Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

12 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Bir Arkadaşımızın Okuldan Atılması- Üzüntü-Korku Dönemi

 

30 Ekim 1942 Cuma

 

Akşamın etkisinden kurtulamadım:

-Sahiden 6 Ali okuldan atılmış olabilir mi? Ali oldum olası yakınlık kurup da konuştuğum bir arkadaş değildi. İlk tanıştığımızda zıtlaşma oldu ama sonra pek karşı karşıya gelmedik. . Zaten onun sorunları benimkilerle aynı düzlemde değildi. O sürekli kendine özgü çıkışlarla şakacı takımına konu çıkarıyor sonra da kendisini çıkardığı sorunlardan arındırmaya çalışıyordu. Öğretmenlerle de sağlıklı bir ilişki kuramamış ya da kurmaya gerek görmemişti. Gidenlere olduğu gibi yeni gelenlere de aynı davranışı sürdüreceği anlaşılmıştı. Eğitimbaşının dersliğe geldiği ilk gün neredeyse patırtı kopacaktı. Eğitimbaşının bir sözünü ters çevirerek bir soru sormuştu. Eğitimbaşı ters bakınca, kurnazca olayı geçmiş bir söylentiye bağlayıp o an için yakayı ele vermemişti. Yeri geldiğinde kurnazlıkları vardı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin dersinde anlattığı Kanadı Kırık Leylek öyküsünü hiç unutmuyorum. Salih Ziya Öğretmen dikkatle dinledikten sonra:

- Ali sen olağanüstü bir öykücü olabilirsin. Eğer bu anlattığını gözlemişsen çok iyi de bir gözlemci olacaksın! demişti.

Kahvaltıda çorba vardı. Arkadaşlar gülüşerek öğretmen masalarına baktılar. Hilmi Altınsoy söylendi:

-Adamlar çorba için gelir mi? der demez üç dört öğretmen geldi. Gelenlerin dördü de bay öğretmen. Yusuf Hilmi’ye takıldı:

-Sözünü geri al! Hilmi kolay yan değiştirenlerden:

- Ben bayanları kastetmiştim! diyerek direnmesini sürdürürken Biçki-Dikiş Öğretmeni ile iki yeni bayan öğretmen geldi. Gönül eğlemek için arkadaşlar Hilmi’ye gene takıldılar. Bu kez Hilmi kendi kendine söylendi:

- Ulan bunlar beni yalancı çıkarmak için bu çorbayı bile iştahla yiyecekler herhalde! deyince bu kez de eski tartışma başladı. “Çorba yenir mi içilir mi? ”Biz bunu eskiden de tartışmıştık;kaşık kullanılarak yeniyorsa ona yenir, kaşıksız yenebiliyorsa o sıvılar için içilir! ”kararı vermiştik. Bu kararımız anımsatılınca tartışma kesildi.

Tarım barakasına bugün yalnız gittim. Hüsnü Ağabeyin dikkatinden kaçmamış:

-Bugün arkadaşın ben olacağım! dedi. Bulgaristanlı iki arkadaştan söz edince gülerek:

-Ne ikisi, burada Bulgaristanlı elli altmış kadar vardır. Trakya’nın yarıdan çoğu Bulgaristanlıdır. Ancak onların çoğu bunu saklar. Saklayanların çoğu da Pomaklardır. Onların dilleri Bulgarca olduğu için utanırlar. Bu nedenle de söylemezler! dedi. Söylediğim arkadaşlar ailelerini Bulgaristan’da bırakıp kaçarak buraya okumaya gelmişler! deyince bu kez sözünü değiştirdi:

-Benim sözüm onlar için değil, onlarla isterlerse Bulgarca konuşurum. Pomaklarla asla konuşmam! Sormadım ama neden böyle düşündüğünü de merak ettim. Bu Pomak düşmanlığı neden acaba?

Öğretmenler geldi. Besim İyitanır Öğretmen hemen beni övmeye başladı. Şaka ediyor sandım. Kitapları gösterince, anladım:

-Bu kitaplar bir yıldan fazla bir zamandır orada öyle durdu. Allahın bir kulu onlara eğilip bakmadı, sen şeytanın ayağını kırdın. Bilir misin böyle bir söz vardır! Şeytan meytan deyince yüksünme; güzel bir sözdür. Zaten sözden de anlaşılıyor, şeytanın ayağı kırılıyor, topal kalan şeytan ne de olsa sağlıklı bir şeytana tercih edilir! deyip güldü. Öğretmenler birlikte yakındaki yeni ahır inşaatine gittiler. Yapıcı arkadaşlar da geldi. Arif Kalkan başını saylayarak bana işaret etti. Gülerek yaptığı için işaretinden :

-Rahattasın, işin iş! anlamını çıkardım. Oysa rahat değilim. Arif ya da öteki arkadaşlara göre iş yeri bakımından rahatım ama içim rahat değil. Bunun nedenini gerçekte ben de bilemiyorum. Atölyedeki arkadaşlar da bana:

- Sen rahattasın! diyorlar. Onlarınki işlerin zorluğundan değil, çalışırken eski rahatlığı bulmadığından. Orada olsam ben daha çok sıkılacağım. En iyisi derslerin başlamasını beklemek. O zaman dersler hiç değilse bizi bir ölçüde oyalayacak. Onların da ne olacağı pek belli değil ama gene de bir değişiklik getirecektir.

Arkadaşlar onardıkları dolapları getirdiler. Yusuf bana takıldı:

- Ağzının yan tarafında bal mumu kalmış! Sözü tam algılamadan elimle silmeye kalkıştım. Hepsi gülünce anladım. Şaka;sözde burada bal yiyormuşum! Yusuf’a:

- Bal yemek de insanı bıktırıyor, gel sen kal, biraz da sen ye! dedim. Yusuf Besim İyitanır Öğretmeni çenesiyle göstererek:

- Aman aman! dedi. Hasan Üner ekledi:

- Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü! Onları , çeriye çağırıp balları gösterdim. Bal var ama petek çerçeveleri hiç bozulmamış olarak duruyor. Onların bozulması için Ahmet Gökay Ağabeyle tutanaklar tutulup öyle bozulacakmış. Eskiden de böylemiydi? diye soran oldu. Eskiden dedikleri arıların yer değiştirdiği yaz başlangıcı. O zaman bal alma zamanıydı, kırılan petekler, düşen parçalar oluyordu. Onlar temizlendi, bunlar kalan sağlam ürünler. Bunların bir kıyısı delinse tüm petek akar. Salih Ziya Öğretmenin bize ikram ettiği ballar, o değişim zamanından kalanlardı. Onlardan, bize verildiği gibi burada çalışanlara da tattırıldı. Ayrıca revire de verildi. Geçen yıllar bu kadar önemsenmiyordu. Büyük bir tepside bulunan baldan alabikliyorduk. Salih Ziya Öğretmen bana kaç kez:

- “Bal tutan parmak yalar! ”sen parmağını değil de al şuradan bir kaşık, kaşığı yala. Sonra da yıkayıp temiz olarak kaşığı yerine koy! derdi. Arkadaşlar peteklere bakıp çıktılar. Benim nöbetimin ne zaman biteceğini sordular. Elimi gösterdim:

- Ne zaman olsa izin isteyebilirim, ancak Marangozluk atölyesine gitmemenin yollarını arayacağım! dedim. Salih Baydemir:

- Böyle bir yol bulursan bana da söyle! Bu kez hepsi:

- Hiç birimiz memnun değiliz, ama bir kurtuluş çaresi yok;bir yıl daha sabredeceğiz. Hemen bir düzeltme yapıldı:

- Bir yıl değil, 7 ay!

Öğle yemeğinde arkadaşlar bal sözü açtılar. Bizim masada yapıcılardan salt Hilmi Altınsoy, arkadaşları dikkatle dinledi. Bana dönerek:

-Abi sen orada şimdi hiç bal yiyemiyor musun? diye sordu. Arkadaşlara anlattığımı ona da tekrarladım. Bütün petekler bir kenarından bozulursa petekteki balın tümü akar. Hilmi işin biraz dalgasında:

-Sen de bir peteği tüm olarak kaldırırsın! Bir petek balı nasıl kaldıracağımı sordum. Önce tümünü yiyebileceğimi sandığını söyledi. Bir peteğin en az iki-üç kilo olduğunu bu kadar balın yenilemeyeceğini anlattım:

-Alıp saklarsın! Nerde nasıl, saklanacağını anlatmaya çalıştı. Hiç biri olmayınca Tarım binasında bir yere saklanabileceğini söyledi. Bu kez de peteğinden sızan balları arıların nerede olsa bulacağını, arıların girdiği yerde bal olacağını Besim İyitanır Öğretmen kestirip araştırır! Hilmi:

-Oooff be, vazgeçtim ben bal yemektan! deyip sustu. Biz de hepimiz birden:

-Zaten biz de bunun için vazgeçmiştik! deyip gülüştük.

Öğleden sonra 8. sınıflardan bir grup geldi Hikmet Öğretmen onlara dolapları temizletip yerleştirtti. Dolaplar önce bir duvara sıralandı. Tam içlerine konacatlar taşınmaya kalkılırken öğretmen kendi kendine, “Çık, çık, çık! ”yapıp durdurdu:

-Burada olursa kapaklar açılınca önünden geçmek zorlaşır. Şuraya çeksek nasıl olur? diye bize sordu. Bu kez de ortadaki masaların yerleri değişmek gereği doğacak. Öğretmen eliyle çenesini bir süre tutup düşündükten sonra gülerek:

-Tebdili mekanda ferahlık olur! deyip masaların kaldırılmasını istedi. Bana söylediği sözün anlamını sordu. “Anlatılmak isteneni biliyorum ama sözlerin ayrı ayrı anlamları bilmiyorum! dedim. Çocuklar yüzüme baktı. Bu kez onlara anlattım; mekan, yer, ev, köy anlamını taşıyor. Tebdil de değişme anlamındadır. Örneğin tarihte Padişah 4. Murat tebdili kıyafetle gezermiş, yanı padişah kılığını çıkarıp sıradan bir kişi kılığına girermiş. Orada da tebdili sözü geçiyor burada da: “Tebdili kıyafet, tebdili mekan. Birinde adam giysilerini çıkarıp başkasını giyiniyor, ötekinde yer değiştiriliyor. Bu sözü ben yıllardır hep duydum ama hep değişik olaylar için kullanışmıştı. . Karaağaç’tan Alpullu’ya göçtüğümüzde, öğretmenlerimiz hep bunu söylemişti. Oysa biz koskoca bir kent olan Edirne’den köy gibi bir yere gelmiştik. Daha sonra Lüleburgaz’a gelişimizde de bu sözü duyduk. Hele Hasanoğlan’a gidişimizde bir coğrafya dersimize giren Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bu sözü kahkahayla gülerek söyklediğinde şaşırmıştık. Ferahlığı bir iç rahatlığı biliyorduk. Derste sıkıldığımızda teneffüse çıkınca :

- Oh be çık sıkılmıştım, biraz ferahladım! diyoruz. Ama Milli Eğitim Bakanının ferahlık anlayışı başka türlü oldu. Bu nedenle sözlerin anlamlarını tıpatıp bilmiyorum! dedim. Beni, başını sallayarak sabırla dinleyen Hikmet Öğretmen çocuklara dönerek:

- Mükemmel bir açıklama, bundan ötesi can sağlığı! dedi. Sonra da; “ Bizim buradaki küçük çaplı bir değişiklik, şekil değişikliği, sözlerin lügat anlamlarını düşünerek söylenmiş bir söz değil! dedikten sonra da benim işlere hevesle sarıldığımı, dün Besim Öğretmenin sözlediği sözü tekrarlayarak kitapları gösterdi. Bu kez de işi durdurup çocuklara bir süre kitaplara bakmalarını istedi. Çocuklar, kitaplara karıştırırken, dönüp dönüp bana baktılar. Bir çoğunu nöbetlerden tanıyordum: Recep Türköz, Hüseyin Yalçın, Nuri Altınseven, Celil Altın, Rüştü Güvenç sevdiğim çocuklardı. Sanırım bu kez Hasan Kurt, Muttalip Teber, Hasan Engin’le de iyi birer tanış olacağız. Kitap molasından sonra dolapları, gösterilen yere sıraladık. Masalar yerlerine çekildi. Hikmet Öğretmen çocukları gönderdi. O sıra Hüsnü Ağabey geldi; öğretmenden bir emri olup olmadığını sordu. Öğretmen bir “Estafurullah! ” çekti ama bir değil üç dört soru sordu. Önce:

- Memleket neresi? dedi;Bulgaristan olduğunu duyunca sözü kestirdi. Bu de işini sordu “Faytoncu! ”deyince ilgiyle dinledi. Faytonculuk üstüne konuşmayı öğretmenin ilgiyle izlemesini ben, kendime göre okulla Lüleburgaz arasında fayton gelip gitmesine yorduğumdan ilgiyle dinledim. Sonunda gerçek ortaya çıktı. Okulla Lüleburgaz arasında bir araba çalışacakmış ama Okul Müdürünün çocuklarını oradaki okula götürüp getirmek için çalışacakmış. Başka öğretmen çocukları da bundan yararlanabilecekmiş. Birden şaşırdım. Okulu yoktan var eden, dört yıl ter döküp artezyen açan Nejat İdil için bir ev yapılmazken birileri yeni eve geldi, çocukları için araba da hemen hazırlandı. Yutkundum. Hüsnü ayrılınca kendimi tutamadım, öğretmene sordum:

- Bu döğru mu öğretmenim? dedim. Hikmet Öğretmen de yüzüme dikkatle bakarak bana sordu:

- Ne doğru mu? Hiç çekinmeden:

- Okulun arabasıyla müdürün çocuklarının okula gönderilmesi doğru mu? dedim. Öğretmen boynunu büker gibi, başını eğerek :

- Ne yapsın adamcağız, çocuklarını okulsuz mu bıraksın? Ya okuldan uzakta, Lüleburgaz’da oturacak ya da böyle bir yol tutacaktır. O bunu atama yapanlarla konuşmuştur. Gizli kapaklı yapacak değil ya! Böyle yapan başkaları da vardır. Subay çocukları hep devlet arabalarından yararlanmaktadır. Öğretmen çocukları çoğalırsa burada ilkokul açabilirler, o zaman bu sorun ortadan kalkar. O değil sorun, o çocuklar yağmur çamur at arabasıyla nasıl gidecekler? Asıl sorun bu bence! deyip elini omuzuma koydu. Güzel şeyler düşünüyorsun ama :

- Her güzelin kusuru olur! derler, bunun gibi her güzelliğin de kimi kez görülemeyen kusurları olur. Güzeli, güzelliği sevenler onlara katlanırlar! deyip saati gösterdi. Kapıyı kilitleyip dışarı çıktım. Hikmet Öğretmen elimi tuttu:

- Sen bu işi çabuk atlattın. Sarışın oluşundan cildin çabuk etkileniyor. O büyük morarma ondandı. Sağlıklısın, bedenin güçlü, ezilen yerleri çabuk onardı. Aman dikkat, hiç değilse bir süre aynı yerde bir zedelenme olmasın. O bölge ne de olsa biraz duyarlı olacaktır! “Sağolun, dikkat edeceğim! ”deyip ayrıldım.

Derslikte İsmet beni bekliyormuş, Çok sıkıldığını söyledi, Köye gitmek için izin istesem verirler mi? diye sordu. Birlikte düşündük. “Annem rahatsız, dersler başlamadan gidip görmek istiyorum, dersler başlayınca derslerimi bırakmak istemiyorum! diyebilirsen izin verirler! ”dedim. İsmet’in gülesi gelmiş söyleyince ben de güldüm:

-Dayı annem hasta değil, nasıl hasta derim? kayın validem desem olmaz mı? ” deyince ikimiz de katıla katıla güldük. Bu kez ben de:

-En iyisi Eğtimbaşına git, “Aiz hani Disiplin Kurulu kurduk, demiştinizya o ne iş yapar? İşte size bir iş! ”de kendi olayını anlat daha iyi izin alırsın! ”dedim . Biz gülüşürken Mehmet Yücel yanağını göstererek:

-Dişim ağrımasa sizinle ben de gülerdim ama ağrım var! dedi. Arkadaşın durumu bizi üzdü. İsmet köye gitmekten vazgeçti. Mehmet Yücel’le dışarıya çıktılar. Mehmet Yücel’e göre gezerken dişinin ağrısı kesiliyormuş. Dersliğe girince Hüsnü Yalçın adaşı aynı zamanda hemşerisi Hüsnü Filibe’yi sordu. Yarın öğleden sonra tatil olursa benimle Tarım bölümüne geleceğini söyledi. Hüsnü Yalçın nedense tanımadığı insanlarla konuşmaktan çekiniyor. Lüleburgaz’da Bulgaristan’dan gelen çok;bunlardan benim tanıdıklarım var, onlara götürmek istedim, olumlu karşıladı ama sıra gitmeye gelince hep kaçındı. Fotoğrafçı Ertuğrul Ağabeyle bile zor konuşturdum. Üstelik o, Bulgaristanda öğrenciyken olaylara karışmış( Razgrad) karıştığı için suçlu olarak aranırken kaçıp kurtulmuş. Ailesinin büyük bir bölümü orada yaşamakta. Hüsnü’ye çok yakınlık göstermesine karşın Hüsnü nedense yakınklaşmadı. Kendi köyüme götürmek için ne denli istedimse gelmemekte diretti. Son kez Halil Basutçu salt Hüsnü’yü götürmek için birlikte gelmeye razı oldu. Bakalım başarabilecekmiyiz? Hüsnü için söylediklerim Emrullah için de geçerli. Üstelik ona Hüsnü gibi ısrar da edilmiyor. Geçen gün İsmet güzel bir benzetme yaparak Hüsnü Yalçın’a:

-Dayım sana dil döktüğü kadar okuldaki kızlardan birine dil dökseydi çoktan köyüne götürürdü! dedi. Arkadaşlar güldüler, takıldılar, şaka olarak söylenmiş bir söz ama bir bakıma gerçek bir yanı da var. İki adım ötede Yeni Bedir’deki amcamlara bile Hüsnü’yü ancak bir kez, onu da zorlayarak götürebildim. O da Kamber Amcamın:

-Ben Bulgarcayı artık unutmaya başladım, gel bir iki söz edelim! demesi üzerine yan çizemedi;geldi ama ağzından Bulgarca bir söz almak için en az yirmi Türkçe söz döküldü. Okula dönünce de götürdüğüm için yüz kez teşekkür etti, mutlu olduğunu söyledi. Çekingenliğinin nedenini ise güldürmek için söylemişçesine, kendisine yapılanlara karşılık vemeyeceğini düşündüğünden çağrılara katılmıyorum demesi oldu. Bu nasıl anlayış? Ben Hüsnü’yü bizim köye götürdüğüm için karşılığı olarak onların Bulgaristan’daki köylerine gitmeyi bekleyeceğim! Sen aklınla binler yaşa Hüsnü! Arkadaşların dediğini, benimse hiçbir zaman demediğimi, demeyi aklımdan bile geçirmediğim sözleri buraya yazıyorum. Birgün belki birlikter okuruz: “Do gospodin, Eminamzof! Kaksi dobralisi, petri kuklulika, tri meteliga. Arkadaşlar hep söyledi, Hüsnü de bunları duyunca küplere bindi, kavgalar etti. O zaman haklıydı ama ben söylediğin için haklı olduğunu söyleyemeyecektir;çünkü ben gerçekten haklıyım, üstelik incitmek için değil sevdiğimden takılıyorum.

Sıra arkadaşım Mehmet Yüğcel’in diş ağrısı beni de üzdü. Arakadaşın dişi geçmişte de sorun olmuştu. Revire gitmesi önerildi. Mehmet gülerek:

-Siz diş ağrısı nedir bilmiyorsunuz, dişi ağrıyanın revirde yatması olası değildir. Dişi ağrıyan kişi yerinde duramaz. Gülerek:

-Yerinde duramayan kişi revirde nasıl durur? Eğer durdurulursa o zaman ağrı karesi kadar artar! ”Sami Akıncı söze karıştı:

-Sevgili arkadaşım Mehmet Yücel acına katılıyorum, ben de çektim o acıyı. Ancak ben senin öteki sözüne takıldım kaldım. İşi matematik diliyle anlatman hoşuma gitti. Bir ağrının karesi kadar artması demek, ağrıyı çekenin bu, çok özel ölçüsü demektir. Kısacacı bunu kimse kestiremez. Bu salt diş değil insanların tüm ağrıları için geçerlidir. Onları çekenler bilir. Çoğu kez insanlar yarısı, iki katı diye konuşurlar ama bu sözlerin fazla bir anlamı olmaz. Bu ndenle senin kendi ağrına güzel bir ad verişin, benim için ilginç bir ölçü oldu. Salt ağrı değil bundan böyle sevinçlerim, mutluluklarım için de bu sözü kullanacağım! Mehmet Yücel güldü:

-Doğrusu Sami söze başlayınca yanlışımı bulduğu için konuşacak diye bir an duraladım. Ne rastlantı o anda dişim de dinledi galiba ağrı falan kalmadı. Sağol, Samiciğim! Bu kez arkadaşlardan bazıları:

-Sami’nin konuşması iyi geldiyse konuşmasını sürdürsün! diye takıldılar. Mehmet Yücel gülerken Sami’nin sıra arkadaşı Mustafa Saatçı söze karıştı. Sami’nin sıra arkadaşı olarak ben konuşabilim! deyince :

-Birkaç kişi birden:

-Aman sen sus, uğursuzluk getirirsin! deyince Mehmet Yücel gülerek çenesi tuttu:

-Bu kez karesini de geçti neredeyse küpüne ulaşacak! deyip dışarı çıktı. Mehmet Yücel dışarı çıkınca bu kez Sami’nin sözlerinden değişik algılamalar ortaya geldi. Örneğin Bekir Temuçin: “Sami Akıncı, pazartesi günü dersler başlıyor, derslikteki gürültüleri azaltalım! demek yerine karekökü, matematik diyerek dersleri anımsatmak olarak değerlendirdi. Sefer Tunca Bekir’in açıklamasını yersiz buldu:

-Neden bu kadar sözü dolaylı olarak rahatsız bir arkadaşa söylesin, “Arkadaşlar, dersler başlıyor susalım! ”diyemez mi? Hasan Üner, Bekir Temuçin’i destekledi:

-Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim! dedi. Atasözünü unutmayalım! deyince Mustafa Saatçı:

Ben de bir Atasözü biliyorum:

-İti anan değneği yerine koyar! Mustafa Saatçı’ya birkaç kişi birden karşı çıktı. Önce sözün yanlış söylendiği, sonra da konuşulan konuyla hiçbir ilgisi olmadığı anlatıldı. Söz düzeltildi:

-İti an değneği yanına koy! Bu kez de İsmet karşı çıktı:

-Değneği yerine koy, iti öyle an! Önce değnek hazırlanmalı sonra it anılmalı! dedi. Mustafa Saatçı İsmet’e baktı: “Bunları bana mı söylüyorsun? ”diye sordu. İsmet gülerek:

-Sen öyle mi anladın yoksa? Eğer eyle anladıysan ben de senden soruyorum, neden öyle anladın acaba? ”Mustafa Saatçı ile İsmet’in karşılıklı bakışlarından kuşkulanan Yusuf Asıl ayağa kalkıp Mustafa Saatçı’ya sordu:

-Siz şimdi neden bakışıyorsunuz?

Söylenen bir Atasözü doğru yazılmamış diye başlayan tartışmayı neden sen ben yapıyorsunuz? İsmet Abi kendi fikrini söyledi, sen onun fikrine katılmadınsa o sözü gene bildiğin gibi kullanırsın! Sami Akıncı başta olmak üzere bir çok arkadaş Yusuf Asıl’ı alkışladı. Mustafa Saatçı da sonradan alkışlayanlara katıldı. Ancak:

-Vay be, çocuğa bak! dedi. Sami Akıncı gülerek Mustafa Saatçıya dönüp:

-Vay besi yok bunun:

- Boynuz kulağı geçer! demişler. Mustafa Saatçı bir durdu:

- Bıktım ben bu Atasözlerinden, kim söylemiş bunları? Hep it, mit üzrine söylemişler. Onların akıllarına kız mız gelmemiş mi? Hani güzel kızlar için bir Atasözü var mı? ”Tüm arladaşlar sustu. Sanki herkes belleğinde kızlar üstüne Atasözü arıyordu. Ben çok düşündüm ama gerçekten bulduramadım. Yemek zili çaldı kalkarken Halil Basutçu gülerek bana sordu: “Ne haber, Mustafa Saatçı’ bir Söz hazırladın mı? ”dedi. Hazırlayamadığımı söyleyince, kendisinin bulduğunu söyledi. “Nedir? ” diye sormadan o söyledi:

- Bir deli kuyuya taş atmış tüm mahalleli çıkaramamış! Olayı anlatmak için çok güzel örnek ama Mustafa’nın beklediği bu değil. Halil diretti:

- Adı üstünde Atsözü. Ata dediklerimiz, yaşlı başlı adamlar, öğüt vermek için sözler söylemişler. Mustafa Saatçı gibi SS arkasında koşacak değiller ya! ” Gülerek yemeğe gittik. Halil Basutçu’nun adını vermeden aynı doğrultuda olayı kurcaladım. Mehmet Aygün, Yusuf Asıl, Hasan Üner güzel sözler konuştular. Halil’ in söylediğine yakın sözler de söylediler. Ama hepsinin aklında gene de kızlar ya da güzeller üstüne sözlenmiş Atasözü aramak vardı. Harun Özçelik birden:

- Buldum, ama burada söylemem, Mustafa’ya söyleyeceğim! dedi. Harun böyle söyleyince benim de bir söz aklıma geldi. Ben hemen söyledim:

- Güzeli kim sevmez! Harun’un bulduğu da:

- Güzeli herkes sever! Belki aynı sözün değişik söylenişi. Ancak bunlar gerçekten Atasözü mü? Biz yalan yanlış bir söz bulmanın sevincini yaşarken Mehmet Aygun:

- Buldum arkadaşlar! dedi. Beklemeden söyledi, “Güzele bakmak sevaptır! ”Derslikte açıklamak üzere konuyu değiştirdik. Gülüşerek dersliğe dönerken büyük kapının bizim derslik tarafında Gül’le Melahat kol kola durmuş birini bekliyorlardı. Arkadaşlar bakıp geçtiler, ben duraksadım: “Birini bekliyorsunuz, kim olduğunu söyleyim hemen çağırayım, sizi böyle bekletmesin! ”dedim. Gül güldü. Melahat: “Öğretmenimizi bekliyoruz! ”dedi. Öğretmenlerinin bu tarafta olamayacağını, yanlışları olduğunu sdöyledim. Bu kez ikisi de güldü:

- Öğretmenimiz Müzik Öğretmenin odasında arkadaşlarla bir şeyler ölçüp biçiyorlar, kalabalık etmemek için biz dışarda kaldık! dediler. Burada yabancı gibi beklememelerini, bizim dersliğe gelmelerini önerdim. Az durduktan sonra önerim uydular. Tam dersliğe girerken arkadan adları söylenerek geri çağırıldılar. Onlar dönünce ben yalnız olarak dersliğe girdim. Konuştuğumu görenler ilgiyle:

- Kızları kapıya kadar getirdin, neden içeriye sokmadın? ”diye bağırıştılar. Olayı görmeyenler şaşırdı: “Ne oldu? ”diye sormaya başladılar. Ben de: “Kızlardan, onlar için söylenmiş Atasözlerini sordum, çok varmış ama öğretmenden izinsiz söyleyemezlermiş;izin alıp gelecekler! dedim. Arkadaşların çoğu inanmadı. Ancak benim böyle şakalar yapmayacağımı bilenlerden bir kaçı sinirlendi. Önce Ahmet Güner:

- Oynama bizimle, sana güvenimiz sarsılır! deyince ben de Ahmet’e sordum: “gelirlerse mi sarsılır yoksa gelmezlerse mi? Bir çok arkadaş birden, “Gelmezlerse! ”diye bağırdı. Ben de, “Ben çağrımı yaptım, çağrıma uyup kapıya dek geldiler. Ancak öğretmenleri onları nedense geri çağırdı. Öğretmenleri onların bizim dersliğe girmelerine izin vermezse benim suçum olur mu? Böyle tartışmalara katılmayan arkadaşlar da inandılar. Bizim yemek masası takımı zaten kızların yanından selamsız sabahsız geçmişlerdi. Ben durup konuştuğumu, özellikle de kızların benimle derslik kapısına geldiğini görünce kuşkusuz inanmışlardı. Kızlar konusunda konuşulmaktan hoşlanmayan arkadaşımız Harun Özçelik konuyu değiştirmek için Atasözünü açıkladı. Yusuf Asıl da benim anımsattığımı ekledi. Böylece kızlar, Atasözleri tartışmaları arasında unutuldu. İsmet, : “Kız evi naz evi! ”dedi. Önce İsmet’e : “Atıyorsun, diye bağıran oldu. İsmet, köylerinde bu sözü söylediklerini tekrarladı. Sami Akıncı da doğruladı: “ Böyle bir sözü daha önce duydum! ”dedi. Mehmet Yücel bir eli sağ yanağında(Dişi ağrıyordu) gülümseyerek, “Kızı gönlüne bırtakırsan! ”der demez birkaç kişi birden; “Ya davulcuya(Önce zurnacı diyenler de oldu) ya zurnacıya gider(varır) diye bağırıştılar. Sefer Tunca ekledi:

- Kızını dövmeyen dizini döve! Bir süre bu söz gülenler oldu. Fettah, Sefer’e sordu: “Oğlunu dövmeyen ne yapar? ”Fettah Sefer’in yakın arkadaşı, olumsuz bir karşılık beklemiyordu. Ancak Sefer, beklenmedik bir yanıt verdi:

- Onu babana sormalı, en güzel yanıtı o verebilir! Fettah kıpkızardı oldu. Genel olarak olay aydınlanmış gibi bir rahatlama olmuştu. Bu kez de Halil Basutçu sordu:

- Bu Atasözleri güzel kızlardan değil salt kızlardan söz ediliyor. Hani güzel kızlar? deyince birkaç kişi birden:

- Onu da sen bul! dediler. Halil gülerek, benim yapılacak işlerim var, aylak olanların canları sıkılır, onlar arasın! dedi. Bir süre susuldu ama az sonra gene konuya dönüldü: “Soru güzel kızmıydı yoksa salt kızlar üstünemiydi? Mustafa Saatçı’ya sordular. Mustafa Saatyçı tam esnemek üzereymiş, elini ağzına kapatarak esnerken konuştu: Soooo-ruuu-yu beeen-mi sooor-muuuş-tuuum? ”Arif Kalkan benzerini yaparak: “Eveeeet-seeeeeennnnn! ”deyince makaralar salındı. Yat zili çalarken bir çok arkadaş:

- Beeeen-miii? Eveeeet-seeeennn! diyerek kalktı.

Gülerek yataklara girdik ama ben bir süre Atasözlerini düşündüm. Bizim köyde de Atasözlerinden bazıları konuşuluyor. Okur yazar bile olmayan bu insanlar bu sözleri nasıl öğreniyorlar? Köyde konuşulan Atasözlerini bir süre anımsamaya çalıştım: Öküz altında buzağı aramak-Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır. -Kızını dövmeyen dizini döver. Anasına bak kızını al. -Azıcık aşım kaygısız başım. -Deveye boynun eğri demişler o da “Nerem doğru? demiş. Altın yere düşmekle mangır olmaz. (Köylüler böyle söylüyor)-Aç tavuk kendisini buğday ambarında görürmüş. -Armudun irisini ayılar yer(İyisi de denir)Baba oğula bir bağ vermiş, oğul babadan bir salkımı esirgemiş. -Yılan eğri olarak gider ama deliğe girerken doğrulur. -Bükülemeyen el öpülür. -Sakla samanı gelir zamanı. -İt iti ısırmaz-Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır. -Bak bana bir gözümle bakayım sana iki gözümle…Daha olacak ama başka zamana bırakıyorum. Son aklıma gelen de tam benim için söylenmiş gibi:

-Huysuz huyundan vaz geçmez!

Her akşam bir şeyler düşünmeden uyumaya karar veriyorum, yatar yatmaz uyumak yerine bir konu çıkarıp uykumu açıyorum. Bu huysuz huyumdan vazgeçmiş bir huylu olabilcek miyim! . . . . .

 

31 Ekim 1942 Cumartesi

 

Akşam oldukça geç uyudum, karanlıkta saate de bakamadım. Az kalsın en sona kalacaktım. ”Çat kapı! ”gelecekler gelmiyor ama geldiği olur, böyle bir durumda kalmak istemiyorum. Şimdiye dek çok sevdiğim öğretmenlerim önünde bile boynum eğik durmadım. Bundan böyle böylesi bir duruma düşersem kendimi affetmem. Hilmi Altınsoy bile şaşırdı:

-Abi sen de gevşettin, hiç böyle kalıp bana arkadaşlık etmezdin! dedi. Hilmi'ye takıldım:

-Seni, erken kalkmaya alıştırıp dersler başlayınca erkenciler arasına girmene yardımcı olacağım! dedim. Şaka olduğunu bile bile Hilmi, sahi imiş gibi teşekkür etti. Dersliğe giderken Talat Tarkan Öğretmenle karşılaştık. Tam yol ayrımıydı durup selamladık. Çok memnun olduğunuı söyledi, iyi çalışmalar diledi. Hilmi şaşırdı:

-Yahu bu adam şimdi bunu neden yaptı? diye sordu:

-Durup selam verişimizden hoşlandı. Demek durup selam vermenin bizim bilmediğimiz başka bir anlam taşıyormuş. Biz bunu bilerek yapmadık ama o bize bunu öğretmiş oldu! ”Hilmi hayretme:

-Ben durmayacaktım, sen durunca ben de durdum;sahi sen de bilmeden mi durdun? diye sordu. “Aramızda ne fark var? Aynı çayları içiyoruz, aynı çorbaları kaşıklıyoruz! dedim. Hilmi: “Hadi hadi, aramızda farklar var ama sen öyle diyorsan, öyle olsun! deyip kolumu tartakladı. Halil Basutçu ile karşılaştık. Hilmi'nin benim kolumu tartakladığını görünce sordu:

-Bu eski başpehlivan seni neden böyle itekliyor? Hilmi, “Eski başpehlivan! ” sözüne kızdı: -Neden eski başpehlivanmış? Birileriyle güreştim de yenildim mi yani? Eskiden neysem gene oyum! Halil sözünü geri aldı. “Hadi öyleyse sözümü değiştireyim:

-Bu 63 numaralı arkadaş senin kolunu neden tartaklıyor? Hilmi'ye dönerek sordu: Tamam mı? Hilmi bu kez de Halil’in kolunu çekti. Kahvaltıya döndük. Hilmi, Talat Tarkan Öğretmenin İyi çalışmalar dileyişini anlattı. Halil:

-Onlar bir takım yenilikler düşünüyorlar anlaşılıyor ama biz o yeniliklere nasıl uyacağız? Bunu zaman gösterecek. Dileyelim de değişimler bizim çok zararımıza olmasın ! ”Masaya oturunca Hilmi Halil’i övdü:

-Arkadaş çok akıl, çok çalışkan. Herhalde onun babası da böyle akıllı biridir, oğlunu iyi yetiştirmiş! dedi. Hilmi ad vermeden bana anlatınca bu kez Salih Baydemir sordu:

-Kim bu şanslı insan? Hilmi Altınsoy sabah sabah ondan söz ediyor? diye sordu. Ben tam söyleyecekken Hilmi susturdu:

-Ben öyle düşünüyorum, arkadaşların düşüncesi değişik olabilir, konuşulmaması daha iyi olur! deyince ben de:

-Sen de bu konuda iyi düşünüyorsun, baban seni iyi yetiştirmiş! dedim. Hilmi, “Sağ olsun, babacığım benim adam olmam için çırpınıp duruyor ama bilmem ben adam olacak mıyım? deyince arkadaşlar gülerek:

-Olacaksın olacaksın! dediler. Hilmi oldukça içlendi:

-Siz de sağolun arkadaşlar, ben bugün biraz duygulandım, sizlerden güler yüz bekliyorum! Arkadaşlar Hilmi’ye baklıp sordular:

-Şaka mı ediyorsun yoksa bir rüya falan mı gördün? ”Mehmet Aygün Hilmi’nin çenesinden kaldırarak yüzüne baktı:

- Zavallıcık bu gece uyuyamamış! deyince Hilmi kahkahayla gülmeye başladı. “Nasıl ama rol yapıyorum değil mi? ”diye sordu. Hasan Üner:

- Tıpkı Aynaros Kadısı filmindeki oğlan gibi rol yapıyorsun! dedi. Hilmi filme gitmiş ama anımsayamadı, Mehmet Aygün’e sordu. Aygün çocuğu değil başka bir delikanlıyı anlattı. Şeyh Ahmet filmindeki koşarken ata bineni(Rudolf Valantino) anlattı. . Hilmi honut, hepimiz gülerek kahvaltıdan kalktık.

Ben kendi düşünceme göre Tarım nöbetimin son gününe gidiyorum. Hem seviniyorum hem de üzülüyorum. Marangozluk atölyesine ise hiç gitmek istemiyorum. Halis Öğretmene söyleyecek bir söz bulamıyorum. Beni tanıyan öğretmenler onca öğrenci gönül hatır sordu da o habersiz gibi bakıp geçti. Unutmuş olamaz. “Pat diye kapağı kapadı. Ben, can acısına, “Ah! ”diye bağırınca koşup geldi, “Ben bilemedim, ay, may” gibi bir iki söz de söylemişti. Revire gitmemi de o istedi. Ondan sonra ise ilgi kesildi. Karşılaşınca benden selam beklediğini söylermişçe yüzüme bakıyor. Selam veriyorum ama içimden gelerek değil. Sanırım kızdığımı anladı. Bu nedenle belki selam bile vermeyeceğimi de düşünüyor. Vermesem belki de içi rahatlayacak; “Ettiğimi buldum! ”diyecek. Selam veriyorum, vereceğim. O, öyle düşünürse benim bu davranışımdan rahatsız olur da belki kendi kendine sorar: “Bu işte benim bir suçum var mı tok mu? deyip kendini sorgular. Arkerlik kampında bacağımı böcek ısırdığında onbaşısından yüzbaşısına dek herkes ilgilendi. Öğretmen olmuş bir kimse Nuri Çavuş kadar da mı düşünemez? Belki de öğretmen değildir. Hasanoğlan’a gelen ekiplerdeki kimi yöneticiler gibi ustaöğretici de olabilir. Usta öğretici deyisec, iyi öğreten, öğreticilikte ustalaşmışlığı kastetmiyorum. Karın doyurmak için ustalık yaparken :

- Gel bizim okulda, çocuklara yaptıklarını göster ya da sen çalışırken öğrenciler görsünler, içlerinden bazıları yaptıklarından bir şeyler kapar! ”demişlerdir. Usta öğretici olarak elektrik santralını kuran Alman Ahmet böyleydi. : “Benden bir şeyler öğretmemi beklemeyin, yaptıklarıma bakın, baktıklarınızı belleyip uygulamaya çalışın. İşler böyle yaparak öğrenilir! der, tarihteki usta-çırak olgusunu anlatırdı. Daha sonra çok dikkat ettim Hasanoğlan’da Sili usta da aynı yöntemi uygulardı. Zaman zaman düzeltilecek bir durumda kendisi soyunup onarımı yapar; “Hadi şimdi ötekleri de siz düzeltin! ”derdi. Sili Usta bir Macar, ancak Almanya’da kalmış. Sanırım Avrupalılar bu yöntemi kullanıyorlar. Alman mühendislerin yanında çalışmış olan Alman Ahmet bu kuralı onlardan almıştır.

Hüsnü Ağabey benden önce gelmiş, atları çıkarmış. Biraz sıkılarak benden öğretmenlerin hangisinin amir olduğunu sordu. “Bizde amirlik olmadığını yalnız Besim İyitanır’ın eski olduğunu Hitmet Öğretmenin daha 15 günlük olduğunu anlattım. Ayrıca Besim Öğretmen bahçe işlerine baktığını, Hikmet Öğretmeninse Tarım derslerinin öğretmeni olduğunu, atlara baktığına göre sana daha çok Hikmet Öğretmen görev verecektir! ”dedim. Hüsnü Ağabey:

- Burada çalıştığı sürede herkesi amir sayacağını, ekmek kapısında çalışanların böyle yapması gerektiğini söyledi. Gene de böyle söylerken bile bir kaygısı olduğunu saklayamıyordu. Biz konuşurken Hüsnü Yalçın’la İsmet geldi. İsmet gülerek Hüsnü'leri tanıştıralım dayı! ”deyip Hüsnü Ağabey ismet’in dayı değişine takıldı:

- Sahiden yayısı mısın ? diye sordu. İsmet’in deyimiyle Hüsnü'ler konuşarak atların yanına doğru yürüdüler. İsmet Yeni Bedir’e gitmemizi önerdi. Ben daha geçen hafta için karar vermiştim, ancak elim sarılı olarak gitmeyi doğru bulmadım. Köyler arasında sık sık gelip gidenler oluyor. Gören biri evdekilere iletirse telaş ederler, özellikle babam üzülür. Babama ustalığımı anlatırken makine çalıştırdığımı anlatıyordum. Babamın aklına önce bir makine kazası gelebilir. Hele köylülerin ağzına düşerse kesinlikle parmakların bir kaçı gider. Zamanla da olay bileğe dek tırmanır. Babam bunlara inanmaz ama gene de kaygılanmasını istemem. Böyle durumlarda babamın üzülmesini öteden beri istemezdim. Turgeniev’in Babalar ve Oğullar romanını okuduktan sonra bu duyarlığım, var olanın Mehmet Yücel arkadaşımın deyimiyle karesi kadar arttı. Bana göre benim babam Nikolay Petroviç ya da Vasiliy İvanoviç Bazarov babalardan daha anlayışlıdır. Onlar, oğullarını özgür bırakıyorlar ama gene de: “ “Demoklesin Kılıcı! ” örneğinde olduğu gibi oğullarının önüne zaman zaman isteklerini koyuveriyorlar. Örneğin Nikolar Peroviç Arkady’ye Nihilist olup olmadığını sorarken, özellikle aldığı yanıttan sonraki tavırlarıyla “Demoklesin Kılıcını” düpedüz canlandırıyordu. Vasili İvonoviç ise oğlu 6 haftalık tatil için geldiğinde:

- Yüzümün şeklini bile unutacaksın neredeyse, bir birinize niçin bu kadar çok uzak kalıyoruz? diyerek dolaylı bir baskı kuruyordu. Oysa benim babam kesinlikle bunları yapmaz. Gene de bu roman babalarından çok şey öğrendim. Babaların dediklerini yapmak belki bir erdemdir ama asıl büyük görev onların yüreğindekini okuyup, orada bir incinme yapmamaktır. Onlar kendi yaşamlarının sorgulanmasını yapmaktadırlar;günahıyla sevabıyla yaşamlarının hesabını kendilerine vermektedirler. Bu olguda oğulların bırakacağı bir çöküntü tüm savlarının yenilgiye dönüştürüp düş kırıklığı içinde kalmalarını kaçınılmaz yapar. Babamın düş dünyasında olumsuz bir çizik bırakmamaya çalışacağım.

İsmet haftaya köye gitmeye kararlı. İsmet konuşurken güleceğim tuttu. Önce söylemek istemedim. Birkaç kez sorunca söyledim:

-Kaynanamın hasta olduğunu söylesem izin alabilir miyim? ” diye soruşu. Gerçekte bizim dersliğin şakaları arasında tam anlamıyla tutacak bir şaka. Ancak söz uzar giderse sonucun nereye varacağı bilinmez. En iyisi bunu uzatmamak, biliyorum ama aklıma geldikçe gülüyorum. Nasıl aklına geldi bu söz? Yoksa sen de kayınvalidenden hoşnut değil misin? ”İsmet susmamı işaret etti. “Yerin kulağı varmış! ”.

İsmet’e kitap dolabındaki atlar kitabını gösterdim, ilgiyle baktı. Okulu bitirince at yetiştirecekmiş. Kardeşi Sabri de atları seviyormuş. Onların köyünde uzaktan akrabalığımız olan Solak kardeşlerin güzel atları var. Enver Solak güzel ata biniyor. Onu gören köy delikanlıları ata özeniyorlar. Köyün Kırklareli’ye yakınlığı da etkiliyor. Atla ya da at arabasıyla alışverişe gidip gelmek kolay oluyor. İsmet bu nedenle bir süre at bakacakmış, sonra da savaş durumu elverirse işi otomobile döndürecekmiş.

Hüsnü döndü, tekrar konuşmak üzere anlaşmışlar. Geldiğine memnun olduğunu söyledi, İsmet'le dersliğe gittiler. Ben, kimsenin gelmiyeceğini bile bile bekledim. Hüsnü Ağabey kendi mi düşündü yoksa biri mi uyardı, atlar için iki günlük yem aldı:

-Tatil olduğu için burası açılmayabilir! dedi. Ben de bunu düşünüyordum. Rahatladım. Arayan soran olmazsa saat 15’00 sularında İsmet’le Yeni Bedir’e rahat olarak gidebileceğiz. Bu kez kimseden izin istemeyeceğim. Soran olursa “İlhan Görkey Öğretmen bana sürekli izin vermiş, bir yere de yazmıştı. Ona güvenerek gittim! ”diyeceğim. Gece de kalmadığıma göre sanmam kimse bir şey desin.

Bayrak töreni için toplanınca Eğtimbaşı uyarıda bulundu. 1. Erkek öğrenciler 3 numara traş olacak. kız öğrenciler saçlarını kısa keztirecek. 2. Tüm öğrenciler giysilerini temizleyecek ya da tamizlettirecek. 3, Dersler için gereksinimler gözden geçirilecek. Dersler kitap yerine araştırma yöntemiyle sürdürüleceği için kalem-defter bulundurulacak. 4. Nöbet işleri yeni düzene göre yürütülecek. 5. Günlük pogram yeniden düzenlenmiştir, ziller ona göre çalacak. 6. Ders programları belli yerlere, ayrıca dersliklere asılmıştır. 7. Derslere girecek öğretmenlerin adları dersliklere pazartesi günü asılacaktır. Eğitimbaşından sonra Müzik Öğretmeni İstiklal Marşı için açıklama yaptı. . Söylediği yeni bir şey değildi ama o gene de söyledi. Akordiyonla başlatıp çalmayı bırakıp el salladı. Sonuna doğru da sesle söyledi. Sesi oldukça gür.

Yemekte bizim arkadaşlar gülüştüler:

-Sahiden dersler başlayacak mı? Hilmi Altınsoy dalgınlığını gene yaptı:

-Geçen yıl daha mı erken başlamıştık? Geçen yıl şubatta başladığımızı söyleyince de :

-Şaka ediyorsunuz, hatta benimle alay ediyorsunuz! diye yüüzümüze baktı. “Hasanoğlan’dan gelişimizin 10 Aralık 1941 tarihini anımsatınca da :

-Eyvah eyvah, ben iyice keçileri kaçırıyorum, bu söylediklerinizi hep unuttum! deyince ben de, “Unutmanın bir bakıma sağlık belirtisi olduğunu anlattım. Unutmasını bilmeyen insanların özellikle gençlerin çok sıkıntı çektiğini, örneğin sevip de sevgilisine kavuşamayanlar unutmasını beceremezlerse karasevdaya dönüşen aşkları nedeniyle dillere düşerler, başlarına binbir dert gelir;Aşık Kerem, Mecnun, Ferhat daha niceleri diller düşmüş, sevgililerini unutamayanlardan bir kaçıdır! ”dedim. Hilmi sevindi. Bana :

-Abi, sen beni hep koruyorsun, aynı zamanda beni çok iyi anlıyorsun;ben şimdi aşık olsam sevgilimi de unutacak mıyım? diye sordu. Arkadaşlar gülerek:

-Ha şunu bileydin, bu kaçıncı sevgili unutuşun! dediler. Mehmet Aygün:

-Nacht, nacht, nacht! diye başlayınca Hilmi, sözün nereye varacağını anladı. Bana dönerek:

-Abi, bu konuyu biz aramızda konulaşım, bu cıvıklar işi gene bozacaklar! deyip kalkmak istedi. Yusuf Asıl elinden tuttu, “Kalkma, kaçma, saygısızlık etme! ”deyip oturttu. Bu kez birlikte kalktık. İki öğretmen masası da doluydu. Bayan öğretmenler masanın birinin bizim tarafa gelen yüzüne oturmuş, arkaları bize dönüktü. Çıkarken ayırdına vardım neredeyse bir masanın tüm yüzü bayan öğretmen. Hikmet Öğretmen yemekteymiş çıkarken gördüm. Bekleyip görüşmeyi uygun buldum. “Belki anahtarı alır! ”diye düşündüm. Dersliğ girmeden büyük kapı köşesinde bekledim Hikmet Öğretmen geçerken yaklaştım. Benden önce Hikmet Öğretmen, “Atlar için Pazar yemlerini ver de orada kalma kendi işlerini gör! ”dedi. Duraksadım. Hikmet Öğretmen:

-Senin nöbetin devam edecekmiş, vallahi ben bilmem Besim Öğretmen öyle söyledi, bana öyle bakma, bir söyleyeceğin varsa pazartesşi günü onunla konuş! dedi. Bu kez de ben:

-Yok öğretmenim, benim söyleyeceğim bir şey yok;sizler ne diyorsanız ben severek yaparım! Öğretmen:

-Hadi öyleyse pazartesi görüşmek üzere deyip ayrıldı. Birden içimde bir sevinç kabardı. Gülümseyerek dersliğe girdim. İdris Desten karşıladı:

-Ne konuştun o Kılkuyrukla öyle? dedi. Öğretmene bu adı takmışlar. Üzüldüm biraz sertçe: “Başınıza dert arıyorsunuz, o öğretmen duyarsa! diyecek oldum, birkaç kişi birden gülerek:

-O herkese böyle diyormuş, sana demedi mi? diye bana sordular. Şaştım. Hikmet öğretmenden böyle bir söz duymadığım gibi söyleyeceğini de sanmıyorum! dedim. Bir süre durdum. : -Arkadaşlar, hani bu tür takılmaları yapmayacaktık! dedim. Bir kaç kişi birden:

-Bunu bizim sınıf yapmadı. Öteki sınıflara o bu sözü çok söylediği için onlar takmışlar, biz de onlardan duyduk! dediler. İnanamadım. İnanamadım ama gene de güldüm.

İsmet aceleci, geldi kolumu çevirip saate baktı. İşaretleşip ağır ağır yola çıktık. Birinci dereye inince biraz hızlanarak yola koyulduk. Kamber Amcam oğlu Mahmut’la bahçeyi belliyordu. Bizi görünce durdu. Gülerek, “Nasıl ben gelmeyince gelmek gereğini duydunuz değil mi? O okula böyle soğuyacağımı hiç düşünmüyordum. Sizin Bakanlığınızın yapacağı bu kadarmış. Nejat Beyle kurduğumuz tüm planlar suya düştü. Tüm benliğiyle kendini bu okula vereni sorusuz sorgusuz alan Bakanlık onun yerine aynı değerde adam vermez. Vermez de değil veremez. Çünkü aynı çapta adamı yoktur. Güldü, kendine gene kendi yanıt verdi: “Verecek olsa onu almazdı! ”Böyle düşündüğüm için gidip kimseye “Hoşgedin! ” bile demiyorum. Komşu konumlar olarak karşılıklı bir işimiz olursa belki zoraki giderim. Bu nedenle bundan böyle siz geleceksiniz! ”Çardağın altına oturduk. Yengem: “kısmetiniz varmış! ”deyip önümüze suda pişirilmiş mısırla kabak getirdi. Gelip geçerken amcam gözlemiş, bizim kalabakları sordu. Topladığımızı söyledim. En az iki üç kez kabak yiyebileciğimizi söyleyince amcak olumsuz yanıt verdi:

-Hemen yemezseniz hava alırsınız. Kabapları korumak hüner ister, her yere konan kabak fazla dayanmaz ağırlığının geldiği yerinden hemen ezilip çürür”dedi. Ben: “Bunu konuştuğumuzu;Besim İyitanır Öğretmen bunları biliyor! dedim Amcam güldü:

-Bilir o gedikli, kaçın kurasıdır o, bilmez gibi çekimserdir ama cin gibidir! ”dedi. Amcam konuşurken İsmet ilgiyle dinledi. Kamber Amcam durunca İsmet:

-Biz ondan çok çekiniyoruz, hemem hemen en çekindiğimiz öğretmen o! ”dedi. Amcam gene: -Dobra dobra konuşur ondan çekinirsiniz, sözünü esirgemez, tembellere katlanamaz, çalışırken kaytaranlar olursa son söyleyeceğini öne alır! ”diyerek güldü. Sonra da “Öğrencilerin bu hoşuna gitmez! ”dedi. İsmet’le hem mısırları hem de kabakları temizledik. Yengem daha getirmek istedi, teşekkür ettik. Gerçekten yeterince yemiştik. İsmet kalkıp bel aldı bir süre bahçe belledi. Yengem amcama:

-Söyle bıraksın çocuk, yorulmasın! ”deyince amcam:

-Bırak çalışsın hanım, yediklerini ödesin. Öyle olunca daha sık gelir! deyip bir kahkaha attı. Amcam Babaeski’ye gitiğini, oradaki yeğeni Hasan Amcamlarda kaldığını, Vahit Dedenin de oraya geldiğini anlattı. Vahit Dede deyince onun Keşirlik Nahiye müdürü olarak gittiğini, uzak olduğu için oradan ayrılmadığını, duyduğumu anlattım. Amcam güldü:

-Vahit Dede, adı üstünde Dede, onun önemli günleri vardır, belli aylarda o günleri hesaplar, ne yapar yapar çıkar gideceği yerlere uğrar. Bizim bura için de söz verdi, bu yakınlarda Kiremitçi Amcan onu alıp getirecek. Sana haber vereceğim, görürsün! dedi. Çok sevindim, “Vahit Dede, okula yazılmamda çok yardımcı oldu, o olmasaydı kaydımı bile yaptıramayacaktım! ”deyince, amcam gülerek, Dede onu biraz anlattı. O da, o başarısını senin şansına bağlıyor. Hiç bir işi yokken o gün okula uğramış , seni görünce de dayımı anımsayarak, hatırını sormak istemiş. Başının derstte olduğunu anlayınca da yardım etmeyi bir borç bilmiş. Benim için de:

-Beni mahcup etmedi, sevdim onu! ”diyormuş. Biz konuşmayı sürdürdük, İsmet kendiliğinde bir dilimi belledi. Saate bakarak izin istedik. Arteziyen yanında bir grup vardı onların yanına uğradık. Yolun ortasından yürümemek koşuluyla öğrencilerin oraya gelmesine izin verilmişmiş. Onlarla birlikte döndük. İsmet biraz rahatladığını söyledi. Okula girerken tın tın tın, piyano sesi duydum. İyice unutmuştum, “Sahi bugün cumartesi Kırklareli’den Selahattin Yücesoy Öğretmen gelecekti. Yukarıya çıktım. Selahattin Öğretmen gelmiş, karşıda oturuyor. Asker giysili bir genç piyanonun başında “tın, tın, tın”yaptırtan o. Müzik Öğretmeni beni görünce:

-Selahattin Ağabeyim sağ olsun, bizi bu dersten kurtardı! ”dedi. Oda küçük olduğu için girmek istemedim, Tarım nöbetçisi olduğumu söyleyip ayrıldım. Piyanonun kullanılacak duruma gelmesine sonunda inandım. Müzik Öğretmeni ilgisini sürdürüyor ama oturup çalışmadan yararlanacağıma pek inanamıyorum. Elim iyice düzeldi, önümüzdeki hafta akordiyon çalışmaya başlayacağımı hesaplıyorum. Sevinçli olarak dersliğe indim. Mehmet Yücel Lüleburgaz’a gitmiş, dişçidişini çekmemiş ama dişine ilaç koymuş. İlaç etki yapmış, rahat konuşmaya başlamış. Buna da sevindim. Sıra arkadaşıyız bana:

-Dalıp uzun boylu konuşmaya kalkarsam beni uyar, tut ceketimden oturt dedi! Bunu duyan İsmet:

-Açık göz, sen konuşurken ayağa kalkmıyorsun, neden ceketinden çeksin. En iyisi ağzımı kapatmasıdeyince arkadaşlar güldü. Yusuf Asıl savundu:

-Ağzımı kapat derse dayın, “Vur deyince öldürür! ”sözü gereği Mehmet Yücel’i hiç konuşturmaz! ”Yusuf’un Atasözü söylemesi gene Atasözü konusunu açtı. Arif Kalkan Yusuf için:

-Yumurta tavuğa akıl veriyor! dedi. İsmet buna karşı çıktı:

-Yumurta horoza akıl veriyor! demezsen kabul etmeyiz!

Sami Akıncı ders proğramını görmüş:

-Bir çok dersimiz gene boş! Dolu olanları sorduk. Türkçe dolu, öğretmen: Eğitimbaşının eşi Sabahat Kartekin, Tarih: Selçuk Korol, Öğretmenlik Bilgisi : Okul Müdürü İhsan Kalabay, Müzik: Asım Kaveller. Matematik boş. Fizik boş. Tabiat Bilgisi: Seyfi Çaçur. Yabancı Dil boş. Resim-İş: Talat Ayhan, Tarım Dersleri: Hikmet Özmen Söylenen adlarda tanımadıklarımız var. Seyfi Çaçur, Talat Ayhan. . Matematik 2 saat boş, Fizik 1 saat boş, Yabancı Dil 1 saat boş. “Gene 4 saat boş dersimiz var, hem de benim için en önemli dersler! ”dedim. Sami Akıncı da bana katıldı, “Liselerin de en önemli dersleri onlar. Gene de umutsuzluğa kapılmayalım, belki gelen olur! ”Tek tanıdığımız Selçuk Korol Öğretmen. Bir süre eski öğretmenler anımsandı. Fikret Madaralı Öğretmenin gidişine üzülmeyen yok gibi. Ahmet Gürsel Öğretmenin çok sevilmediğini üzülerek karşıladım. Bir süre düşündüm. Sanat öğretmenleri bile unutulmuş gibi, onları kimse anmadı. Ya okul müdürü Nejat İdil? Kamber Amcamın konuşmasını dinleselerdi utanırlardı herhalde! İsmet’e seslenip anımsatmak istedim ama sonradan vazgeçtim. “Zorla güzellik olmaz! ”Yusuf Asıl duydu. Atasözü aradığımı sanmış olacak; “Üzüm üzüme baka baka kararır! ”dedi. Recep Kocaman da söze karıştı; “Keskin sirkenin zararı küpünedir! ”Hasan Üner bu sözde düzeltme yaptı. “Keskin sirke küpüğne zarar verir! ”dedi. Gene bir tartşma başladı:

-Atasözleri değiştirilerek söylenemez! bu söze de takılan oldu:

-Söylenemez değil, söylenmemeli. Yemek ziline dek Atasözleri sıralandı:

-Bir çiçekle yaz olmaz-Kediyle çuvala girilmez- Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur-Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.

Herkes bir söz söylüyor ama doğru mu, yanlş mı soran yok. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur, sözüne ben karşı oldum:

-Bunca çarşamba günü yaşadım, bunların hiç birin de d perşembenin geleceği belirtisini hiç görmedim! dedim. Konuşmalarını kesip bana bakanlar oldu. Bekir Temuçin :

-O bir Atasözüdür. Ben onu Atasözü olarak okudum. Nerede okuduğumu anımsayamadım ama bulup göstereceğim! dedi. Sami Akıncı her zamanki gibi gene son sözü söyledi:

-Atasözlerinde yorumlar önemlidir. Cümle kuruluşları zamanla değişmiş olabilir. Halk nasıl söylerle genelde öyle söylenegelir. O nedenle Çarşamba günü perşembenin belirtileri aranmaz. Haftanın günlerini bilen herkes bunu bilir. Öteki günler de böyledir. Bugün cumartesi, hepimiz biliyoruz ki yarın pazar olacaktır. Arkadaş bunu bildiğine göre nesine karşı onu söylesin! Sami’ye söyleycek söz bulamadım ama gene de susmadım:

-Atasözlerinde geçen sözcükler, bana göre başka sözlerin yerine kullanılıyor. Bunu anlayamıyorum;örneğin :

-Üzüm üzüme baka baka kararır! deniyor. Ben sözü bitirmeden Sami güldü:

-E arkadaşım zaten bunun için onlara Atasözü, diyorlar. Sözcükler değişik yerlerde kullanılıyor ama onu söyleyenler gibi dinleyenler de anlıyor. Daha önce de burada sözü edildi “İti an değneği yanına koy! ya da değneği hazırla! dendi. Burada, sevilmeyen bir kimseden söz ederken konuşuşanların yanına o kişinin gelmesi anlatılmaktadır.İsmet öğretmenlere yaptığımız gibi parmak kaldırıp:

-Öğretmenim, Mustafa Saatçı için bunu söyleyebilirmiyiz? diye sordu. Sami de İsmet'e dönerek:

-Hemen cıvıtıyorsunuz be kardeşim, ben siz ne diyeyim! deyip sustu. Mustafa Saatçı söçze karıştı:

-İsmet’i an iti yanına koy! diye yanıt verdi. Mustafa söylediğinin ayırdında olamamıştı. Tüm arkadaşlar güldüler. İsmet’in de gülmüş olması Mustafa’yı şaşırttı. Bu kez İsmet’:

-Sen kızmadığına göre ben de kızmam:

-Elle gelen düğün bayram! dedi. Mustafa olayı anlamadı. İdris Destan düzeltme yaptı. Bu kez de Mustafa Saatçı İdris’e dönerek:

-İhtiyarı an, bastonu hazırla! dedi. “Öyle bir Atsözü yok! ”diyenlere bu kez Mustafa Saatçı : -Bu benim Atasözüm olacak; yıllar sonra da tüm ihtiyarlara baston verilecek! deyip güldü. Böyle söyleyince İdris Destan susmak zorunda kaldı. Bu kez Mehmet Yücel, Mustafa Saatçı için :

-İmam gene kıvırdı! dedi. İmam kıvırdı sözü dile dolandı. İmam kıvırdı, Atasözü olur mu? Bunu soran Ali Önol birden paylandı:

-Baba Ali, Atasözleri ile deyimleri öğrenememiş.

Akşam yemeğinde Müzik Öğretmeni ile Selahattin Yücesoy’la yanındaki asker vardı. Askeri gören öğrenciler değişik bakışlarla izlediler. Asker hem yaşlı görünüyor hem de öğretmenlerden çok konuşuyor. “Öteki sınıflardan çocuklar bilirler! ” diye bizim arkadaşlar onlara sordular. Bizimkiler hemen bir yakıştırma da yaptılar:

-Askerlik derslerine bu yıl bir er gelecekmiş. Gerekçe de hazır:

-Subaylar, Haziran kampında bizim sınıfı izleyince;“Bunlara subay ziyan etmeye değmez bir usta er idare eder! ”demişlermiş. Çocukların bir bölümü inanmış. Fevzi Üner geldi bana sordu. Ben, erin piyano akortçusu olduğunu söyleyince bu kez bizim arkadaşlar bana çıkıştı:

-Daha önce neden bize söylemedin? Çıkarılan söylentiye biz bile inandık! dediler. Bir süre karşılıklı gülüştük. Bizim Haziran kampımız için yakışıtılan da güzel uymuş:

-Asker giysisi bile giymeden askerlik yapmak! Nuri Çavuş neden bize ders vermesin? Bizi ne güzel yürütüyordu!

Derslikte de ayni konu uzun süre konuşuldu. Askerlik dersine kim gelecek. ? Yaşar Binbaşının gittiğini biliyoruz. Gene de eski ilgi yok, arkadaşlar bu kez: “Kim gelirse gelsin! ”deyip geçiyorlar. İsmet bağırdı:

-Dayı bir Atasözü anımsadım, “Kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır! ”Yusuf Asıl dayanamadı İsmet’e:

-O söylediğin tam Atasözü olamaz. Kel dediğinin yalnız kafası keldir. Kellerin tırnağı olmaz diye bir kural yok. Ancak bazı kellerin tırnağı olmaya bilir. İşte bu kellere uyan bir Atasözü! “Tilki erişemediği üzümlere koruk dermiş! ”Bu Atasözü olur mu? Herkes bir söz söyledi. Sonunda Sami Akıncı’nın yanıtı alındı. Sami:

- O zaten Atasözü! deyince Mustafa Saatçı gene söze karıştı:

- Ben bir Atasözü daha yaptım, “Tilki, erebildiği koruklara üzüm der! ”Yaşa hafız, akıllı İmam, Atasözü ustası; sözleri sürerken, birden, “İş, piş sesleri geldi. Bizim sıra en arkada, kapı girişinin sağ köşesinde olduğu için birilerin gelip gelmediğini ancak seslerden anlıyoruz. Gene öyle oldu, önce sessizlik arkasından kapıdan içeri Eğitimbaşı Enver Kartekin Öğretmen girdi. Girer girmez de “Öteki dersliklede neşelenmek için kendi aralarında küçük çaplı konuşmalar yapılıyor, şiirler okunuyor, şarkılar söyleniyor. Siz bunları denemiyor musunuz? ”dedi. Bekir Temiçin: -Her zaman biz de öyle yapıyorduk efendim, Yeni derslerimizin başlaması nedeniyle bu gece geçmiş konuları tazeliyoruz. Konumuz da Türkçe Dersimizde geçen Atasözleriydi, onları tartışıyorduk! ”dedi. Eğitimbaşı gene sağ elini sol bileğine taktı, gülümseyerek, yavaş bir sesle: “Bari “Dişe dokunur” birşeyler buldunuz mu? ”diye sordu. Buluyoruz diyenler oldu. Ön sıraların önünde durdu, hepimizi sıra ile göz altına alır gibi yaptı. Bu kez bastıra bastıra:

- Dişe dokunur Atasözü nasıl olur? diye bana sormayın, ben o kadar ayrıntıları bilemem. Siz belki öğrenmişsinizdir, diye sordum! dedi. Ama bakışlarından bir kurnazlık yaptığı belli oluyordu. Kimseden ses çıkmayınca parmak kaldırdım:

- Dişe dokunur deyimiyle ne kastettiğinizi bilmiyorum ama biz Atasöslerinin kalıcılığını tartışıyorduk. Örneğin arkadaşın biri. “Tilki eremediği üzüme koruk, dermiş! ” Atasözünü söyledi. Bu gerçek bir Atasözüdür, bunu biz böyle öğrenmiştik. Ancak bir başka arkadaş, sanırım salt bizi sınamak için:

- Tilki erdiği koruklara üzüm der! ” diyerek benzer söz dizimini öne sürdü. Böylece bir gerçek Atasözlerini yapay sözlerden ayıran özellikleri tartışıyorduk. Bu arada yapay sözlerin güldürücü taraflarını da değinip gülüyorduk! dedim. “Dişe dokunmak! ”, için deyim mi diyorsun? ”diye sordu. Bu kez deyimle Atasözü arasındaki farkı istedi. Ben tekrarladım. Başıyla başka arkadaşlara baktı. Sami Akıncı parmak kaldırdı, başka örnekler vererek benim söylediklerimi daha geniş olarak anlattı. Eğitimbaşı başını kaldırarak:

- Buna çok sevindim, ben bu işlerle ilgili değilim ama eşim size derse gelecek. O bu ko nuları çok önemser, sizi böyle canlı bulunca çok sevinecek, eve gidince ona müjdeleyeceğim! deyip ayrıldı.

Eğitimbaşı çıkınca kıkır kıkır gülenler oldu, amma da atlattık, deyip sevinenler oldu. Sami Akıncı gene başını kaldırdı:

-Ne adamlarsınız siz, olaylara hiç olumlu bakmaz mısınız? Öğretmenimiz ne güzel ilgilendi, sordu, olumlu yanıt alınca memnun kalıp ayrıldı. Bunda gülecek ne var? Sorulan soru karşısında susup kalsaydık ne olacaktı? O zaman da gülecek miydiniz? Herkes sustu. Mustafa Saatçı sağa sola baktı, Sami’ye dönerek:

-Bir şey söyleyebilir miyim? diye sordu. Sami başıyla işaret verince Mustafa: “Ben çok gülecektim “Acıklı halimize! ”deyip oturdu. Uzun süre sessiz duruldu. Bu kez de Bekir Temuçin :

-Buldum! diye yüksek sesle. “Dut yutmuş bülbül! ” bir deyimdir. Burada bir benzetme var. Atasözleri daha çok eylemler üzerine kurulmuştur:

-Değil mi Sami Abi! diye Sami’y seslendi. Sami, dik dik Bekir’e baktı. İyi niyetle sorduğunu anlayınca “Tamam! ” işareti verdi.

Bekir’in bnzetme sözü benim de ilgimi çekti. Babamın kullandığı sözleri anımsamaya çalıştım:

-Kör değneyini beller gibi, Yere bakan yürek yakan, Kulak asmak ya da kulak asmamak, Yerden bitmek, Anasının gözü, Adam akıllı, Geçer akçe, Çekip gitmek, Baskın çıkmak….

Yatınca da bir süre bunları düşündüm. Baba ocağı, Dediğim dedik, Laf ebesi, Kulağı delik, Başa çıkmak, Gönül almak…. . Kemdi kendime : “Ohooooo! ”deyip gözlerimi yumdum.

 

1 Kasım 1942 Pazar

 

Uzun bir tatilin son pazarı. Ne farkeder? deyip geçmek istiyorum ama sanırım fark var. Ders süresince ne denli rahat olsam gene de bir ödev hazırlama, yaptım, yapmadım ya da öylemiydi, böylemiydi? soruşturmaları şimdikinden farklı yapacaktır. Hele şimdi yeni öğretmenlerle anlaşıncaya dek oldukça sıkıntı çekeceğiz. Arkadaşları bilmem ama ben, çalıştığımı kanıtlayıp kendimi iyice güvene almadan bir süre çok çalışacağım. Hele ödevlerde aksatma yapmamak için gözümü dört açmam gerekecek. Tarih dersi için bir kaygım yok, Selçuk Öğretmen çalıştığımı biliyor. Bakalım Türkçe öğretmeni nasıl bir yöntem uygulayacak. Kitap izlemeyeceğimize göre sanırım not tutturacak. . Arkadaşların çoğu yandı, demektir. Bir kaçı dışında not tutma alışkanlığını hiç biri edinemedi. Fikret Madaralı Öğretmenin sertliğine karşın Türkçe Dersine çalışmayanlar bakalım bayan öğretmen karşısında ne yapacaklar?

Çoktandır yatak komşum Orhan’la konuşmamıştık. Almanca dersinin bir saat oluşuna şaşmış “Öğretmen olmadığına göre ne fark eder? ”dedim. Bu kez de, “Coğrafya dersini kaldırmışlar! ”dedi. Ona bir şey demedim bu kez Orhan sorusunu değiştirdi; “Biz şimdi, coğrafya bilgisi olarak bu okulda ne öğrendik? “Okumdık ki birşeyler öğrenelim! ”diyecektim, vazgeçtim; “Herkesin düşüncesi kendine! ”diye düşünüp konuyu değiştirdim:

-Biz, belki de çok bilgi istediğimiz için öğrendiklerimizi az buluyoruz. Hasanopğlan’a gidip gelişimiz bile bizim için güzel bir coğrafya dersi oldu. Üç yıl Lüleburgaz Ortaokulunda okuyan benim köylüm Emin Özdil sanırım benim kadar coğrafya bilmez. Biz Trakya insanları dağlarla ormanları bir tutarız. Oysa Hasanoğlan’da kalmak bize dağın ne olduğunu unutmayacağımız derinlikte öğretti. İklimini de, tarihini de bir ölçüde öğrendik. Hele insanların yediği ekmek yerine yufkaları, giydiği özellikle kadınların, çocukların giysileri o yöredeki insanların yaşamını bize öğretti. Sanırım coğrafya dersi de bunları anlatacaktı. Orhan besbelli sorduğuna pişman olmadı:

-Haklısın ama bir de köklü bir coğrafya bilgimiz olsaydı daha iyi olmazmıydı? ”diye sordu. Bu kez de ben güldüm:

- Tüm öğretmenlerimiz olsaydı, bir başka deyimle öğretmenlerimiz askere alınmasaydı demeye gerek yok o zaman da Hasanoğlan’a gidemeyecektik. , o gördüğümüzü konuştuklarımızın hiç birini göremeyecektik. Kadir Pekgöz bizi gördü, koştu geldi:

- Siz gene fiskosa başladınız! Benden önce Orhan, “Dersler başlayınca birlikte çalışırız. Yarın dersler başlayacak, onu konuşuyoruz! Kadir hemen kendi düşüncesini söyledi. “Vallahi bu müdür gerçekten bize 6 saat derse gelirse canımızı çıkarır. Ben şimdiden paniklemiş durumdayım! Kadir’i cesaretlendirmek için birlikte çalışma önerisinde bulunduk. Öğretmelik Bilgisi Derslerinde kitap izlenecekse o kitapları alıp ortak kullanacağız. Not tutulacaksa birbirimize notlarımızı vereceğiz. Kadir sevindi.

Harun Özçelik gene rahatsız, revire yatmış, Kadir yemekte onun yerine oturdu. Bu kez Hilmi Altınsoy Kadir’e takıldı:

-Bir çanak çorba az mı geldi ki ikinciye geldin? dedi. Hilmi bunu şaka olsun diye söyledi ama Kadir birden kalktı:

-Al çorbanı, senin olsun! deyip gitti. Kadir benim hemşerim, benimle konuşarak gelmişti. Hilmi böyle söylememeliydi. Ancak ben sustum. Ne düşündüyse arkadaşlar fısıldaştılar. Hilmi huylandı:

-Benim için konuşuyorsunuz belli ama açıkça yüzüme söylerseniz kabahatimi daha iyi anlarım! ”deyince Hasan Üner:

-Hemşerin sen yaptığının ne olduğunu kendin anlayamadığına göre bizim sana söyleyeceklerimizi hiç anlayamazsın. O nedenle bu konuyu kapatalım! Hilmi susacağı yerde daha diretken bir tavır aldı. Bu kez Mehmet Aygün:

-Sen bir arkadaşınla gelsen, arkadaşına ben senin yaptığını yapsam ne dersin? diye sordu. Hilmi:

-Hiçbir şey demem! deyince arkadaşlar güldüler:

-İşte biz de bunu konuşmuştuk, o bizim gibi düşünmüyor, onun için bu gibi durumlar olagan demiştik!

-Bu kez Hilmi sordu:

-Sizce olağan değil mi? Hepsi birden:

-Asla! . . Birisi bize bunu yapsa güceniriz! Hilmi bana döndü:

-Gücendin mi abi? Ben Orhan’ı gösterdim:

-Kadir benden çok Orhan’ın arkadaşı, sen de gördün masaya otururken elele tutuşuktular. Üstelik Orhan da fikrini söyledi. Ben şimdi kalkıp Orhan’ın karşıtı bir durumamı gireyim? Üstelik benim hemşerimi gücendirdin, bir de Orhanı gücendir dememelisin bana! Hilmi az düşündü:

-Ben gene boşboğazlık etmişim, ben bunu hep yapıyorum, kusura bakmayın! dedi. Özür dilemesi oldukça acıklı oldu. Masada yalnız kaldığını anlayınca boynunu büküp sustu. Arakadaşlar gene de daha fazla üstüne gitmek istemediler. Hasan Üner:

-Atasözü ile deyimler arasındaki farkı hala öğrenemedim, biri bana bunu anlayacağım şekilde anlatır mı? ”diye sordu. Orhan beni gösterdi. Koşullu olarak anlatacağımı söyledim. Karşılıklı teşekkürlerle ayrıldık. Salih Baydemir Hilmi Altınsoy’un koluna girdi. Yaz gelince Tekirdağ’da buluşup kayıkla denizde dolaşmak üzere kurmakta oldukları güzel düşlerine daldılar. Mehmet Aygün uyardı:

-Dikkat edin sandalınız devrilebilir, Hilmi tam ortada otursun! Hilmi gülerek döndü:

-Ulan oğlum 4 Memet, (Takılmak isteyince Mehmet’i köylülüğünü anımsatmak için Memet’e çevirir)sen yokmusun sen? deyip döndü. Boynuna sarıldı:

-Seni affettim, doğrusunu istersen hiç kızamıyorum;çünkü çok yerinde dokunuyorsun! “Hilmi’nin iyi tavırlarından biri de, kendisinin zararına da olsa genelde doğru söyelenmiş sözlere katılmasıdır. Tarım binasına uğramak üzere ayrılırken Yusuf Asıl benimle gelmek istedi:

-Bakacağım sen gerçekten orada bal mal yemiyor musun? Birlikte gittik, kapıyı açtım Yusuf şaşırdı:

- Hani bal mal yok! dedi. Oysa bal mal var ama binanın içi çoktandır bölmelere ayrıldı. Salt bal değil tüm ürünler kiler bölümü denilen geniş tarafta kaldı. Kapısı kapalı. Gerçi kapı kilitli değil ama yokken kapı takılıp kapandığına göre bence bu kilit demektir. Özellikle öğretmenler oradan bir nesne alınacağı zaman değişik bir sesle girip almamı ya da oradaki işi yapmamı söylüyorlar. Hikmet Öğretmenin bana, oturduğumuz yer için:

- Burasını dar bulup sıkılmıyorsun değil mi? demesini kapıya vurulacak iki kilikten daha korkutucu bir kilit sayıyorum. Ayrıca oradaki depo edilenler sıkı kayıtlar altına alındılar. Ahmet Gökay Ağabeyle muhasebesi Hikmet Özsan gelip hesaplar yaptılar tüm ürünler okul defterlerine yazıldı. Bunları bilerek oraya girip bal yiyebilir miyim? Yusuf gülerek sordu:

- Burası eskiden böyle miydi? Eskiden dediği ilk yıl, okulun kurulduğu, tarım binasının henüz tek bir göz olduğu günler. O zaman ne böyle tonlarla konuşulan ürün vardı ne de kasalar dolusu bal peteği. İki kovan vardı, onlardan da tadımlık bal alınıyordu. Ayrıca o zaman tek sorumlu Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmendi. Salih Ziya Öğretmen bana: “Bal tutan parmak yalar! deyip arada parmaklamamı öneriyordu. Şimdi öyle bir çağrı yok;tersine sanırım alınıp alınmadığı konusunda titiz bir gözetim de var. Bu nedenle ben(Kapıyı açık gösterdim)bu kapıdan içeri girmek istemiyorum.

Tarım bölümünde önemli bir işim yoktu, Yusuf’la konuşa konuşa dersliğe döndük. Yusuf eliyle masaya vurup duyurdu:

-Tarım nöbeti sıramı isteyene veriyorum. Gönüllü olanlar gitsin benim yerime orada bir hafta dinlensinler! Arkadaşlar bakıştılar:

-Nerden çıktı şimdi bu tarım nöbeti? Oysa tarım nöbeti çıktığımız ay başında önce bir haftalık sonra 15 gün olarak baştan başlamıştı. Numara sırasına göre başlaması gerekirken ilk numara 4 Mehmet Aygün rica etmiş, “Her işte önce ben oluyorum, bu kez bu değişsin! ”deyince arkasından gelen 6 Ali başlamıştı. Ali izinli ayrılınca benim elim yaralandığı için Namık Öğretmen sırayı durdurmuş, Ali’nin zamanını bana doldurtmuştu. Şimdi elim iyi oldu. 6 Ali’den sonra gelen numara nöbete girmesi gerekirken yeni bir düzenleme yapılacağı öne sürülerek benim nöbetimi daha bir hafta uzatacaklar. Ondan sonra umarım eski numara sırası sürecektir. Yusuf da böyle düşündüğünden çok sonra da olsa gelecek sırasını gönüllülere bırakmak istiyor. Sami Akıncı gülerek:

Bunda bir iş var, benim bildiğim Yusuf Asıl kolay kolay bir dinlenme yeri sayılan Tarım nöbetini bırakmazdı! Olasılıklar sıranlandı. Hiç kimsenin aklına bal yeme-yememe gelmedi. Sonunda da Yusuf :

-Hiç biriniz bilemediniz, konuya yaklaşamadınız bile. Ben oraya gidince doya doya bal yiyeceğimi sanıyordum. Şimdi öğrendim ki, bal değil soğan bile yiyemeyeceğim, çünkü yiyecekler ayrılıp kapatılmış. Halil Basutçu ile Sefer Tunca gülerek, ara bölmeleri biz yaptık, böyle olacağını biz daha o zaman söylemiştik! dediler. Olaya okuldaki değişimler açısından bakanlar, okul müdürünün, Eğitimbaşının konuşmalarına bağlamaya kalkıştılar. Oysa bölünme işi daha önce başlamışmış. Kimi arkadaşlar da bunu haklı buldu; “Onca ürün açıkta bırakılır mı? ”diye sorarak olayın doğallığını söylediler. Mustafa Saatçı bana:

-Arkadaş sen tarımı severdin okulu bitirinceye dek kal orada, ne yersen ye, biz nöbet möbet istemiyoruz! İdris Destan:

-İmam gene fetvasını verdi, kimin adına konuşuyorsun? Mehmet Yücel:

-İmamlar tüm cemaat adına konuşur. Sen bizim İmamın cemaatinden değilsen bir daha Mustafa Saatçı’ya İŞmam ya da Hafız diye takılamazsın! Mustaf Saatçı İdris’e baktı:

-Çabuk kararı ver, yoksa defterden silerim. Bu kez de arkadaşlar İdris’e takıldılar böyle bir eğlenceden vazgeçme, bak Mustafa Saatçı kendisine İmam ya da Hafız denmesine razı olur! ”İdris sözünü geri alırken bu kez Mustafa Saatçı caydı:

-Yo, öyle bir şey yok! nerden çıkardınız bunu? ”

Nöbnetçiler banyo sıramızı muştuladı. Benim numaram öğleden sonra grubunda olduğu için İsmet’le değiştim, ben sabah grubuna o öğleden sonraya geçti. Banyo işimi gördüm.

Müzik Öğretmeni öteki 8. 9. sınıfrdan oyun bilenleri sormuş. Onlar da beni söylemişler. Öğle yemeğine girerken Müzik Öğretmeni bana işaret etti. Dünkü asker yoktu ama Selahattin Yücesoy Öğretmen vardı. Onun için çağırdı sandım. İçimden de Selahattin Öğretmen ya Hasan amcamdan haber getirdi onu dün söylemeye unuttu, ya da giderken benimle konuşup Hasan Amcama haber götürmeyi düşündü, diye kuruntularken Müzik Öğretmeni bana :

- Gel bakalım gel, seninle nasıl anlaşacağız bakalım;sen müzikçi misin, yoksa on parmağına on hüner mi var? ”deyip Selahattin Öğrtetmene döndü:

- Kime sordumsa bunu söylediler, Milli oyunları İbrahim biliyormuş. Nerede öğrenmiş? diye soruyorum Hasanoğlan’da öğrendiğini söylüyorlar.

Soruyorum, “Siz nerdeydiniz o öğrenirken? Biz öğrenemedik, deyip boyunlarını büküyorlar. Sen söyle bakalım, onlar neden öğrenemedi, sen nasıl öğrendin? ”Öğretmenlere baktım:

-Bunu ben nasıl anlatayım, onu da onlar söylerse daha iyi olur. Ancak öğrenen tek ben değilim daha iki arkadaşım var, benim bildiklerimi onlar da biliyorlar. Onları oyunlara ben alıştırdığım için onlar da beni öne sürereler ama onlar da benim bildiklerimi biliyorlar! Müzik Öğretmeni:

-Öyleyse müziklerini yalnız sen biliyorsun! deyince “Evet! ”dedim. Selahattin Öğretmen oyunların adlarını sordu: Aklıma geldiği gibi sıraladım: Arpazlı, Dağlı, Bengi, Muğla, Bergama-Kozak, Harmandalı, Sepetçioğlu bir de Halaylar var! ”deyince Selahattin Öğretmen :

-Bak, bak, bak! yeter yeter, ben bunlardan yalnız Harmandalı’yı bilirim;onun da tamamını değil kalkıp bir iki diz vurup otururum! ”dedi. Müğzik Öğretmeni: “Sık sık gelin abi, burada öğrenelim. Ben bunların çoğunun adlarını bile yeni duyuyorum! Müzik Öğretmeni:

-Yemekten sonra gel, sana piyano çalayım, akordu güzel oldu, sağolsun Selahattin Öğretmenimiz bizi, hele de beni, çok büyük bir dertten kurtardı! dedi Başıyla gidebileceğimi belirtti. Masaya geçtim. Bizim takım beni gözetlemişler:

-Müzik Öğretmenin karşısında Binbaşı karşısındaymış gibi duruyorsun, ondan da mı korkuyorsun? dediler. Hz. Ali’nin sözünü anımsattım. Bu sözü, ayrılan okul müdürümüz Nejat İdil sık sık söylerdi:

-Bana bir söz öğretenin elini öperim! Ben de bana bir söz öğretenin de öğretecek olanın da elini öperim, karşısında da olabildiğimce saygıyla dururum! dedim. Bu kez de söz birliği etmişçesine, “Biz de, biz de! ”deyip gülüştüler. Bu kez ben de biraz horozlandım:

-Kim demiş binbaşı karşısında korktuğumu? Korkan sizdiniz. Ben sonuna dek direttim. Sonunda da gene kazanan ben oldum. Siz pısırıp durdunuz. Beden Eğitimi öğremeni Rukiye Dökmen Öğretmene bile kalkıp biriniz bir söz söyleyemedi. Pısırmayı kabadayılık sayıyorsanız yanılıyorsunuz. Kabadayılık yapmak istediğimi öyleyemem ama hakkımı korumaktan da geri kalmam. Müzik Öğretmeninden kesinlikle bir korkum yoktur. Ancak ondan öğrenmek istediklerim var. Onları daha rahat alabilmem için onun gönlünü kırmak istemem. O okulun bir öğretmenidir. Ben Hasanoğlan’da çoğunuız bilir Behire Bil Öğretmen akordiyon çalmamı bıraktırıp keman çalışmaya zorlayınca bile ona boyun eğip keman hakkımdan vaz geçtim. Buna üzüldüm ama o ayrılıncaya dek saygılı davrandım, onun bulunduğu zamanlar akordion çalmadım. Oysa çok iyi biliyorum ki o haksızdı. Nitekim o sıralar bir gece şenliğimize katılan Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç beni kutladı, tüm Enstitülere akordiyon almaları için yazı yazacağını arkadaşlar önünde önce bana söyledi. O yazı bizim okula da gelmiş ama bizim okulun özel durumu, yani müzik öğretmeni olmaması nedeniyle gelen emir, müzik öğretmeni gelince hemen uygulanmış;şimdi okulun da bir akordiyonu oldu. Yusuf Asıl:

-Yetişkin bir ağabeysin, bizim çoğumuz daha çocukuz, senin kadar ne deneyimimiz var ne de cesaretimiz. Orhan Yusuf’a karşı çıktı:

-Yeri geldiğinde tartışmaya kalkışıyorsun ama! ”Yusuf gülerek:

-Olsun ben tartışmaya kalktığım zamanda sonunda kaybedeceğimi biliyorum. Kaybedince hoş görüleceğimi de! Öteki arkadaşlar:

-Vay kurnaz tilki! diye takıldılar.

Yemektern bir süre sonra kulaklarımı üst kata diktim. Uzun süre piyano sesi bekledim. Müzik Öğretmeninin işi çıkmış olabilir, deyip umudumu keserken tıngırtı başladı. Alman radyosunun Türkçe haberlerinde yıllardır dinlediğimiz marşı çalıyordu. Hemen gittim . Bir de baktım ki öğretmenin kapısı açık 20 kadar çocuk kapı önüne sıralanmış bakıyor. Beni görünce öğretmen kalktı öğrencilere:

-Çocuklar, sonra gene gelirsiniz ben size haber gönderirim, biz ağabeyle birlikte bir süre çalışacağız! dedi. Bu konuşma da çok hoşuma gitti. Şımarmış görünmemek için Selahattin Yücesoy Öğretmeni sordum. Kırklareli-İstanbul otöbüsüne binip gitmiş. Bir kenara oturdum. Öğretmen piyano ile akordiyonun benzerliklerini anlattı. Akordiyonu piyanonun üstüne yatırıp tuşların sıralamasını, siyah beyaz tuşların özelliklerini gösterdi: Öğretmenin ikide bir bana:

-Bunları da ben yeni öğreniyorum, sakın çok bildiğimi sanma sen de böyle böyle öğreneceksin! demesine biraz şaşıyorum. Neden böyle konuşuyor? ”Bu arada önümüzdeki cumartesi günü İstanbul’a gideceğini öğrendim. İsteğim olup olmadığını ordu. Müzik kitabı diyebildim. “Onu zaten bulabilirsem alacağım! ”dedi. Başka birşey diyemedim. Gerçekte Lise 2. Edebiyat Kitabıyla tarih kitabını istiyordum ama söyleyenedim. Öğretmenin yanındn ayrılmak istemememe karşın kendimi zorlayarak ayrılmaya kalktım. Çıkarken bak bak bak! ”dedikten sonra sağ eliyle tempo tutarak sol eliyle okul şarkısı çaldı. Bunu akordiyonda yapamazsın;piyanonun bu üstünlüğü var! ”dedi. Çıkınca kendi kendime: “ Onu ben bir ölçüde akordiyonda da yapıyorum! ”deyip böbürlendim. Derslikte Sami Akıncı başta olmak üzere bir grup arkadaş, defter, kalem gibi gereksinimleri hazırlıyor. İsmet:

-Dayı sen bu hazırlığı yaptın değil mi? ”diye sordu. Yaptığım söyleyince:

-Hem de ikişer tane hazırladın, değil mi? diye sordu. Ben yanıt vermeden Mehmet Yücel İsmet’e:

-Vay tembel vay, defterini, kalemini de dayısından bekliyor, ne iyi şeymiş bu dayılı olmak! Arkadaşlar güldüler. Yusuf Asıl bu kez İsmet’e: “Ben de sana ağabey diyorum, sen de benimkileri hazırla! İsmet:

-O kural salt dayı yeğen arasındadır! deyince Arif Kalkan sordu:

-Hemşeriler arasında olmaz mı? Yusuf önce anlamadı ama kuşkuyla Arif’e baktı:

-Hadi çıkar şu ağzındaki baklayı! denince Mehmet Yücel tamamladı:

-Yusuf’u kızdırmayın, o çocuk korkuyor, duyulur muyulur da başına dert açılır! deyince Yusuf:

-Amma da uzatıyorsunuz. Şunu baştan söyleseniz kızacaktım, siz ağzınızda gevelerken öfkem geçti! deyip “Hah, hah, hah! ” yaptı. İdris Destan:

- Yusuf’u korkutamadınız! ”diye söze karıştı. Bu kez de Sefer Tunca:

- Maşallah Yusuf gün günden büyüyor, bazıları gibi yerinde saymıyor! Bu taş, besbelli İdris içindi. İdris sinirlendi, Sefer’e öfkeyle bakarak:

- Abe koca adam, sussan ne olur? Ta oradan karışıyorsun!

Sami Akıncı yeni haftalık çlışma programı için açıklama yaptı. Haftada iki gün atölye, iki gün de tarım çalışması yapılacakmış. Bu arada marangozlar haftada 2 saat duvarcılık, yapıcılar da haftada 2 saat dülgerlikte çalışacakmış. Arkadaşlarda bir telaş başladı:

-Bu nasıl olacak? Açıklamalar yapılacakmış. Yeni bir kaygı başladı. Kimi arkadaşlar bunu olumlu buldu: “Köylerde her işi yapacağımıza göre bu iyi olacak! ”diyenler gibi keşki hiç ayrılmasaydı da ikisinde de çalışsaydık! Konuşulurken İsmet gene bir fit attı: En iyisini Sami Akıncı yaptı, hiç birini çalışmadı, yorulmadı;şimdi ikisini de öğrenecek! Sami Akıncı İsmet’e baktı:

-İsmet senin işin mi yok! dayın defterlerini hazırlamayacak, otur onları yap!

Sami çıkıştı ama bu çıkış arkadaşları güldürdü. Banyodan son gelenler suların soğuduğundan söz ettiler. İbrahim Ertur, Mehmet Başaran, Emrullah Öztürk revire yatmış. Bir gup onlara gitti. Kalanlar da azıcık dedikodusunu yaptı. Emrullah gizli gizli sigara içiyormuş. Hüsnü Yalçın Emrullah’ın en yakın arkadaşı yeminli sözlerle içmediğini söyledi. İbrahim Ertur bir süredir rahatsızmış ama ayakta geçiştirmeye çalışmış, ateşi çıkınca revire gitmiş. Mehmet Başaran için kimse yorum yapmadı. Köylüsü Mehmet Yücel’den sordular. Mehmet Yücel gülerek, “Aynı köydeniz ama biz dört yıldır köyde değil burada sizinleyiz. Onu benim kadar hatta benden çok sizin tanımanız gerekir. O halde benden niçin soruyorsunuz. O zaman on yıl sonra karşılaşınca da onu benden ya da beni ondan mı soracaksınız? Halil Basutçu Sami Akıncı’ya:

-Bir çok yeni haberi öğrenmişsin haftalık ders dağıtım programı belli olmadı mı? diye sordu. Öteki sınıfların hep olmuş ama bizim sınıfın ki tamamlanmamış. Mehmet Yücel gülerek:

-Bizim program yıl sonuna dek ancak hazırlanır. Eğer Okul Müdürü 6 saat ders alacaksa, yıl sonuna dek de hazırlanmayabilir. Biz her gün, “Kim gelecek” diye bekleyip durab ilirizz! dedi. Mehmet Yücel ne söylerse gülen takımı var, onlar, gene bir süre güldü:

- İskelet bu işleri iyi biliyor! ”

Bayrak Töreni için toplanırken rüzgar arttı ya da bize öyle geldi. Müzik Öğretmeni fazla ince eleyip dokumadan töreni yaptırdı. Müzik Öğretmeni, sırada konuşanlar çabuk kızıp kötü sözler söylüyor: İştt, sen sen; bana bak! Adı bilmiyorum, sen, Koca kafalı! Konuşma be, gelirsem eşek sudan gelinceye dek döverim! ”gibi sözler söyledi. Şimdiye dek duymadığımız bir söz. Köyde bunu çok söylerler ama hep ortalığa söylenir:

-İşte sen! diyerek gösterilen birine dendiğini duymamıştık. Müzik Öğretmeni gerçekten bunu yapar mı? ” yaparsa, demek korkunç bir tarafı var. Eğer yapmadığı halde söylüyorsa o zaman daha acıklı. Bir süre sonra onu kimse saymaz. Yalancı Çoban Şarkısını söylerler

- Yalancı yalancı sana kimse inanmaz, sözüne kimse kanmaz! ”Bunları ben kendi içimde düşürenerek dersliğe gittim. Az sonra Bekir Temuçin ortalığa söyledi:

- Arkadaşlar böyle sert müzik öğretmeni olur mu? Mehmet Yücel gülerek: “O müzik Öğretmeni değil, müzik derslerine girecek. Tıpkı Adem Gürçağlayan Öğretmen gibi. Unuttun mu o da böyle yağıp esiyordu. Gerçek müzik Öğretmenleri bunu yapmaz! Fettah Biricik sordu:

- Sahiden gerçek müzik öğretmenleri öğrencileri dövmez mi? ” Mehmet Yücel:

-Suçuna göre, senin gibi tembellik inatçısı birini, öğretmenin az önce belirttiği gibi eşek sudan gelinceye dek döver. Hem öyle artezyenden gelecek su için sanma, Ergene’den gelecek eşeği beklersin! deyince arkadaşlar gülmekten sıralara yattılar. Fettah Bu kez gülenlere çattı:

-Ne var bunda gülecek, “Ergene’den gelecek eşeğe bu kadar gülünür mü? ” Mehmet Aygün ekledi:

-Ama bu eşek, senin için gelen özel bir eşek, buna gülünür! Bu kez Fettah da güldü. Güldü ama neşesi yarım kaldı. Bekir Temuçin Fettah’a:

-Gülmek için eşeğin illah ki Meriç’ten mi gelmesi gerekir? Bekir söylediğine pişman oldu. Hüseyin Serin ayağa kalktı birden :

-Sen ne demek iastiyorsun be? diye sordu. Arkasından da yumruklarını sıkarak Bekir’in üstüne yürüdü. İsmet hemen yakınındaydı, Hüseyin’in önüne çıkta: Dur bakalım aretlik! ”dedi. Bu Aretlik sözü Hüseyin’i çilden çıraran bir sözdür, Ahretlik anlamında kullanılır ama Hüseyin’in dili dönmediğinden aretlik diye söyler. O nedenle onu kızdırmak isteyenler böyle der. İsmet bilerek kalkı. Daha önce ikisi kavgaya tutuştuklarında İsmet Hüseyin’i bir güzel dövmüş. Ben o kavgayı görmedim. Zaten geçen yıl Hasanoğlan’da Hüseyin’i ben, döyle tokatla falan değil düpedüz sopayla dövmüştüm. Hüseyin o günden sonra hep sinmişti. Bugün parlaması yeni bir karar muştusu olabilir, düşüncesiyle dikkatle izleedim. Sanırım İsmet bu nedenle karşısına çıktı. Mustafa Saatçı ile başka bir iki arkadaş Hüsyin’i yerine oturttular. Fettah sustu, Hüseyin’e bir süre baktı. Bekir’e ise hiçbir söz söylemedi. Besbelli Sefer Tunca’nın konuşmasını bekledi. Bu ara Ali Önol Bekir’e bakarak: “Herkes boyu kadar konuşmalı! ”deyince Mehmet Yücel Ali Önol’a teşekkür etti: “Ben, uzun boylu olmama karşın çok kısa konuşacağım:

-Arkadaşlar, şaka tadında bırakılırsa şaka olur, sözü ben başlattım, ben kesmek istiyorum. Bu ders yılına zaten üzüntülü giriyoruz bir de şakaları kakaya çevirip birbirimizi üzmeyelim!

Biz derslikte patırtı yaparken tüm şiddetiyle yağmur döşenmiş. Küçük merdivenden inerken daha sucuk gibi olduk. Üstelik soğuk bir rüzgar ara ara savurtuyor. Yemekte, Hıtıtı yapan yapana. Daha o denli değil ama üşüme denen bir olay olduğunu anımsadık. “Üşüyoruz, müşüyoruz” derken geçen yılın bu günlerini anımsadık. Ben, “Diz boyu kar vardı! ”dedim. Oysa kar yağmışsa da hemen kalkmıştı. Serin esintiler oluyordu ama kar, oranın karı özelliğiyle henüz yağmamıştı. Hilmi’nin benim sözümü hemen onaylaması gülmelere neden oldu. Bu kez, gerçeğe uygun olanları anımsadık. Kasım başında dağlar bembeyaz olmuştu, anck Hasan dağlarının, İdris dağının etekleri henüz karaydı. Karşıdaki Elma Dağları ise tümüyle kar kürkünü giymişti. Onlara bakıp ürpererek düş kuruyorduk, “Oralarda çalışan öğretmenler ne zorluklar çekiyordur;biz öyle yerlere verilirsek nasıl yaşarız? deyip efkarlanıyorduk. Gerçek korkunç soğuklar orada da kasım sonu ile aralık başında başlamıştı. Biz 10 aralıkta ayrılırken kara parçası olarak herhangi bir nokta kalmamıştı. Bu ko nuşmalar adım adım, tren yoculuğunu, arkasından Arifiye’de kaldığımız günleri, daha sonraq da okula geldiğimiz gece düpedüz açıkta yattığımızı, kovulurca köylere gönderildiğimizi, 2 ay sonra köylerden kendi yorganlarımızla gelişimizi gülüşerek anımsadık. Söz sözü açtı Edirne-Karasağaç ilk günlerimizi konuştuk. Porselen tabaklarda yemek yiyorduk, yaylı karyolalar, pamuk yataklarda yatıyorduk. Hele çay bardakları, üstünde kuş resimleri bulunan tatlı tabaklarını andık. Dolaplar dolusu güysiler vardı. Önce onları toplayıp bir yerlere taşımış, dikkatle dolaplara yerleştirmiştik. Öğretmenler erkek giysileri için “Padişah oğullarından ya da torunlarından kalma! ” demişlerdi. Bayan giysileri için de “Sultanların! ”(Padişah kızlarının) deniyordu. Küçük çocuk giysilerinden gelinliklere dek renk renk, ipekli, tüllü giysiler vardı. Sözde bu eşyalar padişahlık kalkınca onların saraylardan alınıp yatılı okullara bölüştürülmüş. Bizim okul önceleri Kız Yatılı Okulu olarak tasarlandığından, bu eşyalar onlar gerçekte o amaçla gönderilmiş.

Bir cumartesi gecesi, kasalardan çıkan resimleri projeksiyonla izlerken Padişah Vahdettin’in resmi çıkınca(Bilmeden) alkışlayan arkadaşlarımız olunca öğretmenler(Hamdi Bağ ile Namık Ergin Öğretmenler. )Projeksiyonu kapatmıştı. Alpullu’ya göç ederken onların hepsi vagonlara doldurulup taşındı. Alpullu’da yer olmadığı için Sinanlı köyünde özel bir yer tutulup oraya kondu. O eşyaların bir bölümü şimdi hala oradaki depodadır.

Böyle konuştuk ama eşyaların bir bölümü okulumuza getirildi. Örneğin iki piyanodan biri geldi. Gerçekte kaç keman vardı tam bilmiyoruz ama 10 kadar keman getirildi. Bir o kadar da mandolin. Yıllarca depolarda oradan oraya sürüklenirken hepsi hurdaya dönmüştü. Sağlam olarak, uzun yüksek öğrenci dolapları çıktı. 4-5 büyük masa ile 10 kadar sandalye geldi. O sandalyeler şimdi muhasemeci ile Md. yardımcı odalarındadır. Peki, yataklar ne oldu. Özellikle demir karyolalar da çürüdü mü? Bu soruya yanıt ararken başka bir soruyu ise hiç yanıtlayamadık: Biz Hasanoğlan’a giderken yatağımız da vardı yorganımız da. Ne oldu da dönüşte yorgansız kaldık? Böyle düşünenlere hemen yanıtlar verildi. Yorganlar arkamızdan Hasanoğla’a geldi. Ancak Hasanoğlan’dan geri gelmediği için bu kez bizden istediler. Ancak bu sav tümden benimsnmedi;çünmkü Hasanoğlaqndaq biz yaz boyu, asker battaqniyesi dedikleri şiltelerle yattık. O zaman bize:

-Şimdi yazdır, üşümezsiniz demelerine karşın aralık ayına dek o şiltelerle yattık. Kim demiş yorganların Hasanoğlan'a geldiğini?

Sami Akıncı yönetim işleriyle daha çok ilgili olduğu için bizlerden bu konuda daha çok bilgili. Edirne-Karaağaç okulundaki eşyaların Eğitmen Kursuyla ortak olduğumuzu, bir bölüm eşyanın onlara verildiğini anlattı. Bunu ben de duymuştum ama kesin bir bilgim yoktu. O nedenle inandım. Bu kez ben de Ahmet Gökay Ağabeyin geçen yıl ettiği terkin sözünü anlattım:

-İşe yaramayan kemanlar terkin edildi, mandolinler de öyle. Belki öteki bir çok eşya da terkin edilmiştir! dedim. Arif Kalkan gülerek: “O tabaklar, bardakla, yaylı karyolalar Padişahlık günlerinden beri terkin edilmemiş şu bir iki yıl içinde mi çürüdüler? diye sordu. İşi şakaya çevirip konuyu kapattık ama hepimizin içinde bir dizi soru yanıtsız kaldı. Sanırım öteki arkadaşlar içinde benim gibi ikirci, l düşünenler oldu. “O tabaklar, kesinlikle Eğitmen Kursuna verilmemiştir!”

Sonunda birileri; “Bize ne bunlardan, kim ne yaparsa yapsın! bizim kısmetimiz bu kadarmış. 7 ay onra devlet bize ayda 20 lira para verecek, kendi porselenimizi kendimiz alırız! Birileri , “Yaşa! ”derken birileri de, “Sen o 20 lira ile bir çift ayakkabı bile alamazsın! ”karşılığını verdi. Arkasında da :

-Biz de çarık giyeriz! sözleri eklendi. Dersliğe girerken hızlandığını gördüğümüz yağmur giderek daha da yoğunlaşınca, okulun çevresi tümüyle göl olmdu. Koşuşarak yatakhaneye girdik. Tam yatarken yanıbaşımdaki Orhan birden sıçradı:

-Ay Allah, tam da başıma damlıyor! deyip oturdu. Neyse ki tek demla şeklinde bir akıntı varmış, ranzayı yol tarafına bir ayak kadar çektik. Yol daraldı ama Orhan’ın başı kurtuldu. Ben yerimde kaldım. İçime bir kuşku düştü; “Aynı akıntı bana da gelebilir. ”Şu anda gelmiyor olması, gece yarısından sonra gelmeyeceği anlamına gelmez! ”dedim ama olmadan, olmuş gibi davranmayı da onuruma yediremedim. Tedirgin olarak bir süre bekledim. Uykum iyice açıldı. Şiirler okudum. İzmirYollarında, Röslein, Mahurdan Gazel, Çoban Çeşmesi, Fikret’in Mezarında, Ali, Namık Kemal, O Geliyor şiirlerini denedim. Röslein’i tökezleyerek, Ali’de ikinci dörtlüğü bozarak okuduğumu anladım. Şiir okumayı bırakıp içimden şarkı söylemeye başladım. Kendi kendimi uyardım araba sürerken uyuymamak için şarkı söylerdim. “Şarkı söylemezsem uykum geliyor! ”diye savunma yapardımGene öyle bir şey oldu;uyumamak için direnmeye başladım. Arabanın durduğunu duyumsadım. Hayvanlar büyük bir su önünde durdu. Bulanık bir su ama akmıyor. Benim bildiğim sular akıyordu. Bektaş Ağabeyimi çağırmaya başladım. Bağırıyorum bağırıyorum, dinliyorum sesim gitmiyor. Birden kalkıp arabadan atlamak istedim. Gözlerim açıldı, Etrafımı yokladım damla falan yok. Herkes uyumuş. Bildiğimiz arkadaşlar hırıltılarını sürdürüyor. Yatağımda oluşuma sevinerek gene yattım. Bir süre rüyamı düşündüm. Ben bu rüyadaki gibi bir yer hiç görmedim, bulanık bir göl. Arabadayım ama arabaya koşulu hayvanları göremiyorum. Araba buraya nasıl geldi diye telaş edip bağırıyorum. Köye gittiğimde yazları arabada yattığım olurdu. Onların mı etkisi oldu acaba?

 

2 Kasım 1942 Pazartesi

 

Uyanınca gene rüyamı düşündüm. Büyük Ablam “Rüyada bulanık sular sevinç getirdiğinden hayırlı sayılır, duru, berrak sular ise üzüntü getirdiği için iyiye yorulmaz! ”der. Gözümün önünde bir türlü uzaklaşmayan bulanık suları hayırlı sayıp yataktan indim. Orhan yatağını çekmişti ama daha önce de damladığı için yatağı oldukça ıslanmış, “Acaba kurur mu? ” diye bana sordu. Üstünü açmasını, ıslak yeri azıcık da kaldırması söyledim;öyle yaptı. Başka damlama olmamış. Orhan bunu kendi şanssızlığına yordu, üzüldü. Dersliğe gidince olay hemen takılmaya neden oldu:

-Orhan kaçırmıştır! Bir çok arkadaşımız için önemsiz olan bu takılma Orhan’ı üzdü. Takılmayı ilk İdris Destan yapmıştı. Bu kez de Mehmet Yücel bir öneride bulundu:

-İdris Destan gitsin koklasın, kokusundan ne olduğu anlar! Buna da İdris Destan bozuldu:

-Bir şaka söz söyleyelim, dedik;sonunda köpek olduk! diye söylendi.

Zil çaldı, kahvaltı diye kalkanlar oldu. Sami Akıncı uyardı: “Uyumayalım, sabah çalışması var, kahvaltı ondan sonra. Tahta yanındaki günlük program okundu. Kalk zili saat 06, 06’30-07’30 çabah çalışması, 07’30 kahvaltı, saat 08- 12’oo Ders. 12’00-1300 öğle dinlenmesi, 1300-1700 sanat çalışmalarıi1700-1800 dinlenme, 1800-19’30 okuma saati 19’30 -20’15 Akşam yemeği, 20’15-21’30 ders çalışmaları, 21’30-2200 yatma hazırlığı, 2200 uyku saati. Tarım çalışmaları ile sanat çalışmaları dışındaki çalışmalar arasın 10 dakika geçiş araları vardır. Bunlar zil çalınarak duyurulacaktır. Bizim sınıfın haftalık programı hazırlanmamış, yazı tura atarak bugünkü dersleri saptamaya kalkışanlar oldu. Ben, bir yandan onlara gülüyorum bir yandan da çoktandır kullanamadığım parmaklarımı alıştırmak için kalem tutup düzgün şekiller, çizgiler çiziyorum. Sağımdaki Mehmet Yücel arkasını bana dönmüş arkadaşlara yanıt veriyor:

-Ne dersi olduğunu bilseniz ne fark edecekti, o zaman çalışacak mıydınız? ”Arkasından gülüyor. Sabah çalışma daha doğrusu bekleme alışkanlığımız olmadığı için zaman bir türlü geçmek bilmedi. Zil çalınca birden:

-Nihayet çaldı, zili unuttular sandım! türü konuşmalarla kahvaltıya gittik. Büyük bir değişiklik, öğretmen kamyonu gelmiş, on kadar öğretmen kahvaltıya katıldı. Öğretmenlere baktık. Selçuk Korol Öğretmen var. Onu görünce ben ilk dersimizin tarih olabileceğini söyledim. Hasan’la Yusuf:

-İlk dersimiz Türkçe olacak! diye direttiler. Hilmi Altınsoy onlara karşı oldu. Gerekçesi de ilginçti:

-Ya, o çocuklu bir anne, ilk derse nasıl yetişsin? Salih Baydemir Okul Müdürünün geleceğini savundu. Ben fazla diretmedim ama Selçuk Öğretmenin geleceği olasılığını önde tuttum. Ders zili çaldı. Zil çalarken duyuru yapıldı:

-Tören yapılacak! Törene çıkmaya hazırlanırken bardaktan boşanırca bir yağmur başladı. Okul önüne çıkan çocuklar koşuşarak geri döndü. Müzik Öğretmeni ağzında düdükle koridora sıkışmamısı söyleyip düzenlemeye çalıştı. Öğretmenler merdivenlere sıralandılar. Eğitimbaşı:

- Ders Yılımızı kutlayacaktık, yağmur beretektir, bunu da uğur sayalım! deyip Müzik Öğretmenine işaret verdi. İstiklal Marşını söyleyip dersliklere dağıldık. Sami Akıncı elinde bir kağıtla geldi, tahtaya yazdı. İlk ders Coğrafya, 2. ders Almanca, 3. ders Türkçe, 4. ders Fizik. Arkadaşlardan sevinenler üzülenler oldu. Ben Sami’ye: “ Bunda bir yanlış var, daha önceki konuşmalarda bu yıl coğrafya dersi yok, denmişti! ”Bu kez Sami de: “Sahi öyleydi, deyip gitti. Bu kez arkadaşlar güldüler. Sami gider gitmez döndü: Eğitimbaşı: “Nasıl olsa boş olduğuna göre onu sonra değiştiririz! ”demiş. Mustafa Saatçı:

- Hayırlı olsun arkadaşlar, yeni ders yılımızda boş derslerimizi iyi değerlendirelim, 7 ay sonra ayrılınca bu derslerde yapacağımız muhabbetleri yapamayacağız! “Ağzına sağlık İmam! ”sesleri yükseldi. Halil Basutçu sordu:

- Yani sen şimdi, boş dersleri boş geçirmeyelim, bolca konuşalım mı demek istiyorsun? ”

- Mustafa Saatçı:

- Aynen öyle, bir dakikasını bile boş geçirmemeliyiz! Bekir Temuçin:

- Yani siz şimdi, ders çalışmak isteyenlere boş zaman bırakmayacak mısınız? ”diye sordu. Mustafa Saatçı, gayet ciddi olarak:

- Olur mu kardeşim? Çalışanlara engel olur muyuz? Boş saatlerin dışında daha bir yığın ders saati var. O saatleri çalışanlara bırakacağız, o saatlerde sizler çalışırsınız;onlar yetmez mi yani? Bekir anlamadı galiba, teşekkür edip oturdu. Gülmeler oldu. Bekir anladı, o da gülmeye başladı. Bu kez Sami Akıncı Mustafa Saatçı’ya çıkıştı:

- Kuzum bu ders yılı bari biraz daha ciddi çalışalım. Buna niyetin yoksa açıkça söyle ona göre sıramızı ayıralım! Mustafa Saatçı, kesinlikle Sami’den ayrılamayacağını söyledi. Gerekçesini de açıkladı. Sami çalışkan olduğu için her soruya yanıt vermek amacıyla öğretmenlere cesaretle bakıyormuş. Soru sorulunca da heman parmak kaldırıyormuş. Öyle ki öğretmenin biri Mustafa’ya işaret ettiğinde Sami hop diya kalktığımdan öğretmen Mustafa’yı bırakıyormuş. Öğretmenler bu durumu bildiğinden sonra sonra hepten Mustafa’yı görmemeye başlıyormuş. Mustafa döndü arkadaşlara sordu:

- Siz bana soru soran öğretmene tanık oldunuz mu? Arkadaşlar:

- Olmadık! deyince Sami Akıncı güldü:

- Allah iyiliğinizi versin, sizinle başolunmaz, ne yaparsanız yapın! deyip kitabını okumaya başladı.

Orhan, Mehmet Yücel’le yer değiştirip yanıma geldi. Almanca dersinde birlikte çalışma planı yaptık. Yürütemeyeceğimizi bile bile bir daha denemek istedik. Orta 1. , 2. , 3. lise 1. sınıf (1V. Kitap) Milli Eğitim Bakanlığı yayını Almanca kitaplarım var, onları tekrarlayarak, belli kurallarla, önemli sözcükleri belleğimizde tutmaya çalışacağız.

Proğrama göre olmayan coğrafya dersimiz boş geçti. Almanca dersinde Sami Akıncı geçen yıl olduğu gibi gene birlikte çalışmayı önerdi. Orhan’la benden başka daha dört arkadaş istekte bulunduk. Sami arkadaşları göstererek:

-Bunlar katılmazsa çalışmalarda başarılı olamayız! dedi. Önerisini geri aldı. Matematik dersimiz de tartışmalarla geçti. “Matematik hepimize gerekli, bu ders boş geçmesin! ”diyenler, okul müüdürüne baş vurup öğretmen istemeyi önerdiler. Onları alaya alan oldu:

-Gelecek ilkokul öğretmeni bize ne öğretebilir, gerçek matematikçi öğretemediğine göre bari zamanımızı kendimiz kullanalım! dediler. Tartışma sürerken 3. ders zili çaldı. Kapı karşısındakiler kendileri kıpırdamadan “Sus! ” işareti verdiler. Kolunun altında bir yığın kitapla Türkçe öğretmenimiz geldi. Kitapları öğretmen masasına koydu. Koydu ama bir süre masaya baktı. Masa tahtaya yakın olduğundan tahta silinince doğal olarak toz konuyor. Harun Özçelik koşup sildi. Öğretmen gülümseyerek teşerkür etti. Harun’a baktı, “Ne ile sildin, göster bakiimm! ”dedi. Harun mendilini gösterdi. Harun, utanır gibi oldu, boynunu bükerek “ Bundan sonra özel silgi kullanırım öğretmenim! ”deyince öğretmen bu kez:

-Yok canım, neden hep sen? Bu sınıfın nöbetçisi, başkanı yok mu? onlar neden yapmıyorlar! Herkes susunca gene Sami Akıncı kalktı, bizim sınıfın durumunu anlattı. Öğretmen:

-Değişecek efendim, bu durumlar hep değişecek! deyip. hepimizi görecek şekilde sınıfın ortasında durdu:

-Adları ben hep unuturum ama gene de ilk derse girince tüm öğrencileri tanımak isterim! dedi. “En arkadaki senden başlayalım! ”deyip beni gösterdi. Tam köşede oturuyordum. Ayağa kalkınca öğretmen gülümsedi:

-Tam siper yapmışsın, orada çok mu rahatsın? diye güldü. Adımı numaramı söyleip oturdum. Tanıtma kısa sürdü. Bu kez neler okuduğumuzu sordu. Hepimizi süzdükten sonra gene bana bakıp. “Senin rahatını bugün bozacağız, gene senden başlayalım Türkçe Derslerinde neler okudunuz bir özetleme yapabilir misin? ”dedi. Bu kez de ben sordum: “Tüm geçmiş yıllar mı yoksa salt geçen yıl mı? ”Öğretmen onu sen sınırla, ben sizin bilgi alanınızı saptamak istiyorum! ”dedi. “1. , 2. , 3. yıllar Milli Eğitim Bakanlığı kitabı olan Orta Okul Okuma kitaplarını atlamadan okuduk. Ayrıca öykülerle üç roman topluca okuduk. Bunun dışında arkadaşlar değişik kitaplar okudu. İsterseniz ben ayrıca okuduklarımı anlatabilirim. Geçen yıl kitap izlemedik öğretmenimiz, gazetelerden, dergilerden seçtiklerini okuttu, ayrıca bize ödeyler verdi. Hepimiz kendi seçtiği 2-3 roman okudu. Yazar olarak Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin’den öyküler romanlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Kemalettin Kamu, Tevfik Fikret adlı şairlerden şiirler okuduk en az bir şiirini ezberledik! ”dedim. Öğretmen gülümsedi. Öğretmen alay eder gibi bir tavırla:

-Oldukça çok okumuşsunuz, umarım bu söylediklerinizi unutmamışsınızdır. Eğer böyleyse işlerimiz zor olmayacak. Çünkü bu yılki çalışmalarımız da hemen hemen bunlar üstünedir! Bir süre baktı:

- “Roman okuduk”dedin, acaba hangi romanları okudunuz, bir kaçını söyler misin? Ben, “Topluca okuduklarımız, Küçük paşa: Ebubekir Hazım Tepeyra. Çalıkuşu: Reşat Ruri Güntekin, Kuyucaklı Yusuf;Sabahattin Ali, Çıkrıklar Durunca: Sadri Ertem. Ayrıca Ömer Seyfetttin’den on kadar öyküyü de topluca okuduk. Öğretmen iyice gülümsedi. Anımsayabildiğin bir iki öykü adını sordu. Bomba, Beyaz Lale, Piç, Aleko Türk Çocuğu, Mermer Masa, Tuhaf Bir Zulum, Vire, Ferman, deyip kestim. Öğretmen ne düşündüyse:

- İyi buna sevindim, son olarak Ferman dedin galiba, küçük bir açıklama yapar mısın? deyince ben durmadan:

- Doğan Bey genç bir yiğittir. Yurduna hizmetten çekinmez, ölüm korkusu nedir bilmez…derken öğretmen bu kez de:

- İstersen bu öyküyü sonraya bırakalım. sen bize salt sonucu söyle! Sonucu söyledim:

- Doğan Bey, kellesinin uçurulacağını bile bile emaneti götürüp yerine vermiştir. Emir büyük yerden geldiği için! deyince öğretmen durdurdu. Arkadaşlara döndü:

- Hep böylemiyiz? diye sordu. Sami Akıncı konuştu:

- Hemen hemen böyleyiz öğretmenim! deyince öğretmen Sami’ye:

- Sen Sami Akıncı’mısın? diye sordu. Sami, “Evet! ” derken zil çaldı. Öğretmen, Harun Özçelik’ten kitaplarını getirmesini söyleyip, selam vermeden ayrıldı. Öğretmen gidince Mehmet Yücel İsmet’e seslendi:

- İsmet Yanar, dayının yanına neden geçtiğimi anladın mı şimdi. O konuşacak, dersi dolduracak ben yanında tam siper rahat rahat oturacağım, tıpkı Mustafa Saatçı gibi. 4. Dersimiz Fizik. Fettah Biricik konuştu:

- Yahu arkadaşlar, bu ders dolsun istemiyorum ama, hiç değilse ne okutulduğunu bilmek istiyorum;nedir bu fizik dersi dedikleri? Sami Akıncı’ya sormasını önerdiler. Sami sinirlendi:

- Bırakın şu şaklabanlığı, liselerde yıllarca okutulan Fizik dersi birkaç sözle anlatılır mı? diye payladı. Bu kez İsmet konuştu:

- Fettah’a sahiden istiyorsan kısaca ben tanıtabilirim! ”Fettah sonunda kendisine dokunacak birşeyler çıkacağını anladığı için istemedi. Bu kez de Yusuf Asıl:

- Bana anlat, ben öğrenmek istiyorum! dedi. İsmet ciddi ciddi tahtaya kalktı araba resmi çizip anlatmaya başladı, tekerleri, teker dönmelerini, büyük teker, küçük tekler ölçülerini anlattı. Otobobillerin tekerlerinin arka ön ilişkilerini sıraladı. Bunların hesapları bu derste öğrenilir. Dedikten sonra, deryadaki gemilerden Arşimet’in “Buldum” diye hamamdan çıkışına dek bir çok şey söyledi. Bu kes Yusuf İsmet’e çok uzattığı için gene anlayamadığını söyledi. İsmet, gene başa döndü, çizdiği arabayı göstererek. Dört tekerli bir arabada tekerler eşit olursa çekilmesinin başka, arkalar büyük olursa başka, önler büyük olursa gene başka olacağını söyledi. Yusuf bu kez de sordu. Tekerlerin öndekileri küçük olursa bir yararı olacak mı? İsmet bunu bekliyormuş, gülerek Yusuf’a arabayı sen çekersen çok iyi anlayacaksın. Ön tekerler biraz küçük olunca arabandaki yük Bekir Temuçin’e eşit olursa. tersini çevir büyük tekerleri öne al, bu defa arabana Fettah bindi sanırın! ”Arkadaşlar dinlemiyormuş sanıyordum, meğer herkes belli etmeden dinliyormuz, uzun süre güldüler. Bu kadar fizik dersi yeter diye takılanlar oldu. İsmet’e güzel örnek verdiği için Fettah’a da konuyu açtığı için teşekkür ettiler.

Yemekte tekraralanan soru: “Yeni Ders Yılı nasıl olacak? Değişen birşeyler olacak mı? Çoğu hiçbir değişiklik olmayacağı kanısında. Gülüşerek yemeklerimizi yeyip kalktık. Onlar marangozluk atölyesine ben Tarım binasına gittim. Hikmet Öğretmem daha önce gelmiş. Lüleburgaz’dan gelen oldu, iki genç, kendilerini birinin gönderdiğini söylediler. Öğretme Hüsnü Ağabeyi çağırdı. Gençler getirdikleri çuvallaerı açtılar. Çuvallardan iki at koşumu çıktı. Daha önce ısmarlanmış, koşumları alıp atlara vurduk. Ölçülü yapıldığı için tıpatıp uydu. Öğretmen geldi baktı:

-Atların eski koşumları vardı! diyecek oldum. Öğretmen:

Onları gene buralarda kullanırız, bunlar kasaba için kullanılacak! dedi. Gerçekten süslü tasmalar, pirinç kakmalı koşumlar. Öğretmen Hüsnü Ağabeye takıldı:

-Hadi bakalım hemşerim araba da bugün yarın gelecek, sen gırbacı hazırla, günde en az iki kez Lüleburgaz seferin olacak! dedi. Hüsnü Ağabey de :

-Biz ona hazırız beyim, anamız bizi bunun için doğurmuş herhalde, nasip bu diyoruz, ondan kaçmaya niyetimiz yok! dedi. Öğretmen çamurdan yakındı:

-Öteki binalar arasında yollar yapılmış bizim burası unutulmuş! dedi. Kum taşıtıp patika oluşturmayı söyledi. Yağmur çoğalınca kumun hemen alta basıldığını anlattım. Öğretmen şaştı. İlk yılın Madara hattını anlattım. Kumdan vazgeçti, onu deneyelim! dedi. Ahır inşaatine bugün kimse gelmedi. Öğretmen Talat Tarkan’la konuşacağını söyleyerek ayrılırken “Paydosta kapıyı kapatır çıkarsın! ”dedi. Az sonra paydos zili çaldı. Hemen ayrıldım, binaya girerken kulağım üst katta, piyano sesi aradım çıt yok. Dersliğe girdim. Arkadaşlar daha önce gelmiş, tartışıyorlar. “Onu ne zaman okuduk, bunu sahiden okuduk mu? ”Anlattıklarımın hepsi için okuduk diyen yok ama onu, bunu dedikçe hepsi için tanık çıkıyıyor. Küçük Paşa’dan bölüm anlatılınca: “A tamam tamam, çocuk sonra köyüne dönüyor, paşa maşa olduğu yok! ”deyip geçiliyor. Çalı Kuşu için de: “Feride sonra ne oluyor? Bir yaşlı doktorla evleniyor! ”sahi, aslında evlenmiyorlar ama evlenmiş görünüyorlar. Tamam tamam. Beyaz Lale neydi? Hacı Kızıydı. Mustafa Saatçı çıkıştı: “Olur olmaz yere bir Hacı, İmam, Hafız sıkıştırıyorsunuz! ” deyip arkasını döndü. Mustafa’nın öyle yapışın üzüldüm:

-Ama bu defa öyle değil, güzel Lale gerçekten Hacı Hasan Efendinin kızı! Mustafa bana döndü:

-Sana inanıyorum, söylediğin doğrudur! dedi. Mustafa’nın tepkisi havayı değiştirdi. Konu yarınki derslere döndü. Salı günü 1. ders Matematik. 2. Ders Tarih, 3. 4. dersler Öğretmenlik Bilgisi. Arkadaşlardan gülen oldu:

-Yarın da gene bir dersimiz var sayılır! “Okul Müdürünün derslere düzenli girmeyeceğene tüm arkadaşlar inanmış durumda. Yarın Selçuk Korol Öğretmen gelecek, ona alıştığımız için ben, Türkçe Öğretmenine anlattıklarımın doğruluğunu kanıtlamak amacıyla Türkçe notlarımı gözden geçirdim. Hemen eksiğimi yakaladım. Fermandaki kahramanı Doğan Bey olarak söylemiştim, oysa Tosun Beydi:

-Eyvah, öğretmen öyküyü iyi biliyorsa oraya bir mim koymuıştur. Üzülüm, Mehmet Yücel sordu, “Ne oldu dayı? ” Mehmet’e durumu anlattım, güldü: “Ne diyorsun be arkadaşım, o kadar ayrıntıyı öğretmenler bilirler mi? Onlar da bizim gibi insan, o seni dikkatle dinleyen öğretmen onları okumuşsa bile sen söyledikçe anımsamış olabilir. Eğer yeni okumamışsa Doğan mı soğan mı nereden bilecek? ”Ben gene de söylediklerimi bir daha gözden geçirdim. Kişi adlarında karışıklıklar oluyor ama, kitaplarda ya da yazarlarda hiçbir değişme yok. Ortak kitaplarımız tamı tamına doğru. Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği ödevleri söylememe arkadaşlarım bazıları kızmış. Açıklamıyorlar ama:

-Bu öğretmen onları isterse? Ben yokken Sam Akıncı:

-Bu öğretmenin onları istemeyeceğini söyleyince homurtuyu kesmişler. Sözde ben onları zor durumda bırakmak için söylemişim.

Akşam yemeğinde Selçuk Öğretmen vardı, belli ki nöbetçi, bizim dersliğe uğrayacaktır. Gelirse dersle ilgili bazı ip uçları verir. Buna sevindim. Lise 1. Sınıf Tarih kitabını hazırladım. Bu kitaptaki konuları okumayacağımızı biliyorum ama tarih tarihtir, bunları iyi bilirsem bundan sonrasını daha kolay öğrenirim. Yemekten sonra gerçekten Selçuk Öğretmen geldi ama tarih dersi için sorulan soruya, “Onu derste konuşuruz, ben size şimdiki savaş durumları için isterseniz kısa bilgilşer veririm! ”dedi. Alman Ordusunun Rusya’da ilerler görünmesine karşın aslında durduğunu, hiç değilse hızı kesildiğini, Afrika’da ise resmen durduğunu, Hitler’in güvendiği Mareşal Rommel’in geri çekilmek zorunda kaldığını anlattı. Alman ordusu Leningrad önünde çakıldı, kaldı. Bu onlar için iyi bir alamet değil ama bizim için büyük bir umut. Almanya bu durumda bizimle savaşı göze alamayacak. Biz de bunu bekliyorduk. Zaten böyle bir umut doğmasaydı biz hala İdris Dağı eteklerinde titreyecektik. Demek büyüklerimiz bizden en az bir yıl öncesini görüyorlar! ”Yusuf:

- Onlar büyük, büyük görüyorlar, biz de büyüyünce büyük göreceğiz öğretmenim! dedi. Öğretmen: :

- İnşallah. Ama büyümekten kastın irileşip kelle büyütmekse bu doğru değildir. Nice irileşmiş keresteler vardır ama önünü bile göremezler. Kafanın içinin gelişmesini kastediyorsan, dilerim öyledir. sizleri öyle gördükçe çok mutlu olacağız, emeklerimizin boşa gitmediğine sevineceğiz. Öğretmen daha konuşacaktı ama ilerki sınıflarda bir ses yükselmesi oldu, öğretmen sözünü kesip o tarafa gitti. Öğretmenin geleceğini umarak uzun süre sessiz bekledik.

Yat zili çaldı, gelen giden olmadı. Çoktandır Savaşı unutmuş gibiydik, yeniden savaş söylemleri başladı. Arkadaşlar fazla düşünüp taşınmadan konuşmaya başladılar:

- Vay anasını, Almanya bu kadar kazandıktan sonra gene bir yenilirse bu kez onu haritadan silerler. Koskoca Almanya haritadan silinir mi? “Avusturya İmparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu nasıl silindi? ”Silinmese bile Avusturya gibi küçük bir devlet olarak kalır! Almanya’yı kimler bölüşür? “Holanda, Belçika, Danimarka, polonya, Çekoslavakya! En çoğunu Fransa alır. ”İtalya da yenilmiş

olacak, orasını kimler alır? Fransa, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan alır! Yunanistan’in büyümesini istemeyenler çok, bir ağızdan:

- Olamaz! sesleri yükseldi. Sefer Tunca:

- O zaman biz de Yunanistan’dan yer alırız! Harita başına toplanmış bir grup yer bölüşürken yat zili çaldı. Pencereden bakanlar, Almanya’nın paylaşılmasını unutup okulun önünü gösterdiler:

- Tören alanı göl olmuş! Arka merdivnin saçaklarından çok yağmur düşüyor. Büyük çatı ile küçük çatının birleştiği yerde çok su toplandığından akıntılı saç oluklar kaldıramıyor. Bu nedenle ara ara şorlayarak akıntı oluyor. O sıra oradan geçenler üstüne su atılmış gibi ıslanıyorlar. Bunu bilen çocuklar az bekleyip birden sıçrıyor. Bu durum hem gülmelere hem de itişip kakışmalara neden oluyor. Bilmeyenler de:

- Ay, çok ıslandım! çığlığı atıp söylenerek gidiyor. Arada kayıp düşenler de oluyor. Selçuk Öğretmen bu konuda deneyimli olduğu için merdivenin tuvalet tarafına durmuş çocukları uyarıyor:

- Dikkat, merdilen ıslak, kaygan, düşebilirsiniz;itişmeden yürüyün! Selçuk Öğretmeni görünce geri çekilip bekledik, tenhalaşınca geçtik. Selçuk Öğretmen gülerek:

- Merdiven kaygan, düşmemek için gelemiyorum, hemen yataklarınıza girin! dedi. Şaka söylediğii biliyoruz, kesinlikle az sonra gelecektir, bunu biliyouz ama sözüne karşı :

- Pekiyi öğretmenim! dedik. Yattıktan az sonra fısıltı yayıldı:

- Selçuk Öğretmen! Selçuk Öğretmeni düşündüm. Ne iyi öğretmen. Geçen yıl Hasanoğlan’da inşaatlar başlamadan önce bir süre ders yapılacağı duyuruldu. Milli Eğitim Bakanlığı Reşat Tekşnay’ı oraya Tarih Öğretmeni kaydıyla atamış. Bizim tarih derslerimize Selçuk Öğretmen geliyordu. Durum karışınca Selçuk öğretmen tarih derslerini Reşat Tekinay’a bırakmış o da bizim Tabiat Bilgisi derslerimize girmeye başladı. Kırlara çıkıp gözlemler yapıyoruz, Tanıdığımız bitkiler gibi toprakta karşılaştığımız canlıları da inceliyoruz. Benim payıma kırkayak düştü. Kırkayak bulup canlı olarak dersliğe getireceğim, öğretmen bizleri konuşturduktan sonra söyleyecekleri ekleyecek. Kırkayak bulup kibrit kutusuna koydum. Kutuyu da mendilimle sardım. O akşam kırkayak kutuda canlı olarak yaşadı. Sabah dersten önce yokladım kırkayak sağ, kıpıtısını sürdürüyor. Kutulu cebime koyup kahvaltıya gittim . Kutu cebimde, mendile sarılı. Derse girdik. Sıra bana gelince sevinçle kutuyu açtım. Kırkayak yok. Kırkayağın olmayışı bir yana tüm bedenimde bir ürperme, her an bir yerim ısırılacak diye diken üstünde duruyorum. Selçuk Öğretmen bana: “

- Sana inanırım biliyorsun, böyle terslikler hep olur, sen şimdi yatak çadırınıza git, giysilerini bir gözden geçir, “Üstümde olabilir! ” kaygılarından kurtul! ”dedi. Selçuk Öğretmenin beni bu kadar doğru anlamasına hem şaştım hem de çok büyük saygı duydum. Gerçekten olay tıpatıp böyle oldu. Bunu ben böyle biliyorum ancak Selçuk Öğretmenin de olayın böyle olabilecveğini benimseyip beni kaygıdan kurtarması, benim için olağanüstü bir hoşgörü sahibinin gösterdiği güven olarak belleğime yerleşti. O nedenle ben, Selçuk Öğretmene özel olarak büyük bir saygı duyuyorum. Tarih dersini öteden beri sevdiğim için çalışıyorum ama, Tarih Dersine Selçuk Öğretmen geldiği zaman bireysel sevgimin üstünde bir çaba gösteriyorum;bunu da sonuna dek sürdürmek istiyorum. Kendimi böyle bir zorunluk içine soktuğumdan Tarih dersinin konularını gene gene okuyarak bir biriyle bağlantılayıp kolay bellemeye çalışıyorum. Özellikle rakamsal(Kronolojik) tarihlere Selçuk Öğretmen çok önem veriyor. O bunlara Kronolojik tarih diyor. Ona gör 1453 tarihi İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınışı kadar önemli sayılıyor. “Alınış tarihi unutulursa zaman kayması olur, o olayın tarihsel değeri kalmaz! ”diyor. Bu nedenle ben önce olayların tarihlerini belleyip aralarında bağları saptayarak tarihteki yerine koymaya çalışıyorum. Selçuk Öğretmen de benim bu çalışmamı sezdiği için bana güvenle bakıp çalışmamı destekliyor. Kimi zaman da şaka yollu takılıyor. Örneğin, 1071-1243-1299-1367-1402-1444-1453 sayıları nın ortak bö lenini bulabilir miyiz? diye soruyor. Bu sayılar Tarihi çağrıştırdığı görünce ben de:

- Bunların ortak bölenleri, Türklerin Anadolu’ya gelişinden İstanbul’u alışına dek yapılan belli başlı savaşlar! diyorum. Başka bir zaman Kosoya, Ankara-Varna-İstanbul-Çaldıran-Belgrat kentleri arasındaki çağrışımı soruyor. Selçuk Öğretmen sorduğu için işi kolaylaştıran taraf, kesinlikle sorunun tarih sorusu olduğunu bildiğimden anımsamalar kolar oluyor. Buna alıştığım için zaman zaman da kendim bu tür sorular hazırlıyorum. Tekrarlar çoğalınca bir de bakıyorum ki birhayli bilgim olmuş.

 

3 Kasım 1942 Salı

 

Zille uyandım. Yatarken Dilimde Selçuk Öğretmen vardı, bu sabah Okul Müdürümüzü düşünmeye başladım. İlk dersimize girdiğine göre adlarımızı soracak. Belki de o yöntemi değiştirip:

-Geçen yıl neler okudunuz? diyecektir. Geçen yıl, Pestalozzi, Fröbel, Jan Jak Russo, (Jean Jacques Rousseua)biraz da Herbart okumuştuk. Müdür Bey özellikle öğretmenlerin bağlı olduğu kurumları, sorumlu olduğu makamları anlatmıştı. Bakanlıklar, Trakya Genel Müfettişliği, Valilikler, kaymakamlıklar, Bucak Müdürlükleri, Milli Eğitim Müdürleri İlköğretim Müfettişleri, Milli Eğitim Memurlukları, okullarda Başöğretmenler. Ayrıca öğretmenlerin, köy muhtarlıklarıyla, halkla ilişkileri üzerinde de durmuştu. Müdür Bey sorarsa bunları anımsatmaya çalışacağım. Ancak kesin kararlıyım, Türkçe dersinde yaptığım gibi kendim kalkmayacağım, varsın başkaları da biraz çaba göstersin. Herkes susar Müdür Bey de tekrar tekrar sorarsa o zaman kalkıp bildiklerimi söyleyeceğim. Bu kararımı çok beğendim;sanki kararımı uygulamış gibi sevindim. Bir önümüzdeki arkadaşlar biraz yüksek sesle konuştular:

-Geçen yıl ne okudunuz diye sorarsa, ne söyleyeceğiz? ” Yanımdaki Mehmet Yücel, beni göstererk:

-Arkadaş bize yardım eder! deyip güldü. Bunda biraz, kapalı da olsa alay kokusu vardı. Hemen tepki gösterdim:

-Kim ben mi? Ben mi size yardım edeceğim? Bana sorarsa kendim için bildiğimi söylerim. Söylediklerim doğru çıkarsa kendim sevinirim, yanlış olursa üzülürüm. Üzüntümü kimsenin paylaşmadığını bildiğimden sevincimi de ben kimse ile paylaşmak istemiyorum. Bunu herkes böyle bilsin! Mehmet Yücel gene güldü:

-Duramazsın ki, her insan bildiğini söylemek ister! ”

Sami Akıncı ders öğretmenlerimizin adlarını tahtaya yazdı. Yandaki sayılar ders saatleri

Türkçe:             Sabahat Kartekin   (3)

Fizik:             --       (1)

Matematik:            --        (2)

Tarih:             Selçuk Korol    (1)

Tabiat Bilgisi:            Seyfi Çaçur     (1)

Öğretmenlik Bilgisi:          İhsan Kalabay    (6)

Almanca:            --        (1)

Tarım:              Hikmet Özmen   (2)

Resim:             Talat Ayhan     (1)

Müzik:             Asım Kaveller    (2)

Askerlik:            ?       (2)

Haftalık toplam:                  22 saat

Not: Öğleden sonra çalışmaları, bütün olarak atölyelerle tarımda alanlarında yapılacaktır.

 

Arkadaşlar, haftalık ders dağılımını merak ediyor. Boş derslere öğretmen seçmeye çalıştıklarından dağılım cedveli gecikiyormuş. Esas cedvel yakın zamanda tamamlanacakmış. “Yıl sonuna dek tamamlanır! ” söylemleri içinde kahvaltıya gittik. Mehmet Aygün:

-Ne var yani Yıl sonu dediğine iki ay var, çok mu yani? deyince düzeltmeler yapıldı:

-Yok yahu, Yeni Yıl değil Ders Yılı sonuna yani “Mayıs 1943 sonuna” demek isteniyor. Öğretmen masaları gene dolu. Bayan öğretmenlerin hangi sınıflara girdiği sorulmaya başlandı. Hilmi Altınsoy:

-Onlar küçük sınıflara girerler! dedi. Hasan Üner, “Bizim sınıfla 9 A ya da 9 B hatta 8. sınıf arasında ne fark var? ”diye sordu. Bence önemli bir soruydu, karışmak istemedim ama konuşmaları ilgiyle izledim. Tartışmayı hemen ders konularına kaydırdılar. Öğretmenlik Bilgisi ya da Askerlik Dersleri konuları ortaya getirildi. Oysa bizim sınıfla onlar arasında olması gereken fark, yaş sınırları olmalıydı. Ne yazık ki bu yaş konuşu bizim okulda karışmış durumda: Örneğin bizim sınıfta 1926 doğumlulara karşın küçük dediğimiz sınıflarda 1922 doğumlu olanlar bizim sınıfın sayısını geçecek çokluktadır. Boy-pos görüntüleri bakımından da öyle. Bizim sınıfın yarısı 8. sınıfların boy ortalası düzeyindedir. Oysa 9. sınıflarda bizim uzun boylularımızın sayısını katlayacak boylular var. Hasan Gülümser, Süleyman Gege, İbrahim Öznal, Mehmet Aydemir adını anımsayaladığım öteki çocukları görüntü olarak bizden küçük saymak yanıltıcı olmaktadır. Ben böyl dedim ama kendim söyledim kendim dinledim. Arkadaşlar, büyüklerimiz öyle uygun görmüş, deyip geçtiler.

Yağmur dindi, hava açtı, ama yerler kabarmış gibi, basınca 3, 4 cm. batıyor. En az 1. cm. kalınlıkta çamur ayaklara yapışıyor. Kenardan kenardan Tarım bölümüne gittim. Benden önce giden olmuş. Hüsnü Ağabey olduğunu sanıyordum, gidince Hikmet Öğretmenle karşılaştım. Geçen gün sıraladığım kitapları, dergileri karıştırıyordu. Dersi varmış, bir konuda resimler aklına gelmiş onları ayırdı. Bahçelere inilmeyen zamanlarda derslikte ders yapıp konuları işleyecekmiş. Hava elverişli zamanlarda da dış çalışmalara yöneleceklermiş. Öğretmen, benim dersimi sordu. İlk dersimizin boş olduğunu söyledim. Öğretmen ayrılırken gülümseyerek:

-Bugün arabamız gelecek! dedi. Öğretmen gidince arkasından ben de dersliğe döndüm. Boş Matematik dersi gene boş konuşmalarla geçti. Az sonra Selçuk Korol Öğretmen geldi. “Geçen yılın konularını anımsayalım, neler üstünde durmuştuk! ”deyip durdu. Bu Kez de, “Biz konuların üstünde dururken ya da durduğumuzu sanırken yoksa onlar altımızdan “Pır edip” uçtu mu? deyip güldü. Bu, “Pır edip uçma! ” sözünün bir kaynağı vardır, bileniniz var mı? ”diye sordu. Hepimiz sustuk. Öğretmen önce Sami’ye sonra da bana baktı. Duymadığımı söyledim. Selçuk Öğretmen tavuk civcivlerin söz etmeye başladı. Sonra da öteki kümes hayvanlarından söz etti. “Hindilerin altına ördek yumurtası koyarsan, hindi onları ısıtır, ördek yavruları çıkar. Hindi yavrularını su kenarına götürünce ördek yavruları suya girince, hindi de şaşkın şaşkın bakar, deyip güldü. Hindinin artına ördek değil de bir uçucu kuş yumurtası koyunca benzer bir durum olur. Bu kez de yavrular uçar. İşte hindinin ya da benzer bir hayvanın bu şaşkınlığını anlatmak için söylenen bu söz sonradan bir ıstıla(Deyim) olup çıkmıştır. Deyim sözü edildi. Öğretmen: “Evet, siz şimdi ona deyim diyorsunuz, işte o olur. Siz susunca ben de bu olayı anımsadım. Yoksa bizim o dövüne dövüne, hem de biraz övünerek üstünde durduğumuz önemli olaylar: “Pır edip uçtu mu? ”Sami kendiliğinden konuştu: “Hepsi uçmadı öğretmenin ama uçanlar olmuştur! ”deyip güldü. Bu kez öğretmen: “Yanı uçanlarla uçmayanları seçip ayırmak senin görevin mi? demek istiyoprsun! ”deyince Sami: “Hayır öğretmenin, biz kendi kendimize bu ayırımı yapamıyoruz, siz yardımcı olursanız, daha kolay sonuç alırız, demek istiyorum! ”Öğretmen Sami’ye: “Her zaman olayların sağlam tarafından tutmayı yeğlersin, bu nedenle ben de öyle yapacağım. Birinize değil de topluca bir deneme yapalım:

-Geçen yıl hangi konulardan başlamıştık, hangi konularla yıl sonunu kapamıştık? İsmet parmak kaldırdı. Selçuklularla, Osmanlı devletinin yükseliş dönemlerini, aynı zamanda Avrupa devletlerini okuduk! ”dedi. Öğretmen gülerek: “Demek civcivler hepsi birden “Pır! ” etmemiş! ”deyip. Selçukluların ortaya çıkışını, Batıya akınları özetledi. Anadolu Yarımadası, derken zil çaldı. Öğretmen gülerek:

-Türkler batıya gidedursun, haftaya biz onları gene bir yerde bulup izleyeceğiz! dedi.

Öğretmen çıkınca Mehmet Yücel:

-İşte bize geçen yıllardan kalan bir anı, Selçuk Öğretmenin dersinde gene o günleri yaşayacağız. Öteki derslerse birer birer değişip tarihe karışacak! ”dedi. : “İskelet gene yumurtladı! ”diyenler oldu ama, Mehmet Yücel doğru söylemişti. Türkçe dersimiz, Fikret Madaralı Öğretmenin dersinin bir devamı değildi. Bakalım Okul Müdürümüz nasıl bir başlangıç yapacak! ”Kesinlikle o kitaplardan yararlanılacağını düşündüğüm için Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji Kitabı ile Pedagoji Tarihi kitaplarını aldım. Jan Jak Ruso ile Pestalozzi, bölümlerini karıştırdım. Pedagoji kitabının ilk sayfalarında bir başka ad, Herbart geçiyor. Pedagoji Tarihinde onu arayıp buldum. Önemli biri olmalı ki bu kitapta da uzun uzun yer verilmiş. Hemen onu da Pestalozzi arkasına koydum. Fröbel Pedagoji Tarihinde gerilere atılmış. Ben hazırlığımı tamamlamadan 2. Ders bitti. Arkadaşlar gülüştüler: “İşte bir boş ders daha. Az sonra Okul Müdürümüz geldi. Önce bizim sınıfın daha kalabalık olacağını sandığını söyledi. “İlk günden beri bukadar mısınız? ”diye sordu. Sami Akıncı yanıt verdi:

-Bir arkadaşımız izinli, gerçekte 30 kişiyiz! ”dedi. Müdür Bey Sami Akıncı’yı gözleriyle süzerek:

-Sen, Sami Akıncı olmalısın! dedi. Bu kez hepimize dönerek:

-Siz o arkadaşınızın okuldan niçin ayrıldığını bilmiyor musunuz? diye sordu. Hepimiz şaşırdık, bir birimize bakıştık. Bakışlarımızda büyük bir sorgu işareti oluştu:

-Niçin ayrıldı? Ayrıldı mı, uzaklaştırıldı mı? Müdür Bey, bakışlarımızdan bir anlam çıkarmış olacak;siz onu öğrenirsiniz! deyip konuya döndü. Geçen yıl Öğretmenlik Bilgisi Derslerimizde okuduğumuz konuları sordu. Arkadaşlar bu kez bana baktılar. Konuşmamaya karar vermiştim ama Sami Akıncı’ya öyle demesi kararımı bozdurdu. Parmak kaldırdım. Yerimden kalkışım- (Sıram en arkada sıkışık durumda)biraz sallantılı oldu. Müdür bey bir süre yüzüme baktı. “Sadece konu başlıklarını istiyorum! ”Önce Öğretmenlerin yasal olarak bağlı olduğu yönetim birimlerini, Milli Eğitim Bakanlığı makamından Milli Eğitim Memurluklarına, okul Başöğretmenliklerine dek yetkilerini, öğretmenlerin onlara karşı görevlerini okuduk! ”dedim. Okul Müdürü önce:

-Ohoooo, siz bir hayli yol almışsınız! dedikten sonra gülümseyerek:

- Başka? deyince “Eğitim Tarihinden Jan Jak Ruso’nun getirdiği yeni düşüncelere dayanarak yeni Eğitim uygulamaları geliştiren Pestalozz. Üzerinde çok durduk. Dr. Halil Fikret Kanad’ın kitabından bölümler okuduk. Okuduğumuz yerlerde sonradan yetişmiş Fröbel, Herbart gibi başka pedagogların görüşlerini irdeledik! ”dedim. Bu arada Kim, kim, kim? iye sordu: ”Fröbel ile Herbart! ”dedim. Gülümsedi:

- Hııı, Herbert’ten söz ediyorsun! dedi. Hiç çekinmeden “Hayır öğretmenim ben Herbart’tan, ünlü bir pedagog olan Johann Friedrich Herbart’tan söz ediyorum! ”deyince. Müdür Bey gene güldü:

- Öyle mi? Onları hep okuduk ama zamanla karışıyorlar. Bir Herbert de vardı, umarım onları da okuyacaksınız! dipey beni oturttu. Arkadaşınızın dediği gibi diyerek Jan Jak Ruso’dan sonra çoğuk eğitimimnde büyük gelişme olduğunu söyleyerek, Biz de değil uygar ülkelerde yapılan yenilikleri sanki bizde de yapılmış gibi anlattı. Tanzimat Döneminde Avrupa’ya öğrenci gönderilerek yeni fikirler getirildiğini, hemen ardından da Cumhuriyet Yönetimi kurularak modern okullara kavuşulduğunu söylerken dersimiz bitti. Müdür Bey:

- Konumuzu sürdüreceğiz! deyip ayrıldı. Gülüşmeler arasında:

- Olay bu denli düzgün olduğuna göre bizi neden buralarda tutuyorlar? Giden müdürmüz ikide bir: “

- Siz işte bu yürümeyen gemiyi yürütmek için yetiştiriliyorsunuz, tüm umutlar sizde! diyordu. Oysa yeni müdürümüz:

- Tanzimatla başlayan yenileşme, nihayet günümüzde Batı benzeri eğitime kavuşmuştur! deyip kesti. Ben bir süre yerimde oturdum. Arkadaşlara baktım. Kimse benim gibi tedirgin değil. Müdür Beyin:

- Sami Akıncı sen misin? demesine hiç takılmadılar. Oysa bu hepimize hakaret olmuştur. Derslere dün başlandı, Sami Akıncı hangi özelliğinden ötürü tanıtılmıştır? Okul Müdürünün sık sık gelip çalışmalarımızı gördüğü evde Sami Akıncı yoktu. Okul Müdürünün geldiği ilk günden beri tarım bahçelerinden ürünler toplanmaktadır, buralarda terleyen arkadaşlar arasında gene Sami bulunmamaktadır. Öyleyse neden, Sami Akıncı soruluyor? Hani burası İş okuluydu? Hani burada kafa-beden çalışmaları birlikte yürütülecekti? Sami arkadaşın bunda hiçbir suçu yok, biliyorum. “Adamların kafasındaki başarı, kaytarmaya dayandığı için ölçeklerini öyle kullanıyorlar. Belli ki Sami Akıncı birkaç gün sonra Müdür Odasına sık sık girip çıkacak. Hasanoğlan’a göçmeden önceki süreçte bunu Koopperatif seçimleri nedeniyle önlemiştik. Hasanoğlan’a göç işi gene bozdu. Bir yıl sonra dönünce de kooperatiften söz eden olmadı. Belli ki bu 7 ay içinde de kooperatif sözü edilmeyecek. Sami Akıncı atölyelere uğramadan öğretmen olacak! ”Sami Akıncı’ya diyecek bir sözüm yok, ben, arkadaşların bu tür olayları hiç değerlendirmeden sürekli yakınmalarına şaşıyorum. Böylesi yanlışlar, yanılgılar, sık sık yapıldıkça sonuçların doğru olması beklenir mi? Beklenirse gerçek doğru çıkar mı? Mehmet Yücel sordu:

- Ne düşünüyorsun arkadaşım? Yeni müdürümüze de kendini tanıttın! dedi. “Sıra arkadaşımınmış kısmet, azıcık çıkıştım:

- Ben, sen çırpınsak da onlar tanıyacağını tanır, ötekilere es geçerler. Ben onu değil ama Ali Güleren arkadaşı düşünüyorum! deyince olay birden patladı:

- Sahi arkadaş, neden ayrıldı? Bu kez de arkadalşlar benim başıma toplandılar:

- Sen bilyorsundur, söyle! Bilmediğimi yeminli sözlerle anlatmaya çalıştım. Herkeste bir şaşkınlık:

- İnanamıyorum, diyenlerin yanında, Yazık oldu Ali Aga’ya diyenler de çıktı.

Yemekte konumuz buydu. Ali Güleren pek sevilmezdi ama ayrılışına tüm arkadaşlar üzüldü. Yemekten sonra daTarım binasına üzgün gittim. Az sonra Hüsnü Ağabey geldi, arabayı beklediğini söyledi. Gözleri yollarda. Öğretmeni bekliyorum, benim gözlerim de okul yolunda: “Öğretmen gecikti! ”dedim. Hüsnü Ağabey: “Öğretmen geç gelecek, onun dersi varmış! ”dedi. Öğretmenle işim yoktu ama öylesine bekliyordum. Az sonra arabayı getirdiler. Talat Tarkan, Namık Ergin, Seyfi Çaçur Öğretmenlerle muhasebeci Hikmen Özsan geldiler. Arabanın sağına soluna bakıp “Tamam! ”dediler gelen iki genç, atlarına binip gitti. Öteki Öğretmenler giderken Namık Öğretmen elimi sorup “Geçmiş olsun! ”dedi. Bundan biraz yüz buldum: “Sınıfça çok üzüldük bir arkadaşımız okuldan ayrıl mış ya da ayrılmak zorunda kalmış! ” deyince Namık Öğretmen önce “Kim dedi? ”diye sordu: “Okul Müdürümüz! Derslikte söyledi” deyince Namık Öğretmen bu kez:

- Onu ben de duydum ama inanamadığım için üstünde durmadım, demek ki doğrulmuş. Sanırım onun en doğrusunu Besim İyitanır Öğretmen bilir. Biliyorsun Ali buradan izinli gitti. O gidince benden güvenilir bir öğrenci istediler, başına gelen kazayı düşünerek, seni salık verdim! dedi. Namık Öğretmen tekrar üzüldüğünü söyledi, “Gerçekten ayrıldıysa yazık olmuş, şurada 6-7 ayı kalmıştı! ”dedi. Hikmet Öğretmen geldi arabaya o da baktı:

- Araba güzel ama kış günü yağmur altında böyle açık olmaz, buna bir korunak gerekli! ” deyip bana da sordu:

- Sence de öyle değil mi? Besim Öğretmeni sormak istiyordum. Soruya azıcık geç yanıt verdim:

- Öyle! dedim. Öğretmen gülerek:

- Ne o, yapmak size düşecek diye mi duraksadın? dedi. Bu kez, “Tam sizden Besim İyitanır Öğretmeni soracaktım, onu düşünürken sorduğunuz için yutkundum, o nedenle yanıtım gecikti! ”dedim. Hitmet Öğretmen bu kez Besim Öğretmenin bir iki gün gelemeyeceğini, onun yerine kendisinin yardımcı olabileceğini söyledi. Öğretmenin içtenlikli konuşmasına güvenerek “Bir arkadaşımız okuldan ayrılmış, arkadaş benden önce burada çalışıyordu. O nedenle Besim Öğretmen bilebilir, diye düşündüm! ”dedim. Öğretmen yüzüme baktı:

- Sen bilmiyor musun? Maalesef o arkadaşınızın suçu çok büyük, son sınıfa gelmiş birisi bunu nasıl yapar? Buna biz de şaştık. Arkadaşınız buradan, gizlice torba torba tahıl aşırıp Lüleburgaz’da anlaştığı bir yere satmış. Satın alan, tahılların çalma olduğunu anlayınca okula bildirmiş. İlgililer arkadaşınızı suçüstü yakalamışlar. Alıcılar olayı olduığu gibi yazılı olarak Okul Müdürüne bildirmişler. Disiplin Kurulu arkadaşınızı önce geçici olarak memleketine göndermiş, durumu Milli Eğitim Bakanlığına duyurmuş. Oradan gelen emir hereğince de okulla ilişkisi kesilmiş. Üzülmekte haklı olabilirsiniz, gerçekten acınacak bir durum. Kısa zaman sonra öğretmen olacak birisi bunu yapmamalıydı;biz de üzüldük ama o suçun cezası da bundan daha küçük olamazdı. Bir öğretmen adayının okul deposunu soyması akıl alacak bir suç değildir. Arkadaşlarınızla bunları konuşmalısınız! ”Bak bir süreden beri buradasın, anahtarlar sende. Hiç aklından böyle bir fikir geçirdin mi? yapmaya kalkmak demiyorum, aklından böyle bir şey geçti mi? Senin geçmemişse onun neden geçti? Hadi düşünce olarak geçti, bunu fiiliyata dökmekten çekinmedi mi? Çekine çekine yaptıysa kendine bile bile kıydı demektir. : “Kendi düşen ağlamaz! ”diye buna denir. Eğer, düşünce olarak aklından geçince hemen uygulaması gelecekte daha kötü işler yapacağı kanısını uyandırmaktadır. Böyleleri vardır;insanları hatta devleti büyük zararlara sokarlar. Çünkü kimi insanlarda muhakeme eksikliği vardır. Devlet hizmetinde bunlar çalıştırılmazlar! ”Hikmet Öğretmen kolumdan tuttu, yüzüme baktı. “Hayata yeni başlıyorsunuız; böyle olarlarla başka zaman da karşılaşacaksınız. Önemli olan bu tür sapıklıklara kendinizin sapmamasıdır. İlk duyduğunuz bu olay dilerim son da olur! ”Öğretmene baktım:

- Böyle olayları çok duydum. Ben Lüleburgaz’ın yakın bir köyündenim. Köyümüze gelen bir tahsildarlardan biri zaman zaman bizim kahveye uğrar, tatlı tatlı konuşurdu. Kahvede büyük bir gramofonumuz sayısız plaklar vardır. Geldikçe bana takılır Suzan Yakar’ın, Hamiyet Duygulu’nun plaklarını çalmamı isterdi. Çarşıda gördüğümde selam verirdim o da büyük insan mışım gibi selamımı alır güzel sözler söylerdi. Kemal Bey olarak arkasından hep iyi anılırdı. Bir süre sonra tutklandığını duyduk, topladığı yol paralarını cebe indirmiş (36. 000 tl. ) 5 yıl önce olan bu olay günümüzde de konuşuluyor. Kemal Bey hala hapishanede. Öğretmen güldü. “Ya bak işte, kaç yaşında olursa olsun, kendine “Dur! ”diyemeyen insanlar hep bu haltı karıştırırlar. Sizin arkadaşınız bundan bir ders alırsa bundan sonraki işlerinde bu tür bir yanılgıya düşmez! ”Öğretmen saatine baktı. Birlikte okula döndük. Okula girerken Hikmet Öğretmen bana: “İstersen benim sana anlarttıklarımı bir süre arkadaşlarına söyleme. Onlar nasıl olsa öğrenecekler. Belki de yalan yanlış konuşacaklar. İşte o zaman sen bunları anlatırsın, onlar da doğruyu öğrenirler! ”: “Sağolun! ”diyerek öğretmenden ayrıldım. Dersliğe girince içim sızladı: Ali Güleren bunu nasıl yapmış olur? Kendi kendime düşündükçe inanasım gelmedi. Kilerden, mercimek, fasulye, ya da buğday alıp Lüleburgaz çarşısına nasıl götürür? Lüleburgaz tam 5 km. Yaya olarak ancak birkaç kilo götürür. 5 kilo götürse 50 kş. alır. 10 kr. götürse 100 kş alacaktır. Lüleburgaz’a gidince bu olayı soruşturmyı deneyeceğim. Kesinlikle Dağlı Hasan kardeşler bu olayı duymuştur.

Okuma saatinde ezber bildiğim şiirleri tekrarladım. Almanca Röslein dışındakileri iyice belledim.

Zil çalmak üzereyken kitaplığa gittim, kimseler yoktu. Liselerde okutulan kitaplardan oluşan Kitaplık gözünden İsmail Habip’in Ebedi Yeniliğimizi aldım. Yarın iki saat Türkçe var. “Bu kitaptan yararlanabilirim”deyip sevinerek dersliğe döndüm. Okuma saati başlayınca Eğitimbaşı geldi. Bildiğimiz şekilde sıralar arasında dolaştı. Benim karıştırdığım kitabı alıp baktı, Onu bırakıp sıra üstündeki Şaheserler Antolojisini alıp karıştırdı. Kitabın benim olup olmadığını sordu. Gülerek:

-Sabahat Öğretmenle iyi anlaşacağa benziyorsun! deyince arkadaşlar bana dönüp baktılar. Bu kez Eğitimbaşı:

-Öğretmenler, kendi dersine çalışan öğrencilerini severler, arkadaşınız Sabahat Öğretemenin dersiyle ilgili kitaplarını sıraladığına göre belli ki o da bunu isiyor! dedi. Sami Akıncı’nın derslikte olmadığını sonradan farkettim. Az sonra Sami Akıncı geldi, çarşamba gününün programını tahtaya yazdı. İlk saat Matematik, 2. Saat Zirai İşletme, 3. 4. saatler Türkçe. Eğitimbaşı, sağ eli sol kolunun bileğinde sol elinin işaret parmağı da sol çenesinde; bir süre arkadaşları gözledikten sonra sessizce çıktı. Arkadaşlar arasında bir süre Eğitimbaşının kendi eşi için Sabahat Öğretmen demesi konu oldu. “Ne demeliydi? ”gibi sorular soruldu. Fettah Biricik yanıtladı:

-Hiç konuşmamalıydı! Arkadaşlar güldüler:

-Fettah Biricik. gene sapıttı! İsmet bana seslendi:

-Dayı hep senin yüzünden, ne yapıp yapıp öğretmenleri kandırıyorsun; onlar da gelip delip seninle yanlış konuşuyorlar. Arkadaşımız Fettah Biricik de buna içerliyor. Sen sussan, arkadaş kesinlikle daha güzel şeyler yapacaktır. Böylece, öğretmenler de yanlışa düşmeyeceklerdir! Hiç niyetim yokken konuştum: “

-Fettah Biricik bir örnek versin, dersliğe gelen bir öğretmenle konuşsun, göreyim ne hünerler gösteriyor; ondan sonra ben de onun gibi yapaya çalışırım! Bu kez Fettah bana:

-Ben, senin gibi çok marifetli değilim! ”dedi. Derdemez de ben:

- İşte şimdi hak ettin. Arkadaşlara sormak zorunda bıraktın beni! Arkadaşlara dönerek:

- Bu arkadaşın bazı marifetleri olmadan mı siz ona birşeyler yakıştırıp yapıştırdınız, hani böyle böyle diyordunuz da arkadaş çılgına dönüyordu. Galiba Şey, şey, şey diyordunuzya, birden anımsayamadım;söyler miniz neydi onlar? ” Derslik bir anda sessizliğe büründü. Kimi arkadaşlar, Fettah’a ben bir şeyler söyleyince onun bana karşı koyacağını açık açık bekler gibi bakıştılar. Sanırım Fettah onlarla konuşurken birşeyler: “Yapacağım, edeceğim! ” türü sözler söylüyor, onlar da bunlara inanıyorlar. Oysa Fettah, her zamanki gibi ben konuşunca gene boynunu büktü, önündeki kitaba bakarmış gibi kapandı, uzun süre başını bile kaldıramadı. Ben, bir süre bir tepki gelebilirliğini düşünerek bekledim. Bir kıpırdanma olmayınca kitabıma kapanıp geçmiş yıllarda okuduğumuz yazarları bir daha gözden geçirdim. Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Ziya Gökalp, Ömer SeyfettinFalih Rıfkı, Reşat Nuri’den başka, kısa kısa: Halil Nihat, Sadri Etem, Necmettin Halil, Kemalettin Kami, Nazım Hikmet, Halide Nusret, Necip Fazıl gibi şairler-yazarlar var. Faruk Nafiz’in Veraset adlı şiirini sevdim.

 

Veraset
 
Ninem beş yüz altına satılmış bir esirdi,
Dedem beş yüz altını sayan bir derebeyi,
Köpek kanı, kurt kanı, birbirine girdi,
İkisinden meydana çıktı bir kurt köpeği.
İki zıt cevheri var nabzımda akan kanın,
Bniri elpençe duran, öteki durduranın,
Duygun sana taparken, düşüncen bir haynanın
Sırdında bir kadınla aşar karşı tepeyi!
Ben ninemden muhabbet, dedemden kin almışım,
Çini bir kase kadart, başkadır içim dışım,
Elini öpmek için yalvarsa da bakışım, ,
Isır diye tepinir gözlerimin bebeği.

Faruk Nafiz

 

Not: Kitap, soyadı yasasından önce basılmıştır.

 

Bu şiir de çok hoşuma gitti, kolay ezberlenecek. Hem de zaman zaman okununca etki bırakacak türden. Derste okumam belki ama arkadaşlar arasında övünmek için sık sık okuyabilirim.

Yemekte arkadaşlar, benim Fettah’ın sözlerinden alındığıma şaştıklarını söylediler. Aynı sözleri ben de onlara söyledim:

-Siz nelere önem veriyorsunuz? Örneğin size yalan söyleyen birinin yalanını yakalayınca susar mısınız? O kişi bir başka zaman size gene bir şeyler anlatırsa dikkatle dinler misiniz? Doğru söylediğiniz bir sözü, birisi karşınıza çıkıp yalanlamaya kalkarsa susar mısınız? Siz sussanız bile, böyle bir durumsa susulmaması gerektiğini düşünmez misiniz? Sizin ak olduğunu bildiğiniz bir nesneyi biri geçip karşınıza kara diye tuttursa susar mısınız? Siz çeşitli nedenlerle susmuş olabilirsiniz ama böyle bir durumda herkesin susması gerektiğini bekler misiniz? ” Arkadaşlar güldüler: “

- O kadar çok sordun ki biz ne diyeceğimizi şaşırdık. O zaman ben de:

- Siz gerçekte kendi korkaklığınızın tavırlarını savunuyorsunuz. Bir başka anlamda, “Gücünüz ölçüsünde tavır takınıyorsunuz, gücünüz sizi susmaya zorladığı için susuyorsunuz. Ben de gücüme güveniyorum, gücümün hakkımı koruyabileceği yerlerde göğsümü gerip hesap soruyorum. Az önce gördünüz, Eğitimbaşı dersliğe geldi. Hepimiz sıralarımızda oturup işlerimizi görüyorduk. Eğitimbaşı geldi önce benim elimdeki kitabı aldı baktı. Kitabı verdi sıra üstündekini aldı. Sonra döndü, duyduğunuz sözleri söyledi. Buraya gelene dek benim bir sorumluluğum var mı? Eğitimbaşı bu kez hepimize bir söz söyledi. Bu sözle de benim doğrudan bir ilgim yok, Eğitimbaşımızın kendi düşüncesi. Ayrıca bana söylenmiş bir söz de değil, öyle olduğunu bizlere duyurdu. O gittikten sonrayı anımsayalım. Eğitimbaşının söylediği sözün anlamını düşünmeden Fettah: “Eğitimbaşı, öyle konuşmamalıydı. Nasıl konuşmamalıydı? Niçin konuşmuştu, kiminle konuşmuştu? Benim sıramda, benim elimden aldığı kitaba bakarak: “Sabahat Öğretmene kendini sevdireceksi, o kendi dersine çalışanları sever(Eğitimbaşı tüm ders öğretmenlerini de katmıştı)Şimdi bu durumda Eğitimbaşının konuşması eleştirilirken kim düşünülerek eleştiriliyor? Benden başka bir kimse var mı? O beğenilmeyen konuşmaya ben neden olduğum düşünülerek, söylenen söz eleştirilirse onun altından benim çıkmam gerekir. Bu nedenle ben de Fettah’a karşı kendimi savundum. Siz böyle şeylere aldırmayayabilirsiniz. Sizin kendi açınızdan gerekçeleriniz olabilir. Ancak ben, böyle durumlarda susmak için değil kendimi savunmak için gerekçe ararım. Susmak, suskunluktur, kişinin kendi içinde ne olursa olur. Dışa vuran savunmalar, gizlenemez. O nedenle aramızdaki fark biraz başka. Siz istyerseniz susmakta diretin. Ancak susmayanlara sakın şaşmaya kalkmayın, sizin onurunuzu ortaya getirip kendini savunan insanlar çıkar. Savunmalarını da güçlü yaparak sizi zor duruma sokarlar. Böyle durumlarda bir değil iki kez yenilmiş olursunuz. Karşınızdaki savunucu hem kendi tezini savunur hem de sizi aşağılar. Salih Baydemir bana: “Haklısın! ”dedi, Ötekiler sustular. Sanırım doğru dürüst algılayamadılar. Fettah tarafını tuttular, gibi bir kuşkum olmadı. Biliyorum, bu tür taraf olmalarda hepsi benim tarafımda olurlar ama, kimi ayrıntılarda tarafsız kalma olabilirliği her zaman vardır.

- Harun Özçelik yemeğe gelmedi. Ondan söz açıldı. Hasan Üner elini ağzına kapatarak:

- Kaynanası onu özel olarak besliyor, o nedenle gelmiyor! dedi. Çoktandır söylenir oldu, “Harun Özçelik, hemşirenin kızı Hadiye ile konuşuyor! ”Ben, bu fısıltıya inanmadığımı söyledim. “Öğrenciler için evliliği yasaklamışlar. Öyle olunca evliliğe yönelik tüm girişimler yasaktır. Öğretmenler bu söylentiyi duyarsa Harun zor durumda kalır. Eğer hemşire kızını Harun’a vermek istiyorsa, bu olaya göz yumup Harun’un zor duruma düşmesini önler. O nedenle Harun’u sık sık revire çağırmak şöyle dursun, revire gelmesini bile önler! ”Hilmi Altınsoy beni haklı buldu:

- Harun sevdiğimiz bir arkadaşımız, biz bu söylentiyi önlemeliyiz! Ayrıca Harun’u da uyarmalıyız! ” önerisinde bulundu.

Çalışma saatinde Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği Türkçe ödevlerini çıkarıp gözden geçirdim. Türkç dersinde ödev söz konusu olunca çıkarıp göstermeyi tasarladım. Tatilde Bir Gün, Bir Şiiri Anlatma, Ali, Köyden Bir Kişi… 6 Ali olmayınca 15 Hüseyin Serin yalnız oturuyor. İsmet’in yanındaki İbrahim Ertur Hüseyin’in yanına gitmiş. İsmet yalnız kalınca bu kez Mehmet Yücel İsmet’in sırasına gitti. Sırada yalnız kalınca Halil Basutçu gene benim yanıma geldi. Halil gelince çoktandır konuşmadığım Hüsnü Yalçın geri dönüp konuşmak istedi. Belli ki benden ziyade Halil için düşünülen bu yaklaşımı ben hoş gördüm. Bir süre kunuştuk. 6 Ali’nin ayrılması kuşkulu bir şekilde konuşuluyor. Yıllardır ilk kez gerçeği bildiğim bir konuda bile bile susuyorum. Hüsnü Yalçın, öne sürdüğü olasılıklar arasında bir ara, “Ali tarım nöbetinde oradan bir şeyler çaldırıp suçlu duruma düşmüş olamaz mı? Çalınanın bedelini ödetmek için evine gönderilmiş olamaz mı? gibi sorular sıraladı. Az kalsın, “Üstüne bastın! ”diyecektim, kendimi toplayıp sustum. Konuyu girdiğimiz dersleri özetleyerek değerlendirdik. Açık bir söz söylemedim ama arkadaşlar da benim gibi umutsuz. Biz konuşurken nöbetçi öğrenci bana mektup getirdi. İzmir-Kızılçullu/Ziya Fikri Özlen arkadaştan. Ağabeyi için sorular sormuştum. Sorduklarımı yanıtlamış. Önce mektubu okumadım, arkadaşın güzel yazısını gösterdim. Özellikle imzası tüm arkadaşların ilgisini çekti. Üç adın ikisi yukarda belli yazılmış, bir çizgi soyadı da altında. Bekir Temuçin baktı. Gitti kendi imzasını benzer şekilde attı. Arkadaşın söyleyeceklerinden önce imzası ilgi topladı. Arkadaşın ağbeyi bu yıl okulu bitirdi. Hasanoğlan’a gideceğini yazmıştı. İşte ben de onu sormuştum. Bu yıl okulu bitirenler köylere gönderilmemiş. Bunu yerine Hasanoğlan’a gönderilip orada bu kış, hem çalışacaklar hem de ders okuyacaklarmış. Ancak bu dersler öyle sınavlı sınıf dersi değil yetiştirici amaçlı bilgi kazanma dersi olacakmış. Onların müdürü bu konuda inandırıcı konuşmalar yapmış, öğrenciler sevinerek gitmeye razı olmuşlar. Önümüzdeki yaz ise gidenlere sorulacakmış; “Okumak isteyen, burada kalıp daha üç yıl okuyabilir. Burada okuyup okulu bitiren Köy Enstitülerine öğretmen olacak. Okumak istemeyenler bu kez köylerine ya da uygun yerlere öğretmen olarak atanacak! ” denmiş. Böylece onlar, okula girerken söylendiği gibi 6 yıl okumuş olacaklarmış. Arkadaşlara okudum. Çoğu sevindi ama başta İsmet olmak üzere bir bölüm arkadaş sızlanmaya başladı:

-Biz de mi öyle olacağız?

Mektubu katlayıp cebime koydum. Ben çok sevinçliyim. Sami Akıncı neredeyse sevinçten oynayacak. Ancak Sami’nin sevinci okumak için önünün açılmış olması. Sami:

- Ben, oradan da bir başka yere atlama yollarını denerim! deyip

seviniyor. Ancak ben, kuşkulu bir olasılık ekledim; “Bu yıl böyle yapıldı, önümüzdeki yıl bu değişmez mi? ”Sami Akıncı bu konuda inançlı:

- Bu yıl gidenlerin bir bölümü kalacağına göre, demek orada bir okul açılacak! Olsa olsa o okula sınavla öğrenci alınır, biz de sınavlara gireriz! ”Derslikte bir sevinç havası esti. Bu kez de toplu gönderilmez de sınayla alınırsa kimler gidebilir? sorusu ortalığa yayıldı. Mektubu cebime yerleştirdikten sonra Türkçe defterimi açıp çalışır gibi yaparak konuşmaları dinledi. Tüm arkadaşların kanısı: “Bir kişi giderse Sami Akıncı, iki kişi giderse 2. kişi ben oluyorum. Buradaki tüm derslere göre başarımıza bakılarak seçilirse ben 1. sıraya geçiyorum. Sanat çalışmalarında Sami geri kalıyor. İsmet bana seslendi:

- Dayı şimdiden kazanmış durumdasın, arkadaşlar seni seçtiler! dedi. 2 saat önceki tartışmayı anımsatmak için:

- Eh, sonun benim için ortak birkanıda birleşilmiş olmasına sevindim, sağ olsun arkadaşlar! dedim. Fettah gene:

- Gene bana taş var! dedi. Hiç beklemiyordu Sami Akıncı Fettah’a döndü:

- Ona şükret, taş yerine sopa yiyebirdin! dedi. Sami’nin bu sözü bana öteki haberden daha sevindirici geldi.

Hasanoğlan söz konusu olduğundan konuşmalar, anılar hep ora üstüne oldu. Hasanoğlan demek, Ankara demek, kazanıp ya da günü gelmiş de gitmişim gibi eski düşlerim depreşti. Arkadaşlar, stadyumdan, Ankara’da izlediğimiz Cumhuriyet bayramından ya da maçtan söz ederken benim aklım konservatuvara takıldı. Süheyla Öğretmen orada okuyor mu yoksa vazgeçti mi? Ne olacaksa? İllaki onu orada görme merakım öne çıktı. Kendi kendime sordum; “Gösem ne olacak? O öğretmen ben öğrenci olarak yaptığımız çalışmaların gereği gösterdiği yakınlığı göstermezse ne yapacağım. Gerçekte bu olasılık 1/100 ölçeğini bile geçer. Böyleyken görmek isteyişim giderek artıyor. Halil gülerek:

- Şurada tatlı tatlı konuşurken, gene senin yüzünden lafımız yarıda kaldı. Bu defaki hepimizi ilgilendiriyor ama nedenin gene sen oluşu ilgi çekici! dedi.

Zil çalınca, yarın gece konuşmamızı sürdürmeye söz verip ayrıldık.

Yatınca gene aynı konuyu düşündüm;“Kaderimde daha okumak varsa okurum, yoksa “ Ne yapalım, kısmet böyleymiş! ”deyip bir başka yol tutma kararını veririm. Bu yeni haber, daha doğrusu bu haber vardı ama, olay uygulamaya konmamıştı. Bu yeni uygulamaya babam benden çok sevinecek. Salt bunu duyurmak için bir cumartesi günü köye gideceğim. Bu kararıma da sevindim. İlk esnemede gözlerimi kapadım.

 

4 Kasım 1942 Çarşamba

 

Zil sesine uyandım. Başımı çevirince Orhan’la göz göz eldik. Orhan, benim Ankara’ya gideceğimi kesin bilirmiş gibi, orada Sili Ustayı görüp göremeyeceğimi sordu:

-Gidenlerin çalışmalara katılacağı söz konusu olduğuna göre onu göreceksin! dedi. Orhan’ın merakı da acaba o bizi görse tanıyacak mı? Geçen yılki yakınlığını gösterir mi? Orhan’ın sorusu beni oldukça rahatlattı. Daha doğrusu içimde sıkıntı yaratan olayı azıcıl açma olanağı sağladı. Hemen:

-Ben de onu düşündüm, salt onu değil, Mustafa Güneri, Ali Yılmaz Demirbilek öğretmenler, hele benim sevgili keman öğretmenim beni görünce tanıyacak mı acaba? diye düşünüyorum! dedim. Orhan hiç duraksamadan:

-Keman öğretmenin tanımaz doğal olarak, bayanlar vefasızdır ama ötekilerle, özellikle de Sili Usta ile çok senli benli olmuştuk. Hele seni hepimizden önde tutuyordu. Görünce, yabancı gibi bakarsa zoruna gitmez mi? Orhan dilediğini söylesin ben, onun üstünde durmadığı olaya saplanmış durumdayım;konuyu değiştirip günlük işlerden söz açtım. Özellikle de Almanca çalışmalarımızı bir daha ele almayı önerdim. Belki gittiğimiz yerde Almanca önemli sayılacaktır.

Derslikte arkadaşlar akşamki konuyu irdelemeyi sürdürüyorlar. Bu yıl bitirenler doğrudan Hasanoğlan’a mı yoksa Ankara’da bir yere mi gidiyorlar? sorusu soruldu. Ankara değil, Hasanoğlan’a yazıldığını açıkladım. Üzülenler oldu. Güldüm:

- Hasanoğlan’a aldılar da nazlanmaya kalktın. Dur bakalım, daha fol yok yumurta yok, gıdak gıdak etmenin alemi ne?

Türkçe dersine iyi hazırlandım, öğretmen doğrudan bana sormazsa konuşmayacağım. Soru sorduğunda da herkes sustuğu zaman parmak kaldıracağım, bu kararım bugün kesin. Mehmet Yücel İsmet’in yanında kaldı, sırada yalnızım. Mehmet Yücel’i seviyorum ama ders çalışma konusunda çok farklı düşünüyoruz. Bu nedenle ders sırasında yalnız kalmak hoşuma gidiyor. Halil’le otururken de böyle düşündüğüm olmuştu. O da zaman zaman susulmasını istiyordu. Oysa ben susularak değil direterek hak kazanılacağı düşüncesindeyim. Bunu kanıtlamak için de bildiğimi yeri gelince söylemek istiyorum. Bekir Temuçin’in işmarı üzerine arkadaşlarda bir toparlanma oldu. Ben de hazırlandım. Sabahat Öğretmen oldukça durgun bakarak dersliğe girdi, yüzlerimize bakmadan “Günaydın! ”deyip koltuğunda getirdiklerini masaya koydu. Bize dönerek:

- Geçen derste, kitap izlemeyeceğiz, bunun yerine ödev hazırlayarak ders yapacağız! dedik ama ben kitaplığı inceledim. Yaszık ki kitaplığımız çok fakir, biz ister istemez gene kitaplardan yararlanma yolları arayacağız. Arada dergilerden belki de gazetelerden yararlanacağız! dedi. Gazete okuyup okumadığımızı sordu. Sami Akıncı burada gazete satılmadığı için sürekli okuyamadığımızı, söyledi. Bu kez öğretmen tanıdığımız gazeteleri sordu. . Gene Sami parmak kaldırdı. Öğretmen Sami’ye gülümseyerek, durmasını söyledi. Halil’e baktım Halil sırasına gözlerini dikmiş öyle duruyor. Kararımı bozup parmak kaldırdım. Bu kez öğretmen bana : “Sami bir sen iki, anlaşıldı;söyle bakalım! ”dedi. 1939 yılında Akşam gazetesini Halil arkadaşla sürekli aldığımızı, yine o yıl Yeni Adam dergisine abone olduğumu, aynı derginin şimdi de geldiğini, ayrıca 1939 yılından bu yana ara ara Cumhuriyet Gazetesini alıp okuduğumuzu, Ulus gazetesini ise Öğretmenimiz Fikret Madaralı’nın sık sık getirip bize okuduğunu anlattım. Öğretmen bana, Yeni Adam dergisinden iki, Akşam gazetesinden de iki yazarın adını sordu. Yeni Adam’dan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ile Hüsamettin Bozok’u, Akşam Gazetesi’nden de Necmettin Sadat’la Va’La Nurettin’i söyledim. . Bu kez öğretmen: “İyi sen okumuşsun ama arkadaşların buna seyirci kalmış gibi, soralım bakalım Va’La Nurettin kimdir? hangi yazısı okunmuştur, görelim! ”deyip. benim sağımdan başlayıp arkasıralarda oturanlara sordu. Kimseden ses çıkmadı. Gene parmak kaldırdım ama bu kez öğretmen bana sağ elinin işaret parmağını ağzına götürerek sus işareti verdi:

- Biraz da onların üzerinde duralım! deyip Kadir Pekgöz’ü kardırdı. Kadir okuyamadığını, ancak derslerine vakti olduğunu sürekli atölye çalışmalarına katıldığını söyledi. Öğretmen Kadir’e Sami’yi gösterdi: “Seninle birlikte iş çalışmalarına katılmadı mı? diye sorunca Kadir: “Onu, ona sorun öğretmenim? ” deyince öğretmen güldü:

- İlginç bir yanıt! dedi. Öğretmen bıraktığı kitaplara dönüp bir süre karıştırdı. Bize dönerek bir kitap gösterdi. Küçük bir kitap, üstünde Roman yazıyordu. Okumuştum, anımsadım. Öğretmenin sormasını beklerken öğretmen: “Neden susuyorsunuz, okumadınız mı yoksa? ” deyince: “Okudum, Falih Rıfkı’nın kitabı! ”diye bağırdım. Öğretmen: “Evet! ”anlamında gözlerini yumup açtı. Başka okuyan çıkmadı. Öğretmen olayın üzerinde durmadı:

- Öyleyse bunu birlikte okuruz! deyip bir yana koydu. Bir başka kitap aldı, açıp içinden bir şiir okudu.

 

“ Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,
Her lahza, bir alev gibi, hasretti duyduğum;
Kalbimde vardı, Bayron’ubed-baht eden melal!
Gezdim o yaşta dağları, hülyam içinde lal…. ”

 

Öğretmen şiiri çokgüzel okudu, ya da bize öyle geldi. Şiir bitince öylece durduk. Sorunca çoğumuz şiirin adını, bir ikimiz de şairini: “Açık Deniz, Yahya Kemal Beyatlı! ”diye bağırdık. Öğretmen güldü. Bakın:

-Bildiklerinizde canlandınız! dedi. Daha sonra Yahya Kemal Beyatlı’dan okuduğumuz şiirleri sordu. Ben, yazıp ezberlediğim Mahurdan Gazel’i söyledim. Öğretmen güldü, “En zorlarından birini seçmişsin, onu okuman oldukça zor. O ayrıca çok bilinen bir şiirdir. Yahya Kemal’in, o şiiri sekiz yılda yazdığı söylenir. Güzel okunursa çok beğenilir! ”dedi. Şiiri nereden aldığımı sordu. İsmail Habip’in kitabından deyince:

-O yazar dikkatlidir, umarım doğru yazmıştır! deyip öğretmen birinci dersi bitirdi. Şairin sekiz yılda yazdığı şiiri seçtiğim için sevindim. Zaten yarı yarıya ezberlemiştim. Şiir çok kısa, on dize, demek her dizeyi neredeyse, bir yılda yazmış! Hemen düzelttim:

- 10 dize 96 ayda yazıldığına göre gerçekte her dize 9 ay 6 günde tamamlanmıştır. Bu hesabı da yeterli bulmadım, her ayın altı gününü alıp iki ay ay yaptım. Böylece her dize 9 ayda yazılmış kalan iki ayda da şiirin başlığını tamamlamış:

- Mahurdan Gazel!

Öğretmen 2. derste numara sırasıyla, okuduğumuz kitapları sordu, okunan kitaplardan birini tanıttırdı. Konuşanlara tekrar ödev verdi. Konuşanlar, anlattıklarını bir kez de yazarak anlatacaklar. Sıra Sami Akıncı’da kaldı. En uzun zamanı gene Fettah Biricik aldı. Öğretmen bir ara Fettah’a sinirlerdi:

- Her insan kalıbının adamı olmalıdır! özlü sözünü sordu. Daha doğrusu okuduğu yazıda bu söz geçmişti. Fettah susunca bu kez öğretmen Fettah’a:

- Sen öyle düşünmüyor musun? diye sordu. Fettah, “Nasıl öğretmenim? ”deyince öğretmen:

- Soru içinde soru, “Tavşan mı tazıdan kaçıyor, yoksa tazı mı tavşanın arkasından gidiyor? Çıkabilirsen çık işin içinden! ”diyerek güldü. Sabahat Öğretmen nedense gene derslikten selamsız çıktı. Geçen derste pek üzerinde durulmamıştı ama bu kez önemsendi:

- Neden? Arkasında da yorumlar başladı. “Galiba bu öğretmen bizin sınıfı sevmedi! ”Öğretmenin sözüne takılanlar oldu. İsmet sözü diline doladı, daha doğrusu öğretmenin sözü doğru söylemediğini ortaya getirdi: “Tavşanın tazıdan kaçmasıyla tazının tavşanı kovalaması aynı anlama gelir. Oysa tavşan tazıya tutulmamak için kaçar, tazı da tavşanı tutmak için! ”Halil Basutçu İsmet’e karşı çıktı:

- Sen de aynı sözleri söylüyorsun, “Sende de biri tutmak için öteki de tutulmamak için koşuyor! Söz iyice karıştı.

Yemekte de konumuz bu oldu. Tekrar tekrar değiştirme yapıldı. Özellikle Yusuf: “Buldum! ”deyip aynı sözleri tekrarladı durdu. Sonunda Salih Baydemir:

- Öğretmenler tazı, öğrenciler de tavşan! deyince Hilmi Altınsoy:

- Hepsi değil, benim gibi tembel öğrenciler! derken, Mehmet Aygün de Hilmi Altınsoy'a katıldı; “Bizim gibi! ”

Yemekten sonra bizim sınıf tümüyle İnek Ahırı adı verilen inşaate gitti. Ben de onlara katıldım. Tarım binası önünde ayrılırken arabayı göstererek takılanlar oldu. “O araba senin mi? Ben de:

-Ben arabacı değilim ki araba benim olsun! yanıtını verdim. Biraz yüksek sesle söylemişim;Hüsnü Ağabey:

-Efendim! deyip geldi. “Arabacı” deyişimi duymuş, kendisini çağırdığımı sanmış. Utandım:

- Ben seni çağırsam “Hüsnü Ağabey! ” derim, arabacı, demem! deyince Hüsnü Ağabey:

- Abe aganın, sen ne dersen de, ben burada arabacıyım. Sen desen de demesen de, burada bir sürü insan bana bunu diyecek. O nedenle ben bunlara alışacağım. Seninle başlaması daha iyi, sen en iyisisin! deyince ben, daha çok utandım. Hüsnü Ağabey, benim sözümü gülerek karşıladı ama bir süre düşündüm:

- Bizim köyde Ali Ağabeyime atlı araba kullandığı için çoğunlukla “Arabacı” diyorlar. Öyleyken ben buradaki gerçek arabacıya “Arabacı” demekten çekiniyorum. Bir süre bunu düşündüm. Bir kaç yıl önce bizim kahvede uzunca bir süre birisinden söz edilerek, alay konusu yapılmıştı. O kişi, köylülüğünü beğenmeyip kentliler gibi tavırlar takınmaya başlamış. Cebinde satın alma mendil taşıyormuş, köstekli bir saat almış, sık sık traş oluyormuş. Buna benzer farklılıklar hep anlatılıyor, arkasından da eleştiriler ekleniyordu. Sonunda eklenen büyük farklılık asıl bardağı taşırak değişiklik olmuştu. Özellikle erkekler karşılaşınca ya da uzaktan bakışınca bir birlerine “Merhaba! ”(Onlar maraba )derler. O kişi ise “Merhebe! ”demeye başlamışmış. Böylece kentli gibi olmaya çalışırmış. Bu merhebe sözünü ona yakıştırdıkları sonradan ortaya çıktı ama, uzun süre kişinin yakasına yapışmış olarak arkasından söylendi durdu. Kendimi bugün o kişi durumuna düşmüş saydım. Hüsnü Filibeli belki de Ağabey deyişimi bile doğru bulmuyor. Bir süre sonra benden daha küçükler:

- Arabacı Hüsnü! diye konuşmaya başlayınca belki beni küçümseyecek! Ben böyle düşünürken Hikmet Öğretmen geldi. Gelir gelmez de Hüsnü, nerdesin? dedi. Hüsnü koşarak geldi:

- Burdayım beyim, Gebreleri, tarakları, elden geçiriyorum! dedi. Öğretmen:

- Onları sonra da yaparsın, arabayı hazırla da karşı köye kadar gidelim. Pazartesi günü çalışmaya başlayacaksın! Hüsnü, “Başüstüne! ” deyip gitti. Az sonra araba hazır olarak kapı önüne geldi: Öğretmen atladı, araba Elektrik Santralı yanından çamurları yara yara asfalta çıktı. Öğretmen arabayı neden okul yanından sürdürmedi, ben de ona şaştım. Paydosa dek gelmediler. Yemekte öğretmenin gelmiş olduğunu gördüm. Önce arabanın yolda kalmış olabileceğini düşündüm. Sonra da bana ne? Öğretmen okul önünde inip buraya gelmiş Hüsnü de arabayı yerine götürmüştür! ”deyip yemeğimi kaşıkladım. Mehmet Aygün takıldı:

- Alnının çizgileri gerilip duruyor, bir üzüntün mü var? Hilmi Altınsoy, “O şimdi pazartesi günkü Türkçe dersini düşünüyor;hangi kitabı ortaya getirsem daha fazla ilgi çekerim? diye düşünüyor! ”dedi. Hilmi’ye çatmak istemedim:

- Öyle düşünsem yanlış mı olur? diye sordum. Hilmi:

- Asla yanlış olmaz; tersine teşekkür ederim, benim doğru tanım kanıtlanmış olur! deyince Yusuf bana:

- Abisi şımarma şunu, şimdi günlerce bununla övünecek, başka bir şey söyle gitsin! İki Tekirdağlı hemşeri karşı karşıya kaldı. Hasan Üner, Salih Baydemir, Harun Özçelik onlara katılmadılar. Hilmi söz arasında Yusuf’u Tekirdağlı saymadığını söyledi. Saray’ın ta Istranca ormanlıklarında, Tekirdağ’ın ise denize dayalı olduğunu savundu. Mehmet Aygün Hilmiye sordu:

- Tekirdağ’a kaç kez gittin? ”Hilmi sinirlendi:

- Bu şimdi bana yapılır mı? deyip dik dik baktı. Mehmet Aygün çok olağanmış gibi, “Merak ettim, denizi gördün mü? deyince Hilmi hemen ceplerini aradı, bir resim gösterdi. Hilmi bir sandalda. Yanında başka öğrencilre de var, başında okul kasketi. Mehmet Aygün: “Tamam tamam, Hasanoğlan’a giderken denizi görmüştük, haklısın, Biliyorum bu resim de o zaman çekilmişti! ”deyince Hilmi iyice sinirlendi:

- Vallahi azizim sizinle konuşulmaz. Resim istediniz, resim gösterdim, gene de yaranamadım! deyip kalktı. Gösterdiği resmi de almadan yürüyüp gitti. Resme dikkatle baktım;sahiden Haydarpaşa önlerinde sandalda çekilmiş bir resim. Yanındaki arkadaşların da Tekirdağ ile ilgisi yok. Kurnaz Hilmi söz de bununla deniz gördüğünü kanıtlamaya çalışıyor. Oysa tartışma deniz dörmesi değil Tekirdağ’ı görüp görmemesiydi. Gülüşerek arkasından gittik. Hilmi bir süre hepimize yan baktı. Ben onlardan ayrılmak zorundaydım, arkamı dönünce Hilmi’nin bana seslendiğini duydum:

- Abi kusura bakma, öfkem sana değil, bunlara!

Tarım binasına girerken arabanın yanından geçtim, güzelim renkli boyalı, çizgili tekerler çamur olmuş. Hüsnü Ağabey ıslak bezlerle temizlemeye çalışıyor “Kolay gelsin! ” dedim ama az durup baktım “Sen bunu böyle hep silmek zorunda kalacaksın! ”dedim. Hüsnü Ağabey umursamadan:

- Yok yok, başka zaman araba buraya gelmeyecek;ona bir yer bulacağız. Ben atları alıp oraya götüreceğim. Oradan hemen yola çıkacağız! dedi. Anlamadan baktım. O ise konuşmasını sürdürdü. Benim de olayı bildiğimi sanıyormuş, “Çocukları yol kenarından alıp götüreceğim, gelince de orada bırtakacağım! ”dedi. Bu kez ben:

- Hangi çocukları? deyince açıkladı. Okul Müdürünün çocukları Lüleburgaz’da okuyacakmış. Araba onlar için alınmış. Onun görevi de oymuş;okul günleri çocukları okula götürüp getirmek! ”Bu sözleri daha önce duyup konuşmuştuk ama o zaman ki, uydurulmuş bir söz gibi geldiğinden fazla etkilememişti. Şimdi derinliğine etkiledi. “Eski Müdürümüz, zaman zaman yola çıkıp yük kamyon durdurup gelip gitmeye çalışıyordu. Şimdi ise müdür çocuklarına özel araba hazırlandı! diye düşündüm. Bir an için, bundan sorumluymuşum gibi duygulandım. Öğretmen gelince toparlanıp, Yeni Bedir köyüne girip girmediklerini sordum. Girmişler, Hikmet Öğretmen; “Girdik, küçük bir köy, zaten muhtar köyün kıyısında oturuyormuş, ayaküstü konuştuk! ”dedi. Muhtarın, amcam olduğunu, akraba yakınlığımızı anlattım. Öğretmen önce:

- Nasıl olur? o çok esmer, sen sarışınsın! dedi. Sonra da kendi kendine, “Olur, olur, bunun yasaları bile var, bilirsin Mendel yasaları. Okumadınızsa bu yıl okuyacağız! ”dedi. İnşaat grubu gelince öğretmen onların yanına gitti. Hiç bir işim yoktu, gelen giden de olmadı. Araba temizliğini bitiren Hüsnü Ağabey; “Ben gidip yemek yiyeyim! ”deyince bir daha şaşırdım, yemek geçeli 2 saat oldu, o işini bitirmeden yemeğe gitmemiş, “Yemek kalmamıştır! ”diyecek oldum. Onlar önce konuşmuşlar, işçilerin yemekleri bekletiliyormuş. Hüsnü Ağabey gülerek:

- Koca bir okulun mutfağı, nasıl olsa birşeyler bulup yeriz! deyip gitti.

Dersliğe döndüğümde arkadaşlar haftalık ders dağılımını tartışıyordu. Yeni Program:

Pazartesi           
1. Ders  Matematik
 2.  ”  Fizik
3. ”   Türkçe
4.  “  Öğretmenlik Bilgisi
Salı              
1. Ders  Almanca
2. “  Tarih
3. “  Öğretmenlik Bilgisi
4. “    “   “
Çarşamba           
1. Ders  Matematik
2. “  Türkçe
3. “  Türkçe
4. “  -
Perşembe             
1. Ders Tabiat Bilgisi
2. “  Zirai İşletme- Kooperatif.
3. “  Resim
4. “  Öğretmenlik Bilgisi
Cuma            
1. Ders Ev yönetimi-Tutumluluk
2.  “  Müzik
3.  “  Müzik
4.  “  Öğretmenlik Bilgisi
C. Tesi             
1. Ders  Askerlik Bilgisi
2. “  Askerlik Bilgisi
3.  “  Öğretmenlik Bilgisi
4.  “    -

 

Arkadaşlar bakıp bakıp “Şu derste ne yapılacak? Bu derste ne yapılacak? ” gibi sorular sordular. En şaşırtsıcısı da Öğretmenlik Bilgisi derslerinin çokluğu: “Haftada 6 saat ders olurmuymuş? Halil Basutçu sordu:

- Siz yaşamınız boyunca öğretmenlik yapacaksınız. O zaman da, “Yaşam boyu öğretmenlik yapılır mı? diye soracak mısınız! ”Soru ilginç geldi, herkes bir birine sormaya başladı:

- Sen bu kafayı sonuna dek taşıyacak mısın? Sen bu burunla mı ömrüğnü tüketeceksin? derken sonunda soru Muıstafa Saatçıya döndü:

- Sen SS’yi yaşam boyu sevecek misin? Mustafa Saatçı, “Evet! ” derken İdris Destan:

- İmamın haberi yok, kız başkasıyla konuşuyor, belki de anlaştılar bile! deyiverdi. Mustafa baktı, ne düşündüyse, başını sağa doğru eğerek sustu. Ancak İdris, bu kez öteki arkadaşlardan iyice bir zılgıt yedi:

- Sen ne biliyorsun SS'nin birisiyle anlaştığını? Kızın kulağına gider de okul yönetimine duyurursa ne yapacaksın? Mustafa Saatçı bu kez, hiç beklenmedik bir tavırla İdris’e; “Bardağı taşırdın moruk, kimse söylemese bile ben bunu kurcalayacağım. Öğrencilerin bu tür davranışları suçtur. Birileri bunu nasıl yaparlar? Gizli yapıyorlarsa gizli yapsınlar ama bunun gizliliği kalmamış. Sen bunu duyduğuna, ben de senden öğrendiğime göre bunu ortaya çıkarmak benim görevim! ”Derslikte bir an sessizlik oldu. Yakup Tanrıkulu :

- Hafız blöf yapıyor, biliyorum ama inandırıyor! Arif Kalkan, “Arkadaş haklı, kaç yıldır kızın adını onunla andınız, kıskanacak doğal olarak;ben de olsam onun yapığını yaparım! ”deyince iş iyice gerginlik yarattı. Bu arada:

- Bu tür sözlerden dolayı ceza verilir mi? sorusu ortaya atıldı. Herkes dikkat kesilince ben: “Bu işle ilgili değil ama olayın gerçeğini öğrendim;şaka falan değil 6 Ali Güleren arkadaşımız okuldan kovulmuş. Geleceği falan yok. Olay Milli Eğitim Bakanlığına yazılıp onay alınmış. Arkadaşlar biliyoruz falan dediler ama büyük bir tedirginlik oldu. Birileri dönüp İdris”e baktılar. Arkadaşımız tüm konuşmaları üstüne almış, neredeyse titremeye başlamıştı. Mustafa Saatçı İdris’e bakarak: “Ben arkadaşımı bin sevgiliye feda etmem, bunu herkes böyle bilsin! ”deyip gitti İdris’e sarıldı. İdris ağlamaktan dönmüş bir görüntü içinde gülmeye çalıştı. Bir çok arkadaşın yüzü birden sevinc dönüştü. Yaşa Hafız, İmam sözleri bir süre tekrarlandı. Az sonra Halil Basutçu sordu: “Ne oldu şimdi, o yıllardır konuştuğunuz kızı başkaları mı alacak? ”Birden sesler yükseldi:

- Yoooo, ona kimse dokunamaz! Biz onu koruyacağız! Akşam yemeğine bir noktada anlaşmış olarak katılındı. Benim üzülerek anlattığım arkadaşımız 6 Ali Güleren’in ayrılışı, bir yabancının öyküsüymüş gibi geçiştirildi. Bir süre sonra yemek yerken Hilmi Altınsoy birden bana :

- Desena abi, bizim Ali Aga, nahak yere gitti. Belki de bir iftiraya uğradı, kendini savunamadı zavallıcık! dedi. Hilmi’nin bu zavallıcık sözü beni çok etkiledi. Gerçekte biz tümümüz zavallıcıkız. Hangimizi tutup atsalar, neden atıldığımızı soracak durumda değiliz. Arkadaşlar değişik konulara değindiler, kızlardan söz ettiler. S bir ara bizim masanın yanından geçti, ona baktılar. Mehmet Aygun elini ağzına kapatır gibi yapıp:

- Bu kız gittikçe anaçlaşıyor! dedi. Anaç, anaçlık, anaçlaşma sözleri tartışıldı. Anaç sözünün bizim koyde çoğunlukla koyunlar- koçlar için kullanıldığını söyledim. Bu kez de S’ye koyun benzetmesi yapıldığını öğrendim. Bu tür sözlerin tersine S’nin çok iyi bir insan olduğunu, arkadaşları tarafından olduğu gibi öğretmenleri tarafından da çok sevildiğini anlattım. Hilmi bu kez:

- Onu sana alalım Ağabey! dedi. Hilmi’ye dolaylı olarak da masadakilere şakalar bir yana, evliliklerde yaşların önemli olduğunu, iyi evliliklerin yakın yaşlarda görüldüğünü, evlenenlerin biri ötekinden çok yaşlı olunda anlaşamadıklarını anlattım. Bu kez de Hilmi, benim adıma üzüldüğünü söyledi. Ben de “Öyleyse üzüntülerimiz karşılıklı oluyor. Ancak benim üzüntüm gerçek olabilecekken olamaması için, senin ki ise olmayacak duaya “Amin! ” dercesi durumunda kalıyor! ”dedim. Hilmi yüzüme baktı. Açıkladım:

- Ben, buradaki kızların hepsinin çekinmeden ağabey dediği bir yaştayım. Bu nedenle onlarla anlaşmayı aklımdan bile geçirmiyorum. Oysa sen, (Arkadaşları göstererek), sizler, isterseniz bu işi yapabiliriniz ama isteseniz de yapamıyor, yapmak cesaretinizi gösteremiyorsunuz. Bu nedenle size yazık oluyor. Benim için böyle bir yazık söz konuu değil, çünkü ben sizlerden çok önce doğmuşum. Benim akranlarım bu okulun dışında kalmış. Onlar için değil buradakiler için konuştuğumuza göre bence size yazık oluyor. İlerde bu günleri anımsayınca kızlar aklınızdan geçecek. Onların gene buradan tanıdıklarınızla evlendiğini görünce kendinize bekli de kızacak, neden bir yolunu bulup anlaşamadım deyip dizlerinizi döveceksiniz! Salih Baydemir gülerek:

- Doğusunu istersen biz, dizlerimizi değil daha çok kafalarımıza vuracağız, bunu ben de düşünüyorum! ”dedi. Masadan kalkarken Hilmi bana “Ağabey, ne yapıp yapıyor konuşmaların sonunda gene sen haklı çıkıyorsun! ”dedi. Geçen yıllar Almanca dersinde birlikte öğrendiğimiz bir sözü anımsattım. “Ende gut, alles gut! ”Hilmi onu da unutmuş. Güldü… “Bir işe iyi başlanırsa iyi biter, ya da iyi sonuçlanan bir işin başı da iyi sayılır! ”gibi anlamlara geliyormuş. Ona dayanarak söylüyorum. “Sonunda ben haklı çıkıyorsam, sen bunu kabul ediyorsan inan ki ben başında da haylıymışım; ne var ki sen bunun ayırdında olmamışsın! ”Arkadaşlar güldüler:

- Haydaaaa, Hilmi gene kaybetti! ”Bu kez Hilmi arkadaşlara; “Size ne oluyor? Biz aramızda konuşup-tartışıp sonunda anlaşıyoruz. Siz konuşmalara bile katılamıyor ama sonuçlara “Hahahalarla katılıyorsunuz” aklınızca eğleniyorsunuz. Bir arada oluşunuz sizi kurtarıyor ama ayrı ayrı olunca, “ Dut yemiş bülbül! ” oluyorsunuz! ”Hasan Üner, düzeltme yaptı:

- Hemşerim o söz, “Dut yutmuş bülbül” olacaktır, yemiş değil! deyince Bu kez de Hilmi:

- Ha yemiş, ha yutmuş, ne fark eder? deyince tartışma bilgi yarışına dönüştü. Yusuf Asıl Atasözlerinin, deyimlerin sözcükleri değiştirilemez, değiştirilirse onlar bozulmuş sayılır! Ötekiler de ona katılınca Hilmi bana döndü. O bir şey demeden:

- Haklılar! dedim. Hilmi güldü:

- Haklıymışsınız, ben zaten bülbülün ne dut yemişini ne de yutmuşunu gördüm! dedi. Arkadaşlar bu kez de gülüşerek:

- Yalan söyleme sen bülbülün kendisini her gün görüyorsun, nankörlük etme ! dediler. Hilmi önce bir durakladı, arkasından makaraları saldı:

- Siz yok musunuz siz! Bu Hilmi’nin barışıklık sözüydü. Onu söyleyince barış yapılmış sayılıyordu. Arkadaşlar da güldü, tartışmayı kesip kalktık.

Derslikte konu yarınki dersler: Tabiat Bilgisi-Tarım, Yer Bilgisi (Jeoloji), Resim, Öğretmenlik Bilgisi. Tabiat Bilgisi-Yer Bilgisi (Jeoloji) Seyfi Çaçur. Bu öğretmeni, gördük ama dersliğimize hiç gelmedi. İlk kez yarın göreceğiz. Resim öğretmeni için de geldi sözü yayılmıştı ama kim olduğunu görmemiştik. Tabiat Bilgisi konusunda eski notlarımı karıştırdım. Tek tırnaklılar, Çift Tırnaklılar, Et Yiyenler diye kendi kendime konuşurken Mehmet Yücel laf karıştır. Uzun tırnaklılar, kirli tırnaklılar, dedikten sonra İsmet’i, Bekir Temuçin’i örnek gösterdi. Mustafa Saatçı ona katıldı, et yiyenlere, be-o-ke yiyenlere örnek istedi. Derslikte birden bir gülme yaygarası koptu. “Öğretmen geliyor! ”duyurusu olunca sessizce çalışmaya başlandı. Seyfi Çaçur olarak tanıtılan öğretmen geldi. İnce, zayıf yüzlü, gür sakallı bir öğretmen. Yüzü

Beyaz ama yeni traş olmasına karşın simsiyah sakalı çıkmış gibi. Özllikle çene altı kravatlı gömlek yakasına dek koyu sakalı beyaz gömleğinse dek sürüyor. Geldi, hiçbir söz söylemeden derslikte bir süre durdu, dolaştı. Sami Akıncı önden ikinci sırada oturuyordu. Öğretmen onun sırasına uzanıp bir kitap aldı. Kitabı karıştırdı. Önce benim duyamadığım bir soru sordu. Sami Yanıt verince durumu ben de anlamış oldum. Saminin izlediği lise kitaplarından biri. Sami, bir arkadaşının işi bitince kullanmadığı kitaplarını ona gönderdiğini anlattı. Kendisini de merak ettiği konuları zaman zaman okuduğu söyleyin öğretmen övücü sözler söyledi. Başka bir şey demeden ayrıldı. Öğretmen başka bir şey demedi ama nasıl bir etki bıraktıysa, kendisi gittikten sonra derslikte çıt çıkmadı. Öğretmeni, eski Coğrafya öğretmenimiz Sabit Soysal’a benzetildi. Onu sevdikleri için buna da yakınlık duyduklarını söyleyenler oldu. Grup grup konuşmalar olmasına karşın gürültü olmaması benim de işime geldi. Tabiat Bilgisi notlarımı iyice gözden geçirdim.

Yatınca Seyfi Çaçur Öğretmeni düşündüm. Önce soyadı ilgimi çekti: Çaçur ne demek? Çar çur, sözünü çok duymuştum ama Çaçur duymamuştım. Aklıma geldi, Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği küçük Cep Kılavuzu’nda olabilir, diye düşünerek rahatladım. Çaçur, çarçur derken birden bu ara köye gitmeye karar verdim. İzin alabilirsem bu cumartesi günü gideceğim. Nedense yeni kararım beni rahatlattı. İzin alıp yola çıkmış gibi gerinerek uzandım.

 

5 Kasım 1942 Perşembe

 

Uyanınca ilk aklıma gelen rüya görüp görmediğimdi. Kendimi yokladım, rüya falan yok. İlk aklıma gelen de gene Akşamki olay, öğretmenin soyadı. Cep Kılavuzu’nda bulacağımı umarak hazırlanıp çıktım. İsmet telaşımı iyiye yormamış arkamdan geldi. Ben küçük kitapçığımı karıştırırken güldü: “Dayı bazen beni şaşırtıyorsun! ”dedi. Ben de: “Ne var bunda, sen beni hr zaman şaşırtıyorsun! ”dedim. İsmet: “Şaşırtmanın anlamını açıkladı, ben de onun gibi düşündüğümü söyleyerek ywerimwe oturdum. Benim kitapta(Küçük Kılavuzda) çaçur diye bir söz çıkmadı. Bu kez İsmet:

-Çıksaydı ne yapacaktın? diye sordu. İsmet’e baktım:

-Gidip öğretmene senin soyadın benim kitapta var! diyecektim! deyince İsmet, gülmekten yerlere yattı. Mehmet Yücel geldi, olayı ona da anlattı. O da; “Vallahi iyi olurdu, öğretmen kendisiyle ilgilenildiğine sevinirdi! ”dedi. Bu kez de İsmet:

- Siz delirmişsiniz, öğretmen soyadını kendisi bilmez mi? Düşündüğünüzün tersine soyadıyla ilgilenilmesine kızar! diyerek şakamızı anlamadığını gösterdi. Bu kez de Mehmet Yücel İsmet’ takıldı. Bir süre tartıştıler. Onları durdurmak için İsmet’e köye gitme düşüncemi açtım. Birlikte gelebileceğini söyledi. Böylece konu değişti. Ne var ki bizim konuşmalar başkalarını da etkilemiş bu kez, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl öğretmenin soyadına anlam yakıştırmaya kalkıştılar. Onlar da önce çarçura takıldılar sonra bunun asker sözlerinden gelebileceğini öne sürüp işi şarjörün halk dilindeki seslendirmesi olasılığını öne sürdüler. Geçen yıllar öğretmenlerin anlattığı alev örten honi sözünün alafontenfoni’ye dönüşünü örnek gösterdiler. Sabahki çalışma saatimiz hemen hemen bu konun irdelenmesiyle geçti.

Kahvaltıda öbür öğretmenlerin yapmadığını Seyfi Çaçur Öğretmen yaptı; madalar arasında gezdi, çocukların hatırlalarını sordu. 8. sınıf çocuklarını adlarıyla çağırdi. Bu tavırlarıyla hepimizin dikkatini çekti. Salih Baydemir ilk önce muştuladı:

- Dikkat edin, bu öğretmen biraz farklı bir öğretmen, yeni gelmesine karşın öğrencileri tanıyor. Bunun gözünden pek bir şey kaçmaz! Salih’in değerlendirmesi pek önemsenmedi ama yabana da atılamadı. Az sonra Seyfi Öğretmen bizim masanın bir ucunda durdu: sizin masaya dikkat ettim, kahvaltınızı neşe içinde yaptınız. Neşeyle yenilen yemeklerin sindirimi kolay olur. Kolay sindirim de insanları rahatlatır. Rahat insanları neşeli olur. Bakın bir çok olay bir birini izleyip insanı rahatlatıyor! deyip gülümseyerek ayrıldı. Öğretmen uzaklaşınca önce Hilmi Altınsoy sonra da öteki arkadaşlar kaygılandılar: “Öğretmen bizim konuşmalarımızı duydu mu? Duymasa gelip bizimle konuşmaz. Önce ben de böyle bir olasılık düşündüm ama sonradan bu fikrimi değiştirdim Çünkü öğretmen, biz konuşurken yakınlarımıza gelmemişti. Onun da dediği gibi bizim yüzlerimizden neşemizi anlamış, belki gülüşlerimizi giderek arttırıp yaygaraya dönüştüreceğimizi hesaplayarak ( Daha ileriye gitmemizi önleme düşüncesiyle) yakınımıza gelmiş olabilir. “Ne olursa olsun, anlayışlı bir insan olduğu belli oluyor! ”deyip kalktık. Ben , başladığım araştırmadan vazgeçtiğimi söyledim. Yusuf:

- Korktun mu? diye sordu:

- Hayır korkmadım ama bu işin, bir üstüne varma olacağını sandığım için çekindim! İlk söylediğimle ikinci düşüncemin farkı soruldu. Yaptığım yorum tümüyle beğenilmediği için ikisi arasındaki farkı tartışarak dersliğe gittik. Az sonra da Hitmet Özmen Öğretmen geldi. Hikmet Öğretmeni ben çok yakından tanıdım ama arkadaşların çoğu için durum bişraz değişik. Bu nedenle derslikte biraz yabancı gibi karşılandı. Hikmet Öğretmen:

- Bu ders, karşılıklı tanışalım! diyerek söze başladı. Daha önce çalıştığı yerleri anlattı. Öğrenciliğinden, ilk çalışma yıllarından söz ederken söz Devrim Şehidi Teğmen Kubilay’a geldi dayandı. Hikmet Öğretmen :

- Arkadaşımdı! deyince birden derslikte bir sessizlik oldu. Öğretmen bunu anlayınca, yüzlerimize baktı. Birden parmaklar kalktı. Kalkan parmaklar arasından birine başıyla işaret edereken Bekir Temuçin “Kubilay Olayını” anlatır mısınız? deyiverdi. Az duraksayıop yutkunbur gibi soluyan öğretmen, “Benim için çok acı sayılan bu olayı size de anlatıp üzmeyeyim! ”deyince, hep bir ağızdan:

- Lütfen Anlatın! dedik. Öğretmen:

- Peki öyleyse deyip söze başlarken teneffüz zili çaldı. Öğretmen dersimizin boş olup olmadığını sordu. Dersimiz dolu olduğu için Kubilay’ın acıklı öyküsü başka bir derse kaldı. Ancak hepimisin ilgisi bir yöne doğrulmuştu. Şehit Kubilay Olayı. 2. Ders Seyfi Çaçur Öğretmen geldi. Az önce bizim masaya gelip bize neçeli olduğumuzu söyleyen öğretmen bu kez bizi biraz gergin bulduğunu söyleyerek konuşmaya başladı. Böyle durumlarda olayları bizim adımıza Sami Akıncı arkadaşımız açıklıyordu. Gene o birşeyler söyler diye bekledik ama bu kez o sustu. Böylece Tabiat Bilgisi-Yer Bilgisi, (Dolaylı olarakTarım üretimi üstüne inceleme-araştırma dersimiz) biraz durgun başladı. Gerçekte biz bu dersin ne olduğunu tam anlamamıştık. Tarım toprakta yapıldığına göre toprakları tanıyacapğımızı umuyorduk. Öğretmen de öyle söyledi ama. Öğretmen bizim kepir toprağından başlayıp yer küresinde toprağın nasıl oluştuğuna dek indi. Teneffüs zili çaldığında öğretmen yanardağlarda akan lavların nerelerden geldiğini anlatıyordu. Öğretmenin anlatışını çok beğendik ama, onun anlattıklarını o bizden sorduğunda bunları biz nasıl anımsayıp anlatacağımızı, bunları hangi kaynaklardan sağlayacağızı düşünmeye başladık. 3. Dersimiz Resim. Biz boş biliyoruz ama kimi arkadaşlar, “Yeni Resim Öğretmeni atanmış! ”dediler. Hemen hemen ders sonuna dek bekledik, gelen olmadı. Arkadaşları çoğu Müdür Beyin derse gelmeyeceğini söylediler. Gelmeyecek, diyenler mahcup oldu, Müdür Bey geldi. Nedense gene : “Günaydın! ”demeden dersliğe girdi. Girer girmez de önce Bekir Temuçin’e takıldı: “Bir yıl sonra öğretmen olacaksın, biraz gayret et, ye- iç kilo bari al! ”dedi. Bekir’in rengi değişti. Onun bu tür takılmalardan çok üzüldüğünü hep biliyorduk. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Müdür Bey sordu:

- Bir söyleyeceğin mi var? ”Sami, “Çok yemesi gereken salt Bekir arkadaşımız değil, Hasan, Yusuf, Kadir, Harun da var! ” dedi. Müdür Bey:

- Görüyorum, ancak arkadaşın çok göz önünde olduğu için ona takıldım! Bu kez de İsmet parmak kaldırdı:

- Arkadaşlar çok yesinler deniyor ama ne yiyecekler ki? kimi arkadaşlara okul doktoro özel yiyecek yazmasına karşın onlar verilmedi ya da yeterince verilmedi! Müdür Bey bu kez gülerek İsmet’e:

- Sen de onlar içinde misin? diye sordu. İsmet:

- Hayır efendim. içinde olsam konuşur muyum? Ben, arkadaşlarımı savunmak için söyledim! Müdür Bey İsmet’in önüne dek gitti:

- Arkadaşları korumak güzel bir duygudur, onu çok iyi bilirim. Ben de çok arkadaşımı korumuşumdur. Ne var ki içinde bulunduğumuz koşullar bizim duygularımızı sindirecek boyutlara ulaşmış durumdır;çaresiz onları da düşünmemiz gerekiyor! İsmet’in yanında oturan İbrahim Ertur’a sordu:

- Okul doktorurnun özel besin olarak yazdığı arkladaşlarını tanıyor musun? İbrahim Ertur bilmediğini söyleyince bu kez Müdür Bey İsmet’e dönüp sordu:

- Sen biliyor musun? İsmet, “Ben arkadaşlardan duyduklarımı söyledim. Biz arkadaşlar arasında onlardan bazılarına sıfat bile takmıştık! diyerek Mehmet Başaran’ın sırasına göndü. Arkadaş gene revire gitmiş, yeri boştu ama İsmet varmış gibi gösterip, kendisine doktor ek besin olarak ciğer yazdığı için “Ciğerci” dedik ama arkadaş sanırım ciğer falan yiyemedi, çünkü tam o günler Hasanoğlan’a göçtük. Hasanoğlan’da ciğerden geçtik, uzun süre ekmek bile yemedik kuru yufkalarla beslendik! ”Müdür Bey güldü. İsmet’e: “Aferin, olayı çok güzel anlattın: Hepimiz bazı sıkıntıları hep çektik, çekiyoruz. Şimdi o sıkıntıların çoğu aşıldı. Yakın zamanda yeni bir dönem başlayacak. Belki kimse ek olarak baklava-börek yemeyecek ama hepimizin yediğinde bir düzelme olacak. Böylece senin savunma işin de hafiflemiş olacak! ”deyip güldü. İsmet’in adını bir daha sordu. Gene gülerek:

- Sen yediklerinden memnun musun? diye sordu. İsmet çok rahat olarak:

- Ben memnunum ama benim bazı olanaklarım var, o nedenle fazla yakınmıyorum. Tüm arkadaşların bu olanakları yok! Müdür Bey İsmet’i oturttu, bu kez Hüsnü Yalçın’a (İsmet göstererek)sordu:

- Arkadaşının ne gibi olanakları var, köyden yiyecek mi getirtiyor? Hüsnü Yalçın olayı bilmiyordu, ancak o benimle İsmet’i bir tuttuğundan, beni göstererek, “Arkadaşlar dayı-yeğen karşı köyde çok yakınları var, oraya sık gidip geliyorlar! ”dedi. Müdür Bey bu kez bana:

- Sen ne diyeceksişn bakalım? diye bana döndü. Olayı anlattım: “Cumartesi günleri gitmek üzere izinli olduğumu, genellikle gittiğimi, çamaşırlarımı orada yıkattığımı, amcamın sık sık okula geldiğini anlattım. Ben sözümü bitirirken ders bitti. Müdür Bey: “Teneffüsünüzü yapın, derse devam edelim! ”dedi. Arkadaşlar, derslerin bittiğini, yemek zilinin çaldığını söylediler. Müdür Bey gene güldü, İsmet’e bakarak. Bu kez adını söyledi)“İsmet, doğru söyle sen acıktığın için öyle konuştun değil mi? ”diye sordu. Bu kez tüm sınıfa dönerek:

- Siz köylerden gelmiş çocuklarsınız, benim bildiğim, köylerde de beslenmeler iyi değildir,

Sizin Trakya köyleri farklı mı? Evlerinizde nasıl besleniyordunuz? diye sordu. Bu kez de Mehmet Yücel parmak kaldırdı. Müdür Bey bir süre görmezden gelir gibi yaptı, Mehmet Yücel’e söz vermedi. Sonra ne düşündüyse dönerek sordu:

-Sen bir şey söyleyeceksin galiba! Mehmet Yücel:

-Siz, köylerde ne yiyorsunuz? diye sordunuz o konuda konuşacaktım! deyince Müdür Bey: -Söyle bakalım! diyerek Mehmet’e söz verdi. Arkadaş:

-Biz köylerde çok ahım şahım yemekler yemiyoruz ama gıdalarımızı almaya özen gösteriyoruz, her gün et yemesek bile hiç değilse bir yumurta yiyoruz! dedi. Müdür bey gülümsedi:

- A, bak bu güzel, burada yumurta verilmiyor mu? diye sordu. Arkadaşlar, “Verilmiyor! ”deyinceMüdür Bey:

- Ona bir bakalım, yumurta iyi bir besindir, neden verilmiyor! deyip kapıya yöneldi. Nedense Müdür Bey gene, selam vermeden derslikten ayrıldı.

Yemekte konuşmalar, derslikteki gibi sürdü. “Sıkıntılı günler geçiriyoruz, gelecekte bol yiyeceklerimiz olacak! ”En çok Hilmi Altınsoy yakındı. Bu kez de Mehmet Aygün Hilmi’ye: Azizim biraz dişini sık, bir yıl sonra kendimiz yetiştirip bol bol yiyeceğiz! ”deyince Hilmi tepki gösterdi:

- Ne diyorsun sen? Bu adamlar, bizim elimizde olanları almak için kimbilir ne numaralar çevirirler! Biz en iyisi bol bol yemeyi kendi evlerimizden umalım! Hilmi’nin sözlerine hep katıldık. “Köylerde bize tarla vereceklerBiz o tarlaları sürüp ürün alacağız, o ürünleri bol bol yiyeceğiz” sözlerine ben koşullu katıldığımı, bizim köyde gördüğüm olayları anlattım. Eğitmen Mustafa Ağabey köyde çiftçilik yaparken Eğitmen kursına gitti, başardı geldi. Köyde sevilen biriydi. Gelince zaten yolunda olan işini, köyde sevenlerin yardımıyla daha da ilerletti. Çevre köylerde çalışan, Eğitmen ya da öğretmenlere göre çok iyi durumdadır. Böyleyken sık sık Gezici Başöğretmen, birkaç ayda bir İlköğretim Müfettişi gelir. Bunlar çoğunlukla bir gece kalırlar. Bir gece demek hemen hemen bir günü doldurur. Kısacası üç öğün yemek yerler. Mustafa Ağabey bunu karşılayamaz. Çünkü adamlar, soğan ekmekle kalkmazlar, önüne indirmezsen isterler. Yakınlık gösterirler ama bunu karşılığı bol yemektir. Bu yapılmazsa kusurlar çoğalır. Bu Gezici Başöğretmenler, Müfettişler bizlere de gelecek. Özellikle de ilk yıllar, hafta sekiz pazar dokuz gelecekler. Hasan üner anımsattı:

- Çat kapı! Evet “Çat kapı, Müfettiş, çat kapı, Gezici Başöğretmen. Hele evlenip ev kuramamışlar, bu konuda çok sıkıntı çekeceklerdir. Yusuf Asıl dinledi dinledi:

- Ben bu konuda konuşmka istemiyorum, sıkılıyorum, başka konu bulun! diye uyardı. Salih Baydemir:

- Öğleden sonra tüm sınıf İnek Ahırında çalışacak! “İşte sana iç açıcı bir haber! ”Yusuf gülerek:

- Valalhi bu bana göre ötekilerden daha iyi, çünkü alıştığımız işleri yapacağız!

Hep birlikte Tarım Barakasının önüne gittik. Arkadaaşlara arabayı gösterecektim, yerinde değildi. Onlar gidince kapıyı açıp, dolaba sıraladığım dergileri karıştırdım. Çalışan Yanardağlar diye bir yazı gördüm. Vezuv, Etna, Kiu Şiu daha başka adlar var ama fazla önemsemedim. Öğretmen yanardağları anlatırsa gelip buradan bakacağım. İki tanesi bize yakın (Vezuv, Etna)İtalya’da sık sık da patlıyorlarmış….

Hikmet Öğretmen gelmedi . Başka gelen giden de olmadı. Bu akşam erken ayrıldım. Dersliğe giderken piyano sesi duydum. Öğretmenin kapısına dek gittim ama kapıyı vurup giremedim. Öğretmen piyano çalıştığına göre kalkıp kapı açmak zorunda kalırsa kızabiliri, diye düşündüm, geri döndüm. Kapıda bir süre dinledim. Kızlar tarafından Sakine ile Gül çıktı; onlar gülünce:

- Kapıdan dinleyerek öğreniyorum! dedim. Ne çaldığını sordular. “Öğretmenin çaldığı piyano metodunun daha başlarından bir parça. Ancak çift elle çaldığı için, parmakların yerlerini buldurmaya çalışıyor. Bu da çok çalışmak gerektiriyor. Piyanonun zorluğu burada! ”diyerek bilgiçlik tasladım. İkisi birden gülerek:

- Biz bu türlü zorluklara gelemeyiz;çocuklara şarkı öğretecek kadar mandolin öğrenebilirsek yeter! deyip gittiler. Bu kez öğretmenleri çıktı. Pesent Öğretmen:

- Ne güzel çalıyor! dedi. Oysa Müzik Öğretmenini aynı parçayı bilmem kaçıncı kez tekrar ediyordu. Öğretmenin aynı parçayı çaldığını anlamamasına şaştım. Galiba müzikle arası iyi değil. Hele öğretmenin ne uzun parçaymış bu böyle, bu kadar uzun şarkı olur mu? ”demesine iyice şaşırdım. Pesent Öğretmen geri dönüp kızların atölyesine girdi. . Ben de merdivene yönelirken Asım Öğretmen çıktı, beni görünce gülerek:

- Gel, gel, gel, bak! deyip beni piyanonun yanına götürdü. Çaldığı parça piyano önünde açıktı. Parçanın bestecisini gösterdi. Piyano çalışmaları öyle yapılırmış. Çalınan parçalar, usta piyanistlerin ellerin parmaklarına uygun besteleniyormuş. Böylece eller, hem çalmayı öğreniyor, hem de parmaklar başka parçalar için alışıyormuş. Öğretmen elimin açıkdığını yeni görmüş, parmaklarımı tuttu:

- Geçmiş olsun, akordiyona başla! dedi. “Sağol! ”deyip ayrıldım. Tarım nöbetim sürdürülürse akordiyonu götürüp ara ara da olsa olanak buldukça çalışmaya başlayacağım.

Derslikte arkadaşlar Müdür Beyin söylediklerini değerlendiriyorlar. Hilmi Altınsoy beni görünce:

-İzin verirsen senin anlattıklarını arkadaşlara duyurmak istiyorum! ”dedi. Ben sormak üzereyken:

-Sizin köy Eğitmeni için söylediklerini! deyince, “Anlatabilirsin, o salt bizim köy için değil tüm köyler için geçerli. Ayrıca eğitmenler, öğretmenler için değil tüm devlet görevlileri köylere geldiğinde köylüler onları doyurmak zorunda kalıyorlar! Hilmi söze başlarken daha Sami Akıncı:

-Sen onu yeni duymuşsun, biz onu köylerdeyken biliyorduk. Ama gelen görevliler ne yapacaktı ki? Köylerde başka türlü yiyecek bulmak olasılığı var mı? Hilmi anlatmaktan vazgeçti. Bana dönerek:

-Sen onu güzel anlatıyorsun ben beceremedim”deyip oturdu. İsmet konuşma üstüne geldi. Olayı duyar duymaz onların köyündeki durumu anlattı. Onların köy öğretmenleri, karı-koca İsmet'lerin evin üst katında oturuyorlar. Müfettiş geldiğinde, öğretmenler kendileri, alt kata, İsmet'lere inip Müfettişe kendi yerlerini veriyormuş. Olay, arkadaşlara ilginç geldi. Bu kez de müfettiş olma yolları aranmaya başlandı. Mehmet Yücel müfettiş olcak, İsmet Yanar’ı teftişe gelip aylarca orada kalacakmış. Salih Baydemir Hilmi Altınsoy’un evinde oturacakmış. Yusuf Asıl:

- İki günden fazla kalmam, kime gideyim? diye sorunca Mustafa Saatçı:

- Şuna bak, sanki öğretmen olmuş gibi müfettişlik düşü kuruyor! dedi. Yusuf bu söze çok sinirlendi. Mustafa Saatçı’ya. “Benim senden neyim eksik, beni neden küçümsüyorsun? ” türü sözler söyledi. Arkadaşlar araya girdi, olay yatıştırıldı. Mehmet Yücel gene İsmet’in sırasına gitmiş, yalnız oturuyorum. Hasan Üner gülerek yanıma geldi:

- Sana bir sürprizim var, çok seveceğin bir kitap aldım! dedi. Kitabı sormadan bu sıralar kitap okumak istemediğimi anlattım. Hasan güldü: “Bu kitabı kimin okuduğunu bilsen hemen alırsın! ”dedi. Hasan’a dik dik baktım. Hasan benimle çok açık konuşur, kız mız yakıştırmalarına kesinlikle girmez, biliyorum ama gene de biraz çekinerek sordum:

- Kızların okuduğu numarası yapmazsın biliyorum ama gene de dilinin altında böyle bir şey olduğunu seziyorum! ”dedim. Hasan: “Haklısın ama bu defaki çok önemli:

- Yeni Türkçe Öğretmenimiz şimdilerde bu kitabı okuyor. Geçen gün getirdiği kitaplar arasında bu kitap vardı. Kitaplıktan aldığını düşünerek gidip baktım. Kitaptaki kitap yerindeydi. Sanırım kitap kendisinin. Okuduğuna göre, kitap okumaktan öz açınca yanıtlamayı seversin biliyorum, onun için kitabı sana getirdim. Alexandr Dumas Fils’in “ Ladam O’Kamelya”(La Dame aux camelias) Kitabın adını beğenmedim ama Türkçesini öğrenince biraz ısındım. Yazarı da benim ilk okuduğum kitaplardan olan Üç Silahşörler ile Monte Kristo’nun yazarı Aleksandr Dumas Pere’in oğluymuş. Alexandr Dumas Fils. Pere, baba, Fils de oğul anlamına geliyormuş. Kitabı Midhat Cemal çevirmiş, uzunca bir açıklama da var;onu da okudum. Kitabı okumaya karar verdim. Açar açmaz şöyle bir karıştırdım. Okuduğum yerlerde güzel bir bayan anlatılıyor. Bayanı Anatol France’ın Thais romanındaki Thais’e benzettim. Varsıllar arasında yaşayan bir güzel. Bir hastalığa tutulup genç yaşında ölür. Kendisini sevenler onun mezarını korurlar, belli günlerde de gidip onu anarlar. Mezar bakımlıdır, çiçeklerle donatılmıştır. Daha çok Kamelya çiçekleri olduğu için, mezara bu ad verilmiştir. Romanın adı da bundan gelmektedir. Bu güzel bayanın önceki yaşamı pek bilinmemektedir ama tanıdıklarına güven verdiği için o, çevresindekilerce çok sevilir. O da öteki varsıllar gibi zaman zaman evinde şölenler verir. Kendisini beğenenlerin çokluğuna karşın o, birini eş olarak seçmemiştir. Seveceği insanda olmasını istediği özellikleri tanıdıklarının hiç birisinde bulamamıştır. Eğlenceli günler sürüp giderken bir gün bir üniversiteli genç(Arman) çıkar gelir. Herkes gibi bu genç de ev sahibi güzele hayranlıkla bakar. Gencin, öteki konuklara göre toyca davranışları olur. Örneğin ev sahibine karşı sevgisini hemencecik belirtmiştir. Daha doğrusu ötekiler gibi saklayamamıştır. Ev sahibi güzel de gencin bu davranışlarından etkilenir. Bundan sonraki toplantılara bu yeni dost(Arman) katılmaya başlamış olur. Güzel bayan giderek gence tutulur.

Yarın ilk kez yeni öğretmenle müzik dersi yapacağız. Geçmiş dönemlerde azar azar müzik bilgisi toplamıştım. Adem Gürçağlayan Öğretmen gamları öğretmişti. Hasanoğlan’da keman çalışırken özelliklere gamlara, nota değerlerini değiştiren işaretlerle dört beş sözü öğrenmiştim. Kreşiendo, dimniendo, diyez, bemol, bekar işaretmeri yanında Allegro, Moderato, Presto, Grave sözlerinin anlamlarını biliyorum. Ayrıca vals, tango, sirto, zeybek, marş gibi oyun türlerinin ritimleri içinde biraz fikrim var. Arkadaşların bunlardan haberleri bile yok. Gene de Müzik Öğretmeninin karşısında mahcup olup olmama kaygısını taşıyorum. 20 kadar notamın hepsini bir daha gözden geçirdim.

Yemekte arkadaşlar öğretmenler masasında Müzik Öğretmenini görünce hemen Müzik dersini açtılar, hepsinin ortak derdi:

- Bu derste ne yapacağız? Onların sıkıntısı bilgi falan değil, öğretmen şarkı söyletirse ne söyleriz? Onlara yardımcı olmak için bildikleri şarkıları sordum. Masada 8 arkadaşız. 7 arkadaşımız da hiçbir şarkı bilmediklerini söylediler. İnanamadım. : “Yalancıyı da mı bilmediklerini sorunca güldüler:

- O da şarkı mı? diye sordular. Bu kez konuya biraz daha açıklık getirip kurcaladım. On tane okul şarkısı ortaya çıktı. Onların “Bilmiyoruz! dediği şarkılan sözlerini bilmemekmış. Kurcalaya kurcalaya ortak bildiklerinin bir ikisinin sözlerini de tamamladılar. Yemekten kalkarken bizim masa müzik dersine hazırdı. İçimden güldüm: konuşmaya başlarken hiçbir şey bilmeyenler kalkarken bilgiç olmuşlardı. Oysa değişen bir şey yoktu;azıcık kendilerine geven gelmişti. Derslikte bir süre müzik konuşuldu. Abdullah Erçetin okul şarkılarının çoğunu hem biliyor hem de çok güzel söylüyor. Ders çalışma saatimiz müzik dersine hazırlama saatine dönüştü. Müzik dersinden çok korkanlardan biri de Sami Akıncı, başka geceler ortak çalışmalara yan çizerken bu gece tam da ortasındaydı. Sami’nin durumu benim de ilgimi çekmişti. Sami çok içtenlikle çalışmaya kalkmıştı ama aylar geçtikten sonra bile bir şarkıyı sonuna dek çalamamıştı. Hasanoğlan’da olduğumuz yaz bir ara Sami N. İle birlikte çalışmaya başlamıştı. O zaman Süheyla Öğretmen birlikte mandolin çalışmalarını öneriyordu. N arada bana da gelip akordiyona çalışmak istediğini söylerdi. Bir keresinde : “Ne o, Sami Akıncı’dan umudu kestin mi? ”diye sormuştum. Sonra da: “O kendisi bilmiyor, sana ne öğretir? ”demiştim. Bu N ile ikimiz arasında kalmıştı ama Sami arkadaşa da büyük haksızlık ettiğimi uzun süre unutamamıştım. Bu da benim saptamam, aynı zamanda bu kanımı yeğenim İsmet’le Yusuf Asıl için de taşıyorum. Onlar da kesinlikle bir müzik aleti çalamazlar. Onlar için böyle bir yargıya niçin vardığımı tam bilmiyorum, ama bu yargımın doğruluğunu inanıyorum. Bunu kendilerine de sık sık söylüyorum; “Yanılıyorsam benim sözümün tersini yapıp yanılgımı kanıtlayın! ”diyorum. Onları bilmem ama Sami Akıncı asla benim yanıldığımı kanıtlayamayacak. Çünkü o dört yıldır en az on kez buna kalkıştı ama bir çizgi ileriye gidemedi. Sonunda N de ondan umudu kesti, sanırım şimdilerde bir başkasıyla çalışmasını sürdürüyor. Arada elinde mandolin görüyorum.

Biz yat zilini beklerken Müzik Öğretmeni dersliğe geldi, sürekli gülüyor. Daha önce geldiğinde Hüseyin Serin’i arkadaşlar güreşçi olarak tanıtmış, Hüseyin bunun şaka olduğunu söylemişti. Öğretmen bu kez sordu: “Ne oldu, güreşi iyice bıraktın mı? ”dedi. Mustafa Saatçı, Hilmi Altınsoy’u gösterdi:

-Tekirdağlı Hüseyin’in yerine geçecek arkadaşımız asıl Hilmi’dir! Asım Öğretmen gerçekte Mustafa Saatçı yaşında biri, onun ne demek istediğini kolayca anladı. Mustafa’ya “Beni yanıltıp arkadaşının karşısına koyma, sonra pişman olursun, onunla anlaşır senin karşına çıkarız! ”dedi. Sonra da “Birkaç yıl önce ben de sizin gibi bu sıralardaydım. Daha yeni ayrıldım sayılır. Okuldan sonra askerliğimi yapıp geldim, dedi. Bu kez İsmet:

-Öğretmenim askerlik hakkında bir çok söz duyuyoruz ama gerçek nedir bir türlü kavrayamadık, Askerlik Öğretmenlerimiz övücü sözler söylüyor oysa köylerimizde bunların tersini duyuyoruz. Siz sıcağı sıcağına bizi aydınlatır mısınız? dedi. Öğretmen İsmet’e bakarak: “Askerliğin nesini öğrenmek istiyorsun önce onu bileyim. Askerlik, insanların ayrıldığı sınıflara göre, çalışkanlıklarına göre başka şekiller alır. Yedek Subaylar kısa dönemde terhis olur. Erler sınıflarına, katıldıkları yerlerin coğrafyasına göre başka başka durumlarla karşılaşırlar. Bahriyeyse denizlerde gezer, Süvariyse atlarla dolaşır, piyadeyse tabanvayla dolaşır! ”deyince arkadaşlar düldü. Öğretmen de güldü ama arkasından:

-Hepimiz tabanvayla dolaşıyoruz, kendimize mi gülüyoruz? diye sordu. Ahmet Güner:

-Öğretmenim biz bugüne dek doğru dürüst müzik dersi görmedik. Şurada az zamanımız kaldı. Biz, geçmişte görmemiz derssleri mi yoksa bu senenin konularını mı işleyeceğiz! dedi. Öğretmen bakarak gene :

-Bak, bak, bak, siz benden söz alıp işin kolayına kaçmayı düşünüyorsunuz. Ben size daha derse girmeden ne diyebilirim? Hele bir derse başlayalım, ne var ne yok, görelim;ona göre bir çare düşünürüz. Şimdi siz, kafalarınızda olanları bir gözden geçirin, işimize yarayanları ayıklar, eksikleri de tamamlayarak ders yılını bitiririz! dedi. Yat zili çalarken öğretmen ayrıldı. Öğretmen gidince ilkönce Mehmet Yücel:

-Adam ne de olsa genç, bizim ökselerimize düşmez. Görmüyor musunuz hep kendi sorucu, araştırıcı durumunda;susup, dinleyici durumuına düşmediği gibi, sorulabilecek soruları da hesaplayıp işi garantiye alıyor. Baksanıza askerliği üzerine tek bir söz sözlemedi. Söyledikleri hep yuvarlak laflar!

Yatarken bir süre Mehmet Yücel’in sözlerini düşündüm. Belki onun söyledikleri de doğrudur ama öğretmen neden kendine ait olayları gelip sınıfta anlatsın? Anlatılanlar doğru algılanmayıp saptırılırsa ne olacak? Müzik Öğretmeninden güzel bilgiler alacağımı düşünerek yattım.

 

6 Kasım 1942 Cuma

 

Müzik dersi sözleri arasında uyumuştuk, uyumamış gibi aynı sözler sürüyor. Bekir Temuçin bir şarkının sözlerini Abdullah Erçetin’den soruyor. Abdullah yanıt yetiştiremeden Mustafa Saatçı:

- O şarkıyı en iyi İsmet biliyor, yanıtı verdi. Oysa şarkının adı falan verilmemiş salt melodisi duyurulmuş. Mustafa Saatçı araya girip karıştırmak için İsmet’i söylediğinden Bekir Temuçin olanca öfkesiyle Mustafa Saatçı’ya “Sahtekar İmam”diye bağırdı. Öbür taraftan da İsmet, kendisini araya soktuğu için sinirlenmiş:

- Hafız Mustafa, gelirsem sarığını düşürürüm! diye çıkışırken Müzik Öğretmeni elindeki çubukla ranzalara vurarak:

- Nedir sabah sabah, imamlara, hafızlara saldırılar? Unutmayın ki ilerde onlara işleriniz düşecek! dedi. İsmet:

- Konuşabilir miyim öğretmenim! diye sordu. Öğretmen izin verince İsmet:

- Bizim imam, aynı zamanda hafız ama sahtesi, o nedenle bizin ona işimiz düşmeyecek. Arkadaşlar öğretmenden azar beklerken öğretmen, kahkahalarla güldü.

- Nerde o sahte imam göreyim”dedi. Mustafa gülerek öğretmenin yanına gitti. Mustafa’nın güldüğünü görünce öğretmen:

- Arkadaş şakaları böyle olmalı, şaka içinize sinerse yapın. Ancak böyle, imam, hafız ya da öğretmen, subay gibi herkesin saygınlık duyduğu meslekleri seçmeyin. Başka sıfat mı bulamadınız? deyip ayrıldı.

Derslikte Müzik Öğretmeninin tavrı tartışıldı. Hoşgörü müydü, yoksa aldırmama mıydı? Sefer Tunca:

-Genç adam, nesine gerek el çocuğunun yanlışı-doğrusu. Başını derde sokmamak için şakaya getirip sıvıştı. Sami Akıncı Sefer’e sordu:

-Böyle yapılmasını doğru buluyor musun? Sefer, “Doğru bulsam ya da bulmasam ne olacak? o bir öğretmen. Ancak Namık Ergin ya da Fikret Madaralı öğretmenlerden böyle bir hoşgörü görmemiştik! ”Sami:

-Afedersin, yanlış anlamışım, ben de senin gibi düşünüyorum! deyip başını çevirdi.

Müzik notlarımı sıraladım. Arkadaşlarla topladığımız on iki okul şarkısını hazırladım. Başta Yalancı-Kuzu-Boş Fıçı-Erken Kalkarım-Dere-Minik Kuş-Dertli Kaval-Kalk Artık Sabah Oldu-Bir Gün Okula Giderken-Deniz deniz Akdeniz. -Başaklar Arasında. Ne yazık ki çoğunun sözlerini tamamlayamadık. En iyi bildiğim Boş Fıçı. Onu da atölyede arkadaşlarla şakalaşırken çok tekrarladığımız için unutmamışız.

Kahvaltıda arkadaşlar bu kez de Müzik Öğretmeninin olgunluğundan söz ettiler. Çok hoş görülüymüş. Şaşırmadım:

-Derslikte konuşulanları duymamışlar gibi öğretmeni kahvaltı masasında görünce düşüncelerini değiştirdiler. Gerçekte ben böyle değerlendirmelere katılmıyorum. Ben öğretmenleri değil öğretmenler beni değerlendirecekler. Böyle düşününce işim kolaylaşıyor. Biri ikisi dışında öğretmenlerimin beni iyi değerlendirdiklerini sanıyorum. Bir çok arkadaşın düştüğü zor durumlara beni sokan öğretmen olmadı. Bu nedenle Müzik Öğretmeninden de iyi karşılık alacağımı biliyorum.

1. Dersimiz boş, dersin adını da tam öğrenemedik. Ev yönetimi gibi bir dersmiş ama yeni konduğu için tam aydınlığa çıkmamışmış. Biz ona da boş ders gözüyle bakıyoruz.

2. Derste Müzik Öğretmeni geldi. Öğretmen akordiyon omuzunda girince arkadaşlar bir tuhaf oldular. Ayrıca ben azıcık bozuldum da. Benim oluğu için kimseye veremediğim akordiyon öğretmenin omuzlarında. Öğretmen benim sıraya yaklaştı gülerek:

-Kıskanmıyorsun değil mi? ”diye sorduktan sonra arkadaşlardönerek, “Akordiyonları değiştik. Benimki çok büyük; sınıflartda rahat gezemiyorum. Bu hafif. Okula böylesini aldırıncaya dek İbrahim’le anlaştık! dedi. Akordiyonu seslendirdi, gam yaptı. Ön sıradan başlayarak sesleri denedi. Do majör gamını denedi. Doğru olarak kimse yapamadı. Sefer, Arif, İsmet, Mustafa Saatçı, Emrullah, Mehmet Yücel, Sami Akıncı arkadaşlar en az başarılı olanlar oldu. Öğretmen takıldı:

-Şaka etmiyorsunuz ya? diye sordu. Öğretmen sürekli güldü. Marşlar çaldı, İstiklal Marşını önce çaldı sonra da söyletti. Tek tek sözlememizi istedi. İlk söyleyenlerden biri ben oldum. Söylediğimi beğenmedim ama benden iyisi de çıkmadı. Benim şansıma bugün Abdullah Erteçin rahatsız olmuş sanırım derste yoktu.

İkinci derste öğretmen akordiyonu bana verdi, bir süre akordiyon sırtımda hazır durdum, kaldırdığı arkadaşlara ses tuttum. Olası bir durum düşünerek hazırladığım okul şarkıları işime yaradı, öğretmen soru sual etmeden bildiğin okul şarkılarını çal dedi. Yalancı’dan başlayarak hepsini çaldım. Sözlerini bilmiyorum ama müziklerini çalınca öğretmen bir de “Aferin! ” dedi. Müzik dersimiz çok canlı geçti.

Öğretmenlik Bilgisi dersine Müdür Bey biraz çatık kaşla girdi. Bizimle ilgisi olmadığını az sonra anladık. Ne düşündüyse az sustuktan sonra bize de anlattı Sivas’la Konya’da kurulmakta olan iki Köy Enstitüsü’ne çalışma ekibi gönderilmesini istiyorlarmış. Özellikle de kaliteli iş görmeleri için büyük sınıflar öneriliyormuş. Müdür Bey olumsuz yanıt vermiş. Ancak yanıtın olumuzluğu kışın gelip dayandığı içinmiş: “Yaz gelsin, istediklerini yaparız! ”deyip sözü ders konusuna getirdi. Osmanlılarda kurulmuş okullardan söz etti. Camilerin yanlarındaki bölmelerde öğrencileri barındırıp yetiştirildiğini anlattı. Medreselerin bozulmadan önce çok yararlı olduklarından, oralardan alimler yetiştiğinden söz etti. Kapı çalındı, Talat Tarkan Öğretmen Müdür Beye konuklarınız geldi! dedi. Müdür Bey:

- İşte bizim öğretmenliğimiz de böyle, bugün var yarın yok;kaldığımız yerden devam edeceğiz! ”eyip gitti. Öğretmenlik Bilgisi dersimizin nasıl geçeceği belli olmuş gibiydi. Arkadaşlar, cumhuriyet öncesi okulları üstüne okudukları Ömer Seyfettin'in, Ahmet Rasim’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın öykülerini anımsadılar. “Onlardan mı alimler yetişiyormuş? ” soruları soruldu. Müdür Beyin anlattıklarıyla Tarih Dersinde okuduklarımız da uyuşmamıştı. Tarih kitapları uygarlığa ayak uyduramadığımız, bu nedenle gerileyip savaşları kaybederek geniş topraklarımızdan da olduğumuz anlatılırken medreselerden büyük alimlerin çıktığını duymak bizim için çelişkili oldu. Ortalıkta konuşmadım ama, “ Belki Müdür Bey çok eskilerden söz etti, berilere geldikçe değişik sözler söyleyecektir! ”deyip sustum.

Yemekte kalabalık bir grup vardı, ayrı masada oturmuşlar, yanlarında yalnız Müdür Bey bulunuyordu. Yalçın Birgüray’ı tanıdım. Onu görünce gelenlerin Kırklareli-Lüleburgaz ileri gelenleri olduğunu anladım. Sanırım Müdür Beye hoş geldin için gelmişlerdir. Arakadaşlara söyledim. Onların böyle bir araştırma merakları olmadığından kesinlikle ilgilenmediler. Yemekten çıkarken ilköğretim Müfettişi Hamit Gürsel’i gördüm. Benim ilgiyle bakışımdan anladı sanırım dik dik baktı, elini daha uzaktan uzatarak:

-Neredesin gözlerim seni aradı. Sandığım gibiymiş, Kırklareli Milli Eğitim Müdürü, Babaeski Kaymakamı, Lüleburgaz Kaymakamı, iki ilşköğretim Müfettişiyle Lüleburgaz Ortaokul Müdürüü Yeni Müdüre hoşgeldine gelmişler. O gruptan ayrılıp benim elimi sıkması, bir süre konuşması bana bekleğimden çok daha büyük bir onur verdi. Öğrencilerden büyük bir grup ilgiyle izledi. Azıcık koltuklarımı kabartır gibi oldum. Konuklar, önce gezmek istediler ama patikalardan çıkıp çamura batınca bundan vazgeçip Müdür Odasına gittiler. Dersliğe uğrayıp kitabı aldım. “Tarım nöbetimin son günü olabilir, rahat okuyup bitireyim, ! ”diye düşündüm. Arkadaşlar bugün atölyelerde. Ahır inşaatinde 8. sınıflar çalışıyor. Onlardan tanıdıklarımı ara ara görüyorum. Rüştü Güvenç, Celil Altın. Nuri Altınseven, Recep Türköz, Hüseyin Yalçın. Başka tanıdıklarım da var ama çoğu kez anların adlarını karıştırıyorum. Bir süre Hikmet Öğretmeni bekledim. Hikmet öğretmenin öğleden sonra derslikte dersi varmış. ). sınıflar iki gruba bölünmüş; grubun biri sabah biri öğleden sonra ders yapıyormuş. Bir gözüm yolda bir gözüm kitapta bir süre okudum. Öğretmenin gelmeyeceği kanısına varıp daha rahatladım bir sırada Hikmet Öğretmen geldi. Telaşla bir şeyler aradı. Öğretmenin yalnızlığını düşünerek Besim Öğretmenin neden gelmediğini sordum. Öğretmen bana: “Bilmiyor musun? diye sordu. Öğretmen öyle sorunca Besim İyitanır Öğretmenin de ayrıldığını sanarak: “Ayrıldı mı? ”diye sordum. Öğretmen: “Yok yok, ne ayrılması, Besim Öğretmen evlendi, evlenme iznini kullanıyor, birkaç gün içinde gelecek! ”dedi. Önce inanamadım ama öğretmenin tavrında şaka belirtisi olmayınca sustum. Besim Öğretmen oldukça yaşlı. Sonra da içimden “Belki de ikinci evliliğidir! ”deyip geçtim. Öğretmen gene gitmeye hazırlandı bana dönerek, Paydos zili çalınca kapıları kapatıresın! ”dedi. Kitabın en güzel yerine geldiğimi sanıyorum. Sevgililer, anlaşarak eski alışkanlıklarından sıyrılıp başbaşa yaşamayı yeğlediler. Karşılıklı sevgileri onları birlikte iyice bağlamıştır. Özellikle Güzel Bayan eski yaşamını bırakarak sevgilisiyle bir kenara çekilip yeni bir yaşama coşkuyla sarılır. Sonunda özlemini çektiği mutluluğu yakaladığına inanmıştır. Ne var ki, gencin ailesi bu yaşamı onaylamaz. Baba bir gün çıkar gelir. Bu birlikteliği onaylamadığı söyler. Madmazel Marie Düples’i küçümser, onun onurunu kırıcı sözler söyler. Oysa Güzel bayan çok onurlu bir insandır, babanın üzüntülerini önemser, oğluyla ilişkisini hemen keser. Keser ama gence nedenini kesinlikle söylemez. . Gerçekte genci de çok sevdiği için yüreği yanar. Öyle ki sevgilisini bu nedenle kaybetmek onu, yaşamın anlamsızlığı duygusuna sürükler. Zaten bir rahatsızlığı vardır. O bu rahatsızlığı mutlulukla yenmeye çalışmaktaydı. Bu kez umutları tümden kırılır. Gene kalabalık içindeki yalnızlığına dönmek zorunda kalır. İçine düştüğü ruhsal bunalımı hastalığını depreştirir. Sevgilisinden uzaklaştığı gibi, bulunduğu yeri belirticek bir iz bırakmadan ortalıktan çekilir. Öte yandan genç sevgili Arman da, sevgilisi kendisini terkettiği için(O öyle sanmaktadır) bunalımlara girmiştir. Çünkü o, babasının aralarına girdiğini bilmediği için, sevgilisinin kendisini sevmediği varsayımına kapılmıştır. Oğullarının sağlığından kaygılanan aile durumu görüp telaşlanır, sonunda oğullarının sevgilisine dönmesini onaylarlar. Öyle ki baba, gidip oğlunun sevgilisinden özür dilemere karar verir. Uzun aramalardan sonra izini bulurlar. Ancak iş işten geçmiş, hastanın birkaç günlük ömrü kalmıştır. Sevgililerin ayrılış nedenleri ortaya çıkar. Onlar bir biri için can atarken, başkaları araya girmiş(Gencin babası, onun anlattıklarıyla töreler)onların ayrılmasına hileli yollarla neden olmuşlardır. Herkes pişmanlık duyar ama yaşamı güzelliğiyle olduğu kadar duygularıyla süsleyen, buna karşın sevdiğinin yararına olacağına inandırılınca kendi mutluluğunu feda ederek ölüme giden güzel Madmazel Marie Düples (Yaşamındaki adı) arkasından herkesi ağlatmıştır. Mezarını da gene sevenleri tarafından , çiçeklerle donatılmıştır. . Kamelyalı Kadının mezarı! ……. .

Kitabı Fransızcadan çevirenin adı bana hiç yabancı gelmedi: Mithat Cemal, kitapta yok ama şiirlerinde soyadı var: Kuntay, Mithat Cemal Kuntay! Aynı zamanda şair. Atatürk için yazdığı iki şiirini buldum. İlki, kısa ama güzel, öteki ise çok anlamlı:

 

Atatürk’e
Kara toprak diye en hissiz ayaklar, hatta
Basamaz toprağa, toprakta cenazen varken.
Ne büyüksün ki huzurunda küçüktür matem
On sekiz milyon insan tek kişidir ağlarken.

Mithat Cemal Kuntay

 

ATATÜRK’ÜN CENAZESİ ANKARA’YA TAŞINIRKEN
Gene onbeş sene evvelki gibi Gazi geliyor,
Gene onbeş sene evvelki kadar yükseliyor.
Gene başlarda oturmuş, gene göklerde başı;
Yıldırımlar gene bir eski silah arkadaşı.
Ölümün bitmeyen ufkunda yatarken gene sağ;
Bir avuç toprak olurken, gene yüksek gene dağ.
Gene bir memleketin satveti, bir tek emeli,
Koca bir yurdu tutarken gene sapsağlam eli.
Çürüyen göğsü için takızaferler gene dar;
Gene sağdır, gene sağlamdır O, hem dünkü kadar.
Ona hicranla… hayır, sade taabbütle eğil;
Ölüdür; doğru, fakat öldüğü hiç belli değil.

Mithat Cemal Kuntay

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ