Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

21 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Hamurbasan Düzlüğünde Yükselen Kiremitli Binalar

 

24 Eylül 1941 Çarşamba

 

Orhan, “Herr Meister, guten Tag’”dedi. Arkasından da “Şöyle böyle bir günümüz kaldı. Sonra ne olacak? dedi. Ben, “Bayrak bugün yerinde olacak. Yarın değilse bile Cuma günü büyük kısmı kapatırız!”dedim. Aslında Orhan bizden ayrıldığına üzgün. Halil Basutçu, “Ha şöyle yahu, binaların biri olsun kapatalım, hatta kiremidini çekelim!”dedi. Öteki arkadaşlar söze karıştı. Yapıcı arkadaşlar pek bilmiyor. Onlara göre çatı işileri uzayıp gidecek. Yusuf, hazırlıklarımız anlattı. “Cumhuriyet bayramına beş binanın çatısı tamam olacak!”dedi. Herkeste bir sevinç. Orhan’ın bir sözü, günü güzel başlattı. Dün sabah Halil Basutçu kavgayı önlemek için bir başka yöntem getirmişti. O öyle yapmasaydı, kesinlikle kavga olacaktı. Birileri nöbetçi Emrullah’a takılacaktı. Bugün de Hüsnü nöbetçi çoğu kez ona da takılan oluyor. Hüsnü hoşgörüyor ama şakanın bir sınırı yok. Hüsnü’ye takılırken söz Emrullah’a kolayca kayıyor. Örneğin Hüsnü’ye Burgarca bir söz söylense Emrullah alınganlık edip küfrü basıyor. Onun küfrüne kimse küfürle karşılık vermiyor ama küfürden sonra şakalar bir o kadar ağırlaşıyor. İki gündür bu sakıncalar ortadan kalktı

Kahvaltıda bayrağı gelip gelmeyeceği söz konusu oldu. Ben, ”Gelecek!”dedim. Pek karşı çıkan olmadı. Bizim atölye önüne dek birlikte gittik. Ali Yılmaz Öğretmen hemen arkamızdan geldi. Bana, Arkadaşlarını aldırdığım için darılmadın değil mi? ”dedi. Ben “O işin daha önemli olduğunu biliyoruz, iyi ettiniz, Sili Usta geldiği için biz fazla zorluk çekmiyoruz!”dedim. Ali Yılmaz Öğretmen, ”Sor bak, burada makine başında kim duruyor, gel bir ara gör!”dedi. Orhan bana, ”Senin işini öğretmenimiz üslendi!”dedi. İyi çalışmalar dileyerek ayrıldık. Sili Usta geç geldi. O gelmeden biz bir makası yerine oturttum. Sili Usta az sonra Mustada Güneri Öğretmenle birlikte geldi. Bayrağı gösterdi, “Öğleden sonra, yarı makas bitecek, ondan sonra!”dedi. Öğle paydosu olduğunda yarıyı iki makas geçmiştik. Sili Usta, ”Bayrak takılacak, kiremite dek kalacak!”dedi. Rüzgarın çıkabileceğini, bu nedenle dayanıklı bir bayrak sopası gerektiğini söyledi. Arkadaşlar düşündüler. Bir çok öneri ortaya getirildi. Sili Usta hiç birini beğenmedi. Ben de bir öneride bulundum. Biz bir gölgelik yapmıştık. O gölgelik için söğut, kavak dalları vardı. Gölgelik yıkıldı ama o dallar orada duruyor. Onlardan bakalım. !”deyince, Sili Usta, “Sen çok yaşa!”dedi, Kamil’in elinden tutarak götürdü. Az sonra Sili Usta ile Kamil üç metrelik bir dalla geldiler. Sili Usta, “Her şey tamam!”dedi. Yemeğe oydukça sevinerek gittik. Binayı gıdım gıdım yapıyoruz ama bayrak asmak binadan daha ilgi uyandıran bir olay oldu. İçimden konuşuyorum, “İki dakikalık bir iş, Sili Ustanın göstereceği yere birimiz tutup birimiz çakacak!”Ama arkadaşlar öyle demiyor, özellikle Yusuf, binanın tamamı bitmişçesine seviniyor. Ne var ki arkadaşın o sevinci hepimizi neşelendiriyor, daha iyimser oluyoruz.

Benim bugün keman nöbetim var. Dün atlatılmıştım, bugün biliyorum, benim sıram olacak. Ayrıca Süheyla Öğretmenle oyunlar üstüne de konuşacağız. “Bu konu açılırsa birşeyler söylemeliyim!”diyorum, düşünüyorum, tek bir söz bulamıyoum. Tek saptadığım söz:

-Siz devam ederseniz kız arkadaşlar da sizin gayretinizle oyunları öğrenmiş olacaklardır. Siz olmazsanız onlar kesinlikle toparlanıp oynayamazlar!Bu bağlayıcı sözü beğendim, yararlı olacağını düşünüp, söylemeye karar verdim. Kemanı alıp her zamanki yerime çekildim. Az sonra kızlar da gene oraya geldi. Bu kez Melahat mandolinini getirdi, gerçekten akordu iyi değildi, düzelttim. Mandolinle güzel çaldığıma inandığım Kafkas dansını tımbırdattım. Girişteki mızrap vuruşunu güzel yapıyorum, bunu ben de biliyorum. Dinleyenler tüm parçaları öyle çaldığımı sanıyorlar. Çalamadığımı söylesem de inanmıyorlar. Onlara göre akordiyonu çalan mandolini haydi haydi çalar. Oysa iş o denli kolay değil. Melahat'ten sonra ben Röslein elinden mandolini alp bir de onu tımbırdattım. Öğretmen öbür uçtan başladı. Kızlar da az ileri gidip çalışmalarını sürdürdüler. Ben onlara arkamı dönüp çalıştım. Uzun süre çalıştım, arkamda tıkırtı olunca döndüm öğretmen gelmiş. Alkışlar gibi ellerini vurdu, “En candan, en severek sen çalışıyorsun, dön bak, herkesin başı ötede beride, geleni gideni umursamadan çalışan bir seni görüyorum!”deyince ben, “Olur mu öğretmenim, onların ellerinde mandolin var, etraflarına rahat baktıkları için öyle görünüyor. Ben kemandan başımı döndüremiyorum!”deyince, öğretmen “Bırak sen şimdi, ben verdiğim parçaları alırken kimin ne yaptığını anlarım!”deyip kesti. Az sonra da, “Nasıl ben oynayabiliyor muyum? ”diye sordu. Birden duraksadım, “Siz daha iyi bilirsiniz!”dedim. “Devam deyim mi? ”diye sorunca ezberlediğim sözleri rahatça tekrarladım. Çok memnun oldu, “Gerçekten onlara bunun yararı olacaksa ben de katılırım. Düşündüm de benim yaşamımda bu oyunlara pek gereksinim duyacağımı sanmıyorum. Ben konservatuvara gideceğim, orada çok daha değişik bir ortam var. Ancak kızlar bu okullarda çalışacağına göre onlar bunları gerçekten öğrenmeli!”Titreyerek (Ben öyle algıladım) sordum:

-Konservatuvara ne zaman gideceksiniz? Hiç duraksamadan, “En geç, gelecek ayın sonunda, Cumhuriyet Bayramı’nda!”dedi. Yeni bir parça seçti, önce kendisi çaldı, bir kez de bana çaldırdı. Kızların yanına atladı. Arkamı dönüp parçamı çalışmaya başladım. Kolay bir parça. İki yerde 8’lik notalar var. iki yerde de stakato. Onları da biliyorum.

Zil çalınca öğretmen kızlarla onların yerine girdi. Ben koşar adımlarla arkadaşlara yetiştim. Arif Kalkan “Amma kaynattınız gene!”dedi. Ben, “Ne kaynatması, azarlandım, böyle çalışacaksan vazgeç bu işten!”dedi. Utandım bu kez de hiç çalamadım. Bana bir ay izin verdi, “Gelecek ay sonuna dek toparlanamazsan seni silerim!”dedi, diyerek Arif’i iyice şaşırttım. Arif iyi yürekli bir arkadaş, inandı. “Vay canına, o güzel yüzün altında öyle sert bir yürek mi var. Ben de seni düşünerek, “Ne şanslı, bu kez öğretmenle iyi anlaştı! deyip seviniyordum!”dedi. Ben sözümden dönemedim ama Arif’i azıcık gene teselli ettim. “Önümüzdeki günlerde daha çok çalışıp onun gönlünü alacağım, buna inanıyorum!”dedim. Arif, gülerek “Öyle işte, ne istiyorsa onu yap, arayı bozma!”dedi. İşyerine vardığımızdan az sonra Sili Usta geldi, hazırlanmış bayrağı bana verdi birlikte çatıya çıkıp gösterdiği yere baylağı çaktım. Sili Usta çevresini saranlarak bakarak ellerini gösterdi. “Sizde var kurban kesmek, o bizde(Okulda demek istedi) yok. Burası okul, 80 bina yapılacak , var mı 80 koyun? diye sordu. Eliyle çevreyi göstererek:

Buranın adı Hamubasan'dır. Hamurbasan olacak kasaba (Kent). Hasanoğlanlılşar gelecek Hamurbasan Kentine. Şimdi gelmez kimse. Gülerek çatıdan indi:

-Gel şimdi Genel Müdür, gör işte bayrak dalgalanıyor, işte kiremitler döşeniyor! dedi. Hasanoğlanlıların bu çevreye Hamurbasan kırlığı dediğini, biz Sili Usta'dan duyduk.

 

Hepimizde bir rahatlama oldu. Tüm arkadaşlar, “Gelin şimdi kalan yerleri de kapatalım!”dediler. Yeni başlamış gibi canlı olarak işe koyulduk. Paydos olduğunda 7. makasın işi de bitmişti. Kuzey kalkan duvarıyla birlikte 12 makasımız kalmıştı. Sili Usta, “Yarın ben yokum, bakalım ne yapacaksınız!”diyerek bizi sınamaya kalktı. İçimizde inananlar oldu, afiften “o, mo, aaaaa”diyenler oldu. Ben hiç aldırmadım, daha doğrusu duymazdan geldim. Arkadaşlar yolda da aynı konuya dönünce “Sili Usta o sözü şaka söyledi!”dedim.

Çadıra dönünce usanıncaya dek akordiyon çaldım. Hüsnü nöbetçi, onun çok sevdiği O Çiçorniyayı (O siyah gözler) tekrar tekrar istedi, Bulgarca olarak söyledi. Sessiz, sakin Hüsnü sevdiği sarkıyı o denli güzel söyledi ki, dışarda dinleyenler olmuş. “Bunu kim söylüyor? ”sorularını içerden duyduk. Volga, Tuna Dalgaları, Karmen Silva, Macar dansı, Çardaş Früstin, aklımda ne varsa akordiyon körüğünü gere gere çaldım.

Yemek zili çaldığında çadırdan ikimizin çıktığını görenler, “Biz kalabalık var sanmıştık, siz ikiniz mi yaptınız o şenliği? diye soranlar oldu. Yemeğe giderken kızlardan bir grup çıktı. N, sordu, “Bu çaldıklarını eğlence gecelerinde neden çalmıyorsun? ”Ben, “Çal diyen yok da ondan!”deyince N, “Öyleyse ben bundan sonra onları isteyeceğim!”

Yemekhaneye dek parça adlarını tekrarlayıp aralarında bölüştürdüler. Sonunda da benden sordular. Kaç parça çalabiliyorsun? ”Ben 22 tane!”deyince bir “aaaaaa!” sesi çıkardılar. “Hepimize bir parça. ”Oysa ben bunu şaka olarak onların sayısını bile bile söylemiştim. Kurnaz N hemen, “Yazık, içi parça daha olaydı öğretemenlerimiz için de isterdik!”dedi. Benim yanıtım hazırdı, “Onlara ayrı iki özel parçam var, ama onları kemanla çalacağım, biri Toselli öteki de Schubert serenadları. “Böyle parçalar var mı? ”denince “Süheyla Öğretmene sorun onları bana o verdi!”dedim. Bu sözüm, kızlardan çok bizimle birlikte olan arkadaşları etkiledi. Abdullah Erçetin, Schubert’i duymuştum ama ötekini ilk kez duyuyorum!”deyince ben, “Ben de ilk kez Süheyla Öğretmenden dinleyince çok sevdim, öğretmen de notasını verdi, şimdilerde ona çalışıyorum!”

Yemek masalarımıza dağıldık. Bizim masa marangozlar masası, tıpkı günüzkü gibi, konuşmalarımız “Bayrak, çatı, 12 makas, sekizinci lata gibi sözlerle sürüyor. “Yarın Sili Usta gelmezse!” sözüne sertçe karşı koydum “Gelmezse gelmesin, hazır kirişleri yerlerine koyup makasları konduramayacak mıyız? yapılanları Sili Usta mı yaptı? Onun başımızda bulunması bizim için bir güç ama o olmasa da hiç değilse işimizi bir gün sürdüdürüz!”deyince konu kapandı. Hilmi gene bana sataştı:

-Abi sen konuşmuyor, karşındakileri azarlıyorsun!Bu kez Hilmi’ye dönüp:

-Bu sözünü örnek vererek kanıtla. Bir insan, azarlanacak yerde azarlanmışsa bu doğrudur. Bir yanlış yokken dediğin gibi konuşulmuşsa bu ayıpır. Ancak bunu örnek üzerinde konuşalım. Şimdi sen bunu yapamazsan, ben seni azarlarım. Hiç değilse “Haksızlık ettin bana” derim!Hilmi, Kem-küm edince Yusuf güldü, Hilmi bunu bahane edip “İnsana iki laf ettirmiyorlar” diyerek sıvışmaya kalkışınca ben, kolundan çekip, “Sıvışmak yok!Otur bakalım, bu konuda hesaplaşalım!”dedim. Hilmi bu kez de “Bak işte şimdi de azarlandım!”deyince bu kez de Salih, Hilmi’ye, “Hemşerim sen şimdi azar değil iyi bir köteği hak ettin!”deyince Hilmi başta olmak üzere hepimiz güldük. Hilmi sevildiğini bildiği için rahat geri dönüş yapıyor. “Benim kusuruma bakılmaz, ben bir garip insanım, annemden, babamdan uzak kalmışım, bana acıyan yok, ne konuşuğumu bilmiyorum!”dedi. Hasan Üner, sordu, “Bunu hangi kitaptan okudun. Hilmi Hasan’ın yaşının küçüklüğünü anımsatmak için, ”Sen o kitabı bilmezsin, eski yazıyla yazılmıştır, okuyamazsın!”dedi güldü. Bu kez Hasan, ”Ben okuyamazsam, beni göstererek burada Abi var ona okuturuz. ! “Hilmi kendine güvenerek, benim için “O da okuyamaz!”deyip kestirdi. Bu kez de ben”Bak sen bana gene güvensizlik gösterdin, eski yazıyı ben okursam ne yapacaksın? Hilmi birden “Bunu da mı? vallah ben sizden korkmaya başladım!”deyip öbür taraftan kalktı. Hepimiz kalktık. Dersliğe gidince okuğum kitabı gösterdim. Hilmi şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Suçumu affet abi!” dedi.

Derslikte sessiz bir durum vardı. Kitabı bitirmek üzere açtım. Palegeva Ana kitap dağıtmayı sürdürüyor. Oğlunu bir kez daha gitti gördü. Oğlu iyi ama “ Nuh deyip Peygamber demeyen” bir tavırla dışardaki arkadaşlarını isteğine uyarak hapisten kaçmayı onuruna yedirememektedir. Ana kitap dağıtıcılığını sürdürür ama oldukça zor anlar geçirir. Ana Palegeva artık o bildiğimiz yumuşak kadın değil her türlü zorluğu göze alabilen bir isyancıdır. Köy, kasaba seçmeden kitap gezdirir. Daha doğrusu kurulmakta olan bir tezgahın hizmetini görmektedir. Kim kimi yönetiyor o bunun pek ayırdında değildir. Hakaretlere uğramakta, yaşlılığıyla alay edilmekte, kötü kadınlara rahatça söylenen sözlerin yüzüne karşı söylendiğini içi acıyarak dinlemektedir. Zaman zaman sezinlediği bir açmaz içinde olduğunu da duyumsar. Kılık değiştiren doktor, öğretmen, toprak sahiplerini oğulları kızları da bu etkinliklerin içinde bulunmaktadır. Bunu çözemez. Bir akıntıya kapılmış gitmektdir. Sonunda bir gün oğlunun mahkemeye çıkarılacağını öğrenir. Mahkeme günü gelince eşi dostu arasında mahkeme salonuna gider. Mahkeme tam anlamıyla komedidir. Zanlılar düpedüz suçlu gösterilmektedir. Bunu bilen zanlılar da hakimleri alabildiğine karalamaktadırlar. Ana bu acıklı durumu bir türlü değerlendiremez. Neden böyle? Tek tesellisi, zanlılar içinde en sağlamı oğludur. Oğlunun savunması bastırılıp “İnsanlığa belge” olacak nitelikte bir savunmadır. Büyük bir kargaşa sonunda mahkumlar sürgün cezası alırlar. Oğlunun savunması gerçekten bastırılır. Ana, bu Savunma baskısını dağıtmaya gönüllü girer. Ancak tehlikeli bir iştir. Sonunda yakalanır. Yakalanınca birilerine karşı hem kendini hem de oğlunu savunmak için kendini hazırlar. Oysa kendisini en alt tabakanın, zavallı insanları, uşak takımı, o biricik oğlunun kendini feda ederek kurtarmaya çalıştığı uşak ruhlu yaratıklar, polisler, j andarmalar, gardiyanlar cezalandırırlar. Cezaları da başına vurmak, itip kakmak, yüzüne tükürmek, hakaret etmek, ağıza alınmayacak türden küfürlerdir. En sonunda bir jandarma boğazına sarılp sıkar. Ana'dan bir hıçkırık duyulur.

Kitap böyle mi bitiyor, yoksa a kitabın arkasından sayfalar mı kopmuş? Pek anlayamadım. Zaten kitap iki kitapken birleştilmiş, birinciyle ikinci yer değiştirmiş, çizilmiş, mürekkeplenmiş…. Ana'nın böyle sonuçlanacağın sanmıyordum. Ölebilir ya da oğlu başarılı olup ana rahata kavuşur diye düşünüyordum. Böyle olmadı, üzüldüm. Kadıncağız, kocasından çok çekmişti. O ölünce rahatlayacağını sanıyordu. Demek Palegeva’nın alın yazısı salt Mihail Vlasov’ın varlığından değilmiş, ondan sonra da pek değişen birşey olmadığına göre, bu onun kaderiymiş…Üzgünüm…. Arkama yaslanıp arkadaşlara baktım. Hepimizin birer kaderi var. Her birimiz kimbilir nerelerde acılar çekeceğiz ya da şansımız bizi bir yerlere götürecek. Bunu bilebilsek!. .

Yat zili çalsa, diye beklerken gerçekten çaldı. Yatağıma yatarken Ana’yı unutmaya çalıştım. Aklım bir şeye takılınca onu aşıp başka düşünceye geçemiyorum. Bir süre önce bunu A’yı gözümün önüne getirerek başarıyordum. Son köye gidişimde A’yı kucağında çocuğuyla görünce onu da okuldaki durumuyla göremez oldum. Oysa benim gözümde onun okul sürecindeki güzelliğiydi. Okulu, öğretmenleri öteki arkadaşları rahat seçebiliyorum daA'yı anımsayınca son gürüşüm gözümün önüne gelip önümü kapatıyor. İşte o zaman da aklım karışıyor. C 'de öyle olmuştu. Eski fotoğrafların üstüne yenisi konar gibi bir durum ortaya çıkıyor. Oysa Hemşire M’yi daha rahat gözlerimin önüne getirebiliyorum. Herhalde onun resmi hiç değişmediğinden olacak. Kimi kez de ben gerçekten sevdiğimi sandığım bu insanları seviyor muydum? Gerçekten sevenler böyle ayrılabiliyor mu? Süheyla Öğretmenle çalışırken hiç kimse aklıma gelmiyor. Röslein ile konuşurken, onun gözlerinin içine bakarken Süheyla Öğretmenle yan yana getirip karşılaştırma yapabiliyorum. Süheyla Öğretmenle karşı karşıya kalınca bunu hiç kimse ile yapamıyorum. Eskiden bu A’yı düşlerken oluyordu. Şimdilerde A’nın iki görüntüsü olduğundan kolay geçebiliyorum. Böyle düş kuruyorum ama Süheyla Öğretmeni sevmem söz konusu olamaz. O’ndan gelecek en küçük bir ters tepkinin beni çok üzeceğini bildiğimden, tıpkı aynaya bakar gibi bakışım belki bundandır. “Seni seviyorum!”diyebileceğimi bile aklımdan geçirmeyişim bundan olsa gerek. Sanırım bu biraz, onun, Şerif Baykurt’a yaptığını(Sözünden dönme) bilmiş olmamdan kaynaklanıyor. En iyisi, Ekim sonuna dek yakınına sokulup biraz daha iyi tanımak. Ayrılıp gidince de unutmak. Süheyla Öğretmenin bir sözünden de bir ders çıkarmalıyım. “Okuldayken girdiğim bir güzellik yarışmasında ancak saç güzeli seçilmiştim!”demişti. Bununla neyi anlatmıştı? O neyi anlatırsa anlatsın, ben bundan ondan daha çok güzellerin bulunduğunu öğrenmiş olmalıyım. Ayrıca gene bir başka zaman konuşurken, “Çalışır okumanı sürdürürsen daha bir çok kimselerle tanışıp, birlikte çalışacaksın, özellikle müzik etkinlikleri sana çok arkadaşlar kazandıracak!”demişti. Süheyla Öğretmeni en güzel bakışları içinde görmeyi düşlerken yeğenim İsmet çıktı karşıma. İsmet kendisi değil de fotoğrafı, konuşmadan durdu. İsmet’in bakışı benim kurguladığım görüntüyü bozuverdi. İsmet benden üç-dört yaş küçük. Oysa o bir kızı sevdiğini söyledi, “Benli!”dedi bir daha da başka bir şey söylemedi. İsmet Benli dışında kimseyi tanımıyor, gibi. Oysa o benden daha girgin, şakacı sanırım daha da zeki. Ama çok karlı bir şekilde Benli dışında kız düşünmüyor. Süheyla Öğretmenle Ankara’ya gittiğimizde Süheyla Öğretmen onun yanında bana “Yeğenin çok zeki galiba!”dediğini duyan İsmet hiç oralı bile olmadı. Aynı söz benim için söylenseydi, neler düşünürdüm neler!. .

Çenem gerilirerek esneyince çok geç olduğunu anımsadım. Ana’yı unutmaya çalışırken kendi kararsızlığım içinde debelendim durdum….

 

25 Eylül 1941 Perşembe

 

Yusuf Asıl oyun arkadaşı Ahmet Güner’e takıldı. “Bugünkü nobetçi Efe!”dedi. Efe sözü kimi arkadaşlarda başka başka etki yapmış olacak, “Yaşasın Efe!”diyenler arasında “Hiç mi efe görmedik? ”diyenler de çıkmış!Ahmet Güner alınmış bundan. “Kim o? diyerek yürüdü. Abdullah Erçetin’i gösterdiler. Ahmet Abdullah’ın başına gitti. “Hııı, sen misin? ”diye sorduktan sonra, arkasını dönüp “Efelerin iyisini kötüsünü gene efeler bilir, bir de kadınlar; ancak onlar bunu kolay kolay açıklayamazlar, kem küm ederler!”dedi. Önce kimseden bir ses çıkmadı. Bekir Temuçin bağırdı:

-Arkadaş şakası için insanlara hakaret edilir mi? Ahmet Güner, çok öfkeli, bağırdı “Sen suz, uyuz, sana bir şey diyen mi var? Mehmet Yücel yetişti, “Vay vay, Poyralı ile bizim köylerimiz çok yakındır. Öyleyse ben de biraz Efe’yim, size “Susun”diyorum!”Halil Basutçu:

-İşte Efe dediğin böyle olur!diyerek arkadaşları güldürdüler. Yusuf, Ahmet’i kolundan tutup dışarı çıkardı. Arif Kalkan Abdullah’ı yatıştırdı. Tartışmalara hiç katılmayan Ali Aga konuştu:

-Sonunda olan Bekir’e oldu!dedi. Kavgalara öteden beri karşı olan Sefer Tunca, Ali Aga’ya “Ne adam şu 6 Ali, susar susar da tam ortalık yatışmaya dönerken daha çok karıştırmak için kışkırtıcılık yapar!”deyince Ali Aga, Sefer Tunca’ya “Ya sen ne yaparsın? Susar susar, ben bir söz söyleyince konuşursun!”Herkesi bir gülmedir tuttu. Çok sinirli olan Abdullah bile güldü. “Çenene sağlık Ali Aga!”diyerek kahvaltıya gittik. Kahvaltıya oturunca bu kez Hilmi, Yusuf Asıl’a “Konuşmasını bilmeyenler ortaya bir laf atıyor!”deyince Hasan Üner Hilmi’nin sözünü keserek, “O söz öyledeğildir:

-Bir deli kuyuya bir taş atar, mahalleri çıkaramaz!Hasan böyle deyince, Hilmi bana baktı. Ben güldüm, Hilmi’ye anlattım:

-Hep yanlış söylüyorlar. Deli kuyuya taş atınca tembel mahalleli taşı kendileri çıkarma yerine deliye çıkartmaya kalkışmışlar. Delinin de inatçılığı tutmuş. “Bu kadar tembelin yapmadığını ben de yapmam!”deyip diretmiş. Hilmi gülmekten yerlere yattı. “Sözüm bitmedi” deyip olayı uzattım. Deliyle mahalleli uzun süre tartışmışlar. Sonra da gidip bir ermişe danışmışlar. Olay Trakya da olmuş. Ermiş mahalleliye:

-Hadi benim kızanlarım, gidin o taşı kendiniz çıkarın. Çıkarmazsanız bu deli hergün gidip bir taş atar, sonra susuz kalırsınız!demiş. Mahalleri kendi aralarında meşveret etmiş, en akıllıları Ermişe:

-Biz aramızda çok tartıştık, delinin attığı taşı çıkarırsak, deliye karşı öne sürdüğümüz, bunu sen çıkaracaksın, savımız çürümüş olacak, böylece andımız bozulacak!Ermiş bu kez deliye

-Sayın Deli, git o kuyuya bir taş daha Deli koşup bir taş daha atıp dönmüş. Ermiş, deliye:

-Bay Deli , bundan sonra atacaksan bir değil iki taş atacaksın!demiş. Bu kez deli diretmiş:

-Ama ben bir kişiyim!, Ermiş biraz sinirlenerek:

-Oğlum sen deli misin, bu kadarcığı da mı anlamıyorsun? Birinci taş kendin için, ikinci de benim için olacak!Böylece mahallelinin andı bozulmayacak, kuyu da sık sık dolup boşaltılarak temizlenmiş olacak!Bu olaydan sonra bu söz ortaya çıkmış. “Deli kuyuya bir taş atmış, mahalleli çıkaramamış!”Kuyudan çıkaramamak, taşın büyüklüğünden değil, mahallelinin anlaşmazlığından. Ben konuşurken arkadaşlar dikkatle dinlediler.

-Etrafımızda kimse kalmadığını görerek hızla kalkıp yola çıktık Hilmi, yolda kolumdan sarsarak sordu:

-Abi doğru söyle bunu sen mi uydurdun, yoksa birinden mi duydun? Uydurduğumu söyleyince bu kez iyice şaşırdı.

Çatıda dalgalanan bayrağa karşıdan baktık. Hilmi’ye “Bayrağı Sili Usta bana çaktırdı!”dedim. Hilmi gülerek:

-Bunu bana niçin söylediğini anladım!dedi. Az sonra da “Yahu Abi, ben aptal bir insan mıyım? Bana doğrusunu söyle, bu senin yaptıklarının çoğunu ben yapamıyorum!Hasan Üner “Senin daha yaşın küçük!”deyince Hilmi sinirlenerek, “Ne küçüğü be, aynı tabakları boşaltıyoruz!”diye çıkıştı. Ayrıldık. Çatıya çıkarken, herkes bir birine, “Bu günü değil yarını düşünün!”dedi. Yarın cuma. Oysa ben bugün için söz vermiştim. Dediğimden bir gün önce bayrak çekildi. Genel Müdür bir gün geri bırtakmasaydı da bayrak çekilecekti.

Küçük diye baktığımız 8. sınıflar hiç ummadığım şekilde çalışıyorlar. Üstelik hiç konuşmuyorlar. Mehmet Yücel’in kardeşi Namık, her durumuyla ağabeyine benziyor. Tek benzemediği tarafı konuşmaması, kendisine bir söz söylenmezse kesinlikle konuşmuyor. Zayıf olmasına karşın karınca gibi çalışıyor. Bir ince uzun da Süleyman Gege, Süleyman kayış gibi. Kayış gibi benzetmesini babam çok yapar. Sağlıklı insanlar gibi, dayanıklı eşyalar içinde kullanır. Örneğin sağlam ipler, söğüt çubukları gibi, keçi boynuzu türü yiyecekler için de “Kayış gibi!”benzetmesini yapar.

Sili Usta gelmeyecek diye bildiğimiz için biz işbaşı yaptık. Herkes zaten ne yapacağını biliyor. 2. makası takarken Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Gülerek:

-Hakkı Bey bugün gelmeliydi, gelseydi daha memnun olacaktı!dedi. Sonra da, “Genel Müdürümüz, öğrencilerin kendine güvenerek yetişmesini çok önemsiyor. Bu neden öğretmensiz çalışmaları daha severek izliyor!”dedi. Mustafa Güneri Öğretmen gidince bu söz arakadaşlar arasında anlam değiştirerek bir süre konuşuldu. Ayrılan öğretmenlerin yerine yesinin atanmamasını buna bağladılar. Kepirtepe’de İrfan Evren, Naci İnan, Hamdi Bağ, Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenler varken buradaki bunca iş için tek Ali Yılmaz Öğretmenin kalışı bunun için mi? ” soruları yönetildi. Ali Yılmaz Öğretmen geldi, bir sorun olup olmadığını sordu. Ben, “Yarına dört makasımız kalacak!”deyince Ali Yılmaz öğretmen, “Öğleden sonra kuzey bölümün makaslarına geçeceğiz, ben geleceğim, burada az ara kalsa da olur. Binanın uzaktan görüntüsü için o tarafa da birkaç makas atalım. Bina daha bütünleşir!”dedi.

-Paydosta inince az ile çıkarak karşıdan baktık. Gerçekten Ali Yılmaz Öğretmen haklı;binanın bir bölümü çatılı yandaki alçak bölüm kuru duvar olarak görünüyor. Bir kaç makas orasını da daha değişik gösterecek.

Yemeğe giderken hepimiz dönüp dönüp baktık. Yemekte herkesin dilinde Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç kesinlikle gelecek. Benim de bu konuşmalar hoşuma gitmiyor. Adamın altında otomobil gelip gidiyor. Birimizle konuşuyor, olup bitiyor. Yarın ne diyecek? “Aferin verdiğiniz sözü tuttunuz!”diyecek. Meydandaki Bayrak kulesini yaparken geldiğinde neler demişti? “Kulenin altında oturacaktı. Kule orada, toz toprak arasında kaldı. Gelip geçerken bakan bile olmuyor. Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel 8 haziranda, “Bundan böyle sık sık geleceğim!” demişti. Hani, geldi mi? Aradan tam 4, 5 ay geçti. Sık dediği de her halde birkaç yıl da bir. Örneğin Lüleburgaz’da gelmişti. Tarih 1939 Haziran. Buraya gelişi tarih, 1941 8 Haziran…Gelgelelim arkadaşlar benim gibi düşünmüyorlar. Onlar, “Gelsin-gitsin” sevdalısı. İçimden sabahki oyunumu düşündüm, Hilmi’yi nasıl da susturdum!Hasan da nereden söyledi o deli-mahalleli sözünü!. . Yemekten kalkınca doğru kemana koşup aldım, çalışmaya başladım. Bu kez yerimi değiştirdim, bir bölme atlayıp musluklara yaklaştım. Kızlar gelirse az daha uzakta kalsınlar, istedim.

Yeni parçamı kolay çözdüm. Noktalılarda yayı iyi kullanamıyorum ama, çalıştıkça o da düzeliyor. Dün hiç beceremiyordum.

Kızlar geldi. Yer değiştirdiğimi görünce, Röslein gülerek, “Rahatsız ettik galiba!”dedi. Kesinlikle hayır, belki ben sizi rahatsız etmiş olabilirim, diye düşündüm!Röslein, “Ben rahatsız olmam ama haklısın, belki olmuş olanlar bulunur!”dedi. “Biliyorum sen olmazsın ama ya olanlar varsa? diye sordum. Karşılıklı gülüştük. Ben gene arkamı dönüp çalışırken öğretmen geldi, Kızların yanına girdi, beş kişiler, birlikte dinledi, onları alıp büyük gruba kattı. Bu kez de kemancıları çağırdı. Doğan Güney 'i dinledi, “İyi!”deyip gönderdi. Arkasından ötekileri de dinledi; herkese birşeyler söyleyip, daha dikkatli çalışmalarını istedi. Benim de son parçamı dinledi, kemanı alıp akorduna baktı, parçayı arka arkaya iki kez çaldı. Sanırım azıcık alay etti, gülerek:

-Sesleri ezberlemek için pür dikkat kesiliyorsun. Sesleri ezberleyerek değil duyarak bulmalısın!dedi. Gücenebileceğimi düşünerek kemanı istemeden elimden aldı, Toselli Serenadı çok ağır olarak çaldı. Çok güzel bir parça. Onu dinleyince öğretmenin dedikleri uçtu gitti. Öğretmen benim ne düşündüğümü galiba biliyor. Alınıp durgunlaştığımda ya da alınabileceğim bir söz söylediğinde hemen hoşuma gidecek bir parça çalıyor ya da sevineceğim bir söz söylüyor. Serenadı dinleyince durdum kaldım. Öğretmen:

-Zil çaldı, geç kalma!deyip yürüdü. Her şeyi unutmuş gibiydim.

Kemanın yumuşak sesi, öğretmenin söyledikleri kulaklarımda, koşa koşa arkadaşlara yetiştim. Arif Kalkan, “Müzik öğretmeni seni bu defa da kemancı yapacak!”dedi. Abdullah Erçetin, “Süheyla Öğretmen mandolini sevmediği için üzerinde fazla durmuyor, buna karşın tüm ilgisini kemancılara yöneltmiş durumda!” deyince. Ben de Abdullah’a. “İyi işte sen bu işte karlısın, hem kemanlarda hem de mandolinlerde varsın!”dedim. Bu kez de, kederlenerek:

-Ne yazık ki ben öğretmenin beklediği çalışmayı yapamıyorum, öğretmen bir zorladı iki zorladı ben, onun beklediği gibi hazırlanamadığım. Bu nedenle de şimdi beni gelgeç türünden bakıp savuşturuyor!dedi. Abdullah’ın konuşmasına benim gibi Arif de üzüldü. Oysa Abdullah, ilk yıl müzik derslerimize giren Adem Gürçağlayan Öğretmenin dediği gibi “Abdullah doğuştan müzik için donanmış”bir arkadaşımız.

İşe başlarken arkadaşlar uyardı, kapısı önünden geçerken Ali Yılmaz Öğretmen, “Beni bekleyin, şimdi geliyorum!”demiş. “Kim duydu, kime söyledi”, soruşturması yaptım. Kamil, Namık, Süleyman, üçü birden, “Öğretmen bize dedi!” yanıtını verince oturduk. Öğretmen oldukça gecikince, Birden aklıma geldi, “Biz kuzey tarafın makaslıklarını taşımamıştık. Öğretmen oraya başlayacağımızı söylediğine göre, bari onları taşıyalım!”diyerek arkadaşları kaldırdım. İki kez gidip döndükten sonra öğretmen geldi. Gelir gelmez de bir “Aferin!”çekti. “Ben de sizlerden bunu bekliyordum!”dedi. Öğretmen başta olmak üzere 6 arkadaş biz çatıya çıktık. Kuzey kalkan duvarından başlayarak makasları önce yatırarak sıraladık. Hem deneyimlerimizden yararlanarak hem de kirişlerin, makasların kısalığından ileri gelen kolaylıklar nedeniyle 10 makasın altısını diktik. Öğretmen, “Ha gayret!”dedikçe güçlendik. Pekiştirici çakmaları bırakıp makasların ayakta durmasını sağlayarak dokuzuncu makası dikerken paydos zili çaldı. Öğretmen bize bir numara yaptı. “Siz gidin çocuklar, ben geç geldim, bu benim payım, ben onu yerine koyduktan sonra girerim!”deyince hepimiz güldük:

-Bu bir şakadır ama, şaka da olsa biz sizinle birlikteyiz, öyleyse sizi yalnız bırakmıyoruz!deyip binanın kuzey makaslarını tamamladık. Pekiştirme payandaları, zaten öbür tarafta da kalmaktaydı. Çok gecikmeden, yarına dört makas bırakarak okula öndük. Dönerken Kızılçullu ekibiyle buluştuk. Bizim bugünkü olayımızı anlatınca onlar da bize gülerek, kendilerinin bir haftadır her gün en az bir saat gecikmeli paydos ettiklerini söylediler. Bu kez biz onlara şaştık. Çünkü uzun zamandır onları ortalıkta az görüyorduk. Meğer onlar başladıkları işi olabildiğince ortaya çıkararak gitmeye karar vermişler. Bu nedenle olacak, onların binası neredeyse gelip giden iki ekibin ortak binası kadar yükselmiş. Bunları dinleyince oradakilerin hepsinin yüzlerine baktım. Nasıl baktım bilemiyorum, Hicri gülerek:

-Yarın gece bize akordiyonu verirsen sevineceğiz. Biz, yarın gece kendi kendimize eğleneceğiz, Sabahleyin akordiyonu getiririz!”dedi. Hiç düşünmemiştim ama “Olur!”dedim. Ekip başkanı dedikleri, Hüseyin(Hüseyin Atmaca) bana, Merak etme akordiyonu ben kendim getireceğim!”dedi. Bu kez içimden gelerek, “Olur!”diye tekrarladım. “Bu geceden de alabilirsiniz!”dedim. Hüseyin beni uyardı:

-Yarın Genel Müdür gelecek, diyorlar, akordiyon sana gerekli olabilir. Bize ondan sonrası yeter!deyince hiç düşünmeden gene “Olur!”dedim. Yaşar, Ekrem yanımıza sokulup, Pazar günü gideceklerini, bir daha görüşemeyeceğimizi söylediler. Yarın öğlede de, “Gelebiliriz!”dediler. Köye girerken ayrıldık. Onların çadırları, bağlığa yakın dere tarafında. Ayrılınca içimden birşeylerin koptuğunu duyar gibi oldum. İzmirliler gelmeden onları bekliyordum. Geldiler, işte gidiyorlar. Ne bekliyordum? Ne kazancım oldu? Ben kurcalamasaydım, Dağlı başta olmak üzere öğrendiğimizi sandığımız Zeybekleri yarım yarım bilmiş olacaktık. O akordiyon tartışması olmasaydı belki de daha yakından onlara sokulacaktım. Ben bu kadarını yaptım, ya öteki arkadaşlar ne yaptılar? Hiç!Bunlardan bir ders çıkarmalıyım. Sami Akıncı’nın yaptığı gibi ben bu arkadaşlara karışıp günümü gün etmemeliyim. (Gününü gün etmek, babamın bir sözüdür, çalışmadan gün geçirmek, Bunu en çok Mahmut Ağabeyime söylerdi:Gününü gün ediyorsun Mahmut, bu iyi bir tavır değil, Unutma ki, ”Deliye her gün bayram!”sözü de vardır. Bunlar aynı kapıya çıkarlar!”derdi.

Sabah, Ahmet Güner’i biraz üzgün bırakmıştık. Yusuf’la birlikte çadıra gittik. Ahmet yok. Akordiyoru alırken bır hırıltı duydum. Kapıda duran Yusuf’a işaret ettim. Yusuf gülerek, ” “Nöbetçi kalk soyguncu var!”diye bağırdı. Ahmet uyumuş. Gitti yüzünü yıkadı, geldi. Karşıdan bakanlarla işaretleştik, binaya girdik. Süheyla Öğretmen daha önce gelmiş. Gene Harmandalı ile başladık. Ahmet bugün biraz gevşek, Efe Yusuf oldu. İşin güzel tarafı, Yusuf daha disiplinli yönetti. O kıkır kıkır gülen Yusuf gitti yerine sert bir genç geldi gibi. Kızlar da onun sert, keskın komutlarına uydular. Kızlar bugün daha kalabalık, 8 kişi öğretmenle 9 kişi oldular. Gözlerim Süheyla Öğretmende, yanlış yapınca yüzü kızarıveriyor. Bir ara Ahmet bir yanlış yaptı. Yusuf’un Ahmet’i yaplaması görülmeye değerdi. Neyse Ahmet toparlandı, Timur Ağa ile Arpazlı’yı birlikte yönettiler. Süheyla Öğretmen “Öteki oyunları merak etmiş. Ahmet’le Yusuf Bengi’yi oynadılar. İki kişi olarak Bendi daha güzel izlenebiliyor. Hep birden “Ona da başlayalım!”dediler. Bengi daha ağır ama daha bireysel devinimler yaptıran bir oyun. Kızlar oynarken ayırdında olamıyorlar. Oysa bütün güzelliklerini gösterecek duruşlar bu oyunda. Dışardan bakanlar bunu daha rahat görüyor. Süheyla Öğretmen tüm güzelliğini döne döne gösteriyor. Bunu ben görüyorum, hem de hiç çekinmeden. Çünkü o, gözlerini Ahmet’le Yusuf’a dikmiş karşımda kıvı kıvır kıvırıyor. Birden bir gülmek geldi içimden;kendimi zor tuttum. Bu arada da öğretmen bana baktı, nedense o da güldü. Öğretmenin gülüşünü bahane edip durdum, “Yorulduğunuzu düşünüp kestim!”dedim. Öğretmen gülerek:

-Deminden beri sana neden baktığımı sanıyorsun? diye çıkıştı. Gene de çok neşelendiklerini, Bengi’yi de öğreneceklerini söylediler. Onlar memnun, biz mutlu olarak ayrılırken N sokuldu, “Hangimiz daha güzel oynuyoruz? ”diye sordu. Yusuf yutkundu, Ahmet bana baktı, Söz bana bırakılmıştı; “Düne göre bugün daha güzel olnadın!”dedim. Güldü, iki yanağı da içeriye doğru çukurlaştı. Yusuf onu bu denli yakından görmemişmiş, ilgisi çekm iş, ayrılınca bana sordu, “Nasıl çukurlaşıyor öyle? “Yarartılıştan öyle, konuşurken, diğer zaman larda yanakları dümdüz. . Gülünce öyle oluyor!Yusuf bir bakıma daha çocuk, kendi yanaklarını şişirip yüzünü gerdirerek gülme denemeleri yapar yapa yürüdü. Sonunda onun gibi yapamadığını söyledi. Yusuf’a anlattım, N de kendisi yapmaya kalksa yapanmaz. Ya da ona öyle yapma deseler, onu önleyemez!

Ahmet’le Yusuf dersliğe gittiler. Ben bir süre akordiyon çaldım. Süheyla Öğretmenin duyabileceğini hesaplayarak, çadırın o tarafında Türk Marşını, Schubert Serenadı, Macar Dansını, Tuna Dalgalarını, Karmen Silva’yı, Çardaş Früstin’i, O çiçorniya’yı, Toselli Serenadın salt baş tarafını tekrar tekrar çaldım. Ahmet’le Yusuf geri geldi. Ahmet, “Abi, çalmayı kes artık, insanlar dinlemekten bırakıp yemeğe gidemiyorlar!”dedi. Şaka olduğu besbelliydi ama içimden doğru olmasını istiyordum. Akordiyonu bıraktım, çıktım. Kapıya çıkınca gerçekten kapının az önünde büyük bir grup yavaş yavaş gidiyor. Kızların arasında da Süheyla Öğretmen. Ahmet’e sordum, Sahi dinleyenler var mıydı? ” Ahmet, “Vallah! dinliyorlardı, sen durdurunca yürüdüler, !”dedi. Ne olduysa bedenimde bir ürperti oldu. Neyse, çabuk geçti. Geçince de daha rahatlamış olarak yürümeye başladım.

“Bu akşam yemek yemesem de olur!”diye içimden içimden kendimle konuştum. Yemekte mercimek -bulgur pilavı-yoğurt var. Hilmi bizim masanın en titiz yemekçisi. Gene konuşmaya başladıB. u arada Hasan Üner’e de “Neden suskunsun? ” diye sataştı. Hasan Üner, “Hemşerim, sen beni yanlış anlıyorsun. Yemeklerdeki konuşmalarına katılmıyorsam sakın senden uzaklaştığımı sanma. Yemek masası dışında hep seninleyim!”dedi. Hilmi, bu sözleri nasıl yorumladıysa dönüp bana baktı. Ben de:“Hilmi, ben de yalnız yemek masası konuşmalarında senin yanındayım, başka yerde ayrı oluğumuz için darılma!”dedim. Hilmi biraz da kabararak ikimizden de açıklama istedi. Hasan ciddi ciddi, düşüncesini söyledi”Sen yemek beğenmiyorsun, yemekler üstüne ileri geri konuşuyorsun. Sonra da oturup afiyetle yiyorsun. Senin beğenmediğini söylediğin yemeyi senin konuşmandan sonra ben yemekte zorluk çekiyorum. Sözün özeti, bu!”Hilmi bir karşılık vermeden bana döndü. Ben, “Benim sorunum başka, Derslikte ayrı oturuyoruz, işlerde ayrı yerlerde çalışıyoruz, gezip tozarken de hemen hemen hep ayrıyız, tek birlikte oturduğumuz yer yemek masası, bunu demek istedim!”deyince Hilmi, çok kullanığı sözü bir daha tekrarladı, “Azizim, sen beni deli edeceksin, ben senden neler beklerken sen ne söylüyorsun? Söylediğin yanlış değil hepsinden doğru. Ama ben başka şeyler bekliyordum. Hasan, senin yanında değilim derken ne demek istiyorsa sen bunun tersini söylüyorsun! Bu kez de ben, “Yanılan sensin, işte ben yanındayım, dirseğimle dirseğine vuruyor muyum? Doğru söyle yanında mıyım, değil miyim? ” Hilmi çaresiz, “Yanımdasın!”dedi. Ben de, “Öyleyse benim söylediklerim sözün tam anlamıyla gerçek olanlar, ötekilerse ya deyimler ya da yakıştırma sözlerdir. Arkadaşlar gülerken Hilmi, “Benim kafam iyice karıştı!”deyip kalktı. Hep birlikte dersliğe döndük. Derslikte, Ana’yı Hasan’a verirken Hilmi’ye gösterdim. “Bak benimle tartışmıştın, işte Maksim Gorki’nin Ana kitabı eski yazı ile, bunu ben bir hafta içinde okudum, şimdi aldığım arkadaşa veriyorum!”Hilmi, kitaba baktı “Sahi yahu, bu eski Türkçe!”dedi. Mustafa Saatçı da çat pat okuyormuş. Kitabı aldı, bir kaç yerinden cümleler okudu. Elindeki sayfalardaki “ANA” sözlerini seçti. Hilmi bir süre baktı, bu kez kitabı alıp “Ana'ları ben de öğreneyim!”diye tutturdu. Hasan kitabın yırtılacağını öne sürüp aldı.

Hasanoğlan köyünden Ankara lisesinde okuyan iki öğrenci(Biri Ali, ben daha önce konuşmuştum) geldi. Sami Akıncı ile oldukça sıkı fıkılar. Oldukça uzun konuştular. Onları görünce, bir an için kendimi düşündüm. Amacım neydi, şimdilerde nelerle vakit geçiriyorum? Ahmet Gürsel Öğretmenin övütleri, Fikret Madaralı Öğretmenin uyarıları, Vahit Lütfi Salcı Dede'nin tembihlerini, babamın, ablalarfmın, ağabeylerimin , tüm tanıdıklarımın benden beklentilerini anımsadım. Bir süre düşündükten sonra birden derslere dönmeye karar verdim. Lise 1. sınıf iki kitabım var onları yutarca okuyup özetleyeceğim. Önce tarihi şöyle bir karıştırmıştım. Bu kez atlamak yok. Okumak da değil anlamak, anlatmak kısacası iyice öğrenmek. Süheyla Öğretmenin söylediği bir sözü burada da uygulayabilirim. O ne diyor, “Kemanı çalmak değil, onu yüreğinle seslendirmek, önemli;yoksa tellerin üzerinde yayı gezdiren de ses çıkartabilir!”. Tarih için de böyle orada yazanları herkes okur, önemli olan orada yazılı olanları alıp kafanın içine yerleşitirmek, yeri gelince de ortaya dökmektir. Tarih kitabı biraz kolay gibi. Daha önce okuduğumuz konular. Fikret Madaralı Öğretmen bu konular üzerinde çok durmuştu. Tarih nedir? Tarih-Takvim. Tarih Öncesi devirler. Sıra ile üç Taş Dönemi. Türklerin Ana yurdu, Göçler, AnaYurtta kalanlar. Doğu Hunları, Çin -Hint uygarlıkları Mezapotamya:Sümer, Elam, Babil, Asur. . Anadolu’da:Hitit, Frikya, Lidya, İonlar. Ayrıca Mısır, İran, Fenike, İbrani devletleri…Bunları kısa da olsa okuduk. Hititlerle Yunanlıları biraz biliyorum. Mısır’ın Ehramlarını bir de Nil Nehrini biliyorum ama herhalde başka bilinecek şeyleri de vardır, sanıyorum. Hititlerden başladım. Neden Hititlerden başladım? Önce bu konuda hiçbir fikrim yok diyecektim. Oysa Hititler için özel bir ilgim vardı. Önce Edirne’de sonra da Alpulluda okurken orta birinci ninifin kitabında Hititleri okumuş az da olsa bilgimiz olmuştu. ”Hititler buralara yaşamış!”deyip haritaya bakıyorduk. Haritada gördüğümüz yerler bize çok uzaktı. Buraya gelince gene derslere başladık. Reşat Tekinay Çoğrafya dersimize giriyordu. Çevre gezilerine çıktığımız bir gün o bize sorular sordu, biz o na sorduk konuşup dururken bir soruya Reşat Öğretmen, “Çocuklar, buralarda Hititlerden beri bu kağnılarla iş görüyorlar!”dedi. O zaman, Edirne ya da Alpullu’da haritaya bakıp uzak dediğim yerin üstünde olduğumu anladım. Reşat Öğretmen de bunu söylemişti zaten. Kırlara bakarken bunu zaman zaman arkadaşlarla da konuştuk. İdris Dağı’nı arkadaşımız İdris Destan’ın dağı derken birilerimiz, “O dağlar bizden önce kimlerin olmamış ki? ”deyip kaç kez Labarnaş, Hattuşil, Murşil, Şuppiluliuma’dan söz ettik. İşte şimdi tam da sözü edilen kralların gezdiği yerlerdeyiz. Bu nedenle buraları daha kolay öğrenebilirim. Hititlerin, Mısırlılarla önce savaş yapıp sonra da anlaşarak tarihte ilk barış andlaşması yaptıklarını unutmadım: Kadeş Andlaşması:M. Ö. 1283. 3. Hattuşil ile 2. Ramses…Günümüzden tam 3224 yıl önce olmuş bir andlaşma…. . Halil Basutçu karşı tarafta otuyor, sanırım konuşulanlardan iyice sıkıl, bana seslendi, “66, herkese Genel Müdür geliyor, sana gelen giden yok mu? ”dedi. Hiç düşünmeden Halil’in aklından bile geçirmediği bir yanıt verdim: “Tam 3224 yıl önce olmuş!”dedim. Herkes baktı. “Ne olmuş? ” Kadeş Andlaşması!” Sami güldü, “Mısır-Hitit!”dedi. Arkadaşların bir bölümü ona da güldü. Halil tekrarladı. “Onu sormuyorum, yarın Genel Müdürümüz gelecek, bu konuda sen ne düşünüyorsun. ? ”Ben “Arkadaşım, ben şimdi ne düşüneyim? Yarın gelsin, sorular sorsun, dinleyelim;yanıtlar verelim, nelerin olup olmadığını ya da olmayacağını yarın akşam konuşuruz!”Halil güldü. Sol tarafımızdan oldukça açık söylenmiş bir söz geldi “Hep kendisine yontar!”dedi. Baktım, Fettah Biricik. Önce güldüm, herkesin bana baktığını görünce olayı önemsedim. . . Kalktım, “Ulan kabak, söyleyeceksen doğru, konuşulanlara uygun bir söz söyle. Bunu beceremiyorsan sus. Sersem, benim söylediğimle senin söylediğinin bir ilişkisi var mı? Ben, “ Yarın akşam daha doğru şeyler konuşabiliriz”diyorum. Bunun kendine yontmayla ne ilgisi, var? Sen düpedüz kavga çıkarmak için fırsat bekliyormuş durumdasın!”Sırasının başına gittim. Başını sırasına eğmiş. “Kaldır kafanı bak, sor, herkese sor, sana sinirlenmekte haklı mıyım? Haksız mıyım? ”Titreyen bir sesle “Haklısın!”dedi. “Öyle değil arkadaşlara dön de söyle!”diye biraz yüksek sesle bağırdım. Sustu. Her zaman yanında Sefer Tunca oturur, hemşerisini korumak için rica eder, önlerdi. Bu kez Sefer başka yerde oturmuş, ilgilenmedi. . Hiç sesini çıkarmadı. Parmağımla dürttüm:

-Ne o, çuval gibi yığıldın kaldın, şimdi sen kime yontuyorsun? dedim. Birileri gülmeye başladı. Sanırım vurmayacağım arkadaşlarca anlaşılmıştı. İsmet geldi, kolumdan tuttu, geri çekti. Halil Basutçu ise “Bırakın şu kavgaları!”diye bir uyarıda bulundu. . Bu kez Halil’e döndüm. “Ben yerimde kitabımı okurken, sen bana neden soru sordun? Bu korkak bana sataşsın diye mi? Duydun, senin sorunla benim sana verdiğim yanıtla hiç ilgisi olmayan bir sataşma oldu. Sen neden, “Arkadaş, biz aramızda konuşurken senin araya girmeye hakkın yok!”diyemez miydin? Bunu diyemiyorsun ama, “Bırakın şu kavgaları!”diye ortalığa konuşuyorsun. O zaman da ben, “Bırakın şu iki yüzlülüğü”. Benimle konuşacak olan, apaçık konuşmalıdır. Ben nasıl davranırsam, karşımdaki en az benim yaptığımı yapmalıdır. !”Fettah’ı göstererek, “Çoğunuz, bu arkadaşa yıllardır, kadın, madam, zenne, menne dediniz, durdunuz”. Bu sözler ara ara şimdi de sürüyor. Benim ağzımdan bunları duyan var mı? Doğru konuşmaya gönlü razı olan varsa kalkıp söyler, kaç arkadaşa, o beni zaman zaman kızdırıyor ama gene de gönlüm razı olamıyor, arkadaşı böyle sözlerle incitmeyin”demişimdir. ”Böyle dediklerimin çoğu unutulduğunu sanır ama ben hepsini anımsıyorum!”deyince beş altı kişi birden “Unutmadık, anımsıyoruz!”dediler. Zil çalınca kimseye bir şey demeden çıktım, arkamdan biri koşarak geldi. Baktım Sami Akıncı, hiçbir söz söylemeden kolumdan tuttu. “Bu akşamki kavgayı burada bırakalım. Bu kavgalar hepimizi rahatsız ediyor, lütfen beni kırma, bu tartışma uzamasın. Arkadaş suçunu anladı. Hala anlamadıysa onu dövsen de anlamayacak. Senden rica ediyorum, bu burada kalsın. Sami’ye baktım, sahiden yalvarıyor. Bir an “Niçin? diye sormayı düşündüm, vazgeçtim. Zaten bir şey yapacak değildim. Dövecek olsam sırasına gidince birkaç yumruk atardım. Hüseyin’e yaptığım gibi yatağında dövecek değilim. Hüseyin yatağında konuştuğu için ona öyle yapmıştım. Sami’ye gülümseyerek, “Ben kavga etmek isteyen biri değilim. Seni üzdüğüm bir olay var mı? Sen üstüme gelmezsen ben neden senin karşında olayım? Sefer’le, Arif’le ya da bir başkasıyla neden kavga etmiyorum? Sami, “Yerden göğe haklısın, ben Fettah’ı korumak için değil, kavgayı önlemek istiyorum. Sen bu kez burada dur, bundan sonrasını da bize bırak!”Durarak konuşmaya başlamıştık arkadan gelenler olunca konuşmayı kesip yürüdük. Ben yatağıma girince arkamdan gelen Orhan, yavaşça:”Sen mışıl mışıl uyuyorsun ama insanlar fısıldaşyor, içeri girip çıkıyorlar. Haberin olsun!”dedi. Orhan’dan sonra İsmet geldi “Dayı uyudun mu? ”diye sordu. Gülümseyerek yavaşça, “Rahat ol ben gözetliyorum!”dedi. İsmet gidince hem rahatladım hem de bir bakıma kaygılanır gibi oldum. “Ne olur? ”Ne olacak, Benim yaptığımı onlar da bana yaparlar. Onlar da, dedim ama, yapsa yapsa biri yapacaktır. Bunu Fettah’ın yapması olası değil. Fettah gölgesinden korkan biri. Olsa olsa Hüseyin’i kışkırtırlar. Ancak Hüseyin benim yaptığımı yapamaz. Çünkü benim yatağım üstte. Başım da çadırın hemen altında, vuracak olan rahat hareket edemeyecek. Ben vurdum ama, Hüseyin alt yatakta yatıyor. Çok rahat hareket edebilmiştim. Üstelik benim altımda Kadir Pekgöz var. Hemşerim Kadir’le sık sık tartışırız ama o asla bana karşı bir çıkışı desteklemez. . Kadir kalleşliğe kalkışacak bir arkadaş değildir. Böyle bir durumda da kesinlikle benim yanımda olur. Öbür yanda ise 70 Halil var. Halil zaten, kimseye göz yummaz. Susmak şöyle dursun durdurmak için uğraş verir. Ben böyle kuruntular içinde uyur gibi sessiz dururken Sefer Tunca geldi, “Uyudun mu? ”diye sordu. “Uyumak üzereyim!”dedim. Sefer gülerek, “Mandolin telin var mı? ”diye sordu. ”Var!”deyip vermek için doğrulurken “Yarın alırım!”deyip gitti. Buna bir anlam veremedim ama, Sefer’in o tarafa katılmadığını anladım. Sefer katılmaz, Sami desteklemiyorsa ötekilerin bana dokunamayacağını bildiğim için daha da rahatladım Ancak uykum iyice açıldı. Yarını düşündüm. Genel Müdür biraz geç gelirse çatının tamamlanmış olduğunu görecek. İyi ki bugün Sili Usta gelmedi. Onun yokluğunda Ali Yılmaz Öğretmenin desteklemesiyle binanın kuzey bölümünün çatısını tamamladık. Bina, çatı, Genel Müdür konusu da uykumu getirmedi. Oyunları, kızları anımsadım. Sami Akıncı’nın numarası acaba N için olabilir mi? N ile konuştuğuma göre Sami için olumsuz sözler söyleyeceğimden korkmuş olabilir mi? Sami için N’ye ne söyleyebilirim ki? N’yi düşündüm ama fazla bir etkisi olmadı sanırım benimde yeterli bir yumuşama yok. . Süheyla Öğretmenin gidecek olmasına takıldım. Gidecekse gidecek!Süheyla Öğretmen akordiyon çaldığımı duymuş, bakalım anımsatacak mı? Hele Toselli Serenad için bir şey söylemesini istiyorum. İyi, kötü ne derse desin gücenmeyeceğim. Arkasından oynamasını gözlerimin önüne getirdim. Öğrenci olsaydı kesinlikle ona aşık olurdum. Peki şimdi neden ona aşık olamıyorum? Bir oynarkenki durumuna bakıyorum bir de keman çalışımı izlerken ya da çalışma uyarıları yaparken takındığı tavırları. Şimdi neden aşık olamadığımı birden anladım. O ders verirken bambaşka bir insan oluyor. Söylediği sözlerim tümü benim geleceğimle ilgili. Zaten benim kaygılarım onlar. O, o kaygıları giderici övütleri verince ben, o övütlerin etkisinde kaldığımdan duygularım toz oluyor. Sanırım aşıklık akıldan çok gönül işi. Oynarken salt onun güzelliğine bakıyorum. N’den, Melahat ya da , Röslein’den farkı yok. Üstelik o ayırdında değil, ben onu enikonu izliyorum. Güzel mi güzel. Ne var ki o kendini yeterli güzel bulmuyor. Bunu söylemekten de çekinmiyor. Öğrenciliğindeki seçimde Güzellik kraliçesi olamadığını ancak saç güzeli seçilişini anlatması bundan olsa gerek. Ayrıca sanıyorum, bana da bir ders veriyor:

-Çalış, okumanı sürdürürsen, daha çok arkadaşların olacak, çok değişik insanları görüp aralarına gireceksin!deyişinin altında belki bunlar var . Kendisi de daha değişik insanlara karışmak olacak. Süheyla Öğretmen güzel ama bana göre o gene de bir öğretmen. Ben onu çok sevdim ama nesini sevdim? Bunu kolay kolay anlatamayacağım. Bir ay sonra ayrılıp gidecek. Çok üzüleceğim. Gitmeyip kalmasını düşünüyorum. Bu düşünce de beni üzüyor. Çünkü bu kez onun üzüleceğini biliyorum. Onun üzülmesi beni daha çok üzecek. Benim sevgim galiba bir çoklarının sevgisinden başka bir sevgi. Gene aynı noktaya döndüm. Bir çokları sevdiğini söylüyor, bir süre direnmelerden sonra anlaşıp evleniyorlar. Oysa ben böyle bir hiç düşünmedim. Köyde C için bunu söylediklerinde böyle düşünüyordum. Onun dışında A, M, daha sonra Röslein, şimdi de bunu kesinlikle düşünmedim. Herhalde onlardan kesin bir evet sözü almadan işe olacakmış gibi bakmıyorum da ondan!. . . . Hilmi, Fettah, İsmet uyuduklarını soluklaruyla duyuruyor. Güldüm, yeğenim İsmet beni bekleyecekti. Onları dinlerken sonunda esnedim…

 

26 Eylül 1941 Cuma

 

Zili duymadım. Kadir Pekgöz, “Hemşerim, uyan, tembel olur çok uyuyan!” diyerek beni uyandırdı. Orhan Kadir’e takıldı, “Bari kaldırıyorsun, o söylediğinin şarkının tamamını söyle!”dedi. “Uyan, uyan tembel olur çok uyuyan!” sözlerinin bir şarkıda geçtiğini, söyleyince tartışması başladı. Kadir’le Orhan Abdullah Erçetin’i hakem seçtiler. 4 Mehmet nöbetçi olduğunu, bugün burada tartışma istemediğini, tartışacak olursa, onları, Genel Müdür’e götüreceğini söyledi!” 4 Mehmet bunu şaka dedi ama belki bir rastlantı, tartışmalar, gürültüler birden kesildi. Çadırdakiler hep dışarıya çıktı. Sanırım Genel Müdürün gelecek oluşu bunda etkili oldu. Kahvaltıda olağan şekilde girdik. Nöbetçilere Kızılçulluları sordum. Sorduyklarım;“Kızılçullu ekibi, erken kahvaltı edip gitti!”dediler. Ben ayrıldılar sanıp “Akordiyon istemişlerdi!”deyince nöbetçiler, ayrılmadıklarını, işe erken gittiklerini söylediler. Yolda, Kızılçullu ile öteki ekipler arasındaki farka dikkatleri çektim. Arkadaşlar, benim saydığım onların üstün özelliklerini arkadaşlar, onların büyük sınıf olmalarına bağladı. Kendiliğinden bir tartışma çıktı. Eski öğrenciler, Köy Öğretmen Okuluna girip de Köy Enstitüüsne dönüşte ad değişikliğine uyanlar. Yeni öğrenciler ise;Köy En stitüsü kurulunca onun koşullazrına göre alınan öğrenciler. Yeni öğrencilerden aramızda da var. Onları gücendirmemek için kısa kestik. Ama ben bir mim koydum. Yeni dediklerimiz aslında daha bir yıllık öğrenciler. Geçen temmuz ayında toplanıp sözde ders yaptılar ama, işin salt taşımacılık yanlarında bulundular. Temmuz ayında zar zor başlayan Kültür dersleri yalap şap yapıldığı gibi kasım ayında da bitti. Gerçekte bitti mi ? Yoksa öyle denip geçildi mi? 1940 Kasım ayından1941 mart ayına da Kültür Derslerini şöyle bir okudular. Bu sözüm bizim okul içindir. Mart ayı başlarından göç söylentisiyle dersler tümüyle tavsadı, nisan ayında da bitti. (Oteki okullarda da dersler mayıs ayında kesildi. )Biz Hasanoğlan'a nisan ortasında öteki ekipler de haziran ayında buraya usta olarak getirildiler. Sözümü bitiremeden Sili Usta geldi, çatıyı göstererek, eliyle üfledi, “Püf mü yaptınız? ”dedi. Çıktı, çatıya baktı. “Haydi çakalım!”deyip makaslar perçinlenmeye başladı. Aşağıda kimse kalmadı, tüm çatı çakıcılarla doldu. Ali Yılmaz Öğretmen Mustafa Güneri Öğretmenle birlikte geldi. Mustafa Güneri Öğretmen, ”Ohoooooo!çektikten sonra, “Hakkı Bey, bugün çok mutlu olacak, bunu beklediğini kaç kez söylemişti!”dedi. Onlar Kızılçullu ekbine gittiler. Biz makasları yerleştirmeye başladık. . Dört makas kalmıştı. Ağır aksak onları sıralayıp kaldırdık. Çakıcılar arı gibi çalıştılar. Öğle paydosunda makaslar tamam oldu. Ortalıkta üç kiremitli küçük atölye binası, dört, duvarları yükselmiş yarım bina ile bir tane de çatısı tamam bayrak dalgalanan bir bina. “İşte Hasanoğlan Köy Enstitüsü!”

Öğle yemeğini arkamıza bakarak gittik. Lalahan yolunda toz olursa dönüp Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’u karşılayacağız. Lalahan yolunda daha toz kalkmadı. Yemekler güzeldi. Öğle çalışmalarımıza olağan olarak dağıldık. Ben gene kemanımı alıp köşeme çekildim. Etkinlikler başladı. Kızların grubu gene yakınıma geldi. N mandolinini bana uzattı. Yüzüne baktım. İçimden “Ben bu kızı sevemem, tatlı, hoş ama çok kısa boylu. Birden böyle bir hüküm verdim. Ne var ki karşımda çok tatlı gülüyordu, mandolinin tellerini gevşetip düzelttim. Neyse ki öğretmen çabuk geldi. Öğretmen daha yanıma gelmeden “Serenadı, akordiyonla değil kemanla çalmanı bekliyorum!”dedi. Birden Askerlik öğretmenimiz Binbaşı Yaşar Cindoruk’u anımsadım. Yaşar Binbaşı kimi zaman;“Ben adama takla attırırım!” falan diyordu. Süheyla Öğretmenle bir ilgisi yok ama Süheyla Öğretmen de:

-Ben şöyle, ben böyle! havası içinde. Gerçekte o bir öğretmen, öğretmen olduğunun ayırdı içinde karşıma çıkıyor. Doğal olarak da beni öğrenci olarak görüyor. “Toselli Serenad’ı kemanla çalmanı bekliyorum!”demesi bundan. Ben, Süheyla Öğretmene aşık olamam!Her ne kadar sevdiğimi sanıyorsam da bu iş burada kalır. Bir süre daha yakınına sokulur, beğenisini kazanıp ayrılırken de ondan onurlu ayrılabilirsem, bu mutluluk bana yetmeli!”

Çok kısık bir sesle “Akordiyonla çalınmaz mı? ”diye sordum. Süheyla Öğretmen, “Canım calınmaz mı, çalınır ama o serenad özellikle keman için bestelenmiş, Müzik bilen herkes onu kemanda dinlemek ister. Akordiyon için basılmış yüzlerce parça var, onları çal, sendeki iki serenadı da kemana ayır. Gene de sen bilirsin!”dedi. Toselli Serenadı bir kez daha çaldı. . Arkasından başka bir parça çaldı. O da çok güzeldi. Sordum, gülerek, ”Söylemem onu da alır akordiyona çevirisin, buna da benim gönlüm razı olmaz, onu sana söylemeyeceğim!”dedi, güldü. Ayrılırken de gülerek “Gene çalarım, merak etme!”dedi. Ben bir süre çalıştım. Sefer’le Arif geldi, “Herkes gidiyor, zil çalmayacak galiba!” dediler. Az sonra da zil çaldı. Arif :

-Süheyla Öğretmen seni herkese örnek gösteriyor. Kemancılara çıkıştı, sizden çok sonra başladı ama hepinizi geldi geçti!”dedi. Arif zaman zaman şaka takılmaları yapar ama b u tür altatıcı, yalana kaçan şakaları yapmaz. O nedenle inandım.

Çatı sorunu oldukça atlatıldığı için Ali Yılmaz Öğretmen, Hasan’la Yusuf dışında bizim sınıfın hepsini öbür tarafa aldı. 8. sınıflardan da üç kişi bırakıp makas hazırlamaya gitti. Biz, makas bağlantılarını, pervazları kiremide hazır şekle sokmak üzere çalışıyoruz. Karşıdan bakınca bir iş değilmiş gibi görünmesine karşın hiç durmamacasına saatlerce çalışmamıza karşın, bir türlü bitiremedik. Uzaklardan bir “Geliyor!”sesi bizi de hareketlendirdi. Arkadaşlar, “Ne yapacağız şimdi? ”Ben, “Yapacak bir şey yok, çalışmamızı sürdüreceğiz. Genel Müdür, bugün geleceğini söylemişti. Hem de bu binayı görmek için “Geleceğim!”dedişti. “İşte bina, işte bayrak. !”Ben bunları söyleyip çakmayı sürdürürken sesler yakından gelmeye başladı. Aşağıya baktığımda Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç, bir elinde şapka, öteki elinde mendil terlerini silerek geldi, gülerek:

-Nerede o benimle iddiaya giren usta!dedi. Sili Usta çağırdı, , elimden tutup yanına götürdü. Genel Müdür:

-Lüleburgazlı bir kez daha karşılaştık. İkimizde bunun son olmaması için gayret gösterelim. Bu bahisi kazandın. Bugün 26 Eylül. Ben , bu iddiaları kaybederek mutluluğa ulaşıyorum, sizlerde kazanarak!Sonuçta, hepimiz gibi yurdumuz da yüzü gülecek, bunun kıvancıyla yaşam boyu övüneceğiz”!Ben bu sözleri dinledim, sevindim, düşündüm, ancak söyleyecek bir söz bulamadım. Sonunda “Benim yaptığım bir şey yok, bunları tüm arkadaşlarla birlikte yaptık. Arkasından da “Sağolun!”dedim. Ganel Müdür elini omuzuma koydu, “Müziği de unutmadım ha! Tüm enstitülere birer akordiyon sağlamaları için yetkililere i’ta izni verdim. Bu olacaktı ama bunu sen çabuklaştırdın!” Omuzumdaki eliyle başıma dokunarak “Kolay gelsin, öbür binaları da böyle görmek dileğiyle ayrılıyorum, gene görüşeceğiz!”deyip yürüdü. Yanımdakilere baktım, herkes çok sevinçli, bana başka bir gözle bakıyorlar gibi. Oysa ben akşamki kavgayı düşünüyorum. Söylenen sözler şakaymış gibi geliyor. Köy Enstitülerine akordiyonları nasıl alacak? diye düşünüyorum. Kepirtepe’deki piyanolar, Sinanlı deposunda duruyor. Kaç kez anımsattım, kimse önemsemedi, diyorum. Sonunda Yusuf, ”Sen bir şeye mi üzüldün? ” diye sordu. ”Yooo, hiç bir şeye üzülmedim, şimdi sen bana söyle ben, ne yapmalıydım? ”Yusuf düşün düşündü. ”Vallahi ben hiçbir şey düşünemiyorum. Her halde senin yaptığın en iyisi, sonunda bir sağolun!”dedin. Namık, Süleyman, Kamil bana sevgiyle bakıyorlar. Ben de onlara bir süre baktıktan sonra, “İşte bu kadar!”deyip çatıya çıktım. Yarın Süheyla Öğretmene akordiyon olayını anlatacağım. Nasıl karşılayacak acaba? Az sonra Ali Yılmaz Öğretmen geldi, ”Gözün aydın, bahsi kazandın!”dedi. Ona da “Sağolun!”dedim. Paydosa dek öğretmen bizimle kaldı. Öğretmen, bu kez:

-Kusura bakmaqyın, ben de katılaştım, bu işin şakası yok;bu işi biz bitirecveğiz. Bu nedenle, yarın tam gün , pazar yarım gün çalışacağız. “Çok yoruldum!” diyen, çekilip dinlenir. Bunu böyle bilelim. İsteyince bakın ne güzeli işler bitiriliyor!”Ben, “Gö üllüyüm!” dedim. Yusuf, Hasan, ötekiler “Biz de!”dediler. Öğretmen memnun oldu. Paydosa çok iyimser girdik. Biz okula yönelirken Genel Müdürün arabası yanımızdan geçti. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç şapkasını sallayarak selam verdi. Gece kalmadan Ankara’ya dönmüş.

Yürüdükçe içimde bir rahatlık duydum. Dün akşam söyleyemediklerimi bu akşam daha rahat söyleyebilirim. Özellikle Halil Basutçu’ya “Senin sorunu şimdi konuşabiliriz!'” deyip sözü ben açacağım. Ali Yılmaz Öğretmen çok mutlu, uçuyor adeta. Bana takıldı:

-Genel Müdür seni iyi tanıdı!”dedi. Nedense bir karşılık verme gereğini duydum:

-Ne olur tanırsa? dedim. Öğretmen, birden yanıt vermedi:

-Ne olacak canım, sen bir öğrencisin, o da iyi bir öğrenciyi tanımış olur!dedi. Yusuf Asıl duramadı “Müfettiş yapar!”dedi. Şakalaşarak döndük. Akordiyonu çıkarıp Çadırda çaldım. 4 Mehmet sıkılmış, çıktı dolaştı. Kızılçulluların geleceğini sanıyordum, gelmediler. Akordiyonu bırakıp çıktım. Bu kez de Mehmet Aygün kayboldu. Kapıya oturup bekledim. Mehmet yemek zamanına dek gelmedi. Yemek zili çalınca geldi. Yemeğe gidince Kızılçulluların yemekte olduğunu gördüm. Onlar bu geceki eğlencelerini yarına bırakmışlar, gitmeleri de gecikmiş. Yemekte tatara tiriri konuşmalar oldu. Genel Müdür bizim duvarcılardan daha fazla zamanı Kızılçullulara ayırmışmış. Bunun bir nedeni olur muymuş? Hiç ilgilenmedim. Yusuf benim müfettişlik sözü şakasını geneledi. . Derslikte bir süre değişik tartışmalar oldu. Herkesin gelmesi bekledim ama, hiç ilgilenmiyormuşçasına tarih okudum. Hititleri, Frigyalıları Lidyalıları okudum. . Halil Basutçu’ya “Dün geceki sorunun yanıtını şimdi verebilirim!”dedim. Herkes sustu geçen gelişinde Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç, “Çatı nezaman tamamlanıp bayrak çekilecek? ”diye sormuştu. Bana sorduğu için ben de, “Hafata Perşembe günü!”demiştim. Nedense Genel Müdür, “Hadi şunu bir gün uzatalım, ben, cuma dünü geldiğimde bayrağın dalgalandığını görecek miyim? diye sormuştu. Ben, daha doğrusu orada çalışan hepimiz bu soruya “Evet!”demiştik. Çartıyı tamamladık, bayrağı çektik. Genel Müdür geldi, bana “Bahsi kazandın!”dedi. Geçen geldiğinde akordiyon için soru sormuştu, bugün de aynı konuya değindi, “Tüm Enstitülere akordiyon alınması için emir vermiş. Gerçi o başka bir söz söyledi ama ben öyle anladım. Kalan binaların da kısa zaman da hiç değilse çatılarının kapanmasını beklediğini de söyledi. Genel Müdür gittikten sonra da öğretmenimiz Ali Yılmaz Demirbilek bizden, Verdiğimiz bu son sözün de yerine getirilmesi için cumartesi tam, pazarları da yarım gün olarak çalışmamızı önerdi. Biz de buna razı olduk. Çatılar kapanana dek haftalık dinlenmemiz sadece pazar öğleden sonraları…. Herkes sustu. Mehmet Yücel:

-Zaten öyle olacak, başka türlü bitmez bu binalar!dedi. Ben, “Bu benim düşüncem, Ali Yılmaz Öğretmen öyle konuşunca ben de sizin yanınızda olacağım, dedim. Benden son ra arkadaşlar da ne düşündülerse, “Biz de!”diyerek bana katıldılar. Gene bir sessizlik oldu. İsmet, “Hepimiz çalışırız, Hasanoğlan köyünde mi dolaşacağız!”deyip arka çıktı. Sessizlik sürdü. Halil'e dönerek:

-İşte böyle arkadaşım, bunları dün akşam söyleyemezdim. Şimdi çıkıp biri bana “Hep kendine yonuyorsun!”derse haklı olabilir. Dün geceki tartışmaya neden olan yanlış işte buradaydı. Sami Akıncı, :

-Arkadaşlar, çiğden nem kapmayalım. Sabrın sonu selamet !demişler. Selamete çıkmak için sabredelim. Bir arkadaşımız öğretmenine çalışabileceğini söylemiş. Öteki öğretmenler de bizi çağırırsa fikrimizi söyleriz. Belki de çağırmayacaklar. Çağıracaklarsa onlar zaten bunu çoktan kararlaştırmışlardır. Arkadaşın tavrına göre çalışma planı yapacak değiller ya!”Bekir Temuçin, ”Eeeee, ne oldu şimdi, biz ne yapacağız? ”Harun Özçlik, ”Anlamadın mı arkadaşım, duvarları biten binaların çatıları kıştan önce kapatılmak zorunda, bu çatıları da biz üstlendik, yani öğretmen olarak Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen. O bu görevini tamamlamak istiyor. Bunu anlatınca biz de yanınızda olacağız, dedik. Belki duvarcılar için böyle bir zorunluluk olmayacak, sizler cumartesi-pazar günleri dinleneceksiniz!”Harun en güzelini söyledi. Oturuşunu değiştirip derinden soluyanlar oldu. Halil dinledi mi dinlemedi mi bakmadım ama ne öünüde n de sonunda hiçbir şey söylemedi. Bundan sonra yapıcılar aralarında tartışır gibi oldular. Halil Basutçu bu ara “Biz de çalışırız!”diyerek konuşmalara katılmış oldu. Ben tek sırada oturuyorum, arkamı dönüp okumaya daldım. Bulunduğumuz yerlerde Frikyalılar da yaşamış. Ankara dolayları, dendiğine göre buraları da Ankara dolayları. Zil çaldığında kalklarken Halil, “Yoksa sen dün akşam banada mı darıldın? ”dedi. Güldüm, “Yok öyle bir şey, ben dün akşam kimseye darılmadım. Ancak yanlışı olanların yanlışlarını belirttim. Dün akşam ile bu günü, bu akşamı düşün, benim söyledikleri anımsa, benim söyleyeceklerimi daha iyi anlayacaksın!”dedim. Yürüdük. Yatınca çok rahatladığımı duyumsadım. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’ûn bu üçüncü kez benimle konuşmuş olması bir rastlantı biliyorum ama bu ranstlantı çok işime yaradı. Önce öğretmenler bunu iyi bir şans olarak değerlendirdiler. İkincisi iyi bir karşılaşma, sözleşme yerine geçti. Üçüncüsü iyice tanışmışlık oldu. Çünkü Genel Müdür açık açık “Seninle tutuştuğum bahis için geldim, sen bu bahsi kazandın!”dedi. Ben bunları söylemiyorum ama duyanlar bir birine anlatıyorlar. Özellikle 8. sınıflar bana sevgiyle bakıyorlar. Bunları benim cesaretime yoruyorlar. Oysa cesaretimden değil, işler öyle gelişiyor. Benim haklı olduğum taraf, ben çalışmaları severek sürdürüyorum, bu ondan oyle gelişti. Hasanoğlan'a geldiğimiz günlerde Ali Yılmaz Öğretmen beni en berbat işlere sürüyor, kağnılarla getiren kütükleri taşıtıyordu. Okul bahçesindeki gölgeliği yaparken koca kirişleri taşırken belim bile incindi, Çoban Mehmet bana izin verdi, uzanarak üç gün dinlendim. Şimdi Ali Yılmaz Öğretmen beni arkadaş sayıyor, incitmemek için sözcüklerini seçerek konuşuyor. Ekip öğretmenlerine beni hep el üstünde tuttuğunu belirterek tanıtması bundan. Yarın bunları Süheyla Öğretmene anlatacağım. Onun da verdiği övütler zaten buna benzer öğütler:Çalış, başarılı ol. Başarılı olursan herkes senin karşında saygılı davranacaktır. oysa ben aygılı davranılmasını da beklemiyorum;saygısız, yalancı, inkarcı olmasınlar yeter. Okula ilk girdiğin günleden başlayarak geçmiş olayları anımsadım:Çok ara vermişliğim nedeniyle ilk günlerde öğretmenlerin dediklerini doğru algılayamıyordum. Bu zamanlar pek takılan olmadı ama bu biraz da benden korktuklarındandı. Sonra sonra biraz başarmaya başladım. Bu kez çalışanlar değil tembel takımı eleştirmeye kalkıştı. Kültür desrlerinde öne geçtikçe tüslü bahanelerle laf kaçıştımalar başladı. Özellikle tarım derslerindeki çalışmalarımı öğretmenin beğenmesi, beni salt çiftçi imişim gözüyle görmeye başladılar. Lüleburgaz’a gelince tüm yaz Lüleburgaz okul bahçesinde kalarak çalışmam birilerini çileden çıkardı. Hele okul çatısında İrfan Evren Öğretmenle en uç tepelerde çalışabilmem, birilerinin kafasını karıştırdı. Bu kez benimle değil, Sami Sakıncı’nın arkasına sığınarak Sami'yi üstüme göndermeye çalıştılar. Bu, uzunca bir süre alrı. Ancak ben, bu süreçtenn bir bakıma yararlandım. Sami ile yarış yerine, onun el atamadı bir alana kayarak bildiğimi okudum. Akordiyon bu bakımdan işime çok yaradı. Hele Hasanoğlan’a gelince öteki okullarla karşılaşmamız, oyunlar, müzikler tembel takımını iyice sindirdi. . İki sersem kalmıştı, kenarda köşede mız mızlayan onları da bir köşeye sıkıştırdım. Biri sapayı yeyince kuyruğunu kıstırdı. Ötekinin de bir gün hesabını göreceğim. Fikret Madaralı Öğretmenin sık sık söylediği söz: “Nusk(Nush) ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı, kötektir!”Kendi kendime içimi döktüm. Böyle daha iyi, birine anlatıp sonra zararını görmektense kendime anlatıp kendimde kalmasının hiçbir zararı olmaz. Nasıl sevdiklerimden kimseye söz etmiyor, herkesten saklıyabiliyorsan bunları da öyle içimde tutabilmeliyim. Salt ben değilim böyle. Kitaplarda okuduğum sayısız kişinin böylesi bir tarafı var. Karşısındaki kişiye öldüresiye kini oluyor da son dakikaya dek belli etmiyor ya da hiç belli etmeden geçip gidiyor. Salt nefretler kinler değil en güzel yakınlık duygusu olan sevmek de öyle. Hemşire M’ye sevdiğimi söyleyemedim. Bu da bir kendince saklanmış duygu. Süheyla Öğretmeninki de öyle olacak. Bunu ben düşünüyorum, ben saklıyorum. Aslında o bunu çoktan anladı ama anlamazdan geliyor. Belki onun da bir başka düşüncesi var, o da ondan geçemiyor. Ondan geçemediği için beni düşünmüyor. Ancak sevildiği için de beni kırmak istemiyor. Bu nedenle anlamazdan gelip dolaylı olarak beni hoş tutmaya özen gösteriyor. Tıpkı benim gibi. Ben de öyle yapıyorum, beni sevmese bile bana iyi davranıyor, güzel sözler söylüyor, benim daha iyi olmamı istiyor. Bu da bir tür sevgi. Belki de sevgilerin en değerlisi. Çünkü sonuç bir çıkara dayanmıyor. Ayrıldığımız zaman ben onu, tanıdığım güzel bir insan olarak anacağım. Bana kazandırdıklarını sevgiyle anacağım. Tıpkı Münevver Öğretmen , Hasan Öğretmen, Ahmet Korkut öğretmenler gibi….

 

27 Eylül 1941 Cumartesi

 

Hiç yapmadığım bir ilki yaptım. Kendim uyandım. Herkes uyuyor. Kalkmayı düşündüm, ranza sallanacak, arkadaşlar uyanacak. Kıpırdamadan öyle durdum. Zaman bir türlü geçmiyor. Şiirler aklıma geldi. Röslein’nı birkaç kez denedim. Dörtlükleri yeri değişti. anlamı bozuldu. Kavuştakı tekrarlayıp vaz geçtim. Han Duvarlarından bir çok dize anımsadım ama araya tekrarlar girince vazgeçtim. Ezberlemiş olduğum şiirlerin başlıklarını sıraladım. Aklıma gelenler:Gemiciler, Süvariler, Bir Yolcuya, İzmir Yollarında, Fikret’in Mezarı’da, 19 Mayıs, Çoban Çeşmesi, Akdeniz’den Geçerken, Namık Kemal, Anadolu Toprağı’na bu on tanesini sıraladım. İlkokuldan kalma Namık Kemal dışındakiların hiç birini sonuna dek okuyamadım. Bunun nededin düşünürken zil çaldı. Zil çalınca da bir ses duydum biri , “hıhhh!”dedi. Baktım 6 Ali, “Ne o rahatsız mısın? ”diye sordum. Uyanmış ama zil çalmadığı için kalkmamış, tıpkı benim gibi. . Ancak o bugün nöbetçiymiş. Hemen dışarı çıktım. Tenha olarak musluklara gittim. Yan gözle karşılara baktım. Kızlar daha erken kalkıyormuş, pencerelerden gezindikleri görünüyor. Doğrudan bakmadım ama başımı sağa sola döndürürken başları, açık pencerelerden seçiliyor. Pencerelerin önüne gelen bizim çadırın köşesine oturup yazacaklarımın bir bölümünü yazdım. Bundan sonra erken kalkıp bu yöntemi uygulayacağıma karar verdim. Böylece sabahları yapılan anlamsız şakalaşmalara da bulaşmamış olacağım. Herkes kalkıp çıktı. Baktım 6 Ali yanıma geldi. Benim her sabah aynı şeyi yaptığımı sanmış, bana:

-En iyisini sen yapıyorsun, kimseyle dalaşmadan günün başlıyor!dedi. Ben de gülerek:

-Dert etme benim de akşam dalaşlarım oluyor!dedim. Ali bana bir sır verdi:

-Sen dün akşam tam yaptın, öyleki, onlar toplandılar, Fettah’ı bir dövmedikleri kaldı. Fettah sana bundan sonra bir söz söyleyemez! “İyi, o bana söylemezse ben de ona sataşmam!”dedim ama Ali’nin söylediği ile Sami Akıncı’nın sözleri arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Bu sürekli bir durum değil, bu günlerde geçerliliğinden yarar umulan bir zaman kazanma düşüncesi olabilir. Gene de Ali’nin verdiği bilgi işime yaradı.

Kahvaltıda arkadaşlara yetiştim. Orhan beni merak etmiş, sordu. Benden önce Hasan görmüş, “Çadırın arkasından karşıyı dikiz ediyordu!”dedi. Yusuf Hasanı azarlayarak, “Onları neye dikiz etsin onları iki günde bir saatlerce oynatıyor!”dedi. Bu kez Hilmi, “Siz yavaş yavaş bizi iyice yaya bırakıyorsunuz, biriniz oynatıyor, biriniz bilmem ne yapıyor!”deyince bu kez Hilmi’ye çıkıştılar:

-Kapalı konuşma, “Bilmem ne yapıyorlar!sözünü açıklamak zorundasın!dediler. Hilmi:

-Siz beni suça itiyorsunuz, ben sizinle konuşmuyorum!deyip sustu.

Neşeli bir hava içinde iş yerine gittik. Öğretmen bizim grubu gene makas işine verdi. Salih, Recep, Harun, Hasan, Orhan, Yusuf birlikteyiz. Daha usta olmuş havasında işe koyulduk. Bu kez öğretmen öteki grupla 2. binaya gitti. İki gün içinde o binanın da makaslarına başlanacak. Makas altı lataları ile kalkan duvarları makaslarına başlayacaklar. 29 Ekim Bayramına dört hafta var, önümüzde de 4 bina var. Öğretmen giderken döndü, “2 vagon kiremidimiz gelmek üzereymiş!”dedi. Kendi aramızda işbölümü yaparak işe koyulduk. Az sonra Sili Usta geldi. Karşıda dalgalanan bayrağı gösterdi, “Düşman kalesine diktik o bayrağı!”dedi. alkışladı “Hakkı Bey, Genel Müdürümüz çok çok memnun oldu!”dedi. Kendisini de çok sevindiğini ekledi. Çatıdaki çalışmalardan sonra yerdeki işleri daha kolay bulduk. Oyuncak gibi geldi. Yusuf, Hasan üçümüz kesiyoruz, ötekiler çizme işini yetiştiremiyorlar. 3 makasın tüm parçalarını iki makasında kirişlerini hazırlayınca biz de şaşırdık. Biz geçen günler bunları bir günde ancak yapabiliyorduk. Törene yetişmek için erken bıraktık. Öğretmenle grubu da oradan yola çıktılar. Yollar tenhalaştı. “Kızılçullular da gidince biz gene Kepirteliler olarak kalacağız!”diyerek yürüdük. Her gece kesin bir karar verip uyumama karşın sabahları kararımın geçerliliği ortadan kalkıyor. Yemeğe girerken gözlerim Süheyla Öğretmende. Olmazsa kaygılanıyorum, görünce de ilk bakışımdan sonra bakamıyorum. Orada olduğunu bilmek bana yetiyor. Cumartesi öğleleri de meydana gidincve gözlerim onu aruyor. Tıpkı yemekteki gibi meydanda görünce de bir daha bakamıyorum. Bakarsam birileri görecek diye telaşlanıyorum. Oysa o yanıma gelince herşey değişiyor. Süheyle Öğretmen törene lacivert giysileriyle geliyor. Bunu özel olarak yapıyor, bunu sonunda anladım.

Hidayet Gülen Öğretmen dikkat çekti. Konuşanlar olunca rahat deyip uyarma yaptı tekrar dikkat çekti. İstiklal Marşı oldukça güzel söyleniyor. Oldukça diyorum, ses incelmesinde birileri sesini inceltmeden konuşur gibi söylüyorlar. Orada bir bozulma oluyor.

Yemekte herkes neşeli. Öğretmenlerin çoğu gelmiş. Reşat, Selçuk, Hidayet, Nahide, Namık, öğretmenler, Hüsnü Baykoca ile Mustafa Güneri Öğretmenler var. Sili Usta yemeklere gelmiyor. Gaspar Usta ise galiba hiç gelmedi. Ya da ben dikkat etmedim. Yemekten sonra hemen kemanımı alıp yerime gittim. Tasarladıklarımı Süheyla Öğretmene anlatacağım. Bugün akşam üstü oyun da olacak. Oyun sırasında konuşamam, en rahat şimdi konuşabilirim. Tüm müzik grupları doluştu. Öğretmen de bizim çadır tarafından gözlemlemeye başladı. . Sıranın bana gelmeyeceğini anladım. Gene de çalışmaya başladım. Bir süre sonra öğretmen geldi. “Çalışmaya gidecekmişsin, arkadaşların söyledi, bir bakayım!”dedi. 12. parçayı çaldım, geriye doğru bir sayfa daha sonra üç sayfa bir den atladı. Parçanın birinde tökezledi. Öğretmen, “Çocuklara annelerini yaramazlıkk yok!  “, dediğine benze bir bakışla işaret parmağını sağa sola sallayarak, “Geçen parçaları ihmal etmek yoooook!”deyip güldü. Yeni parçayı yarın seçelim!”deyip ayrıldı. Bütün kuruntularım içimde kaldı. Bir şey söylemediğine göre akşamüstü oyuna da gelmeyeceğini düşündüm. Üzgün bir durumda işe gittim. Arkadaşlar benim gibi değil onlar daha değişik düş sürdürüyorlar. Cumhuriyet Bayramı, Ankara’yı gezmek falan. Ben onlardan burada da ayrılıyorum. Ankara deyince T. B. M. Meclisi parkından, Ulus Meydanı’ndan söz ediyorum. En çok görülmeye değer yer olarak da T. B. M. M bahçesini gösteriyorum. Ayrıca önünden geçtiğim iki sinemayı da bilirmiş gibi anımsamadan edemiyorum. “Biri o denli yakın ki, hemen heykelin yanında. !”diyerek sanki sinemaya girecekmiş gibi dinleyenleri iştahlandırıyorum.

Sabahki işlerime devam ediyoruz. . Ali Yılmaz Öğretmen “Pazartesi günü gene çatıya siz çıkacaksınız!”dedi. Böylece, bugün- yarın buradayız. İçimizde yerinden yakınan Yusuf Asıl. Makine çalıştıkça konuşmuyor. Salih Baydemir takılıyor, “Daha iyi işte, makine yanında konuş, kimse rahatsız olmaz. Buna da Hasan razı olmuyor. “Makine zaten yeterince zırlıyor. “Bir de Yusuf’u dinleyemeyiz. !”Bu kez Yusuf bana sordu:

-Doğru söyle benim konuşmalarım zırıltı mı? Yusuf’a baktım, kıyamadım, “Sen Bengi’yi Harmandalı’dan daha güzel oynuyorsun, onu daha çok mu seviyorsun? Yusuf, iki oyun arasındaki farkı anlattı. Harmandalı Zeybeğini, değişik ekiplerden öğrenmiş. Her birinin farklı tarafları varmış. Bengi’yi ise Kızılçullu ekibinden öğrenmiş. O nedenle Bengi’nin figürleri tek şekil olduğundan daha güzel görünüyormuş. Recep Kocaman, söze karıştı:

-Şaka değil Yusuf, başımıza Efe oldu çıktı!dedi, arkasından da ekledi, “Yusuf Efe!”Ben biraz da bilerek, “Ünlü bir Yusuf Efe yaşamamış;şimdiye dek. Belki de Yusuf olur. . Ancak, Yusuf pehlivan var:Koca Yusuf!”Yusuf, pehlivan sözüne takıldı, “Aklınızca alay ediyorsunuz. !”Salih Baydemir uyardı:

-Efeler alay alay götürmemez, sonra karışmam! “Bize derler Çakıcı, yakarız konakları……

Harun Özçelik gülerek:

-Trakyalıların da şarkıları vardır, “At martini de bre Hasan, dağlar inlesin!. . . Drama mapusunda bre Hasan dostlar dinlesin !”…Yusuf anımsadı, ”Bu şarkıyı bizim Ali ile Poyralılı Musa söylüyor!”dedi. Bunu ben duymamıştım, sevindim. “Bu türküyü babam da çok severdi, bizde plağı va!” dedim

Konumuz tartışmadan türkülere geçti. Ekiplerden kazandığımız oyunlardan esinlenerek Trakya’da söylenen türküleri toplamaya karar verdik. Buna hemen başlayacapız. Yusuf, gülerek “Bunu yapsan yapsan gene sen yapacaksın!”deyip kesti. Yazmasını ben üslendim, ancak soruşturmasına onlar katılacak. Ben bir koşul ortaya getirdim:Bizim sınıftakilere sorulmayacak. Olay anlatılsın ama, onlardan yardım istenmesin. Nasıl olsa onların köylerinden başka çocuklar var. Orhan sordu, “Sahiden bizim sınıftakilerin hepsinden çocuk var mı? Ben yanıtladım, var:Benim köyümden bile bir tane vardı ama o ayrıldı!”dedim. Önce kızlardan soruşturma başlayacak. Zor değil, herkes bildiği türküleri yazacak Hangi köy olduğunu, ilçesini, kendi adını ekleyecek. Bunu Yusuf severek üslendi. Her köyden bir türkü çıksa öğrenci sayısına yakın türkü çıkar. İnce hesaplar başladı. Her köyden iki öğrenci olsa 125 türkü eder. Başka düşmeler de yapıldı. Gene de en az elli türkü çıkacağı varsayıldı. Öbür taraftam arkadaşlar gelince bizim konuşmalar kesildi. Paydos bir süre önce olmuş. Kamil Varlık bizim türkü toplama işine gönüllü katıldı. Önce elli türkü bulacağına iddiaya girdi. Konuştukça indi. Sonunda beş türkü için kesin söz verdi. Kamil’in türkü sayısına gülerek okula döndük. Kamil o beş türküden birikisini zar zor söyledi. Bu da bizim için güzel bir başlangıç oldu. Dersliğe gidince Yusuf duramadı, yeni girişeceğimiz işimimizi açıkladı. İlk yardıma Sami Akıncı katıldı. Buna benim gibi başkaları da şaştı. Saminin bu müzik tutkusu ne zaman başlamıştı? Ben konuşmalara karışmadım. İsmet değişik bir öneride bulundu. “Ben bu işte yokum. Çünkü dayım bizim köyü benden daha iyi biliyor. Köy delikanlılarını da benden iyi tanıyor. Bu bakımdan rahatım. Dayım bizim köyün türkülerini yazarsa, onları ben oradan öğrenirim!”dedi. Gerçekten İsmet’in dediği doğruydu. Ben okula gelmeden önce İsmet’lerin köyüne sık sık giderdim. Köylerindeki delikanlıların çoğunu tanıyordum. Kır Hasan, benim akrabamdı, onlarda kalıyordum, Benli Mehmet Ali, Karaburun Veli, Dede Mehmet, Soti Veli hepsi türkücü delikanlılardı. Hasan’ın bir kız kaçırma girişimi yarım kalınca onun için bile bir türkü yakılmıştı:

Yan da gel Haticem, yan da gel-

Al grebini al da gel-

Al grebini takınca

Çık Koca yola yolca gel!…. Koca yol, köyü baştan sona bölen yol. , İsmet’lerin evi önünden geçen yoldur.

Ben, arkadaşklara gündüz bizim sınıfta konuşulmasın demiştim ama olay başkalaştı. İsmet’in bu çıkışından sonra düşündüğümün, tam tersine bizim derslikte konuşulması daha yararlı oldu. Kimse katılmasa bile benim bu konuda bir geçmişimin olduğu İsmet tarafından ortaya çıkarıldı. Hele Sami Akıncı’nın yardıma koşması, onun takımını susturdu. . Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı’ya “Sen de bir İmam gazeli söyle deyince Mustafa Saatçı’nın Hüseyin’ne “Ben iki İmam gazeli yazarım ama sen de hiç değilse bir Pomak türküsü söylemelisin!”deyişi, kendi kendilerinin çanlarını tıkadı.

Yemekte Kızılçullu ekibinden akordiyon isteyen arkadaşlar geldi. Akordiyonu kendi çadıkrlarına götürmekten vazgeçmişler. Ancak okul bahçesinde son kez bizimle olmak istemişler, akordiyonu orada kullanabilir miyiz? dedider. “Severek!”karşılığını verdim. Üstelik sevindim de Amacım, akordiyon çalanlarını ben tam olarak dinleyememiştim. Nasıl çaldığını merak ediyordum. Onu dinleyip kendimi ölçmüş olacağım. Yemekten sonra Çadıra gidip akordiyonu çıkardım. Çocuklar çevremdet oplanınca, Hora, Timurağa, Hoşbilezik, Harmandalı, Arpazlı oyunlarını sıraladım. Kızılçullulu arkadaşlar gelince akordiyonu verdim. Kenara çekilip dikkatle izledim. Dağlı zeybeğinden başka hiçbir zeybekte fark yok. Dağlı zeybeğini onlar başlangıçta müziğe uymadan bir eksik kasılmayla başlıyorlar. Oyuncunun içinden gelen bir silkinme ile müzik başlıyor. Müzik önceden başlarsa bir uyumsuzluk oluyor. Hiç değilse bu bende böyle oluyor. Parçaya esle başlamak gereğini duyuyorum. Oyunu iyi öğrenince bunu ayırdına vardım. . Kızılçullulu arkadaşların içinde 3-4yıldır oynayanlar var. Önce bir hazırlık olmamasına karşın uyumlu, gürültüsüz, gösterişsiz bir ayrılış gecesi oldu. İki akordiyoncu da izledim. Onlar akordiyonu salt zeybek oyunlarını oynayacak düzeyde kullanıyor. Başka bir niyetleri de yok. Asıl Akordiyoncular buraya gelmemiş. Konuklar gidince konuşmalar hep konuklar üstüne geçti. Benim Kepirtepe’deyken oradan gelen mektupları okuyunca kem kün edenler ağızlarını açarak Kızulçullu Köy Enstitüsü’nün güzelliğinden söz ettiler. İzmir’in içinde olmasından falan filan. Oysa onların İzmir dışında çiftlikleri var, her sınıf oraya nöbetleşe gidip bir hafta- on gün, yerine göre bir ay kalıyor, İneklerle, atlarla uğraşıyor, tarla sürüp çapa çapalıyor. Bunlardan söz eden yok. Okulun yarı yiyeceğinin öğrencilerin yetiştirdiği bahçelerden sağlandığını kimse konuşmuyor. Yatarken bu kez de bunları düşündüm. Türkü olayı aklıma takıldı. Kızılçullu okul olarak oyunları böyle toplamış. Önce adlarını saptamışlar sonra oynandığı yöreleri saptayıp oralara bu işten anlayanları göndermişler. O anlayanların arasından seçilen biri ya da birkaçı bunları çocuklara ders olarak öğretmiş. Bizim türküler böyle olmayabilir. Otuz kırk türkü içinden güzellerini seçmiş olmamız bile bizim için yararlı olacaktır…. .

 

28 Eylül 1941 Pazar

 

Erken uyandım. Gene toparlanıp çadır arkasına çekildim. Erken yatmak gibi erken kalkmayı alışkanlık yapacağım. Bir süre not yazdım. Bugün pazar, öğleye dek çalışacağız. Kızılçullu ekibi bugün gidiyor. “Gidiyor!” değil şimdi Lalabel yolundalardır. Karşılara baktım. Tam önümde bina, yolu görmem olanaklı değil. Sonradan aklıma geldi o tarafa bakarken görenler kuşkusuz kızları gözetlediğimi söyleyeceklerdir. Zil çaldı. Önce bir sessizlik derken bir bağrışma oldu. İçlerinde ben yokum. İsmet aklıma geldi. O anda da İsmet dışarı çıktı. İsmet’ in ilk sözü, “Biribirinizi yeyin!”Ben sormadan anlattı. 7 Fettah nöbetti. Bugün pazar. Ya iş yok ya da yarım gün. Nöbetçiler işe gitmiyor. Pazar günü nöbetçi olmak birileri için iyi sayılmıyor. Öteki günler nöbetçi olanlar işten kaytarmış oluyor. Fettah bugün nöbetçi oluşuna üzülmüş. “Ah, ah!”demiş. Arkasından da “Benim şansım olsa, anam beni kız doğururdu!”sözünü eklemiş. Buraya dek herşey yolunda. Ancak birileri “hık mık” yaparak gülmeye başlamışlar. Fettah gülenlere “Ne gülüyorsunuz, bilmem neler!”demiş. Bu kez gülenler:

-Anan sana yapabileceğini yapmış, sen o nedenle bocalıyorsun!demişler. Diyen kim? Herkes. Ortalıkta işlenen bir suç. Sami Akıncı gene ortaya çıkıp konuşanları susturmuş. İsmet işin içinde değil. O da beni görünce sevinmiş. Tekrarladı, “Birbirini yesinler!. . . Çadıra girmeden dersliğe uğradık, çantama defterimi koydum. Kahvaltıya gittik. Hilmi bana anlattı:

-Duyunca kalkıp sana baktım, kalktığını görünce sevindim. Sen söylemesen bile senin söylediğini öne sürüp, suçlayabilirler, diye korktum!”dedi. Olayı bir de o anlattı. Hilmi, Fettah’ı düşüncesizlikle, sataşanları da acımasızlıkla adlandırdı. Salt gülümsedim. Tek bir söz söylemedim.

Kahvaltıdan sonra biz işbaşı yaptık. Duvarcıların bir bölümü dinlenmişler. Ali Yılmaz Öğretmen az sonra geldi. Bize takıldı, “Bugün, yanılıp günü sorarsam, pazardan başka hangi günü olsa söyleyebilirsiniz!”dedi. Dedi, arkasından da güldü. Az düşündüm. Söz istedim, “Öğretmenim, yanlış anlamadımsa, siz bu günün ne olduğunu sorarsanız, biz, pazardan başka hangi günü olsa söyleyebilecekmişiz. Ben böyle anladım. Öğretmen “Evet!”dedi. Dedi ama dikkatle bakarak sözümü bekledi. Ben, “Sizin bugün pazar dinlenmesi yapmadığınız için böyle düşündüğünüzü anladım. Öğretmen gene “Evet!”dedi. Ama öğretmen kuşkulandı, dikkatle bekledi. O zaman soranlara şöyle bir yanıt verebilir miyim? ”deyince öğretmen “Hadi söyle canım, bekliyorum!”Ben, “Örneğin pazar yerine salt salı desem, bile bile yanlış söylemiş olurum. Bilerek yaptığımı belirtmiş olmak için bugün pazardır ama ben özel olarak pazar yerine salı diyorum!” desem! Öğretmen, “Yok yok yok, vazgeçtim!Ben bir pazardan kaçarken sen birkaç pazarı getirip önüme koymaya çalışıyorsun; ben bundan vazgeçtim, en iyisi ben kendim söyleyeyim, bugün pazar, öğleye dek çalışacağız!”dedi. İşe konuşarak başladık ama giderek konuşmalar kesildi, kirişlerin yer değiştirirken çıkardığı seslerden başka ses duyulmadı. Zil çalmadığı için de azıcık uzatmalı çalıştık. Böylece 32 makasın on ikisini hazırlamış olduk. Yarın biz çatıya başlayacağız. Kalan makasları öbür grup hazırlayacak. Yemeğe girerken gözlerim önce öğretmen masalarını taradı. Süheyla Öğretmenin kalkmış olduğunu düşündüm. Biz oldukça geç gelmiştik. Oysa öyle değilmiş, Süheyla Öğretmen yanında birisiyle geldi. Daha önce de birisi gelmişti. Dikkatle baktım bu o değil. Çalışmaya gelmeyebilir, dedim ama geçen defa da öyle düşümüştüm, yanılmışım o zaman gelmişti. Gene hazırlandım yerime gittim. Az sonra öğretmen yalnız olarak geldi. Arkadaşı konuk gelmiş, o da müzik öğretmeniymiş. Onun sesi güzelmiş, konservatuvara girmişmiş. Biraz utanarak konservatuvarın nasıl bir okul olduğunu sordum. Öğretmen bizim öğle paydosunda çalıştığımızı örnek verdi. “Konservatuvarda da öğrenciler böyle bir saat değil en az yarım gün çalışırlar. Ancak orada ders için değil her öğrenci için öğretmen vardır. Çalışmalar da ayrı odalarda yapılır” açıklamasını yaptı. Kendi bitirdiği okulda da öyle çalışmış. Tam anlamadım ama düzenli çalışma yapıldığını sezinledim. Bana yeni parça vermedi, eskileri tekrarlmamı, bolca gam yapmamı önerdi. Öğretmen öteki çocuklarla uzun uzun çalıştı. Öğretmen ayrılmadan kemanı bırakmak istemiyordum. Sonunda dayanamadım, kemanı kapatıp gittim. Arkadaşlar banyo sırası bekliyormuş onu anımsayınca ben de hazırlandım. Duvarcılar sabah çalışmamışlar. Ne yaptıklarını sordum. Arif mandolin çalışmış. Bir grup köyün üst tarafına çıkmış, oralarda oturan köylülerle konuşmuşlar. Edirne’de askerlik yapmış bir yaşlıyı dinlemişler. Edirne için “Berbat bir memleket, kışı dondurucu, insanları terbiyesiz, herkes hırsız!”demiş. Edirneli arkadaşlar fena halde kızmış. ”Ben, “Bunda kızılacak bir şey yok, adam çingenelerle yakınlık kurduysa onları tanımış onlardan zarar görmüştür. , onları anlatır!”dedim. Konuşmaları kendimize çevirdik. Biz köylerimize gittiğimizde soranlara ne anlatacağız? Ablalarım bana sorsa, “Oradaki kadınlar nasıl, güzel mi? Giyimleri temiz mi? deseler, ben ne anlatabilirim? Çok iyi biliyorum ben gidince bizim kahvede bana ilk soruları Ankara olacak. Sonra sonra kaldığımız yeri öğrenmek isteyecekler. “Hasanoğlan adlı köyde kaldık!”deyince köy üstüne, geçimleri, giyimleri üstüne gene gene soruları soracaklar. Ben ne anlatacağım? Herhalde çok temizler, diyemeyeceğim;gördüklerimden aklımda kalanları anlatacağım. Köyde kahve bile yok. Bir camileri var bir de okulları, diyeceğim. Hele evleri berbat, toprak yığını, yolları pis, çeşmelerini bile biz temizledik. Kadınlara çamaşırlığı, hayvanlarına su yayaklarını, kendilerine su alma musluklarını biz yaptık!”diyeceğim. İlk buraya geldiğimizde bir kaynak çeşme vardı ama sular gölleşerek dağılıyordu. Ördeklerle çocuklar yanyanaydı. Hayvanların içtiği sulara çamaşır suları karışıyordu. . Bunları anlattığım zaman köydekiler kesinlikle buradakilerin pis olduklarını anlayacaklar. Hele önce bizi camiye konuk edip on gün sonra hayalet korkusuyla kaçırmaya kalkmalarını anlatınca onların konulsever olmadıklarını da anlamış olacaklar. Hasanoğlanlıların iyi tarafı yok mu? Var, var ama o iyi taraf dediklerimiz aslında beklenen büyük kötülükleri yapmadıkları anlamında söylenmektedir:

-Eşyalarımızı çalmadılar. Okul inşaatlarına bir zarar vermediler. İlk geldiğimiz günler bize parasıyla yiyecek verdiler. Çeşmelerinden su alabildik. Aldık ama daha ilk günler onların köyüne 5 km uzaktan su getirdik. Okullarında kaldık ama okul bahçesini, bahçenin yarısını kapatıp köy çocuklarına kapalı oyun yeri yaptık. Banyodan sonra biraz da Süheyla Öğretmenin gelebilirliğini düşünerek kemanı alıp köşeme gittim. Keman çalışırken pek çevremde kimse toplanmıyor. Akordiyon olsa hemen geliyorlar. Kemanda sürekli gıy gıy , yaklaşmaktan çok uzaklaştırıyor. Bahçede çocukların toplandığını farkedince töreni anımsayıp kemanı bıraktım. Arkadaşların yanına gelirken Süheyla Öğretmen kızların tarafından çıktı. Buna sevindim. Ben onu görmedim ama o beni görmüştür. Çalıştığımı görmesini istiyorum.

Gene yalnız kaldık. Hasanoğlan’da Kepirtepe Köy Enstitüsü. . dört aydır bizimle birileri birlikte anıldı. Bina yapıp gittiler. Onlar gittikleri yerde böyle diyecekler. Oysa bina dedikleri duvarları bile tamamlanmamış yarım inşaatlar.

İstiklal Marşı’ından sonra Hidayet Öğretmen bir yazı okudu. Kızılçullu ekibi gösterdiğimiz konukseverlikten dolayı teşekkür ediyor, bize başarılı çalışmalar diliyorlar. Ötekiler bunu yapmamıştı. Arkadaşlar arasında tartışma yapıldı. Birileri, Kızılçullu son ekip olduğundan dedi. Ben, “Kızılçullu daha iyi yetişmiş, bu nedenle ötekilerin düşünemediğini düşündüler!”dedim. Sami Akıncı ise, bizim Müdürümüzün öğrencileri oluşuna bağladı. Bunu da bir neden olabilir. Ancak Kızılçullu öğrencilerinin ötekilere göre çok daha iyi yetiştiği bir gerçek. En geç onlar geldi, tek binayı, öteki iki ekip düzeyine çıkarlar. Kapirtepe’deyken dergide okuduğum bir yazıyı anımsadım. Yazar, onların derslerinin boş geçmediğinden söz ediyordu. O yazının yazıldığı sırada ise bizim dersler boş geçiyordu. Biz, ilkgünlerden beri Tarih öğretmeni görmedik. Fikret Madaralı, Selçuk Korol, Reşat Tekinay öğretmenler derslerimize geldi ama onlar, daha ilk derslerde, “Ben tarih öğretmeni değilim!”diye söze başladılar. Coğrafya dersini de bir yıl, Tabiat bilgisi öğretmeni okuttu. Daha sonra hiç coğrafya dersi okumadık. Fizik, kimya dersi ise hiç okumadık. Almanca bir yıl okuduk, Neyse ki iki yıl matematik, üç yıl Türkçe kendi öğretmenlerinden gördük. Bu iki öğretmen gibi kendi dersini okutan öğretmenlerden öteki dersleri de okusaydık sanırım biz de çok daha bilgili olurduk. Kızılçullular bizden bir yıl da önde. Bu da etkili ama öfrneğin Çifteler de bir yıl önde, onlarda bu farkı göremedim. Onlar sanırım bizim kadar da ders okumamışlar. İnşaatlarda çalıştık diyorlar ama yaptıkları duvarlar, Akçadağ ya da Cilavuzlulardan farklı değil.

Yemekhanede değişiklik olmuş. Konuk masalarına öğrenci oturtulunca öteki masalarda sayılar azalmış. Oturanlar daha rahat görülüyor. Bizim masa da yer değiştirmiş. Yemeğe oturunca öğretmen masalarını göremiyorum. Bu bir bakıma iyi olmuş.

Yemekten sonra Tarih okudum. Yunan Tarihi. Fikret Madaralı Öğretmen bize çok güzel anlatmıştı. Bir daha okuyunca çok iyi anladım. Başlangıçta biraz yeni bilgi var. Bir de Girit uygarlığı. Bilmediğimiz adlar eklenmiş. Bunları yazarak öğrenebilirim. Şimdi değil ilerde. Şimdi şöyle bir okuyup geçiyorum. Şimdiye dek okuduğumuz tarihler hep karada geçiyordu. Yunanlılar denizlere açılmış.

Kavgasız, gürültüsüz bir gün geçirdik. Zil çalınca hemen kalktım. Yatarken Yusuf, ”29 Cumhuriyet Bayramı’na bir ay kaldı!”dedi. Ben de   “Tam dört çatılık gün!”dedim. Yatınca da Ankara’ya gidince ne göreceğim? Gördüğüm yerleri bir daha göreceğim. Görmemiş olanlara anlatacağım. Tam bir ay, az da sayılmaz. Bir bakıma da bu sayılı günlerin geçmesini istemiyor, gibiyim. Süheyla Öğretmen gidecek. Belki keman çalışmam da aksayacak. Yeni keman alınmadığına göre ara vermek zorunda kalacağım. Kepirtepe’ye erken dönersek ben kemandan soğumadan, Sinanlı’daki kemanları belki getirtebiliriz….

 

29 Eylül 1941 Pazartesi

 

Recep Kocaman nöbetçi. Ben kendim uyandım, hazırlanıp çıktım. Recep merak etmiş”Sen ne yapıyorsun? ”diyerek geldi. Yazdıklarımı okudum. Güldü. Recep:

-Sen bunları biliyorsun, bir de yazmaya gerek var mı? diye sordu. Olduğunu söyledim. Senin şimdi yanıma geldiğini de yazacağım. Recep inat etti, “Benim neyimi yazacaksın? ” Senin akıllı bir arkadaş olduğunu, ancak biraz inatçı olduğunu, biraz da kafanın sağa doğru eğik olduğunu yazacağım!”dedim. Recep inanmadı, çadıra döndü. Ben de bugün, Recep’in başının azıcık eğik durumunu buraya yazdım.

Herkes giderken ben de takılıp kahvaltıya katıldım. Ahmet Güner on iki türkü yazmış, kağıdı bana verdi. Edirne Köprüsü başta. Maya Dağı’nı görünc Musa, diyecek oldum. Musa’yla birlikte yazmışlar. Musa Ahmet’in köylüsü ayrıca yakın akrabası, aynı soyadını taşıyorlar. Yusuf sevindi. Musa’ın türkücü arkadaşı Ali Ergin’de Yusuf’un köylüsü. Yusuf, “Biz de Ali ile yazarız!”dedi. Ali çok türkü biliyormuş. Yusuf gülerek, “Bir Yalancı’yı biliyorum bir de Asker Oldum Piyade’yi, deyip gülüyor. Onlar da türkü değil. Hilmi elimdeki kağıtı aldı, ”Vay anam bunlar benim türkülerimi aynen yazmışlar!”dedi. 4 Mehmet Hilmi’ye yol göseterdi, “Sen de tersini yaz, Edirne Köprüsü yerine Köprüsü Edirne dersin. Maya Dağı yerine Dağ Mayası yaz! Hilmi olur mu? diye sordu. “Hiç yazmamaktan daha iyidir!”dedik. Alişimimn Kaşları Kara’yı nasıl yazacağım? ”Kara Kaşlı Alişim!”Sigaramın Dumanı, Dumanlı Sigara. .

Öğretmen yolumuza çıktı. Hamdi Bağ Öğretmenden mektup almış. Hamdi Bağ Öğretmen uzak bir yerde askermiş. Fotoğraf göndermiş. Asker fotoğrafı. Bizim öğretmenimiz. Ama yedek subay değil. Üzüldüm. O da bizim gibi beş yıl okumuş ama yedeksubay olamamış. Konuşmadım, içimden üzüldüm. Bu üzüntüm hem öğretmenim için hem de bizi de kandırıyorlar diye kuşkulanmamdandı. Başlangıç ta nasıl altı yıl okuyacak, 9 yıl zorunlu çalışma yapacaksınız deyip sonra beş yıla indirip 20 yıl zorunlu çalışmaya döndürdülerse askerliği de böyle yaparlar, kuşkusu içimi kemirdi.

Makaslara başladık. Cumartesi günü bitirmek üzere işe giriştik. Ali Yılmaz Öğretmen öğleye dek bizimle çalıştı. İlk iki makası kondurduk. Sili Usta geldi, “Yarın sizinle olacağım, çatıyı bitirmeyin!”diye takıldı. Gene Genel Müdürden söz etti. “Bunu da görse gene öyle sevinecektir!”dedi. Kiremitlerin Lalahan’a geldiğini müjdeledi. Kiremitleri hiç düşünmemiştik. Salih baydemir, ”Biz çatı makaslarını yerleştirince her şey bitmiş gibi seviniyoruz. Oysa işler asıl ondan sonra başlıyor!deyip güldü. Bir süre kiremit üzerine konuşuldu. Beş binanın bittiği var sayılarak çadırlardan buraya taşınınca nasıl bir yerleşme olabileceği üzerinde tartışma başladı. Beş tane aynı planda bina yapılması yerine bir yemekhane yapılmaması eleştirildi. Binaların yemekhaneye elverişli olmadığı öne sürüldü. Ben, “Kuzey tarafındaki bölümün mutfağa dönüştürülerek herhangi birinin kolay yemekhane olabileceğini öne sürdüm. Ali Yılmaz Öğretmen bunu duyunca güldü. :

-Ne o Kepirtepe’den iyice umudu kestiniz mi? diye sordu. Arkadaşlar kesmediklerini söylediler. Ancak, yemek için gidip gelmek yağmurlarda nasıl olacak? diye sordular. Öğretmen” “Hem kesmiyorsunuz hem de gelip gitmekten söz ediyorsunuz? deyince, “Harun Özçelik, “Buraya gelecekler için düşünüyoruz!”yanıtını verdi. Bu kez öğretmen benim söylediğimi tekrarladı, “Bir baca ile bir ara kapı sorunu çözer!”dedi. Yemeğe dönerken de bunları konuştuk. Yemekte Lalahan’a kalabalık bir grubun gideceği söylendi. Aramızda, birazda gururlanarak, “Bize dokunmazlar!”diye gülüştük. Öğretmen masasına arkam dönük olduğu için bakmıyorum bakmak için de ara sıra can atar gibi oluyorum. Hani biri söylese diye kimi kez bekler gibiyim. Neyse bu günü geçirdim. Kalkınca da ters dönmeden arka taraftan çıktım. Kemanı alıp köşeme yerleştim. Rahat bir çalışma yaptım. Süheyla Öğretmen geç geldiği gibi nedense bugün öbür uçtan başladı. Uzun uzun konuşarak çalışanlarla tek tek uğraştı. Bizim arkadaşlara geldiğinde zil çaldı, onlarla yaptığı kısa bir konuşmadan sonra ayrıldı. Öğretmen ayrılınca ben de toparlandım. iş yerine Arif’le birlikte gittik. Arif'ten durumu öğrendim, öğretmen, “Sizinle de yarın uzun uzun ilgileneceğim!”demiş. Arif Süheyla öğretmenden çok hoşnut, “O olmasa ben elime mandolin almaszdım!”diyor. Arkadaşın söylediğine ben de katılıyorum. Ancak ben biraz daha başka düşünüyorum, ben bahçede özel olarak ilgilenirken, biraz da alıştım için bana da öğrettiğini düşünüyorum ama, derslikte herkesle birlikte çalışma başlayınca bu nasıl olacak? Şimidi durumumu kimseye belli etmeden sürdürebilecek miyim? Ya durumum anlaşılır da öğretmen yüz çevirirse ne olacak? Böyle deyip gitmesini ister gibi oluyorum. Bence “En iyisi gitmeli!”Giderse, o gittikten sonra, “Gitmeseydi, şöyle olabirdi ya da böyle olacaktı!” biçiminde konuşmalar belki benim için daha hayırlı olacaktır. Böyle düşünüyorum ama bunların anlamsız olduğunu da aklımdan çıkarmıyorum. Kendi kendime düşündüklerimi kimi zaman çok yersiz ya da anlamsız buluyorum. Bu tür iç tartışmasından sonra daha rahat çalıştığım oluyor. İşte çalışmalar beni daha gerçekçi yapıyorr. İşte çalışırken hayal kuramıyorum. Çatıda çalışırken de aklımdan güzel şeyler geçiyor ama örneğin Süheyla Öğretmeni hiç aklıma getiremiyorum. Kemanı da öyle. Keman kapalı yerde çalınır, diye düşünüyorum. . Hele Süheyla Öğretmenin anlattıklarını dinledikten sonra keman çalmayı iyice iş dışındaki yerlerde, evlerde, okullarda çalınacak duygusuna kapıldım. Kentlerde, temiz giyimli insanlar arasında…. . Ancak kendimi böyle bir yere koyup orada keman çaldığımı gözlerimin önüne bir türlü getiremiyorum. Meydanda akordıyon çalarak 50 kişinin zeybek oynadığını düşlüyorum ama 40-50 Süheyla Öğretmenin karşısında keman çalacağımı aklım hayalim almıyor. Böyle bir kurguya kalkıştığımda karşımdakiler gözümün alıştığı insan yüzleri, onlar gibi giyimli kişiler oluyor. Ben bun ları düşünürken Yusuf, boyuna şarkılardan oyunlardan söy ediyor. Salih arada Yusuf’a inanmadığın için onun konuşmalarına katılmıyorsun, değil mi? ” diye soruyor. Çoğu kez Salih’e “Ne dedin? ” yanıtını verince bu kez o da konuşmayı kesiyor. Bir bakıma çok iyi oluyor. İşte bugün 4. makası gerçekleştirdik. Yardımcılarımız da çok çalışkan, onlar dört gözle bizleri izliyor, çoğu kez söylemeden söyleneceği anlayıp karşılıyorlar. En konuşanı Kamil Varlık bile sormadan bir şey söylememeye başladı. Her işe koşması ise ayrıca övgüye değer. Namık da öyle. Ağabeyinin aksine Namık susmayı yeğliyor. Süleyman için söz bulamıyorum, “Peki abi!”Adı Süleyman Gege değil, “Peki Abi!”Gege, bizim tarafta çobanların uzun sopalarının ucuna takılan bir ağaç çengeldir. Çoğunlukla kızılcık ağacından yağılır. Bir tarafı delik bırakılır. Deliğe sopa takılınca gege ile sopa arası 1, 1'5 cm kadar uzayan bir ara olur. (Bu ara 1, 5 cm kadar dar kalır). Çoban tutacağı koyunun arka ayağına gegeyi takınca koyun ayağını geriye itip çıkarmaz , Çoban geriye çekerek koyunu durdurur. Böylece koyunun ayağına bir zarar gelmek. Zayen gegeyi kullanan da koyuna zarar vermemek için sopayı sağa sola oynatmadan düzgün tutar. Süleyman bunları biliyor mu? Yanlış anlayıp incinir diye sormuyorum. Arkadaşların çoğu da gegeyi bilmiyor. Bizim köyün adı üstüne konuşurken Kaynarca söylentisi üstüne konuşurken gegeden söz edince çoğunun böyle bir gerecin varlığından habersiz olduklarını anlamıştım. Gegelein en iyisi Bulgaristan!da yapılıyormuş. Bizim çobanımız Kamber, Bulgaristan’dan gelmeydi, o anlatıyordu. Orada gegeler, çarşılarda satılıyormuş. Kepçe-kaşık gibi ev aracı yapan ağaç oyucu ustalar gege yapıp satıyormuş. Hüsnü’ye sordum, o da bilmiyor. Onun bulunduğu yerlerde sanırım koyun çok değil. Bu daha çok çobanların bulunduğu yerlerde. Karakaçanlar geçerken çok dikkat ettim kimi çobanların gegeleri renkliydi.

5. Makası hazırladık. Yarın altıncıyı hazırlamak üzere paydos ettik. Namık Ergin Öğretmen bize uğradı. Hamdi Bağ Öğretmen ona da yazmış. Adres alıp mektup yazmak istedik. Namık Öğretmen, ”Onlar asker, askere sık mektup yazılmaz, yazılsa bile ellerine geçmez!”deyince Ahmet Gürsel Öğretmen!”diye söze başladığımda, Namık Öğretme “Ahmet Gürsel Öğretmen şimdi Üstteğmen, Seyyar bl komuta,

Hamdi Öğretmen acemi asker, üstelik arazide görevli. O nedenle işi hem zor, hem de bol zamanı olmahyabilir. Zaten verdiği adres de, bir tanıdığı eliyle. !”Namık Öğretmen duygularınızı ben iletmeye çalışacağım!”dedi. Naci İnan’la İrfan Evren Öğretmenleri sorduk, ikisi de askermiş, onlardan daha önce mektup almış. Biri Balıkesir, biri Konya, biri de Erzurum’da deyip güldü. Köye birlikte yürüdük. Namık Öğretmenin askerliği bir yıl geri bırakılmış. Yusuf sevindi “Ne iyi daha bir yıl bizimlesiniz!”deyince Namık Öğretmen gülerek:

-Teşekkür ederim ama, o dediğim bu günden değil, tamı tamına yedi ayı bitti bile!deyince söz birliği etmişçe “Aaaaa!”diye üzüntümüzü belirttik. Öğretmenlerden ayrılınca “İşte bir üzüntü daha !”deyip söylenerek yürüdük. Yusuf beni uyardı, “Oyun var unutma!”Unutmak ne demek? Pazar gününden beri onu bekliyorum!”diyemedim. “Haaaa, sahi!”dedim. Akordiyonu alıp çadır içinde çalmaya başladım. Az sonra Ahmet Güner de geldi. Röslein bize işaret etti, gittik. Röslein:

-Süheyla Öğretmen gelmedi, komşu kadınlar ona gelmiş, kızlardan birileriyle onları karşılamışlar. Köylü kadınların böyle bir geleneği varmış, arada gelirler arada bir kendileri de çağırırlarmış.

Arkadaşlar buna çok sevindiler, daha rahat hareket ettiler. Sanırım kızlar da memnun oldu ama nedense onlar, “Öğretmen de olsaydı!” memnun olacaktı, bugün daha çok iyi öğrendik dediler. Ayrılırken gene kendi sınıflarından iki erkek arkadaşı da çağıracaklarını söylediler. Bunu daha önce de söylemişlerdi. “Bizce hiç bir sakınca yok!”dedik. Ben, “İsterseniz dışarda oynayalım!”önerisinde bulundum. “O zaman daha çok erkek arkadaş da katılabilir!”dedim. Düşünecekler, öğretmene de soracaklar. Yusuf’la Ahmet çok mutlu. Yusuf bana teşekkür etti. “Sen olmasaydın biz bunu sağlayamazdık!”dedi. Akordiyoru bırakınca bir süre yartakhanede keman çalıştım. Ben çalışırken Süheyla Öğretmen yanındaki kızlarla gelmiş. Recep dışardaydı. Öğretmen bahçe kapısından girerken durup dinlemiş, gülümseyerek çadıra bakmış. Recep bunun bana söyleyince, “ya- ma” deyip geçiştirdim ama içimden de:

-Ben de bunu istiyordum, zaten gelebileceğini düşünerek kemanı almıştım. !”dedim.

Yemekte Hamdi bağ Öğretmenin mektubu, Namık Öğretmenin anlattıklar, Namık Öğretmenin askerlik işi, Ahmet Gürsel Öğretmenin Üsteğmen oluşu değişik söylemler içinde ortaya getirildi. Dersliğe dönünce de daha çok Ahmet Gürsel Öğretmenin Üsteğmenliği ilgi çekti. Biz de üsteğmen olursak askerde kalırız!Sözleri, uzun uzun konuşuldu. Gönlü subaylıkta olanlar buna umut bağladılar. En çok sevinen de Ahmet Güner oldu. “Meğer bizim Aşık Ahmet subaylık sevdasındaymış!”diyerek Ahmet’e takıldılar. Üsteğmen Aşık Ahmet “Edirne Köprüsü taştan-Sen çıkardın beni baştan!” arkasından soru:

-Bir subay nasıl şarkı söyler? En çok da İbrahin Ertur arkadaşımız soru yağmuruna tutuldu. Ağabeyi subay. Yeni aubay oldu ama, olsun subay ya!Ayrıca onun köyünde binbaşı olan başka bir subay daha varmış. İbrahim, ağabeyinin şarkı söylediğini, ancak öteki binbaşının köye gelip az kaldığını, böyle bir şey yayıp yapmadığı bilmediğini anlattı. İsmet:

-Benim eniştem Başgedikli, çok güzel şarkı şöylüyor!deyince gülenler oldu. “Başgedikli subay değil!”dediler. Burada da bir tartışma başladı, Gedikliler subay mı, değil mi? Bu tartışma yat ziline dek sürdü. İsmet bildikleri anlattıysa da, birileri ona katılmadı. Neyse ki iş kavgaya dönüşmeden yataklara girdik. İşin ilginci, ”Gedikliler subay değildir!”diyenler sayıca çok ama hiç birisi de bir belge ya da tanıklık edecek bir söz söylemiyor. Tanıdıkları da yok. Kafalarından, onlar subay değildir. Zaten tartışma subay olup olma değildi:Arker şarkı söyler mi? Bu soru da aslında bir şakaydı. 79 Ahmet askerde , üsteğmen olunca teskere bırakacak. İşte o zaman Edirne Köprüsü türküsünü gene söyleyecek mi? Bu unutuldu, söz tartışmaya döndü. Yatınca benim derdim depreşi. İsmet’in ablası benim de hem yeğenim hem de yaşdaşım Ayşe bir Gedikli ile evlendi. Zühre Teyzemi çok üzen bir olaydı bu. Damat üç dört yıl Kırklareli’de kaldı, çocukları oldu. Ancak Damat Erzum'daki birliklere gönderildi. Bu kez Ayşe Erzurum’a gitmedi. Arada anlaşmazlık büyüdü, sonunda ayrıldılar. Zühre Teyzem için bu ikinci bir acı oldu. Ben bunu düşünerek çekimser kaldım ama teyzemin acısını duyumsadığım için üzüldüm. Ayşe bir çocuğuyla dul olarak yaşamını sürdürüyor. İsmet bunu unutup nasıl bu olayı ortaya getirdi anlamadım. Ayşe’yi düşündüm, çok güzel bir kızdı, köydeki delikanlıları beğenmedi. Köyde askerler vardı. Yakışıklı bir gedikliye gönül verdiği söylentisi yayıldı. Muhittin Eniştemin bu söylentiden etkilenmesi sonucu evlilik sağlandı. Önce köyde kaldılar. Aile arasında durum iyi gidiyordu. Kırklarel’ye taşındılar. O zaman daha da iyi olmuştu. Teyzem her türlü yardımı yapıyordu. Ancak damadın çok uzaklara gidişi düzenlerini bozdu. Ayşe ilkokulu bitirmişti. Kırklareli’de oturması, onu daha da gelişmesine yardım etmiş, kendisine bir çevre edinmiçti. İşe girdi. Hasan Amcamın da yardımıyla Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Çocuk Yuvasında Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu kurucusu ve Genel Başkanı dr. Fuat Umay’ın desteğiyle kendisini yetiştirdi. Ayşe benim yaşımda. Ben daha öğrenciyim, o evlendi, çocuk sahibi oldu. Şimdi de bir iş sürdürüyor. Daha 2o yaşında ama bir çocuklu dul. Teyzem için çok üzücü bir durum…Gene sinirlendim. İsmet bu enişte sözünü neden ortaya attı? . Ayşe’den söz ederken kos koca bir kadınmış gibi söz ediyorum. Oysa o da Süheyla Öğretmen gibi. Tek farkları giyimleri, konuşmaları. Biri ürkek, çekingen, kendine güveni az, biri bir işi iyi biliyor, öğretici tarafına güvenerek daha cesur davranıyor…

 

30 Eylül 1941 Salı

 

Zilden önce uyandım. Kapıdan çıkarken 15 Hüseyin’le karşılaştım. Kavgadan beri böyle iki ikiye karşılaşmamıştım. Onun uzak durmak istediğini düşündüğümden ben de görmezden geliyordumGene aynı düşünceyle geçmek üzereyken Hüseyin “Günaydın!”dedi. Karşılık verdim. Köşeme gidip oturdum. Hiç niyetim yokken arkadaşım Hüseyinle kavga ettiğime üzüldüğümü yazdım:

-Hüseyin aslında kavgacı bir insan değil ama kolay etkide kalıyor. Kendisine bağlıymış gibi görünenlere de çok kolay kanıyor. Benimle iddialaşması işte böyle bir şey. Geçen yıllardan beri zaman zaman bana karşı kullanıldı. Böyle durumlarda yaptığım uyarıları da tam algılayamadı. Çevresindeki çıkarcıların kendisiyle alay ettiklerini bir yana itip onları can-ciğer dost sandı. Oysa onlar onu kullanıyorlardı. İşte Hüseyin bunun ayırdına varamadı. Sonunda herkesin içinde hiç beklemediği bir biçimde sopayı yedi. Yardımcı olacaklarını sandıkları pırlayınca yalnız olduğunu sanırım anladı. Umarın şimdiden sonra salt kendini düşünüp kendini savunacaktır. Bugün bana “Günaydın!”demesini buna yoruyorum. Böyle giderse, kendisine hiçbir kinim kalmayacak!

Salih Baydemir geldi, birlikte kahvaltıya gittik. Kahvaltıda Hilmi bana teklifte bulundu:

-Abi herkese arkan dönük, yer değişelim!Ne demek istediğini anladığımdan razı olmadım. “Karşımda sen varsın, beni ilgilendirecek durumları sen bana iletirsin!”dedim. Hilmi kurnaz kurnaz, “İnsanın kendi gözünün algıladıklarını benim anlatmam olası değil!” dedi. Ben de, “Ben de senin anlattıklarınla yetinmeye alışırım!”deyince Hilmi:

-Seninle söz yarıştırılması yapamam, o nedenle sözümü geri aldım!deyip sustu. Hilmi’ye bakıp:

-Dilinin altındakini boşuna saklama, gözümle değil gönlümle görüyorum!deyince bu kez güldü:

-Gerçekten ben belli bir amaçla bu öneriyi yapmıştım, mahcup oldum!deyince. Hasan yetişti:

-Yaptığını düşünerek yapmazsan her zaman mahcup olmaya hazırlan!

Kahvaltıdaki Hilmi'nin önerisinin başlattığı taretışma yol boyunca sürdü:

Akıllılık nedir, kimler akılsızdır? gibi konularda irdelehyerek çatımıza gittik. Biz başlamak üzerteyken Sili Usta, “Ben geldim!”diyerek geldiğini duyurdu. Herkese dönüp bakarak “Günaydın!”dedi. Süleymana başını kaldırraak(Uzun boylu) baktı, Kamil’e başını indirerek(Boyu kısa)Namık’a da dik durarak(İkisi ortası) baktı. Hepimiz gülümseyerek çalışmaya başladık.

Sili Usta, adı üstünde usta, parçaları tutmayı, seçmeyi, tutup çevirmeyi aksatmadan yapıyor, yaptırıyor. O işin , içine girince hiçbir kargaşa olmadan işler tıkırında gidiyor. Dünkü benim yoklaya -değiştire yaptıklarımı o bugün hiç aksatmadan ilk denemeyle yerine koydurdu. Dün akşama dek dört makası tamamlayıp beşinciye başlamıştık Bugün öğleye üçü tamamlayıp dördüncüyü yarılayarak çıktık. SiliUsta bana, “Söz ver, bu çatı da cuma günü bitecek(dedikten sonra sordu) mi? dedi. Arkadaşlarla birlikte “Bitecek!”dedik. İki taraf 50 makas. . “Hazırlanırsa biter…mi? ” diye şakalaşarak öğle paydosuna ulaştık.

Bügün eylülün sonu. Yarından başlayarak ekim ayını devirmeye başlayacağız. Gene Yusuf Ankara gezisinden söz açtı. Arkadaşlar susturdular.

-Bir gün gidip döneceğiz, ne göreceğiz ki? Edirne’de çok gezdik aklımızda ne kaldı?

Yemeğimi yermez köşeme gittim. Az sonra öğretmen geldi. Gerçkten çok ilgilendi. Az daha tüm bugünü bana ayırmış, diyecektim. . Ayrılırken, “Geçerken çadırda çalıştığını duyuyorum, kapalı yerde çalışman daha iyi olur; sesi rahat duyarsın!”dedi. Oyuna gelemeyiş nedenini de açıkladı. Öğretmen gidince ben de bırakıp arkadaşlara koşmadan katıldım. Öğleden sonra Sili Usta gelmedi, Ali Yılmaz Öğretmen de uğramadı. Mustafa Güneri Öğretmense Müdür Vekili olduğundan sonra uğramaları iyice azalttı. Her nasılsa bugün gülerek geldi, güzel sözler söyledi. O gidince daha şevkle çalışıp, öğleden sonra payı olarak üç makası tamamladık. İlk günlerde üç makas derken bugün, gün olarak makas sayısını altıya çıkardık. Salih ustalığını, hak yemezliğini gösterdi. 8. Sınıfları göstererek, “Arkadaşlarımızı unutmayalım. Onlar o üç makaslı günlerde yoktular!”deyince Süleyman “Sağol Abi!”sözünü ekledi. Aşağıya inince binanın çevresinden baktık. “Çatılar tamamlanınca güzel olacak!”deyip ilk kez alıcı gözüyle baktık. Binalar da oldukça büyük görünüyor. “Binalar çoğalınca burası kasaba gibi olacak!”diyenlerimiz oldu. Alpullu bahçeli evlerini anımsadık. Gerçi onlar küçük evlerdi ama çevrelerinde bahçeler yetişince ne güzel olmuşlardı. Buraları da belki öyle olacak. Yusuf fazla övülmesine dayanamadı, “Unutmayın, Kepir daha güzel olacak!”Yusuf!a karşı:

-Orada su yoktu! Yusuf yapıştırdı:

-Şimdi, su da oldu.

Kepir üstüne varsayımlar oluşturup dura-yürüye konuşarak okula döndük.

İçimden kendime“Bu akşamki çalışmaya paydos!”deyip dersliğe gittim. Yapıcılardan bir grup Lalahan’a gidip vagonları boşaltmışlar. Sefer de içlerindeymişSefer çok üzgün “Bir hafta mandolin çalışamam!” deyip üzülüyor. Parmak uçları yanıyormuş. Lalahan’da sürekli kalanlar da varmış. Ben de onları merak ediyorum, onlar orada ne yeyip ne içiyorlar? İsmet evden mektup almış, çok sevinçli, kardeşi Sabri yazmış. Oldukça bilgi veriyor. Mehmet dayım asker, İşler Elif Teyzeme kalmış. Sabri yardım ettiğini söylüyor. Bu da güzel. İsmet’le köyden, ortak tanıdıklarımızdan söz ettik. Böylece bu akşamı yemek zamanına dek boş geçirdim. Gerçekte boş da sayılmaz, İsmet’le birlikte gene Kızılcıkdere köyünde dolaştık. Nedense ben bazen onların köyünü kendi köyümden daha sevimli buluyorum. Kasabaya yakın olmaları bir çok yönden köy halkını etkiliyor. Bize yeni gelen plaklardan “Batan gün kana benziyor-Yaralı cana benziyor, esmerim vay vay”adlı şarkıyı, ilk dinlediğimin ikinci günü onların köyüne gittiğimde tüm delikanlıların o şarkıyı söylediğini duyunca şaşmıştım. Üstelik aralarında yarışma yapmışlar birinciliği Dede Mehmet adlı delikanlı almış, şarkıyı bir de ondan dinleyinceiyice şaşırmıştım. Köylerinde üç kahve var. Bir tanesine salt delikanlılar gidiyor. Babalar bunu biliyor, oralara zorunluluk duymadıkça gitmiyorlar. Salı pazarına köyün yarıya yakını her Salı gidiyor. Bizim köy de Lüleburgaz’ya yakın ama köylüler genellikle pek istekli gitmiyorlar. Onların giyimleri de bizim köylülerden çok değişik. Onlar kasabaya yakın giyiniyorlar. Onların evleri de daha güzel. Bizim odalar dediğimiz ev bölümü de yüksekBir metreden fazla bir yüksekliği merdivenle çıkıyoruz. Oysa İsmetlerin evi iki katlı. Üst ayrı bir ev. Köyün öğretmeni orada oturuyor. Böyle başka evler de var. Bizim köyde çoğunlukla evlere düpe düz girilmekte. Yerle bir olduğu için büyük yağmur ya da kar yağdığınde içerlere dek sular girer. Benim Kızılcıkdeye köyünü sevmem aslında teyzelerim içindir biliyorum ama bu değişiklikler de ilgimi çekiyor. Kızılcıkdere’de olsaydım, kesinlikle ortaokulu orada okuyacaktım. Bunu da bildiğim için orası bana göre benim köyümden daha güzelmiş gibi geliyor. Köyümü de seviyorum ama bunun daha çok oradakilerden kaynaklandığını da biliyorum. Babam, ablalarım, ağabeylerim orada. Zaman zaman “Onlar da Kızılcıkdere’de otursaydı dediğim de oldu, ancak benim dememle öyle bir değişimin olamayacağını da göz ardı etmiyorum. Babam böyle konusanlara:

-Olsayla bulsa, ikisi bir araya gelse!deyip takılır ardından da:

-Olsayla bulsa-ikisi bir araya gelse-tümü benim olsa!”dedikten sonra güler, “Ya, benim değil de başkasının olursa? ”diye acınarak sorardı. Sonra da insanların bulunduğu durumlardan fazla yakınmamasını, yakınmalara kalkınca sonu gelmez bir istek zincirinin oluşacağını söyler, “Buna karamsarlık derler. Böylesi insanların, sevinci, mutluluğu kurur, kişi yaşamdan kopar bir hırs yumağı olarak toplumun içinde yuvarlanır durur!”der tanıdığı örnekleri verirdi. Babamı, gene kahvede çevresindekilere övütler verirken düşledim. “Kuş gibi uçsam gitsem pencereden baksam!”dedim. Sonra da “Hırs yumağı olmak nasıl bir şey? ”diye düşündüm. Honore de Balzac’ın M. Grandet’ini, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ndeki Bayan Defarge’i düşündüm. Biri kazanç, biri öc alma isteklerine kendini kaptırmış kişiler…. Acaba birine tututlanlar da sonunda böyle bir istek yumağına sarılıp acıklı bir yaşam sürerler mi? . . .

 

1 Ekim 1941 Çarşamba

 

Erken kalkmak iyice hoşuma gitmeye başladı. Şimdiye dek neden böyle yapmadığıma üzüldüm. Başımı defterime eğip yazarken Sefer geldi. “16 Sefer Tunca bugün yatakhane nöbetçisi komutanım!”dedi. Arkadaş çok güzel hazır olup böyle söyleyince, askerlik derslerinde kendi beceriksiz tekmil vermeye çalıştığımı anımsayıp:

-Kepirtepe’ye dönünce Cindoruk Binbaşı gelirse, seni gösterip “Ben bu işten ayrılacağım!”dedim. Arkadaş:

-Karşımda sen olduğun için böyle rahatım, başkası olsa böyle rahat konuşamam!Konuyu değiştirmek için “Yazdığını kapatıyorsun sevgiline mi yazıyorsun? ”diye sordu. Sevgilim olm adığını söyleyince de “Yaaa, sahi sevdiğin biri yok mu? diye acıyarak baktı. Sefer’le iyi arkadaşız ama böyle şeyleri hiç konuşmadıkYazdıklarımı okudum. Biraz şaşırmış olarak baktı ama, yaptığımın güzel bir şey olduğunu söyledi. Arkasından da benim çalışkan olduğumu, işi hiç gevşetmediğimi. Derslerin kesilmesine karşın, Almanca, Tarih derslerini sürdürdüğümü, boş vakit geçirmediğimi tekrarladı. Nöbetçi, sesleri gelince Sefer çadıra girdi. . Bir olay oldu, sanısıyla ben de gittim. Bir şey olmamış. Mehmet Yücel bir şaka yapmış;ondan çağırmışlar. Tartışmasız bir sabah olarak Ekim 1941 ayını karşıladık. Yusuf gün sayıyor:

-27 gün kaldı!deyince tartışma bu kez Mehmet Aygün’le başladı. Mehmet haklı olarak:

-Bu gün bitmediğine göre bugünü de sayacaksın!Sonunda ikisini de haklı bulundu.

Yusuf türkü litesini kotarmış; yirmi kadar türkü. “Köylüsü Ali Ergin yazmışır!”dediler. Yusuf gülerek başını kaldırıp “Cık!”edince “Öyleyse “Sırıklı verdi!”dediler. Bu kez çok fena kızdı. Elindeki listeyi yırtmaya kalkınca tutup, listeyi elinden aldım. Bu kez bana kızdı. Ben:

-Onu kim yaptıysa yapıp bana göndermiştir, senin yırtmaya hakkın yok!dedim Yusuf buna daha çok kızdı. Türküleri defterime alınca kağıdını ona vereceğimi söyledim. Bu kez de benim kızdığımı anladı, içinden neler geçirdiyse inadından vazgeçti:

-Liste kalsın, şaka söyledim!Yolda özellikle Yusuf'la konuşmamaya dikkat ettim. Sanırım o da benim gibi düşündü ki biraz suskun durdu.

Çatıya çıkığımızda tartışmalar bir yana itildi. “Altı makas yerine konacak!”En gayretlilerimizden biri ghene Yusuf. Azıcık düşündüm, Yusuf küçük müçük ama sonuç olarak o da içimizden biri. Kızlar konusunda taşkın değilse bile içten içten onda da kızlar konusunda duygusal bir eğilimi neden olmasın ? Ben, A için düşler kurarken şimdiki Yusuf’un yaşından daha küçüktüm. Üstelik beni kimse yönlendirmiyordu. Tek yönlendiren A’nın kendi yakın tavırlarıydı. Yusuf’a burada biri niçin benzer tavırları yapmasın? Yusuf da onları niçin doğru anlayıp yanıtlamasın? Şarkıları kimin yazdığını öğrenebilirim. Bunun yapılma yöntemini düşündüm. Melahat’tan başlayarak bahanelerle yazılar alacağım. Manastır Şarkısın sözlerini Melahat’en, Meşeli Şarkısı’nı Feride’ye yazdırdatacağım. Bu ikisi uymuyorsa sonra daha ikisini seçip onları deneyeceğim. Oyunlarda Yusuf’u izleyeceğim. Uzaktan uazağa Yusuf' izleyerek bunbları kurdum.

Sili Usta geldi, benim yerimi aldı, beni karşısına geçirdi. Adam ya beni deniyor, ya da çok güveniyor. Çalışmalarda olduğu gibi konuşmalarda da değişik bir davranışı var. Öteki arkadaşlara daha nazik sözler söylüyor. Bana, “Şunu tut!. . . Aaa, öyle mi? . . Yok öyle istemem!'. . ya da Ben öyle demedim!”şeklinde konuşuyor. Dikkat ettim, öteki arkadaşlara daha değişik söylüyor. Kötüye yormamakla birlikte aklımca bu noktaya bir “mim” koydum. Bir ara gülerek, “ Birlikte parçaların yerlerini daha çabuk bulduruyoruz!”diyerek bir açıklama yaptı ama, bu benim için yeterli olmadı. Ancak sabahın üç makasına karşı öğleden sonra dört makas dikmemiz de bir gerçek. Sili Usta olayın ayırdında, “Yarın ben yok, siz var. kalan yer tamamlanacak, cuma –cumartesi günleri tamamı kapanacak! “Evet!”dedik. Yarına büyük bölümde kalkan duvarıyla dört makaslık yer kaldı. Paydos çalmadan, Atölyeden kirişleri taşıdık. Ali Yılmaz Öğretmen bize yardımcı verdi; dört makasın tüm parçaları taşındı. Öbür tarafın taşıma işini Ali Yılmaz Öğretmen üslendi, yarın taşıtacak. Ali Yılmaz Öğretmen bana, biraz durgun bir sesle, “Çok yorgun musun? diye sordu. “Yorgun değilim!”yanıtını verdim ama içimden kuşkulandım, “Neden sordu? ”Öğretmen durumumdan anlamış olacak, meğer Sili Usta, “Ben o çocuğu çok koşturuyorum, o da koşmak için hazırmış gibi duruyor!”durumdan memnu mu, merak ediyorum!”demiş. Ali Yılmaz Öğretmen benim için gerekli yanıtı vermiş , gene de “Sili Usta böyle düşünüyor. O, seni tanımaya çalışıyor. ”Açık açık:

-Çevresinde onun gibi işe sarılan yok! dediğine göre, senin için olumlu düşünceleri var. Ali Yılmaz Öğretmen devamla, “Biliyorsun, Sili Usta bir Macar, onlar, insanları başka türlü değerlendiriyorlar. Tembelleri sevmezler, çalışkanları el üstünde tutarlar. Sili Usta böyle düşünüyor. Olayın üzerinde durma, sen bildiğin gibi davran!”dedi. Duyduklarım çok hoşuma gitti. Süheyla Öğretmeni anımsadım. Her derste bunu dedi ya da demeye çalıştı, ”Çalışan kişi, başarılan iş, herkesçe görülür, beğenilip değerlendirilir.

Öğle yemeğine daha neşeli döndüm. Keman çalışacağım. Feride masamızın yanından geçerken durdurup, iki şarkı adı verdim, “Biliyor musun!”diye sordum. Biliyormuş, rica ettim. Akşam versem olur mu? diye sordu. Feride gidince, Yusuf telaşla:

-O şarkılar kağıtta var, ne yapacaksın? Gülerek, “O biliyor mu diye yokluyorum!”dedim. Yusuf, kurnaz kurnaz Sen başka bir numara yapıyorsun ama ne? ” diye sordu. “Sahiden o şarkıları biliyor mu? Bunu merak ettim!”deyince Yusuf dayanamadı, “O kağıttakileri o yazmıştı, bilmese yazar mı? ” deyince durum aydınlandı. Hiç bir şey olmamış gibi, “Yaa, öyle mi? O zaman söyleyelim bir daha yazmasın!”Yusuf:

-Sana gene inanmadım, niyetin başkaydı, neyse!” deyip başını salladı…Az sonra da açıkladım:Sen şarkıları kimden aldığını sakladın, o kağıttaki yazıyı bulmak için bu yolu seçmiştim. Yusuf gülerek:

-Vallahi bu da aklıma geldi ama söylemedim!”diyerek eliyle sırtıma vurdu. Kırılasıya da güldü. Sıkı sıkı tembihledim, ” “Benden bir şey saklamaya kalkma, bil ki açığa çıkarırım!”…

Kemanı alıp köşeme gittim. Arif de, “Ellerimiz yanıyor” demelerine karşın, Sefer, İdris, 53 Ali, Kadir, Bekir benim az ilerime geldiler. Arkamı dönüp çalışmaya başlayınca Kadır takılmadan duramadı, “Hemşerim bize neden yüz çevirdin? ”dedi. Kadir bunu ikinci kez söylerken ben de görmemiştim, Süheyla Öğretmen duymuş, “A, öyle söylenir mi? Arkadaşınız çalışıyor!”deyince Kadir de şaşırı, özür diledi. Bu kez de öğretmen Kadir’e benden değil arkadaşınızdan özür dileyin!”dedi. Kadir çaresiz benden özür diledi. Kadir’i bu kez affettiğimi söyledim. Bu kez sözüne öğretmen de güldü “Bak bu kez affediliyorsun, dikkat et!”diyerek Kadir!i uyardı.

Süheyla Öğretmen bugün öteki günlerden daha iyiydi. Kemanı alıp, biraz da arkadaşları etkilemek için olacak serenadları çaldı. Ödev parçalarından bir kaçını çaldı, aynı parçaları bana da çaldırdı. Çok dikkatli çaldım. Arkadaşlar mandolinlerini durdurup dinlediler. Öğretmen oyuna geleceğini söyleyip ö bür tarafa, arkadaşların yanına geçti. Öğreten ayrılınca ben daha dikkatli, uzun uzun yay çekerek çalıştım. Çalışım öğretmenden çok arkadaşlara çalım içindi. Bir bakıma iyi oldu.

Paydos zili çalınca çalışmamı kesip Arif’lere yetiştim. Arif açık açık Süheyla Öğretmen için “Senin öğretmenin!” diyor. “Çok çalışarak gözüne girdin!”demeyi de eksik etmiyor.

İşbaşı yaptığımızda Yusuf gene türküleri açtı, benim yaptığıma güldü. Aklımdan geçenleri ona anlattım. “Senin yaşındayken benim bir değil iki sevgilim vardı. Biri bir köyde öteki ömür köydeydi. Birirnin köyünde okuyordum, gündüz onun yanına sokulmak için planlar kuruyordum. Akşam eve dönerken ötekini görmek için yol değiştiriyordum. Yusuf, kıkır kıkır gülerek dinliyor. Bir ara sordu, “Onlar ne oldu? ”Ne olacak, ikisi de evlendi, ikisini de kucaklarında bebekleriyle gördüm. Değişik bir duygu beni onlara arkadaş yaptı. İkisini de seviyorum ama çocuk büyüten iki cici anne olarak düşünüyorum. Onları düşününce mutlu oluyorum. Ne var ki onlara, öteki kadınlar gibi bakmayı aklımdan bile geçiremiyorum. Köydeki küçük ablama laf atan birini az kalsın öldürecektim, adamı elimden zor aldılardı. Bunlara da biri sataştı deseler aynı tavrı gösteririm. Yusuf biraz şaşkın olarak dinledi, güldü. “Benim başımdan öyle bir şey geçmedi!”dedi, sustu. Kalkan duvarına lataları atarken paydos zili çaldı. Öyle bıraktık. Yarın ilk iş olarak orasını kapatır öbür tarafa geçeriz. . Öbür binanın kuzey bölümünü bir günde kapatmıştık. Bu kez iki günümüz var. Ancak bu tarafta çakılacak daha neredeyse yüz parça bulunmaktadır. Yarın çakıcılar önce burasını perçinleyecekler. Yusufla koşar adım önde gidiyoruz. Yusuf’un oyun severliğini biliyorum, ikimiz bu oyun işine kalkışınca kimse olmadığı zamanlar da aynı hevesle oyuna koşuyorduk. İlk öğreticimiz Çiftelerli Mustafa Atavcı bize, “Bu denli istekli olunca bu oyunları öğrenmemeniz söz konusu değildir!”demişti. Bu nedenle Yusuf’un koşuşunu pek yadırgamıyorum ama içinde bir başka kıpırtı olmadığını da söyleyemem. Akordiyonu alıp çadırde bir süre daldan dala atlattım. Doğrudan gitmiyoruz. “Bizden habersiz bir değişiklik yapmışlarsa, geri dönmek gibi bir üzücü duruma düşmeyelim!”diyoruz. Çok istiyoruz ama bu iş “Onurumuzla olsun!”diyoruz. Az sonra Ahmet geldi. Musa ile Ali de gelecekmiş. Biz onları kon uışurken sözlerinin üstüne geldiler. Zaten karşı tarafın salon penceresi açıldı. Bu bir çağrı belirtisiydi, gittik. Süheyla Öğretmen de var. Buna ben çok sevindim. Ancak Yusuf’la Ahmet pek sevindiler diyemem. Onlar öğretmeni benden daha öğretmen olarak görüyorlar. Oysa ben keman çalışırken onların gördüğü gibi düşünüyorum da oyunda Röslein ya da N’den farklı görmüyorum. Çok ağır tempo istediler. Bengi ile başladık. Bengi zaten doğal olarak ağır oynana bir oyun az daha ağırlaştırdım. Oyuncular memnun oldu. Harmandalıyı da ağırdan aldım. Arpazlı’da az hızlandırdım. Timurağa da iyice hızlandırınca Süheyla Öğretmen sıradan çıktı. Sonradan yavaşlattım ama çıkmak için bahane ayıyormuş herhalde bir daha girmedi. Üzüldüm, “Oyununuzu ben mi bozdum? ”diye sordum. Öğretmen gülerek “Hayır hayır, ben kendim çıktım, hız bahaneydi!”dedi. Öğretmen çıkınca kızlar da duraksadılar. Uzatmaya gerek görmedik, bir gün sonra toplanmak üzere dağıldık. Çadıra geçince ben akordiyona devam ettim. Birden hevesim kabardı, Mevlana Peşrevi ile Yusuf Paşa’nın saz semaisini bile çaldım. Özlemişim. Bırakıp çadırdan çıkınca arkadaaşların yemeğe yöneldiğini gördüm, onlara katıldım. İdris Yusuf’a sordu, “Kaç gün kaldı? ”Yusuf, ”26 derken 4 Mehmet 27 sayısını ekledi. Yemekte de günler sayılırken Selçuk Korol Öğretmen geldi. “Bu, gün sayma neyin nesi? ”diye sordu. Arkadaşlar anlattılar. Selçuk Korol Öğretmen, “Gençlik böyledir işte!”dedikten sonra “Ekim ayı sonbaharın ortasıdır. Sonbahar kışın girişidir. Başlangıçta yağmurlar ortalığı yumuşatır. O yumuşaklık giderek titretmeye başlar. Sıcaktı, soğuktu derken insanlar ciddi ciddi titremeye başlar. Çocuk olmayanlar bunları düşünür. Siz bunları düşünmediğinize göre demek ki çocuksunuz!”Arkadaşlardan bir bölümü “Evet, çocukuz!”deyince, ” “İşte ben de bunu söyledim!”şimdi öteki konunuza gelelim. 29 Ekim’de ne yapmak istiyorsunuz? “Ankara’yı tanıyacağız!”dedik. Selçuk Korol Öğretmen, “Siz beni bu akşam konuşturacaksınız anlaşıldı”, deyip oturdu. Tekrar sordu, “Ankara’nın nesini tanıyacaksınız? ”deyip güldü. Devamla, “Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü oturuyor, oraya giremezsiniz. Bakanlıklarla T. B. M. Meclisi o gün tatildir kimseyi göremezsiniz. Keza bütün okullar gibi dükkanlar da kapalıdır. !”deyince Hasan Üner, “Öğretmenim hiç açık yer yok mu? ”diye sorunca, öğretmen var var;olmaz olur mu? Bütün yollar açık, Stadyum açık, tren istasyonu açık dedikten sonra bir de Ankara’yı ilk kez gören köylülerin ağızları açık olur. Çünkü onlar gördüklerine şaşınca nedense ağızlarını açarak bakarlar!”dedi. Nöbetçi öğrenciler öğretmene yemek getirmek istediler. Öğretmen, ”Ben sizi tutmayayım, bir başka dün birlikte bir program yapalım, birlikte gezelim, ben de Ankara’yı öğreneyim!”deyip gülerek ayrıldı. Dersliğe gidince kimler ağzı açık dolaşacak, onun tartışması yapıldı. Ben daha önce gördüğümü söyleyerek bu tartışmanın dışında kaldım. İsmet yarı içerde yarı dışarda bir süre tartıştı. Tartışma giderek tatsızlaşmaya başlayınca “Sus!”uyarıları yapıldı. Ben Mısır tarihini, Keops, Kefren, Mikerinos Ehramlarını, Sfenksi , Nil Nehrini öğrendim. Öğrendim diyorum ama aslında öğrenemedim. Sadece duydum, yılda iki kez dolup taşıyormuş Böylece Mısır yılda iki kez bahar-yaz geçirir gibi ürün alıyormuş. İşte burasını anlayamadım. Bu nasıl oluyor? . Yat zili çalınca Mısır da Nil de uçtu gitti. Hiçbir şey düşünmeden uyumak istedim. Olmadı, düşünmeyeyim derken aklıma takılanları atamadım. Şiir okumayı denedim. Röslein’i tekrarlarken esnedim. . . .

 

2 Ekim 1941 Perşembe

 

Dediğimi yaptım, erkenden kalkıp yerime gittim. Kapıya yakın olduğum için kimseyi rahatsız etmeden çıkabiliyorum. Sami Akıncı nöbetçi. O da erkenci. Ne düşündüyse geldi, ne yaptığımı sordu. Yazdığımı gösterdim. ”Ohoooo, sen bunu sürdürüyor musun? dedi. Hiç atlatmadan, atlattığımda günün tarihini yazıyorum, sonraları aklıma gelen bir olay olursa oraya ekliyorum!”dedim. Sami, “Bir zaman ben de başladım ama, dersler kesilince o işten vazgeçtim:”dedi. Sami’den sonra başkaları da gelince Tarih kitabını açıp Mısır uygarlığını okumaya başladım. İsmet dersiğe gideceğini söyleyince kitabımı onunla gönderip, kahvaltıya gittim. Kahvaltıda akşamki Selçuk Korol Öğretmenin “Açık ağız” olayı giderek başka şekillere girdi. Hilmi Altınsoy, ”Selçuk Öğretmenin o sözünü değiştirip “İnsanlar ağızlarını nasıl açmasınlar;kadınlar o kadar güzel ki, bakmayan sıtmaya yakalanır!”Sıtma sözü bu kez dil takıldı:Salih Tekirdağ’da bir kadın görmüş, kadın az sonra sıtmaya yakalanmış. Neden? Salih’i gördüğü için. Bu sözler uzadı gitti. Yola çıkınca Namık Öğretmenle buluştuk, konuşma konuları değişti. Kiremitler Lalahan’a inmiş. Öğretmen “Nihayet kiremit sorunumuız da çözüldü, tam iki aydır, “Kiremik, kiremit!” dedik kiremit olduk!”dedi. Öğretmen bunları söylerken Arif Kalkan’ın sözlerini anımsadım. Vagondan kiremit indirmiş, bir hafta mandoline dokunamamış. Ben kiremit dizersem kemanı kaç hafta elleyemeyeceğim, onu düşünmeye başladım.

Sili Ustanın gelip gelmeyeceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz şekilde lataları kalkan duvarına döşeyıp hatılları sıraladık. Arkadaşlar çakılacak parçaların işaretli yerlerini biliyorlar, bir hamlede çatı seslerle doldu taştı. Onlar işlerini sürerken biz Kuzey bölümüne geçip oranın kalkan makasını yerleştirdik. Makaslar daha küçük, kirişler biraz daha hafif olduğundan bize çok kolay geldi; bir solukta yarıyı bulduk. Ali Yılmaz Öğretmen geldi, yukarıya çıktı. Gülerek “Pragramımızı gerçekleştiriyoruz değil miiii? ”diye uzatarak sordu. Yusuf Asıl, “29 Ekim gezisini hak ediyoruz değil miii? ”diye yanıt verdi. Ali Yılmaz Öğretmen, “Siz kanaatkar çocuklarsınız, aslında siz büyük bir yurt gezisi hak ettiniz. Kepire dönersek size ben, tüm olanakları zorlayarak bir Trakya gezisi yaptıracağım, söz veriyorum. Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ile yollar üstündeki ilçeleri gezeceğiz!”dedi. Çok sevindik. Harun sevincini bir başka türlü anlattı. “Aman öğretmenim, sevincimden yere düşebilirim, düşüp bir yerim incinirse, beni sakın bırakmayın öyle sizinle gezeyim!”dedi. Ali Yılmaz Öğretmen, “Vay vay vay!” dedikten sonra. “Sizi çok seviyoruz çocuklar, siz bir çok şeyleri hak ettiniz. Bunları görmeyen gözler doğuştan miyoptur!”dedi. (Miyop nedir? )Ben omuz silktim, bilmiyorum ama anlamındn bir sonuç çıkardım:Doğuştan görme kusurlu. Ali Yılmaz Öğretmen ayrıldıktan sonra Trakya gezisini neredeyse konuşarak yaptık. Bu kez de birbirimize sorduk. Böyle bir geziyi biz şimdiye dek neden düşünmedik? Gitmesek bile bunun yapılabilirliğini neden düşünmedik? Dördüncü makası dikince zil çaldı. Kalkanla birlikte beşinci makas. Kaldı yedi makasla bir o kadar payanda ya da yan tutucular. Bu duruma göre bir gün kazanmış oluyoruz. Kepirtepe’yi daha çok istekle anmaya başladık. Bir yandan da karşılıklı takılmalar sürüyor. söz döndü dolaştı gene türkülere dayandı. Trakya gezisinde türküleri de soruştururuz. Bunun gezerken yapılamayacağını öne sürdüm. Ahmet Güner’in daha doğrusu Musa Güner’in listesindeki türküleri okudum:Alişim, Kırımdan Gelirim, Vidin’in İçinde, Maya Dağı, Bülbül Olsam, Havada Uçan Turna Sesi, Gemi Kalkar, Bülbüle Kursam Tuzağı, Edirne Köprüsü, Dramalı Hasan, Bülbül Olsam, Kız Pınar Başında. Bunlardan bazılarını benim Mahmut Ağabeyim söylerdi ama ben sözlerini tam bilmiyorum. Örneğin, Vidin’inde acıklı bir türküdür. Vidin’in içinde Müftü kızıydım, diye başlar. Sonrasında düşmanlar karışır. Sinan türküsü de öyle. Kırım’dan gelirim adım Sinan’dır, diye başlar sonra Nemçeli Nemçeli diye sürer. Bülbül Olsam’ı ise Hidayet Öğretmen çok güzel söylüyor. Bülbül olsam kona da bilsem dallere(dallara)… Edirne Köprüsü Taştan’ı hep öğrendik. Edirne Köprusu taştan, sen çıkardın beni baştan…. . Yusuf nedense sordu, “Benim listede bunlar var mı? ”Arkadaşlar güldüler. “O nasıl senin liste öyle, içinde ne olduğunu bilmiyorsun? ”Yusuf sinirlendi, “Benim verdiğim liste de demek istiyorum, listeyi ben yapmadım ki!”dedi; bir an duraksadı, “Listeyi yapanı o biliyor!”diye bir de açıklama yaptı. “Senin listede bunların hiç birisi yok!”yanıtını verip sözü değiştirdim.

Yemekte Trakya Gezisi sözü herksi sevindirdi. Halil Basutçu “Sonunda Ali Öğretmenle anlaşabildiniz, demek!”dedi. Salih Baydemir. “Eşek gibi çalışınca anlaştık!”deyince karşı duranlar oldu. En çok Yusuf karşı olunca bu kez, Salih’ın çok çalıştığı, buna karşın Yusuf’un çalışmadığı anlaşılmış oldu!”dendi. Yusuf buna da karşı olunca tartışmayı durdurduk. Ben, Yusuf’a kızların oyun gününü sordum. Kızların sözü edilince tüm tartışmalar her zaman durur. Yusuf yumuşadı, “Çalışmalar, yarın!”deyip kalktı. Birlikte okul bahçesine gittik. Ben keman çalışmaya başladım. Az sonra Süheyla Öğretmen yanımdan geçti, “Bugün ara veriyoruz, yarın gelirim!”deyip gitti. Mandolincilerle bugün toplu olarak tüm öğle çalıştı. Bir bakıma sevindim. Kendi kendime çok rahat çalıştım. Yayı güzel kullanmaya başladığımı ben de anlar gibi oldum. Nerede kusurlarım olduğunu çok iyi biliyorum. Zayıf tarafımı anlayınca tüm gücümle o kusuru düzeltmeye dikkat kesiliyorum. Sesleri bulmakta zorluk çekmiyorum. Bazı önemli noktaların ayırdına varmaya başladım. Harmandalı, Timurağa, Arpazlı oyun müzikleri çalabilecekmişim, kısa denemeden sonra çalmaya başladım. Süheyla Öğretmen söylemişti. “Metodu iyi izlersen, bir süre sonra bildiğin melodileri kolayca çalabilecek düzeye erişip, sevineceksin!”demişti. Zil vurunca Yusuf geldi birlikte gittik. Yusuf’un listesindeki türkülere baktık:Manastır , Meşeli, Menekşe, Gelin Ayşe, Çiğdem Derki, Bülbülüm Altın Kafeste, Ziller, Zekiyem, YeniceYolları, Altın Yüzük, Süpürgesi Yoncadan, Keklik, Arpa Buğday, Gülelim Sesimiz, İzmir’in Kavakları, Sarı Zeybek, Atımı Bağladım, Hoş Bilezik, Bilal Oğlan, Fincanı Taştan Oyarlar. İkimiz birden “Oh be!”dedik, “İki listeden otuz tane türkü. Tüm çocuklardan gelince bu liste yüzlere varacak!”dedik ama sonra fikrimizi değiştirdik. “Bilinenleri zaten yazmışlardır; daha fazlası beşi onu geçmez. !”Sevinerek İşe başladık. Yusuf sevincimizi arkadaşlara anlattı. Kamil Varlık çok türkü bildiğini sözledi. Bir kaç plak şarkısıyla okul şarkılarını sıraladı. Koyun Gelir, Havuz Başı, Akasyalar Açarken, Asker oldum Piyade diyerek uzatınca, yazmasını söyledim. “İçlerinden seçeriz “, diye düşündüm. Örneğin :Koyun Gelir türü türkülerden de güzelleri olabilir. Bir yandan da işlerimizi sürdürüyoruz. Son makasta bir sorunla karşılaştık. Ara kalkan duvarında bağlantılar için yer bırakılmamış. Makas alçakta kaldığı için duvarda delikler olması gerekirdi. Öteki binada bu delikler vardı, kolayca bağlantı kurmuştuk. Durduk düşündük. Ya duvar delinecek ya da duvara bitişik makas ekleyeceğiz. . Paydos yaklıştığı için ara çakmaları tamamladık. Sili Usta yarın gelecek. Gelmezse Ali Yılmaz Öğretmene söyleyeceğiz. Küçük bir pürüz kalmasına karşın paydosa bitirmiş olarak girdik, sayıyoruz. Pervazlarla tek kalkan bağlantı makası kaldı. Sevinerek toplanırken Ali Yılmaz Öğretmen çıkageldi. Bizden çok o şaştı. “Nasıl farketmedik!”dedi. Sonra da “Neyse ötekileri başlamadan açtırırız, buna da ek makas ekleriz!”dedi. Gülerek bana sordu. Ben arkadaşlara söylediğimi tekrarladım. Öğretmen “Bravo, en kolayı bu, delik açmak hem zor olacağı gibi dayanakları yerleştirmek çok zaman alacak!”dedi. ”Böyle kusurlar her zaman olabilir. Ancak biz bunu daha önce görebilirdik!”diyerek üzüntüsünü belirtti. “Zaten yarın bitireceğimizi düşünüyorduk, yarın öğlede kiremite hazırlayacağız!”deyip, bize yolu gösterdi. Şakalaşarak gidiyoruz. Söz yine türkülere geldi. Yusuf:

-Oyunlar gibi türküleri de öğrenelim, bir grup oluşturup sürekli çalışalım!Önerisi yaptı. . Salih takıldı, “Senin niyetin türkü falan değil sen aklını kızlara taktın!”deyince Yusuf Salih’e sarıldı, bir süre gülüşerek itiştiler. Yusuf daha önce öğrenmiş, Salih kolay gıdıklanıyormuş, Salih’ın karnına dokununca Salih birden güldü, sıçrayıp kaçtı. Bu kez kim gıdıklanıyor kim gıdıklanmıyor, sorguları başladı. Ben gıdıklanmadığımı söyleyince, önce Yusuf arkasından Salih gelip denediler. Bende gıdıklanma tepkisi görmeyince biraz şaşırdılar. Ben de “Gıdıklanma, çocuklarda görülen bir çocukluk tepkisidir, insanlar büyüdükçe ortalıktan kalkar!”dedim. Salih durdu, “Yani ben şimdi çocuk muyum, sen öyle mi demek istiyorsun? ”diye sordu. . Ben, “Ben demiyorum, sen daha çocukluğunu yaşıyorsun!”deyince. Salih Yusuf’u çağırdı, “Gel gıdıkla bakalım!”dedi. Yusuf sarılıp gıdıkladı ama Salih bu kez hiç kıpırdamadı. Yusuf sinirlendi, “Katlanmak için dudaklarını ısırıyorsun, bu sayılmaz!” dediyse de Salih bir daha sahiden kendini tuttu, gıdıklanmadı. Keman çalışmaya ayrıldım. Bir süre çalıştım, kısa kestim dersliğe gittim. Derslikte yeni bir haber, Çoban Mehmet gelmiş, ancak veda için gelmiş. Başka bir yerde görevliymiş. Bunu duyunca bir öneride bulundum:

-Toplu olarak bizimle konuşma yaparsa adama karşı saygılı olalım, aslında ondan bir kötülük görmedik. O bizim okulların yeni derumunu bildiği için bize öyle davrandı. Biz değişikliği bilmediğimizden ona kızdık ama, bakın o gidince değişen bir şey olmadı Kim gelse biz yeni şekle uymak zorundayız. Sami Akıncı da benden sonra:

-Aslında iyi adamdı ama yanlış bir söz söyledi, biz de onu affetmedik!Aslında biz değil, onunla arası bozuk olan 8. sınıflardı. Sami'nin sözü birçok arkadaş tarafından benimsendi.

Yemekte Çoban Mehmet Hüsnü Baykoca, Selçuk Korol, Reşat Tekinay, Hidayet, Namık. Öğretmenlerle oturdu. “Dersliğe gelip konuşur!” diyenlerr oldu. Ancak gelmedi. O gelmedi ama onun adı gece boyunca sürdü. Sonuç olarak adamı, bir iki sözü için düşman sayıp o gözle baktık. Mehmet Yücel sonunda şakasını yaptı, “Adı Mehmet olanlardan kötü insan çıkmaz!”demesi hepimizi güldürdü. Yatınca da bunu düşündüm. Biz iyi desek kötü desek ne değişir adam Okul Müdürü olmuş. Acaba şimdi hangi okula Müdür oldu? Belki de Ankara içindeki okullardan birine gidiyordur. Giden gidene. Kepirtepe’ye dönünce bıraktıklarımızdan bzkalım orada kimleri bulacağız? Hamdi, Naci, İrfan Öğretmenlerin ayrıldığını öğrendik. Salih Ziya Büyükaksoy’la Naci Birkök Öğretmenler orada mı acaba? Muhasebeci Hikmet Özsan gitmemiştir. Hikmet Özsan Kamber Amcamın ahpabıydı, sık sık gene buluşuyorlardır.

 

3 Ekim 1941 Cuma

 

Erkenden kalkıp çadırın arka tarafına oturdum. Özellikle orasını seçiyorum. Erkenden kalkıp kızlara bakıyor, denmesinden çekiniyorum. Oturduğum yerden okul görünmüyor. Öyleyken okul tarafından sesler, gülüşler gelince merak edip baktım. Kızlardan bir grup gülüşerek gitti. İçlerin de Melahat’la Gül de var. Altı, yedi kişi, bu kadar nöbetçi olamaz. Güldüklerine göre rahatsız falan değiller. Aklımdan bir neden bulamadım. Az sonra zil çaldı. Arkadaşlar kalktı. Kızların seslerini onlardan da duan olmuş. Kahvaltı da söz konusu edildi. Kahvaltıdan kalklarken bu kez Melahat’la karşılaştım. İçlerinde en rahat konuştuklarımdan biri Melahat. Erkenden neden kalktıklarını sordum. Melahat “A, A, Aa aaaa!Sen bilmiyor muydun? ” Süheyla Öğretmen Ankara'ya gitti!”dedi. ” “Nerden bileyim? Ama şimdi öğrendim!”dedim. Başka bir şey sormadım. Zaten Melahat bir çırpıda söyledi, Süheyla Öğretmen on beş gün izinli ayrılmış. Bu kez de Melahat, “Abi öğretmenle sen iyi konuşuyordunuz, sana söylemedi mi? diye sordu. Ben, “Biz iyi konuşuyoruz ama keman çalışma konusunu konuşuyoruz. İzin işini niçin konuşalım? ”deyip yürüdüm. Ama kafam karıştı. Süheyla Öğretmenin sonsuza dek gittiğini tüm bedenimle duyumsadım. On beş gün sonra da gelmeyeceği kesin!”Belki de iyi oldu, Benim keman şansım bu demek:

-Behire Bil beni kemandan soğuttu, Süheyla Başokçu ise iyiden iyiye ısıttı, ama sürdürmedi gitti. Bundan sonrası ne olacak? Birgün gelip kemanı elimden alacak, benim keman hevesim de kursağımda kalacak. Kendi kendime konuşarak bağlık yolundan iş yerine gittim. Herkes toplanmış, öğretmeni bekliyor. Öğretmeni neden beklediklerini sordum. Salih, “Öğretmen kapısına çıkıp söyledi, az sonra gelecekmiş”Yusuf çok neşeli, “Akşama oyunları değiştirelim!”dedi. Sordum hangilerini düşünüyorsun? Merzifon Halayı, Sivas Ağırlaması, Muğla Zeybeği, Dağlı…. “Süheyla Öğretmen yok, o nedenle bu oyunlar sürmez!”diyemedim. Ancak arkadaşları kırmadan yeni bir yönten ortaya getirmeyi tasarladım. Okul bahçesinde biz bizeyiz. Bizim sınıftan da katılacaklar olacaktır. İçerde değil dışarda belli saatlerde oynayalım. Kızlardan da isteyenler katılsın. Okul içine ayrı olarak girmeyelim. Ben bunu daha önce salt Süheyla Öğretmen için kotarmıştım. Arif, Yakup, İsmet, Sefer daha başka arkadaşlar da katılmak istiyorlar, onlar da katılır. Öteki sınıflardan da isteyenler, uyum bozanlığı yapmıyorsa katılsın. Zaten öteki okullarda sabahları tüm öğrenciler yarım saat böyle bir meydanda oynuyormuş. Kepirtepe’ye dönünce belki biz de aynı durumda sabahları zorunlu oynayacağız. Sanırım buna kimse karşı olmayacaktır.

Öğretmen gülerek geldi. “Günaydın!”dedikten sonra, “Sen sen sen, ”diyerek arkadaşları atölyeye gönderdi. Recep, Hasan, Ben, Orhan, Kamil, Süleyman altımız çatıda kaldık. Öğretmen yapılacakları anlattıktan sonra ayrıldı. Yapacağımızı zaten dün kararlaştırmıştık. Öğretmen de açıklayınca hemen kurmaya başladık. Kısacası yapacağımız makasın duvara dayanmış olmasından başka bir özelliği yok. Ötekiler gibi iki taraflı değil tek taraflı bir işlem. . Kısa zamanda yerleştirdik. bağlantılarını çaktık. Bu kez tüm çatıyı bir kez daha gözden geçirdik. Toplanmak üzereyken Sili Usta geldi yanımıza çıktı, eliyle her zamn yaptığı işaretleri yaparak “Tamam!”dedi. Gülerek “Baykoç’tan bir bayrak alın, bildiğiniz, tıpkı yere takın, bayrak var!”dedi. Bir kez de bana tembihleyip, ayrıldı. Baykoca sözünü bilerek “Baykoç’a” döndürmesi ilgimizi çekti. Yanlış değil bile bile söylendiği besbelliydi. Bu sözü dile dolayarak yemeğe gittik. İçimde büyük bir sıkıntı var. Öğretmen masalarına bakamıyorum. Süheyla Öğretmenin gideceğini biliyordum. “Yarın çalışırız”deyip ayrılıyor, onbeş günlük izine gidiyor. Hiç birşey düşünemiyorum ama ağlayacak gibi de doluyum. Arkadaşlara yarım ağızla yanıtlar verip konuşmalarına katılıyorum, kafam neredeyse zonkluyor. Acaba kıracak bir davranışta mı bulundum. Sesi kulağımda, “Yarın daha uzun çalışacağız!”Yoksa benimle alay mı etti? ”Niçin alay etsin ki? Yusuf’la kalkıp okul bahçesine yönelirken arkamdan nöbetçi öğrenci geldi “Nahide Öğretmen seni çağırdı!”dedi. Öğretmen masasına gittim. Nahide Öğretmen Namık Ergin Öğretmenle oturuyordu, yanına yaklaşmamı işaret etti, çekinerek yaklaştım. Önce Süheyla Öğretmen arkasından keman aklıma geldi herhalde “Kemanı sana versin!” demiştir, Bunu düşündüğüm için, “Hemen getireyim!” demeye hazırlanırken, Süseyla Öğretmen çok üzgün gitti, Allahaısmarladık diyemedini, çalışmanı aksatmadan sürdürmeni, gelince telafi edeceğini, dememi istedi. Babası Milli Eğitim Bakanlığından izin almış, akşam geldi, sabahleyin erkenden gittiler. En geç ayın 15. de dönecek!”Sağolun!”deyip ayrılırken Namık Öğretmen, “Bak İbrahim, senin için yüzüne rahatça söylediklerimde haklıymışım, Süheyla Öğretmen dün geldi, üstelik yeni bir öğretmen, o da neler diyor. Bunlar çok güzel değerlendirmeler. . Bunların arkaları hep gelecek!”Nasılsa gülümsedim, bir “Sağolun!”daha deyip ayrıldım. Nedense uykudan uyanmış gibi etrafıma baktım, birden çok sevindimin ayırdına vardım. Önce, “Acaba? ” dedim. Duraksadım;kendi kendime çıkıştım:

-Acaba da ne oluyor? Sana mı kaldı acabası macabası? Yürü git çalış!deyip ıslık çalarak çadıra gittim. Kemanı okşayarak aldım, köşeme gittim. Adaşım İbrahim Ertur nöbetçi. Okul bahçesinde kimseler yok. Arkadaş, “Müzik öğretmeni yokmuş, gelenler gitti!”dedi. Ben, çok önemli bir söz söylüyormuşçasına, “Biliyorum, ben öğretmen için değil kendim için çalışıyorum, bu kemanı yiyeceğim!”dedim. Arkadaş gülerek “Biliyorum, sen çok inatçısın, ağabeyim seni çok az gördü ama hem sevdi hem de “O arkadaş bana benziyor, öğrenmek için o da, karşısındakini can kulağıyla dinliyor!”diye kaç kez söyledi!”dedi. Buna da ayrıca sevindim. Arkadaş yanımda oturdu. Ben uzun uzun çalıştım. 16 keman parçam var hepsini tekrarladım. Bunları ezberlemeye, ezberleyip çalmaya karar verdim. 15 gün sonra öğretmene “Hangi numarayı diye sorup, öğretmen bir numara söyleyince o parçayı çalmam, ne güzel olur!”Gıdıklanmış gibi güldüm. Az sonra Ahmet’le Yusuf geldi. Onların sorunu da oyunlar. Düşündüğümü söyledim, “Akşam üstüleri burada toplanıp oynayalım, gelenleri aramıza alırız, seçtiklerimizle sayımızı arttırırız. Arkadaşlar da uygun bulunca karar verdik. Yusuf’un benim sevincimden haberi yok. “Öğretmenin gidişinden üzüleceğini sanıyordum, aksine sen seviniyorsun, neden? ”diye sordu. Gayet rahat, “O bir öğretmen, her zaman başımızda duracak değil, ama biz öğrenmelerimizi sürdürmek zorundayız. Öğretmen gittiyse bizler buradayız. Öğretmen gelmeden önce de gene biz çalışıyorduk!”Yusuf baktı kaldı. Ahmet benim için, “Abi böyledir, öteki müzik öğretmeniyle bozuşunca da hiç aldırmadan çalışmasını sürdürmüştü. En iyisini o yapıyor, bizim gibi çabucak paniklemiyor!”diyerek beni onurlandırdı.

Yapacaklarımızı konuşarak işe gittik. Bugün yarın, makas hazırlamakta çalışacağız. Pazar gün de sabah 3. binanın çatısına başlayacağız. Az sonra, önce Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Önce bana “Ne o, senin öğretmen aniden ayrılmış, nedenini biliyor musun? ”diye sordu “Biliyorum!” deyip sanki kendisiyle konuşmuş gibi anlattım. Hatta babasının geleceğini bile biliyormuşum gibi sözü uzattım. “Bana bir zararı olmayacak, kendi kendime çalışabileceğim ödevleri verdi!”dedim. Ali Yılmaz Öğretmen biraz da hayret ederek, “İyi vallahı, Süheyla umduğumuzdan daha iyi çıktı. Behire bizimle kaldığı için biz ona çok umut bağlamıştık. O evlendiği için ayrılma zorunda kaldı. Bu onun yerine gelince, biz onun yerini dolduramayacağı kanısına varmıştık. O başka yerde oturunca ilişkilerimiz de pek olmadı. Bu olumlu sözleri duyunca onun adına sevindim!”dedi. Yusuf yardımcı oldu, “İbrahim’le çok iyi anlaşıyorlar, beni göstererek, “Abi süheyla Öğretmeni bizim oyunlara bile aldı!”deyince Bu kez Ali Yılmaz Öğretmen “Sahi mi? Bak bu çok güzel, buna çok sevindim. O bir kent kızı, onun zevki, tangolarda fokstrotlardadır. Ona sizin oyunları sevdirirseniz, o burada kalır daha da yararlı olur!”Yusuf bu kez, “Evet öğretmenim biz Süheyla Öğretmeni Kepirtepe’ye de götüreceğiz!”Arkadaşlar gülştüler. Ali Yılmaz Öğretmen “Neden olmasın? Orada müzik öğretmeni, bulmak su bulmak kadar zordu. Şimdi su da çıktı, müzik öğretmeni neden olmasın? Bu iyimserliğinize ayrıca sevindim!”dedi. Ellerini bir birine vurdu. Bu el vurma işini çok iyi biliyoruz, “Konuşmalar bitti haydi işbaşına!”Biz de öyle yaptık.

Çatıdan gelenler yardımcı durumda, biz hazırlananları sıraya sokmak için parçaları türlerine göre sıraya sokmaya başladık. Aynı zamanda makas grubu olarak da parçaları sayıyoruz. Paydosa dek bu işi kotardık 28 makas tama. Bağlantılar, pervazlar, kalkan duvarlarıyla birlikte tüm duvar üstü lataları hiç ele alınmamış. Bunların önceliğini anımsattık. Öğretmen “İyi işte yarın sizin işiniz de bu, kendinize iş buldunuz!”dedi. Hiç duraksamadan parça seçip hazırlamaya başladık. Sabah gelir gelmez kesmeye başlayacağız.

Okula neşeli döndük. Konuştuğumuz şekilde bahçede ben akordiyon çaldım. Gelenler oldu, önce öteki sınıftan meraklı çocuklar yalan yanlış oynadılar. Yusuf’la Ahmet, 8. sınıflardan birkaç kişi ortaya çıktı. Ahmet Güner Efe Başı, sert komutlarla terleyinceye dek oynadılar. Kızlardan çıkanlar oldu ama kimse katılmadı . Ancak katılmak için can atanlar olduğu da bes belliydi. Sanırım öğretmene söylemeden katılamıyorlar. Yusuf işaret edince ben çalmayı kestim. Oyuna girip çıkanlar olunca işin ciddiyeti bozulduğundan, “Bugünlük bu kadar!”deyip kestik. Ben akordiyonu bırakıp dersliğe gittim. Derslikte Müzik Öğretmeni Süheyla Öğretmen konuşuluyordu. Onlara da bildiklerimi söyledim. Hayret ettim Süheyla Öğretmeni herkes sevmiş. Bu kez de Yusuf, “Biz onu Kepirte’ye götüreceğiz!”dedi. Şaka bir söz ama, herkes inandı. Sanki gerçekmiş gibi “Süheyla Öğretmen Kepirtepe’ye layıktır!”diyenler çıktı. Sözü biri bitirip biri başlatınca konuşmalar yemeğe dek sürdü. Harun Özçelik de Süheyla Öğretmenin babası ressamdır. O bir ressam kızıdır deyip övücü sözler söyledi. Ona da Mustafa Güneri Öğretmen anlatmış. Daha sonraki konuşmalara katılmadımYemekte üzüm vardı. Üzüm değil koruk. Küçük küçük taneler. Görünüşte göz tutmuyor ama yenmesi tatlı. Hilmi, “Bari çok olsa!”deyince, “Sen Tekirdağlısın, Tekirdağ üzümümü bekliyorsun? ”diyenler oldu. Bu kez öteki Tekirdağlılar söze karıştı. Tekirdağ’ın ünlü üzümü onların köylerinden çıkarmış. Ben, “Bu nasıl oluyor? ”diye sordum. Hilmi hemen, “Senin köyünden nasıl karpuz çıkıyorsa bizim köylerden de üzüm çıkıyor!”diye diretti. Hilmi’ye “Gene bir yanlış anlama içindedsin, ben , sizin köyde üzüm olmuyor demedim, O ünlü Tekirdağ üzümü nerede daha iyi, onu merak ediyorum. Lüleburgaz’da iyi karpuz olur. Ancak bizim köyün karpuzu hezsinden tatlıdır. Öyle deniyor. Senin köyünün üzümü ile Salih Baydemir’in köyünün üzümü bir midir? ”Salih, Hasan, Harun tartışmadan çekildiler. Onlar, “Asıl Tekirdağ üzümü Tekirdağ bağlarında nolur!”dediler. Hilmi bu kez onlara çıkıştı:

-Azıcık sıkışınca kaçıyorsunuz!Hilmi yalnız kalınca söz, onun köyüne;Sırınsıllı'ya döndü; “Sırınsıllı'da en iyi ne yetişir? Hilmi dikkatle ne söyleneceğini beklerken kimseden bir tepki gelmedi.

Yemekten sonra gene Müzik Öğretmeni adı edilince İsmet yüksek sesle bağırdı “Yeter, usandım Müzik öğretmeni sözü dinlemekten. Nereden, nesini tanıdınız ki bu kadar övüyorsunuz. Doğru dürüst bir dersine bile girmedik. Bari bırakın da yakından tanıyanlar övsün!”dedi. Mehmet Yücel, İsmet'i destekledi “Ayrıldığı için konuşuluyorsa, bakın o ayrılmamış. Buna karşın ayrılan biri var, Okul Müdürümüz ayrıldı, o adamcağız için söyleyecek bir iki sözünüz yok mu? diye sordu. Gülüşenlşer oldu. Mehmet Yücel, “Gülmeyin, ben çok ciddi söylüyorum!”deyince Bekir Temuçin, ” “Sen konuş!”diye bağırdı. Mehmet Yücel, “Dinleyecekseniz konuşurum!”deyip etrafına bakındı. Sami Akıncı, konuşmasını söyledi. Mehmet Yücel, gülmeden, Mehmet Tuğrul, kimseye bir kötülük yapmadan aramıza girdi, biz onu sevemedik. O bunu anladı, ayrılıp gitti. Güle güle gitsin!”deyip oturdu. Arkadaşlarlar güldüler. Fettah Biricik gülerek “Ne oldu şimdi? ”diye sordu. İsmet, “Sen, söylenenleri anlamdığına göre tekrar anlatmanın bir anlamı yok, sen onu da anlamayacaksın!”dedi. Gülenler oldu. Sami Akıncı, “Yalnız o buradan kendisi gitmedi, onu buradan şikayet edenler olmuş. O nedenle ayırmışlar!”dedi. Bu söz hepimizi şaşırttı. Herkes bir birine baktı. “Bu nasıl olur? Benim aklımda olup da uyumuş olan olay birden uyandı. Herkesle birlikte “Nasıl olmuş? ne olmuş? sorularını ben de sordum. Benim öğrenmeye çalıştığım, Sami bunu kimden duydu, nasıl duydu? Benim sorumu soran olmadı, ben de karıştırmadım. Sami, “Öğrenciler şikayet etmişler, o nedenle de bizlerle(Öğrencilerle) vedalaşmadan gitti!”dedi. Bu kez ben de sordum “Neden gittiğini biliyorsun, öyleyse daha bildiklerin var, açıklar mısın? ”Sami , “Fazla bir şey bilmiyorum, bildiğim bu kadar!”dedi, kesti. Büyük bir sessizlikten sonra yorumlar başladı. Fettah’ın aramızda mektupçular var!”dediğini duydum. Başımı çevirip baktım. ”Sen gene kaşınıyorsun ama bu defa elimden kimse alamayacak. Üstelik bu defa çok kötü bir de suç işlemiş olacaksın. Bu öyle senin anana yazdığın gibi mektup değildir, onu bir kişi iki kişi, ya da bizim gibi öğrenciler yazmış olamaz. Bunu düşünmüyorsan bari sus. Eğer söyleyeceğin bir şey varsa burada söyleme, git yöneticilere söyle!”dedim. Sami Fettah’a “Yahu sen ne patavatsız bir insansın, okulun müdürü, öyle öğrenci şikayetiyle alınır mı? Öğrencilerden şikayeti okul dışından birileri yazmıştır. Öğrenciler bu şikayete neden olduğu için de o bize gücenmiştir. Onunla ters düştüğümüz yalan mı? Adama ad takan biz değil miydik? Bunlar yazılmıştır. O da bunlara gücenmiştir. Zaten gitmeden önce de gücenmiş durumdaydı. Geldiği zamanki gibi aramıza girdiğini hiç gördük mü? ”Fettah başını sıraya eğdi, öyle durdu. Bir süre sonra yavaş bir sesle sordu, ”Arkadaşlar ben ne dedim? Ben bu arkadaşa bir şey söyledim mi? ” Arkadaşlar birden daha ne söyleyecektin? Mektupçular düşünsün, haydi mektupçular, deyip ertrafına bakındın!”dediler. Sami Akıncı, ”Daha ne diyecektin kardeşim, bu derslikte daha önce mektup yazanlar, yazmak isteyenler konuşmaları yapıldı. Meptuplaşmayı savunan arkadaşlarımız çıktı. Şimdi durup dururken , haydi mektupçular, dersen bunun anlamı nedir? Bari yanlış yaptım de, sus!”Fettah, yanlış söyledim, benim söylemek istediğim bir başka şeydi, şimdi onu unuttum!”dedi sustu. Sefer Tunca yanıma geldi. Müzik Öğretmeni sahiden gelecek mi? diye sordu. Esas amacını biliyordum ama, bile bile ona uydum, Arif geldi, Halil geldi, konu gene giden müdüre dayandı. Zil çaldı, konuşa konuşa yatmaya gittik. Yatınca azıcık düşündüm, Fettah’ın sözünü duymaz gelebilir miydim? Bunu doğru bulmadım, çünkü o öyle düşündüğüne göre o düşüncesini yayacaktı. Belki ilerde daha değişik dedikodu olarak karşımıza çıkacaktı. Bu kez acaba Cavitlerin mektupları gitti de bunlar mı etkili oldu? Köylüler de okul yeri için şikayetçiymiş, deniyor du, onlar mı etkili oldu? Süheyla Öğretmen sahiden gene gelecek mi? Konservatuvar için ekim ayında demişti, işte ekim ayındayız. Yarın 4 Ekim. Cumhuriyet Bayramı’na 24 gün kaldı. “Gideceğimi bilmiyordum, ayrılırken söyleyemedim, çalışmasını sürdürsün, gelince telafi edeceğim!”ne demek? Kendime soru sorarken oldukça rahatladığımı duyumsadım. Neredeyse kendimle sesli konuşacaktım. Bir kaç kez döndüm. Herkes uyumuş, çıt yok. Röslein’ı anımsadığım kadarıyla birkaç kez okudum, tamamını anımsamaya çalışırken uyumuşum.

 

4 Ekim 1941 Cumartesi

 

Mehmet Yücel gülerek “Dayı, şu yeğenine bak, beni nöbetimden alakoyuyor, bu bir suçtur!”dedi. Baktım arkadaşların çoğu kalkmış. Üzüldüm. Erken kalkma alışkanlığım aksadı. Telaşla kalktım. Gerçekten geç kalmışım. Zaten İsmet’in rahatsız ettiği falan yok Mehmet Yücel uyandırmak için numara yapmış. Kahvaltıya gittik. Sili Usta kahvaltıya gelmiş Nazmi Aybar Öğretmenle konuşuyor. Bir birimize bakışarak “Bize bugün gelecek!”dedik. Kahvaltıdan kalkarken, bana işaret etti, ” “Bayrak takıldı mı? diye sordu. Unutmuştum, takılmadı, dün gittiğimde Hüsnü Baykoca Öğretmen yoktu, bulamadık!”diye düpedüz yalan söyledim. “Şimdi orada koş al!”dedi. Koşarak gittim, sahiden Hüsnü Baykoca Öğretmen oradaydı. Beni görünce “Nerdesin Lüleburgazlı, sen çok meşhur oldun, İsmail Hakkı Tonguç bile seni soruyor. Hele Sili Usta senin üstüne titriyor!”dedi. Bayrağı verdi. Gülerek, ” “Bende çok bayrak var, sık sık gel bunlardan al!”dedi. “Sağolun!”dedim. O da, “Cümlemiz sağolalım, en büyük mutluluk o!”deyip kahkaha attı. “Arasıra uğra, ben hep buradayım!”dedi. Bayrak, kolumun altında koşarak gittim. Sili Usta ayrılmış. Oradan iş yerine koşup arkadaşlara yetiştim. Sili Usta gelmedi. Recep’le gidip öteki bina da olduğu gibi doğu köşesine yakın bayrağı çaktık. Böylece Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ikinci çatı bayrağı sallanmaya başladı. Biz atölyeye yetişmeden Ali Yılmaz Öğretmen görmüş, gülerek, “Aman ha, 3. yü böyle unutmayalım!”

Biz gene yardımcı işte kaldık. Makas parçalarını taşımaya başladık. Taşıma zorlu oldu. Namık Yücel, yakınmadan gidip geliyor ama yorulduğunu gördüm. Kamil dayanamadı sordu, “Abi kaçtane olacak bunlar? ”Ben, “Hesabını yap, bina ölçüleri 7/3 oranında bir tarafındaki yedi makas öbür tartafta 3 makas olacak. elli makas yapıldığına göre kaçı küçük kaçı büyük sen hesapla!”Kamil uzun süre uğraştı. Sonunda 15 küçük, 35 büyük diye söyleyince, “Aaaa, ben de hesapladım ama söylemedim!”Arkadaşlar gülüştüler. “Açık göz Kamil Varlık!” Hesaplamada başarısız oldu ama taşımada çok gayretliydi. Ali Yılmaz Öğretmen bize bir ara mola verdi. “İsterseniz bir bölümünü yarın da taşıyabilirsiniz!”dedi. Buna razı olmadık “. Yarın çatıya başlanacaksa orasını bırakıp gelemeyiz!” dedik. Öğretmen güldü, “Benden söylemesi!” Biraz yavaşlatarak iki günlük gereksinimi yığdık. Bayrak töreni nedeniyle erken paydos ediyoruz. Bir bakıma dinlenme molası oluyor. Şakalaşarak gittik. Ucu ucuna yetiştik. Eskiye dönmüş durumdayız. Hidayet Öğretmen önce komut , arkasından ses verdi. İstiklal Marşı’nı oldukça güzel söyledik. Süheyha Öğretmen sanki hiç olmamış gibi aranmadan tören bitti. Düşündüm, acaba benim gibi öğretmeni aklından geçiren var mı? Derken mandolin grubundan çocuklar, “Abi biz şimdi ne yapacağız, öğretmen gitmiş!”dediler. ”Öğretmen varmış gibi gelmelerini söyledim, “Birlikte çalışırız!”dedim. Çok sevindiler. O sevinç içinde yemeğe katıldık. Yemekte hem arkadaşların konuşmalarını dinledim hem de bu mandolin çalışma işini düşündüm. Çalışmak isteyenler gelirse, onları rahatsız edecekeri pekala çevrelerinden uzaklaştırabilirim. Bana, bizim arkadaşlar da örneğin, Sefer, Arif, İdris, Abdullah yardım ederler. Öğretmen gelince( Gelirse)çok sevinir. Bugün öğle dinlenmemiz azıcık uzun oluyor. Kemanı alıp çadırın yakındaki çocukların yanına gittim. Aklımdan geçenleri, Süheyla Öğretmen söylemiş gibi anlattım. Herkes sevindi. “Bugün kendi kendimize çalışalım, kimse kimseyi rahatsız etmesin, yarın grup oluşturup öyle çalışırız!”dedim. Gerekçesini de öne sürdüm; “Öğretmen olmadığı için herkes gelmeyebilir. Biz, gelenlerde anlaşır, ona göre çalışırız!”deyince sanırım inandırıcı oldum. Bizim arkadaşlar da geldi, onlar da çalışmak istediler. Ben ayrılıp yerime gittim, öğretmen gelecekmiş gibi çalışmaya başladım.

Zil çalınca arkadaşlara yetiştim birlikte gittik. Öğleden sonra Ladik/Müdür Nurettin Biriz’in temelini attığı binanın çatısına başladık. Müdür Nurettin Biriz ne güzel konuşmuştu. Günlerce onun sözünü etmiştik. “Biz, Köy Enstitülüler hep kardeşiz, ülküdeşiz davamız köyleri kalkındırmaktır. Ülkümüzde biriz, kardeşlikte biriz. . Salih s de konuştu, “Sahi o adam ne güzel konuşmuştu, hepimiz sevmiştik ama ben neler söylediğini tümüyle unuttum. Sadece orta boylu, kahve rengi giysili birinin heyecanla konuştuğunu anımsıyorum. Salih’e güldük ama hepimiz kendimizi de yokluyoruz. “Müdür Nurerttin Biriz, başka şeyler de söylemişti:

-Çok çalışmak, çok çalışmak çoook çalışmak!Belki de bir çoğumuzun onun sözlerini unutması bundandır. Kimileri sorup duruyor:

-Niçin çok çalışalım?

Çalışmaya gelince yan çizmek neden? Ben de bunu anlayamıyorum. İşin ilginç yanı bir çalışma okuluna gelmişiz. Bir başka şaştığım taraf da bizim otuz arkadaşın on altısı ortaokullara başladıktan sonra bizim okul açılınca buraya dönmüşler. Şu işe bakın, hem iş yapmayacaklar hem de iş olmayan okullardan buraya, iş okuluna gelmişler. Okul müdürümüz Nejat İdil bir keresinde, yabancı dil seçimi nedeniyle iyice sinirlenmişti. Yabancı dil seçimi için bize sormuştu. Ancak sormadan önce de açıklamıştı:

-Elimizde tek yabancı dil okutacak bir arkadaş var, Almanca. Almanca seçerseniz, hemen derslere başlayacaksınız. Almanca'dan başka iki seçeneğiniz var, Fransızca, İngilizce. Ancak bunları seçenler büyük bir olasılıkla bu derslerden yoksun kalacaklar. Çünkü biliyorsunuz, bulunduğumuz yer Alpullu. Burada başka Ortaöğretimn düzeyinde okul bulunmuyor. O nedenle o dersleri kapatmamız olanaklsız. Demek oluyor ki, bu dersler boş geçecektir. Oysa boş geçen derslerden gelecek yıllarda siz sorumlu olacaksınız. Bu düpedüz Almanca dersini seçmemiz için söylemişti. Böyleyken Müdür Bey teker teker sorunca ortaokullardan gelenler orada seçtikleri dersleri söylediler 8 İngilisce, 7 Fransızca. O zaman Müdür Bey:

-Siz beni zora koşuyorsunuz, biz, köy çocukları için okul açtık. Siz değişik ortaokulların değişik sınıflarından çıkıp geldiniz, şimdi de o okullarda başladığınız dilleri istiyorsunuz. Ben sizin üçünüze beşinize nereden öğretmen bulacağım? ”diye sormuştu. Bu uyarı bile kimilerinin gözünü açmaya yetmedi. Bencil istekler sürüp gidiyor.

Sili Usta geldi gülerek, “İlk makası dikince çatı bitti, diye düşünüyorum. O nedenle yetişiyorum!’”dedi. Oysa onun neden ilk makasa yetiştiğini biz pekala biliyoruz. Yine çok iyi biliyoruz ki ilk makası biz kolay kolay yerleştiremiyoruz. Ama o işin bu tarafını bize söylemiyor. Birlikte iki makas dikip bağladık. 3. kirişi yatırnca Sili Usta çok yorulduğunu söyleyip ayrıldı. Bunu da biliyoruz, yorgunluktan falan değil, o planladığı gibi görmek istediği yerleri düzenli bir şekilde gidip gözetliyor. Bütün iş yerlerini günde birkaç kez dolaşıyor. Biz 4. makasa başlarken paydos oldu.

Yusuf çok sevinçli, “Bir bakıma Süheyla Öğretmenin gidişi bizim için daha iyi oldu!”dedi. Nedenini açıkladı:O

-Oyun oynamak isteyen çıksın akşamüstüleri bize katılsın!Besbelli aklında hep oyun, oyuna katılanlar ya da içlerinden biri. Ben bu biri olarak Feride’yi dedim ama kesin olarak da saptayamadım. Ancak Feridey’le konuşmaktan hoşlandığını iyi biliyorum. Belki de çok gizli tuttuğu bir başkası vardır. O da benim gibi bunu açıklamaktan korkuyordur.

Okul bahçesinde büyük bir kalabalık toplanmış. Mandolin çalanlar var. Benim hoşuma gitmedi. “Açılın biz oynayacağız!”demek kimilerini kızdıracak, kimilerince de ayıplanacak. Çadıra girip keman çalıştım. Dışarda mandolinle Timurağa falan oynadılar. Bu da güzel, hep bana musallat olmasınlar. Mehmet Aydemir, Hasan Çetin oldukça güzel çalıyorlar. Kendi sınıflarından çocukların oyunlarına kızların katılmaması dikkatimi çekti. Bizimle oynarken, “Bizim arkadaşları çağıralım!”demeleri ne anlam taşıyordu ki? Böyle düşündüm ama Ahmet’le Yusuf’a bir şey demedim;onlar da bunu kendilerince yorumlayacaklardır.

Yemekten sonra tarih okudum. Daha önce okuduklarımdan aklımda hiç kalmayan İran Tarihi ile Fenikeliler bir de İbraniler. İranlıların Yunanlılarla savaşlarından aklımda kalan bir iki kırıntı var ama İbranilerden hiçbir şey kalmamış. Belki de okumadık. Fenikelilerden de onların sonraları Kartaca Devleti kurdukları, Kartaca ile Roma savaşları anımsar gibiyim. Kartacalı Anibal. Bir de şiir okumuştum. “Ördeklerden bir filo-Kazlardan bir Amiral-………………-Görse şaşar Anibal!diye sürüp gidiyordu. İranlılar meğer güçlü bir devletmiş. Yunanlılar yine burada da geçiyor. Med Savaşları. Üç büyük savaş. Roma –Kartaca arasında da böyle üç büyük savaş var, Pön Savaşları. Yunanlılarla İranlıllar(Persler=Medler)arasınra ilk savaş İ. Ö:490. -2. 479-3. 448…Pön Savaşları bunlardan çok sonra olur. İlk Pön Aavaşı İ. Ö. 264-241 arası, tam 23 yıl sürmüştür. 2. Pön Savaşı da İ. Ö. 218-210 yıllar, 10 yıl sürmüştür. 3. Pön Savaşı, İ. Ö. 149-146 arası, Roma’nın zaferiyle bitmiş, Kartaca yok edilmiş, koca kent tarlaya döndürülmüştür. Roma Tarihini bölümünü açtımOkuduklarım içinde Romalılar en yeni devlet, sıfıra doğru geliyorlar. Sıfırdan sonra gene sayılar büyümeye başlayacak. Kartaca’nın yok olması kafamı karıştırdı. Savaşlar ne kötü. İnsanlar yok oluyor. Kalanlar da yer değiştiriyor. Bizimki de öyle. Babamlar doğdukları yerde yedi kardeş olarak büyümüşler. Babam kardeşlerin ikinci küçüğüymüş. En küçükleri Bektaş Amcam, göç ettiklerinde 25 yaşındaymış. Ahmet Amcam okuduğu için Edirne Medresesi’nde müderrismiş. Öteki dört karden birlikte göç etmişler. İki halamın ikisi de eşleriyle birlikte başka köylere göç etmişler. Elfide Halam, Babaeski Sofuhalil(Sofuali) köyüne, Nefise halam da yine eşiyle Kırklareli, Ahmetler köyüne göçmüş. (Onlar daha sonra Lüleburgaz Yeni Bedir köyüne taşındılar.) Bunları düşünürken uyudum.

 

5 Ekim 1941 Pazar

 

Zil çalmadan uyandım. Uyanamazsam diye kaygılanıyordum. Sevindim. Defterimi alıp çıktım. Önce Röslein şiirini okudum.

 

Röslein auf der Heiden

Röslin Röslein Röslein rot,

Röslein auf der Heiden!

…………………………

Knabe sprach:”İch breche dich,

Röslein auf der Heiden!”

Röslein sprach:”İch steche dich,

Dass du ewig denks an mich,

Und ich will’s der Heiden.

Röslein , Röslein, Röslein rot,

Röslein auf der Heiden……………

 

Nedense burasını unutuveriyorum. Ne yazayım? Gün mün saymıyorum. İşin varacağı sonuç içime doğuyor. Günler, saymakla bitmeyecek kadar çok olacak. Hemşerim Şerif Baykurt’u hiç unutmayacağım. Dayımoğlu Necmettin Efenin arkadaşı. Onun yerinde pek ala Necmettin de olabilirdi!.

İdris nöbetçi, uyanmış, gülerek geldi. “Na’pıyorsun burada, yalnız yalnız? ”diye sordu. Mektup yazdığımı söyledim. İnanmadı. Zil çalınca çadıra döndü. Hava rüzgarlı gibi arada esiyor, bahçede toz oluyor. “Eyvah!” dedim kendi kendime, rüzgarlar başlarsa bizim çadırda tozdan durulmaz. Aylardır rahat rahat yatmıştık. Daha geldiğimizde muhtar Ahmet Çakır köyünü anlatırken, “Karımız, rüzgarımız çok olur!”demişti. Muhtarın o zaman, bu sözünün yalnız “Karımız”sözünü kadın olarak algılayıp, takılmalar oluyordu. “Hani o kadınlar ? Mehmet Yücel arkadaş da”Yahu siz Türkçe bilmiyor musunuz? Adamcağız “Karımız!”dediğine göre kendi karılarını kastetmişti!”gibilerde söz oyunu yapıyordu. Rüzgarı görünce işin doğrusunu daha iyi anlayacağız. .

“Mektubu bitirdim!”deyip kalktım. Defterimi akordiyon kutusuna kilitledim. İdris’le birlikte kahvaltıya gittik. İdris Osmancık köyünden. Ceylan Köylü Mehmetlerle zaman zaman tartışıyor. Ceylan Köyü daha güzelmiş. Onların bir de öyküleri var. Sözde Padişah 4. Mehmet, (Ünlü avcı padişah-Avcı Mehmet olarak da anılır)avlanarak o köy gelmiş. Padişahın geldiği sırada köyde düğün varmış. Padişah gelinin duvağını açıp bakmışl, “Ne güzel, gözleri Ceylan gözü gibi demiş. O nedenle köyün adı Ceylan Köy olmuş. İdris’e de bir öykü uydurduk. Padişah Genç Osman savaşa giderken, Osmancık’tan geçmiş. Daha doğrusu birkaç gün orada kalmış. Padişah köylüleri çok sevmiş, çıkıp aralarında oturmuş, camilerine gidip namaz kılmış. . Yaşı da küçük olduğu için halk padişahı çok sevmiş. Padişah ayrılıp gidince halk arkasından hayır dualar etmiş, savaşta başarılı olmasını dilemişler. Köyün yaşlı ermişi dua ederken padişahın yaşının küçüklüğünü düşünerek, “Osmancık daha çocuk, diyerek ona uzun ömürler, dilemiş. Bunu duyanlar, daha sonra Genç Osmanın başına gelenler nedeniyle köye Genç Osmanı anımsakmak amacıyla “Osmancık” adını takmışlar. İdris çok sevindi. Ancak bunu ben anlatırsam kimse inanmaz, şimdiye dek neden anlatmadın? ”derler. O nedenle sen bir şey uydur, oradan öğrenmiş olalım. “Tamam!”deyip gülüştük. Ben babamdan duyduğumu anlatacağım…. Uydurduğuma ben de sevindim. Ancak? Bir an takıldım;ya Genç Osman hangi savaş için gelmiş diye soraralarsa? Savaşı değiştirip Edirne'ye gittiğini söyleyeceğim. İnananlar çıkar elbet. Önemli olan Ceylan köylülere karşı bir başka padişah öyküsü. Üstelik adlar da uyuşuyor…. Genç Osman-Osmancık…. İdris, benim uyduğum öyküye doğal olarak pek olumlu bakmadı. İdris gerçekte hepimizden daha kuşkucu, en ufak bir değişiklikten büyük kaygılar duymakta. Neden duraksadığını sordum. Verdiği yanıt:

-Çünkü olmayan bir şeyi ortaya getirdik. Çok olumlu bakması söz konusu değil. Ne var ki Ceylan köylülerin de anlattıkları kesinlikle uydurmadır. Padişah Avcı Mehmet av severmiş ama, padişah köylüler gibi tüfeği alıp sırtına dere tepe gezer mi? Padişahlar otağlarıyla gezer, bu da çok kalabalık insan anlamına gelir. Hele bir gelinin yüzünü açık, ”Ceylan gibi gözleri var!” demiş olamaz. Bence onların öyküsü de bizimki gibi sonradan yakıştırmadır. Ancak söylene söylene inanılmaya başlanmıştır. Bizimkini de konuşmaya başlayınca inananalar olacak. İdris beni, sevindirmek için olacak bu kez can kulağıyla dinleyip gülerek ayrıldı. Ancak ben de uydurduğum olayı sağlama bağlamak için Padişah Genç Osman'ın savaşa gidip gitmediğini öğrenmeyi aklıma koydum. Kimden öğrene bilirim? Doğal olarak ilk aklıma gelen, Selçuk Korol Öğretmen Biz konuşurken Süleyman, Kamil, yanlarında başka çocuklar geldi. Ben ayırdında olmadım Namık Yücel de gelmişmiş. Yolda giderken yanıma yaklaştı, “Abi, Ceylan köyden konuşuyordunuz, ne olmuş? ”diye sordu. Birden şaşırdım, “Hiç, İdris’in köyü size çok yakınmış, o nedenle Osmancık, Ceylan Köy deyip durduk!”dedim. Namık inandı “”Hıııı!”deyip güldü.

Bugün çalışma öğleye dek. 3. Makasla başlıyoruzAncak 6. makası tamamlamadan paydos yok. Çarşamba günü kiremit için grubumuz ikiye bölünecek. Bu nedenle çatı işi biraz ağırlaşacak. Gülüşerek çalışmaya başladık. Kamil Varlık altta, ara sıra boş bekliyor. Yukardaki arkadaşları takıldı. “Kamil hani şarkı biliyordun? Boş duracağına şarkı söyle!”Kamil soruyor, “Hangisini söyleyeyim? Arkadaşları şarkıları saydırıryorlar. Yeşil Kurbağalar, Kızılırmak Köprüsü, Yörükler Yaylası, Zeynebim, Allı Turnam, Çubuğum Yok, Çanakkale İçinde, Onbeşli. Sarı Kurdelem, Köşküm Var Deryaya Karşı. Mendilim Dalda Kaldı, Ak Koyun… Kamil daha bir yığın ad saydı. Şaka ediyor sandım. Ama şaka değil bunlar bizim plaklarda var. Bunları Kamil nasıl söyler. Ben böyle derken durum anlaşıldı. Açıkgöz Kamil bunları söylemiyor, bu adlarda şarkıların olduğunu biliyormuş. Yukardan parça atanlar oldu. Ben karıştım:

-Bu adları bilmek de güzel, az da olsa içlerinden birinden birşeyler söyler!dedim. Kamil benden cesaret aldı Mendilim dalda kaldı, Gözlerim yolda kaldı diye başladı. Gerçi sesler kayı kayıverdi ama söylemiş oldu. Beyendiğimizi söyledik. Akkoyun gelir, derken öğretmen geldi, Kamil’e, “Ne o, adaşların yukarda terlerken sen burada gazelcilik mi yapıyorsun? ”dedi. Öğretmene durumu açıkladık, “Kamil aşağı nöbeti tutuyor, düşen parçaları, çıkacak gereksinimleri veriyor!”dedik. Arada da bize şarkı soylüyor. Öğretmen güldü, sonra da “Güzel, güzeeell!”dedi. Ancak Kamil, dondu kaldı. Söylenen sözler, şakalar etkilemedi, gözlerini öğretmene dikti, ağlayacakmış gibi gerilmiş bir yüzle baktı kaldı. Öğretmen gidince konu anlaşıldı. Başka bir zaman Kamil böyle bir iş yerinde gevezelik ederken üstüne gelen öğretmen fena paylamış. “Bu ikinci oldu!” inancına kapılan Kamil, suçunun katmerleştiğini var sayıp verilecek ceza beklentisine girmişmiş. Böyle bir durum olmadığını anlatınca çok sevinen Kamil bu kez, “Bu dediğiniz doğruysa ben size oyun da oynarım!”diyerek, ünlü Rumeli türküsüne başladı”Ana mari ana, diksana donumu-Kıvırayım sana, çifte telli oyunu…. Salih Baydemir, bağırdı, “Öğretmen geliyor!”. Kamil durdu, dinledi, kimse yok!”dedi. Dedi ama oyundan da vazgeçti. Yüksekte olduğumuz için çevremizdekileri rahat görüyoruz. İnşaatçılar bırakınca biz de çatıdan indik. Yarın bir bayrakla geleceğiz. Yedinci makasın birkaç destek çitası kaldı. Çatıdan inince Yusuf “Şarkı listesi büyüdü!”dedi. Kamil!in şarkılarını bir daha tekrarlattık. Ak Koyun-Mendilim Dalda-Köşküm Var, Allı Turnam, Çubuğum Yok-Zeynebim şarkılarını alabiliriz. Zaten Zeynebim, bizim listede vardır!”dedim. Kamil bize güzel bir örnek verdi. Demek bir çok arkadaştan beşer onar şarktürkü çıkacak. Bunlardan seçme yapsak yüzleri bulacak bir liste olacaktır. Kamil’e takılmak için yoda giderken Yeşil Kurbağalar’ı söyletmak istediler. Kamil bir iki kez başladı sürdüremedi. Kamil’e yardım etmek için, “Bu şarkı yürürken söylenemez!”dedim. Kamil hemen, “Bunu oturunca söyleyeyim, bu oturarak söylenen şarkılardan!”deyip kesti. Kamil’in neşesi bizi de etkiledi, gülüşerek yemeğe gittik. Bizden önce gelmiş arkadaşlar soruyor:

-Neye gülüyorsunuz? Yanıtımız hazır:

-Gülecek bir şey bulamayınca, güleceklerimizi kendimiz hazırlayıp ona gülüyoruz!Hilmi, bizim masanın iş yabancısı, o ayrı ekipten. Aynı masada olduğu için bize katılmak istiyor. Bu nedenle en çok tartışma onunla yapılıyor. Ancak sonuçta hep anlaşma oluyor. Çünkü o da bizim neşemize katılıyor. Kamil Varlık’ı ona da anlattık. Hilmi Kamil’i daha önce tanımış, çok sevdiğini söyledi. Nöbetlerinden neşeli örnekler verdi. “Çalışkan , kin tutmaz, yalan söylemez türü bir yığın güzel sözler söyledi. Hasan Üner son noktayı koydu:

-Yolda yürürken şarkı söyleyemez. Bunu duyan Hilmi şaşkın şaşkın baktı:

-Bunlar şimdi ne oluyor? ”Onu da Yusuf açıkladı. Bu kez de Hilmi gülmekten yerlere yattı. Kalkarken Hilmi bana, “Abi beni de sizin ekibinize alın, şimdiki yerimde sıkıntıdan patlıyorum”. Hilmi bunu şaka olarak söyledi. Çünkü o duvarcı, biz marangoz. Gerçi büyük bir fark yok ama 2 yıldır böyle çalışıyoruz. Ancak bundan sonra bizim ekibe duvarcı gerekince Hilmi’yi çağırabiliriz. Örneğin geçen hafta Arif Kalkan, Abdullah Erçetin öyle geldi.

Konuş konuşa dersliğe gittik. Bizim banyo günümüz. Sayılı olarak giriyoruz. Girmeyenler olursa sıra öncesi yer bulmak olasığı doğuyor. . Böyle bir olanak bulursam hemen gireceğim. Akşamüstü keman çalışmak daha rahat oluyor. Yapıcılar giden, daha doğrusu bize yardıma gelen ekiplerden çok yakınıyorlar. “Görünüşte küçük kusurlar ama onların hatalarını düzeltirken tüm zamanlarımız gidiyor. Boşa giden emekler de cabası!”diyorlar. Örneğin kapı eşikleri ya yüksek ya da düşükmüş. Onları düzeltmek zorunda kalıyormuşlar. Bu düzeltme işi, birkaç kişinin en az bir günü alıyormuş. Orası yapılmadan ona bağlı öteki yerler deki işler de duraksıyormuş. Bunları duyunca ben hemen bu konudaki düşüncemi söylüyorum. Benim şimdi çalışma grubumda 20 arkadaş var. Bunların 10’u sekizinci sınıflardan. Hepsi seçme. Ben seçmedim ama kim seçmişse bana göre iyi seçmiş. Ancak ben onlara iş bölümünde sınırlı işler veriyorum. Salt ben değil, bana böyle yapmamı Sili Usta açıkça söylüyor. “Kalfa çırak var ya!”diyor. Ben anlıyorum. Ali Yılmaz Öğretmen de buna dikkat ediyor. Kepirtepe’de de böyleydi. Bizim sınıfın dışındakilere belli işlerde yer veriyorduk. Atölye çalışmalarında bile sınırlı sorumlulukları vardı. Bizim sekizinci sınıfları böyle kollarken başka Köy Enstitüleri’nde onların düzeyindeki öğrencilere bizim yaptığımız işleri yüklemekteler. Bizimle aralarında görünüşte bir sınıf var ama gerçekte bu süreç tamı tamına iki yıldan bile fazladır. Örneğin bizin okul 1938 kasımında açıldı. Oysa Köy Enstitüleri yasası 17 Nisan !940 tarihinde çıktı. Öğrencilerin toplanıp derslere başlaması Ekim 1940 günlerine ulaştı. Bu tarrihten sonra bunlar, kurslar şeklinde çalıkşıp iki sınıf birden geçtiler. Sekiz ay sonra da buraya gelip duvar ördüler. Bilindiği gibi biz birinci yıl uzun bir öğrenme evresi geçirdik. Edirne’de başladığımız atölye çalışmaları Kepirtepe’de inşaat başlayana dek sürdü. Sili Usta’nın gülerek söylediği kalfa-çırak ilişkisini biz tam bir yıl gerçek öğretmenlerle uyguladık. Örneğin marangozlukta üç öğretmen 15 öğrenciyle çok yakından ilgilendi, birlikte iş gördü, yanlışları hemen görüp düzeltebildi. Gelen ekiplerin bir bölümünde ekip öğretmenleri bile Beden Eğtimi, Tarım ya da sanatla ilgisi olmayan İlkokul öğretmenliğinden gelme yöneticilerdi. Onların yaptığı iş, bizim yaptığımız ölçüde nasıl güzel olur? Öyle olsaydı, asıl biz ozaman üzülecektik. Ben, bizden bir yıl önceliği olmasına karşın Çifteler ekibinin bile bizim düzeyimizde marangozluk işlerinde başarılı olmadığını ilk günlerde daha anladım. Ancak bunu Kızılçullu ekibi için söyleyemem. Onlar, kendi gereksinimlerini kendilerini gördü. Örneğin iskelelerini kendileri yaptı. Beton dökülen yerlerin kalıpları onlar yaptı. Oysa ötekiler, (Çifteler de )beton kalıplarının sökülmesinde bile kapımızı aşındırdılar. Anımsayacağınız üzere, ekiplerden önce Çiftelerden gelen bir arkadaş benim çalıştığım gruba verilmişti. Bizden bir sınıf üst olmasına karşın yaptıklarımıza şaşırarak bakıyordu. Bize ayak uyduramadığı için yöneticiler arkadaşı (Abdullah Özkucur)başka bir yere almışlardı. Ben bunları anlatınca arkadaşların bir bölümü 1940 yazına dönüp olayları anımsamaya kalkıştılar. Zorlu bir kış geçirip yaza çıkmıştık. Bizim, okulun açılışında 4. 5. sınıflar olduğu için olayı pek yagırmadık. 4. sınıflar 5, 5. sınıflar 6. sınıf olmuştu. Sayıları azdı ama o sınıflar vardı. Bizim gerçek 6. sınıflarmız doğal süreçlerini, yani 7. sınıflarını okuyup atölyelertde iş öğrenirken bizim 5. sınıflarla köylerden gelenler karıştırılıp kursa alındılar. Kurslar tamamlanıp düzenli derslere başlamaları eylül-ekim aylarına sarktı. böylece 1941 yılbaşında 7. sınıf oldular. 1941 Mart sonunda da 8. sınıf oldular. Nisan ayında da Hasanoğlana gelindi. . Hasanoğlan’da ders yapılıp yapılmadığını, yapıldıysa nasıl yapıldığını hep biliyoruz. İşin ilginç yanı bizimle okula başlayan 5. sınıflarla 4. sınıflar Hasanoğlanda birleştı. Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okulu 4. Sınıf öğrencisi Doğan Güney’le 5. sınıf öğrencisi Cavit Kafkas Hasanoğlan’a ikisi de 8. sınıf öğrencisi olarak geldi. Ben bunları söyleyince arkadaşlar. Sahi yahu bu nasıl oldu? deyip durdular. Konu onlar değil. Onların içinde kimi iyi yetişmiş, çalışmayı sevenlerin bulunması önemli. Cavit Kafkas’ı yakından tanıdığım için söylüyorum öteki 100 kişi içinde parmakla gösterilmektedir. Bunda onun kişisel çabası da etken olabilir. İşin ilginci Biz Alpullu'da kaldığımız yıl yakından tanıdığım iki öğrenci Doğan Güney'le Cavit Kafkas vardı. Bunlar zaman zaman yanım a gelince 4. sınıftaki Doğan güney, 5. sınıftaki Cavit Kafkas'a “ Abi” diyordu. Bu iki abi-kardeş şimdi aynı sınıftalar. Ender olayları ya da ki, şisel görüşleri bir yana bıraksak bile, böyle bir kısa süreçte yetişenlerden ya da yetiştiği sanılanlardan ustalıklı işi beklemek haksızlık olur. Yapamazlar mı? Yaparlar, nitekim yapıyorlar da. Ama biz, onlardan daha ustaca yaptığımızı biliyoruz. Biz de Kepirtepe’de büyük binayı okulda birinci yılımızın sonunda yapmıştık. Ancak 30 öğrenci yanında 5 gerçek sanat öğretmeni vardı. Namık Ergin-Hasan Çevik-Hamdi Bağ-Naci İnan-İrfan Evren. Yat zili çaldığında arkadaşların kimileri “Of, of! Çekti. Kimileri “Nereden Açıldı bu Kepir sözü, Kimileri de “Kepire dönersek inşaallah buraları aramayız!”deyip çadıra yollandı. İsmet ise en ilgincini söyledi. “Şimdi bu bize yardıma gelenler sahiden hepsi bir yıllık öğrenci mi? diye sordu. Çifteler’le Kızılçullu dışındakiler, “Evet!”deyince “İnanamıyorum, onların içinde bizden yaşlı bir sürü insan vardı!”dedi. Mehmet Yücel, yanıtını verdi. “Onlar bizim gibi dört yılda beş yer dolaşmamışlar. Yasayı çıkaranlar onları çalışmak üzere seçtirmiş, ondan öyle. Bizim zamanımızda böyle bina kurma söz konusu olmadığı için, bizim gibilerini toplamışlar. Bundan böyle Kepirtepe’ye de öyleleri seçilecek!”Mehmet Yücel’e yanıt veren oldu:

-Bulurlarsa!Bu bulurlarsa yerinde bir yanıt değildi. Çok çok bulurlar. Savaş yoklukları çaresiz insanları zorlamaktadır…. Yatarken konuştuklarımızı bir daha düşündüm. Kültür dersleri neden önemsenmiyor? Çalışma var, diye önemsenmiyorsa yazık oluyor. Kültür derslerinden sallanıp geçenler, işlerde de çalışmıyor. Öğleyken iki yıla varmadan öğretmen olacaklar. Belki de öğretmenliklerini de böyle sürdürecekler!. . .

 

6 Ekim 1941 Pazartesi…

 

Alıştığım vakitte uyandım. Herkes uykuda, usulcacık kalkıp yıkandıktan sonra köşeme gittim. Bu bahçe çatısını yaparken en çok çalışanlardan biri bendim. Kalın direkleri taşırken belimi bile incitmiştim. Şimdi de en çok yararlananlardan biri benim. Her akşam üstülerde olduğu gibi şimdi de sabahları köşeme çekilip çalışıyorum. Bugünkü nöbetçi ile aram iyi değil. Kavgalı değiliz ama ta baştan beri iyi bir arkadaşlık bağı kuramadık. Mustafa Saatçı, İsmet’le şakalaşmalarında zaman zaman çizgiyi geçiyor. O zaman da ben söze karışıyorum. O bunu bir türlü anlamazdan geliyor. İsmet’in yanında olmamı istemiyor. Oysa benim başka türlü davranmam olanaksız. Biz kardeş gibiyiz. Oysa kendisinin Sami Akıncı ile yakınlığı benim İsmet’le olan yakınlığımdan daha ileril. Onlarda ne akrabalık var ne de uzaktan bir ilişki. İkisi de Uzunköprü’nün bir birine uzak iki köyünden;salt hemşerilik bağları var. Böyleyken, kendisi bunu önemseyip karşısıdndaki iki kardeş çocuğunu birbirinden ayırmaya çalışıyor. Bu nedenle bugün ben nöbetçi beklemiyorum. Umarım bu sabah çadırda kavga çıkmaz. . Derdemez, Emrullah küfrederek dışarı çıktı. Ardından Hüsnü Yalçın yetişti. Musluklara gittiler. Halil Basutçu’nun sesi geldi:

-Sen hep böyle yapıyorsun! Sesler kesildi. Az sonra Hilmi, Altınsoy yanıma geldi:Bir “Ohoooo!”çektikten sonra, “En iyisini sen yapıyorsun, lütfen bundan sonra beni de kaldır, her sabah bu kavgalardan usandım! “dedi. Benim yanıma gelmemek koşuluyla kaldıracağımı söyledim. Olanları anlatmaya başlayınca da, “Hem yakınıyorsun hem de bana anlatıyorsun;ne olduğunu zaten biliyor gibiyim, konuşmalar burada duyuluyor!”dedim. Birlikte kalkıp kahvaltıya gittik. Hasan, bayrak almayı anımsattı. Bayrağı öğlede alacağız. Önce soralım, her çatıya bayrak çekmek doğru mudur? Yola çıkarken Kamil Varlık muştuladı, okul şarkıları başka türküler olmak üzere yirmi kadar bulup buluşturmuş. Çamlıca, Üsküdar, Yalova, Florya, Ada Sahilleri, Dumlupınar, Yaslı Gittim, Asker Oldum Piyade, El gibi Dolaşma, Gül Nihal gibi plak şarkıklarını okul marşlarını istemediğimizi, bunların okullarda söylenmesinin doğru olmadığını Okul Müdürümüz daha Kepirtepe’yken söylemişti. Gelen ekiplerden de bu tür bir şarkı duymadık. Bir tek Düziçi öğretmeni Vahdet Kayık Öğretmen istek üzerine Sarı Kurdelem adlı plak şarkısını söylemişti. Onu da öğretmen kendisi söyledi, öğrenciler katılmadılar. Biz daha çok, köylerde söylenen türküleri toplayacağız, tıpkı oyunlar gibi. Nasıl oyunlarda halkın meydanlarda oynadığı oyunları öğreniyorsak, türkülerde de öyle yapacağız. Köylerde yakılan türküleri. Bir örnek verdim. Arkadaşımız 4 Mehmet’in köyünde bir delikanlı vurulmuş. Sevilen biri olduğu için köylüler bir türkü yapmışlar:

 

“ Karağlı kahvesinde al kanlarım yayıldı,

Sırtıma saplanmış yedi kurşun sayıldı.

Tezkeremi alınca nişanlıma koşmuştum,

Bu genç yaşımda bana acap neden köıyıldı?

Yandım anneciğim yandım, uyanamadım,

Yedili de kurşun yaresine dayanamadım…”

 

Böyle sürüp gidiyor. Köylerde yakılan türküler ökeki köylere yayıldıkça değişebiliyor. Bu türkü bizim köyde o köyün adı söylenerek anılıyorsa da, sanırım bazı değişiklikler yapılıyor. Bir başka örnek de İsmet Yanar’ın köyünden. Hatice adlı kızı kaçırmak istemişler. Ancak kaçırma olayı başarılı olmamış. Kaçırmak isteyenler, yakalanıp karakolla götürülmüş. Bu olayı bir grup insan türküye dökmüş:. Kaçırılmak istenen kızın adı Hatice. O nedenle kızın atı anılıyor. Üstelik bu olay eski değil Birkaç yıl önceki bir olay. Hatice İsmet'in ablasıınn arkadaşı, aynı zamanda komşuları. Erkek olan da benim hem akrabam hem de çok iyi tanıdığım, arkadaşım Hasan. Türkü.

 

“Beyaz mendil sallansın,

Hasan yola girsin arlansın.

Hatice'yi tutanlar, karakola yollansın.

Yan da gel Haticem, yan da gel-

Al grebini al da gel-

Al grebini almazsan-

Çık Koca yola yolca gel. ”

 

Böyle uzayıp gider. Bizim köyde de yakılmış bir türkü vardır. Ancak ben onun tamamını bilmiyorum. Bunu daha çok köyümüzün kızları söyler. Hasan adlı bir delikanlı eski sevgilini bırakıp bir başkasını sevmeye başlamış. Eski sevgilisi de onu dile dökmüş o da Hasan:

 

“ Hasan Hasan, al göreyim

Yenlerini dar göreyim-

Benden başka yar seversev

Gözlerini kör göreyim……”

 

Bunlar güzel olmayabilir ama işte halk türküleri böyle ortaya çıkmaktadır. 1930’lu yılların başında Kırklareli’de bir uçak düşmüştü. Uçağın pilotu, Kırklareli’den bir kızı seviyormuş. Uçağıyla Kırklareli’ye gelmiş, sevgilisini alıp uçmuş. Ancak uçak hemen kentin yakınına düşmüş. İki gencin ölümü herkesi ağlatmıştı. O zaman da Kırklareli’den birileri bir türkü çıkarmıştı:

 

“ Uçtunuz uçtunuz göğe erdiniz.

Sonra da düştünüz toprak üstüne,

Tarihte bir altın yaprak üstüne . . . . ”

 

gibilerde sözleri vardı…. .

Bizim köyün eski bir türküsü daha vardır. Köyün ortasından büyük bir su geçer. Daha doğrusu su yağışlarda sel olarak çok büyür. Hasan adlı bir delikanlı ile Zeynep adlı bir kız da evlenmek üzeredirler. Tam suyun kabardığı sıralarda Zeynep geçerken köprüyü su alır götürür. Zeynep'in suya düşüşünü öğrenen Hasan feneri alıp koşar, gece boyunca dere kıyılarında Zeynep'i arar. Bu acıklı öyküyü türkü ile anlatırlar. Anımsadığım iki dizesi:

“Hasan’ın elinde fener,

Zeynep su üstünde döner

Hasan, Zeynep'i sorarsan

Dalgalar üstünde gider……. . ”

 

Arkadaşlar hep güldüler. Örneklerim hepsi Hasan adı üstüne olunca Hasdan Üner'i şımarttığım söylendi. Ancak Kamil benim anlattıklarımı çok iyi anladı. Kamil’le birlikte çalışmaya başladık. O kendisi istedi. Salih Baydemir, Yusuf Asıl, Süleyman’la Namık Yücel’i öğretmen aldı götürdü. Sayımız gene azaldı, ancak biz çok rahat çalışıyoruz. Hasan Arabacı ile Kamil Varlık arada takışıyorlar ama onlar da işi tadında bırakıyorlar. Dört arkadaşın birden ayrılması, tasarladığımız işi biraz daha azaltacak ama dişimizi tırnağımıza takıp gene en az üç makası tamamlayacağız. Bu sayıyla çalışırsak işi iki gün uzatmış olacağız. Hasan Arabacı Kamil’e söz atarken ben de Musa Güner’e sordum; “Sen o güzel türküleri kimden öğreniyorsun? ”Musa, köylerinde çok türkü bilen birisi varmış ondan öğrendiğini söyledi. Sonrasını paydosta konuşmak üzere ara verdik. Ancak, Hasan Arabacı ile Ali Kıpçak’a yer değiştirmelerini söyledim. Hasan anladı, özür diledi, yerinde kaldı. Bir süre hiç konuşmadı. Bu kez de Kamil uslu durmadı, Hasan Arabacıya, “Hişşşşt, uyuma, başına kalası atarım haaaa!”diye takıldı. . Hasan’a göre üste, ters yöndeydim ama ben onu görüyordum;başıyla beni göstererek, “Sus!” işareti verdi. Ben de buna üzüldüm, az sonra Hasan Arabacı’ya hangi şarkıları bildiğini sordum. Hasan, “Mor Menekşe, Güzel Çoban, Yalancı, Boş Fıçı, Göçmen Çocuk, Yaslı Gittim. Kalk Artık, Şen Gemici, Baltalar Elimizde, Bülbül şarkılarını sıraladı. . Kamil şarkılarını sayınca Hasan, Kamil’e, ”Sana bunları anan mı öğretti? diye sormuştu. Bu kez Kamil sordu, ”Bunları annen mi öğretti? Hasan, “Hayır, çok güzel sesli bir öğretmenimiz vardı, o öğretti!”dedi. Güzel Çoban adına takıldım, böyle bir şarkı ben de duymuştum. Daha sonra Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı da değinmişti, bu şarkının sözleri Tevfik Fikret’indi. O nedenle sordum:Güzel Çoban dediğinin sözlerini biliyor musun? ”Hasan biraz duraksadı; “Güzel çoban bana destinden su verir misin? ”dedi. ötesini unuttuğunu ekledi. Anladım, ben de bilmiyorum ama aynı şarkı olduğunu anladım. Bizim öğretmenimiz de söylerdi…Şarkıları konuşurken ikinci makası yerine oturttuk. Öğle paydosuna iki makasla çıktık. Yolda öteki arkadaşlarla buluştuk. Yusuf Asıl sordu, “Akşamları oynayacaktık, ne oldu? Oynayacaktık, dediği kızları oynatacaktık anlamında. “Kızlar kendileri çağırmadıkça bizim gitmemiz doğru olmaz, bırakalım, kendileri düşünsün bize sorsunlar, öyle gidelim!”dedim. Yusuf çok istiyor ama gene de benim sözümden çıkmak istemiyor. Yemekten sonra dersliğe gidip oturduk. Ben bu günü kendime dinlenme olarak ayırdım. Hasan bizi gördü yanımıza geldi. Ben dinlenmeden falan söz edince bana, ”Sana bir kitap önereyim de oku!”dedi. Kitap okumak istemediğimi söyledim. Hasan, “Ama bu kitap öyle bildiğin kitaplardan değil, kızların ellerinden düşmeyen bir kitap!”dedi. Ben, ”Anladım, ben onu okudum!”dedim. Hasan diretti:okumadın, okumadığını biliyorum!”deyince, Bu Toprağın Kızları derken daha Hasan, başını kaldırdı;değil. ”Dağları Bekleyen Kız!” değil. Omuz silkerek, bilmediğimi anlattım. Hasan:Madam Bovary. Fransız yazarı Gustave Flaubert’in kitabı…Kitabın yazarı falan değil de kızların hep okumuş olması ilgimi çekti. Kitabı aldım. Romanların ilk sayfalarını sevmiyorum. Hemen hemen hepsinde daha sonra olacaklara karışanları, bir arada yazıp kafa karıştırıyorlar. Bu yüzden çoğunu iki kez okumak zorunda kalıyorum. Bu nedenle kitabı aldım, yan tarafıma koydum. Bu düşüncemi de Hasan’a söyledim. Hasan, “Bu öyle değil, oku bak!”diye uyardı. Bu kez açıp okumaya başladım. Gerçekten bu kitapta değişik bir durum var. İlginç olan, daha girişte benim çocukluğumu anımsatan bir durum var. Çocuk, tıpkı benim gibi bir yabancı yere okumaya gidiyor. Gittiği yerdeki çocuklar ona takılıyorlar. Adını beğenmiyorlar. Üstelik öğretmenleri de onu hor görüyorlar. Kendimi amsıyorum;ben bu kadar değildim;adımı doğru söylüyordum. Bir çok sözü de gittiğim köydekilerden daha doğru söylüyordum. Hiç değilse teyzeye teyze, köye köy, amcaya amca diyordum. Oysa benim gittiğim yerde çocukların çoğu, teyzeye tete, köye küğ ya da küy, amcaya amıca diyorlardı. Ayrıca ben gittiğim okulda, öğrencilerin en güçlülerden biriydim. Hiç de pısırık durmuyordum. Bu nedenle bana doğrudan sataşamadılar. Benim bir de cesaretim söz konusuydu. Ayrı bir köyden sabahleyin kendim geliyordum. İşte bu özelliğimden dolayı daha ilk günlerde bir ayrıcalık kazanmıştım. Sanırım bunda biraz da Okul Başöğretmeni Nuri Beyin beni överek çocuklara tanıtmasının da büyük etkisi olmuştu. Çünkü Nuri Öğretmen, “Benim tanıdığım bir aileden geliyor. Size, bana güvenerek, ona yardımcı olacağımızı bilerek buraya gönderdiler!”gibi sözler söylemişti. Bu nedenle ben buradaki Charbovary-Ciharbovary durumuna hiç düşmedim. Girişteki bu benzerlik ilgimi çekti, okumaya karar verdim. Hem de çok dikkatli okuyup, konuşurken söz edilirse özellikle kızların bulunduğu konuşmalarda okuduğumu kanıtlayacak bir şeyler söylemeliyim. İşbaşı yapınca Sili Usta geldi, sayımızın azaldığını görünce, “Yardımcı göndereyim!”deyip gitti. İstemeyiz, diyecek durum olmadı, biraz da çekindim;ben nasıl “İstemem diyecek mişim? ”diye içimden kendime sordum. Bir süre sonra Ahmet Has, Ahmet Baştürk, Hasan Akyol, İrfan Taşkın geldi. Buna çok sevindim, dördünü de çok iyi tanıyorum. İrfan Pehlivan Amcanın oğlu. Evlerinde kaldığım bir kardeş. Ötekileri de nöbetlerden tanıyorum. Sili Ustaya içimden teşekkür ettim. Arkadaşlar gelir gelmez, istenen parçaları getirip götürmeye başladılar. Ahmet Baştürk yukarıya çıkmak istedi. Benden önce Kamil, “Sen yukarıda duramazsın, düşersin!”deyince küçük bir şamata çıktı ama çabuk geçiştirildi. Sonradan öğrendiğime göre bu iki arkadaş, her zaman zıtlaşırlarmış. Kamil’le Hasan Arabacı yer değiştirdi bir süre öyle çalıştık. Gelenleri nasıl katkısı oldu bilmem ama öğleden sonra dördüncü makası yerleştirdik. Hasan Akyol, Ahmet Has, sakin sakin hiç durmadan taşıdılar. Yolda giderken sordum, dördü de geldiklerine sevindiklerini söylediler. Buna da ben sevindim. Doğru dersliğe gidip kitabı açtım. Charles dışlansa da okumasını sürdürdü. Charles’in babasından çok annesi onun okuması için çırpınıyor. Burada da kendimle bir ilgi kurmaya çalıştım. Benim annem de okumamı çok istermiş. Babamın çok istediğini hep biliyorum ama ablamın bir sözü, annemle babam arasındaki istek farkını belirtir gibi geldi. İlkokulu bitirince Ortaokula gidemeyince bir gün büyük ablam, üzülerek, “Annem yaşasaydı, seni ne yapıp yapar okuturdu!”demişti. Ablamın bu sözünden ben, benim okumamı, annemin babamdan daha çok istediği gibi bir sonuç çıkardım. Charles’in annesi de öyle, ne yapıp yaptı onu bir beldeye gönderdi, kalacak yer buldu, olanaklar sağladı özlemle okumasını bekledi. Yazık ki Charles annesinin dileğini yerine getiremedi. Okuldan ayrılınca kendi durumundan çok annesinin üzüldüğünü anlayın bir kez daha denemeyi göze aldı, derslere bu kez sıkı çalıştı. Annesi, oğlunun başaracağına inanıyordu. Ancak onun inancı kendine özgü bir inanç. Soylu bir aileden geliyormuş. “Soylu aile çocukları nasıl başarısız olurmuş? ”gibi gerçek dışı bir düşünce taşıyor. Sanki soylu aile çocukları hep başarılıymış gibi…. Charles bu kez başardı, Hekim Yardımcılığı hakkı kazandı, gereksinim duyulan bir yerde işe başladı. Baba fazla önemsemese de anne çok mutlu oldu. Charles’in babası da Napolyon Bonapart döneminde hekim yardımcısıymış. Karıştığı bir sorundan dolayı ordudan ayrılmış, bu kez de kırsal kesimde büyük tarımcılık işine girmiştir. Kendine özgü planları vardır. Kendini onlara verdiği için oğluyla pek ilgilenmez. Anne, kent soyludur, Charles’in babasıyla evlenirken onun Napolyon Bonapart ordusunda bir subay oluşu, dolayısiyle kendisinin de o görkemli yaşama heveslendiği için evlenmiştir. Ancak baba toprağa dönük kırsal yaşama kalkışınca anne zorunlu olarak ona uymuş ama, oğlunu, kendi özlediği yaşama sokmak için çabalamaktadır. Okudukça ilginç buldum. Anne-baba-çocuk. Üçü de başka başka düşünüyorlar. Charles hekim oldu, hastalarını düşünmekten başka bir isteği yok. Annesinin özlediği görkemli toplantılara, gösterişli giyimlere hiç heveslenmiyor. Onun için varsa yoksa hastaları. İşin ilginci para kazanma tutkusu da yok. Ancak, evlenirse, ailenin, eşini geçindirecek ölçüde geliri olmasını aklından geçiriyor. Böylece Charles’in kuracağı ailenin de onun düşünce doğrultusunda olacağı açık açık anlaşılıyor. Annesi bu konuda çok endişeli, ama söz geçirememektedir. Baba ise tümden ilgisizdir. Charles’le konuşurken kendi geçmişinden söz ediyor, yapacaklarını abartarak anlatıyor. Charles’in hastalarından biri, kendisine göre yaşlı bir madam, önce rahatsızlığını abartarak, kendisine yardım edilmesini ister. Bu arada çok varsıl olduğunu abartarak ortaya döker sonra da Charles’le evlenmek ister. Madam açık açık Charles’i çok sevdiğini söyler. Charles kensinin sevilmiş olmasını önemser, böyle bir sevgi sonucu evlendiği kadının kendisine daha iyi davranacağını düşünür, “Al bebek gül bebek” üstünde tutulup kendisine bakılacağı umuduyla yapılan öneriyi benimseyip evlenir. Charles’in annesi bir kez daha düş kırıklığına uğramıştır. Salt anne değil karı koca Bovary çifti içten içe kırılmışlardır ama yapacak bir şeyleri yoktur. Madam Dubuc oğullarını bir bakıma ellerinden almıştı. Baba Bovary gelini olacak Madam Dubuc’un öyle söylendiği gibi varsıl olmadığını biliyordu ama bunu oğluna anlatamayacağını bildiği için, şaka yollu duyurmakla yetindi. Charles Bovary madam Dubuc’la evlendi. Gerçekte de Madam Dubuc kendisinin Charles’e abartarak anlattığı ölçüde varsıl değildir. Olan parasını da evlendiklerinden bir süre sonra emanetçi noter alarak kaçmıştır. Öte yandan Charles hastalarından yorgun dönünce kendisine bakacağını umduğu m. Dubuc, tam tersi Charles’ten hizmet beklemektedir. Charles tam belaya çatmıştır. Bay-bayan Bovary’ler de gelinlerini sevmezler. Ancak M. Dubuc beklenmedik bir sırada ölür. Dışardan bakılınca Charles için bir kurtuluş gibi görülen bu ölüm Charles için büyük bir yıkım olmuştur. Charles uzun süre kendini toparlayamaz. M. Dubuc’un kendisini sevdiğine inanmıştır. Kendisini seven bir insanın ölümü Charlea için önemlidir. Bir süre sonra kendini toparlayıp hastalarına gitmeye başlar.

Hasan kolumdan tutarak, “Kalk sonra okursun, ben sana demedim mi seveceksin diye? ”dedikten sonra yemek zilinin çaldığını söyledi. Gerçekten arkadaşların hep gittiğini gördüm. Hasan gene , “Okudukların hiç bir şey değil biraz ilerleyince göreceksin!”dedi. Hasan öyle deyince aklıma takıldı, ”Ne olacak ki? kadın öldü, Charles anne-babadab ayrı yaşıyor. Yoksa M Dubuc dirilecek mi? ” diye sordum. Hasan güldü, bir şey söylemedi, “Oku da sonra konuşalım!”dedi. Masadaki arkadaşlar gündüzkü sözleri tekrarlıyorlar. Hasan Akyol mu daha çalışkan, Ali Kıpçak mı? Hasan Arabacı mı haklı yoksa Kamil Varlık mı? ya da Ahmet Has mı daha sessiz, Namık Yücel mi? gibi karşılaştırmalar yapıyorlar. Ben hiç beklemedikleri bir söz söyledim:

-Bence içlerinde en sessizi Namık Yücel’dir. Onun ağabeyi o denli konuşuyor ki öylesinin böyle bir sessiz kardeşi oluşu alkışlanmaya değer!dedim. Tam yanımızdan Mehmet Yücel geçiyormuş, ben görmemişyim, Mehmet eğildi bana sordu:

-Gene ne anlatıyorsun dayı? Ben sustum, Yusuf anlattı“Kardeşini övüyor!”dedi. Mehmet Yücel gülerek, “Beni bırakıp kardeşimi övmek de ne oluyor, asıl övülmesi gereken benim!”deyip, yürüdü. Arkadaşlar arkasından “Bencil!”diye bağırdılar, Mehmet Yücel, el sallayıp gitti. Uzaktan bakan Namık, olayı bilmeden biz gülüyoruz diye o da gülüyordu. Salih Baydemir, Namık için, “Çocukçağız, ağabeyinin söylediğini duysaydı, üzülürdü;ne demek, ben varken kardeşimi övmek? Bu denir mi? ”Arkadaşlar, aynı düşüncede değilmiş, açıkladılar:

-Onlar ikisi de çok anlayışlıymış;böyle sözlere asla gücenmezler, gülüp geçerlermiş. Araarında ise en ufak bir dırıltı çıkmıyormuş. Ben, “Öyleyse bu uyumun büyük payı Namık’ın, kardeş olarak ağabeyine saygı duyuyor!”dedim. Bu kez onları daha yakından tanıyan Recep Kocaman, “Öyle payla mayla anlatılacaksa ikisinin de payı eşittir. Çünkü Mehmet Yücel kardeşinin üzerine titrer, onun günlük yediği yemekleri bile yakından izler, uyarılarını aksatmadan yapar!”dedi. Bir çok kardeşin dırdırını yakından görenler Yücel kardeşler için “Ne güzel!” sözünü kullandılar. Onlar konuşurken ben İsmet’le kardeşi Sabri’yi düşündüm. Yücel kardeşlerin tam tersi, onlarda uyum muyum yok. Dırdırlar hep anne ya da baba “Olmazıyla” durduruluyor. Ayrı olmalarına karşın şimdilerde bile sorunları sürmektedir. Böyle düşündüm ama konuşmadım. Dersliğe dönünce arkadaşların konuştuklarını duymazdan gelip Charles’in bundan sonra yapacaklarını izlemeye başladım. Charles, ölen karısına uymak için elinden geleni yapmıştı, ölümü üzeine de üzülmüş, uzun süre de yas tutmuştu ama, içinden içinden bir başka acı tatlı açmazıyla kıvranıyordu. Birine gönül kaptırmıştı. Bunu kendisinden bile saklamaya çalışıyordu. Olay şöyle olmuştu. Charles’in dikkatli davranması çevrede gittikçe iyi bir ad olarak yayılıyordu. Oraların varsıllarından bir gece bir çağrı aldı. Çağrı M. Rouault’dan geliyordu. Çağıran kişi geniş çevresi olan varlıklı biriydi. Rahatsızlığını çok önemsemiş, Charles’in gelmesini kesinlikle istemişti. Gelenler, Charles’i neredeyse uçurarak götürmek istiyordu. Charles de M. Rouault’un adını duymuştu. Gece mece demeden gitti. Ancak gittiği beldenin yolları, gördüğü bahçelerin bakımı özellikle de girdiği konak, konağın donanımı Charles’i bir bakıma şaşırtmıştı. Tam anlamıyla görkemli bir düzen, zevkli bir donanım içindeydi. Uzun giriş çıkışlardan sonra M. Rouault’u gördü. Ancak ona gelinceye dek bir çok insanı da görmüştü. Bunların kimler olduğunu tam olarak algılayamamıştı. M. Rouault kendini tanıtınca Charles rahatladı. M. Rouault çok konuşkan, biraz da övüngen bir insandı. Ağrılarını abartarak söylemesine karşın, gösterdiği yarada o denli abartacak bir durum yoktu. Attan düşmüş ufak bir çatlama olmuştu. Charles ayağı izlerken öteki gördüklerine uymayan olağanüstü bir durumla karşılaştı. M. Rouault’ın ayakları, tırnakları bakımlı, başka ellerden geçmiş çok temiz durumdaydı. Bu konuda öğrendiklerini anımsadı, tahtalar getirtip onları parçalara bölerek yaralı ayağın etrafına sardı. M. Rouault önemli birşeyler yapıldığını düşündüğünden Charles ‘e yola çıkmadan birşeyler yemesini söyledi. Charles sevinerek bu çağrıya uydu. Charles konağa geldiğinden beri sayısız insan görmüş, bunların görevliler olduğunu sezinlemişti. Ancak bir tanesi sürekli M. Rouault’un yanında, elindeki yastıkları işliyor, arada sözlere de karışıyordu. Hele dikiş dikerken eline iğne batınca iğne batan yeri ağzına götürmesi Charles’in çok ilgisini çekmişti. Charles yemeğe kalabileceğini söyleyince alt katta masalar hazırlandı. Herkes bir düzen içinde girdi çıktı. Charles hazılanan masaya oturdu. Çevresinde belli bir düzen içinde dizilmiş sayısız öteberi vardı ama bunların herbirinin bir özel anlamı olduğu belliydi. Charles gözlerini gezdirirken bir yazı gördü “Sevgili Babama!” Bu, kara kalemle çizilmiş bir Minerva başıydı. Ancak yaldızla çerçevelenmişti. Charles yastık işleyen kızın M. Rouault’ın kendi kızı olduğunu anladı. Birlikte yemek yerken Charles, Mille Rouault'un bulunduğu yerden sıkıldığını, arkadaşları olsun istediğini anlamıştı. Bir yandan da Mille Rouault’un giysi durumunu gözledi. Güzeldi ama giyimi biraz dikkat çekiciydi:Göğüsler, saçlar, göğsünün üstünde bir gözlük. Ama gene de çok güzeldi. Charles M. Rouault’a “ Hoşçakal !”demek için yukarı çıkıp inince kamçısını ararken Emma kamçıyı gördü almak için uzanırken Charles de uzandı. Uzanan eller bir birine değdi. Emma’nın yüzü kızardı, Charles’n de içinde bir kıpırtanma oldu. Charles’ın içine bir kurt düştü. Üç gün sonra geleceğini söylemesine karşın bir gün sonra uğramayı tasarlayarak ayrıdı. Charles, tasarladığını yaptı, kendisinin bile yanıtlayamayacağı bir istekle M. Rouault’ın iyileşmesini istiyordu. Bu istekte para pul da söz konusu değildi. Hoşlandığı, Emma Rouault’un kendisine karşı davranışlarıydı. Öte yandan anne Bovary evlenip uzaklaşmasına karşın oğlunu çok yakından izliyor. Özellikle M. Rouault’un rahatsızlığına çare buluşunu duyunca özel bir günlük bile tutmaya başladı. Duyduklarını bu deftere yazdı. Hele M. Rouault’un yetişkin bir kızı olduğunu öğrenince düşünceler değişti, kuşkular başladı. Emma Rouault’un özel eğitim gördüğünü, kentli gibi yetiştirildiği söylenince düşünceler ortaya dökülmeye başladı. “Kim o mu, kentli gibi yetiştirilmiş? Onların dedeleri çobandı, babaları da kötü işleri için mahkemelerde gezdi!”sözleri ediliyor. Gene de annenin içinde kuşku büyüdü, Charles’i görmek için sık sık oğluna gitti. Gelini çirkindi, geçimsizdi ama oğlunu elinde tutuyordu. Bir başkasına gönül verirse iyice elinden çıkacağını düşünerek beğenmediği çirkin , yaşlı gelinini yeğliyordu. İşte bu sıralar gelin Dubuc’un parasını koruyan noter yok oldu. Bu olaydan etkilenern Charles’in anne babası oğullarını korumak düşüncesiyle yanına gelip arka çıktılar. Ancak Heloise Dubuc baskın çıkı, Charles’i yanına çekerek karı- koca Bovary’leri oğullarından yoksun bıraktı. İşte böyle bir gergin sırada da Eloise Dubuc öldü. Karısını ölümüne üzgün görünen M. Rouault Charles’e daha yakın görünmeye başladı. Charles’in, Kızı Emma’yı sevdiğini anlayınca bu kez tümden ona yakınlaştı. Bunu duyan bay bayan Bovary’lerse iyice kederlendiler. M. Bovary M Rouault’ tanıyor ama kötü bir insan olarak tanıyordu. Oğlunu kandırıp kızını ona vereceğini anlamıştı. Gerçekten de M Rouault kızının tavırlarından durumu sezinledi, gençlerin işlerini kolaylaştırıcı durumlara göz yumdu. Örneğin Charles’le Emma’nın at gezilerine engel olmadı…. Buraya dek okuduğum bölüm göre gelecek bölümün daha güzel olacağını düşleyerek yattım…Emma güzel, dans biliyor, güzel konuşuyor, varsıl bir aile kızı, rahat yaşamak, gezip tozmak istiyor. Emma’yı biraz Kırmızı ve Siyah’ın Mathlide’ine benzettim. Yatınca onları karşılaştırmak istedim Mathilde’den neler anımsıyorum? Julien ölünce Mathilde ona özel bir tören hazırlatmıştı. Mezarına da İtalya’da özel heykel yaptırmıştı. Daha doğrusu çocukluğunda dinlediği bir olayın onda kalan algılarını gerçekleştirmişti. Kendisi, güzel, duygulu olabildiğince insancıl davranabilen bir güzeldi…Bakalım Emma da öyle mi çıkacak!

 

7 Ekim 1941 Salı. .

 

Gözlerimi açarken zil çaldı. Zil kesilince Mustafa Saatç ı İsmet’e seslendi, “İsmet Yanar, uyan da sana nöbeti teslim edeyim!”dedi. Gülenler oldu, “Bu da nerden çıktı, şimdiye dek bunu kimse yapmadı!”Mustafa Saatçı, “Şaka söyledim, İsmet uyansın, diye söyledim!”deyip sustu. Ben her zamanki gibi öncelikle gidip yüzümü yıkayıp çadır arkasındaki bir masaya oturdum. Az sonra İsmet geldi, “Herkes uyandı , çıkıp gitsinler!”deyip oturdu. Kapıdan çıkan bize baktı. Mehmet Yücel, “Ne yapıyor bu dayı-yeğen!”deyip geldi. Arkasından Yusuf, Hasan, Hilmi çevremizde toplandılar. Bizim, gizli konuşmamız olduğunu düşünmüşler, ” “Konuşturmayız”, deyip gülüştüler. Bizim zaten konuştuğumuz belli bir konu yoktu. Buna karşın İsmet, “Biz de öğle paydosunda konuşuruz!”deyip kalktı. Gerçekte ise İsmet’in konuşacağı varmış, mandolin çalışmaya karar vermiş. Benim bu konuda nasıl bir yardımım olurmuş. Ben:

-Paran var, al bir mandolin, çalış!dedim. Cumhuriyet Bayramı’da Ankara’ya gidince alırız! “Cumhuriyet Baramı ne güne geliyor? ”bir süre saptamaya çalıştıkSalı, perşembe, cuma derken kesin olarak çarşamba günü olduğunu saptadık. Mehmet Aydemir Yemekhane nöbetçisi, ondan bir mandolin bulmasını söyledim. Mehmet, “Ben bugün çalışmıyorum, benim mandolini al!”deyip mandolini hemen verdi. İsmet bugün mandolin çalışacak. Buna en çok Yusuf gülüyor. Yusuf, “İsmet asla çalışmaz!”Harun Özçelik beni örnek verdi, “Dayısı çalıştığına göre belli olmaz, bakarsın çalışır!”dedi. İsmet’in mandolin isteği iyi fena bir ilgi topladı, öteki arkadaşlar da mandolin konusuna eğildiler. Kepirtepe’ye dönersek toptan almak olanaklarını bile konuştuk.

İşbaşı yapılınca konu değişti. Bugün altı makas artacak. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, gülerek:

-Binalara esas şeklini siz marangozlar veriyorsunuz!dedi. Yukarıya çıktı:

-İlerde tüm plan gerçekleşince, tren yolundan köye dek binalar yapılacak, o zaman burası koca bir kent olacak!Arkadaşlar, sordu, “Çok mu bina yapılacak? Mustafa Güneri Öğretmen, “1000 öğrencilik bir kadro düşünüldüğün göre, bunun en az 50-60- sürekli görevlisi olacaktır. Onlar da burada oturmak zorundadır. Onların evleri düşünün, 40-50 ev bir köy demektir. O zaman bu çevre evle dolduracaktır. !”dedi. Mustafa Güneri Öğretmenden sonra çevreye bakıp bakıp öğretmenlere ev yeri seçme işi başladı. Orada olsun, burada olsun derken Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Aşağıdakiler, Mustafa Güneri Öğretmenden duyduklarını anlattılar. Ali Yılmaz Öğretmen de “Doğrudur, burada çalışacak öğretmene ev yaptırmazlarsa köyde gelip kimse oturmaz, köyün koşulları hiç rahat değil. Biz yazı bile zar zor geçiriyoruz. Bunun bir de kışı var. Doğrusu kışı şimdiden kara kara düşünüyoruz. Üstelik bizim çocuğumuz yok. Çocuklu aileler için durum çok daha zor!”Ali Yılmaz Öğretmen bana takıldı;, “Sen ne diyorsun? ”. Takıldığını sesinden anladığım için, “Ben bugün yedinci makası düşünüyorum!”dedim. Öğretmen de, “İyi ediyorsun, kolay gelsin!”dedi. Öğretmenden sonra bir çıkış daha yaptık ama ancak üçüncü makası dikebildik. Paydos zili çaldı. Üçüncü makasın bağlantılarını tam olarak tamamlayamadan yemeğe gittik. Öğlede yemekten hemen sonra yatakhaneye gittim. Nöbetçi İsmet çok sıkılmış, dersliğe gitti. Ben rahat rahat keman çalıştım. Bir gün bile olsa ara verince kemanda hemen belli oluyor. Akordiyonda haftalık ara kadar kemanda bir gün fark ediyor. Çalışıyorum ama ilerletme yok, bunun ayırdındayım. Amacım iyice kopmamak. Çevreme bakıyorum, öğle paydoslarında 20 dolayındaki mandolin-keman çalışanların hiç birisi yok. Öğretmen gelince bunlar gene baştan başlayacaklar. İsmet gelince sordum, “İsteserm yaparım ama çabuk sıkılıyorum!”diyor. Yusuf haklı mı ne? Ben de sıkılıyorum ama sıkıla sıkıla da çalışıyorum!Biraz gayret göstermesini söyleyerek ayrıldım.

İşbaşı yapınca gene, “Genel plana göre” Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün tamamlanmış durumu konuşulmaya başlandı. “Hasanoğlan köyü ayrı bir köy, okulla da hiçbir ilgisi yok. ” Sorusu ortaya atıldı. Köy Enstitüsü başına neden Hasanoğlan ekleniyor? ”Hasan Arabacı gülerek, ”Hasan adı kalsın!”dedi. Bu kez de “Hasandağı Köy Enstitüsü” önerildi. İrfan Taşkın çok az konuşanlardan bir arkadaşımız. Konuşunca da tutarlı sözler söyler(Ben içimden buna hep babası gibi derim) “Bence Karaoğlan Köy Enstitüsü densin!”Gerekçesi de güzel. Bunu biz kuruyoruz. Kim? Kepirtepeliler. Kepirtepelilere onların Müdürü Karaoğlanlar demektedir. Öyleyse bu okulu Karaoğlanlar yaptığından bu ad verilmelidir. İrfan Taşkın’ın önerisi benimsendi. Büyük tabelayı değiştirip “Karaoğlan!”yazacağız. “Olmaz” sesleri çıktı. Şimdi buna kimse razı olmaz. Bu, okul kurulup köyden ayrılınca olmalı. Okulun adı bizi gün boyu olayadı. 7. kirişi yerine koyarken paydos zilini duyduk. Olsun, bizim asıl ölçümüz altı idi. Yedinciyi biz sonradan eklemiştik, ama olmadı. Yolda ağzımızı alıştırdık:

“Burası neresi ? ”

1.Kars-Cilavuz Köy Enstitüsü

2.Trabzon-Beşikdüzü Köy Enstitüsü

3.Samsun-Ladik Köy Enstitüsü

4.Kastamonu-Gölköy Köy Enstitüsü

5.Kayseri-Pazarören Köy Enstitüsü  -

6. Adana-Haruniye  Köy  Enstitüsü

7. Isparta-Gönen Köy Enstitüsü

8. Antalya-Aksu Köy Enstitüsü

9. İzmir -Kızılçullu Köy Enstitüsü

10. Balıkesir-Savaştepe Köy Enstitüsü

11. Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü

12. İzmit Arifiye Köy Enstitüsü

13. Malatya-Akçada Köy Enstitüsü

14. Kırklareli -Kepirtepe Köy Enstitüsü

15. Ankara -Hasanoğlan Köy Enstitüsü

 

Hasan Arabacı’ya  Hasan Akyol da katıldı, ”Hasanoğlan daha iyi!”Tartışma büyümeden okula geldik. Ben çadıra girip önce akordiyonu alıp hevesimi giderdim. Sonra kemanı alıp çok sakin bir çalışma yaptım. İsmet geldi, “Yemek zili çaldı dayı!”dediğinde şaşırdım, “Şaka ediyorsun, daha şimdi geldik!”dedim ama dışarı baktım, komşular topluca yemeğe gidiyorlar. (Biz aramızda, karşı binada kalan kızlara komşu diyoruz)Yemeğe gittik. İsmet gün boyunca yarım saat kadar mandolin çalıştığını söylüyor. Ben, “Bir saatin nasıl geçiğini anlamadım!”diyorum. İsmet tüm gün yarım saat çalışmış . İçimden, “Şu işe bak!”diyorum. . Bizim Karaoğlan adı almış yürümüş. Mehmet Yücel hemen takıldı:

-Dayı, en çok sen çalışıyorsun ama okulun adındaki payın nanay! Eliyle de yok, anlamı yaptı. Okul Müdürümüz, sarışınım diye ilk günden beri bana Sarıoğlan derdi. Mehmet Yücel bunu anımsatmak istiyor. Daha doğrusu onunki konuyu deşelemek, gülmek, güldürmek. Yemekten sonra arkadaşlar Karaoğlandan başlayarak konuyu Kepirtepeye taşıyıp, konacaksa o adın oraya konması daha yerindedir görüşünde birleştiler. Halil Basutçu bana takıldı, “Bu konuşmalara neden katılmıyorsun? “Mehmet Yücel’in sözünü söyleyip işin içinden çıktım. Ben doğuştan sarışınım, Karaoğlanlarla arkadaşlığımızdan başka benzerliğim yok!”Kimse bir şey demedi. Ben de Charles-Emma düğünüyle kitabıma başladım. Çapkınlık işlerine hiç girmemiş olan Charles gerçekte elinde olmayarak daha karısının sağlığında Emma ‘ya tutulmuştu. Karısının kendisine haşin davranması onu düş kırıklığına uğratmışı. Buna karşın Emma albenisiyle olduğu kadar candan davranışlarıyla da etkilemişti. Öyle ki, bu durumu sezen anne-baba Bovary’ler bir ahlaksal olay çıkacak kaygısına bile kapılmışlardı. Emma’nın babası M Rouault ise kızının eğilimini anlamış, engel olmak yerine Charles’i özellikle çağırmış, onların bir arada olmalarına çeşitli olanaklar hazırlatmıştır. Böylece Charles-Emma evliliği iyi hesaplanıp kotarılmış bir birliktelik olmuştur. Charles –Emma çifti düğünün şekli konusunda kendi düşüncelerini uygulayamadılar. M. Rouault’un kesin kararları vardı, O istediklerini çağırıp gösterisini yapacaktı. Nitekim dediğini yaptı:43 davetli geldi tam on altı saat sofrada oturuldu, yendi içildi, söyleşiler yapıldı, dargınlar barıştırıldı. Görkemli gelin halayı hazırlandı kiliseye gidiş gelişler dillere destan görüntüdeydi. Charles bu debdebede sessizliğini korudu . Biraz da olaylara yabancı kaldı. Düğün biter bitmez da kalmaları için hazırlanan ayrı bir yere gittiler. M. Rouault kızıyla damadını kendi eliyle ayrı bir yaşama gönderdi. Kendi arabasıyla gönderdiği gibi, yarı yola dek uğurlamaya gitmişti. Kızı ayrılınca efkarlandı. Geçmiş günleri anımsadı. “Oğlum yaşasaydı şimdi 34 yaşında olacaktı!”deyip içini çekti. Kızı çok uzaklara değil yakında Tostes’e gidiyordu ama gene de gidiyordu. Efkarlı olarak konağına döndü. Yeni evliler başbaşa kalacakları yerlerine geçtiler. Evleri, anne babalarının konakları gibi görkemli değildi ama sevimsiz de sayılmazdı. Çevredekiler de onlarla ilgilenmeye başladılar. Özellikle Charles'ı tanıyanlar, hekimlerinin eşini bir an önce görmek için yarışa kalkmış gibiydi. Emma ise evlendi ama o romanlardaki yaşamı bulup bulamayacağı konusundan kararsızdı, sanki o olamacacakmış duygusu taşıyordu. Bir birlerine sarılmaları, sık sık öpüşmelerine karşın bir doyumsuzluk sürüp gidiyordu. Charles bu bakımdan rahattı, Emma’yı sevmiş, onunla yaşamını birleştirmişti. Abartılı çıkışlar yapmıyordu ama düşündüğü mutluluğu bulduğuna inanıyordu. Emma içinden geçenleri dile getirmeden ortalığı gözledi. Evin odalarındaki eşyaları ölçtü döktü. Bahçeyi dolaştı. Geniş bir bahçeleri vardı. Meyve ağaçları, zebzeler…. Kullanılmaya hazır, masa, sandalye kanepe türü ne varsa hepsini yeni baştan boyattı, işe yarayacak ne varsa ortaya çıkardı. Emma’nın bu çabalarını görmezden gelen Charles, kendi duygularının itisiyle Emma’ya sarılıyor, öpüyor, onun da kendisine uymasını bekliyordu. Bu yaklaşım günlerce sürdü. Ancak Emma bu sıcak yaklaşımlara karşı giderek durmaya kalkıştı, kimi kez Charles’itti, kimi kez de sözle uyarmalar yapmaya başladı. Zaman zaman da yaptığının doğruluk derecesini düşündü. Genellikle geçmiş günlerine döndü, düşlediklerini gözder geçirmeye başladı. Oysa geçmişi dediği manastırda geçen sıkıcı günlerdi. Ancak orada görünüşte sıkıcı olan yaşamın bir kaçamak tarafı vardı, Emma orada takılı kalmıştı. Düş kurmak, kurduğu düşler içinde yaşamak. Bedenin katılmadığı bir yaşam. Sıkıcı manastırdan çıkınca birden bir özgürlükle karşılaşmış, o özgürlüğü de çevresindekileri gütme olarak algılamış, başkalarına buyruklar yağdırarak doyum sağlamıştır. Oysa şimdi gerçekle karşı karşıyaydı. Küçük bir aile birimi içinde ruh-beden ortak işbirliğiyle yaşamak. Charles Emma’yı tanıdığı zaman bir söz söylemiştir. “Emma, her şeyi öğrenmiş daha öğrenecek bir şeye gereksinimi yok!” Bu söz o zaman Emma’ya uygun düşmüştü ama, şimdiki Emma bambaşka bir ortam içindedir. Bu ortamın öğrenilecekleri var, Emma bunlara hazırlanacak mı? Gerçekte Emma Rahibe okulunda da rahat değildi. Rahibe okulundan alınışı da orada giderek kuşkulara yolaçan davranışlarındadı. İlk günlerdeki uyumlu durumu giderek gereğinden çok içe dönükleşince görevlileri kaygılandırmaya başlamıştı. Annesi öldüğnde çocuktu ama annesiyle birlikte gömülmeyi sürekli istemesi, seçtiği resimler, anlattığı öyküler, benzerlerinden hep farklıdır. Şimdilerde için için o günleri düşlemesi o dönemin hangi devresidir? Emma zaman zaman gene mutlu görünmektedir. Ancak arada, ”Burada değil de şimdi İsveç’de bir şatoda olsan !”deyip dalıp gitmekte ya da İskoçya kıyılarından güneşin batışını görmek istmektedir. Bir çok insanın düşlerine benzeyen bu düş kurguları Emma’da burada kalmaz, bu düşleri önlenemez bir istekle birilerine anlatmak geresinimini duymakta, bunu yapamadığı sürece de karamsarlaşmaktadır. İşte Emma’yı çok sevdiğini sanan Charles Emma’ya burada yardımcı olamamaktadır. Emma da bunu bildiği için Charles’e yaklaşmaz. Charles Emma’nın sıkıldığını anlıyor ama kendi işlerinin ed çokluğundan özellikle de hastalarını önemsediğinden Emma'ya fazla zaman ayıramıyordu. Gene de yakın çevrede dolaştıkları oluyordu. Böyle bir gezintide Marki ile karşılaştılar. Marki görmüş geçirmiş bir kimsedir. Restauration Döneminde bakanlık yapmış, tanınan bir kimsedir. Geniş arazileri, sayısız adamı vardır. Konağı yüzyıllar ötesinden kalagelen değerli sanat eserleriyle donatılmıştır. Emma tam anlamıyla bir gerçek –düşle karşı karşıya kalmıştır. Marki bir balo verir. Charles-Emma çifti davetlidir. Sonunda Emma’nın bir istediği olmuştur. Emma Markiyle danseder. Emma dans bilir ama bu bilgisi sınırlıdır. Vals çalınınca oturmak ister, sıkılarak Markiye “Vals bilmiyorum!”der. Marki, “Önemli değil, sen kendini bana bırak , ötesine karışma der. Emma sabaha dek dans ederr. Charles uykusuzluktan yıkılırken Emma mutluluktan uçar. Balo günlerce konuşulur. Balo günü de konuşmalarda anılır gider. Ancak Markiden başka bir ses çıkmaz. Emma bir süre bir haber bekler. Birgün bir yerden bir başka yere araba ile giderlerken yanlarından dört atlı geçer. Atlılardan biri Charles’in arabası önüne bir tabaka atar. Charles tabakayı alır . Tabakadan iki sigara çıkar. Emma ile Charles bakışır ama buna bir anlam veremezler. Geçen dört atlıdan biri Markidir. Emma tabakayı alıp saklar. Balo dolayısiyle Marki gerilerde kalır. Emma gene kederlenmeye başlar. Sinirlenir, bu arada hizmetçi kızı haksız yere işten atar. Charles haksız yere kızın atılmasına bir anlam veremez ama karşı da olmaz. Ancak çift arasında gelecekte olacakları bir bakıma haberleyen bir olaydır bu. Charles çalışma alanını genişletir. Yeni bölgesinde kimyacılar, eczacılar, noterler bulunmaktadır. Bu yeni konşulardan Emma da hoşlanır. Kısa zamanda bir de kenç, uyanık, neredeyse onun gibi düşünen arkadaş bulur. Bu bir noter kalfasıdır. Uyanık gözükür;dans etmesini sever, müzikten konuşur. Asıl amaçladığı da hukuktur. Emma’nın romantik duygularını çabuk okuyan Leon fazla uzatmadan Emma’ya hayran kaldığını belirtir. Karşılıklı ilgi başlar. Ancak Leon’un umduğu çabuklukta gelişmez. Emma söyleşilerinde birlikteliğe karşın kadın olarak kendini bırakmaz. Bunu kısa zamanda anlamasına karşı Leon inatla Emma’nın ardından ayrılmaz. Günler gelip geçer, Emma hamile kalır, bir süre sonra bir çocuk doğurur. Başta Charles olmak üzere, dedeler, büyükanne oğan beklerken dünyeye kız gelmişitir. Charles çok mutludur. Charles’in anne babası torunları için gerlirler, bir süre birlikte kalırlar. Herkes mutludur. Dede olan büyük Bovary ile gelin arasında bir yakınlaşma sezerek Madam Bovary oğlunu uyarmak zorunda kalır. Gene de mutludurlar. Emma’nın çocuğu gelenekler gereği süt anneye verilir. Sütanne oldukça uzaktadır. Emma bir gün Leon’la birlikte kızını görmeye gider. Aklı fikri Leon’dadır. Loan’sa her an Emma’ya sarılmayı düşünür. Elleri ya da bir yerleri dokunsa sarılacak durumdadırlar. Ancak bunu yapamazlar. Ayrıldıklarında Emma bu kırsal kesimde tek birlikte olunacak insan Leon!”der. Leon ise tek beraberliğinden mutlu olduğunu söylediği insan Emma’dır. Emma’nın kızına Berthe adı konur. Olaylar bir birini izler. Bu arada Leon ani bir kararla Paris’e hukuk okumaya gider. Emma çok üzülür. İçinden içinden de Leon’u kıskanır. Sanır ki Leon Paris’e gidince dans salonlarında Paris güzelleerinin birini bırakıp birini alacak. Uzun bir süre Leon özlemini çeker. Bu arada çevrenin varsıl sayılanlarından biri ile karşılaşır. M. Rodolphe Boulanger. Çevrede bir mevsim şenliği vardır. M Rodolphe bu şenlikle ilgilidir. Saygındır, çeyreyi iyi tanır, insanları avlamasını, tavlamasını iyi bir. Kırsal yaşamı bildiği gibi kent insanlarının zayıf taraflarını iyi öğrenmiştir. Emma’nın ata bindiğini, görür. Emma gerçekten güzel bir kadındır. M. Rodolphe tuzağını kurar. Emma bindiği attan hoşnut değildir. Bunu sezan M. Rodolphe hemen Emma’nın önüne iki at gönderir. Atlar, olabileci kadar at güzelidir. Atın birine işi dolayısıiyle Charles binemez. Emma’yı yalnız bırakacak değil ya M. Rodolphe binip Emma'nın yanında gider. Gidiş o gidiş olur. Ermma çok mutludur, hem konuşacağı bir dost bulmuştur hem de gönlünce eğlenmektedir. Bir süre sonra M. Rodolphe Emma’ya sahip olur. Emma da kendini iyiden kaptırmıştır. Uzunca bir süre gizli olan birliktelikleri çevrede yaygınca ortaya dökülmeye başlamışır. Emma aldırmaz;tersine M Rodolphe ile birlikte kaçmayı planlar. Kaçak günler açık açık ortaya çıkmaya başlamıştır. Son buluşmalarında bir otelde 3 gün birlikte olmuşlar Emma sıkılmadan evine dönmüş, o işi neden daha uzun sürdürmediği için pişmanlık duymuştur. Son buluşmada kaçma günü, yeri, yönü kararlaştırılmıştır. Emma o günü iple çeker. Charles bir yana çocuğunu bile bırakacaktır. O gün gelir, Emma evden çıkmayı hesaplarken Rodolphe’dan mektup gelir. “Kaçış bir kurtuluş değil bir saçmalıktır!”Emma çıldırır. Günlerce yatar, krizler geçirir. Charles gerçek nedeni bilemez ya da bilmek istemez. O elinden geldiğince yardım eder, işini sekteler, perişan olmuştur ama gene de Emma’yı sever, onun iyi olması için çırpınır. Zamanla Emma biraz toparlanır. İçindeki eziklik geçmemiş, belki biraz durgunlaşıp a baskı altına alınmıştır. Paris’te hukuk okuyan Leon 3 yıl sonra çıkar gelir. Leon artık eski toy noter katibi değil, Paris havası almış bir Don Juan’dır. Emma’ya çok kolay yaklaşır. Sabırlıdır ama kararlıdır da. Ne yapıp edip Emma’ya yaklaşır. Emma eski hamam eski tas örneği gene giyinimde, moda sevdasında, en pahalı giysileri alıp atar, borç üstüne borç almayı sürdürür. Charles’in tüm geliri, tefecilere satılmıştır. Leon, Rodolphe’nin bıraktığı yerden başlamış, kendi havasında gününü gün etmektedir. Günler günleri, aylar ayları kovalar. Emma Leon’la buluşmak için uzun vadeli dümenler hazırlar. Örneğin piyano öğrenmek ister. Charles buna sevinir, hemen piyano alacaktır. Bu Emma’nın işine gelmez;o piyano öğretmenine gitmelidir. Charles buna da razıdır. Emma piyano öğretmenine gitmek için çıkar Leon’la buluşur. Charles bu durumdan işkillenmiştir ya da bir raslantıdır. Emma’nın adını verdiği piyano öğretmeni ile Charles karşılaşınca Emma’nın durumunu sorar. Öğretmen Emma adlı bir öğrencisi olmadığını söyler. Charles bunu Emma’ya söyleyince Emma öğretmeni şaşkınlıkla itham eder. Ancak söylediğini kanıtlaması gerekir. Bunu da yapmaya kalkışır:Piyano öğretmenine ödenen paraların makbusları olmalıdır. Söz de çılgınca arar ama bulmaz. Charles, “Bu basit olay için üzülmemesini önerir. Emma’mnın kafasında şimşek çakmıştır. Ne var ki Emma’nın üstüne varmak istemez. Emma iyice azıtmıştır, Leon ile bir otelde birlikte kalır, eve dönmez. Charles sonunda durumu iyice anlamıştır. Aramaya çıkar. Emma’yı az kalsın suç ustu bulacaktır. Emma gene yalan söyler, rahatsız olduğu için eve gelememiştirYalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Bir gün gelir tefeciler söz birliği etmişçesine Emma’nın kapısına dayanırlar. Emma çaresizdir, Leon’a koşar. Ancak Leon onu beklememekte bir başka kadınla birliktedir. Üstelik birlikte olduğu kadın yaşlı, çirkin biridir. Leon karşılık vermez. Emma Leon’un sadakatından kuşkulanır ama asıl derdi tefecilerin gönderdiği haberlerdedir. Biraz sinirli olmakla birlikte notere uğrar. Tanıdıktır, ondan yardım isteyebilir. Oysa noter yardım şöyle durdun onun kadınlığımdan yararlanmaya kalkışır, açık açık onunla olmasını ister. Emma bir kez daha düş kırıklığına uğramışır. Bu sıra adına yazılmış borç ihbarları gelir. Emma çok daralmıştır. Eski sevgilisi Rodolphe anımsar, ne de olsa kendisini çok sevmişi. Bu sevgiden kalanlar nedeniyle isteğini kırmaz. Rodolphe gider. Eski sevgili gene öyledir, Emma’nın gelişine memnun olur, eski günlerden söz eder, gene öyle sevmektedir;unutması da sözkonusu değildir. Emma bu güzel sözlerden cesaret alarak borç para ister. Rodolphe birden değişir, parası yoktur. Bir umutla giden, yapılan konuşmalar sonunda iyice umutları kabaran Emma son sözü duyunca vurulmuşa öner, hızla çıkıp eve koşar. Eve girmeden, eczaneye uğrayıp, daha önce tanığı olduğu bir olay dolayısiyle tanıdığı zehir şişesini aldığı gibi ağzına boşaltır. Eczacı kalfasının diretmesine karşın boşalttığı zehiri yutan Emma eve gider. Bir süredir kendisini arayan Charles eve gelip Emma’yı görünce sevinir, sorular sorar. Ancak Emma konuşmaz, üstelik Charles’e “ Bana soru sorma, söyleyeceklerimi mektuba yazdım!”der susar. Charles telaşla mektubu açar, “Zehirlenmiş!”diye haykırır, koruyucu önlemler almaya çalışır. Çevredekilere haber verilir. Zehir giderek etkisini gösterir. Emma geçmişini anımsar, papaz gelir dinsel görevlerini yapar. Emma ölmüştür. Mezarına gömüldükten sonra M. Rodolphe gelir bir süre Emma’nın mezarı başında durur. Bir süre sonra da Berthe annesi için ağlar. Charles kızı Berthe ile bir süre oyalanır, iş göremez bir duruma girmişir. Bir gün Berthe babasını öldüğünü komşulara duyurur. Bahçede otururken ölmüştür. Her şeyleri satılıp borçler ödenmişir. Kalan 13 frankla da Berthe büyük babası yanına gönderilir. . .

Evlenmeden önce her delikanlının okuması gereken bir kitap. Ancak ben, gene yazarına takıldım. Bu romanda o küçük çocuğun yeri yoktu. Yazar onu neden araya sokuşturdu. Bence çocuk olmasaydı daha az üzülecektim. O zaman da öteki olayları daha sakin değerlendirmeye çalışacaktım. Şimdi aklım çocuğa takılıyor, öteki olaylar uzaklaşıp gidiyor…. .

Burnuma biber sürülmüş gibi yandı. Niçin? Altı üstü bu bir kitap! Niçin yazılmış? Gerçekten bu denli kendini bilmeyen kadınlar olur mu?

Yatınca bir süre Emma'yı düşündüm. Güzelmiş. Nasıl bir güzeldi acaba? Yaptıklarını güzelliğine yakıştıramadım. Görüntüsünü de şekillendiremedim. Öyle birini tanımadığıma yordum. Gene kızı Berthe gözümün önüne geldi. Zavallı Berthe!Acaba o, annesi için neler düşünecek!

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ