediler ama izin isteyip ayrıldım.
Alt odadaki piyanoda gönlümce Mozart sonatları tekrarladım. Kv. 331 Sonat en beğendiğim eser oldu. Sondan bir önceki bölümde oldukça tökezledim ama ötekilerin güzelliği bana yetti. Gene de Varyasyon 6’yı aynı düzeye getirmeye kendime söz verdim. Üç bölüm, Allegro-Menuetto-Trio ikişer sayfadan 6 sayfa tutuyorlar. Mozart bestelediği için sevimsiz! diyemiyorum. Sanırım o sayfalar beni sevimsiz buluyor.
Bach Musette ile Telemann’ın İngiliz Jigini oldukça temize çıkardım. Çok kısa parçalar ama biliyorum, Faik Canselen Öğretmen beni deniyor:
-Parçanın kısalığı uzunluğu değil önemli olan; parçanın, bestecinin işaretlediği şekle uygun çalmak! O, benden bunu istiyor. Bu arada, Gigue’in ne anlam geldiğini de öğrendim. Türkçe Jig okunuyormuş. Her dilde başka başka yazılışı varmış; Gigue, Gige, Gig v.b. Barok dönemin hareketli dans müziklerinden biriymiş. Sağ olsun bunu da Öztekin Öğretmen ayrılırken ayak üzere söyledi.
Müzik bilgisi bakımından giderek bir olay ilgimi çekti. Karıştırdığım nota kitaplarındaki adların çoğu eski çağların oyunlarından alınmış. Geçen yıl çalıştığım Martini adlı bestecinin Gavot atlı parçası için de böyle denmişti. Gavot eski bir oyun müziğiymiş… Menuet’in, mazurka’nın polka’nın Contredanse’ın da öyle olduğunu biliyorum.
*
Yemekte, yeni gelen İngilizce öğretmeni tanıtıldı; ince, uzun boylu, güzelmiş. Ancak hangi bölüme derse gireceği daha kesin değilmiş. Nihat Şengül, onun dersine girmek istemediğini söyledi:
-Öyle güzel bir yüzün karşısında mahcup mahcup oturmak istemem! Ekrem Bilgin:
-Sen de kendini biraz sıkarsın! Nihat bu kez Ekrem’e dönerek:
-Senin bu saçma konuşmalarına sıka sıka, canımın sıkılacak yanı kalmadı! deyince Ekrem başta hepimiz güldük. Konu giderek başka yana kaydı:
-Güzel öğretmen, öğrenciyi etkiler mi? Bu konuda herkesin bir anısı varmış. Ben de ilkokuldaki Münevver Öğretmeni anımsadım. Münevver öğretmen benim dersime gelmemişti. Ancak okulun şenliklerini o yönetiyordu. Onun çalışmalarına katılınca, öteki çalışmalardan daha dikkatli olduğumu biliyordum. Münevver Öğretmen hiç kızmazdı. Yanlış söylenince tek sorusu:
-O öyle miydi? oluyordu. O öyle sorunca bilenler:
-Hayır öğretmenim böyleydi! deyince “Değil mi ya!” deyip çalışmayı sürdürüyordu. Meğer tüm arkadaşların birer Münevver Öğretmeni varmış, sevgiyle, saygıyla andılar. Sonunda da yeni gelen öğretmenin İngilizce bölümünde olanlara öyle olmasını dileyerek kalktık.
*
Öztekin Öğretmen gülümseyerek:
-Bayram seyran derken biz kendi konularımızı tavsatmayalım. Tekrar bilginin anası derler, bazı konuları tekrarlayalım! dedikten sonra defterleri açıp müzik imlâsı yaptık. Kısa bir çalışmadan sonra nota seslendirmelerine geçtik. Arkasından birer sayfa nota yazdık. Daha sonra öğretmen kemancıları dinledi. Ben rahat kalınca alt odaya geçip çalıştım. Faik Öğretmen son olarak iki küçük parça verince geçmişte çalıştığım Robert Schumann’ın Kinderszenen’ini (Çocuk Sahneleri) açtım. Çaldıklarımı tekrarladım. Atlı olarak Türkçeleştirdiğim parçayı tekrar tekrar çaldım. Eski çaldıklarımı tekrarlamak giderek hoşuma gitmeye başladı. Faik Öğretmen bunu bildiği için belki beni zaman zaman geriye çevirip tekrarlatıyor.
*
Yemekte konu Sanat Tarihi dersi. Geçen ders, ders boyu estetik konuşuldu, estetikten ne anladık? Herkes bir şey söyledi. Söylenenler yanlış değildi, ama başka başka şeylerdi. Malik Öğretmenin anlattıklarını parça parça da olsa tekrarlayıp oldukça anlamlı bir sonuca vardık: Estetik, bir güzellik ölçüsüdür, onun matematiksel bir kesin derecelendirmesi olamaz. Öyleyken, yerine göre bir göz hatta bir duygusal değer ölçüsü olduğu bulunmaktadır. Kocaman gövdeli bir caminin kısa bir minaresi ya da tersi; küçük bir cami çevresinde birden çok uzun uzun minare düşünülünce bunların vereceği görüntü pek hoş olmaz. Öteki bina görüntülerini ya da insanların giyimlerini de bu açıdan değerlendirebiliriz. Örneğin Hasanoğlan köylü kılıklarıyla, filmlerde gördüğümüz film yıldızlarının giyimleri buna birer örnek olabilir. En güzel örnek de Cumhuriyet dönemi ile Osmanlı Dönemleri kılıkları. Cumhuriyet Döneminde her kişi kendine özgü giyime özen gösterirken Osmanlı Döneminde değişmeyen bir kılık sürer gider. Erkeklerin tek renk kırmızı fes giymesi buna bir örnektir. Bir dış zorlanma olmadıkça kişilerin kendi bedenine uygun en iyi şekli bulma çabası bir estetik duygusu taşıdığını kanıtlamaktadır. Böylece biz, estetiği tek boyutlu bir olay değil, göz algılamalarını okşayıcı bir ölçü olarak düşünebiliriz. Zaten Malik Aksel öğretmen de Atina’daki Parthenon Mabedini, hem matematiksel hem de göz algılaması bakımından değişmez bir estetik örneği olarak göstermişti.
Parthenon Tapınağı-Resimsel görünüm
Yemekten sonra Kitaplığa gittim, değişik masalarda kümeleşmeler vardı; hiç birisine katılmadan yan köşedeki dergileri karıştırdım. Yaşar Nabi Nayır’ın 16 Şubat 1943 231 sayılı Varlık’ta çıkan dil üzerine yazdığı yazıyı buldum.
Zaman zaman bu konuda arkadaşlarla tartışıyorum. Bu yazıdan cesaret alabileceğimi düşünerek olduğu gibi aldım.
Değişen Dile Ayak Uydurmalıyız
Yaşar Nabi Nayır
Geçen gün bir yazıcı arkadaş, söz arasında, iki yıl önce gazetelerde çıkmış olan yazılarını kitap halinde bastırırken, cümlelerde öz Türkçe lehine birçok düzeltmeler yapmak zorunda kaldığını anlatıyor ve dilimizin adeta yıldan yıla fark gösteren değişme hızının büyüklüğüne şaşmaktan kendini alamıyordu.
Gerçekten bu hız büyük ve adetâ baş döndürücüdür. Daha dün bize pek tabii gelen ifadeleri bugün yadırgıyor, dün yerine koyacak Türkçe karşılıkları bulunmadığını sandığımız sözleri bugün kolayca Türkçeleştirebiliyoruz. Son bir iki yıl içinde bu hız büsbütün arttı. Çünkü, Dil Devrimi heyecanı ayaktadır. Gün geçmiyor ki gazete ve dergilerimizde bu konu üzerinde bir yazıya rastlanmasın. Gerçi bu değişme gidişinin edebiyatımızdaki yankıları daha dar ölçüdedir. Bunu da hoş görmek gerekir, çünkü edebiyat, dil bahsinde çok titizdir, sunilikten çok korkar, halkın konuşma diline geçmemiş yeniliklere karşı çekingen davranır. Bu devrim yolunda çığır açıcılık vazifesi basına ve radyoya düşer. Geçen yıl, bu alanda güzel bir başlangıca şahit olmuştuk. Gazetelerle ajans el ele vermiş, dili yabancı pürüzlerden temizlemek için çalışmalar başlamıştı. Fakat nedense bu hayırlı başlangıcın ardı gelmedi. Toplu ve birlik çalışma gayretleri durdu. Ancak davaya inanmış olanların tek tek ve ayrı ayrı didinmeleri kaldı. Ajans haberlerinde yine eski ve modası geçmiş tabirler yer almağa, gazetelerin öz dil uğrundaki dikkati sürçmeye başladı.
Bu gevşeme hiç de hoş bir şey değil. Dilin tabii değişme ve özleşme gidişi, unutmayalım ki, ancak hepimizin el birliğiyle çabuklaşabilir. Bir kişinin, beş kişinin isteği yetmez, topluluğun sevgisini, ilgisini bu konu üzerinde her zaman uyanık tutmak, her zaman daha yeni, daha taze ve daha öz olmaya çalışmak, asıl bize, biz yazıcılara düşen bir borçtur.
***
Yatınca bir süre düşündüm, Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı, gerçekten iyi bir Türkçe öğretmeniymiş. Daha Alpullu’da kaldığımız 1939 yılı başlarında beni Yeni Adam dergisine abone ederken dikkatimi çekmiş, iki de küçük kılavuz vermişti. Gözüm gibi sakladığım o iki kılavuz biri Türkçe’den Osmanlıca’ya öteki de Osmanlıca’dan Türkçeye idi. Bunları, o yandan bu yana başka hiç kimsede görmedim. Gösterdiğim arkadaşlar böyle bir nesnenin olabileceğine şaşıyorlar.
Osmanlıca –Türkçe Türkçe - Osmanlıca
İşin bir başka ilginç yanı, Geçen yaz stajım sırasında bunu iki deneyimli Türkçe öğretmeni Cemil Toygar’la Nazif Balcıoğlu’na söylediğimde ikisi de:
-Sahi öyle bir şeyler vardı, onlar sonra ortalıktan kalktı! değip sözü savuşturmuşlardı. Yaşar Nabi Nayır, sanırım bu anlayışı eleştiriyor. Demek daha o zamanlar bu işler tavsamaya başlamış! Köy Enstitülerine çok umut bağladıklarını sık sık söyleyenlerin bu tür yenilikleri nasıl karşıladığını her gün üzülerek görüyoruz. Salt dil konusunda değil tüm yeniliklere sarılmak önemli. Okul müdürümüz Rauf İnan’ın davul tutkusu bunun bir başka örneği:
-Millî oyunlar davulsuz oynanamazmış. Dağda gezen Efelerin oynadığı varsayılan oyun için davul söz konusu olur mu? Davul, ritim için bir kolaylık, akordeon için bu söz konusu olur mu? Çok önemli bir olay da öğretmenlerin dersliklerde müzik etkinliklerini kolayca yapması için seçilen mandolin, oldukça yaygınlaşmış durumda iken bir Aşık Veysel tutkusuyla bağlamayı ortaya getirmeye çalışmak oldu. Bunu daha önce alaturkacılar tambur, cümbüş gibi kendi çalgılarını öne sürerek direnmişlerdi. Onlar bu yolda başarılı olamayınca, bu konuda düpedüz cahil birtakım yöneticileri kandırarak alınmış kararı tavsatmak amacını gütme yolunu seçtiler. Amaçları saz ya da bağlama falan değil, benimsenen mandolin ilgisini azaltmak. Bu konuda Aşık Veysel’i öne sürmeleri ise düpedüz sahtekârlık. Aşık Veysel, bağlama öğretecek ölçüde donanımlı değil, olması da beklenemez. Bunu söyleyenler, derslerin, dersliklerde yapıldığından habersizler(!) (Bile bile olayı saptırıyorlar.) Kırk elli öğrencinin oturduğu bir derslikte elinde bağlama ile dolaşan bir öğretmeni göz önüne getirmeye bile yanaşmıyorlar. Onların amacı (Ahmet Emin Yalman’a yapıldığı gibi) halkın güven duyduğu birilerini ayarlayıp, benimsenen yenilikleri baltalamak! İşte Yaşar Nabi Nayır’a bir başka örnek!
Yatınca, oldukça rahatladım. Bu tür yazıları okudukça çevremdeki insanları daha iyi tanıyacağım. Bu tür düşünenler arkadaşlarım arasında da var. Açıp bir kitap ya da dergi okumadıkları gibi, konuşmalarında da bir değişiklik yapmamakta direneneler var. Elimdeki Varlık Dergisi’ni göre göre bana soruyor:
- O mecmuayı ne zamandan beri okuyorsun? Karşılığım şu oluyor:
-O mecmua, DERGİ olduğundan beri okuyorum!
13 Nisan 1945 Cuma
17 Nisan bayramımız neredeyse başlamış gibi, doğrudan bir ilişkisi olmayanlar bile soruşturuyorlar:
-Kimler gelecekmiş? Aslı olup olmadığı bilinmemekle birlikte birçok ad sayılıyor:
-Hasan Ali Yücel’le İsmail Hakkı Tonguç’un geleceği kesin, diğerleri ise rivayet!
Bu sabah son sınıflar ayrı bir grup kurdu; Açık Hava’da yapılacak gösteride onlar oynayacakmış, Sayısı az bir sınıf, 35-40 kişi kadar. Ağabeyleri Ömer Çiftçi onlara önderlik ediyor. Enstitü bölümü ayrı gösteri yapacak. Onların müziğini çalacağım için bizim salondan bir süre ayrı kalacağım. Bu, benim için hayırlı mı yoksa zararıma mı? Açık Havada gösteri yapılırken bizim salona gelen olur mu? Bir yandan bunları düşünüyor bir yandan da akordiyonu körüklüyorum.
Gözlerim kalabalığa alıştığından bu sabah bir avuç öğrenciyi görünce olayı hafifsedim. Bunu Mehmet Gönül de düşünmüş; kaygılarını söyledi:
-Kalabalıkta kusurlar ya görülmüyor ya da hoş görülüyor. Sayı azalınca kusurlar ortaya kolay çıktığından izleyenlerin gözünden kaçmıyor.
Gene de birbirimizi teselli edecek söz bulup bu tür kusurlardan sorumlu olamayacağımızı öne sürerek ayrıldık.
*
Kahvaltıda benim heykelciliğim söz konusu oldu, arkadaşlar bunu Malik Aksel öğretmene söyleyip söylemeyeceğimi sordu. Soruyu saçma buldum; neden söyleyeyim? Malik Aksel Öğretmeni ilgilendirir mi? Kestirip atarca konuştuğumdan arkadaşlar konuyu değiştirdiler.
-Dersler kesilmeden önce Devlet Resim Sergisini gezebilecek miyiz? Kim soracak? Kimse cesaret edemiyor. Sonunda sormayı ben üstlendim.
Malik Aksel Öğretmen gülümseyerek geldi. İlk sözü de:
-Sizin bölümün adı üstüne konuşmuştuk. O zaman da demiştim:
-Güzel Sanatlar, birbirinden ayrılmaz 6 kardeştir. Müzik, Resim, Heykel, Tiyatro, Bale, Mimari…Oysa sizde bunların üçü, müzik, resim, tiyatro var. Sizin okullar, söylendiği gibi ülke çapında çoğaldıkça bu eksikler tamamlanacak; daha doğrusu tamamlanmak zorundadır. Bakın okulunuzda heykel çalışmaları başladı. Ancak, eğreti bir başlayış bu, hiç ilgisi olmayan bir bölümde denemelere kalkışılıyor; Yapıcılık Bölümü! Neyse ki işe el atan arkadaş, çalışkan, enerjik bir arkadaş, zaman içinde onu yerine oturtacaktır.
Azmi Erdoğan dayanamadı, beni göstererek:
-Arkadaşımız da orada çalışacak! Öğretmen:
-Biliyorum, onu ben yazdırdım, gitsin onları izlesin, notlar tutsun. Gelecek yıl, heykel üzerinde duracağız, bana yardımı olur!
Sevindim ama belli etmedim. Öğretmen, heykel, mimarî, Raks ya da bale bölümlerinin salt güzel sanatların değil uygarlığın temeli olduğunu anlattı. Raks ya da bale dediğimiz olayın salt bir oyun değil, halk geleneklerinin geliştirilmiş şekilleri olduğunu, filmlerde izlediğimiz o görkemli salonlarda edilen dansların kökeni aranınca eski, ilkel köylü oyunları olduklarını, uygarlık geliştikçe o oyunların erişilmez güzelliğe dönüştürüldüğünü anlattı. Örnek olarak da müzik alanında ileri gitmiş Avusturya-Viyana çevresindeki halkların köy oyunlarının müziğin gelişimine koşut olarak görkemli dans salonlarına taşındığını anlattı. Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya kesimlerinden örnekler verdi. Polonya halkının eski, polka, Polonez, nocturn, mazurka v.b. yüzyıllardır halkın yaşattığı basit hareketler, iyi yetişmiş koreograflar eliyle modernize edilerek tiyatro sahneleri zenginleştiriliyor. Uygarlık dedikleri de budur işte. Biz bunları doğrudan yapmayacağız ama yapacaklar için yolların açılmasına yardımcı olacağız. Bakın sizin okullarınızda öteki okulların ilgilenmediği güzel bir gelenek oluştu:
-Millî Oyunlar. Nedir Milli oyunlar? Halkın kendi aralarında kendi kendilerine uydurdukları hareketler değil mi? Ege Efeleri dedikleri, üç beş kişinin oluşturduğu bir birliktir. Siz bunu üç beş değil 400-500 kişi olarak oynuyorsunuz. İşte bu da bir değişimdir. Bunu da yeterli görmeyen geleceğin ustaları, bu oyunları tiyatro sahnelerine, dans salonlarına getirecektir.
Heykel için de buna benzer sözler söyleyebiliriz. Atalarımız, doğru yapmış, yanlış yapmış, uzun süre heykele yan bakmıştır. İstanbul’u bize kazandırdığı için başımız üstünde tuttuğumuz Fatih Sultan Mehmet’in küçük bir resmi ile avunuyoruz. Ne olurdu onun İstanbul’un her köşesinde bir heykeli olsaydı da boyunu bosunu görseydik. Hoş, biz onu şimdi de kendi beynimizde gönlümüzce değerlendiriyoruz ama bu değerlendirme bir ortaklık sağlayamıyor. Oysa heykel, toplumun muhayyelesinde (ortak hayallerinde) birlik kurmaktadır.
Malik Aksel öğretmen bundan sonra İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi için kısa bilgiler verdi. Sözü oradan bize de gelecek olan Heykeltraş Nusret Suman’a getirerek onu oldukça övdü. İyi bir heykeltraş olduğu gibi bu işin yurt çapında yaygınlaşması için canla başla çalıştığını, haftanın belli günlerinde ta İstanbul’dan kalkıp buraya gelmesinin bunun bir sonucu olduğunu anlattı. Bana bakarak:
-İşlerin ne raddelere geldiğini haftaya da senden dinleyelim dedikten sonra arkadaşlara da:
-Sizler de uzak durmayın, gelen örnek heykeller açıldıkça yakından bakın, kimin nesi olduğunu bilmeseniz de heykel heykeldir, bunları da insanlar yapmıştır. Böyle düşündükçe ufkumuz açılır. Düşünelim; birileri yüzlerce yıl önce heykel yapmış, kendilerinden sonra gelenlere armağan etmiştir. Oysa birileri bunları hoyratça kullanması bir yana çatır çatır kırıp dökmüştür. Bu iki zihniyetin arasında birini seçip ötekine sırt çevirmek zorundasınız. “Hodri meydan!” deyip gülerek ayrıldı.
Öğretmen çıkınca “Hodri meydan” sözü tekrarlandı. Hangi dilden geliyor acaba? Az sonra Öztekin Öğretmen gelince, meydanı o doldurdu. Öztekin Öğretmen ellerini şaplatarak, koro işareti verdikten sonra:
-Yarın konser, sonraki gün pazar, öyleyle bir günümüz kaldı demektir. Gelin bugün son noktayı koyalım. Genel duruma bakılırsa bizim programlarımız onlarınkilere uymayacak ama gene de biz bir yolunu bulup kendimize yer açacağız. Söylendiğine göre Yüksek okullardan gruplar gelecekmiş, bu gerçekleşirse biz de onlara programımızı sunarız!
Arkadaşlardan soranlar oldu:
-Bu işlerle ilgilenen yok yok mu? Öztekin Öğretmenin beklediği de buydu:
-Var, var, Ali Kılıç adlı kişi bu işleri organize ediyor. Ediyor ama yaptığı gelenleri gezdirmekten öte geçemiyor. Ona da bize olduğu gibi yumurta kapıya geldiğinde haber veriliyor. Olmaz azizim olmaz. Enstitü Müdürüne bağlı Yüksek Okul yönetilir mi? Adam Çiftelerde ekin tarlalarında gezdiği gibi burada da dolaşıyor. Her dakika ayaktaymış. Buna ben de inanıyorum ama o başka bu başka. Kimleri çağırdın, çağırdıklarından kimler gelecek? Bunların dökümü yapılmazsa bu iş her zaman fiyasko ile sonuçlanır. Bunu bizim Bölüm çok daha iyi yapar. Bölüme yetki vereceksin, iki de görevli ayıracaksın olup bitecek. İşte bunu yapamıyorlar. Öyle olunca kendileri dışlanacaklar. Amaçları hep önde olmak!
Hepimizin elinde yazılısı bulunan programı önce marşları, şarkıları, türküleri tekrarladık. Gerekirse öğretmen Ahmet Yol’a tek şarkı, Doğan Güney’e de keman solo çaldırmayı tasarlamış, onu söyledi
*
Yemekte dedikodu…. Gösteri, işleri bizim bölüme bırakılsa daha mı iyi olur? Nasıl yapılırsa iyi olur? Her kafadan bir ses çıkarca konuşulmasına karşın güzel öneriler de ortaya getirildi. Niçin olmasın? Her birimizin bir ek işi olur. Bu olursa, onu da ders gibi iş bileceğimizden severek yaparız. Geçen yıl staj için kaldığımda işimi aksatmadan nasıl yaptımsa onu da öyle yaparım. Tüm arkadaşların benimsediği bir olay oldu.
*
Öztekin Öğretmen çok geç geldi. Gelir gelmez de gene yakındı; 17 Nisan Bayramı için Okul Yönetimi Toplantısı yapılmış. Öztekin Öğretmen:
-Be birader! diye başladı, ondan sonra da sabahki söylediklerine benzer olumsuzlukları tekrarladı. Kemancılarla kısa bir grup çalışmasından sonra serbest çalışmaya geçildi.
Notalarımı alıp alt odaya indim, Bach, Telemann, Czerny, Chopin, Schumann, Mozart, Beethoven sıralamasını sürdürdüm. Bach’da önce çaldıklarım vardı, onları tekrarladım. Uzun süre tekrarladığım Wachet auf beni oyaladı. Çalması kolay. Öyleyken etkileyici bir melodisi var. Schumann’ın Atlı’sı da öyle. Kısa ama sanki ata bindiğim günleri yaşar gibi oluyorum. İki atımız vardı, biri al, öteki doru. Al ata binmek istiyordum. Nedense Ali Ağabeyim beni ona bindirmiyordu. Atlar üstüne bildiği bir söz vardı, bana onu tekrarlıyordu:
-Alma alı, satma kırı, besle yağızı, bin doruya! Sözde binmek için doru atlar yaratılmış gibi… Bu sözü tekrarlayıp bana doru atı gösteriyordu. Gözüm alda olduğumdan onun daha rahvan gideceği inancını taşıyordum. Schumann da beni düşünmüş gibi renk belirtmemiş ama rahvan at temposu üstüne beste yapmış.
Yalnız yalnız çalışırken kapıya vuran oldu. Duraksadım; kim olabilir? Bizim arkadaşlardan olsa açıp girerler. Giren Yıldız gülerek “Gelebilir miyiz?” diye sordu. Yanında arkadaşları varmış. İçlerinde daha önce de gelenler olduğu için bizimkiler olduğunu anladım. Hepsi piyano severmiş. Uzun boylu, esmer, Aksu çıkışlı tekrarladı:
-Müziği seviyorum ama yeteneğim olmadığını bildiğim için bu bölüme giremedim. Bunu geçen defa da söylediği için tekrarladım:
-Bu bölümdekiler, birbirlerine yardım eder, şimdi de geçebilirsin. İçlerinde biri oldukça sarışın, onunla hiç konuşmamıştım, ona da bizim bölüme geçmesini önerdim. O çok kesin konuştu:
-Ben Enstitü Bölümünde denedim, yapamayacağımı anladım için düşüncemden attım! Ancak dinlemeyi seviyorum.
Onlara, Für Elise, Moment Muzikal, Menuett, Türkmarşı ile Mozart Maman varyasyon ilk bölümü çaldım. Çok sevindiler.
*
Yemekte arkadaşlar konu ettiler; maksatları müzik dinlemekse salona neden gelmiyorlar? Böyle dediler ama karşılığını gene kendileri verdiler:
-Bizim çaldıklarımız müzik mi?
Benim yanıma gelip gittiler ama genel olarak kim kimin nesi, kim kimin fesi bilmiyorum. Meğer hepsinin bir hayranı varmış. Önce sarışın için Talip Apaydın’ı söylediklerinde şaşırdım; Talip böyle işlere kalkışır mı? Arkadaşlar güldü:
-Sen öyle bil, bu, Talip’in 2. sevgilisi…. Önce Çiftelerli ile kaynatmış, şimdi de bununla bakışıyormuş! İnanmadığımı söyledim. Söyledim ama kendi kendime sordum:
-Niçin inanmıyorum? İnsanlar bir yaşa gelince konuşup anlaşıyor. Bunun en güzel örneğini Kepirtepe’de gördük. Çok sevdiğim arkadaşlardan (bir sınıf sonra) Hasan Gülümser, Hatice’ye takıldı. Az kalsın yakayı ele verecekti, uyarıldı. Hatice de kendisi de sabrettiler. Geçen yıl okulu bitirince evlendiler.
*
Yemekten sonra bir süre kitaplıkta kitap karıştırdım, yeni kitaplar gelmiş, Stendhal-İtalya Hikâyeleri, Parma Manastırı… Aristoteles-Ahlak, Atinalıların Devleti… Voltaire- Candide… Aisopos-Masallar… Stendhal’ın İtalya Hikâyelerini karıştırdım. Kırmızı ve Siyah’taki Jülien ile Mathilde’i ararca hikâyeleri karıştırdım. Güzel hikâyeler var, hepsini okuyacağım… Kırmızı ve Siyah romanı beni çok etkilemişti. Özellikle Mathilde’in genel kültürü, o kültüre dayanarak kendini ortaya atması çok hoşuma gitmişti. Nitekim acıklı olayın sonunda da en yürekli o çıkmıştı…