Yüksek Bölümde Bir Gelişim mi Yoksa Orta’ya Dönüş mü?
12 Kasım 1945 Pazartesi
Akşam, Selçuk Öğretmenin gelişini duyduktan sonra çevremdeki konuşmaları duymadım gibi. Ara sıra, tarih dersi ya da Doç. Halil Demircioğlu, sözleri geçince duyar gibi oldumsa da, konuşmalara katılmadım. Aynı konuşmalar sabah da sürdü. Veli Demiröz, zaman zaman kestirme konuşur. İsabetli söyleyip söylememesi tartışılabilir ama o da sözünü esirgemez. Bu sabahki tartışma da ondan başladı. Ben duymadım, sözde, Doç. Halil Demircioğlu için:
-Profesörün yanında kedi gibi durdu! demişmiş. Bunu duyan Bekir Semerci:
- Saygısından! Sen olsaydın nasıl dururdun? deyince kötü sözler çıkmış, köpek, öküz! Mustafa Parlar uyardı:
-Ayıptır arkadaşlar, siz kimi küçültüyorsunuz? Duranı mı yoksa öyle diyeni mi? Deminden beri susan Veli Demiröz Mustafa Parlar’a parlayınca birkaç kişi birden Veli Demiröz’e çıkıştı:
-Öteki yakıştırmaları ayıplıyoruz ama, Tilki diyecekleri de alkışlıyoruz. Kuyruk acın olduğunu biliyoruz. Bozkır İsyanlarını anlatırken de şekil değiştiriyordun ama cesaretin eksik olduğu için salt sancısını çekiyordun. Dün yine eski sancıların depreşti! Burhan Güvenir, Süleyman Karagöz, Fakı Yörük gibi sevilen arkadaşlar, tartışmayı durdurdu.
Kahvaltıda sözü açıldı, çok arkadaşımız, olayın başını bilmediğinden sordular. Abdullah daha ortalarda yattığından izleyebilmiş. İlk sözde Veli Demiröz, Doç. Halil Demircioğlu’nu küçümseyen sözler söylemiş. “Profesör öyle olmalı!” gibisine konuşmuş. Sonra da onun, profesör yanında süklüm püklüm durduğundan söz etmiş. Bunları dinleyen Bekir Semerci de sesini yükselterek olayı ortaya getirmiş.
Bizim masadakiler, sözlerden çok iki Konyalı hemşerinin böylesi ters düşmeleri üzerinde durdular. Bana göre de bu olay bir açıdan iyi oldu. Doç. Halil Demircioğlu neredeyse unutulmuştu. Oysa onun derslerde söyledikleri unutulacak türden sözler değildi. Dün Profesör de söyledi. Tüm tarih dersleri işte böyle olmalı. Doç. Halil Demircioğlu neler diyordu:
-Kurtuluş Savaşı için Yunanla ya da vicdansız işbirlikçilerle savaşan Çerkez Ethem’i alkışlarım. Ancak o, Yunan tarafına geçince üstüne sünger çekerim, benim için haindir. Kurtuluş Savaşı sürecinde ihanette bulunanları, yaşamları boyu saklamam, ihanetlerini, çocuklarının da duymasını isterim. Saklaya saklaya Osmanlı İmparatorluğu bitirildi. 2. Abdülhamit’in 33 yıllık saltanatında Girit, çevresindeki adalar, Kıbrıs, Mısır, Bulgaristan, Kars- Ardahan çevreleri elimizden gitti. O günün 2. Hamit uşakları bunları cahil halktan saklayıp uyuşmuş kafalara öyle yerleştiği için günümüzde de birileri çıkıp 2. Abdülhamit zamanında toprak vermedi! diyebiliyor.
Salona girdiğimizde Mahir Canova Öğretmenle karşılaştık. Gülümseyerek:
-Sizin bir acayip ısıtıcınız vardı, o artık ısıtmıyor mu? diye sordu. Arkadaşlar sobayı gösterdiler:
-Öğretmenim, soba yerinde ancak yakılmamış!
Mahir Öğretmen,
-Sizinle sıradan konuşmalarda anlaşamadığım durumlar oluyor. Ben soba mı sordum yoksa sobanın yapması gerekeni mi? Soba orada duruyor, oysa ben soba değil, ılık bir ortam istiyorum.
Abdullah Erçetin’e işaret ettim. Alt odada hazırlıklar vardı, birer kucak getirip sobayı yaktık. Mahir Öğretmen sobaya yaklaşarak:
-İnsan olsun herhangi bir araç olsun kendisinden bekleneni yapmazsa o nesne, o işlevi temsil etmez. Satış mağazalarındaki sobalar, soba değil, sobalığa namzet birer araçtır. En dalgın ya da önemli bir problemle cebelleşirken biri soba dese, biliyorum ki sizin de belleğinizde yanan bir ısıtıcı belirecektir. Bu, hepinizde ayrı ayrı olabilir, değişmeyen tarafı, işlevi ile ilgili yanıdır. İsterseniz bunu tiyatroya aktaralım. Örneğin bir piyes olsun. Piyes çok anlamlara gelen bir söz. Oynanmak için yazılmış eser. Hamlet, Müfettiş, Bir Evlenme, Otelci Kadın, Kahvehane… birer piyestir. Sen Hamlet’te oynamış ya da onu izlemişsen, o artık piyes aşamasından öteye geçmiştir. Hamlet artık bir piyes değil bir başka varlık ya da olaydır senin için. Öğretmen gülümseyerek bana baktı:
-Senin soban için söylemedim bunları, bilesin, sobanı bahane edip söyleyeceklerini söyledim. Ancak, kolay tarafından ısınmayı sağladığın için memnun da oldum.
Öğretmen bundan sonra rol alan arkadaşlara bazı bilgiler verdi, bizlerin de dinlememizi izledi. Unutma, unutulanları anımsama konusunda örnekler verdi. Psikoloji derslerinde okuduğumuz çağrışım kurallarını anımsattı. Çağrışım ya da tedai olayının aşılması için ip uçları söyledi. Bu konuda benim de çok önemli bulgularım vardı, dikkatle dinledim. Öğretmenin de gözünden kaçmamış, sordu:
-Rol almak mı istiyorsun?
Şiir sevdiğimi, kolay ezberlemek için yöntemler oluşturduğumu söyleyince öğretmen sözü değiştirip kendisinin de şiir sevdiğini, Konservatuvar’da şair arkadaşlarının olduğunu söyledi, Orhan Şaik Gökyay, Sabahatttin Ali, Cahit Külebi’den söz etti. Cahit Külebi ile tanıştığımı söyleyince Talip’e takıldı:
-Sessizliği bozuyor muyuz yoksa? İyi olur, zamanı geliyor! dedi. Bana “Şiirlerini dinleyeceğim!” deyip gönül aldı. Talip’in şiir yazdığını söyleyen oldu. Talip mahcup olarak, yeni yeni denemeler yaptığını söyleyince öğretmen “Herkes öyle başlar, dergilere bakmıyor musunuz, gençler nasıl cesaretle denemelerini ortaya döküyor. Bu gidişle şiir bayrağını ele alacaklar!” dedi.
Süleyman Güler Öğretmen gelince, Mahir Öğretmen küçük odaya geçti.
Süleyman Güler Öğretmen ilk olarak topluca gam çalıştırdı. Daha sonra teker teker belli notaları seslendirdik. Kafa sesi, boğaz sesi üzerinde durdu. Arkadaşlar kafa sesini çıkarmakta neden zorluk çektiklerini sordular. Öğretmen bunu çocukluğa, anne babanın yanlış yönlendirmesine sonra da toplumun bu durumu kucaklamasına bağladı. Sözü alaturkaya getirip örnekler verdi:
-Alaturka dediğimiz müzik şekli bir şekil değil, hiç bir düzeltmeden geçmemiş ses çıkarmanın sonunda oluşmuş bir olaydır, bunun yapma ya da çalışma ile ilgisi bulunmamaktadır. Doğan çocuk belirli bir sıkıntı sonunda sorununu sesle yansıtır. Bu çok doğal bir tepkidir. Çocuğun bu tepkisi uzunca bir süre gider. Ses nasıl oluşursa bunu kavrayan çocuk giderek bilinçli seslenmeye başlar. Çocuğun hatta buna insan soyunun da diyebiliriz kendindeki organları kullanmayı ilk buluşu da diyebiliriz, karın kısmını şişirerek boğazı bir araç olarak kullanmasıdır. Bu bağırmalar sonraları konuşmayı oluşturur. Konuşma dışında da kullanılır, yüksek ses çıkarma bağırma, çağırma gibi. Bu, hemen hemen tüm insan cinsinin yaptığı bir boşalmadır. Hiç bir öğrenme zahmeti gerektirmeyen bu kolaylık ilkel insan için bir sorun yaratmamış, dağda, ormanda, çölde hatta denizde bağırtılarla aralarında bağ kurup iletişim sağlamıştır. Zamanla insan ilişkileri ilerledikçe bildiğiniz gibi toplumsal gelişmeler olmuş, ibadetler, törenler derken tiyatrolar, konserler çağına gelinmiştir. Denizde takasından karşıya bağıran bir kimse ile sahnede yüksek ses çıkarmak zorunda kalan sanatçı arasında ses farkı gereği duyulmuş, bunun yolları aranmış. İşte bu araştırma kafa sesi dediğimiz olayı var etmiş. Boğaz ya da karın sesi uzun, çıktığı gibi sürebilir ama sahnedeki sesin daha kontrollü olması gereği giderek yerleşir. Yapılan çalışmalarla bunda başarı da sağlanmış. Kafa sesi dediğimiz olayı isterseniz çalgılara da benzetebiliriz. Perdeli çalgılar, perdesiz çalgılar. Perdeli çalgılar sesleri rahatlıkla böler, perdesizlerde bunu kişiler yapar. Kafa sesinde kişi sesini değişten olarak kullanarak söylediği şarkıyı notasına rahat uydurur. Karın ya da boğaz sesinde bu ağız ya da dil dudak oynatmalarıyla yapılır. Kafa sesi, onu çıkaranın bir aracıdır, öteki ise çıkması gereken biçimde çıkarılmak zorunluğundadır. Bu anlattıklarım, doğrudan benim tanımlarım, benim yorumlarımdır. Kesin olan kafa sesinin çalışarak kazanılması yanında ötekinin el değmemiş doğallıkta çıkarılmasıdır. Uygar dünya kafa sesini benimsemiş, müzik sanatını bunun üzerine kurmuş, bildiğiniz gibi bu anlayış tüm dünya insanlarınca benimsenerek katılımlar günden güne artmıştır. Günümüzde ise bu, gramofon, plâk derken radyolar aracılığıyla istesek de istemesek de evlerimize dek gelmiştir. İşin ilginci bizim yurdumuzdaki insanlar, uygar dünyanın gramofonunu, plâğını, radyosunu severek alıyor da onların bu aldıklarında çalınmasına karşı olmaya kalkışıyor. Bu konuda gazetelerde yazılar çıkıyor, karikatürler çiziliyor. Adam, mağazaya gitmiş, radyo almak istemiş, ancak koşul öne sürmüş, alacağı radyo Nihat Esengin çalmayacakmış! Nihat Esengin, Cumhurbaşkanlığı orkestra üyelerimizden biri, Zaman zaman radyoda üflemeli çalgısıyla Batı müziği çalıyor. Bu sözü biraz kurcalayınca altında alaturka çıkmaktadır. Biraz da “Alaturka”dan söz edelim. Alaturka Müzik, yurdumuzun bir gerçeği, buna yok diyemeyiz, oldukça da benimsenmiş. Yüz yıllar boyu buna sırt çeviren kırsal kesim, bu sizi de ilgilendiren bir durum, köyler köylüler, son zamanlarda alaturka tutkunu olma eğiliminde. Bu, kendilerine kucak açan Cumhuriyet yönetimi modern sana anlayışına da ters düşen bir durum. İşte, gramofon, radyo yayınlarının köye girmesi, ucuz fiyatla alaturka furyasının köylere ulaşması, beklenenin tersine bir gelişme demeyeyim, dönüş yapmaktadır. Alaturka, kısacası hiç emek harcamadan doğal seslerle duygusal sözlerle cahil takımını oyalamadan ibaret bir olaydır. Ben öğrenciliğimde bu konuda biraz durdum, şimdilerde de araştırıyorum. Saygı duyduğum kimi düşünce insanlarının da bu konuda iyi bir araştırma yapmadığı kanısına vardım. Bu kolayından müzik yapmak her dönemde böyle olmuş, gönül eğlemek, bağırıp çağırmak, dinleyene gözyaşı döktürmek hüner sayılmış. Söylenen şarkılar incelenirse bu dediklerim kolay anlaşılır. Osmanlıların eski dönemlerini bilmiyorum ancak Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra başlayan bir Batı anlayışı vardır. Özellikle müzik alanında 1900 yıllarına dek sürecek bir Batı Müziği tutkusu, Avrupa’dan getirtilen bestecilere beylik paşalık rütbeleri verilmiş, bando takımları, İstanbul’un belli yerlerinde sürekli çaldırılmış Yüz yıla yakın süren bu etkinlikler karşısında Alaturka ne durumdaydı? Gördüm ki hiç etkilenmemiş, işin ilginci bu süreçte yetişen alaturka besteciler geçmişlerinin üstüne çıkarılarak bayraklaştırılmıştır. Bunlardan ikisini rahatlıkla söyleyebilirim, Dede Efendi ile Hacı Arif Bey! Radyomuzda adları neredeyse göklere çıkarılan bu iki besteci, Donizetti Paşaların bando sesleri arasında saraya yerleştiriliş, sultanlarla evlendirilerek korunmuştur. Dede Efendi için fazla bir şey söylemeyeceğim, çünkü yüz yılın ortalarında vefat etmiştir. Ayrıca hiç değilse içinde Türkçe bir iki söz bulunan “Dök zülfünü meydana gel” diyen bir şarkısını anımsıyoruz. Hacı Arif Bey’in günümüzde taçlandırılması neden? Sarayda dört hanımla evlenmiş olmasından mı? Hayır hayır, onu, hiçbir söz söylemeden hayranlarını doyasıya bağırtmasından diyeceğiz. Hele günümüz insanı için söylemedikleri, onların kendilerine söylendiğini sanarak içlerinden geçerek dinleyenler için.
Öğretmen gazinolarda söylenen, söylenmesi adeta para vererek özendirilen, salt Türklerin değil, İstanbul’a yerleşmiş azınlıkların da hayranı olduğu alaturkanın bunlar için bunun yaşamsal bir olay sayıldığını, çoğunun bu yoldan kazanç sağladığını, Büyükada’daki Yörükali plâjında bile çırılçıplak insanların sabahtan akşama dek plâklardan, “Çifte yaşmakla bu Cuma seyre çık!” şarkısını dinledikleri anlattı. Arkasından da şarkı hakkında bilgi verdi:
-“Bakmıyor çeşm-i siyah feryada, yetiş hey gamze imdada” sözlerini dinleyenler anlamadan dinliyorlar. Anlasalar, Çeşm’in göz olduğunu bilseler, siyah gözü anlayacaklar. Siyah gözün neye baktığını soracaklar. Neye bakmıyormuş? Feryada. Feryat nedir, ah vah, çılgınca bağırma. Siyah gözler, ahlara vahlara bakmıyormuş o nedenle gamze, yani yanaklar üstündeki kırışıklar olayı çözecekmiş. Ne anlatıyor bu şimdi? Günümüz insanın coşturacak ne var bunda?
Süleyman Güler öğretmen “Gerçekte konu Alaturka müzik değil! O basitlik içinde kolayından işler yapanları korumak, işte bu Osmanlı İmparatorluk sanat anlayışının en büyük yanılgısıdır!” dedi. Arkasından da Hacı Arif Beyi örnek verdi: Tam dört padişah tarafından saraylada korunmuş, (Abdülmecit, Abdülaziz, 5. Murat, 2. Abdülhamit) tam dört kez de saray hatunlarıyla evlenerek Sarayın iç güveyiliğini yaşamı boyu sürdürmüştür. Araştırma yaptım, Hacı Arif Bey 1833 yılında doğmuş. 1833 Donizetti Paşa’nın Osmanlı Bandosunu canlandırdığı yıllar, bandolar İstanbul’un bir çok noktalarında Verdi, Ağabey Donizetti, Beethoven, özellikle de Franz Schubert’in Militer marşlarını çalmaktadır. 1833 yıllarında doğmuş bir başka besteci seçtim, Johannes Brahms. O da Hacı Arif gibi aşka eğilimli. Doğal olarak o da ilk fırsatta aşk şarkıları yazmış. İki bestecinin iki şarkısını seçtim. Hacı Arif Bey’den en güzeli diye sık sık sunulan:
“Muntazır teşrifine hazır kayık-Çifte yaşmakla bu Cuma seyre çık!”
Görüldüğü gibi besteci sevgilisini özlemiş, Onu, rastgele bir zamanda ya da ortamda değil, kutsal duyguların ayakta olduğu bir zamanda, (Cuma günü) görmeyi istiyor. Ancak bir koşulu var, “yaşmağı çiftleştireceksin!” diyor! Niçin? Bunu tam kestiremiyoruz; aşık sevgilisinin yüzünü ayan beyan görmek istemiyor. Gelelim öteki aşık besteci Brahms’a, o da bir süredir sevgilisini görememiş, şöyle diyor:
“Onsuz geçti bütün hafta, sevgilimi hiç görmedim.
En sonra bir pazar günü gördüm güzel yüzünü.
Gördüm onu doğdu sandım aşkımın güzel yıldızı,
O ay yüzlü güzel kızı”
diye ayan beyan bir yüzü adeta bize de gösteriyor. Brahms da pazar gününü seçtiğine göre Hacı Arif Bey gibi bir dinsel tutkusu olsa gerek. Bu iki şarkıda açıklanan ne, saklanan ne? Yüzü açık olunca değerinden ne eksiliyor? Hacı Arif Beyin yaşmakları sevgilinin güzelliğine ne katıyor? Yörükali plâjında göbeğini güneşlendirenler bunu dinlerken düşünüyorlar mı ki, bir gün iki zaptiye onların suratlarını da şamarlayarak kapatır, yarasalar gibi gene karanlıkta makûs talihleriyle baş başa kalırlar!”
dedikten sonra sözü Schubert’e getirerek iki lied okudu. Schubert liedleri ile Avusturya Tirol bölgeleri halk şarkılarını karşılaştırdı. Polonya’da ise halk oyunlarının geliştirilerek büyük dans salonlarının vazgeçilme oyunları durumuna geldiğini anlattı. Sonunda gülümseyerek:
-Bakın, olaya nereden girilse, sonunda gayret size düşüyor. Bizler bunları sadece irdeliyoruz. Bunları canlandıracak sizlersiniz!
Süleyman öğretmen ayrılınca bir süre bakıştık. Birisi “Yemek!” demeseydi sessizliğimiz uzayacaktı.
Yemekte de Hacı Arif Bey, Dede Efendi konuşuldu. Ben, bunların halk tarafından sevilmediğini, bizim plâklar arasında bunların sayılarının azlığından söz ettim. Ancak söylediklerimden de pişman oldum. Gene de Mualla Gökçay, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, v. b. bizim plâklar arasında da ön sırada.
Söylediğimden pişmanlık duyarak lokmalarımı atıştırıp piyano başına döndüm. Az sonra da Selçuk öğretmen geldi. Kesinlikle beni alıştırmak için yaptığını biliyorum, piyanoya oturup parmak çalıştırması yaptı. Ellerini kaldırarak parmaklarını hareketlendirdi. Kimi öğrenciler, parmaklarını çekiyormuş, bana da sordu. Öyle bir alışkanlık edinmediğimi söyleyin Selçuk Öğretmen gülerek:
-Çok değişik bir öğrencisin İbrahim, bütün zararlı alışkanlıklara kapılarını kapatmışsın.
Öğretmen böyle deyince birden toparlandım. Az sonra öğretmen işaret verince dört sayfalık parçayı bir iki titreme dışında kusursuz çaldım. Öğretmen beğendiğini söyledi, kendi de oturdu, oldukça ağır birlikte çaldık. Öğretmen parçanın gelip geçici parçalardan olmadığını, her zaman için geçerli olduğunu, bu nedenle üstünde duracağımızı anımsatarak beni Lehrer bölümüne oturttu. Bu bölüm çok farklı değil ama anahtar değişimi var, ağır aksak çaldım. Aynı durumda bir de Beethoven 4 ‘el örneği var, öğretmen onu da gösterdi. O bir iki sayfa daha çok. Öğretmen sevdirmek için iki kez çaldı. Öğretmenin neşeli ayrılışı beni sevindirdi. Selçuk Öğretmen ayrılınca hemen Faik Öğretmenin dersine girdim. Öğretmen ödevlere bakıyordu. Beni görünce:
-Gel bakalım İbrahim, seni her zaman bulamayacağım, bulunca da bırakmayacağım! deyip defterimi istedi. Defterimde, Bach’in bir musette’sinin alt notlarını değerlendirmiştim. Öğretmen ödevimi beğendi, beğenmekle de kalmadı arkadaşlara da gösterdi. Sonra da:
-İbrahim, piyano avantajını iyi kullanıyor! dedi.
Bense buna üzüldüm. Zaten arkadaşlar söz birliği etmişçe bu inancı taşıyor. Çalışmanın payı böylece gölgeleniyor. Önümüzde güzel örnek var, Şevki Aydın keman grubundaydı, buna karşın oturdu halk türkülerini çok sesli yaptı. Onun sınıfında iki piyano öğrencisi vardı, onlar ne yaptı? Biri kimsenin çalmadığı sözüm ona bir beste yaptı, öteki de masal topladı!
Dersten sonra Başkanlık odasına uğradım, Hasan Yılmaz yalnız çalışıyordu. Eğitimbaşı Hürrem Arman ödev yüklemiş, yeni gelenlerin dosyaları kontrol ediliyor, ilkokul, Enstitü diplomaları, aile adresleri olup olmadığı kontrol ediliyor. Yardım ettim. Hasan Yılmaz hiç yakınmıyor. Ben de buna şaşıyorum, bu iş onun işi mi? Eğitimbaşı bunu yapmazsa ne yapacak? Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’u bu açıdan eleştiriyorum. Rauf İnan’ı “Çalışır gördüğü için” tutuyor anladık, bunun nesini koruyor? Hasan Yılmaz bana bu konuda katılmıyor. O işten kaçmazmış. İşten ben de kaçmıyorum. Ancak üstlenilen işlerden kaçmamak makbul, başkasının işlerini üslenmek, onların sorumlularını kaytarganlığa itmek oluyor.
Akşam yemeğinde Sabahattin Öğretmenin geldiği duyuruldu. Neden erken döndüğü tartışıldı. Ne zaman gittiğini, kaç gün kaldığını tam bilmememize karşın konuşuyoruz, ikide bir de “Ben olsam!” deyip kendimizi ortaya çıkarıyoruz. Oysa Sabahattin Öğretmen bir grupla gitti, onlardan ayrılması söz konusu olamaz. Gene de “Paris’ geçmiştir!” falan deyip sözü uzattık.
Yemekten sonra Kitaplığa uğradım. 15 Kasım Varlık Dergisi’nde Necati Cumalı’nın çalışmak üzerine yazdığı şiir hoşuma gitti, aldım.
Mayıs Ayı NotlarıHer sabah gün doğmadan uyanmalıyım;İlk tramvay, ilk vapur gürültüsüyle.Garda lokomotifler hazırlanırken,Limanda çalışmalar başlamadan,Alaca karanlığında sabahın.Vücudumun bütün kuvvetini duyuyorum,Fabrikanıza, atölyenize gidiyorsunuz.Kendimi rahat hissediyorum aranızda.Ben içkiyi, kumarı sevmem,Alışamadım kolay yaşamağa;Ben mücadeleli hayatın adamıyım.Elimin, kafamın işinden mutlu oluyorum,Bana bu sabah bu düşünce,Belki bir aşk kırgınlığından geliyor;Belki de bunun başka bir sebebi var?Fakat ne olursa olsun,Çalışmak, çalışmak istiyorum;Hayata, kendi gücüme inanmak istiyorum! Necati Cumalı, Varlık-15 Kasım 1945, sayı 297
Şiirin başında 2. deniyor, sanırım 1. ci de çıkmıştır, onu da bulacağım.
Yatınca nedense şiirin belli parçaların belleğimde öylece kaldı. “Çalışmak, çalışmak istiyorum. Belki bir aşk kırgınlığı, alaca karanlığında sabahın, alışamadım kolay yaşamağa, Sabah, gün doğmadan uyanmalıyım!” Bunlar çocukluğumdan bu yana hep duyduğum söylemler. Necati Cumalı bunları ustaca bir yere toplamış. Belki de şairlik böyle bir ustalıktır; sözleri yerinde kullanabilmek. Şair Nef’i çok önceleri bunu bir gazelinde söylemişti.
Tutti mucize güyem ne desem lâf değilÇerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil ,Ehl -i dildir diyemem sînesi saf olmayanaEhl-dil birbirini bilmemek insaf değil...
Tatlı dilli bir papağanım, ne söylesem inci gibidir. Ancak ellerle (mayası bozuk olanlarla) yarışa kalkışmam, onların mayası bozuk olabilir…. Doğru düşünüp düşünmediğimi irdelerken uyudum.
13 Kasım 1945 Salı
“Yağmur, kar diye diye psikolojimizi bozduk!” diyen olmuş. (Mustafa Top) Süleyman Karagöz düzeltme yaptı:
-O, psikoloji bozulması değil, ruhsal değişim olabilir. Psikoloji bir bilimdir; bilimlerin bozulması söz konusu olamaz!
Mustafa Top teşekkür etti; arkasından da:
-Yunus Kâzım öğretmen gelmese de olur, içimizde onun yerini dolduracaklar var! deyince, Muhittin İlhan:
- Ne o Top, gocundun mu? Arkasından Mehmet Toydemir:
-Hop, hop! diyerek tartışmayı önledi. Ancak Hasan Gülel sordu:
-Ne oldu şimdi, psikoloji bozuldu mu yoksa bozulmadı mı? Burhan Güvenir:
-Çocuk, yangına körükle gitme! Mehmet Kocaefe:
-Bay doç, senin de dediğin gibi o çocuk, su taşıyamaz, yangına su gerek; sen ona su taşır mısın?
Burhan Güvenir:
-Sen Doç’u saka mı sandın? Gene sapıttınız vesselâm! deyip çıktı.
Kahvaltıda, genellikle sabahları kalkınca yapılan anlamsız konuşmalar konu oluyor; hep aynı kişiler konuşuyor, bunun nedeni tartışılıyor. Bu sabah, Hasan Gülel’in sık sık ortaya çıkması eleştirildi, yaşı soruldu.
Oldukça telaş içinde Kitaplık yolunu tuttuk. Önce gelenler yerleşmiş, Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin çeviri kitaplarını anılıyor, Montaigne, Eflatun! Başka başka? Arkası gelmiyor. Sabahattin Öğretmen, çevirmekten kitap yazmaya vakit bulamıyor besbelli! Talim Terbiye üyeliği ortaya geldi:
-Çok mu zor bir iştir? Millî Eğitim Bakanlığı örgütü sayıldı, döküldü:
-Bakan, Müsteşar, Yüksek Öğretim, Orta Öğretim, Teknik Öğretim, İlköğretim Genel Müdürlükleri sıralandı. Teftiş Kurulu eklendi. Gene de Talim Terbiye Kurulu’nun işlevi tam olarak belirtilemedi. Şükrü Koç:
-Sabahattin Öğretmen, İstanbul Üniversitesinde Doçent olarak çalışırken Ankara’ya çağırıldığını, böylece, bir bakıma Ankara’ya gelerek Profesörlük kapısını bile kapattığını ya da açılmasını geciktirdiğini anlattı. Üzülenler oldu:
-Değer miydi Talim Terbiye üyeliği buna? diye hayıflananlar oldu. Arkadaşlar konuşurken ben de Varlık Dergisinde okuduğum, Şinasi Özden’in yazısını anımsadım. Sabahattin Eyuboğlu seçilmiş ünlü yazarlar ve şairler arasında sayılıyor ki, fikirleri sorulmuş. Anımsadığım kadarıyla Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa, Behçet Kemal Çağlar, Reşat Nuri Güntekin, Falih Rıfkı Atay, Fuat Köprülü, gibi kimseler arasında yer almış. Böyle düşündüm ama konuşmalara katılmadım. Böyle düşündümse de Sabahattin Öğretmenin o yazıda söylediklerinden belleğimde en küçük bir esinti bile kalmadığını anlayınca ürperdim. Yazıyı bir daha okumaya karar verdim.
Dersler çoktan başladı deyip duruyoruz, ama kitaplıktaki derslere bugün başlıyoruz. Kitaplığa iki dolap eklendi, yerimiz biraz daha daraldı. Yine de yerleştik. Sabahattin Öğretmen elinde bir kitapla gecikerek geldi. Besbelli o kitabı tanıtacak diye düşünürken öğretmen kitabı, hemen yakınında oturan Fatma Ersan’a uzatarak, yerini tarif ettikten sonra gene oraya yerleştirmesini rica etti.
Bizler Londra’dan, Francis Bacon’dan söz beklerken öğretmen hiç ara vermemiş gibisine bize dönerek:
-İnsan yaşlandıkça daha tutumlu, daha kendisini disipline zorluyor. Sizin yaşınızdayken ben de sizin gibi pek umursamazdım. Örneğin aldığım o kitabı şu anda getirip yerine koymayı düşünmezdim. Oysa şimdi, kitabı yerine yerleştirmekten öte o kitabı arayanların olabileceğini, arayanların içinde bulamadığı için çok üzülenler olabileceğini istesem de istemesem de düşünüyorum. Oysa, geçmiş dönemlerdeki deneyimlerime göre şu anda o kitabı içinizde arayan olmadığını da bilir gibiyim. Ne var ki mantığım, bu tür varsayımları ıskalayıp beni yapılması gerekene yönlendiriyor. Şimdilerde aramızda sezinlediğiniz bu tür farklar, benim bireysel özelliğim değil, yaşımın size nazaran ilerlemiş olmasındır.
Mehmet Toydemir, Mustafa Parlar, Süleyman Koyuncu, Süleyman Karagöz, Mehmet Kocaefe, Hasan Gülel, Arif Işılak parmak kaldırdı. Öğretmen parmak kaldıranları süzdükten sonra gülümseyerek:
-Benim yaşlanmadığımı söylemek isteyenler varsa onlar ellerini indirsin. Onlara şimdiden katılıyorum, daha gencim. Bizde genel bir kanı yaygındır; “İnsanlar kırkından sonra yaşlanırmış!” Kırkıma henüz girdiğime göre yaşlanmaya daha birkaç yılım var. Parmaklar hep indi. Bu kez Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen Hasan’a işaret edince Hasan:
-Siz, Sokrat’ı okudunuz, dilimize çevirdiniz, Sokrat’ın yaşlılığı 70 olarak kabul ettiğini biz sizden öğrendik.
Öğretmen gülümsedi, Hasan’a teşekkür etti. Hepimize dönerek:
-Arkadaşınızın uyarısı hoşuma gitti, ancak bir an duraksadım; siz de katılıyor musunuz buna? Sokrat’ın Savunması’nda böyle bir sahne var mı? İ. Öncesi 469 yılında doğduğu, 399 yılında da ölüm cezasına çarptırıldığı hep söyleniyor da savunmada bu sahne nasıl geçiyor?
Bir an tüm arkadaşlar duraksadı. Böyle bir sahne var, biliyorum ama, toparlayıp nasıl söyleyeceğim? Sustum. Susunca da kafam iyice karıştı kitaptan tek ad, Melatos’u anımsadım. Onda da kararsızım; gerçekten Meletos mu, Menalos mu? Yoksa Truva Savaş Kahramanlarından Agamemnon’un kardeşi ile karıştırıyor muyum? Paris’le Truva’ya kaçan Güzel Helena’nın yavuklusu kimdi? O da Meletos ya da Menalatos gibi bir şeydi. Susmayı yeğledim. Kitabı okumayı öneren oldu. Öğretmen güldü:
-Her unuttuğumuzda kitap açıp okumak da kurtuluş değil, altmış kişiyiz burada, bu altmış beyin, o kitabı gün yüzüne çıkarır. İşte önemli olan da budur! Bunu nasıl yaparız? Olayı, sanırım hep biliyoruz; Sokrates toplumun kurallarına uymadığı gerekçesiyle mahkemeye çıkarılır. Davacılar kimdir? Toplum adına birkaç kişidir, Bu bir kaç kişi toplum adına konuşuyor, nerede? Mahkemede. Halk da bu konuşmaları duyuyor. Burada biraz düşünmek gerekiyor; toplum dediğimiz, ne kadar özgür, özgürlüğünün ne kadarını biliyor ya da kullanıyor! Birileri pervasızca toplum adına toplumun isteğinin tersine o toplumun haklarını koruyor numarası yaparak kendi kısır düşüncelerini öne sürüp, asıl toplum savunucusunu mahkûm edebiliyor. Sokrates’in savunmasında biz, asıl bu tarafı görüp, düşünmeliyiz. Sokrates’in davası bizi, sıradan bir davadan farklı düşündürüyor. Daha doğrusu biz öyle düşünmeliyiz. Bakın davacıları, Menelos falan diye bir yana itemeyiz. Görünürde geri plânda olmakla birlikte oldukça ünlü Aristofanes, şu çok ünlü komedi yazarı da var.
Sabahattin Öğretmen Aristofanes’i sordu. Müzik Bölümündeki arkadaşlar Aristofones hakkında bilgi verdiler. Arkasından da, gelenekleşmiş trajedi olgusuna karşı, daha insancıl komedi yazarlığını Eski Yunan halkına benimseten bir yazarın, küçümsenemeyeceği tartışıldı.
Sabahattin Öğretmen, arkadaşların dediklerine pek katılmamakla birlikte konuşmalardan genelde memnun olmuştu. Daha sonra, gülümseyen bakışlarla dersi sürdüren öğretmenin bu kez yüzü daha da gülümserdi. Başıyla işaret verdikten sonra ellerini birbirine bağlayıp dikkatle yüzlerimize bakarak:
-Belgelere bakarak, geçmişi konuşacaksak, Eski Yunan kültürünü biraz bilmemiz gerekir. Bu kültürün tamamı değilse bile işimize yarayacak bilgilerin büyük bir bölümünü şu birkaç insan aracılığıyla öğrenebiliriz. Bu konuda Sokrates’in Savunması da kilit sayılabilir. Sokrates, çok belirgin bir simge, onu bize tanıtan Eflatun, Eflatun’un yol göstericiliğinin doğruluğunu kanıtlayan öğrencisi Aristoteles, bu üçlü bilinirse Eski Yunan Kültürü tamamlanır demiyorum. Bunlara birkaç ad daha eklerseniz, bu alanda sağlıklı bilgilere ulaşabilirsiniz. Adını verdiğim bu üç insan daha çok bilimsel alanlarda tanınır. Bir de doğrudan Edebiyat alanı vardır. Bunlar da bir üçlü grup olarak anılır. Aiskhilos, Sophokles, Euripides. Bunlara bir de Sokrates düşmanı Aristofanes’i eklerseniz Eski Yunan dünyasını kısmen tanımış olursunuz. Olayın bir de felsefe tarafı vardır, oraya değinmiyoruz. Merak edenler orasını da kurcalarsa işte o zaman gerçek Eski Yunan Kültürünün ne mene bir gelişme gösterdiği anlaşılır.
Sabahattin Öğretmen:
-Bu üç ada dikkat, bunları iyi karşılarsanız, arkasından gelecek başka üçlülere daha çabuk ısınacaksınız! deyip ayrıldı.
Sabahattin öğretmen ayrılınca konuşmalar hızlandı. Ali Bayrak:
-Çıkardı bu Londra masalını, adam gitse, iki lâf etmez mi? Sabahattin Öğretmen öyledir işte, gider de gittiğini söylemez! diyen oldu. Mehmet Kocaefe:
-Sabahattin öğretmen ne söyleyeceğini düşünmeden konuşmaz, göreceksiniz önümüzdeki derslerde neler anlatacak!
Kitaplığa gidilirken bir koşuşturma oluyorsa da Büyük salona dönüşte ağır aksak dönülüyor. Tam yerlerimize oturmuştuk, Yunus Kâzım öğretmen bildiğimiz dolu çantasıyla geldi. Giysileri değişik. Yeni bir ders yılımıza yeni yeni başladığımızı söyledi. Tatilimizin iyi geçip geçmediğini sordu. Mehmet Toydemir parmak kaldırdı. Mehmet Toydemir, önce doğru dürüst tatil yapamadığımızı, staja gitmemize karşın staj falan da görmediğimizi, Talim Terbiye Kurulu olarak bizim okulun işleriyle ilgilenip ilgilenmediklerini sordu. Yunus Kâzım öğretmen elini, çenesine götürdü, bir süre öyle düşündü. Sakin bir sesle:
-Talim Terbiye Kurulu bir icraat kurulu değildir efendim! deyip Mehmet Toydemir’e baktı. Bu kez de Mehmet Toydemir:
-Öyleyse! der demez, öğretmen elini kaldırarak, sözünü bitirmediğini söyledi. Arkasından da:
-Okulların, yasalarla sınırlanan özgürlükleri, onları yönetenlerin gene yasalar muvacehesinde özgürce yönetim hakları vardır. Millî Eğitim Bakanlığı, dışarıdan bir bütün olarak görünse de icraatta, kendi yetkilerini kullanan birimlere bölünmüştür. Bu birimler, otokontrol sistemi içinde görev yaparlar. Yapılan işlerin yasalara uyup uymadığını gözeten bir Teftiş Kurulu vardır.
Öğretmen bunu dedikten sonra bir süre yüzlerimize baktı. Yirmi dolayında parmak birden kalktı. Yunus Kazım öğretmen beklemiyormuş sanırım, parmaklara bakınca kaşlarını kaldırarak alnını kırıştırdıktan sonra:
-Anlatamadım galiba, bizim Kurulumuzun icraat kontrol yetkisi yoktur! dedi.
Birkaç parmak indi ise de çoğunluğun elleri havadaydı. Öğretmen, yüzleri inceler gibi dikkatle bakarak açık açık içlerinden Hasan Özden’i seçti. Hasan Özden konuşunca düzgün konuşur, oldukça da yumuşak bir ses tonu vardır. Hasan Özden:
-Konuşmamızın bu yola dökülmesine neden olan arkadaşımızın söz almaktaki amacı neydi bileniyorum ama, benim de üzerinde durmak istediğime benzer bir tarafını sezer gibi olduğumdan konuşma gereğini duydum. Söyleyeceklerim gerçekten bir görev kusuruysa bunun sorumlusu kimlerdir bilemiyorum ancak bu tür kusurların sıkıntısını bizler çekiyoruz. İstemediğimiz olumsuzluklardan kimseyi sorumlu tutmuyoruz ama ortada bir sorumlu olduğunu seziyoruz. Bunu bilsek doğrudan oraya başvurabiliriz. Sizden sorumlu olarak değil, deneyimleriniz, bu konudaki sağlıklı bilgilerinize güvenerek öğrenmek amacıyla soruyoruz. Geçen iki yılki stajlarımız kesinlikle bize anlatılanlara uygun olmadı. İlkinde Köy Enstitü Müdürleri, bizi gerçek öğretmen olarak karşıladı, gerçek öğretmen görevleri yükledi. Üstelik, bizim okuduğumuz bölümler bile sorulmadan hepimiz, gittiğimiz okulun yarım işlerini tamamlama amacına yönelikti. Güzel Sanatlar Bölümünden giden arkadaşlar, kendi alanlarında çalışamadı. Tarımcı arkadaşlarımız, çevre tarımcılarıyla ilişki kuramadı. Enstitü bölümündeyken de gruplar olarak başka okullara gidiyorduk. O zaman amaç başkaydı, gittiğimiz yerde verilen işi yapıyorduk İnanın ki şimdiki gidişimizde de aynı anlayışla karşılaştık. Bu yılki için bir demeyeceğim, Enstitü yönetimleri böyle olursa bu işin dışındakilerden ne beklenirdi ki? İkinci bir nokta, sanıyorum arkadaşlar da bu konuya değinecekti, geçen gün okulumuza gelen Prof. dr. Enver Ziya Karal, Köy Enstitüleri Müfredat programı yapılırken o konuda çalıştığını, çalışmalarının verimli olması için yapılması gereken yardımcı ögelerin tamamlanmasını beklediğini söyledi. İşte bu beklenti bizi, sizin Talim Terbiye Kurulunuzun bu konudaki görevinin sürdüğü inancımızı güçlendirdi.
Öğretmen Hasan Özden’e teşekkür etti. Bir şeyler söylemek ister gibi hazırlandı, ancak, vazgeçti. Derin bir nefes aldıktan sonra:
-Konu gerçekten önemli, benden duymuş olmayın, (Bunu nezaketen rica edeceğim) yaptığınız toplantılarda bunları, Hakkı Beye anlatmalısınız. Gerçi ben de iletirim ama benimki, bir sohbet havası içinde olur. Oysa sizin sorununuz, sohbet havasını aşan bir olay.
Yunus Kâzım öğretmen bundan sonra gülümseyerek:
-Gene soracağım ama bu kez kesinlikle dersimiz üstüne olacak, soracağınız soru var mı? Gene parmaklar kalktı. Hüseyin Orhan, gezilerde, kendi alanlarında araştırma ya da gözlem yapamadıklarını, gezi zamanlarının, kendi araştırma alanlarına uygun olmadığını söyledi. Hüsnü Yalçın ise, kendi bölümlerini ilgilendiren alanların sorumlularının yaptıkları işleri açıklamaktan sakındıklarını, böylece, içtenlikli bir ilişki kurulamadığını söyledi. Öğretmen, anlatılanı pek açık anlamadığını söyleyince Hasan Üner parmak kaldırdı. Söz verilince Hasan doğrudan:
-Hayvan Bakımı bölümü olarak gittiğimiz haralarda, cins olarak üretildiği söylenen türler hakkında bilgi alamıyoruz, bunları bir giz olarak sakladıklarını söyleyip savuşturuyorlar. Onlar görevli olarak bunu yapmayı ilke edinmiş olabilirler, ancak bizler de onların alanında bilgilenmek için çalışıyoruz, onların bizleri tanımamakta direnmeleri neden?
Öğretmen bu kez de:
-Her bölümden bir arkadaş söz alsın, öteki bölümlerin böyle bir sorunu oluyor mu? deyince Mustafa Saatçi konuştu:
-Az önce konuşan arkadaşa aynen katılıyorum, bizim Bölüm kendi alanında daha yalnız. Bize soruyorlar:
-Sizler motorcu musunuz, kara demirci mi yoksa elektrikçi mi?
Öğretmen gülümsedi. Bu sıra bizim bölümden Azmi Erdoğan söz istedi:
-Bizim bölüm bu bakımdan rahat, biz kimseye, bir şey sormuyoruz, kendimiz götürüyoruz! deyince arkadaşlar güldüler. Hasan Özden bir daha söz istedi. Öğretmen Hasan’a işaret edince Hasan:
-Arkadaş, gergin havayı yumuşatmak için böyle söylemiş olabilir. Aynı toplum içinde dolaşıyoruz, toplumumuz hâlâ bağnaz bir sultanın etkisi altında; o nedenle onları hoş görmeleri de beklenmemeli! Öğretmen gülümsedi:
-Değil mi efendim, maalesef, devairle (dairelerde çalışanlarla) halkın sivri uçları elbirliği ederek eski hastalıklarını sürdürüyorlar. İşin bir de bu tarafı var.
Öğretmen bu kez:
-Bence siz, kimseye muhtaç olmadan derdin devasına teşhis koymuşsunuz. İçine döneceğiniz toplum bu kertede. Küçük yerlerde çalışacaksınız, buna hazırlıklı olmalısınız. Yukardan emirlerle bu işler hemen düzelmiyor. Konuşmalar başlayınca üzülür gibi olmuştum ancak konuştukça rahatladım, hastalığın teşhisi konduğuna göre tedavi süreci insanı cesaretlendirir. Bu sözüm bir teselli değil elbette, elbirliği ederek bu engelleri aşacağız. Bu konuyu bana açtığınız için memnun oldum. Bunlar bizim kuşağın korkulu rüyasıydı. Sizler, sorunlarla burun burunasınız. Elbette zorluklar olacak, ne var ki o korkutan rüyalar dönemi geride kaldı, sizler olayın içindesiniz, güçlü direnciniz, bilgilerle mücehhez inançlarınız var. Davamıza inananlarla iş birliği ederek yolumuzu sürdüreceğiz. Sizin bir şarkınız da bunu söylüyor değil mi efendim?
Öğretmen, gözlerini üzerimizde gezdirirken birileri:
-Yürü, bu yol şeref, zafer yolu-Karşında bekliyor seni tanyeri!
Öğretmen gülümseyerek, bir kez daha:
-Değil mi efendim! diyerek ayrıldı.
Öğretmen çıkınca kısa bir süre arkadaşlar yerlerinden kalkmadı. Ali Bayrak yüksek sesle:
-Vallahi ben bu adamı çok takdir ediyorum, dikkat ediyorsanız hiç kızmıyor! Faik Demir:
-Sen bu sözü bir zaman Rauf İnan için de söylemiştin? Ali Bayrak:
-Kim söyledi? Ne zaman? diye sorunca gülenler oldu. Mestan Yapıcı ekledi:
-Bak buraya yazıyorum, bu sözü bir daha tekrarlama, sonra yalancı olursun!
Birkaç kişi birden:
-O zaten yalancının teki! deyince gülenler oldu:
-Yalancının çifti de mi var?
Bu arada Ali Bayrak’a arka çıkan Ahmet Allı, Mestan Yapıcı’ya sataşmış. Bu tür tartışmalara pek katılmayan Mustafa Parlar, gerçekten parladı:
-Hemşerime sataşma, sonra zararlı çıkarsın!
Bizim masada Mestan Yapıcı konu oldu. Abdullah Erçetin:
-O da benim gibi pek güçlü sayılmaz, nesine güvenerek ortaya atılır? deyince Ekrem Bilgin’le Nihat Şengül birlikte çıkıştılar:
-Ortaya hep güçlüler mi çıkar? Bir deyim aklıma geldi:
-Eti ne, budu ne? Bu sözü duymamışlar varmış, konu atasözlerine, deyimlere dönüştü. Bu konuyu daha önceleri de tartışmıştık “Sil yeni baştan!” derce gene başlattık. Ancak bu kez, elimizde, başvuracak kaynağımız, Deyim, Takım Söz, Meşhur Söz, Atalar Sözü başlıklı bir kitabımız var. Ayrıca Gaziantep Ağzında Atasözleri adlı bir başka kitapçık da çıktı. Bunlara bakabileceğimizi söyleyince tartışma birden kesildi:
-O kitapları bul da bakalım!
İşte, boş tartışmaların önünü kesecek yöntem! Kaynak göster! “Lâfla peynir gemisi yürümez!” Ekrem Bilgin güldü. Belli ki bir şey söyleyecek. Hepimiz ona baktık. Ekrem hiç aldırmadan:
-Lâfla at arabası yürür mü? Ben bunu bekliyordum, hemen söyledim:
-Yürür, hayvanların çektiği tüm arabalar lafla yürür. Sürücü hayvanları arabaya koşar, kırbacı ya da övendireyi alıp “Deh!” deyince arabalar yürür. “Deh!” bir söz değil mi? Ekrem söz bulamayınca:
-Geç kalıyoruz! deyip kalktı. Sahiden geç kalmışız, Bölüm Başkanı bizi kapıda karşıladı. Elinde bir tomar dergi vardı. Pikap masasına bıraktıktan sonra, dergileri korumamı, derginin şimdilerde çıkmadığını, benim de işime yarayacağını söyledi. Musiki dergilerini, daha önce görmüştüm (Konservatuvar Kitaplığında, ancak dışarı vermediklerinden alamamıştım).
Bölüm Başkanı dergilerden birini alarak, sayfaları çevirdi, Necil Kâzım Akses’in resmini gösterdi. Türk Beşleri’nden biri. Sonra hepimiz birer dergi aldık. Bölüm başkanı sordu:
- Ahmet Adnan Saygun’un resmi kimin dergisinde? Kadir Pekgöz’deymiş, öğretmen okumasını söyledi. Kadir, Adnan Saygun’un İzmirli olduğunu, 1908 yılında doğduğunu, Devletçe Avrupa’ya öğrenime gönderildiğini okudu. Ondan sonra öğretmen sözü kendisi aldı, öğrencisi olduğunu, derslerindeki titizliğini, insan olarak çok hoşgörülü olduğunu, Atatürk tarafından çok takdir gördüğünü, Okul Müdürlüğü yanında bestecilik, Orkestra Şefliği gibi önemli görevleri yıllarca sürdürdüğünü anlattı. Bestelerini ad olarak kendisi sıralamak istemediğini, bunları kendimizin yazmamızı söyleyip, Ulvi Cemal Erkin’i sordu. Ulvi Cemal Kâmil Yıldırım’da çıktı. Kâmil Yıldırım dergideki yazıyı okudu. Öğretmen Ulvi Cemal için aileden gelen bir ilgi diyerek Ulvi Cemal ailesinden söz etti. İsteseydi o da öteki kardeşleri gibi politikacı olurdu, ancak o sanatı seçti, dahası kendisi gibi bir seçkin sanatçı piyanist Ferhunde Erkin’le evlenerek, müzik sanatına bağlılığını hayatı boyunca uzatmak istediğini kanıtladı! dedikten sonra Ulvi Cemal Erkin’in eserlerini de kendimizin yazmamızı istedi. Bu kez Cemal Reşit’i sordu. Cemal Reşit Ali Kuş arkadaşın dergisindeymiş, arkadaş okudu. Öğretmen, Cemal Reşit Rey için fazla bilgisi olmadığını, İstanbul’da yetişme olduğunu, ailece müzikle ilgili olduklarını, babasının önemli görevlerde bulunmuş bir kişi olduğunu, çocuklarını da Avrupa’da yetiştirdiğini anlattı. Kendisinin de Remal Reşit Rey’i Onun Yıl Marşı ile tanıdığını ancak sonraları başka eserlerini dinlediğini anlattı. Arkasında. 5. Bestecinin aynı zamanda bir orkestra şefi olduğunu söyledi. Hasan Ferit Alnar. Muttalip Çardak’taymış, Muttalip okudu. Yazının sonunda Öğretmen Muttalip’e takıldı: “Hasan Ferit’in eserini dinledin, sen bize bir iki söz söyle bari!” dedi. Muttalip anımsayamayınca hep birlikte anımsattık: “Kanun Konçertosu!” Muttalip kekremsi bir sesle:
-Sevmezdim keratayı, bana çıktı işte! deyince öğretmen de güldü:
-Muttalip, şansına küs, her zaman insanın gönlündeki çıkmaz! Aman dikkat ilerde yapacağın bir seçimde bunu iyice hesapla! dedi. Muttalip:
-Sormayın öğretmenim, onun korkusunu şimdiden yaşıyorum! Öğretmen yumuşak bir sesle:
-Erkeklerin kaderi, ben yıllarca neden bekledim sanıyorsun?
Öğretmen:
-Türk Beşleri falan deyip iki yıldır, dinlediğimiz konserlerin asıl yöneticisi, Prof, Preatorius, onu da analım, o da bizden biri sayılır, yıllardır ülkemizde. Halil Yıldırım, Prof. Ernst Praetorius’u okudu. Öğretmen dikkatimizi çekti:
-Bakın bizimkilerin nerede ne okuduğu üstüne fazla bir bilgimiz yok. Oysa bu şef. Okuduğu müziklerin yanında felsefe okumuş, kendisi felsefe doktorası vermiştir. Başka bestecileri de anımsayalım, Schumann, Tschaikovski hukuk okumuş, Mendelsshon ya da bir başkası, bilmem ne öğrenimi görmüş, diye okuyoruz. Rus Beşlerininse hepsinin bir başka mesleği var, biri albay, (Cesar Cui orduda albaydır), Borodin kimyacıdır. Kısacası bunların içinde doğru dürüst müzik eğitimi gören sadece Balakirev’dir, ötekiler, kendi çabalarıyla kendilerini yetiştirmiştir. “Nasıl mı?” Çalışarak...
Dergilerde bestecilerin resimlerini gördüm, dergilerden kesmeyi aklıma taktım. Ancak bu dergilerden kesmem söz konusu değil, Anafartalar’daki eski kitapçıda aynı dergileri bulursam alır keserim, diye düşünmüşüm, bulamadım.
Not: Daha sonraları hiçbir yerde bulamadığım fotoğrafları, notlarımı bilgisayara yüklerken ekledim.
Dört ünlü Türk Bestecisi, yukarıdan aşağı A. A. Saygun, U. C. Erkin, N. K. Akses, C. R. Rey
Öğretmen serbest çalışma verince küçük odaya taşınarak, uzun süre çalıştım. Ulvi Cemal Erkin’in eşi Ferhunde Erkin’i anımsadım, konçertolar çalıyor. Ferhunde Erkin falan derken Roji Sabo’yu anımsadım, çok zayıf bedenine karşın gümbür gümbür Liszt çalıyor. Selçuk Öğretmen neden çalmasın? Bu arada Ahmet Adnan Saygun’un İnci’nin kitabı aklıma geldi, gidip içerden almak için kalktığımda salonun boşaldığını görünce İnci’nin Kitabı’nı kuyrukluda tekrarladım.
Akşam yemeğinde Türk Beşlilerini aşıp Rus Beşli’lerini andık. Glinka, Mussorgsky, Borodin, Korsakov, Cezar Cui, Balakirev! Glinka, daha önce. Eserlerini sıralarken adları karıştırdık. Mussorgsky, Boodin, Korsakov’un birer eserini söyledik ama Balakirtev ile Cesar Cui’den ses çıkmadı. Mussorgsky’nin Bir Resim Sergisi’nden Tablolar’ı, Borodin’in Stepte’si, Korçakov’un Şehrazat’ı belleklerimizde.
Yemekten sonra biz Kepirliler Kitaplıkta toplandık, Sami Akıncı ile Yusuf Asıl’dan mektup gelmiş, Yusuf, geçen yıl ayrılmıştı. Bu yıl, geçici olarak öğretmenliğe başlamış. İyi olduğunu yazıyor. Gelecek yıl gelip kaldığı yerden başlayacakmış. Hep sevindik. Halil Basutçu:
-Yusuf’un yaşı zaten küçüktü, geç kalmış sayılmaz! dedi. Sami Akıncı, hastanede yatıyormuş. İyi olduğunu yazıyor. “İyi ise neden hastanede?” Ciğerlerinde az da olsa bir kusur bulunmuş, onun onarımı için yatıyormuş. Bir süre anılara kayıldı; Sami böyle sene mi kaybedecekti? Yoksa Sami, daha önce de bu tür hastalık geçirdi de, korunmak için mi, sanat çalışmalarına katılmıyordu? Belki de okul müdürü bunu bildiğinden onu sürekli korudu. Kooperatif adı altında, küçük bir odada o kooperatif işletirken bizler atölyelerde çalışıyorduk. Uyaranlar oldu:
-Şimdi bunları kurcalamanın ne anlamı var? İki arkadaşımıza da sağlıklar dileyen mektup yazmaya karar verdik. Yusuf Asıl’a Harun Özçelik, Sami Akıncı’ya da İbrahim Ertur yazacak. Her iki mektubu da birlikte imzalayacağız. Bir soru:
-Mehmet Başaran toplantılarımıza katılmıyor, o da mı imzalayacak? Hüseyin Orhan’la Halil Basutçu arka çıktı:
-Ne var bunda? Toplantı başka, mektup başka, ne olur imzalarsa? Arkadaşlar haklı bulundu:
- O da bizim gibi onların arkadaşı, neden ayrı bırakılsın!
Yatınca da arkadaşları düşündüm, özellikle Yusuf Asıl’la daha yakındım, o benim köyüme gelmiş ben de onun köyüne gitmiştim. Babası gözümün önüne geldi, Ali Ağabeyim yaşlarındaydı. Tavırlarında da benzerlik görmüştüm. Geçen yıl, Yusuf hastalanıp Ankara Numune Hastanesine yatınca, Harun Özçelik mektupla durumu bildirince kalkıp Ankara’ya gelmiş, oğlunu hastanede bulmuş. Bunun bir baba için ne denli zor, üzücü ir olay olduğunu düşündüm. O sessiz, çekingen adam, kapı kapı dolaşarak oğlunu aramış. Buna neden olan Hırsız Durmuş Ali de birileri tarafından korunmuştu. Müdür Rauf İnan, bir kez daha gözümden düştü…
14 Kasım 1945 Çarşamba
İlk söz, Doç’la başlarsa bilin ki o gün çarşambadır. Burhan Güvenir de benimsemiş olmalı, giderek karşı koymaları yumuşadı. Sabri Taşkın’a geçmişte küfürlü karşılık vermişti. Dikkat ettim, bu sabah farklı çıkış yaptı. Sabri:
-Sen havayı koklamışsındır, yazılı falan var mı? diye sorunca
Burhan Güvenir hava koklamasını ayniyle iade ettikten sonra yazılının olmayacağına inandığını söyledi. Ardından da:
-Köylerimiz hakkında bilgi toplayabilir! dedi. Köylerimiz hakkında bilgi, daha doğrusu kendi köylerimizi tanıtmamızı istemişti. Ancak bunlar daha çok sayısal bilgiler olacaktı. (İstatistik bilgiler) Ben bunu hazırlamıştım, kimi arkadaşlar gibi ah, vah etmeden konuşmaları dinledim. Görevim gereği haftanın ilk günlerinde yatakhaneyi sonra terk ediyorum. Yatakların düzgün bırakılması, dolapların kapanması, ortalıkta eşya bırakılmamasını kontrol ediyorum. Biliyorum ki benden sonra Darahinili (yeni öğrendim, orası Doğu Anadolu’da dağlık bir yermiş) gelip kontrol edecek. Kasım ayını yarı ediyorum, şimdiye dek bir kaz olmadı, dilerim bundan sonra da bir takaza çıkmaz.
Kahvaltıda arkadaşlar bir ağızdan kendi köyleri üstüne konuşmaya başladı.
Halil Yıldırım çok rahat:
-Vallahi azizim, benim köyümü benden iyi bilen yok nasıl olsa, bildiğim atarım!
Gülenler oldu. Ekrem Bilgin sordu:
-Sen köyünü bilmiyor musun niçin atacaksın? Halil Yıldırım:
-Söz gelimi dedim.
Hemşerim Kadir bu konuda kuşkular içinde; bana sordu:
-Abi kusurlarımı çıkarmazsın değil mi? Arkadaşlar bize baktı. Ben söz verdim ama bakan gözlerdeki soru işaretleri sürüyordu. Kadir Pekgöz kendisi açıkladı:
-Abi, bizim köyü benden iyi bilir. Bizim köydekiler de onu benden daha iyi tanır.
Kadir böyle deyince içimden gülmek geçti, sahiden bir kez Kepirtepe’den birlikte döndüğümüzde Hamitabat Köyünde Yukarı Kahveler diye anılan bir dizi kahvenin birine uğradığımızda kahvedekiler, beni adımla anarak karşılamış, Kadir’i de bana sormuşlardı:
-Arkadaşın nereli? diye. Ondan sonra Kadir bir daha benimle o yoldan kendi köylerine girmek istememişti. Bunu anlatmadım, doğal olarak ancak hemşerim Kadir’in gerçeği de buydu. Bunun bana göre başka nedenleri vardı. Kadir’in ağabeyi Hüseyin çok girgin, tatlı dilli biridir. Kadir onun yanında dışlanmış gibidir. Öte yandan benim tanınmam da benim marifetim değil, babamın kahveci oluşu, Ali Ağabeyimin sürekli o köyle ilişkisi olması, ayrıca benim orada okumam, Kadir’e göre beni tanıyanları çoğaltan etkenlerdir.
Doç. İbrahim Yasa, atkısı boynunda pardesüsü sırtında geldi, “Kış geldi! diyorlar, önlemini almalıyız!” deyip gülümsedi. Kimse bir şey demedi an herkesin merakı oldu sanırım, ortalıkta pipo yoktu. Öğretmen pardesüsünü katlayıp koyunca aranır gibi yaptıktan sonra bize dönerek:
-Alışkanlıklar böyledir işte, atkıydı pardesüydü derken, pipoyo almamışım, almadığım pipoyu aramam önemli değil mi? İnanın ki pipo aklımda yoktu ama ellerim, gözlerim arayış içindeydi. Aklıma pipo ondan sonra geldi. Sizler gençsiniz bu denli dalgınlık yapmazsınız! deyip bakınca Sakallı Ahmet:
-Biz zaten pipo içmiyoruz! deyiverdi. Doğrudan gülen olmadı ama gene de “Hık, mık” sesleri oldu, sandalyeler yer değiştirdi. İlk konuşan Süleyman Karagöz havayı değiştirdi:
-Dersinize başlamadan sormak istedim: Arkadaşlar bitirme tezlerini seçmeye başladı, ben tezimi sizin dersinizle ilgili almak istiyorum, sizinle bu konuda ne zaman görüşebilirim? dedi.
Öğretmen çok hoşnut bir görüntüyle teşekkür etti, kendisiyle bu konuda her gördüğü yerde konuşabileceğini söyledi. Başka arkadaşlar da parmak kaldırdı, öğretmen aynı konuda herkese, her dakika yardıma hazır olduğunu söyledi. İsteklilerin çokluğunu gören öğretmen hepimize dönerek:
-İsterseniz bugün genel bir konu olan bu tezler üstünde konuşalım. Benim bu konuda da araştırmalarım var! dedi. Arkadaşlar “İsteriz” deyince, öğretmen gene Süleyman Karagöz’e dönerek ilini, köyünü sordu. Süleyman Karagöz ilinin Afyonkarahisar olduğunu söyleyince öğretmen bu kez de:
-Bak işte, hep merak ederim, Afyon köylerini işgal eden Yunanlıların yaptığı tahribatları duymak isterim! dedi. Bize dönerek:
-Canlı bir tanık değil mi? dedi. Süleyman Karagöz:
-Bu konuda üzgünüm ama size sağlıklı bilgi veremeyeceğim, çünkü köylülerim öylesi bilgiler anlatmıyorlar. Savaş korkusu yaşamışlar ama savaşanlarla yüz yüze kalmamışlar.
Afyonkarahisarlı olan Fakı Yörük parmak kaldırdı, o da tüm köylerin savaş alanı içinde olmadığını, olanların da belli bir süre bu sıkıntıyı çektiğini, ancak savaşı anlatacak derecede savaşa tanık olmadıklarını tekrarladı. Öğretmen bu kez:
-Canım ben sizden savaşların anlatılmasını istemiyorum, o sıkıntıları yaşayanlar, geçmişte kalan o acı günleri nasıl değerlendiriyorlar?
Hasan Özden söz istedi. Önce ortaya konuştu:
-Köylüler, tüm köylüler savaşların sıkıntılarını çekerler. Kurtuluş Savaşında da tüm Türkiye köyleri bu sıkıntıyı çekmiştir. Ancak köylüler, bu sıkıntıyı unutmazlar ama ayrıntıya inerek olayları anlatmazlar. Kısacası onlar sadece sonuçları bellerler. Öğretmen bu kez:
-Ben Afyon’la çevresi köylerini düşünmüştüm, yangının büyüğü oradaydı. Bu kez de Harun Özçelik:
-Biz Trakyalılar için yangının en büyüğü Trakya’da oldu, Yunan askeri savaşsız girdi, Trakya’yı iki yıl soydu, sonra da defolup gitti.
Öğretmen bu kez değişik bir yöntemle amacına ulaşabileceğini söyleyerek Süleyman Karagöz’e dönerek:
- Tez konunu kendi köyün için mi alacaksın? Köyünün, geçmişini irdelerken bunlara da değinirsin. Öteki arkadaşlara dönen öğretmen Mehmet Kocaefe’ye baktı. Mehmet Kocaefe konuşmaya başlarken onun adını sordu. Kocaefe sözünü duyunca, arkadaş sözünü bitirmeden ona:
-Sen şu efeleri, Efeliği alsana! dedi. Meğer Efelik üstünde duranlar varmış öğretmen bu kez Efeleri ele aldı. Köylülerin Efelere karşı tavırları, Efeler hangi tip ailelerden çıkıyor, köyünde efelik taslayanlar var mı? soruları sürdü. Efeler diyarı olarak söylenen Ege Bölgesi illeri İzmir, Aydın, Manisa, Denizli, Muğla illerinden olan arkadaşlar neredeyse illere göre bölünerek Efeliği değişik anladıklarını ortaya sürdüler. Efelik üstüne benim de bilgilerim vardı; özellikle Demirci Mehmet Efe üstüne oldukça bilgiliydim. Bir ara ortaya çıkmayı düşündüm. Ancak konuşan arkadaşların genelliklere efsaneleşmiş Efe olaylarına daha doğrusu Efe şarkılarındaki olaylara sarılmalarını görünce vazgeçtim. Çakırcalı Efe, Kamalı Efe, Yörük Ali. Sökeli Ali Efe, Gökçen Efe adları geçti. Bu arada bizim Efe Hasan Çakı’yı unutmamalarını söyledim. Gülenler oldu. Öğretmen, Efeler üstüne heyecanlı konuşmaları görünce sordu:
-Efeler konusunda bana yardımcı olacak var mı? Ben bu konu üstünde durmak istiyorum! deyince bir grup söz verdi. Çoğunluğu Aydın ilinden olan arkadaşlar ilgimi çekti:
-Efeleri, İzmir’den çok Aydın benimsiyor sanırım.
Yörük Ali şarkısını biliyordum, az düşününce anımsadım.
“Şu Dalma’dan geçtin mi, - Soğuk sular içtin mi,Efelerin içinde, -Yörük de Ali’yi seçtin mi?Hey gidinin efesi, efesi, - Efelerin efesi!Şu Dalma’ nın çeşmesi -Ne hoş olur içmesi,Yörük Ali’yi sorarsan -Efelerin seçmesi,Hey gidinin efesi, efesi -Efelerin efesi.Cepkenini kolları, -Parıldıyor pulları,Yörük de Ali geliyor, -Açıl Aydın yolları.Hey gidinin efesi, efesi, -Efelerin efesi…. .Öğle yemeğinde de dersimiz devam etti. Derslikte susan arkadaşımız Ekrem Bilgin meğerse efelerin kaynak merkezindenmiş. Adı geçen efelerin en ünlülerini getirip kendi ilçesine yasladı. Ayrıca İzmir şarkısı olan İzmir’in Kavakları Efe şarkısına da Ödemiş damgasını vurdu. İzmir’in Kavakları değil, gerçeği Ödemiş kavaklarıymış. Güldük ama Ekrem Bilgin bilmediğimiz bir şeyler de söylüyor. Çakıcı ile Kamalı Zeybeklerin köylerini söylüyor, kimi olaylarını anlatıyor. Ünlü Çakırcalı Efe’nin köyünden, soyundan olanları anlatıyor. Çakırcalı Efe’nin köyü ile Ödemiş uzaklığının iki saat kadar (8-10 km) olduğunu söyleyecek derecede açık konuşunca duraksadım. Arkadaşlar şakalarını sürdürdü ama ben oraya bir nokta koydum. Ekrem bu konuda oldukça ciddi. Ancak anlattığı Çakırcalı ile Çakıcı Efeler konusunda tam aydınlanamadım; bunlar aynı kişi mi? Çakırcalı, Çakıcı? Şarkıdaki Çakıcı, gerçekte Çakırcalı Efe midir?
“Kamalı da zeybek vuruldu, yar fidan boylum; Çakıcı’ya sözüm yok!” Şarkı böyle diyor.
Konuşmalarımız tamamlanmadan kalktık. Bölüm Başkanı gelmiş olabilir! Gerçekten Bölüm Başkanı gelmiş. “Beni çok bekletmediniz, teşekkür ederim!” dedi sesinde bir sitem var gibiydi. Hemen yerlerimize oturduk. Teorik Müzik dediği bir ders var. Salt sorular soruyor. Müzik konusunda bilmece gibi bir olay. Mazurka nedir? Hangi ülkeden yayılmıştır? Mussorgsky’nin ünlü piyano eserinin konusu nedir? İrlanda Adası için hangi besteci eser yazmıştır? Rus bestecilerden hangisinin mesleği subaylıktır? Kanun konçertosuu besteleyen bestecimizin adını söyleyiniz. Senfoni orkestralarında bulunan yaylı çalgıları söyleyiniz. Stadivari kemanlarının özelliği nedir? v.b. türü sorular soruyor. Genellikle bildiğim sorular. Arkadaşların bunları bilememelerine de ben şaşıyorum. Biri ikisi neyse ama, söz gelimi her hafta konserlerini izlediğiniz Hasan Ferit Alnar nasıl bilinmez? Mussorgsky’nin Bir Resim Sergisinden Tablolar üzerinde o denli durduk ki, Malik Aksel Öğretmen bile bize bu konuda bir güzel örnek oldu. Tabloların adlarını birer birer söyleyince aylarca bunu konuştuk. Şimdi sorulsa, Kief Kapısı dışındakileri ben de bilemem ama Mussorgsky’nin eserini unutmam.
Bölüm Başkanı bu kez, sorularını, Porte üstündeki işaretlerden başlayıp sürdürdü:
- Da copa, Presto, 4 vuruşluk es işareti, menuet, Barcarol, soprano ses aralıkları. Fa anahtarı, Kontrbas, diyapazon! Barcarol’u tanımlamada biraz kargaşaya düştükse de kendi söylediğimiz Offenbach Barcarol’un bildiğimiz özelliklerini sıralayınca başarılı sayıldık, sonunda da Barcarol’u söyledik:
Akşam olunca kalpteki ağrılar dinerGecenin sükûneti her tarafa siner,Bir sessizlik iner, ah!Gel güzel gece, güzel gece!...
Serbest çalışmada uzun süre Mozart Lehrer bölümünü çalıştım. Benim bölüm kadar zevkli değil ama diretiyorum.
Başlangıçta Okul Müdürü Rauf İnan’a çok kızmıştım ama, değmezmiş, belki daha bile iyi oldu. Birinci sınıflar beni tanıdı. Kepirtepe’de zaman zaman “Abi!” diyerek yaklaşan Recep Türköz’e kızdığım oluyordu; geçen gün karşılaşınca bana:
-Kepirtepe’ deki gibisin abi, orada da hep böyle ön sıralardaydın, burada da! dedi. “Öyle mi?” deyip geçtim ama, Recep Türköz haklıydı; özellikle bu seçimden sonra daha çok ortalığa çıkmış oldum.
Yemekte duyuruldu, arkadaşlarımız 53 Ali’den Yusuf Asıl’dan mektup alan olmuş, Kitaplıkta toplandık. 53 Ali’nin bir adı da Baba Ali idi. Neden öyle denmişti, bunu bir türlü öğrenememiştim. Birbirinden ayrılmaz üç aynı köylü arkadaştılar. Sefer Tunca en yaşlılarıydı. Ona yakın yaşlısı Fettah Biricik biraz geçimsizdi, birçok arkadaşla yaklaşıp uzaklaşıyordu. En küçükleri Ali, oldukça uyumluydu, yaşına yakınlarla özellikle 4 Mehmet, 28 İdris Destan, 61 Hasan Üner’le iyi arkadaştı. Birlikte geçirdiğimiz beş yıl içinde bu üç hemşeri arasında bir çatlama olmadığı gibi en küçükleri Ali Önol’un öteki arkadaşlarla da bir sorunu olmamıştı. Buna karşın Baba Ali lâkabı almıştı. İlginç, mektubu dinlerken öğrendim. Üç hemşeri, anlaşarak köylerine dönmüştü. Üçlünün iki büyüğü Sefer’le Fettah kendi köylerini Ali’ye bırakıp başka köylere gitmişler. Baba Ali’nin kendisinden çok Sefer’le Fettah’tan söz etmesi de dikkatimi çekti; Üç Ahbap Çavuşluk orada da sürüyor besbelli.
Yusuf Asıl sevinçle öğretmenliğe başlamış, “Gelecek yıl size katılacağım!” diyor. Bunun olanaksız olduğunu o da biliyor ama söz gelimi söylüyor. Gelecek yıl bizler de kim bilir nerelerde olacağız? Benim yüreğimden burası geçiyor ama, dilimden Kars/Cilavuz, Trabzon/ Beşikdüzü düşmüyor.
Yatınca bir süre deniz kıyısında kurulduğunu duyduğumuz Beşikdüzü’yü kafamda canlandırmaya çalıştım. Arifiye Köy Enstitüsü de göl kıyısında. Ne gölü? Göle yaklaşmak için oldukça ara var. Beşikdüzü de öyledir, deniz dibinde olacak değil ya! Tekirdağ’ın On evlerini düşündüm, Kuş kafesi gibi denizin üstünde! Öyle denize yakın yaşayanlar da vardır
15 Kasım 1945 Perşembe
Hamdi Keskin öğretmen Ali Şir Nevaî için son sözü söylemiş gibi ayrıldı ama belli olmaz, bir soruyla da dönebilir? Böyle dedim ama Ali Şir Nevaî için de söyleyecek fazla sözüm yok. Herkes ne yapacaksa ben de onu! deyip defteri kapattım.
Kahvaltıda, seçilen edebiyatçılardan söz edildi. Gerçekte daha kimse kesin bir seçim yapmamış. Söylenen adlar arasında baktım şairler yok. Ahmet Mithat Efendi, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Halit Ziya Uşaklıgil, adları ortalıkta dolaşıyor. Önce Namık Kemal’i arkasından Tevfik Fikret’i daha sonra da Faruk Nafiz Çamlıbel’i önerdim. Onlardan şiir ezberleme zorunluğu olur diye kaçınıyorlar. Ben de buna şaşıyorum, şiir ezberlemek bu kadar zor bir olay mı? Abdullah Erçetin’le Kadir Pekgöz’ü tanık göstererek arkadaşımız Halil Basutçu’nun Akın piyesindeki rolü, saymadım ama yüzlerce beyitti, arkadaş onu rahatça ezberlemişti. Ayrıca hafızlar kutsal kitap Kuran’ı ezberliyor, onun yanında kısacık bir şiirden korkulur mu?
“Arkadaşımız Kâmil Yıldırım sayfalar dolusu rolleri ezberliyor!” demeye kalmadı bu kez Kâmil, karşı çıktı:
-O başka, o başka! Tartışmadım, ancak Faruk Nafiz Çamlıbel’den Secere ile Ali şiirlerini okudum. Bu kez Nihat Şengül Çoban Çeşmesi’ni istedi onu da okudum, Alkışladılar:
-Sen alışmışsın!
Hamdi Keskin öğretmen elinde siyah ciltli bir kitapla geldi. Görüntüsü bakımından romanı andırıyordu. Masaya koyarak söze başladı. Beklemediğimiz bir girişti bu; Açıkhava sahnemizin az ilerisindeki Venüs heykelinden söz etti. Ben gibi tüm Güzel Sanatlarla Yapıcılık Bölümündeki arkadaşlar, söylenenleri biliyorduk. Öğretmen Osmanlı Döneminde sanat sorunu olmadığını, güzelim eserlerin Avrupa’ya kaçırıldığını anlattıktan sonra kitabı kaldırarak gösterdi:
-İşte bu da onlardan biri, ne Roma, ne Bizans ne de Abbasî kalıntısı, hepimizin bağrımıza bastığımız, mezarı bile paylaşılamayan Yunus Emre Divanı! deyip kitabı alıp açar gibi yaptı ama bakıp okumadan konuştu:
-Asya’dan nice kavimleri hep Batı’ya bugün Avrupa dediğimiz kıtaya yönelmişlerdir. Dorlar, Etrüskler, Keltler, daha başkaları. Benim aklımda kalanlar, sizler bunları tarih derslerinizde daha yenilerde okudunuz, bilirsiniz. Dorlar, Yunan Yarımadası’na indi, orada büyük bir uygarlık kurdu. Etrüskler de öyle, sonradan Roma olarak tanınan büyük bir uygarlığın temelini attılar. Keltler, tarih içinden kendilerinden pek söz ettirmediler ama günümüz İngiliz ulusunun ataları sıfatını taşıyorlar. Bunlar, tarihin bize bildirdiği kavimler. Kavimler göçleri bunlarla kesilmemiş, dalga dalga bunları başkaları izlemiş. İşte bunlardan bir bölümü o denli uzağa gitmeyip, bizim Anadolu’muza yerleşmiş. Hititleri, Frikleri kast etmiyorum, 1071’den sonra gelen bizim atalarımızı, Oğuz Boyları, Selçukiler, bir bölümü kesin yerleşmeyi bir türlü benimsemeyen güneydeki aşiretler, Türkmen Boyları. Sonradan bunlara dayanarak koca bir imparatorluk kuran Osmanlıların temeli bu küçük göç kümelerinin üstüne dayandırılmıştır. Bildiğimiz gibi Osmanlı Devleti bir küçük Beylik olarak 1299 yılında kurulmuştur. O kurulduğu sıralarda Anadolu’da daha birçok Beylikler vardı. Bunlar köken olarak hep Asya’dan göçen Türk boylarıydı ama o zamanların koşulları içinde küçük birimler olarak yönetimlere bölünmüşlerdi Her Birim’in kendine özgü yönetimi oluyordu. Bu birim yönetimleri pek uzun ömürlü olmamakla birlikte kendine özgü kurumlar oluşturmuştu. Bu değişik kurumlaşma onlarda giderek insanların çok farklı yaşam anlayışı gelişmesine yol açtı. Daha sonra arka arkaya gelen Haçlı Seferleri (1090-1270 arası 180 yıl), bu yetmemiş gibi bir de Cengiz ya da Mogol İmparatorluğu istilâları, Anadolu insanını bunaltmıştı. Bu bunalımdan kurtulmak isteyen Anadolu insanı kendine avuntular arıyordu. Ancak parça bölük yönetimler altında olduklarından rahat bir buluşma ortamı yoktu. Bu nedenle arayışlar birbirini andırmakla birlikte kopuk kopuk olmuştu. İşte bu sıralarda gerçekle düşlerin karıştığı bir süreç yaşandı. Günümüzdeki tarikatların çoğunun doğuşu o günlere dayanır. İşte bu dönemlerde gerçekten yaşamış, gönüllerde taht kurmuş bir Türk büyüğü Yunus Emre’dir. Gerçekten yaşamıştır, bakın elimizde söylediklerini kanıtlayan eseri vardır. Buna karşın yaşamı üstüne anlatılanlar, olağanüstü bir yaşam olarak gösterilmesi onu efsaneleştirmektedir. Bu durum, salt Anadolu halkı için söylenemez, ata yurdundan göç edenlerin ortak yanlarıdır. Bu konuda elimizde bol kaynak olmamasına karşın toplumların, geçmişiyle hepten kopmadığını biliyoruz. Bakın, günümüzde zengin olmak için anlatılan şarkıları filmlerden zaman zaman dinliyoruz. İşte bizim atalarımız da böyle özlemler içinde gelip Anadolu’ya yerleştiler. Yerleştikleri yerler, eski uygarlıkların kurulduğu, kendi bıraktıkları topraklara göre daha işlenmiş, barınaklar daha da gelişmişti. Çoğu kişi yerini bırakıp gitmiş olmakla birlikte kalanlar yaşamlarını sürdürüyordu. Onlarla birdenbire kaynaşmak söz konusu olamazdı, çünkü dünya hatta ahret görüşleri çok farklıydı. Uzun süre yaklaşım kurulamadı. Bu şu demekti, gelenler, dilediği gibi Anadolu’ya yayılamadı, doğal sınırlar dışında, yerli yabancı ayırımları oldu. Böylece gelenler, çoğu kez birbirinden ayrı çevrelerde kalmış oluyordu. İşte bu nedenle sonradan değişik adlarla tarihten öğrendiğimiz Beylikler oluşmuştu. Yüz yıldan fazla süren bu ayrılıklar, kuşaklar arasında duygu ve düşünce farkı da yarattı. Ancak farklı da olsa yeni yerlerinde yeni bir yaşam biçimi üreten Türk Boyları, yeni yaşamlarında dinsel alanlarda da arayışta bulunmuşlardır. Anayurtta seçerek girdikleri İslâmlık boyutları içinde geleneksel söylemlere de önem verdiklerinden Masal dönemlerinden kalma kerâmet menkıbelerini de yaşatmışlardır. İşte bunlardan birisi şairimiz Yunus Emre’nin de arasına karıştırıldığı Güvercin Hikâyesidir. Yunus Emre anılınca bu hikâye de ortaya getirildiğinden biz de değinip geçeceğiz. Yunus Emre için bir Bektaşi ozanı diyenler vardır. Bektaşilik biliyorsunuz, Anadolu’da oldukça yaygın bir dinsel mezheptir. Kurucusu olarak Hacı Bektaş Veli gösterildiğinden Bektaşilik olarak anılır. Yukarda değindiğim gibi, Türk Boyları, gelirken, birlikte geleneklerini de getirdi demiştik. Kimilerine göre bunda da bir ikircil durum vardır. Çünkü onlar bu tarikatın ilkelerini geçen yıl kısa da olsa adını andığımız Ahmet Yesevî’nin kurduğu görüşündedirler. Bizim konumuz Yunus Emre olduğu için o tartışmaya kaymayacağız. Gerçek olan bir yan varsa Hacı Bektaş Veli Anadolu’da mezkûn günümüzde de aynı adla anılan mahalde yaşamıştır. Destansı konu, Hacı Bektaş Veli’nin oraya gelişidir. İnananlar derki:
-Hacı Bektaş Veli bir ermiştir, gelmek onun için sorun mu? Uçup gelir. Nasıl uçacak? Kuş olarak. Hacı Bektaş da kuş, daha doğrusu bir beyaz güvercin olarak Anadolu’ya gelir. Ne var ki o zamanki Anadolu yırtıcı kuşlarla doludur. Beyaz güvercin oldukça zorlu bir maceradan sonra Hacı Bektaş’a gelir, yorgun, teli teleği kanlı, bir harman içinde çöpünden arınmış bir darı yığınına konar. Darı yığınları, tepesine konan bir güvercini kesinlikle tutmaz, dağılır. Ancak bunda sanki darı yığını üstünde bir şey yok gibi durmaktadır. Harman sahibi yaşlı bir ninedir, olağan dışı bir olayla karşılaştığını sezip güvercini dikkatle alarak odasına götürür. Sabah olunca odada yorgun bir insanla karşılaşır. İşte Hacı Bektaş, şimdi onun adını taşıyan Hacı Bektaş’a (Suluca Höyük’e) böyle getirilmiştir. Getirilmiştir, diyorum kim getiriyor? Halk, halkın, yüz yıllar boyu söylenceleri. Peki bizim Yunus Emre bu destanın neresinde? Hacı Bektaş Veli gelir de Yunus onu duymaz mı? O da koşar gelir başkalarına bakarak. Ancak insanların bu ermişten neler istediklerini pek sezemez, huzura varınca dili tutulur, buğday ister. Alır buğdayını yurduna dönerken pişmanlık duyar:
-Neden başka şeyler istememiştir? Döner ama bu kez beklemediği bir cevap alır:
-Senin kısmetin Taptuk’a verildi! Taptuk da bir ermiştir. Yunus Taptuk’a baş vurur. Tam 40 yıl sorusuna cevap bekler. Bu süreçte yaptığı iş ise dergâha odun taşımaktır. Uzun, sabırlı bir yaşam sonunda Yunus Emre karşımıza çıkar; eşi benzeri gelmemiş, görülmemiş, geçen konuşmalarımızda andığımız Ali Şîr Nevaî’nin gözünden kaçmış olacak, onun da özlemini duyduğu duru Türkçe binlerle şiir. Binlerle diyorum, bu halkımıza dayanarak söylüyorum. Her dönemde güzele, doğruya, yararlıya karşı olan yobazlar Yunus Emre’ye de musallat olmuştur. Ölümünden sonra bir yobaz güruhu Molla Kasım adlı bir celladın buyruğuyla Yunus Emre’nin şiirlerini toplayıp yararlı-zararlı ayırımı yaparak zararlı dediklerini suya atarlar. Uzun bir atıştan sonra sırada bir şiir onları duraksatır. Şiirde şöyle bir mahlâz beyit vardır:
“Derviş Yunus her sözü eğri büğrü söyleme, Seni sigaya (sorguya) çeken bir Molla Kasım gelir!
Yobaz Molla Kasım, elindeki şiirleri bıraktığı gibi cübbesini toplayıp toz olup gitmiştir. Derler ki, elimizdeki şiirler, ancak Yunus’un Molla Kasım keferesinin suya atamadığı şiirlerdir. Bu da halkın, bir Yunus Emre ödülü olabilir. Belki Molla Kasım da öyledir. Bizi ilgilendiren taraf halkın, sevdiği, kendinden saydığı kimseleri nasıl bağrına bastığıdır.
Öğretmen kitabı alıp Molla Kasım geçen şiirini okudu.
Dervişim Diyene! Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir,Seğirtiben sesine vurup yetesim gelir.Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir,Varıp onun üstünde evler yapasım gelir.Altında gayya vardır, içi nûr ile pürdür,Varuban ol gölgede biraz yatasım gelir.Oda gölge der isem ta’nitmeyin hocalar,Hatırınız hol olsun, yanıp tütesin gelir.Ben günahımca yanam, rahmet suyuyla yunam,İki kanat takınıp biraz uçasım gelir.Derviş Yunus bu sözü, eğri büğrü söyleme,Seni sigaya çeken bir Molla kasım gelir.
Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın burada, kesinlikle halkın parmağı vardır. Ya Molla Kasım yaşadı, Pir Sultan Abdal’ın Hızır Paşası, Nef’i’nin Bayram Paşası, Halk ozanı Köroğlu’da olduğu gibi Bolu Beyi gibi şairle didişti, halk gözünde olumsuz bir iz bıraktı ya da Yunus Emre’nin bu şiirindeki Molla Kasım’ı yaşamışça canlı tutarak günümüze dek getirdi. Tarihte sayısız örneği olan acımasız yöneticiler her dönemde olduğundan böylesine inanmamak elde değildir.
Öğretmen kitabı kapatırken, gülümseyerek:
-Seni tekrar açacağız! Tamamen kapatmadık! deyip ayrıldı.
Bizim küçük Almanca grubu salonu terk edip kitaplığa geçtik. Dersten sonra yer değiştirmek bir bakıma iyi oluyor. Kapıda Bella ile karşılaştım. Tahir Bey bu sıra sürekli iş veriyormuş. Ben de takıldım:
-Almanca ödevlerimi yapamıyorum, hani yardım edecektin? Bella, dik dik bakarak “Söyledin mi ki?” diye sordu. “Şaka!” deyip kitaplığa girdim. Doç. Niyazi Çitakoğlu, oldukça geç geldi. Arkadaşlar, akşamki mektuplardan söz ettiler. Arif Kalkan oğlunu, İsmet Yanar kızı büyütüyor, Sefer Tunca evlenmiş, Hilmi Altınsoy’dan bir haber yok. Öğretmen gelince sesler kesildi.
Öğretmenin elinde bir Almanca dergi, resimler dolu. Almanya’nın ünlü kentlerinden biri olan Nurnberg’de büyük bir mahkeme kurulmuş. Yargıçlar, savcılar, Amerikalı, İngiliz, Sovyetler Birliğinden oluşuyormuş. Almanya’nın savaş suçluları yargılanacakmış. Yargılanacakların bazıları resimlerde var. Arkadaşlar, dersi atlatmak amacıyla soru soruyorlar. Öğretmen gerçekten üzgün. Almanları sevdiğinden falan değil, “Onlar, emir kulu, zaten o savaşın acısını çekmişler, şimdi bunun anlamı ne?” diyor.
Öğretmen arkadaşların ilgisini iyi niyetli olarak algıladığından resimlerin altlarındaki yazıları bile çevirdi. Fotoğraflar arasında benim ilgimi Rudolf Hess çekti. O da suçlular arasında. Oysa o daha savaş başlar başlamaz İngiltere’ye kaçmış, savaşta bir suç işlememişti. Öğretmene onu sordum. Öğretmen:
-Savaş öncesi, Adolf Hitler’i destekledi, Alman Gençliğini Hitler’e o hazırlayıp teslim etti. Giderek Hitler’in gözünden düşünce bu kez kurtuluşu kaçmakta buldu ama, canlarını yaktıkları onu affetmedi. dedi.
Öğretmen daha sonra Schiller Balad’lardan okudu. Bunları geçen yıl da okumuştuk. Öğretmen Harun Özçelik’i tahtaya kaldırıp cümleler yazdırdı.
Harun yüksek sesle yazdıklarını da seslendirdi. Harun’un okuyuşundan sözleri, daha önce duymuşluğumuzu, gülümseyen bakışlardan anlamış gibi olmuştuk.
Küçük odaya çekilince 4 el, sonatın önce Schuler, sonra da Lehrer bölümlerini birkaç kez tekrarladım. Bir yandan da akşam bana söz düşerse neler söyleyebileceğimi düşündüm. Şiir konusunda daha fazla konuşmamam gerektiğini, çıkan şiirleri Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin yeterli bulduğunu öğrenince konuşmanın bir anlamı olmayacağını anlamıştım. Gene de bir öneride bulunabileceğime karar verdim. “Varlık Dergisi’nde çıkan yeni şiirlerden her sayıda bir örnek konulamaz mı? Örneğin Cahit Sıtkı Tarancı ya da ötekilerden biri pekâlâ alınabilir.”
Buluşuma sevindim, arkadaşları gücendirmeden bu düşüncemi benimsetirsem, uzak köşelerdeki Enstitü öğrencileri de beğenilen bir şiiri böylece okumuş olacaklardır. Varlık Dergisi’nde tanıdığım, şiirlerini defterime aldığım şairleri sıraladım, Şinasi Özden, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas, Rifat Ilgaz, Necati Cumalı, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Fazıl Hüsnü, Nahit Ulvi, Özdemir Asaf. Behçet Kemal’i de sayabilirim ama onun sesini radyodan herkes duyup adını bellediği için saymıyorum.
Yemekte takılmalar oldu, üstüme alınmadım. Önce Bella’dan söz açıldı, “Eskiden sık geliyordu, şimdilerde ayağını kesti!” dediler. Kâmil Yıldırım beni göstererek:
-Onu İbrahim’den sormalı! deyince ben de nedenini sordum. Halil Yıldırım:
-Hepimizden çok sen ilgileniyordun! Ekrem Bilgin:
-Kızı korkuttun mu yoksa? diye sordu. Güldüm:
-Ben onunla sık sık görüşüyorum, korkutan varsa sizlerdendir! dedim. Gene de açıkladım, bizim bölüm dışında temsil hazırladıklarını, Mahir Öğretmen geldiği akşamları onlarla ilgilendiğini anlattım.
Yemekten sonra çağrıya katılmak üzere Başkanlık odasına gittim. Ben Dergi Kolunu 5 ya da 6 kişi olarak biliyordum. Meğer, yedek medek diyerek başka katılanlar olmuş. Oda dar geldiğinden Yapıcıların odasına geçildi. Bekir Semerci tedirgin. Kendi deyimiyle Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç hatırı için bu görevi sürdürdüğü iki sözünden biri. Bekir Semerci, Osman Darıcı, İbrahim Toprak, Ali Dündar, Turgut Kavraal, Yıldız Kırktepeli, Mehmet Başaran, İsa Öztürk, Rasim Köktürk, Turan Aydoğan, Cesarettin Ateş adlı öğrenciler katıldı. Başkan Hasan Yılmaz, Mahide Kiremitçi ile beni, kendi yardımcıları olarak çağırdığını söyledikten sonra konuşmalar başladı. Hemen hemen herkesin elinde derginin son sayısı vardı.
Önce Turgut Kavraal, dergilerde çıkan çizimlerin, kendi çizimlerinden seçmeler olduğunu, yazıların durumuna göre seçildiğini anlattı. İşin ilginci şimdiye dek bu konuda kimseden bir sızlanma çıkmamasıydı. Çizimleri ben de görüyordum ama gözüme batan bir durum olmadığından çizeni bile sormamıştım. Bu tür becerisi olan arkadaşım Harun Özçelik’ten başkasını da tanımıyordum. Turgut Kavraal’ı sevgiyle karşıladım. Arkasından İsa Öztürk’le Rasim Köktürk yaptıkları çevirileri anlattılar. Şükrü Koç’un tanıttığı kitaptan söz edildi. Bekir Semerci tanıtılan kitapların eleştirisinin yazılı yapılmasını, yazının dergide çıkması durumunda tüm arkadaşların yararlanacağını düşündüklerini söyledi. Bekir Semerci ile daha önceki sayılardaki şiirler nedeniyle tartışmıştık. O nedenle sanırım Bekir bana bakarak dergideki şiirler üzerinde görüşleri olanları sordu. Ben de:
-Dergide çıkan şiirler için değil ama dergiye başka dergilerde çıkmış güzel şiir örnekleri alınamaz mı? diye sordum. Osman Darıcı bana katıldığını söyledi. Bekir Semerci:
-Kim seçecek bu şiiri ya da şiirleri? diye sordu. Şiir konusunun uzayacağı öne sürülerek derginin öteki sorunları tartışıldı. Neden yılda 4 sayı kaydı konduğu soruldu. Şiir konusu bir yana itilerek başka konulara geçilmesi dikkatimi çekmişti, bu kez derginin görebildiğim öteki eksikliklerine ortaya getirdim:
-Neden her sayı aynı biçimde çıkıyor? Köy Enstitüleri adına çıkıyorsa niçin her kitapta bir Enstitüsü resmi olmuyor? Ön kapaktaki simge için diyeceğim yok ancak arka kapakta Köy Enstitülerinden birinin resmi konulamaz mı? Ayrıca, Enstitülerden gelen haberleri, okul müdürleri Eğitimbaşıları değil, her Enstitünün öğrenci başkanları gönderse daha iyi olmaz mı? Haftalık toplantılarda bile okullarını eleştiren öğrenciler olduğu söyleniyor. Onları sabırla dinleyen yöneticilerden söz ediliyor. Bu eleştiriler dergiye niçin gönderilmesin? Başarılı köy öğretmenlerinden birileri seçilerek her dergide birileri duyurulamaz mı? İlköğretim Dergisi bunu yapıyor, bu tür yazılar İlköğretim dergisinden pekalâ alınabilir.
Ben bunları önerirken Mehmet Başaran gizleyemediği bir öfkeyle:
-Kim seçecek senin o beğendiğin şiirleri? diye sordu. Şaşırmadım:
-Benim beğendiğim şiirleri ben kendime seçiyorum. Benim içlerinden seçtiğim şiirlerin seçilmeyenleri de güzeldir. İnsanlar onları da okuyor. İnsanların okuduğu o şiirleri Enstitü öğrencilerine duyurmaya çalışsak daha iyi olmaz mı? Dört sayıda senin 12 şiirin çıktı, ne olurdu bunların dördü Cahit Sıtkı, Fazıl Hüsnü, Necati Cumalı, Cahit Külebi ya da Şinasi Özden’den olsaydı? Kendin onlarla ilişki kurma fırsatı bulup kapılarını çalıyorsun, Üsteğmen Fazıl Hüsnü’ye mektup yazıyorsun; Pazarörenli ya da Akçağdağlı öğrenci bunlarla kolay ilişki kuramaz. Dergimiz aracı olsa, hiç değilse o tür şairlerin de bulunduğunu duysalar zararlı mı olur?
Ben sözümü bitirmeden Mehmet Başaran kalkıp gitti. O gidince bir sessizlik oldu. Bir şeyler demem gerektiğini düşündüm. Aklıma bu geldi:
-Şiir sayısını doğru söylememiş olabilirim. doğrusu 13 ya da 11 de olabilir. Gitmeseydi özür dilerdim! dedim. Ben öyle deyince Bekir Semerci gülerek:
-Gerçekten özür dilemen gerekecek, çünkü 4 dergide basılan salt şiir sayısı 14, ayrıca yazıları da var. Cesarettin Ateş sordu:
-Bizim şiirler de sayılıyor mu? Hemen cevapladım:
-Bana soruyorsan, şiirlerin sayıları çoğalırsa sayılır. Ben saymasam bile birileri bunu yapar. Ne demek bu 4 dergide 14 şiir? Dergi başına 3, 5 şiir. Üç yıldır Varlık Dergisi’ni okuyorum. Şimdiye dek bir şairden aynı sayıda iki şiir bir kez çıktı. Ancak şairi tanıtılan yazılar arasında birden çok şiirler çıkıyor. Söz konusu şairler de çoluk çocuk türü değil, yurt genelinde ünlenmiş kişiler.
Bekir Semerci konuyu değiştirerek Eğitim Sözlüğü üstünde Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un ricalarını tekrarladı. Ancak beklenmedik bir çıkış oldu. İbrahim Toprak Derginin 4. sayısında çıkan Süleyman Adıyaman’ın okul bitirme tezinin dergide yeri olmadığını, onu Köy Enstitüsü öğrencilerinin okuyup yararlanamayacağını, okusa da anlayamayacağını, ayrıca okulu bitiren kırk arkadaşın onca değişik konuları içinden gübre konusunu seçimini doğru bulmadığını, Güzel Sanatlar Bölümünden Şevki Aydın’ın seçimine tek sözü olmadığını, bununsa doğrudan adam kayırma olduğunu öne sürdü.
Bekir Semerci bu kez de bu işten yıldığını, son sınıfta olduğu için kendi tezi nedeniyle daha fazla zaman ayıramayacağını, durumu Genel Müdüre yansıtacağını söyledi. Başkan Hasan Yılmaz, ortayı bulmak için öteki arkadaşlardan yardım beklediğini söyleyince öteki arkadaşlar, Ali Dündar, İsa Öztürk, Rasim Köktürk, Cesarettin Ateş dergiyi çıkarmak için ellerinden gelecek yardımı yapacaklarını söylediler. Yarı buruk yarı umutlu konuşmalar, bakışlar arasında hayırlı işler dileyerek ayrıldık.
Yatınca düşündüm, bu olumsuzluk benden mi kaynaklandı? Ben 12 şiir dedim ama bir başkası doğrusunun 14 olduğunu söyledi. Öyleyse bu gereksiz benciliği başkaları da görmüş. Üstelik salt şiir değil, öteki yazılarda da hatta Enstitülerden gelen haberlerde bile bir düzen yok. Ali Dündar, İsa Öztürk, Rasim Köktük, Turgut Kavraal’ı gözümün önüne getirdim. Bekir Semerci’nin onlardan fazla nesi var ki? Genel Müdür onu tutuyor? Hürrem Arman’ı anımsadım, Genel Müdür onu da tutuyormuş. Bu nasıl tutuş? Üst üste esnedim, uzaktan bir ses gelir gibi oldu, acaba kimin sesi?
16 Kasım 1945 Cuma
Malik Aksel Öğretmeni anımsadım, on iki kadar yerli ressamdan söz etti, benim tanıdığım da bir ressam vardı, onun unuttu mu yoksa saymaya değer mi bulmadı: Refet Başokçu! Onu ne kadar önemsiyordum. Bir kez çalıştığı yere bile gitmiştim. İstasyona yakın bir yerde, bahçe içinde çalışıyordu. Süheyla Öğretmeni artık anımsamıyorum. Son kez gördüğümde kesinlikle beni gördü, bunu biliyorum, öyleyse görmezden geldi. “Canı sağ olsun!” deyip geçtim. Ne var ki bu onun babasının ressamlığını gölgeleyemez. Bugün bir yolunu bulursam Malik Öğretmene soracağım. Biliyorum, Malik Öğretmen de bana soracak:
-Sen onu nereden tanıyorsun? Kızının öğretmenim olduğunu anlatırım.
Kahvaltıda yabancı ressamlardan kimi anımsıyoruz? Bellini başta geliyor. Ne zaman? Bu soru, güldürücü karşılıklara neden oluyor. Çoğu kez İstanbul’un alınışı olan 1453 tarihi söyleniyor. Gülüyoruz:
-Fatih, surları yıkıp üstüne çıkmış, Bellini de karşısına geçip fotoğrafını çekmiş (!)
Bellini’nin gelip gelmediği bile tartışmalı olmakla birlikte geldiyse 1478-80 yılları arasında geldiği benimsenmektedir.
Öteki ressamlar, İvan Ayvazovski, Fausto Zonaro, Rudolf Ernst… Başka başka? Varsa sen söyle (!)
Malik Aksel Öğretmen bu kez salt çantasıyla geldi. Gelir gelmez de sobaya yaklaşıp elini açarak sıcaklığı kontrol etti: “Soğuk değil ama, sıcak da sayılmaz, biz Gazi’de bu işi çoktandır unuttuk. Zamanla siz de geçeceksiniz.” Nihat Şengül teşekkür etti:
-Sağolun öğretmenim, hiç değilse siz gönlümüzü alıyorsunuz. Bizim yöneticilere kalsa geleceğe yönelik bir umut verecek söz söylemezler. Varsa yoksa köylerin kalkınması. Onu da yapıp yapamayacaklarını Allah bilir!
Malik Öğretmen Nihat’a bakarak:
- Sen de benim gibi bazen umutsuzluğa düşüyorsun galiba! Bunu ben de yaparım ama sonra pişman olurum. Ben bunu yaşlılığıma yoruyorum, sen daha gençsin, yolun başındasın başındaaa! diye uzatıp güldü.
Malik Öğretmen bundan sonra resim sanatının ülkemizde neden gelişmediğini anlattı. Bunun uzun süreçli bir eğitim işi olduğunu, ressam yetiştirmenin yeterli olamayacağını anlattı. Osmanlılar döneminde dindar kesimin resmi mekruh saymasını bahane gösterenler belki halklıydı ama sorunun salt bu olmadığı günümüzde daha aydınlık olarak ortaya çıktı, dedikten sonra sözü cumhuriyet dönemine getirerek:
-İşte Cumhuriyet, işte sanatsever yöneticilerimiz; ben de dahil 30 dolayında gönüllüyü Avrupa’ya gönderdi. Oralarda bir şeyler öğrendik. Yaptıklarımız az da olsa Batı ülkeleri dergilerinde yer buluyor, sahiplenenler oluyor. İşte, Avrupa benzer okullarının müfredat programlarının uygulandığı okullarımız, yetişen öğrenciler. Devletimiz her yıl “Devlet Resim Sergisi” açıyor. Sergiye seçilen resimleri alıp yurdu dört bucağına gönderiyor. Bundan daha güzel resim sanatına ilgi olmaz. Peki ne oluyor? Halk yok ortalıkta efendim, halk olmayınca o ülkede sanat olur mu? Zaman zaman Ankara dolaylarındaki ilçeleri, illeri gezerim. Eski konaklar vardır. İlgilenir, soruştururum, eski azınlıklara ait olanların rengarenk süslenmiş duvarlarını görür imrenirim. Sorar soruşturur azınlıkların olduğunu öğrenir üzülürüm. Benim insanımın hiç mi zevki yok! Bu din min işi değil, bir aile terbiyesi, yaşamayı sevme işi. Çok uzak köylere de gittiğim oldu, dağ başında kurulmuş köyler gördüm, ışıl ışıl renklerle süslenmiş yastıklar, gelin başları, seccadeler. Anlaşılması güç bir tezat. Dağ başındaki yokluk içinde ışıl ışıl renkler bulup, yatak yorgan, kilim, yelek, heybe, çocuğuna renkli beşikler, atına örtüler kotarıyor. Kent yaşamına yaklaşanlar ya da ulaşanlar, üstlerine ölü ruhu serpilmiş gibi süsten sanattan kaçıyor. Bunu üzülerek söylüyorum, Devlet Resim Sergisinde sergilenmiş, değer bulup Devletçe satın alınıp resmi dairelere asılmak üzere gönderilmiş resimlerin çoğu kendisine gönderilen dairelerde bir süre durduktan sonra çıkarılıp bir köşeye konuyor. Atılmıyor, demirbaş olduğu için atılmıyor. Asılı resmi kaldıranı araştırınca yüzde doksanı kasaba kökenli sözüm ona münevver geçinen takımındandır. Bunu araştıran arkadaşlarımız oldu. Şimdiye dek bu tür “Millî Suç!” işleyenlerden bir köy kökenli ya da subay falan türü ocaktan gelen kimse ile karşılaşılmadı.
Yıllardan beri bu işin içinde sayılırım, her yıl Devlet adına ressamlarımızdan eserler alınır. Bu, sanatçılar için bir yardımdır, bunu devletimiz yapmaktadır. Alınan bu eserler sergilenir. Gelip gezenler kimdir bilir misiniz? Öğretmenler, öğretmenlerin getirdiği öğrencilerdir. Halk gelmez. Niçin gelmez? Bunu, onlara da sorsan bilmezler, içlerinden gelmez. İşte önemli nokta buradadır; bu bir görgü, aileden gelecek bir alışkanlıktır. Osmanlı mosmanlı diyoruz ama işte Osmanlılık bu! Yüz yıllardır insanlar sindirilmiş, toplu bir eğlence görmemiş. Tek gördükleri sınırlı, evlenme şenlikler, oğullarını askere gönderme. Onlar da ağlamak geleneği üzerine kondurulmuş. Bayram olarak dini bayramlar, onları da bir yolunu bulup matem havasına sokmuşlar. Büyücek kalabalıkların bir eğlencesi, nadir de olsa karagöz oyunlarıdır. Onda da öylesi tipler üretilmiş ki bakan da oynatan da bin pişman olur. Müziklerin nasıl olduğunu bilirsiniz, hep ağlamak üstünedir. Böyle olması da mukadderdi; 300 yıl süren kuruluş dönemindeki zaferler bitmiş, adalet terazisi gibi tam 300 yıl bozgunlar yaşanmış. O bozgunlarda fedakârlık hep halktan olmuş. Köylü, kentli oğlunu yetiştirerek, “Devletime, milletime, dinime kurban!” deyip askere yollamış. Çoğu şehit olan bu insanların arkada kalanlarında neşe olur mu; tüm şarkılar ağıtlara dönüşmüş:
“Davullar çalındı, düğün mü sandın,
Al-yeşil bayrağı gelin mi sandın,
Askere gideni gelir mi sandın?”
hıçkırıkları içinde geçen 300 yıl, o toplumu böyle yapmıştır. İşte Atatürk’ün söylemek istediği budur. Türk Gençliği olarak bunları bileceksiniz, halkın bu eksikliğini gidermek için halkın çocuklarını uyaracaksınız. Annelerini babalarını taklit yerine onların zaafları mazur gördürecek, kendilerini kazanacaksınız. Bunu nasıl mı yapacaksınız? Önce buna kendiniz inanacaksınız, inandığınızı tavırlarınızla çevrenize yayacaksınız, onlar da size inanarak çevrenizde toplanacaklar. Bakın, benim yaşımdakiler neler yaptı: Cumhuriyet’ten önce çok ender görüp duyulan, çalışanların hep yabancı olduğu sanılan resim sanatını getirip benimsetti. Berlin’de, Paris’te Londra’da açılan sergiler benzeri sergiler açılıyor. Ortaya çıkan eserler de küçümsenmeyecek boyuttadır. Tek eksiğimiz oradaki gibi halkın istekle, heyecanla katılmamasıdır. Bu başarı son yirmi yılın başarısıdır. Sizler de bunu hemen yarın değil yirmi, otuz yılda yapacaksınız, yapmak için çalışmalısınız.
Öğretmen çantasını alırken kendi kendine konuşur gibi:
-Ya, işte bu da bir bayrak yarışıdır. En az 50 yıl koşan olursa bu özlemlerimiz giderilecektir! deyip ayrıldı.
Veysel Öğretmen gene işaretli kağıtlar dağıttı, Model çalışması yaptık. Ayaklı, bir palto asacağı vardı, üç pardesü ile bir şapka asılıydı, öğretmen onu dersliğe getirtip bir köşeye yerleştirdi. Işık, gölge farkını anlattı. Askılığın ardında büyük, kara tahta var, onu görüp görmememiz tartışıldı. Öğretmen kendisi de çizeceğini, kendisi, ne görüyorsa onu çiziğini, bizden de onu beklediğini söyleyerek sızlanmaları kestirdi.
Benim oturduğum yerden görünüş oldukça düzgündü, kendi anlayışıma göre doğru çizdim. Öne çıkan pardesünün boy çizileri vardı onları karalarken öğretmen geldi, yardım etti. Ben kendi anlayışıma göre oldukça başarılı çizdiğime güvenerek kağıdımı ilk verenlerden biri oldum.
Öğretmen ayrılırken, gelecek derste de benzer çalışma yapacağımızı, istediğimiz modeli seçebileceğimizi söyledi.
Öğretmen çıkınca model konusu uzun uzun tartışıldı. Arkadaşlar bilmiyordu, ben geçen yıl bir ara Yapı Bölümü ile Heykel çalışmalarına katılmıştım, o nedenle biliyordum o bölümde büstler var, onlardan model alabiliriz. İnönü, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif.
Yemekte bir süre Malik Öğretmenin anlattıkları tekrarlandı. Sahiden, Osmanlılar zamanında günümüz sanatları yokmuş. Mahmut Ragıp Kösemihal’in Balkanlarda Musiki adlı kitabından okuduğum bir olayı anlattım. Bir İngiliz bayan Montegu İngiltere’den sonra Fransa, Almanya, Avusturya kentlerini geçerek Tuna boylarındaki Türk kentlerine ulaşmıştır. O zamanki İngiltere elçisinin eşi olduğundan oldukça tantanalı bir şekilde yolculuk yapmıştır. Avusturya’dan Osmanlı topraklarına girdiğinde o zamanın Rumeli Osmanlı Valisi Bayan Montegu’yü saygıyla karşılamış, konuk etmiş, eğlenceler düzenlemiştir. Bayan Montegu’nün anlattığına göre bu eğlencelerde, Osmanlılar ayrı o zamanın azınlıkları ayrı gösteri yapıyormuş. Genel Valinin tertiplediği eğlencede, Türkler, kaba saba gösteriler yapmış, davul zurna çalınmış, cambazlar şaklabanlık yapmış, Vali Paşa bu eğlencede çok coşmuş. Sonra da yerli halk eğlencesi başlamış, oldukça düzgün bir keman grubu, çok sesli müzikler çalmış, şarkılar söylenmiş. Bayan Montegu bunları çok beğenmiş ama Vali Paşa, bunları biraz ekşiyerek izlemiş. Anlaşılıyor ki, halklar, kendi aralarında az çok bir sanatsal bağ kurabiliyorlarsa da üst yönetimlerin saplantılarını aşmakta zorlanıyorlar. Üstelik Bayan Montegu Lale Devri’nde 1720 yıllarında gelmiştir. 10 yıl sonra gelseydi, demeye gerek yok, zaten gelemezdi. Bu tür geliş gidişle ancak 70 yıl sonra bir süre için başladı, gene kapandı. Az da olsa sürekli ilişki nihayet Tanzimat’la geldiyse de, o da herkes için değil, azınlıklarla saraylılara verilen bir lütuftu.
Salonda toplanınca beklemediğimiz bir müjde ile karşılaştık; Bölüm Başkanımız, Cuma günleri öğle sonlarını tez çalışmalarımız için ayırmış. Bunun yerine, Çarşamba günleri iki saati kapatmış. Bundan sonra çarşamba günleri Doç. İbrahim Yasa’nın dersinden sonra salonda toplanacağız. İyi mi oldu? Bana göre çok iyi oldu. Çarşamba günü doğru dürüst piyano çalışamıyordum. Şimdi doyasıya çalışabileceğim.
Bölüm Başkanı tez çalışmaları için açıklamalarda bulundu, bir de taslak verdi. Konu, belli bir bilgi örgüsüyle işlenecek. Örneğin, bir bölgenin türkülerini toplayacak arkadaşımız önce o bölgeyi niçin seçtiğini anlatacak, o bölgenin yakın çevrelerinden ayrıldığı noktalara değinecek. Topladığı türkülerin birbirine yakınlığı belirtilecek. Bundan sonra ses ya da müzikaliteleri üzerinde durulacak, varsa türkülerin oluşuna neden olan olaylara değinilecek. Bölüm Başkanı bunları anlattıktan sonra örnekler verirken bizden de adlar istedi. Benim daha önce bu konu üzerinde durduğum için hazır örneklerim vardı. Ruleli türkülerinden Drama Köprüsü, Kırımlı Sinan, ayrıca plâklardan seçtiğim Kızılırmak, Yörükler Yaylası vardı, onları söyledim. Bölüm Başkanı çok teşekkür etti. Ekrem Bilgin kendi Ödemiş çıkışlı Yörük Ali’yi anlattı.
Bölüm Başkanı ayrıca, her cuma öğleden sonra gene geleceğini, özel görüşmeler de yapabileceğimizi söyleyip ayrıldı. Ben, daha önce konuşup genel plânımı çizdiğim için fazla etkilenmedim ama arkadaşların çoğu sevindiler.
Akşam yemeğinde yarınki konser bilmeceleri kurarken Başkan Hasan Yılmaz geldi, yarın, Eğitimbaşı Hürrem Arman’ın kendisi ile Bekir Semerci’yi Dergi’nin bundan sonraki hazırlanışı, içeriği konusunda görüşlerimizi almak için toplantıya çağırdığını, bu toplantıda Mahide Kiremitçi ile benim de bulunmamı istediğini söyledi. Bir an olumsuz bir tavır takındımsa da yumuşayıp söz verdim. Böylece, ilk kez bir konseri kaçırmış olacaktım. Gerçekte ise ilk seçildiğimde konserleri kaçıracağımdan yakınıyordum. Oysa nöbetimin sonuna doğru bir tane kaçırmış olacaktım. Toplantı Dergi için olacağına göre konu arkadaşların da ilgisini çekti, olasılıklar öne sürüldü: “Genel Müdürden talimat almıştır, papara yemiştir, zılgıt yemiştir” genellemeleri yapıldı.
Yemekten sonra Başkanlık odasına gittim, Mahide Kiremitçi, arkadaşı Pakize ile birlikte geldi. Pakize gülümseyerek “Ben gene geldim!” dedi. Ben de takıldım:
-Gene geldim! demek için mi geldin? diye sordum. Bu kez biraz renklenerek:
-Niçin geldiğim önemli mi, geldim işte dedi. Mahide Kiremitçi:
-Ayol, siz neden böyle konuşuyorsunuz? Aranızda bilmediğim bir sorun mu var yoksa? deyince ben:
-Yok ama bir sorun yaratabiliriz! deyince, Mahide:
-Bir o eksikti! dedi. Ben de:
-Bizim sorunumuz çıkarsa sizi yıldıracak türden çıkmaz, arkadaşça olur deyip Pakize’ye sordum.
-Değil mi? Pakize, başıyla “Evet!” işareti yaptı. Başkan kapıdan girmişti, geldiğimize sevindiğini söyledi.
Yarınki toplantı için fazla kuruntuya kapılmamak için olasılıklar sıralamadık. Yeri gelirse ben, geçen gün söylediklerimi tekrarlayıp tekrarlayamayacağımı sordum. Hasan Yılmaz, beni özgür bıraktığını söyledi. Öteden beri aklımdan geçiriyordum, akşam yemeğinden sonra kız arkadaşlar nasıl vakit geçiriyorlar, kitaplık ayaklarının altında sayılır, oraya gelemezler mi? Bayan öğretmenler her gece geç saatlere dek lokallerinde. Bunu der demez Pakize:
-Ay sormayın, onlardan bıktık, uykumuzun ortasında paldır küldür geliyorlar. Hasan hemen not aldı. Pakize haklı olarak karşı durdu:
-Bizden geldiği bilinir, arkadaşımı kırabilirler! deyince ben başka bir öneride bulundum, Yapıcılara, binanın planı üstünde değişikliği önerelim. İsmail Koralay’a nazım geçer, kimseye zarar vermeden plân değişikliği yapabilirler.
Neşeli bir hava içinde ayrıldık.
Konser konusuna takılmadan uyudum.
17 Kasım 1945 Cumartesi
Uyanmıştım ama, geç çıkmayı kurduğumdan öylece duruyordum. Hemşerim Kadir, görevli olduğumu unutmuş, uyardı:
-Treni kaçırırsın! Konsere gidemeyeceğimi, güzel izlenimlerini akşam ondan dinleyeceğimi söyledim. Kadir şaşırdı:
-Abi, ilk kez yapıyorsun bunu, farkında mısın? Nedir bu seni bu denli tutan iş?
Gerçekten nedir beni bu denli kendine bağlayan iş? Oysa iş, miş yoktu ortalıkta!
Bir gurur sorunu, bireysel kuruntular. Bunları birer birer ayıklayıp değerlendirmek gerekirken yan çizip gerçekten kaçmak. Konsere pekalâ gidebilirdim. Konser benim önemli bir dersim. Kendi kendime bunları düşünürken yatakhanede yalnız kaldığımın ayırdına vardım. Kahvaltıda arkadaşlara ucu ucuna ulaştım. Neredeyse bana acıyarak ayrıldılar. Oysa bende zerrece gitme isteği yoktu. Yıldız gelip:
-Sensiz ilk kez konsere gidiyorum, üzüldüm! deyince kendime gelir gibi oldum. Az kalsın trene koşacaktım. Arkadaşları uğurlayınca oldukça buruk bir durgunluk içinde kuyruklu piyanoyu açıp uçarca çalıştım. Arayan soran olmadı, toplantının öğleden sonra olacağını biliyordum, Mozart 4 ‘el sonatın iki kanadını da pişirdim. Hiç yadırgamadan yemekhaneye gittim. Enstitü Bölümünden girince Fatma öğretmenle Nebahat’e rastladım. Nebahat bir “A!” dedi. Ben de ona bakarak “Be !” dedim. Nebahat:
-Sen ne arıyorsun burada? Ben de:
-Ya sen ne arıyorsun burada? Ne zaman geldin?
Beni masalarına çağırdılar, birlikte yemek yedik. Nebahat’i neşeli gördüm, yakında okula dönecekmiş. Ancak, neşesi uzun sürmedi, öğrencilerini sorunca birden gerginleşti, biraz tutukça bir sesle öğrencilerini Kastamonu/Gölköy’e göndermeye karar vermişler. Orada yer varmış, İlköğretim Genel Müdürlüğü böyle bir karar vermiş. Öğrenciler gitmeden gelip onlara verdiğim sözü yerine getirmemi söyledi. Ay sonuna doğru gideceklermiş. 24 Kasım Cumartesi günü gitmeye karar verdim. Nasıl olsa buradaki görevimi öne sürüp konseri atlatabiliyorum. Nebahat, okula dönüşüne seviniyorsa da öğrencilerine üzülüyor. Sık sık soruyor:
-Nasıl olur, anlayamadım; Ankara, Çorum, Yozgat köylerinden topladıkları çocukları Kastamonu’ya gönderiyorlar? Daha önce de anlatmıştım ama bir daha tekrarlamakta yarar gördüm:
-Bizi, ta Trakya’dan buraya getirmişlerdi, 8 ay burada öylece kalmıştık.
Nebahat bana bakarak.
-Siz büyüktünüz! dedi. 250 öğrenciden söz ettiğimi, anımsattım, 40 kişilik bir sınıf, 12-13 yaşındaydı, ağlaşıp durdular.
Başkan Hasan Yılmaz gelince, Nebahat’e görüşemezsek cumartesi günü geleceğimi söyledim.
Hasan, yeni bir haber verdi, toplantımıza, eski başkan Hüseyin Atmaca da katılacakmış. Şaşmadım, Eğitimbaşı Hürrem Arman yanında bir “Hık!” deyici olmazsa ayakta bile duramaz! Babamın sık sık söylediği bu sözü sanırım tam yerinde kullandım. Başkanlık odasına girince olasılıkları enine boyuna konuştuk. Benim görüşüme göre bu, Eğitimbaşı Hürrem Arman’ın bir numarası. Çünkü Dergi’nin çıkmasını Genel Müdür çok istiyor, çıkmazsa bunun sorumlusu Hürrem Arman olacak. (O kendisi böyle düşünüyor) Hüseyin Atmaca’nın da kendisini destekleyeceğini düşündüğünden onu da araya sokarak bu işin sürmesi için sana yıkacaklar.
Konuyu, daha doğusu geçen toplantıda konuşulanları bir daha gözden geçirdik. Sonunda ben:
-Yeni bir Dergi Kolu oluşturulacaksa, gönüllü arkadaşları toplar, onların isteğiyle yönlenecek bir dergi çıkmasına yardımcı olursun! Mahide geldi, sus işareti verirken Hürrem Arman, elinde bir dosya ile Hüseyin Atmaca geldi. Biz ayakta, Başkan, Hürrem Arman’a yer gösterdi. Hürrem Arman önce Atmaca’yı oturttu sonra da bize öncelikle Mahide’ye gülümsedi:
-Uzaktan uzağa da olsa sizlerin çalışmalarını izliyorum, bu düzeni sürdürelim! dedi. “Bu düzeni!” deyişini anlamadım ama olayı kurcamak istemediğim için sustum. Ne demek “bu düzen?” Mahide ile benim de Hasan Yılmaz gibi bir yıl süreyle buraya tıkılmamızı mı kastediyor?
Hürrem Arman, ellerini bir süre ovuşturup birkaç kez de ellerini yüzüne götürüp, bedenini oynattıktan sonra:
-Sizler, Dergi için tartışmışsınız, Dergi Kolu oldum olası bu işten yakınıyordu. Konu birkaç kez de Genel Müdürümüze yansıtıldı. Genel Müdürümüz, kendi tecrübelerine dayanarak, bu işlerde sık sık görev değişiklerinin çok kez yararlı olmadığı kanısında. Ancak Dergiye yazı hazırlayan birçok arkadaşımız zorunlu olarak ayrıldığı için yeni katılacaklara zaten gereksinim duyulmaktadır.
Bunu söyledikten sonra Hürrem Arman Atmaca’ya bakarak:
-Öyle değil mi, senin arkadaşlarındı, onları bilirsin. Daha önce konuşulmuş olduğu besbelliydi. Hüseyin Atmaca, Süleyman Adıyaman, Ali Yılmaz, İhsan Güvenç, Rahim Ünüvar, Hüseyin Sezgin’le daha birkaç arkadaşı sıraladı. Hürrem Arman başını kaldırarak:
-Ya! deyip yüzlerimize baktı. Bu kez Hasan Yılmaz sordu:
-Bunlar gittikleri yerdeki çalışmalarını gönderirler efendim. Henüz yerleşme dönemini yaşıyorlar! dedi. Hürrem Arman:
-Tabi, tabi, ona ne şüphe! Zaten, yeni arkadaşlarımız da onlardan geri kalmayacak yetenekte, ben bakıyorum, yeni kalemlerden güzel yazılar çıkıyor. Bu okuma işi de biraz yaşla ilgili, gençlerle yaşlılar arasında bariz bir fark olduğunu hep anlatırlar. Bu, özellikle şiir konusunda kendini gösterir. Benim sevdiğim, Tevfik Fikret’i Cenap Şehabettin’i sizler sevmeyebilirsiniz.
Hüseyin Atmaca suskunluğunu bozdu:
-Şiir konusu şimdilerde çok başka bir tartışmaya dönüştü, sizin söyledikleriniz değil, Faruk Nafiz’ler, Orhan Seyfi’ler bile okunmaz oldu, varsa yoksa serbest nazımcılar!
Hüseyin Atmaca’nın sözü bizim Dergi’deki şiirlere getireceğini anlamıştım. Kendime destek olacağını bildiğim için hemen Varlık Dergisi’ne sarıldım. Serbest ya da hece ayırımı yapmadan güzel şiirleri yayımladığını, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevder üçlüsünün hece ile yaptıkları şiir çevirilerini, Ziya Osman’la Cahit Sıtkı’nın ölçülü biçimli şiirler yazdığını söyledim. Varlık Dergisi dediğimde Hürrem Arman dikkat kesildi. Varlık Dergisi’ni kimin çıkardığını sordu. Konuyu iyi bildiğim için “Bülbül” kesilirce anlattım:
-Varlık Dergisi 1932 yılından beri çıkmaktadır. Çıkaran Yaşar Nabi Nayır da bir şairdir, Yedi Meşalecidir. Atatürk ilkelerini savunur, resim, müzik, tiyatro konusunda her sayıda yazılar yayınlar. Kendisi de geçen yıl buraya geldi, Köy Enstitülerinden çok şeyler beklediğini söyledi, kendisiyle konuştum. Eski Varlık sayılarını arıyordum, söyleyince bana söz verdi, o sayıları aldım, o günden beri de Varlık Dergisi’ni alıyorum! deyince Hürrem Arman, birden doğruldu:
-Hemşerim, sen bu dergiyi benimsemişsin, nasıl başladı bu iş? Ben de:
-Biraz uzunca bir hikâye, Vahit Dedem o dergide eskiden beri yazı yazıyormuş, buraya gelince, uğrayıp eski sayılardaki yazılarını toplamamı istedi. Yaşar Nabi’yi bulup anlattım, bana zaman verdi, uğradığımda eski sayıları aldım. O sayılarda dedemin yazılarından başka güzel yazılar da vardı. Böylece dergiye alıştım. Abone oldum, o günden beri de yeni sayıları kaçırmadan okuyorum. Fiyatı da çok ucuz, 20 kuruş. Ben ayrıca başka dergi de alıyorum, onlar 50 kuruş.
Hürrem Arman dedemi sordu. Vahit Lütfi Salcı adını duyunca birden doğruldu:
-Vahit Lütfi Salcı mı? diye ilgiyle sorunca, olayı anlattım:
-Vahit Lütfi benim büyük amcamın Çile arkadaşıymış. Amcamın sağlığında bize sık sık gelirdi. Büyük amcam Bektaşi Dedesi’ymiş, ona herkes Dede dediği için küçüklüğümde ben de “Dede!” diye alışmışım, kocaman sakallıydı. Dedem öldüğünde ben küçüktüm, ağlayanları gördükçe ben de ağlıyordum. Vahit Dede de gelmişti. Beni ağlar görünce:
-Deden için ağlama, o benim de arkadaşımdı, kendisine ağlanmasına razı olmazdı. Ben onun arkadaşıyım, bundan sonra bana “ Dede” dersin, demişti. Ben de ondan sonra ona “Dede!” dedim. Yıllar sonra, Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna kayıt için gittiğimde Vahit Dedemi orada gördüm. Okula giderken 18 yaşıma girdiğimi öne sürüp, yanımda kimseyi götürmemiştim. Kaydımı yapmak istemediler. Vahit Dedem bana arka çıktı, kaydımı yaptırdı. Sonradan öğrendiğime göre Vahit Dedem okulda görev almışmış. Kendisini Bando Şefi olarak bilirdim. Köy Öğretmen Okulu açılınca Trakya Genel Valisi Kazım Dirik, amcamı oraya almış, büyük bir bando kurduracakmış. Vahit Dedem Osmanlılar Dönemindeki Müzika-i Humayun’dan mezun olmuş. Zaten Kırklareli Belediye Bandosu ile Alpullu Şeker Fabrikası bandolarını çalıştırıyordu. Benim kayıtlarımı yaptırdı ama kendi orada kalamadı. Çünkü bizim okulda öğretmenlik yapmak için diploması elverişli bulunmamış. Zaten üç ay sonra bizim okul da oradan taşındı. Vahit Dedem, sık sık Kepirtepe’ye gelir benimle ilgilenirdi. Kırklareli’de yayınlanan Yeşilyurt gazetesinde yazıları çıktıkça bana da gönderirdi. Ankara’ya gelince benden Yaşar Nabi Nayır’ı görmemi, dergisinde çıkan yazıları almamı istemiş, sabit bir adresi olmadığı için gönderilen dergilerin kaybolduğunu anlatmıştı. Sordum soruşturdum, Yaşar Nabi’yi buldum, beni çok iyi karşıladı belli bir zamandan sonra eski sayıları verdi. Önce onları karıştırırken başkalarını da öğrendim. Ayrıca Vahit Dedemin çok önemli biri olduğunu da bu yazıları okudukça öğrenmiş oldum. Hele bir yazısında Büyük Rus besteci Rahmaninov’dan söz ettiğini görünce şaşırmıştım. Rahmaninov’un bizde plâkları var, o besteci hakkında bilgi edinememiştim. Rahmaninov’un Türk kökenli olduğunu Vahit dedemin yazısında okuyunca bunu hemen arkadaşlara iletmiştim. Pek çalınmayan Rahmaninov konçertoları hemen ortaya çıkmıştı. Özellikle Mahmut Ragıp Kösemihal’e bunu bir konser arasında anlatınca Vahit Dedem benim için göklere çıkmış gibiydi. Çünkü Mahmut Ragıp geçen yıl yazdığı bir yazıda Vahit Lütfi Salcı’yı çok övmüş, ondan “bizim büyüğümüz, üstadımız” olarak söz etmişti. Bu yazıları Varlık Dergisi’nde okudukça o dergiye de iyice bağlandım. Geçen yıl Cumhuriyet Bayramında Zeybek havalarını çalmak için kendilerine katıldığımız İzmir Liseleri Efeler topluluğunun başındaki Ahmet Yekta Madran’a Vahit Lütfü adını söylediğimde neredeyse boynuma sarılacak gibi yaklaşması, nerede olduğunu sorması, arkasından övgüler yağdırması Vahit Dedemi benim gözümde iyice büyüttü. O nedenle bir fırsat bulunca onu ayrıntılı olarak anlatıyorum.
Hürrem Arman da heyecanlanmış gibi doğrularak:
-Elbette, öyle birini tanımak büyük bir şans, ben de çok eskiden beri onu hep duyarım, gördüğüm de olmuştur ama yakın ilişki kuramadığıma üzülmüşümdür.
Hürrem Arman, Vahit Lütfi Salcı’nın şimdi nerede olduğunu sordu. Kırklareli’yi bildiğini düşünerek, geçen yazki arayışımı, buluşumu anlattım.
Hüseyin Atmaca, söz alarak beni övdü, 1941 yazında Hasanoğlan’ın kuruluşunda beni tanıdığını, o yandan bu yana arkadaşlığımızın sürdüğünü anlattı. Durum sandığımızdan bir başka yöne dönmüş gibiydi. Hüseyin Atmaca beni övgü faslından sonra sözü dergiye getirdi. Genel Müdürümüzün Köy Enstitüleri derecesinde gönül verdiği büyük Eğitim Sözlüğünün (O, Lügat demişti) tamamlanmasının Dergiye bağlı olduğuna inandığını, bunu o söylemese bile bizim bunu sezmemiz gerektiğini anlattı.
Hüseyin Atmaca bundan sonra kendisin de bu derginin çıkması için elinden gelen yardımı yapacağını, geçmiş sayılara yazı vermesine karşın fazla ilgilenemediğini, askerlik için ayrılana dek burada kalacağını, bu nedenle derginin çıkmasını desteklediğini, ayrıca bu konuda Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin de kendisiyle aynı fikirde olduğunu söyledi. Bu kez Hasan Yılmaz:
-Derginin çıkmamasını isteyenimiz yok. Ancak, benim işimle Dergi Kolu işlerini ben nasıl bağdaştırırım, onu bilemiyorum. Ayıca ben yazarlık konusunda da biraz çekimserim. Ancak gönüllü arkadaşlarım var, onları desteklerim.
Hüseyin Atmaca bu kez:
-Tüm arkadaşların desteğiyle kurulmuş olan Öğrenci Başkanlığı gözetiminde yeni bir Dergi Kolu seçimi, tüm arkadaşlara duyurularak, uygun bir zamanda da yapılacaktır. Dergi’nin, daha önce yılda dört sayı çıkarılacağı duyurulmuştu. Tıpkı geçen yılki gibi gene o aylarda çıkarılabilir.
Eğitimbaşı Hürrem Arman, oldukça hoşnut olarak, belki de öyle görünmeye çalışarak ayrıldı. Hüseyin Atmaca ise kapıda Eğitimbaşı’dan özür dileyerek bizimle kaldı.
Hüseyin Atmaca, sanki yeni gelmiş gibi Kızılçullu çıkışlı Mahide Kiremitçi ile bir süre senli benli konuştu.
Daha sonra genel durumu sordu. Sorulmamasına karşın kendilerinin sıkıntı çektiklerini anlattı. Ben de kendilerinin öteki öğretmenlerden farklı çalışma yapıp yapamadıklarını sordum. Atmaca:
-Ben öteki arkadaşlardan farklı gibiyim, her konuda öne çıkıyorum ya da çıkarılıyorum. Birileri yakama yapışınca bir daha da bırakmıyorlar. Şu anda Yüksek Bölümü bitirip Enstitü öğretmeni oldum ama Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin asistanıyım. O beni bırakmıyor. Ayrıca ilk günden beri kendi bölüm profesörlerim beni çağırıyorlar. Bu benim de hoşuma gidiyor ama zaman alıyor. Kurtuluşu askerlikte buluyorum. Bu mayıs dönemine katılamazsam, ekimde kesinlikle asker olacağım.
Atmaca başarılar dileyerek ayıldı. Biz bize kalınca Mahide bir süre dert yandı:
-Bu işler, biz kızların işi değil, nerden geldi bu benim başıma! Ben de kendime övünme payı çıkardım:
-Ben diretmeseydim tam bir yıl çalışacaktın! Biz inatlaşırken Pakize geldi. Gelir gelmez de ben:
-İşte bir gönüllü arkadaşın, hemen devret ona!
Pakize durumu kavrayamadığı için sordu:
-Ne oldu bir anlaşmazlık mı var?
Olay açıklandı; kızların Köy Enstitülerinde çalışmaları oldukça zor geçecek. Pakize’nin Aksu Köy Enstitüsünden öğretmeni Pesent Ilgaz’ı anlattım, Lüleburgaz’a bile gidemiyordu. Özellikle “bekâr bayanlar” deyince Pakize hazırmış gibi:
-Biz de evleniriz değil mi arkadaşım!
Söz, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki bayan öğretmenlere sıçradı. Hemen hemen hepsini tanıdığımı söyleyince Mahide şaşırdı:
-Nerden tanıyorsun sen onları? Pakize yetiştirdi:
-Araştırıyordur.
Olayı olduğu gibi anlattım, mandolin çalışmalarım nedeniyle tüm sınıf öğretmenlerini tanıdığımı söyledim. Ama bu arada Pakize’nin sataşmaya eğilimli olduğu kanısına da saplandım.
Akşam yemeğimiz şenlikli geçti, konseri doğru dürüst anlatan olmadı ama Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile kapıda karşılaştıklarını anlatan oldu. İsmet İnönü ile ben kaç kez karşılaştım, onu düşündüm. 1940 Haziran ayında okulun önünde durmuştu. Çevresini sardık, okula girmesini istedik. Orgeneral Fahrettin Altay’la konuşmuştu. Fahrettin Altay uzun boylu bir insan, İnönü onun yanında küçük ama sevimli duruyordu. İkinci gelişinde okula ansızın girmişti, tam bayrağı çekiyorduk. Ben akordiyonla töreni yönetiyordum. Törenden sonra beni istetmiş, akordiyonu nasıl öğrendiğimi sormuştu. Sonra da kendisinin viyolonsel dersi aldığını ancak hiç beceremediğini söylemişti. Karabiberler çiftliğindeki iki kampta da sık sık eşiyle birlikte gördük, atlarından inip yemekleri kontrol ediyorlardı Daha sonraları da T.B.M.M’ye gelip giderken uzaktan gördüğüm oldu. Konserdekileri saymıyorum.
Bu Konsere katılmadığıma üzülmedim ama gene de kendimde bir eksiklik duyar gibiyim.
Erkenden yattım. Böyle, erkenden yatanlar belki de haklılar, her gece aynı konuşmalarla saatlerce vakit öldürmenin ne yararı olur?
18 Kasım 1945 Pazar
Uyanmış, yapılan konuşmaları dinliyordum. Tevfik Uğurlu, sessizce geldi “Günaydın!” dedi. Tevfik’i Kepirtepe’de çok iyi tanıyordum, buraya gelişine sevinmiştim ama nedense pek sık görüşemiyorduk. Sevindim; benimle konuşmak istediğini söyledi. Tevfik, bedensel olarak zayıf yapılı biri. Ya da ben öyle görüyorum. Birden aklıma geldi, acaba rahatsız falan mı? “Gel konuşalım!” dedim ama bunun anlamının olmadığını biliyordum. Tevfik arkadaş hemen olayı çaktı:
-Yok abi söyleyeceğim öyle birkaç söz değil uzun hikâye, başlarsak uzar, Kepirtepe’ye dek sürer.
Kepirtepe deyince bu kez başka bir olayı anımsadım, Tevfik bir süre Kitaplık yöneticisiydi. Nazım geçtiği için sık sık kitaplığa gider kitap değiştirirdim. Bir keresinde Kitaplıkta Röslein’le kitap tartışması yapmıştık. Röslein Tevfik’in sınıfındaydı. O gittikten sonra Tevfik bana:
-Vallahi abi, ben bu kızı iyi tanırım, bu hiç kimse ile böyle konuşmaz, bu sana aşık! demişti. O olay aklıma geldi, yoksa ondan bir haber mi var? Birisiyle sözleştiğini duymuştum, belki de evlendiğini duyuracak.
Pek umulmayan bir rastlantı, kahvaltıda da Dergi’den, Okulu Bitirme Tezlerinden söz edildi. Dergide yayınlanmalarının yararından söz edildi, Şevki Sayın örnek gösterildi. İstemeyerek söze karıştım, dergiyi ciddi olarak okumadıklarından söz ettim. Şevki Aydın 6 ya da 8 türkü koymuş, etmiş 8 sayfa, bizim tezlerimiz kaç sayfa olacak? Onlar da bana sordular:
-Seninki kaç sayfa olur?
-100 sayfa! deyince şaşırdılar: “Ne bu böyle?” Anlattım, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, teşkilatı, başlangıcı, gelişmesi, geçirdiği evreler, çalıştırıcı şefleri, ünlü solistleri, dışardan getirilen ünlü sanatçılar, üye yetiştirmeler, repertuvarları, haklarında çıkmış yasalar! Devamla:
-Şimdiki durumda elimde 50 kadar resim toplandı deyince arkadaşlar sahiden şaşırdı. Bir derginin bile bana yetmeyeceği öne sürüldü.
Pazar günleri, bir bahaneyle yatakhaneye girip dağınıklığa neden olanlar çıkıyor. Bir göz atıp dönerken Halil Dere geldi, “Yağış olabilir, banyo işini atlatalım!” Hemen hemen her banyoya birlikte gittiğimiz arkadaşlar hazırmış, gittik. Arkadaşlar bazı adlar söyleyerek tartıştılar. Sürekli gazete okumadığım için pek anlamadım ama, içlerinde eski Başbakan Celal Bayar’ın da bulunduğu bazı kimseler sayıldı, döküldü. Milletvekili olarak, Ahmet Kutsi Tecer, Reşat Şemsettin Sirer, Selâhattin Batu ile Kırklareli Milletvekilleri, dr. Fuat Umay’la Zühtü Akın’ı tanıyordum. Baktım ki arkadaşlar daha fazlasını tanıyorlar ya da adlarını öğrenmişler. Refik Koraltan, Adnan Menderes derken benim kitabından tanıdığım prof. Köprülüzade Fuat Köprülü. Bunun milletvekili olabileceğini hiç düşünmemişim. Çünkü ben onu çok yaşlı biri sanıyordum. Onun Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antılojisi adlı kitabını tanımadan önce Vahit Lütfi Salcı Dede’nin ondan söz ederken “Üstat, Köprülüzade Fuat” falan dediğini anımsıyorum. Meğer o da T.B.M.M’de imiş, ama son zamanlarda ayrılmış. Baktım ki arkadaşların kimileri, bunları yakından tanıdık gibi anıyorlar. Konuşmalara karışmadığım gibi biraz da uzak durmaya çalıştım. Bilmediğim konularda salt dinleyici olmak da istemiyorum. Biliyorum Halil Dere de sıkılıyor ama, konuşanlar onun yakın arkadaşları. Muzaffer Kayhan, Faik Demir, Hasan Özden, Şükrü Koç, Niyazi Başkaya v. b. Tümden sırt çevirmiş gibi olmamak için onlara Cahit Sıtkı Tarancı’dan sevdiğim bir şiiri okudum:
Hepsinden BeterKimi insan derbeder,Ömrünü heba edip gider.Kimisi maişet derdinde,Rahattan bihaber.Olmayacak işler peşinde,Kimisi boşuna taban teper.Kimisi dul , kimisi öksüzdür,Alın yazısı, kahreder.Aklından zoru vardır kimisinin,Merhamet ister.Bense sevda çekerim,Hepsinden beter! Cahit Sıtkı Tarancı-Varlık, Şubat -1943, Sayı 231
Şiir makbule geçti, ancak aşık olduğumu ilan etmiş sayıldım. Oysa aşık olan şairin kendisidir.
Tevfik Uğurlu’nun anımsattığı olay nedeniyle şaka bile olsa takılmalar rahatlatıcı bir hava estirdi ise de pek rahatladığım söylenemez. Bir yandan aklım Tevfik’te. Kendisiyle kesin konuşmadığım için buluşma onun isteğine kaldı. Yemek vakti yaklaştığından kendi salonumuza gitmeyip Başkanlık odasına uğradım. Hasan Yılmaz yerinde yoktu. O olmayınca da orada oturmak istemiyorum. Oturursam, buraya özendiğim kanısı uyanır, ayıplanırım duygusuna kapılıyorum. Çıkarken Tevfik Uğurlu ile karşılaştım. Tevfik:
-Ben de seni arıyordum, sözlerimi bitirememiştim, anlatayım Abi! dedi. Birlikte Büyük salona girdik. Tevfik, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitirince bir köye atandığını söyledi, Çanakkale, Biga! deyince anladım, Tevfik arkadaşlarından söz edecek. Çünkü onun da orada bir köye atandığını o müfettiş yazmıştı. Nezir Üşenmez’le Fazıl Akçıl’ın Dimetoka köyüne atandığını okumuştum. Tevfik’i ilgiyle dinledim. Tevfik, Yüksek Bölüme seçildiğini öğrenince atandığı köyden ayrılmış. Buradaki sorunları nedeniyle, ayrıldığı arkadaşlarıyla pek ilgilenememiş. Ancak yüreğinde bir yeri hep onlar için ayırmışmış. Bu yazki stajını da Doğu Anadolu’da yaptığı için uğrayamamış. Ta ki, ben bir müfettiş mektubundan, arkadaşı Nezir Üşenmez’den söz edinceye dek arkadaşlarını ihmal etmişmiş. Ben o konuyu ortaya getirince arkadaşına mektup yazmış. Mektubuna hemen karşılık verilmiş. Arkadaşları çok memnunmuş, Geçen bir yıl boyunca kendilerini unutmuş bulunan ilgililer bu ders yılı başında onlarla neredeyse birlikte sorunlarına sarılmışlar. Çanakkale Milli Eğitim Müdürü gelmiş gitmiş. Arkasından Çanakkale Valisi Burhanettin Toker boy göstermiş. Gezici Başöğretmen sık sık yardıma geliyormuş. İşin ilginci geçen bir yıl boyunca yazdıkları mektuplara bile karşılık vermeyen Kepirtepe Köy Enstitü yönetimi, bu ders yılbaşından beri sürekli ilişkideymiş, eksikleri tamamlanmış, son sınıftan da bir grup öğrenci gelmiş, Dimetoka köyünde inceleme yapmış. Bütün bu gelişmeler Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un Çanakkale Milli Eğitim Müdürüne verdiği zılgıt nedeniyleymiş. Tevfik benim dikkatle dinleyişimi görünce:
-Abi bu zılgıtı sen verdirdin, o müfettişin yazısını konu etmeseydin kimin umurunda olacaktı!
İnanamadım ama, Tevfik buna inanmış. Sahiden o müfettişin yazısını ben konu etmiş, onun gördüklerini görmeyenleri de kör-kütük görevliler, “Salla başı al maaşı!” takımı olarak sıfatlandırmıştım. Bu da gösteriyor ki gördüğümüz birçok sakatlıklar saklandığı için düzeltilemiyor. Tevfik’ten başka bir haber bekliyordum, bu daha iyi oldu. Çoğu kez arkadaşlar eleştirilerime katılmıyor, beni menfi düşünceli saymaya kalkışıyor ama sanırım onlar vurdum duymaz takımı. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitiren on dört arkadaştan hiç birisi konu etmedi. Oysa orada birçok eksikliği konuşmuştuk. Okul Müdürünü bile topluca görüp konuşamadık. Hep “orada, burada” dendi. Neredeydi? Eğitimbaşı Kemal Üstün bize “Köylere atananların tüm gereksinimleri tamamlandı!” demişti. Hani, verilmiş mi? İlköğretim Müfettişi Süreyya İşgör yalan mı yazmış? Yazı ağustos başında çıktı, eylül başlarında da İlköğretim Genel Müdürünün kulağına fıslandı. Kasım başlarında tüm taşlar yerine kondu. Peki, Eğitimbaşı Kemal Üstün’ün o gül-gülistanlık yazısı Dergide yeni çıktı ama Kepirde geçen yıl başında döktürülmüş. Dergi eleştirimiz de bu işte. Yöneticilerin yazıları alınmasın! Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Osman Ülkümen yazı yazmış, ne yazmış? Köy Enstitüsü öğrencisi Ali Dündar’ın yazdığı yazıyı açıklıyor. Köylünün toprak sorunu! Bir köylü çocuğu olan Ali Dündar bu konuyu yazabilir. Ancak bu iş, ülke çapında önemli bir iş T. B. M. M’indekilerin bile anlaşamadıkları bir sorun, bir Okul Müdürü öğrencinin duygularına katılmakla okuyucularına ne kazandırır? Bu konuda söyleyecekleri varsa buyursun günlük gazetelere, büyük meslek dergilerine yüksek fikirlerini duyursun! Boy ölçüşeceği insanları oralarda bulacaktır, onlarla boy ölçüşsün. Öğrenci Dergisinde yer ayırtıp, sayfa doldurma hakkını kendinde nasıl buluyor, anlamakta zorluk çekiyorum.
Tevfik’le konuştuğuma sevindim.
Yemekte mektuplar dağıtıldı. Beklemiyordum, evden mektup aldım. Umursamazca mektubu cebime koydum. Takılanlar oldu:
-Mektubu saklıyorsun! “Köyden, evden gelen mektubun nesini saklayacağım? dedim! Dedim ama gene de bir an önce açmak istedim. Arkadaşlar, yemekte de, banyoda dinlediğim konulara değindiler. Ekrem, bu konuda da konuşuyor. Hemşerisi Başbakan olunca ona da söz düşermiş.
Kalkınca doğru küçük odadaki piyanoya gittim. Oturdum ama önce mektubu açtım. Küçük ablamın bebeği olmuş, erkek, adını Aziz koymuşlar. Babama gün doğdu, Padişah Abdülaziz için yakılan şarkıyı zaman zaman söylerdi. Padişahlar içinde Abdülaziz’i severdi. Babam 10 yaşlarındayken Abdülaziz, devrilmiş. Abdülaziz’in katledildiği duyulunca halk arasında onun için ağıtlar yakılmış. Tamamını bilmiyorum ama babam, birini sık sık tekrarlar:
Uyan Aziz Sultan uyan,
Kan ağlıyor bütün cihan! diye.
Oysa biz tarih derslerinde de, başka konuşmalarda da Abdülaziz’in kendi bileklerini keserek öldüğünü dinledik. Tahttan indirilişini nefsine yedirememiş, kendi yaşamına kendisi kıymış!
Babam yeni bir Aziz buldu, şimdi onu uyuturken ne söyleyecek bakalım! Ağabey olacak olan Saim’in işleri de biraz bozulacak. ”Gel Saim, git Saim!” yanına Aziz de eklenecek. Babamın sesini duyarca ben de içinden söyledim:
-Uyan, Sultan Aziz uyan,
Gör bak, nasıl güzel cihan! Sen, bir Kemâl’e (Namık Kemâl’e) katlanamamıştın, bir başka Kemâl, (Kemâl Atatürk) saçıp savurdu sülâleni…
Sanki uykudan yeni kalkmış gibi toparlanıp 4’elin önce Schuler bölümünü sonra da Lehrer bölümünü defalarca çaldım.
Kapı birkaç kez açıldı kapandı ama başımı çevirip bakmamıştım. Son kez açıldığında Doğan Güney geldi:
-Yeter be yahu! Sen hiç usanmaz mısın? diye sordu. Ben de:
-Usansam bırakırım, çalıştığıma göre usanmadım demektir! Meğer yemek zamanı gelmiş, kalktım birlikte yemeğe gittim.
Yemekte kulaklar yapılacak duyuruda, öğretmenlerden gelenler gelmeyenler duyuruluyor. Sözde ben de dikkat kesilmiştim. Selçuk Öğretmenin adı geçmemiş, Abdullah Erçetin söyleyince ayıktım:
-Sahi gelmemiş mi? İçimden sevinir gibi oldum ama gerçekte üzülmüştüm. İyi çalıştığıma göre neden kaçamaklı oluyorum?