Kaynak Çatışmaları Aşılırken Giderek Düşünsel Gruplaşma Kaygılarının Artması
28 Ocak 1945 Pazar
Uyanınca dünkü münazarayı anımsadım, öğrenciler neler konuşuyor! Biz neden böyle toplantılar yapmıyoruz? Münazara! söz olarak biraz zırıltı gibi anlaşılsa da konuşulanlar çok önemli olaylar. İlçede hakim olan bir kişi, yöneticinin işine karışırsa orada yöneticilik yapılamaz diye diretiyorlar. Ben de bunu anlamadım, hakim mahkemede doğru iş yapıyorsa başka işte neden doğruluktan ayrılsın? Eğer, doğru iş yapamıyorsa mahkemede de yapamıyor demektir. Aklıma takıldığı için bunu arkadaşlara da yansıtmayı kurdum. Amacım biraz da arkadaşlardan farklı bir olay gördüğümü duyurmak, bunu fırsat sayıp böbürlenmekti.
Kahvaltıda benden önce Kadir konuyu açtı. Bundan yararlanarak konuya girdim. Bizim masadakileri pek ilgilendirmedi. Daha doğrusu onlar da benim gibi hakim, kaymakam gibi makam görevlileri üstüne pek bir şey bilmiyormuş. “O şunu yapıyor, bu da bunu yapıyor!” dediler ama o dediklerinin gerçekte ne olduğunu bilmedikleri anlaşıldı. Kaymakam ilçenin en yetkili yöneticisi, tüm memurlar onun yönetimi altında. Bunu ben de biliyorum. Yalnız hakimler bunun dışında. Bu dışındalık, ilçenin herhangi bir işinde ortak iş görürken sürer mi sürmez mi? Sürmemesi gerekirmiş. Ancak kişiler bunu (Hakimler) sürdürmeye kalkar kaygısıyla hakimleri tüm işlerden arındırılmalıymış. İlçe, ilçe dendi ama bir ara da İl Genel Meclislerinden söz edildi. İl Genel Meclisi nedir? İlçe Ziraat Odaları nedir? Bunlar için de bir bilgim yok. Bir de Belediye Meclisleri tartışma konusu oldu, onlar ne ki?
Benim bilmediklerimden arkadaşların haberi bile yok. Münazara sözü de tartışma konusu oldu. Münazara, Muhasara, manzara, ızgara, tezgere gibi sözler sıralandı. . . . .
Öğleden sonra topluca Enstitü Bölümü toplantısına çağrılıyız. Enstitü öğrencileri, okulun genel durumu üstüne beğenilerini söyleyecekmiş, eleştirileri varsa, yapacaklarmış. Okul Müdür Rauf İnan buna çok önem veriyormuş. Geçen yazın böyle bir durum yoktu, bu yeni başlamış olsa gerek!
Bir süre piyano çalıştım. Faik Canselen Öğretmen kullanılan nota anahtarları için araştırma yapın! demişti. Kullanılan üç anahtar biliyorum. Bunlardan ikisini, sol ile fa anahtarlarını sürekli kullanıyorum. 3. anahtar hakkında bir fikrim var ama kullanmadım.
Sol anahtarı, tüm dünya bunu böyle bilir, portenin üstünde iki yerde kullanılmakla birlikte genelde portenin alttan ikinci çizgisine yerleşmiş durumdadır. Ancak, besteciler, bildiğimiz sol anahtarı dilediklerinde alttan birinci çizgiye de koyarlar. O zaman ses düzeni, portenin birinci sırasın kaymış olur. Aşağıdaki örnekte de bu yapılmıştır: (2. Kemanlar)
Fa anahtarı, üstten 2. çizgiyedo anahtarı da üstten 3. Çizgiye konur.
Sol anahtarındaki, sol, la, si, do, re, mi, fa, sol sırası,
Fa anahtarında, Fa, sol, la, si, do, re, mi, fa olduğu gibi
Do anahtarında da, do, re, mi, fa, sol, la, si, do olur.
Kısacası onlar nereye konursa notalar ona göre sıralanıp okunur. Bunlar, çok sesli daha doğrusu Senfoni, Konçerto, koro-orkestra için hazırlanan büyük eserlerde çok çalgılı orkestralar için düşlenerek hazırlanan eserlerde kullanılır. Bunları ben derste değil, Faik Öğretmene sorup öğrendim:
-Siz bunları kullanıyor musunuz?”
-Onu kullanmasam, konser için orkestraya eser yazabilir miydim? demeseydi; do anahtarının nerelerde, niçin kullanıldığını bilemeyecektim. Şimdi rahatlıkla:
-Do anahtarı, orkestra için hazırlanan değişik çalgıların nota partilerinde kullanılır. Bunu örneklemek için Wolfgang Amadeus Mozart’ın Prag senfonisinden ilk bölümü ile Kv 482 No:22 numaralı Piyano Konçertosunun ilk bölümünü örnek olarak aldım.
Bir süre notalara baktım. Orkestra şefliği çok zor olsa gerek. Onca notayı nasıl gözleyip sesleri ayırıyor. Fantazya filmini anımsadım; bir sürü gürültü patırtıdan sonra şef gelip ellerini kaldırıyor; eller inince de olay, seslerle başlıyor. Dikkat ediyorum, şef Ernst. Praetorius da öyle, eller kalkıyor; bir an büyük bir sessizlik, arkasından ses bulutları koşuşturuyor. Öztekin Öğretmene göre günümüz orkestra şeflerinden biri İtalyan Arturo Toscanini imiş. (Adı Paganini gibi ninili) bir film öncesinde onu görmüştüm, uzun boylu biri, kolların ikisi de havadaydı. 75 yaşında olduğu söylenmişti, buna karşın gençler gibi hareketliydi. . .
Ünlü Orkestra Şefi Arturo Toscanini
Yemekte, Orta Bölümün toplantısına gitmeye karar verdik. Biliyoruz, iki saatlik toplantının yarısı Müdür Rauf İnan’ın konmuşmasıyla geçecek ama olsun. Enstitü öğrencileri gelişimize sevinirler. Benim değerlendirmeme göre Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencilerinin çoğu bizim Kepirtepe öğrencilerinden daha canlı. Kepirtepe’de zeybek oyunlarına kimse katılmazken buradakilerin yarısı candan katılıyor. Müzik de öyle, Kepirtepe Köy Enstitüeü’nde mandolin çalan (İyi-fena, bildiği halk türkülerini çalan)en çok on öğrenciye karşılık burada en az elli öğrenci var. Kepirde benim anımsadığım, Mehmet Aydemir, İlyas Özcan, Doğan Güney, İdris Destan, Abdullah Erçetin, Hasan Çetin’e eklesem eklesem ancak beş daha ekleyebilirim.
Burada bunların sayısı en az ona katlanır. Sanırım Hidayet Öğretmenin sürekli mandolin özendirmesi yanında Yüksek Bölümün oluşunun da etkisi vardır. Bunları düşünürken ders yılı başından beri ilgimi çeken bir başka olaya da aklım takıldı. Daha doğusu karşılaştırma yaparken depreşme oldu:
-Köy Enstitülerinden Yüksek Bölüme öğrenci almak için enstitülere sayıları kim, hangi ölçüye göre bildiriyor?Neden Beşikdüzü’den iki, Kepirtepe’den üç öğrenci alınırken Çiftelerden 11, Pazarörenden dokuz, Gölköyden dokuz, Arifiye’dan 11 öğrenci alınıyor?Aralarında bu ayırıma neden olacak bir fark göremedim. Öğrenci sayısıysa, yaptığım araştırmaya göre geçtiğimiz dönem en çok öğretmen çıkaran enstitülerden birisi Kepirtepe, 210 öğretmen. Buna karşın bu yıl Yüksek Bölüme 3 öğrenci alındı. Oysa Savaçtepe, 3o öğretmen çıkarmasına karşın Yüksek bölüme beş arkadaş gönerdi. Hele Gölköy ile Pazarören’den gelenlerin sayıları Kepirtepe’nin üç dört katı. Neden? Ladik için de orantısız bir durum Gölköy kadar sayıya karşın onun yarısından az öğrenci geldi. Olayın daha iyi anlaşılması için Yüksek Bölüme , bu yıl öğrenci gönderen enstittülerinin gönderdiği öğrenci sayısıyla bu yıl okulu bitiren öğren sayılarının listesini birlikte gösterdim.
Enstitüyü bu yıl bitirenler Yüksek Bölüme gelenler Arifiye 170 11Kepirtepe 210 3Akpınar 130 3Gölköy 160 9Pazartören 40 9Çifteler 230 11Beşikdüzü 50 2Hasanoğlan 160 4Kızılçullu 80 5Akçadağ 170 4Düziçi 110 5Yıldlzeli 60 6Savaştepe 36 3Cılavuz 150 6Aksu 70 4 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Toplam 15 Enstitü 1790 85
Sayılara toplu bakınca da insan şaşırıyor. Kepirtepe’de 210 öğrenciden 3 alınınca 70 öğrenciden biri demek oluyor. Oysa Pazarörende bu oran dört öğrenciden birinden bile fazla. Bu olay bana göre bir hak-haksızlık durumu yaratıyor. Bu haksızlığı kime söyleyebilirlm ki? Besbelli kimse umursamıyor!
*
Yemekhanede toplanıldı. Çoğunu tanıdığım Enstitü öğretmenlerinin bir bölümü ayakta. (Küme öğretmenleri) Gözlerim Nebahat’ı aradı. İyi ki yok, olsaydı onu da ayakta görecektim. Uzun uzun düşündüm, karı koca öğretmenler aynı okulda çalışmaktan memnun mu acaba? Herhangi bir nedenle kusurlu duruma düşen ya da düşürülen çiftlerden biri olunca öteki nasıl tepki gösterir ya da tepkisiz kalır?Ekrem Ula’ya bunu sormuştum. Ekrem, böyle bir olayı hiç düşünmediğini, evlendiğinde böyle bir durumda eşinin yanında olacağını düşündüğünü söyleyip, beni savuşturmuştu. Verdiği cevabı çocukça bulup üstünde durmamıştım. Oysa bunu gittikçe daha da çok önemsiyorum; önemsiz bir olaydan tırmanarak insanın üstüne gelecek bir durum, eşini nasıl etkilemez? Söz gelimi okul müdürü (Rauf İnan gibi birisi) Ekrem’in eşini paylasa, Ekrem, tarafsız kalabilir mi? Nitekim geçen yaz öyle bir olay oldu:
-2. sınıflardan birisi, nöbet yerini terketmiş. Orasını dolaşan Rauf İnan nöbetçiyi göremeyince sormuş soruşturmuş, öğrencinin sınıf öğretmenini çağırtıp bir güzel paylamış. Az sonra nöbetçinin bir başka sınıftan olduğu anlaşılmış. Paylanan öğretmen oldukça üzgün olarak olayı anlatınca üzülmekten öte hepimiz kızmıştık. Gerçi öğretmen, sorumluluktan kurtulduğuna sevinmişti ama geçici de olsa üzülmesi, onarılmış değildi. Olayı o zaman da Müüdür Rauf İnan’ın tezcanlı oluşuna bağlamış, uzun uzun eleştirmiştik. Böyle durumlar her yerde olabilir. Bunları düşünerek çevremdeki kalabalığı bir süre gözden geçirdim. Salon nisbeten küçüktü ama Kepirtepe’de de böyle toplanılıyordu. İvriz, Gönen, Pazarören Köy Enstitülerini gördük, hep böyle toplanılıyor.
Kapı tarafından alkış geldi, olkul Müdürü yanında öteki yöneticiler geldiler. Müdür Rauf İnan, yanında daha uzun boyluca Eğitimbaşı Şeref Tarlan. Ondan oldukça kısa bizim Eğitimbnaşımız Hürrem Arman, Md. Yardımcısı Tahir Erdem’le kümesiz öğretmenler. (On kadar bay öğretmenlerle bayan mimar Mualla Eyuboğlu. Müdür Rauf İnan, çevresine göz atınca bir şeyler söyledi, koşuşanlar oldu. Müdür mikrofonla konuşmaya kalkıştı, çatırtılar oldu. Teşifatçı öğretmen Ali Coşkun, arkasından Süleyman Alkan, Mustafa Saatçi koşuştuylar. Ses düzetilmesi yapılamayınca Rauf İnan yüksek sesle konuştu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kuruluşundan başladı, (1942) İlk eğitmen kurslarına geçti(!937) sonunda Hasnoğlan’ın olgungaştığını muştuladı! Gelecek yıllarda Sağlık Kolu’nun da Yüksek Bölü açılınca Hasanoğlanın daha da şenleneceğini, çünkü insanlarım sağlıklı oldukları sürece eğlenebileceğine inandığını anlattı. Sağlıksız insanların Zeybek oynayamayacını söyleyip durdu. Arkasından bir öğrenci şiir okudu, topluca bir marş söylendi:
-Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz! Marştan sonra Müdüdür Rauf İnan, marşın sözlerini tekrarlayıp asıl programın başladığını muştuladı. Bir öğrenci, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşunu anlattı. Bence bu konuşma tamamen kafadan atmaydı. Çünkü, Enstitütünün kuruluşunu Hasanoğlanlıların okuma isteklerinin karşiılığı olarak söyledi. Sözde Hasanoğlanlılar toplanıp köylerinde bir okul kurulmasını istemişler. Birden rahatsızlaşır gibi oldum. Övgülü bir sıra sözden sonra bir öğrenci çıktı. Tüm bu olumlu olaylara karşın henüz yoluna girmemiş yanlarımız olduğunu söyledi. Bunların, çocukların gözlemlerine göre öğretmenlerden, öğretmenlerin gözlemlerine göre de öğrencilerden kaynaklandığını, öğrenci kusurlarını öğretmenlerin her zaman her yerde dile getirdiğini ancak öğrencilerin bu olanağı ancak değerli, Eğitimci Müdürleri Rauf İnan aracılığıyla bulduklarını anlattı. Bundan sonra sıra ile öğrenciler, derslerde kendi açılarından gördüklerini eleştirdiler. Eleşiriler daha çok taklit şeklinde oldu. Babacan öğretmen Nazif Balcıoğlu’nun neşeli ders anlatışı, Ziya Kaplan Öğretmenin, matematik derslerinde tebeşiri tahtaya hızla vurmasını, Bedia Öğretmenin yanlış söyleyen öğrenciye “Yapma oğlum! diye yüksek sesle bağırmasını canlandırdılar. Bir öğrenci ise Aysel Öğretmen(Gözlük kullanır) için yazdığı şiiri okudu. Şiirden iki dize aklımda kaldı:
Adı Aysel, soyadı ne ki? Çatlasın ayazdan gözlüğün teki! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Bütün salondakiler güldüdüğü için sözlerin ötesini alamadım. Aysel Öğretmeni tanıdığım için de ayrıca öğrencinin saptamasını sevdim.
Müdür Rauf İnan, son söz olarak, toplantının gelecek toplntılar için umut verici olduğunu, biz bize kendimizi eleştirip eleştirilere karşı da hoşgörülü olursak karşımızdakilerin eleştitilerini de objektif olarak karşılar nahak yere üzülmez ya da böbürlenmeyiz. Köy Enstitülerinin davası büyük bir davadır, sayısız dostumuz yanında cüzi de olsa sevmeyenlerimiz de olacaktır. Onların atacağı taş değil küçük fiskelere bile hoşgörü ile bakıp yolumuza devam edeceğiz! dedikten sonra karşısındaki gruba işaret etti. Grup, gene Mülkiye Marşını söyledi.
Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpan kalbimiz. Ey vatan, göz yaşların dinsin yetiştik çünkü biz! Gül ki sen, neşenle gülsün ay, güneş, toprak, deniz. Ey vatan, göz yaşların dinsin yetiştik çünkü biz. . . . .Toplantı alkışlarla son buldu. Biz, Yüksek Bölüm öğrencileri topluca kendi salonumuza döndük. Eleştirenler oldu. Bu böyle oldu, o böyle değil, şu da şöyle olacaktı!. . Duyabildiğim eleştirilere katılmadım. Çünkü benim bitirdiğim Kepirtepe’de bunun gibi bir olay yaşanmamıştı. Ayrıntılar eleştirilebilir, ama girişim çok yerinde, yapılan yapılmalı, tekrarklanınca pürüzler ortadan kaldırılabilir . Örneğin Okul Müdürü bu denli uzun konuşmayabilirdi! İçimden bunları söyleyerek kendi bölümümüze gittim. Faik Öğretmen gelecek, piyanoya oturup ödevlerimi bir kez daha gözden geçirdim. Mozart 279, 283 sonatların yalnız ilk sayfalarını çalıştım. Bunlardan sorumlu değilim ama Faik Öğretmen kimi kez soruyor:
-Başka neler yaptın?Hiç değilse bunları söylerim.
Yemekte de konuşmalara katılamadım, Faik Canselen Öğretmen gelmemiş, arkadaşlar sevindi. Sevinip sevinmeme konusunda duraksadım. O anda, uzun süre bekledikten sonra umudu kestiğim bir arkadaştan, Arif Kalkan’dan mektup aldım.
Arif benim, Kepirtepe’deki ağır yük taşıyıcı arkadaşımdı. Onunla öyle konuşuyorduk. Kendi arasmızda birbirimize “Hammal” da diyorduk. Ne zaman ağır bir yük taşınsa Arif’le ben aranırdık. Arif Yapı kolunda ben marangozluk kolundaydım. Arif’in deyimiyle biz öteki arkadaşların sevmediği bir koldaydık; Hammallık Kolunda! Özellikle Namık Öğretmen bize takılırdı:
-Üzülmeyelim, yaratan bizi sağlıklı, güçlü yaratmış, bunun bir bedeli olacak, o bedeli de seve seve ödeyeceğiz!deyip gülerdi. Namık Öğretmen bizi teselli için kendisini de bize katardı. Çünkü bizim taşıdığımız ağır yükün yarısını Namık Ergin Öğretmen kendisi taşırdı. Zaten bizi Namık Öğretmen seçti, bu işleri genelde onunla görüyorduk. Buna alışmıştık, Arif de ben de hiç yakınmıyorduk. Özellikle okul eşyalarının Edirne’den taşınınca depolandığı Sinanlı Köyüne gerektiğinde eşya almak için biz gidiyorduk. Otuz arkadaştık. Sinanlı Köyünü Arifle ikimiz öğrenmiştik. Arif, benden boyca biraz kısaydı ama çok güçlüydü. Arif salt bundan değil, çok mert bir arkadaştı. Beş yıllık arkadaşlığımızda Arif hiç kimse ile dargınlık etmedi. Dargınlıklar çoğu kez insanların karşılıklı ilişkilerindeki tutarsızlıktan çıkar. Arif kararlıydı, kararını bozmazdı. Şakaları ayağa düşürmezdi. Tüm arkadaşların birer ikişer sıfatı vardı;söylendiğinde kimi gülerler kimi de söyleyenler tartışmaya kalkışır iş kavgaya dönüşürdü. Arif sıfata mıfata izin vermez , kendisi de kullanmazdı. Davranışlarını kontrol ettiği için açık vermez, vermeye kalkanları da zamanında durdururdu. Sınıfımız otuz kişiydi, yirmi dokuzumuza da okuldaki kızlardan birini yakıştırıyorlardı, Arif hariç. Bu da benim ilgimi çekiyordu. Arif’le iki ikiye konuşurken bu kez ben ona birilerini yakıştırıyordum. Şaka olarak bile razı olmazdı. Arif kesin kararlıydı:
-Öğretmenle evlenmem! İçimizde nedense iki arkadaş yeğenim İsmet’le Arif böyle kararlıydılar. Yeğenim İsmet dediğini, yaptı, köyünden tanıdık biriyle evlendi. Arif, yengemizi yazmamışl ama sanırım o da dediğini yaptı. Ayrılırken tüm arkadaşlara sormuştum, evlilikleri, çocukları için birşeyler söylemişlerdi, onları hep yazdım. Arif’i anımsıyorum:
-Oğlum olursa onu okutacağım! demişti. İsmet’in kızı oldu, dilerim Arif’in de bir oğlu olur da gönlünce okutur. Arif mektup yazdığına göre bundan sonra haberleşeceğimizi umuyorum. O yazmasa bile ben kolay kolay yakasını bırakmayacağım. Yaz stajımda nasıl olsa onun okuluna da uğrayacağım. Karşısındaki Müfettişe(!) karşı duracak değildir herhalde!Bu karşılaşmayı şimdiden merak etmeye başladım!
Mektubu kapatınca Faik Öğretmeni düşündüm, gelmediğine göre hazırlanmaya gerek yok.
Kitaplığa uğradım. Varlık Dergisinde, işaretlediğim bir yazı vardı onu yazmaya karar verdim. Bitirme Tezi olarak Cumhurbaşkanlığı Orkestrasını benimsemiş durumdayım. İster istemez orada Çokseseli, tek sesli, özellikle de alaturka müziğe yer vereceğim. Bu konudaki eleştirileri belgelemek için bir dizi yazıyı kaynak olarak almak zorundayım. Bunlardan biri de Mahmaut Ragıp Öğretmenin Haram Müzik yazısıdır. Yazarın kendisini de önerdiği için yazıyı, Varlık Dergisi 15 Eylül 1943/ sayı 245 te buldum.
Haram Sayılan Düşük Müzikler Mahmut Ragıp KÖSEMİHAL Musiki aleyhtarlığı ve yasaklığı devirlerinden-geçen yazılarda kısaca söylemiş olduğumuz gibi (1)-hep musikinin kendi düşük anları ve onu lekeli duruma sürükleyen çalgıcılar mesul tutulmalıdır. XV!! inci asır sonlarındaki düşkünlük dalini, Kavanin-i Teşrifat adlı elyazması mecellenin müellifi müşahedelerine göre bakınız ne güzel anlatır. ;”âdet üzere” kibar konaklarında yaşıyan musikiciler arasında casuslar bile peydah olmaya başladığı için bu usülün yavaş yavaş kaldırıldığını anlatan müellif, ”Bu makule melâzı havaiye hayta-i namustan hariç çingân ve çengiyan misilü hafrabatiyan ve kuyûd-ü-ırz-ü vekar-dan ârî cühelaya edenler beyn-el-âmme mezmum” olduklarını söylüyor, ve “Asrımızda hod çend ü çegane sadası değil, mevlevilerin ney ve kudümün inlemek dehhalleri lisanına düşmiye sebep olmuşur, , diyor. Görülğyor ki musiki aleyhtarlığının esas âmili softa kafalardan önce musikicinin kendisi olduğunu söyleyen yalnız biz değiliz. Temiz musikiyi el üstünde tutmasını eskiler keyfiyetin böyle olmuş olduğunu bize anlatmışlardır. Bu gün o eskilerin kaleminden daha temkinli bir tenkitle “KÖTÜ MUSİKİYİ YASAKLAYALIM! dİye ez kaza biz biraz dertleşecek olsak, ”Yine Millî Musikiyi baltalamaya başladılar” yollu protestoların derhal sağdan soldan hücumları altında kalıyoruz. Musikinin kötüsünden ürkenler kaygılarında her an için haklıdırlar. Musikinin topuna birden karşı koya nlardır ki cehil ve softa kafalı olabilirler. Böyleleri iyiyi kötüden ayırt edememekteki acizlerine kurban giderek çevrelerini aklarca yanlış telkinlerle zehirlemişlerdir. Musiki aleyhtarlığının menşei Horasanlı İmam Gazalî gibi en eski tefsircilere kadar çıkar. atkı Tüklerinin ilk ahlakçıları da onlardan mülhem oldularsa da, bu yoldaki seslerin(Her zaman ve her yerde)musiki bir sefahat aleti derecesine düştükçe bilhassa şiddetini arttırıverdıği görülmüştür. Meselâ, İstanb ul’un fethinden önceki asırlarda musikî aleyhtarlığı etmiş hiç bir kayda Osmanlı Türklerine ait tekliflerde rastgelinmez. Halbuki İstanbul alınıp da Galatanın eski usul frengâne sefâhat ve içki ahenkleri Türk gençliğini de şaşırtmaya başlayınca bir taraftan meselâ Kanuni Sultan Süleyman yasakları, ondan mülhm olarak da muasır ahlakçıların coşkun vaızları çalgıcıların yakasına yapıştı: Mesela meşhur Birkevi efendinin nasihatleri şerheden eski bir yazmada şöyle deniyor: -Amma kulakların sakına saz dinlemeden, Saz cümle çalgı aletlerine şamildir. Musannifin şeşa ve zurna ve tabu ve tanbura ve kopuz ve cenk ve kanun ve ney gibi anı tafsildir. . Ve teganniyle zikir ve kuran ve eş’ar dinlemeden saana ve lahin ve hatâ ile tecvitsiz kuran okuyanı dinlemeden sakınalar ve hacetsiz genç ecnebiye olan avretin kelâmın dinlemeden sakınalar. . . . ” Şair Arnavut Yahya Beyin şiiri ne kadar saygısızsa, bu kayıtsız şartsız yasakçılık da o derece ezberlemedir. Karşı koyma geleneğinin gülünç olan bu derecesi tek tük yayınlarda yakın zamanlara kadar devam etmişti!Meselâ Darül-Hilâfetül-Aliye medaris müallimlerinden Mehmet Cemil imzasıyla çıkan”Vecizler!” adlı kitabın üçüncüsünde şöyle bir yazıyı okuyoruz: -Musiki, nasıl haram olmasın?Herif davudî sesiyle teganni ederken sevdazedelerine (Onu seven kadınlara) boğa sesi gibi gelir!. . İlk Türkçe ahlâk kitaplarından meşhur Ahlâk-ı Alâi cildini kaleme alarak musikimizin ahlâki kayıt ve şartlarından da o ara etraflı bir şekilde söz açan Ispartalı Kınalızade Mevlâna Ali Çelebinin Kanunî asrı ricalinden oluşu dikkate değer. (Öl. 1571) Ali Efendi musikinin asırlardan beri muteber olan haramlık şartlarını madde madde saydıktan sonra, mubah ve belki mendup olan haramlık şartları da bulunduğunu söylüyor. Meselâ, “semai savt-ı tayyib haram değildir;zira asse-i gemi müdrikâtından telezzüz etmek gibidir. ”diyor. Müstemi avamdan olup hub-ü ilâhî ile kafi münevver olmamış” olursa, bu seviyedeki bir insan için musikinin haram olduğunu söylüyor. Fakat açık bir kapı bırakmadan da edemiyor. ”Eğerçi sema’bunun gibi kimesneye tahrik –i şehvet-i asar-ı fitne etmeyip lezzet-i mübaheden olursa” o zaman dinlemesi caizdir, diyor. Lâkin birden bire lâf kasrıştırarak cayıyor ve:Amma idman ve keserreti tazyi-i evkat ve tatil-i mühimmata müeddî olmağla memnu olup, sahi -i sefih ve merdudüşşehade olur. ilâvesinde bulunuyor. Anlayışlı ve nezih havas zümresi için olan şartları avam halkında olduğu kadar sert değildir. Fakat, onların da musiki ile para kazanmamaları şartına:”Amma, gayrılara lehevü lezzet vermek için, ya ahz’i mal içün teganni eylese haramdır. ”diyor. Çalgılar hakkındaki kayıtlarından da, uyuşturucu ve fazla nâlan sesleriyle nefsi gevşetebilecek kabiliyette olan çalgıları-dinlemek haram, halbuki erliğe doğru sevk ve heyecan telkin ettiği sabit bulunan âletlerin mubah sayıldığı anlaşılıyor. Yani, sırf çalgı musikisinin bazı hallerinden de ürkmüşler. Kınalızadenin musikiyi haram ve mubah sayanların arasını bulmağa çalıştığı iyice seziliyor. Padişahın kanaatini daha doğru olarak bilseydi eminiz ki daha da musikiden yana olurdu. (Oğlu Hasan Çelebinin büsbütün musiki lehine düşünmüş olduğunu Tezkeretüşşürada hele Şehzade Korkut’un musikişinazlığı münasebetiyle yazdıklarından anlıyoruz. ) Büyük mütefekkir Katip Çelebi’nin 1656 da yazdığı Mizanülhak adlı kitapta Kınalızade’nin ızahatini pek beğendiğini görüyoruz, o bahsin okunmasını tavsiye ediyor. :Hikmet ile şeriatin arasını bulduğunu söylüyor. . Katip Çelebi, Nezih ve iyi musikiye büsbütün cevaz veriyor. Avam sınıfını zehirleyen ve zevksizinden, düşük musikiden gayrısına cevaz vardır, diyor. Hele tekke semaını pek beğeniyor, ruh musiki ile ilâ edilebilir, diyor. Bunların, bu tarz ve tavrı hakimane düşüp babı mualâcada edviye-i semmiye istimal kabilinden oldu. Zara ekser ehli—i tasavvuf hikmet- eşrak, üzere mebnî ve ıstılahı andan mehuzdur. Lakin her asırda müteşeriler bu husuta anlara taana taşın atıp dahl-ü taardan hâli olmadılar. Anlar dahi bildiklerinden kalmayıp çaldılar, çağırdılar. . . Lakin bu dava bir zamanlar faysal ulmadı. Akil olan bu makule niza-ı kadimin faslı ümidinde hamakat eylemez!” diye bahsi kapatıyor. Bu son cümleyti yazarken Katip Çelebi’nin bıyık altından gülümsemiş olduğunu sezer gibi oluyoruz. O en dindar asırda “Din gibi kuvvettli bir vicdan zabıtasının bile susturamayacağını” ilmin farketmesine imkân yoktu. Her dinin ibadet köşelerinde bile âyinlerin musikiyle yapıldığını biliyordu. Bütün ahlakçılar yalnız şu noktada birleşmişlerdir:Avam tabakasını ahlâk ve zevk bakımından düşürecek sefahat şarkılarından ve ruhu gevşetevcek fazla mülâyim nağmelerden sakınıla!. . Bugün bunlara şu maddeyi de katailiriz:Bilgisiz bestekârların piyasaya sürdükleri ve zevkleri olan o uydurma parçalarından kaçınıla, ve bestecilikte irticai devrine son verile, yüce sanatınız zıbıdılaşmak tehlikesinden inşallah kurtula!. . Böyle dileklere “Amin!” demiyecek bir aydın tasavvur olunabilir mi? Katip Çelebi musikiye büsbütün duvar kalanların bu hastalıklarından da güzel bir dille bahsedior ki ifadesini almadan edemiyorum: “Teganni, fen-ni musikî akidesince nağamat ile terdid-i savta derler. Mutlak esvatın nüfus ve ebdanda tesiri mukarrerdir, inkâr olunamaz. Savt, eğer nâ-mevzun olursa, nefret cihetinden tesir eder. Ve eğer mevzun ve matbu olursa rağbet ve ikbal ile tesir eder. Nüfus ve ervah ondan müteessir olduğunda eb dan da eseri olur. Ve sahibi ol tesiri idrak edip bilür. Meğer ilaca muhtaç fasidülmizaç ola. ” Eski İtalyan musiki sözlüğünde bir AMUSİ vardır ki, anlamı, ”Musikiye ve hele kilisede icra edilen musikiye karşı koyan müzlerin, musikinin ve güzel san’atlerin düşmanları, demekti. (!)Fransızcaya AMUSİE imlâsiyle geçen aynı kelimenin anlamı zamanla başkalaştı, çünkü musiki düşmanı olanların(Katip Çelebi’nin asırlarca önce şerhetmiş olduğu gibi) kulak hastaları olabilecekleri düşünüldü ve tıbbî denemeler bu sezgiyi açıkladı. Kelimenin şimdiki anlamı şudur: Amusie? Musiki melekesinden mahrumluk, Musiki dişilik. Her bakımdan normal olduğu ve kulak hassesinden mahrum bulunmadığı halde, musiki dilinin unsurlarını, sadaların nisbi yükseklik veya renklerini ayırt etmekten âciz kalan, hem de sade veya dolaşık bir musikiyi dinlerken hiç bir ihtisası tesir alamayan veya zihni ilgi duyamayan kimselere has, doğuştan var olan, veya sonradan baş gösteren bir nevi ahmaklıktır. Tam amüzlük az, bulunur. Geçici amüzlük ise marazî bir haldir, beyin veya sinir tedaviisinin salâhiyeti dahiline girer. Amüzikle malûl kimseye AMÜZİK denir. Meselâ”Yalnız alaturka ile uğraşanların Avrupai musikiye karşı AMÜZİKTİR! denildiği zaman onların kulak hasselerinde polifonik sanata karşı bir nevi dumur hali bulunduğunun söylenilmek istendiğini anlarız. Musiki her asırda ve her yerde sanatsever(Mecene) önderlerin teşviklerinde kuvvet almış olduğu için, bir de bunun tesirini, yani Amüzik, büyüklerin veya propagandacıların aleyhte içtihatlarla işi ihmalciliğe vuracaklarını düşünürsek, böyle bir idarecinin veya yazıcının taassubu elinden zavallı musikinin neler çekeceğini kolay anlarız. İşte Katip Çelebi böyle “İlaca muhtaç” zavallı amuziklere (Müzik dışılara) da işaret etmiş oluyordu. Musikiye aleyhtarı konuşmalar bilhassa mevlevihaneleri çok olan şehirlerde daha tesirli ve sürekli oluyordu; mevleviliğin musikiyi sayması bu aleyhtarlık ateşini ikide bir körüklüyordu. En şiddetli münakaşalar Konya’da henüz Mevlânâ hayatteyken başlamıştı. . . Softaca propogandalardan en az zarar gören merkezimizin İstanbul olmuş olduğunu Urfalı musikişinaz-şair Nabî’nin şu mısralarına dayanarak bir kere daha hatırlayabiliriz(XVII İnci asır sonu) “ Bî kusur anda müretteptir hep, Nağme, musiki ve saz-ü tarep, , Not: Beyit, şair Nabi’nin İstanbul için yazdığı uzun bir övgü şiirinden alınmıştır. Günümüz diliyle: Müzik , söz, saz orada( İstanbul’da) kusursuz olarak çalınıp söylenmektedir. (1)Bugünkü konumuzla ilgili olan ilk yazılarım 223 ve 225 sayılı dergilerde geçen yaz çıkmıştı. Bu üçüncü ve son yazımın şimdiye kalması, yazıldığı halde unutulmasından ileri gelmiştir:özür dilerim. (M. R. )
Yazıyı bitirince yatakhaneye gittim, öteki akşamlara göre biraz erken. Kaynatanlar var; sigara tiryakileri sayılıyor. Çoğunluk son sınıflar; Abdullah Özkucur’a takılıyorlar:
-Sigara içiyorsun, bunu neden saklıyorsun? Özkucur yemin billah ediyor:
-Vallahi içmiyorum! İsmail Tıknaz:
-İnanmayın, yemin ederken ayağını kaldırıyor! Yemin eden bir ayağını kaldırarak ederse o yemin sayılmazmış. Abdullah Özkucur, onu da bilmediği üstüne yemin etti. Rıza Dönmez araya girdi:
-Üzmeyin arkadaşı, o sizin şaka ettiğinizi bilmez, sahici sanıyor. İhsan Güvenç:
-Bak, bak, bak! Konya’lıyı bir Muğla’lı savunuyor?Konya’lılar öldü mü?Rahim Ünüvar:
-Afyon’lu, gene çektin kafayı galiba! Kahkahalar atıldı. Önce anlamıştım, Rahim Ünüvar cinaslı konuşmuş, Afyon’lu sözünü afyon içmiş anlamında kullanıyormuş. İhsan Güvenç:
-Senin bu sözün demode oldu, dostum, birilerine sor da sana yeni bir sakız bulsunlar!Enver Ötnü İhsan Güvenç’ takıldı:
-Menteşe’lilerle Ekekon’lular arasında kaldın, dikkat ezilirsin!Abdullah Ön:
-Cahil İzmirli, Afyon her zaman Konya ile Muğla arasında kalmıştır. Menteşoğuları ile Karamanoğullarını beşikteki bebekler bilir, sen beşikte yatmadın mı?Enver Ötnü:
-Yatmışım abi ama bana bunlardeı söylemediler!Birkaç kişi birden:
-Söylemişlerdir de sen dik kafalılığından dinlememişsindir! Ötesini duyamadım, uyumuşum.
29 Ocak 1945 Pazartesi
Faik Canselen Öğretmen kolay kolay ders kaçırmazdı, merak ettim, neden gelmedi?Rahatsız falan mı?Mahir Canova ya da Aydın Gün Öğretmen bilirler, öğreniriz.
Kahvaltıda arkadaşlar bana takıldılar:
-Sevindin mi?Neden sevineyim? Tersine üzüldüm, bir ders geri kaldım sayılır. Arkadaşlarla bu konuda bi türlü anlaşamıyoruz. Önlerine birer keman metodu kondu bir buçuk yıldır o metodu bitiremediler. Seybold Keman metodu, . Tamamı altı kitap, izimkiler henüz 1. de. Oysa ben piyano metodu Beringer’i geçen yıl ders ler kesilmeden bitirmiştim. Son sınıftaki Mehmet Zeybek hâlâ Beringer’le uğraşıyor. O da kemancılar gibi Faik Öğretmenin gelmemesini istiyor. Geriye iterek ne kazanıyorlar?Zorlansam da ne öğrenirsem kâr! Deyip çalkışıyorum. Kemancılar Seybold 6 keman metodunu ne zaman bitirecekler?Kitaplığımızda çok güzel keman parçaları var, onları alıp çalışmayı düşünmüyorlar. Doğan gelince bir bölümünü çıkardım, Martini ile Gossec’ten birer Gavotte, Jean Marie Leclair’den Tamburin’i ortaya koydum, Talip Apaydın’la Doğan Güney’den başkası hiç ilgilenmedi. Böyleyken yeri gelince sızlanmalar başlıyor:
-Biz ne yapacağız?Ne yapacağınız belli, şimdilerdeki Köy Ensitüldrindeki müzik rezaleti bir süre daha öyle gidecek. Bir ilkokul öğretmeni olan Adem Gürçağlayan, bir ders yılı müzik derlerimize girdi, Efem şarkısı ile Biz kimleriz marşlarını ezberlettiği gibi notalarını da ezber okuyorduk. Kır atınla geçiver, şu dağlar inlesin efem! Yerine si-do-mi-re- do-si-la. . . . si do-si-la-sol-fa-mi-re la-sol-la-si. . . diye notaları okuyorduk. Tersine bir iş. Eller, şarkıları notalara göre öğrenir, biz notaları şarkılara göre ezberliyorduk. Buna bile razıydık. İyi ki Adem Gürçağlayan gibi bir öğretmen bulmuşuz. Onun öğrencileri olarak Abdullah Erçetin, Doğan Güney’le ben, şimdi çok rahat nota okuyoruz. Çifteler’den gelenlere bakıyorum, onlar;Çiftelerde şahane müzik okumuşlardı, Ahmet Emin Yalman ünlü kitanındsa onları öve öve bitiremiyordu. Aşık Veysel onları arşa çıkarmıştı. Aşık Veyselcik kitabı kendisine okuduğumda acı acı gülmüştü ama olsun, kitabı okuyanlar öyle bilecekti ya o yeterdi. Aşık Veysel sihirli değneği ile 1100 öğrenciye müzik öğretmişti. Çiftelerli arkadaşlarım gereksiz yere kaygılanıyorlar, gittikleri yerlerde onlar da bir yolunu bulup sihirli değnek sahibi olurlar. Ahmet Emin Yalman bir de onlara neden uğramasın?
Bulgur çorbasını atıştırırken bunları düşündüm;kartşılıklı konuşuken ortak düşlerimize seviniyorum ama ayrı düşünce bu düşlerden paylarımıza ne kadarı düşecek?Her hafta kendi kendimize sınav veriyoruz;bildiğimiz şarkıları, arkadaşların karşısına geçince gönlümüzce yönetemiyoruz. Bunu konuşurken:
-Nasıl olsa olur! diyenlerimiz var, bu, nasıl olur?Çalışırken becerilemeyden bir iş, iş başa düşünce, nasıl olsa olur mu?Olursa öyle olur(!)
Nihat Şengül beni izlemiş:
-Arkadaş, bir şeyler düşünüyorsun, hayırdır! dedi. Nihat’a yalan söyleyemedim, düşündüklerimi kendime çevirerek anlattım. Beni dinleyen Kamil Yıldırım:
-Sen kendini değil sanki beni anlatıyorsun, elimdeki cız bız kemanla 1000 kişilik bir okulun bayrak törenlerini nasıl yöneteceğimi şimiden düşünüyorum. Geçen yaz doğrusu bunun çok sıkıntısını çektim! deyiverdi. Meğer ötekiler de doluymuş. Ancak hemen kolayını buldular;gider gikmez, eğer henüz alınmamışsa okullara akordiyon aldıracaklar. Kısa zamanda öğrenip akordiyonla ders yapacaklar. Buna da ben güldüm. Ancak karşı bir söz söylemedim. İçimden, anlamını tam bilmememe karşın şunu dedim:
-Benim oğlum bina okur, döne döne gene okur!(Keennem keennem lâyefhem!)
Aydın Gün Öğretmen gülümseyerek geldi. Alıştığımız için önce güldürecek bir söz söyleyeceğini bekliyorduk. Haklıymışız, Aydın Gün Öğretmen bir soruyla söze başladı:
-Benim kadar adını ters çevirip söyleyen var mıdır? Gülenler oldu. Öğretmen Ali Kuş’a işaret etti:
-Sen söyle! Arkadaş olayı kavrayamamış, sordu:
-Neyi söyleyeyim öğretmenim? Azmi Erdoğan cevapladı:
-Kuş Ali! Öğretmen:
-Olmadı değil mi? Gerçi konuşmalarda, kimi, durumlarda bu tür konuşmalarda böylesi geçerlidir ama, bunlar ender olur. Benimki her derse girdiğimde, bir dostla karşılaştığımda bu tekrarı yapıyorum! Arkadaşlar, dalgınlıkla adlarını söylerken öğretmen sordu:
-Adlarınızla ilgili çocukluk anılarınız var mı? Önce anlayamadık ya da öğretmen anlayamadığımızı sezince kendisi anlattı. Onun çocukluk döneminde çevresinde pek Aydın adlı kimse yokmuş ya da azmış. Kendisine sık sık soranlar olmuş:
-Aydın ne demek?İlk sorulduğunda:
-Aydın , ben demek! dermiş. Bazı sırnaşık kimseler:
-Evet anladık ama “Sen kimsin?” Çocuk Aydın da bir süre:
-Ben Aydın’ım demiş, sonraları da soruları cevapsız bırakmış. Arkadaşlardan Talip’le Muttalip sorgulandığını söyledi. Azmi Erdoğan ise kendiliğinden adının anlamını açıkladı. Sözün saptırılarak uzayacağını sezen öğretmen gülümseyerek:
-Figaroyu evlendirelim mi? diye sordu. Bizim beklediğimiz de buydu, bir ağızdan:
-Evlendirelim öğretmenim! Öğretmen Figaro’nun Düğünü Operası’nı ara ara aryalarından bölümler söyleyerek anlattı. Öğretmen, dikkatimizi çekti:
-Opera için, kısaca.
-Müzikli oyun diye tanıtırlar ama bu tanım yeterli değildir. Operadan operaya fark vardır, bu farklar oldukça da büyüktür. Tıpkı tiyatro gibi! tiyatro vardır, gönül eğlendirmek için sahneye insanlar çıkar, bir şeyler anlatır ya da şaklabanlık yapar, seyircileri güldürür; sahne kapanınca da izleyenlerde hiç bir iz kalmaz. Tiyatro vardır, perde kapandığı zaman izleyiciler büyülenmiş gibi tiyatronun etkisinden kurtulamaz. Operalar da böyledir. Wagner operalarında izleyenler başka bir dünyada yaşar gibi olurlar. Mozart operaları da biraz böyledir. Mozart Operalarını, özellikle Figaro’nun Düğünü’nü, Don Juan’ı iyi anlamak için Avrupa tarihini biraz bilmek gerekir. Operalarının metinlerini Mozart yazmamıştır ama o dönemi iyi bilen yazarlarla iş birliği yapmıştır. (İtalyan, Lorenzo de Ponti- Fransız, Pierre Beaumarchais ) Avrupa insanı uzun bir dönem çok eski dönemlerin efendi-köle ayırımı gibi birbirine katılmayan iki insan grubu olarak yaşamıştır. Bu grupların birinden olanlar neredeyse köle insanları gibi ötekilerce küçümsenmişlerdir. Efendi olarak korkunç bir tahakküm kuran bu insanlar ötekilere öylesine egemendir ki, onların kadınlarını, kızlarını ellerinden alabilirler. İşte Mozart bu iki operada da bu konuyu ele almış, güzel müziğiyle bu çirkin haksızlığı insanlığın önüne sermiştir. Figaro’nun Düğünü Operası bu konuyu sergilemek için bestelenmiştir. Olay bir asilzade konağında geçer. Konakta, biri bayan biri bay iki genç hizmetçi vardır. Bunlar evlenmeye karar verirler. Ancak evlenmeleri için yanında çalıştıkları asilzadeden izin almak zorundadırlar. İstenen izin verilir ama, Bay asilzade, geleneksel hakkını kullanmak niyetindedir. Ancak bunu açık açık yapmaktan çekinir, dolambaçlı yollarla yapmaya kalkışır. Eşinin niyetini sezen Kontun eşi, hizmetçileriyle yakınlaşıp, kocasının kurduğu dalavereli düzenleri bozar, modası geçmiş bir oyuna kalkışan konak sahibi, çevirmeye çalıştığı bütün kirli çıkışlarında başarı kazanamaz, avucunu yalar. Olaya bir de, o zamanlarda çok rastlanan bir çocuk kaybolması katılır, Figaro gerçekte kimsesiz biri değildir, anne babası ortaya çıkar. Operada görüntü olarak bunlar vardır. Ancak bu değişik durumları ifade eden müzik önemlidir. Sevgi, nefret, kaygı tek ya da birlikte sevinçleri Mozart olağanüstü işlemiştir.
Beaumarchais Wolfgang Amadeus Mozart De Ponti
Mozart hakkında bildikleriniz vardır. Olağanüstü bir müzik duyarlığı olan müstesna yaratılışlı bir insandır. . Altı yaşlarında beste yapmaya başlamış, on yaşından sonra opera denemeleri yapmış, bunlarda da başarılı olmuştur. Besteleri dışında sürekli de konserler vermiş, o günlerin Avrupa’sında konser vermediği yer kalmamıştır. Figaro’nun Düğünü Operası’ı 30 yaşında yazmış. Bu nedenle opera Mozart’ın olgun dönemi eseridir. Zaten bildiğiniz gibi otuz beş yaşında da ömrünü tamamlamıştır. Aydın Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:
-Operada üç erkek sesi de vardır. Ancak ben, operanın oynandığında içinde bulunmuş bir kimse olarak öteki aryaları da çok dinlediğimden tenora adapte ederek sizlere örnek verebilirim deyip sıra ile Bariton, tenor, bas partilerinden arya örnekleri verdi. Önce Figaro’dan bir örnek verdi. Figaro, sözleştiği Suzanna’yı kıskanır, kuşkuludur, aklınca, sanki karşısında birileri varmışça tehditler savurur. Kontun gözü başkasındadır ama, konağa sık sık gelen bir genç vardır. Kont bu gençten eşini kıskanmaya başlamıştır. Bir ara iyice sinirlenir. Öğretmen onun aryasını da söyledi. Sonunda Kont çevirdiği numaralarda başarılı olamamış, eşine karşı mahcup duruma düşmüştür; eşinden özür diler. Öğretmen, gerçekten üzgünmüş gibi tavır takınarak Kont’un özür aryasını da söyledi.
Öğretmenin sesinden sözlerini noktalayacağı belli olmuş gibiydi; kapıya baktı. Mahir Canova gelmişti. Aydın Öğretmene sordu:
-Erken mi geldim!
Öğretmenler, aralarında bir şeyler konuştular. Faik Canselen Öğretmeni soracaktım, ona gerek kalmadı. Mahir Öğretmen:
-Devam edebilirsiniz. Biz nasıl olsa Faik Abi’nin saatlerinde de çalışacağız; öyle sözleştik. Haftaya da o benim saatlerimi dolduracak. Onun bu hafta özel bir işi çıkmış. İyi bir rastlantı, benim de haftaya gelememe durumum vardı, böylece anlaştık! deyince ben rahatladım ama arkadaşlardan kimilerinin yüzleri biraz gerildi. Aydın Öğretmen nedense:
-Biz, bir süre daha aralıksız devam edeceğiz, sonrası can sağlığı deyip ayrıldı.
Mahir Öğretmen, yüzlerimize bakarak hatırımızı sordu.
Kral Oidipus Trajedisi rolleri dağıtılmış, bir süre üstünde durulmuştu. Mahir Öğretmenin ondan başka seçtiği bir oyun vardı Gogol’un Müfettiş’i. Öğretmen kitabı daha önce tanıtmış hatta, rol alabilecekleri de belirtir gibi olmuştu. Bu kez kitabı çıkardı. Oyunun komedi olduğunu ancak bu komedinin ilginç bir yanı bulunduğunu, sahnedeki oyuncuların zaman zaman dramatik yaşamlarına karşın davranışların izleyicilerce komedi olarak karşılayacağını anlattı.
Rus yazarı Gogol hakkında bilgi verdi. Gogol, Rus yazarlarının ilklerindenmiş. Tolstoy, (1828-1910) Dostayovsky, ( 1821-1881)Puşkin, (1799-1837)Turgenyev, ( 1818-1883)Çehof, (1860-1904) Gorki’(1860-1931)den kitaplar okudum ama, bir birini etkilemesi bakımından bir sıralama ile karşılaşmamıştım. En yaşlıları Puşkin sanıyordum; haklıymışım Gogol 1809-1852 yıllarında yaşamış, Puşkin’den sonra sayılır ama nedense Mahir Canova Öğretmen onu öne aldı. Gogol’un Müfettiş’i ile Taras Bulba kitaplarını okumuştum. Tolstoy’dan Harp ve Sulh, Basübadel Mevt, Kazaklar, Anna Karanina, Hacı Murat, Kreutzer Sonatı. Dostoyevsky’den Karamozof Kardeşler, Cürüm ve Ceza, Beyaz Geceler, Turgenyev’den Babalar ve Oğullar, Çehov’dan Maske, Hikayeler, Bir Evlenme. Puşkin’den Mozart, Vişne Bahçesi, Maça kızı.
Mahir Öğretmen, kitap okumaya çok önem veriyor, konuyu genişletecek, diye beklerken umduğum olmadı, Gogol’la kitabı üstünde durdu. Gogol’un komedi anlayışını Rus halkının çok özel durumuna bağladı. Fransız Moliere ile İtalyan Goldoni ile karşılaştırmalar yaptı. Bu arada bize tiyatro gitmemizi önerdi. Devlet Konservatuvarı Tatbikat sahnesi Goldoni’ nin Kahvehane’ sini oynuyormuş, görmemizi istedi. Kahvehane geceleri Halkevi sahnesinde oynandığından trenle gitmemiz zor. Kamyon işini de bir türlü yoluna koyamadık.
Mahir Öğretmen öğleden sonra da 3. Sınıflarla birlikte toplanmamızı söyleyip ayrıldı.
Yemekte konu tiyatro oldu. Okul Müdürüne topluca gidelim! Herkes “Gidelim!” diyor ama Okul Müdürüne konuyu kim açacak? Nasrettin Hoca’nın fıkrasını anımsadım; Nasrettin Hoca’nın yaşadığı Akşehir’e Timur geldiğinde, bakımı için bir fil bırakmış. Fil, ortalıkta ne bulursa yiyormuş. Akşdehir’de yeşillik kalmamış. Sonunda halk toplanmış, durumu Timur’ anlatmaya karar vermişler. Bir süre “Sen git, ben git! yaptıktan sonra topluca gitmeye karar vermişler. Çünkü tek olarak ya da birkaç kişi gitmeyi kimse göze alamamış. Toplanıp gittiklerinde Timur’un karşısına çıkılacağı sıra birer ikişer herkes tüymüş, Nasrettin Hoca yalnız başına kalıvermiş. Bu sıra da Timur Hocayı karşısına almış. Hoca ne yapsın, Timur’u usturuplu bir şekilde selâmladıktan sonra:
-Bize bakmak için bir fil vermiştin, hayvancık tek olarak sıkılıyor, lütfen ona arkadaş olacak bir tane daha gönder! demiş. Timur memnun olmuş Nasrettin Hoca’ya övgüler yağdırıp Akşehir’e bir fil daha göndermiş. Bizim arkadaşlar da kapıdan herkes dönebilir, yalnız kalırım; korkusuyla Okul Müdürüne gitmeye karar veremedi. Arkadaşlar, anlattığımı bize uygun bulmadılar:
- Herkes kaçarsa kapıda kalan söyler! Bu kez de fıkra anlatma, yakıştırma tartışması başladı. Söz Akşehir’e kaydı. Akşehir’den kimde ne kaldı? Sorusu soruldu. Bendeki resimleri, hazır kartları anlattım. Görmek isteyenler çıktı. Söz verdim, bir gün topluca bakacaklar.
Geçen yıl iki sınıf bir arada sık sık derse giriyorduk; bu yıl son sınıfların stajları nedeniyle birbirimizden iyice uzaklaştık. Bugün bir araya gelince bir değişiklik oldu. Onlardan gene eksikler var. Zaten Mahir Öğretmen onları fazla tutmadı, Şerif Yalman’ı denedi, onun, Muttalip’le karşılıklı oynamasını uygun buldu. Daha önce saptandığı gibi Müfettiş(Sahtesi) Kamil Yıldırım. Önemli rol sayılan Dopçinki ile Bobçinski (Şerifle Muttalip) Rol dağılımı tamamlanınca Mahir Öğretmen rol dışı kalanları serbest bıraktı. Alt odadaki piyanoya geçerek çalışmamı sürdürdüm.
Faik Öğretmen neden gelmedi? Bir gün, 35 yaşında olduğunu söylemişti, belki de evleniyordur. 35 yaşında olduğuna göre 1910 yılında doğmuş olmalı. Küçük ablamdan iki yaş büyük. Küçük ablamın 6 yaşında çocuğu var, bu ikinci çocuğu. Birincisini yaşatamadılar. Yeğenim İsmet’i düşündüm, 21 yaşında, kızı Saime bir yaşını geçti. İsmet 35 yaşına girdiğinde Saime 15 yaşında olacak. Faik Öğretmenin de 15 yaşında çocuğu olabilirdi. Mahir Canova Öğretmenle Aydın Öğretmen ikisi de evli. Ancak ikisi de çocuktan söz etmiyor. Nereden nereye? Fikret Madaralı Öğretmen’le Ahmet Gürsel Öğretmeni anımsadım; ikisi de evliydi, onlar da çocuktan söz etmiyordu.
Yıldız geldi, Müfettiş piyesinde kent yöneticisinin kızı rolünü üslenmiş; ”Yapabilir miyim?” diye benden sordu. Halise’nin de rolü var. Hiç bir sakınca görmediğimi söyledim. Topluluk karşısına çıkmaktan çekindiğini söylüyordu, bunun güzel bir fırsat olabileceğini anlatınca sevindi.
Akşam yemeğimiz neşeli geçti. Kâmil Yıldırım, Müfettişliği benimsemiş. Halil Yıldırım ise Kâmil’i Müfettişliğe yakıştıramıyor:
-Çok zayıf, Müfettiş gösterişli olmalı! diyor. Kâmil için özel yastıklar hazırlayıp şişman göstermeyi kurdular. Sahiden Müfettişler gösterişli midir? Kepirtepe’ de sık sık Başmüfettiş Hayrullah Örs gelirdi, oldukça gösterişliydi. İlkokul Öğretmenin Ahmet Korkut da Müfettiş olmuştu, o ise tığ gibi bir insan, ata biniyor, voleybol oynuyor. Lüleburgaz’da Abdi Yalçın Bilguvar da öyleydi. Belki İlkokul müfettişleri gerçek müfettiş değildir. Arkadaşlar güldü:
-Elbette değil, onlar gerçek müfettiş olsa bizim gibilerini müfettiş olarak il bölgelerine gönderirler mi? Böyle demekle beraber gelecek yazın kendi illerimize Müfettiş Stajı için gideceğimize sevindiğimizi saklayamadık. Bu arada okulların tatil olduğunu biz, okulların nesini teftiş edeceğimizi sorguladık. Sonuçta ise bunun bizlerin harçlık almamız için düşünülmüş bir olay olduğu kanısına vardık.
Yemekten sonra kitaplığa gittim. Hüseyin Orhan’la Harun Özçelik kitap okuyordu. İkisi de aynı kitabı okuyorlar. Küçük bir kitap. Kendi ders profesörlerinden Hikmet Birand yazmış: Sarı Sıcak. Prof. Hikmet Birand’la konuşmuştum, onu, müziksever biri olarak tanımıştım. Kitap, tüm öğrencilere parasız olarak dağıtılmış. Harun’da bir fazla varmış bana verdi. Oturup onu okudum.
Yatınca birden, kitap okumayı kestiğime üzüldüm. Tüm zamanımı piyanoya vermem doğru mu? Okulu bitirince piyanosuz bir okula gidersem o zaman okurum! gibilerdeki kuruntumu bu kez doğru bulmadım. Dergi Kolu odasında okunacak daha doğrusu okunması istene kitapların listesi var oradan bir kitap seçip dergiye vermeyi tasarladım.
Kepirtepe’de okuduğum kitapların özetlerini çıkarmıştım. Onlar köyde ama içlerinden unutamadıklarım var. Bir süre onları anımsamaya çalıştım: Kreutzer Sonatı, Beyaz Geceler, Nora, Peer Gynt, Kırmızı ve Siyah, İzlanda Balıkçısı, Thais, ilk aklıma gelenler oldu. Bunları anımsadığıma sevindim. Uyumuşum. . . .
30 Ocak 1945 Salı
Uyanınca akşamki kaldığım yerden devam gibi oldu. Ancak anımsadığım kitapların hiç birisi, bizim buralarda anılmıyor. En iyisi Dergi Odasından bir ad alıp onun üstünde durmak! Psikoloji dersinden sonra uğramaya karar verdim.
Kahvaltıda, Prof. Hikmet Birant’ın kitabından söz açtım. Meğer bizim arkadaşlar hep almış. Hem de bizim salona getirip dağıtmışlar. Benim alt odada çalıştığım bir zaman geldiği için ben alamamışım. O zaman benim için bir kitap almayan arkadaşlar söz birliği ile kendi kitaplarını bana vermeye kalktılar. Bulduğumu söyleyince de bir bölümü sevindi:
-Söz verdim ama benimki ortalarda yok; ben de benimkinin ne olduğunu biliyorum! deyince gene gülüştük. İçimden ünlü sözü tekrarladım:
-Güleriz ağlanacak halimize!
Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen yanında Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile geldi. Öğretmen, Hüseyin Atmaca için:
-Benim yardımcım, ben buraya dışardan geldiğim için neyin nerede olduğunu pek bilmiyorum; Atmaca, atmaca gibi benim yardımıma koşuyor. Üniversitelerde de profesörlerin birer yardımcısı olur, onlara asistan derler, yabancı bir söz, asiste etmek, aşağı yukarı o da yardım etmek demektir. Onların yardımları bilimsel alanlara da girer. Bizimki o kadar değil, günlük işlerimizin yolunda gitmesi üstüne yardımlardır! dedi. Hüseyin Atmaca elindeki kitapları masaya koyup bir deste kağıdı hepimize dağıttı. Bunlar başka zaman da dağıtılan teksir yazılardı. Önce, kağıt dağıtılma işini yazılı yoklama varsayıp, duraksamıştık. Kağıtların üstünde şiirler görünce yürek serinliği duymakla birlikte öğretmeni sessizce bekledik. Öğretmen, açıkladı:
-Bundan böyle kimi derslerimizde bu yolu izleyeceğiz. Konumuz şiirdi, birimiz okuyup ötekiler dinlerken şiirlerin yüce duyguları uçabiliyor. Şiirin kendisi elimizde olursa görme duyularımız belleğimize yardımcı olur.
Öğretmen, Hüseyin Atmaca’ya teşekkür etti, Atmaca ayrıldı. Atmaca ayrıldı ama benim aklım Atmaca’ya takıldı. Öğretmen niçin böyle konuştu? Atmaca zaman zaman arkadaşlarla konuşurken:
-Ben Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin asistanıyım! diyordu. Öğretmen bunu duydu da:
-Asistan falan değil, sadece buradaki işlerimde bana yardımcı oluyor! demek mi istedi? Evet ama, bunu niçin istedi? Soruları uzatamadım, Sabahattin Öğretmen, Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirini okudu.
NEDİM’ e DAİR Mevsimin tam lâle zamanı Geçtim bir akşam Sâdabat’tan. Koltuğumda Nedim divanı. Sorma ne kalmış o hayattan? Ne def’i gam eyleyen şarap, Ne mestinaz. . . Sâdabat harap! Sâdabat değil, Kâğıthane; Çingenenin fal baktığı yer. Lâle devri ancak efsane! Koca Nedim! N’oldu o günler? Dilde lezzet bunca mısraın, Söylemiyor nerde mezarın! Cahit Sıtkı Tarancı
Öğretmen, Sâdabat, divan, def’i gam, mestinaz, efsane sözlerini açıkladı; şiirin hikâyesini anlattı. (Şiirin hikâyesi sözleri öğretmenindir)
Öğretmen, eliyle işaret ederek Mustafa Top’la Kemal Kızılelma’ya okuttu. Arakadaşlar okuyunca öğretmen bu kez elindeki bir kitaptan Nef’i’nin bir gazelini okudu:
Mahşer olmuş sahn-ı Kağıthane dünya bundadır Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır Bu da bir gündür kıyametten nişanı aşikâr İşte gör ol afitâb-ı âlem ara bundadır Dilberin bâlâ bülendi aşığın üftadesi Bir yere gelmiş bugün a’lâ vü edna bundadır Anmasın sofi dahi kısmette vahdet âlemin Yâri tenha avlayan uşşak-ı şeydâ bundadır Cümleden ol güne sermestân-ı sahib- halden Nef’i-i şuride-i bîbakî rüsva bundadır
Öğretmen gülümseyerek:
-İşte size bir Divan şairinin Kağıthane şiiri. Gerçekte, kendi devrine uygun güzel düzenlenmiş, söz oyunları olağanüstü ama okuyucunun düş dünyasını kalıplaşan sözlerle sınırlıyor. Ne diyor?
Kağıthane, her türlü insanla dolmuş, öylesine kalabalık ki Mahşer dedikleri o insanlar için ilahi sonuç da ancak böyle olabilir. Bilirsiniz Mahşer denilen o kimsenin görmediği yer, çok kalabalık olarak bir düş diyarıdır. Şairimize göre bugün, salt insan değil cümle varlıklar hatta güneş bile buraya gelmiştir. Selvi boylu dilberler, içi yanan aşıklar, kısacası her türlüsü bugün buradadır. O, kendine özgü bir düzenden söz edenler(Din adamları) bugün birlikten, benzerlikten söz etmesin, bugün burada sevgililerini kandırmak için türlü dalavereler düşünen çapkın aşıklar da buradadır. İş bununla da bitmiyor, sarhoşlar hilekârlar, hırsızlar dahası o herkesin perişan, saygısız, kepaze dediği Nef’i bile buradadır.
Öğretmenin gülmemek için kendini tuttuğu belli oluyordu; bakışları değişti. Sanırım Nef’nin kendisi için kullandığı sıfatlara güldü. Kaşlarını kaldırarak:
-Bu gazel, bizim tarih bilgimizi de yoklar gibi. Sizce öyle değil mi? Lale devrini okuyanlar, Kğıthane’yi salt Lale Devri’inde geliştirilmiş olarak anlatırlar. Lale Devri’ni de, (1715-1730) Nevşehirli İbrahim Paşa, şair Nedim! deyip sınırlarlar. Bakın, bir yüz yıl önce(1572-1636) yaşamış olan Nef’i de oranın gözde bir yer olduğunu anlatıyor.
Öğretmen okuduğu gazeli, Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiiri ile karşılaşma yapmak için okumadığını, bunun gereksiz olduğunu, ancak kavranması gereken bir gerçeğin de gözden ırak tutulmamasını anlattı. Fransızca sözler söyledi. Sonra da Fransızca okuyanlardan, İngilizce okuyanlardan Almanca Okuyanlardan birer ikişer cümle istedi. İngilizce, Almanca cümleler söylenince öğretmen gülerek:
-Cümleten ol güne sermestan-ı sahip halden! Mısraını tekrarlayarak sordu:
-Bunların aralarında okuyucu için bir fark olur mu? deyip sorusunu kendisi cevapladı:
-İkisi de anadilimize yabancı!
Öğretmen bu kez de kağıtlardaki 2. şiiri okudu. Şinasi Özden.
Şinasi Özden de Varlık Dergisi şairlerinden, adı geçince sevindim. Gözlerim Talip Apaydın’ı aradı, yakınımdaymış, gülümsedi. Biliyorum Talip, Şinasi Özden’i çok sever.
Efsane Ürkek ceylânların mezarı olan bu ormanın Sisli ve ıslak havasında Hüznümüzden, sevincimizden bir beste gizlidir Duyuyor musun? Yüreğinden vurulup düşen bir gazalin Ölüm hummasıyla yaşaran gözleri Şu durgun suda Görüyor musun? Ve, sevgilim Gözlerime baktıkça Taş yürekli avcıların küçük merhametini Duyuyor musun? Şinasi Özden
Öğretmen, Şinasi Özden için:
-Sizlerin yaşında, oldukça girgin; şiirle de yetinmiyor, araştıran, soruşturan bir genç! dedikten sonra şiiri bir kez daha okudu. Şiir için, ortaya konuşarak:
- Çok sert sözler vardır, ölüm, yok olma gibi hazin çağrışımlar uyandıran sözler, şiirin taşıyamayacağı sözlerdir. Şairler bunlardan kaçınırlar, kaçınmalıdırlar da! dedi. Arkasından da,
-Şinasi, bu şiirinde benzetmelere fazla yer vermiş, benzetmeler de okuyucuyu bıktırabilir! deyip gene gülümsedi:
-Taş yürekten, küçük bile olsa merhamet beklemek (!)
Öğretmen bu kez 3. Şiiri okudu. Oktay Rıfat’ın Karıma başlıklı şiiri. Bunu da Varlık Dergisi’nde okumuştum.
Karıma Bulunmaz sevdâzede Fuzuli, Nedim Kanayan aşklarıyla yaşarlar bende. Sevdiğim, devletli sultanım, efendim Emreyle şiirler söyleyim kapında! Duyulmadık şiirler, ağır ve güzel Ki misli bulunmasın acemde bile. Gitsin kulaktan kulağa, elden ele Bir zaman gözlerinçin yazdığım gazel. Ve kalbin sevda diye yandığı zaman Ayın on dördüne karşı pencerede, Saçların, çıplak omuzların gecede. Mısralarım dökülsün dudaklarından. Sen faydalı nisan yağmuru gibisin. Bereket ve huzur getirirsin şiire. Ebediyet çığırını açtın kadere; Bu baharın ve bu gönlün sahibisin. Oktay Rıfat
Öğretmen, Oktay Rıfat’tan şiir okuyup okumadığımızı sordu. Arkadaşlardan kimileri, ”Okuduk!” diye karşılık verince Turan Aydoğan, geçen yıl Hamdi Keskin Öğretmen üç şairi tanıttığını anlattı. Öğretmen:
-Öyleyse ben de tanıdığa bir kaç tanıdık söz ekleyeyim! deyip şiirin kafiye kaygısı taşıdığını, ”İki cami arasında bînamaz!” sözünü anımsattığını, buna karşın şiirin, duygu yüklü olduğunu anlattı.
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın bakın, ne kadar mütevazı, ne kadar diğerkâm! dedikten sonra kullandığı sözlerin anlamını açıkladı;
-Bu sözleri kullanmadığınızı biliyorum, içinizde bunların anlamını bilmeyenler vardır! dedikten sonra mütevazi için alçak gönüllü, hoş görülü, başkalarına yardım etmeyi seven, diğerkâma da benzer anlamlar yakıştırabiliriz! deyip bir başka şiir okudu.
Bu Saatte Pencereler bizimdir bu saatte, Uykumuzu işçilere bıraktık Uyandırmayalım erken kalkacakları. Sahibiyiz bu saatte denizin, Gökyüzünü genişletmek elimizde. . Çıkmaz yıldızlar sözümüzden. . Herkes yatağında memnun bu saatte. Her zamanki ziyaretinde ölüler -Düşünmüyoruz onları şimdilik- Başka şeyler düşünülür bu saatte. Daha açık bahsedilir yaşamaktan. Rıfat Ilgaz
Şair, genç bir öğretmenmiş, arkadaşlardan duydum, başka şiirini okumadım. Ancak bunu beğendim. Daha doğrusu ben şiirleri iki başlık altında değerlendiririm:
-Birinci grup benim şiir anlayışıma uygun olanlar.
2. grupsa şiire yeni başlayanların gelecekte daha güzel şiirler yazacağı umuduna kapıldıklarımdır. İşte bu da onlardan biri. Anladığınızı sanırım, az önce okuduklarım da bu gruptandır. Yoksa benim beğendiklerim doğal olarak Yahya Kemal, Faruk Nafiz’in bazı şiirleri, Ahmet Haşim, Tevfik Fikret gibi üst düzey bir bir yerler tutmuş şairlerdir. Benim bir kazançlı yanım da yabancı basını izleyecek ölçüde yabancı dil bilmemdir. Bu nedenle benim, bizim şairlerin sayısından çok yabancı dilden okuduğum şairler vardır. Beğeni ölçümü biraz da onlara göre tutmaktayım. Arkadaşlardan parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen söz verince yabancı şairler soruldu.
Sabahattin Öğretmen:
-Sizler kimleri biliyorsunuz? İsterseniz onları saptayalım, onlar içinden ortak tanıdıkları seçmemiz daha yararlı olur! Oldukça çok parmak kalktı. Ad verilmeye başlayınca parmaklar indi. Gerçekte çok ad verilemedi. Şaheserler Antolojisi’ nden öğrendiğim şairler vardı, Victor Hugo, Alfred de Vigny, Alfred de Musset, Ayrıca şiirlerini okuduğum Alman şairleri, Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich Schiller, Henri Haine(Goethe’nin Röslein’i ile Haine’nin Lorelei şiirlerinin Almancalardan okumuştum( Byron, Yahya Kemal’in Açık Deniz şiirinde geçmişti; Byron’ru bedbaht eden melâl! Rakofça kırlarında “lâl, falan deniyordu. Röslein’i ezber okumaya bile hazırlandım. İngiliz Byron, ile Shelly’yi başkasından da duymuştum. Adlar, büyük bir liste oluşturdu ama, söylenenlerin çoğu ünlülüğü bir yana şair bile değildi. Homeros, Moliere, Corneille, Edgar Allen Po, Racine, Shakespeare, Lamartine, La Fontaine, Puşkin, Oscar Wilde, Jüles Verne, Goethe, Schiller, Bernard Show, Rudyar Kipling, Rabindranath Tagore,
Öğretmen adlar söylendikçe başıyla “Evet !”(derce) işreti verdi. Sonunda da:
-Bunları da bir başka gün konuşalım, benim sevdiklerimin hemen hemen hepsinin şiirleri dilimize çevrildi, iç değilse rahatlıkla onları okuyup üstünde konuşabiliriz!
Öğretmen gülümseyerek, kitaplarını alıp ayrıldı.
Kimi zaman olduğu gibi fazla itiş kakış olmadan Büyük Salon’a geçtik. Dergi Odası’nı görünce Kitap adı alma aklıma geldi. Goethe’nin Wilhelm Maister’lerini seçebilirim. Wilhelm Maister, Wilhelm Maister’in Çıraklık Yıllarını (Bu iki cildi, ite kaka bitirmiştim. Bir daha okumam gerekecek!)
*
Yunus Kazım Öğretmen, ender açtığı çantasını bu kez masaya koyunca açıp içinden iki kitap çıkardı. Kitabın birini kaldırıp gösterdi:
-Zaman zaman benden kitap soranlarınız oluyor. Kitap okumanızı isterim de seveceğinizi kestiremediğim kitapları da size önermem. Bilirsiniz, renklerle zevklerin tartışması yapılmaz; daha doğrusu yapılmaması gerekir. Gerçi öğretmenlerin seçtikleri, olur olmaz kitaplar değildir. Gene de temkinli davranmak gerekir. Ancak bazı kitaplar vardır bunlar, doğrudan öğrenmek isteyenlere yardım amacıyla yazılmıştır, işte öylesi için kefil olunur!
Öğretmen kitabı gösterdi. Kitap, Osman Pazarlı - Felsefe Ödevleri adlı kitabıydı. Öğretmen kitabın küçüklüğünden, sürekli okunması gerekmediğinden uzun uzun söz etti, içinden başlıklar okudu. Düşünmek! Öğretmen, gülümseyerek:
-Düşünüyorum, öyleyse varım! dedikten sonra sordu:
-Kim söylemişti bunu? Şükrü Koç:
-Fransız düşünü Dekart!(Descartes) deyince bir sessizlik oldu. Öğretmen, Cogita Ergo Sum! sözlerini ekledi. Arkasından Fransız Filozofu Rene Descartes hakkında kısa bilgi verdi. !590-1650 yılları arasında yaşadığını, insan düşüncesinde yeni arayışlara yönelecek yeni görüşler ortaya attığını, akılcılık (Rasyonalistlik) denilen bu yeni görüşe göre insanlar, sorunlarını, düşünce yoluyla çözer. Bilimsel çalışmalar ancak düşünce yoluyla ilerleyebilir. Pozitif görüş olarak da adlandırılan bu görüş, bilimlerin ilerlemesine ol açmıştır. Yaşıtı Galila (Galileo Galilei, 1564-1642) arkasından İsaac Newton(1643-1727), Blaese Pascal (1623-1662) daha bir çok bilgin Descartes ışığında düşünce alanını aydınlatarak genişletmiştir.
O çağlarda bizim yurdumuzda da bilimle ilgilenen Katip Çelebi(1609-1657), Politikayla ilgilenen Koçi Bey’in(1590-1657), Dış Dünya ile ilgilenen gezginci Evliya Çelebi’nin(1611-1682) yaşadığını anlattı. Ancak bunların uyarıları, Osmanlı yönetimini ağı içine alan dinsel yobazlık, düşünceyi doğmadan boğazladığı için gelişemedi.
Öğretmen bundan sonra elindeki kitaptan bölümler okudu. Bu arada bir de J. J. Rousseau’ nın bir sözünü tekrarladı:
-Düşünmek, bütün sanatlar arasında en güç öğrenilenidir! Bir süre düşünür gibiduraksayan öğretmen:
-Bakın, düşünmek bir sanattır deniyor. Hem de bunu diyen küçümsenecek bir adam değildir; gelmiş geçmiş en büyük eğitimci düşünürlerden biridir. Bu öz üstünde duralım!
Öğretmen bundan sonra kitaptan bölümler okudu. Kitapta konu bir plâna göre işlenmişti.
Dinleyerek kavramak oldukça zor geldi. Bir birine çok yakın tanımları bellemek zor oluyor. Gerçi öğretmen tekrarladı ama en iyisi kitabı almak! deyip kendimi bıraktım. Öğretmen, yazarın, bu tür çalışmalar için bir plân geliştirdiğini anlattı.
Öğretmen kitabı kaldırarak tekrarladı:
-Kitabın adı Felsefe diyorsa da içinde Ruhbilim, Sosyoloji, mantık soruları da var. Felsefe sözü genel anlamda kullanılmıştır! deyip ayrıldı.
Yemekte konu felsefe oldu:
-Felsefe nedir? Filozof kime denir? Sokrat, Eflatun, Aristo anıldı. Ben de Filozof Rıza Tevfik’i ekledim. Adam kendisi:
“Filozof Rıza’yım, dinsiz anlama, Dini ben öğrettim kendi babama, Her telde oynarım, cambazım amma Sırat köprüsünden geçemem hocam!"demektedir. Ekrem Bilgin güldü:
-O kendisi kendine öyle bir ad takmıştır. Bizim Kızılçullu’ da birisi vardı, adı-soyadı dışında kendine usta denmesini istiyordu. Sonunda adam Usta olarak anılır oldu. Ekrem’in öyle demesine karşın ben. bu kez de Aka Gündüz’ün Bu Torağın Kızları romanında Akagündüz, Rıza Tevfik’in Beyoğlu’nda atla gezerken halkın onu “Yaşa Filozof Rıza Tevfik olarak alkışladıklarını yazıyor!” dedim. Hemşerim Kadir de söze karıştı; Rıza Tevfik için:
-O ihtiyar adam mı? diye sordu. Rıza Tevfik’in o sıralar bir kitabı çıkmıştı, Kadir onu görmüş. Gerçekten Filozof Rıza Tevfik’in kitabın kapağında uzun saçları omuzlarına dökülmüş, yüzünün çizgileri çıkmış bir resmi vardı. Konuşmalar giderek, geçmiş zaman insanlarını tek bir görüntüde öğreniyoruz. Onların, daha önce başka bir görüntüsü olabileceğini hiç düşünmüyoruz. Sokrat bizim için hep taştan bir adam, Nasrettin Hoca eşeğiyle, Napolyon atıyla deyince Nihat Şengül hemen filmi anımsattı. Bu kez de filmlerde izlediğimiz insanları o filmdeki görüntüsüyle bellediğimizi konuştuk. Şaka falan değil, bu, önemli bir konuydu:
-Bir varlık gibi bilgilerin de bir yanını öğrenip tümünü biliyorum sanmak böyle bir şey olsa gerek. Konuyu kendi uğraşılarımıza dayadık; ben, Mozart’ın bir sonatını çalıyorum. Acaba o sonatın öyle mi çalınması gerekiyor? Mozart onu öyle mi çalıyordu? Mithat Fenmen ya da Alfred Cortot o sonatları nasıl çalıyor? Plâk dolduranlar nasıl pürüzsüz çalıyor? Sorular soruları izledi, kendimize Salona varınca gelebildik. Bölüm Başkanı bizi beklemiş.
Geçen hafta sesleri notaya geçirme çalışmaları yapmıştık. Kolayımıza geldiği için biz bu çalışmaya Müzik İmlâsı diyoruz. Bu pek gerçeği yansıtmıyor ama öyle bir ad kondu. Öztekin Öğretmen, bizim iyi yetişmemizi istiyor. Özellikle çalıştığımız yörelerde söylenen halk türkülerini notaya almamızı istiyor. Sık sık da bu işi şimdiye dek yapanların müzik bilgisinden yoksun kimseler olduğunu tekrarlıyor. O bunları söyleyince benim içim sızlıyor. Bu konuda saygı duyduğum iki insan ömürleri boyunca bu işi yapmış değerli insanlar. Haklarından övücü yazılar yazılmış. Biri Ahmet Yekta Madran öteki benim Vahit Dede dediğim Vahit Lütfi Salcı. Enstitülerde oynanan zeybeklerin çaldığım melodileri notaya Ahmet Yekta Madran geçirmiş. Ayrıca marşlar bestelemiş, İstiklâl Marşı yarışmasına katılmış ünlü bir besteci. Vahit Dedem için ise elimde güvenilir bir tanık, onun yazdığı yazı var; Konservatuvar Müzik Tarihi profesörü olarak tanınan Mahmut Ragıp Kösemihal’in Varlık Dergisi’nde yazdığı yazılar var. Vahit Lütfi Salcı için:
-Sen bizim büyüğümüz, bu konuda (Notaya alma konusunda)en yetkilimizsin; yaptıkların müteşekkiriz, senden daha fazlasını bekliyoruz! diye yazmıştır. Biraz ekşimsi olarak defterimi aldım. Öztekin Öğretmen beni gene piyanoya oturttu. Seybold Keman Metodu sayfalarından biri açıp gösterdi:
-İşaretlileri, ben söyledikçe çal! dedi. Birinci keman metodu; tüm arkadaşlar bu parçaları çaldılar. Piyanoya oturdum ama aklımdan da:
-Bütün arkadaşlar bunu haftalarca çalıştı, birlik, ikilik değerler. Bu, kendi kendini aldatmadan başka bir şey değil! diye geçirdim. Öğretmen işaret verdikçe çaldım.
Öğretmen defterleri toplayıp birer birer baktı. Abdullah Erçdetin’le Ekrem Bilgin dışındakileri beğenmediğini söyledi. Üstelik benim düşündüğümü de ekledi:
-Bu nasıl bir unutkanlıktır ki, sizler bu parçayı günlerce çalıştınız. Çalıştığınız parçaların izleri kalmıyor mu? Sizde konserlerin de beklenen bir etkisi olmadığı kanısına vardım! Aman ha, günler gelip geçiyor, biraz kendimizi sıkalım! dedikten sonra kemanı aldı. Arkadaşlara:
-Piyano sesine alışmadığınızı düşünerek kendinizi haklı saymaya kalkışabilirsiniz, bir de temanla yoklama yapalım! deyip gene Seybold metodundan bir sayfa açtı. Bana bir şey dememişi ama kendiliğimden ben de yazdım. Yazım sonunda mahcup olacağımı düşünerek öğretmeni bekledim. Daha doğrusu benim deftere bakmayacağını sanıyordum. Oysa öğretmen benim defteri aldı. Yazılan 20 notadan ikisi yanlış çıkınca öğretmen, arkadaşlara dönerek:
-Sizin tutunacağınız hiçbir tutamak yok, sizler kulaklarınızın üstüne oturmuşsunuz, aman ha, önce buradan kurtulmanız için belli bir standardımız vardır, bunu bilin;8Sınavları kasterek) sonrası için ise önünüzde acımasız bir meslek hayatınız bulunmaktadır; lütfen biraz kendimizi sıkıştıralım!
Son saatler serbest enstrüman çalışmasına ayrıldı; oldukça sevinçle alt odaya indim. Mozart Kv. 279 do majör sonatın Andante (2. bölüm) bölümünü çalıştım.
Yemekte, çalınacak plâklar konuşuldu. Yeni bir öneri, tüm çalınanlar bir besteciden olsun! Öteki arkadaşların razı olup olmamasından söz edildi. Bizim masa isterse bizim öteki arkadaşlar bize uyar. Böylece bizim sınıf çoğunluk olduğumuzdan dediğimizi kabul ettiririz. Uzunca bir dırıltıdan sonra Tschaikovsky de karar kılındı. Keman Konçertosu, İtalyan Capriccio’su, Yaylı Sazlar Serenadı. . . . Hepsi keman üzerine olunca ötekiler de katılır! deyip kalktık.
Salonda da hazırlanan program söylenince herkes hoşnut oldu. Haftaya da Johannes Brahms! diyenler bile çıktı. Öğretmen gecikince beklemedik. Öğretmen geldiğinde de gülümseyerek:
-Tschaikovsky! deyip oturdu. Konçertodan sonra öğretmen sordu.
-Tschaikovsky’yi öteki Rus Beşli’lerinden ayıran özelliği nedir? Öğretmen bunu müzik özelliği olarak sormuştu ama işi şakaya götürmeyi seven Muttalık Çardak:
-Adının Almanca yazılışı! dedi. Öğretmen:
-Muttalip iş şakaya çekmeye kalktı ama bunun şakası yok, adam düpedüz Alman eğitimi altında yetişmiş. Bizde de bir zaman yabancı hayranlığı olmuş, orduda yabancı subaylar, teknik alanda, mimarlar , mühendisler. Çocukları bile Fransız mürebbiyeler yetiştiriyormuş. Ben, hemen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı Mürebbiye’ sini anımsadım. Ancak söylemedim. Olabilir, Öztekin Öğretmen:
- Anlat! derse, nasıl anlatırım! Mürebbiye denilen kadın düpedüz, yoldan çıkaran biri. Öztekin Öğretmen:
-Bizdekinin benzeri, Rusya’da olmuş, onlar da bir zaman Almanları benimsemişler. İhtilâl öncesi Çariçeleri bile Almandı! deyince ben bu defa da Tolstoy’u anımsadım; Tolstoy’u bir Alman mürebbiye yetiştirmiş. Bunu, kendisi, çocukluğunu anlatırken söylüyor.
Yatınca bir süre bunları düşündüm, okumanın yararları. . . Bu kez de Tschaikovsky’ nin serenadına takıldım; bu nasıl bir serenat? Bellenecek ayrı bir melodisi yok, orkestra çalınca güzel, tek çalgıyla çalınsa nasıl olacak? Schubert Serenat, Toselli Serenat, serenat sınırlarını çizmiş, serenat denince öylesi kısalık bekliyor gibiyim. Oysa geçen yıl orkestradan Mozart serenatlar dinlemiştik. ”Senfoni gibi serenatlar!” bile demiştik onlara. Öztekin Öğretmen sözünü tamamlamamıştı; yoksa Tschaikovsky için Alman mı demek istemişti. Vahit Dede’min bir yazısını anımsadım; o, Rahmaninov’la Karayev için Türk soyundan gelme diye yazmıştı. Ludwik van Beethoven için de Hollandalı diyorlar. Ünlü sanatçılar bir başka ülkede yaşayabiliyorlar. Bizim ülkemizde de Donizetti eskilerde yaşamış. Şimdilerde Alman Eduard Zuckmayer, Ernst Praetorius, Carl Ebert, Roji Sabo, Lico Amar, David Zirkin, bilmediğin başkaları yaşamaktadır. Prof. Zuckmayer’in kızı Mischell Türkiye doğumlu olduğuna göre ilerde ünlü olursa buralı sayılacaktır.
31 Ocak 1945 Çarşamba
Geçenn hafta sorulan soru Burhan Güvenir’e gene sorulmuş. Bu kez soran Küçük Hasan yakıştırma adlı Hasan Gülel’di. Burhan Güvenir Hasan’a öğüt verdi:
-Sen iyi bir arkadaşsın, seni gücendirmek istemem. Ancak o boşboğazlara lütfen uyma! Hasan anlayışlı, ”Peki abiciğim!” deyip yürüdü. Bu kez Ali Yücel sordu:
-O boşboğazlar kimler? Burhan Güvenir:
-Onlar bilir kendini, anlarını verip de üstüme mi çekeyim? Ahmet Allı takıldı:
--Anlamadın mı hemşerim, adam kendisinin olup olmadığını öğrenmek istiyor. Anlamaz olur mu, Doç. kaçın kurası? Bunu diyen Kemal Güngör’dü. Burhan ona dönerek:
-İşte bak, merhaba demediğim kimseler benimle uğraşıyor. Bu kez de Mehmet Toydemir:
-Unuttun mu doç. sen o arkadaşla bir zaman kan kardeşi olmuştun. İkiniz de bir boydasınız, bende fotoğrafınız da var. Burhan Güvenir güldü:
-Şunlara bak, neler yumurtluyorlar ?Ali Bayrak:
-Aldırma hemşerim, sen bize bugün Çeltikçi köyünü anlat. Oranın adı neden çeltikçi olmuş? Burhan Güvenir yumuşak bir sesle:
- Biliyorsun, riyakâr! Aklınca sen de bana yaranmaya çalışıyorsun!
*
Kahvaltıda, Doç. İbrahim Yasa’nın geçen hafta anlattıklarını anımsamaya çalıştık. Sekiz arkadaş derli toplu bir bilgi yumağı oluşturamadık. Amerika’daki üniversiteleri mi anlatmıştı, yoksa oradaki yerleşim birimlerini mi? Kadir kestirdi attı:
-Vallahi benim aklımda kalan tek söz:
-Bunları ben sizden istemeyeceğim! demesi. . . Halil Yıldırım güldü:
-Ne o, ötekileri isteyecek miymiş? Hepimiz güldük! Ancak ben, içimden geçirdim, Bu soru bizim
- İçinde bulunduğumuz gerçek durumu açıklayan yerinde bir soruydu. Dün öğleden sonra Bölüm Başkanının söylediklerini daha açıkça ortaya koyan bir durum, bilgi konusunda da gerçek durumumuz, işte bu!
*
Doç. İbrahim Yasa, piposu ağzında kapıya dek geldi, gene yan dönüp piposunu sarıp cebine koyduktan sonra gülümseyerek :
-Günaydın! dedi. Masaya oturduktan sonra:
-Bu günaydın, sözü benim öğrenciliğimde yoktu. Bazen düşünüyorum, o zaman ne deniyordu? Mehmet Toydemir parmak kaldırdı, öğretmen işaret edince sordu:-Amerikan üniversitelerinde ne diyorlar? Arkadaşlardan gülenler oldu. Öğretmen cevap vermeden gülenlere:
-Ciddi bir soru olmadığına güldünüz değil mi? dedikten sonra açıkladı:
-Amerika dediğimiz yer, Türkiye gibi yeknesak bir ülke değil, orada, İspanyolca, Çince , başta olmak üzere değişik düzeyde okullar vardır. Amerika dediğimiz A. B. D’de bizim gibi bir Millî Eğitim Bakanlığı yoktur. Ayrı Eyaletlerde bulunan okullar, Yerel Yönetimlere bağlıdır. Kimileri de büyük kuruluşlarındır, onlarca yönetilir! Öğretmen sözünü bitirir bitirmez Burhan Güvenir’ e baktı. Önce aralarında kararlaştırılmış olacak Burhan Güvenir elinde kağıtlar, kalkıp konuşmaya başladı. Burhan Güvenir, arkadaşların takılmaların karşın, rahat konuşan tok sesli, sözlerinin salonun her köşesine iletebilen bir arkadaş. Önce Çeltikçi köyünü anlattı. Anlattı diyorum ama Çeltikçi köyü için sağlıklı bir bilgi vermedi. ”Eski bir köy!” deyip geçti. ” Eski bir köy!” ne demek? Eski bir köyse o nun eskiliğini belirten bir takım kalıntılar olur. Uzmanlar o kalıntılara göre bir yaş söyleyebilirler. Burhan Güvenir ayrıca uyarıda da bulundu:
-Vereceğim rakamlar ya da adlar için not tutmayın, yazım önümüzdeki dergide
çıkacak, oradan alırsınız! Burhan Güvenir’in bu sözlerine bir çok arkadaş gülümsedi. Dikkat ettim, öğretmenin de yüzünde bir değişme oldu. Burhan Güvenir, yüklendiği ödeve gönülden sarılmış gibi. Gene de bir araştırmadan çok, kendi yorumlarının doğrultusunda, olaylara bakıp gördüğü tarafları anlatıyor. Biraz da Sami Akıncı’nın geçen yılki ödevinin etkisinde kalmış gibi. Çeltikçi Köyünde çeyiz, diyor ama gerçekte tüm köylerdeki çeyiz olayını anlattı. Ayrıca çeyizin dönem dönem tüm Anadolu’daki değişimini salt Çeltikçi’de olmuşçasına anlatması biraz baştan atma bir anlatım oldu. Öte yandan, Çeltikçi’nin büyük kentlerden uzak oluşunu, onun, kendine özgü geleneklerinin değişmesi üstünde fazla bir etkisi olmasa gerek. Bana kalırsa Burhan Güvenir, Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca romanını okumuş, onun etkisinde kalmıştır.
Burhan Güvenir konuşmasını bitirince parmaklar kalktı, ancak öğretmen kimseye söz vermedi. Önce elindeki kağıda bakarak Burhan Güvenir’e sorular sordu. Köye gittin mi? Kaç kişi ile konuştun? Konuştukların arasında kaçarak evlenen var mı idi? Öğretmen, soruların cevabını beklemen bu kez ortaya sordu, bu konuda kimlerle konuşulursa daha sağlıklı bir sonuç alınır? Arkadaşlardan söz alanlar oldu. Bir ara söz alanlar arasında tartışma çıktı. Öğretmen araya girerek birlikte bir saptama yapıldı; bu konuda kimlerle konuşulması gerekir?
-Evlenen kız, kızın annesi babası, yakın akrabaları; damat, damadın annesi- babası, yakın akrabaları.
Bu soruşturma, kaçan kız için de geçerlidir. Her iki durumda da yakın ve uzak çevrelerin olaydaki etkileri. . . Öğretmen sordu:
-Olay sanıldığı kadar kolay değil, ne dersiniz?
Öğretmen, devam edeceğiz. Bu bizim için bir başlangıç, böyle bir kaç denemeden sonra belli bir şablon çıkarıp, başka incelemelerde kullanacağız!
Öğretmen ayrılınca gene tartışma başladı:
-Doç, Sen Çiftelere geldiğinde üstünden çıkardığın kıl şalvarını, kuşağını nettin? Onları da gösterseydin! Birileri:
-Gösterecek, gösterecek, daha sene sonuna çok var! Arkasından da:
-Kırdırmayın Doç’u, bir gün, sizin köyleri de anlatır sonra!
Gülüşmeler arasında Doç. Halil Demircioğlu geldi. Öğretmen, çantasını masa üstüne koyduktan sonra:
-Bir kaç derstir biraz havai olarak başka ülkeleri dolaştık, onların sorunlarını irdeledik. Dolaylı olarak zaman zaman kendi ülkemizin de sorunlarına yer verdik. Ancak, kendimizin geçirdiğimiz bir evreyi, tarihimizde, kısa da olsa bir evreye değinmedik. Tanzimat olarak adlandırdığımız bu evreyi iyi bilirsek, asıl dersimizin konusu olan Cumhuriyet Türkiyesi’ nin görünmez iç ve dış tehlikelerini tam olarak saptayamayız. Tanzimat, bir rastlantı da olsa Cumhuriyet yönetimi için bir basamak sayılır. Hiç değilse biz onu öyle algılayıp Cumhuriyet kurumlarını yıpratacak toplumsal virüsleri tanımış oluruz. Bakın, bir tıp sözü kullanıyorum; virüs, hastalık yapan mikrop ya da benzeri bir zararlı hastalık ögesidir. Toplumlar da tıpkı insanlar gibi dayanıklı bir bedenle ayakta dik durabilir. Sosyoloji Biliminde bu benzetmeler enine boyuna kullanılır. Sağlıklı insanlar nasıl, hastalanmamak için hastalığa neden olan unsurlardan sakınıyorsa toplumlar da kendi sağlıklarına musallat olacak unsurlardan sakınırlar. Dahası onları, ilk sezişlerinde yok ederler. Toplumların başlıca ilâcı:
-Tehlikelerden uzak durmak, tehlike büyümeden ilk belirtilerde daha arazı yok etmektir. Öğretmen, az duraksadıktan sonra:
-Tanzimat olayını birlikte anımsayalım! deyip yüzlerimize baktı. Parmaklar kalktı. Öğretmen parmak kaldıranları dikkatle izleyerek Mehmet Başaran’a sizi, hiç dinlemedik, buyurun! deyince Mehmet Başaran çok heyecanlandı. !939 yılında Tanzimat ilân edildi! deyince Öğretmen:
-Bu kadar yakında mı, beş yıl mı oldu? Başaran, bunları duymamış gibi:
-Padişah Abdülhamit! diyerek konuşmasını sürdürürken parmaklar gene kalktı . Öğretmen, Mehmet Başaran’a:
-Derslerde fırsat yaratıp konuşmayanların başına bu hep gelir. Öğrenciliğimde bunun sıkıntısını ben de çekmiştim! deyip Kemal Güngör’e söz verdi. Kemal Güngör oldukça ayrıntılı olarak Tanzimat Femanı olayını anlattı. Mustafa Reşit Paşa’dan söz ederken:
-Kemal Güngör’ü durdurup:
-Biraz da başka arkadaşlar anlatsın deyip, yüzlerimize baktı. Fatma Ersan da el kaldırmıştı. Öğretmen ona söz verdi. Fatma Ersan sözü önce Şinasi’ye arkasından Ziya paşa ile Namık Kemal’e getirerek sözü iyice Edebiyat alanına çekti. Öğretmen gülümseyerek:
-Bunlar, Tanzimat’ın olumlu yanları. Bunları bilmek elbette çok yararlı. Ancak bizim konumuza neden olan yanlara da el atmamız gerekiyor! deyip o dönemin siyasî olaylarına dikkat çekti. 1840-1850 yılları arası Avrupa’ daki önemli olayları özetledi. I848 yılında baş gösteren İhtilâlleri andı. Sözü 1854-56 Kırım savaşına getirip, savaş bahanesiyle, halka verilen sözlerin rafa kaldırılmasına dikkatimizi çekti. Tanzimat Fermanı ile Padişahların sözüm ona ilâhî kudretinin(!) bu kez Sadrazamlara, yani devleti asıl yönetmesi gereken vasıfsız kişilere verildiğini, bu nedenle öne çıkan üç-beş paşanın yıllarca sen-ben kavgası nedeniyle Tanzimat Fermanı ile geleceği beklenen yeniliklerin rafa kaldırıldığını anlattı. Tanzimat Döneminin şekilsel olarak bazı yenilikler getirdiği değil de tüm önlenmesine karşın bazı yenilikleri benimsemek zorunda kalındığını, Edebiyat alanındaki kıpırdanmaların bunlardan biri olduğunu, özellikle de azınlıklara verilecek hakları, Kapitulasyonlar zoruyla benimsemek zorunda kaldıklarını, İstanbul’da bir Avrupai şehir durumuna gelen Pera ya da Beyoğlu’nun bunun neticesi geliştiğini ayrıca azınlıklar adı altında Batılı zenginlerin yine azınlık çocukları için açtıkları okulların(İstanbul-Amerikan -Robert Kolej(1863), İzmir-Kızılçullu, Tarsus, Bulanık, Diyarbakır, daha birçok yerde. Fransızların, Dame de Sion (1856)Sainte Joseph (1857)-Saint Benoit v. b. ) şirazesi bozulan Osmanlı toplumunun tümden dengelerini bizim aleyhimize döndürdüğünü anlattı. Öğretmen:
-Geçen yıl Sivas Kongresi’ndeki konuşmaları gözden geçirirken karşılaştığımız önemli olayları anımsayalım!
Bağımsızlık taraftarlarının karşısına Mandacılık taraftarları çıkmıştı. Onlara karşı, Bağımsızlık taraftarları belgelerle yurdun gerçek durumunu ortaya sermişlerdi. İşte o zaman yurdumuzdaki yabancı okul sayısının 400 dolaylarında olduğu ortaya serildi. Bu gerçeği duyunca Mandacılar da şaşmıştı. Gerçekten bu denli bir okul istilasına uğranıldığını kimse bilmiyordu. Öğretmen devamla:
-Kim nereden bilecek? Özgür basın yok. Milli Eğitim teşkilatı(Maarif Nezareti) ise:
-Şu okullar olmasa, Milli Eğitim işlerini çok rahat yürütürüm! diyenlerin elindeydi.
Sıradan bir adam, Saraydan bir bayanla evlenirse Millî Eğitim Bakanı olabiliyordu. Yöreler arasında bir bağ yok. İstanbul, kendi çevresini ancak biliyor. Tarsus’taki Koleji, Samsun halkının bilmesi söz konusu değil. Bulanık Kariyesi’nin(Yöresinin) Sabun Çayı ovasında 100 yıldır öğrenci yetiştiren Koleji, ancak o civardakiler bilirdi. İşin ilginci, o 400 okuldan mezun olanlardan da kimsenin haberi yoktu. Oralarını bitiren binlerce yabancı dil bilen insan nerelerde iş bulur, ne iş yapar? Bu, kimsenin derdi değildi. Kısacası bunun gibi bir başka soruyu da kimse aklına getiremezdi. Tüm Osmanlı İmparatorluk alanını eline geçirmiş Kapitülasyon teşkilatı (Demir yolları, deniz yolları, posta işletmecilikleri, maden, petrol, alım satımları, afyon, kendir, kenevir ekimleri, ilaçlar, tüm tekel içkileri “Müskiratlar, , v. b. ) bu denli geniş iş ağını hangi elemanlarla yönetip yönlendiriyordu? Kuşkusuz bu geniş teşkilat işlerini, iyi eğitilmiş elemanlarla sürdürülüyordu. İşte bu iki sorunun sorulduğu yerde ilginç bir cevap kendiliğinden verilmiş oluyor. Kolejlerde kozmopolitleştirilerek Düveli Muazzama heyûlasına (!) koşullandırılan azınlıklar gibi Türk kökenli elemanlar da paçayı kaptırınca kurtuluşu olmayan bu ahtapotun kolları arasında Osmanlı İmparatorluğu ömür tüketiyordu. İsterseniz Edebiyat alanında isim yapmış ünlü kişilerin geçmişlerini bir araştırın, göreceksiniz oralarda hiç ummadığınız kişilerle karşılaşacaksınız!
Bu nedenle olayın, Sivas Kongresi’nde açıklanınca katılanların üzerinde büyük yankı yaptığını geçen yıl bir nebze konuşmuştuk! diye anımsatma yaptı. Sonra da:
-Cumhuriyet Türkiye’si, Tanzimat Dönem yönetimlerinin görmezden geldiği bu tür yabancı kapılarını topuyla kapattı. Bunlar, Tanzimat’ın zayıf tarafıydı. Gerçek yıkıcı taraf ise ekonomik alandı. Bunu da bir başka dersimizde bir nebze irdeleyelim! deyip ayrıldı.
Yemekte konu, bizim Kepirli şair Mehmet Başaran’dı. Söze karışmadım ama nedense eleştirilere içten katıldım. Arkadaş, kendi çıkarından başka hiç bir şey düşünmez. Birlikteliğimiz neredeyse 7. Yılını dolduracak, onu bir kez olsun birinin yardıma koştuğunu görmedim. Kepirtepe’ de iş çalışmalarında ya revirde olur ya da su taşımak, temizlik işlerine ayrılmak gibi bir kaçamak yapardı. Aynı köyden(Lüleburgaz-Ceylân Köy) sınıf arkadaşımız Mehmet Yücel’e kimi kez takılanlar olurdu:
-Köylün gene işten yan çizmiş! Mehmet Yücel:
-Kim demiş köylüm diye, bizim köyde doğmuş olabilir, ben kendimi bildiğimden beri onu köyde görmedim. Onu, ben de sizin gibi okula girdiğimizde tanıdım! Yakınlığım da sizin ona yakınlığınız kadar. O, kendini köylü değil hep Kasabalı saymakta, neyse o kasabalılık, o pozu sürdürüyor! derdi.
Hemşerim Kadir Pekgöz, Abdullah’ı göstererek:
-Arkadaş daha iyi bilir, Kepirtepe’ de sıra arkadaşıyd! deyince Abdullah karşı koydu:
-Yanılıyorsun arkadaş, benim onunla bir sırada bir gün bile oturmadığımı tüm arkadaşlar bilir. Beni Hüseyin Orhan’la karıştırıyorsun! deyince konu Kadir’in yaşlılığına kaydı.
Salona dönünce geçen haftaki gibi Müzik, dili, müzik terimleri ütünde durduk. Önce diyapozon-diyaposon anlaşmazlığı ortaya atıldı. Öztekin Öğretmen, o konuda kesin bir karar veremeyiz, ancak kendiniz birini seçin o şekilde kullanın. Müzik terimlerinde dünyanın benimsediği hareket bildiren sözler, İtalyancadır, onların yazılımı değişmez. Ancak başka bilimlerin terimleri de müziğe girmiştir. Onlar kendi alanların yazılımı ile yazılır. İşte bu diyapozon ya da diyaposon onlardan biridir. Bu söz, bir Fizik bilimi sözüdür. Fizik kitaplarına bakarak seçersiniz. Rozenans da böyledir; Bir yerde rosenans, öbür tarafta rozenans, hatta rozenanz bile olabilir. Bence en güzeli titreşim! Öğretmen bunu söyleyince de bedenini titreterek:
-Bu kez de üşüme anımsanıyor; ne yapalım dilimizde sözler sınırlı. Öğretmen bir karikatürden söz etti. Adamlar, çevreyi tanımak için Ankara dışına çıkmışlar. Anayoldan sonra bir çıkmaza girmişler. Karşılaştıkları bir köylüye yol sormak istemişler. İçlerinden biri:
-Belki o da bizim gibi yabancıdır, önce onu soralım:
-Karşı köyden misin?
-He!
-Köy yakın mı?
-He!
-Köye bu yoldan mı gidiliyor?
-He!
-Sen de oraya mı gidiyorsun?
-He!
-Sen hep böyle mi konuşursun?
-He! Adamlar dayanamayıp sormuşlar:
-Başka söz bilmez misin? bu kez de başını atarak:
- Çık! yapmış. Öztekin Öğretmen anlattığına kendisi güldü. Bizden bir tepki görmediğini farketmedi mi, yoksa umursamadı mı? Bizler öylelerinin içinden geldiğimiz için yadırgamadık. Kahvedeki konuşmaları anımsıyorum: Birisi araba ile giderken tekerin biri dingilden çıkmış. Arabanın bir dingili yere inmiş. Yanından geçen komşusu bir yardımda bulunamamış. Kahveye geldiğinde üzüldüğünü anlattı. Dinleyenler arasında kazaya uğrayanın yakınları vardı, telaşlanıp gittiler. Bir süre sonra geldiklerinde olay sorulunca içlerinden biri:
-Hiç be, mühem del! şeyi şeye şettim, araba şeytivedi!
Bu denli umursanmaz konuşmalara sık sık takılan Furtun Şerif sormuştu:
-İyi be Ali, sen bir hayır işledin anladık ya, sen bize anlayacağımız şekilde şunu bigüzel anlatıversen olmaz mı? Gülüşler arasında yapılan açıklandı:
-Yere düşen dingil kaldırılıp tekerin deliğine sokulmuş, delikten düşen teker tutucu yerine bir çivi takılarak araba yürütülmüş. Şeyi şeye şettim. Tekeri dingile taktım araba yürüdü! Demekmiş.
Öztekin Öğretmen bir kez daha porte içindeki işretleri tahtaya yazarak gösterdi:
Diyez, iki diyez, bemol, iki bemol, bekar ya da naturel işareti,
P, PP. . F. FF, Fp, D. C. “Dakopa (Dacopa)Tr. Es ya da sus, arpej, akor işareti.
Porte üzerinde diyez sıralanışı
Porte üzerinde bemol sıralanışı
Bemollerin gam sıralamasına göre dağılışı
Diyezlerin gam sıralamasına göre dağılışı
Sus ya da es işaretleri
Es ya da sus işaretleri de notalar gibi 1’lik, 2’lik. 4’lük, 16’lık, 32’lik, 64’lük olur.
4 vuruş 2 vuruş 1 vuruş ½ vuruş %4 vuruş duruş yerleri de çizimde görüleceği üzere bellidir. 1’lik, sol anahtarına göre Fa çizgisi altına yapışır. 2’lik, (2 vuruş) sol anahtarına göre si çizgisi üstüne yapışır. Ötekiler, (4’lük, 8‘lik16’lık, 32’lik, 64’lük) parçanın ölçülerine göre porte üzerine, notalar arasına görülecek biçimde serpiştirilir.
Çok önemli işaretlerden biri de bağlardır; ayrı sesler aralıksız çalınmak istenince notalar bir birine bağlanır. Örnekte görüldüğü gibi iki ya da üç nota bağlandığı gibi dakapolarda (Geriye dönüşlerde) bir ölçüyü dolduran notaların hepsi bağlanabilir.
Bağ işaretleri
Akor, armoni kurallarına göre1-3-5-8 notalarının birden seslendirilmesi, arpej ise akor ses yığınının eşit aralıklarla kırılarak seslendirilmesidir. Piyano çaldığım için bunları daha geçen yıl öğrenmiştim. Kemancı arkadaşlar bunları şimdilerde ancak öğrenmeye çalışıyorlar.
Öztekin Öğretmen son derste bizi serbest bıraktı. Piyanoya oturunca aklıma takıldı, az önce konuşulan işaretlerden hangisi ile hiç karşılaşmadım? Yerlerini anımsamadım ama sanırım karşılaşmadığım bir işaret yok. Yedi, diyezli, yedi bemollu parça çalmadım ama Beringer’in sonunda örnek etütler çalışmıştım.
Oldukça mutlu olarak Mozart No 1, kv 279 sonatın 3. Bölümünü(bu bölüm de allegro, giriş gibi. Çok az notalarla giriyor. Maman’ın girişi gibi. Ancak sonra kalabalıklaşıyor. Kv 565 sonatın 3. Bölümünü andıran çekiçlemeler de var. Tekrarlayınca bunalır gibi oldum. Bu kez de 565 kv. Aklıma takıldı ellerim başlayıverdi. Öyle istekle çalıyordum ki kapıdan bir ses:
- Gelebilir miyim? Yıldız’ın sesine alışmıştım rahat tanıyordum, onun geldiğini anladım. Ancak kapı açılınca uzunca bir süre kapanmadı. Anladım ki Yıldız yalnız değil. İlk bölüm bitip andante bölümüne geçerken baktım Yıldız’la birlikte arkadaşları Aksulu Pakize, Gönenli Fatma, Pazarörenli Hatun da var. Pakize:
-Biz gene geldik! dedi. Daha önce de konuşmuştuk, onu anımsayıp karar verdiniz mi? diye sordum. Pakize konuşkan, ötekiler gülüştü, o ise:
-Müziği çok seviyoruz ama, beceremeyeceğimizi biliyoruz. Biz gene dinleyici kalmaya karar verdik! Ben bu kez de çok iyi çaldığımı bildiğim Mozart kv. 331 la majör sonata başladım. Sonatın ilk üç bölümünü çalınca:
-Öteki bölümleri de başka gelişinizde! Pazarörenli Hatun sordu:
-Abi, sahiden piyano çalmayı burada mı öğrendiniz? Burada öğrendiğimi, ancak çok çalıştığımı anlattım. Pakize mandolin çalıştığını ancak bu bölüme girecek kadar geliştiremediğini anlattı. Ben, gene de her üçünü de bizim bölüme geçmelerini önerdim. Doğan’la Abdülkadir geldi, yemek zili çalmış, konuşa konuşa yemeğe gittik. Bizim masadan görenler olmuş:
-Onları, bizim masaya neden getirmedin? dediler. Gelselermiş onlara kendi yemeklerini vereceklermiş! Konuşmalar azıcık cıvıklaşınca adaşım İbrahim Şen uyardı:
--İşt, işt, öğretmeniz, sakin olalım; içlerinde benim öğrencim var!:
-Meğer İbrahim Şen geçen yaz Pazarören’ de staj yapmış, Hatun Efe öğrencisi imiş. Bu kez de İbrahim Şen’den, bir büyüğü olarak, öğrencisini istediler. Üstünde konuşuldukça benim de kızın adı ilgimi daha çok çekti:
-Hatun, kadın ya da bayan anlamında. Malik Aksel Öğretmen özellikle Bursa’daki değerli eserleri anlatırken Nilüfer Hatun, Edirne de ise Fatih ’in eşi Sittin Hatun’dan söz ederken bu konuya değinmişti. Hatun, bayan adı da oluyormuş demek! Şakalardan anladım ki arkadaşlar kızlar konusunda sessiz, sakin, ilgisiz gibi görünüyorlar ama gerçekte hepsi ucundan ucundan da olsa duyarlı.
Yemekten sonra kitaplığa gittim. Bitirme Tezime yararlı olacak müzik üstüne daha önceleri Varlık Dergisi’nde gördüğüm yazıları bir daha gözden geçirip bir liste hazırlamayı, plânladım. Kitaplıkta kimsecikler yoktu. Bunu da şans saydım. Baktım ki, Varlık Dergileri günden güne azalıyor. Derginin Fiyatına baktım, oldukça ucuz, 30 kr. ” Kendim de alırım!, , deyip önemsemedim. Geçen yılın (1944 yılının) dergilerine baktım, çoğu duruyor. Onları karıştırdım. İyi etmişim, geçtiğimiz yaz, Yaşar Nabi Nayır’la okulumuza gelen Varlık yazarlarından Genç İhsan Akay’ın yazılarına rastladım. Daha önce bir yazısını almıştım. Ona benzer değerle Müzikle ilgili üç yazısını daha saptadım. Onları da elimde bulundurmak istedim. Yazarın bu yazısı, Müziğe Alışma başlığını taşıyor. Varlık Dergisi (15 Temmuz 1944 sayı 265, no : 2))
Müziğe Alışma Meselesi Müzikte mânâ meselesi adlı ilk yazımı müzikte mânâ aramanın yâni müzik parçasını sözle tefsir etmeye kalkışmanın anlamsız olduğunu belirtmiştim. Yalnız şurası muhakkak ki, bu noktaya kısa bir zamanda erişmek pek kolay değildir. Hiç şüphe yok her acemi dinleyici müzikte mânâ arayacak, dinlediği senfoninin ya da sonatın ne demek istediğini sözlerle ifade etmeye çalışacaktır. Acemi yüzücü için cankurtaran simidi ne ise, acemi dinleyici için de müzikte mânâ odur. Yüzme bilmeyen nasıl bir müddet mantarla çalışmak zorunda ise, müzikle yeni temasa başlayan hevesli de her şeyden önce, sözle tefsir edilebilen müzik ile, yani anlatımı kolay müzik türü ile yetinmek zorundadır. Bu bakımdan, Beethoven’in Koriyolan Uvertür’ünü, Saint Saens’ın (Sen Seans) Ölüm Dansı’nı, Paul Dukas’nın (Pol Duka)Sihirbaz Çırağı’nı, ve Honegger’in Pasifik 231’ni ve hemen hemen bütün ünlü senfonik şiirleri dinlemek, müziğe yeni merak saranlar için çok yararlı olur. Anlamak, merakını yani aramak merakını bu suretle tatmin eden hevesli artık yavaş yavaş gerçek ve öz müziğe (Musique püre), yani sözle anlatımı zor olan duygu ve düşünceleri sesle anlatmaya çalışan müziklerde bir mânâ aramaktan yavaş yavaş vazgeçmelidir. Bunun yerine, Beethoven’in bazı sonat ve senfonilerini, Mozart’ın (Motzart) uvertürlerini, Bach’ın füglerini dinlemeye kendini alıştırmalıdır. Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şudur: Gerçek müziği kesinlikle dinlemek gerekir. İşitmek yeterli değildir. Bir vals, bir tango dinlenmeden de işitilmiş olabilir. Üstelik bundan da zevk alınabilir. Gelgelelim bir senfoni kesinlikle dinlenmelidir, yoksa işitmekle ondan bir zevk almak olası değildir. Gerçek müziği dinlemek, ancak dikkat kesilmekle gerçekleşir. Ufak bir gürültü bir senfoniyi berbat edebilir. Caz d inlerken(İşitilirken) konuşup kahkaha atıldığı gibi, gerçek müzik dinlerken de aynı tavırlar sürecekse hiç zahmet etmemek daha doğru olur. Gerçek müzik bir mabettir, oraya ancak kalpleri heyecan ve inanç dolu olanlar girmelidir. Gerçek müzik söylemini bir basma kalıp söz olarak düşünmüyoruz. Bu söylemle biz, genellikle klâsik müzik denen müzik kastedilmektedir. Burada gerçek sözü de fazladır. Buna, doğudan doğruya müzik demek yeterlidir. Düşüncemizin yanlış anlaşılmasında kaygılandığımız içindir ki gerçek müzik deme yolunu seçtik. Klalik müzik deyimini kullananların çoğu klâsik sözünün bu müziği dans müziğinden, çıgan müziğinden ve hafif operet müziğinden ayırmak için kullanıyorlar. Oysa buna hiç de gerek yok. Düzeltilmeye değer öteki müziklerin gereksinimi olabilir. Fakat Bach’ların, Mozart’ların, Beethoven’lerin eserlerine sadece müzik demek gerekir. Yani müzik kavramının içine zaten caz ve çığan müziği girmez. Klâsik müzik söylemi ise Bach’tan Beethoven’e kadar uzanan bir müzik okulu, bir müzik devri için kullanılır. Beethoven’den Wagner’e kadar süren müziğe, romantik devir, Debussy’den zamanımıza kadar gelen müziğe de empresyonist müzik denir. Şimdi, kendisinde müzik sevgisinin ilk kıvılcımları beliren heveslinin ne surette müzik dinlemesi gerektiği konusuna gelelim. Acemi amatör için en iyi müzik, dinleme aracı ne konserlerdir ne de radyolar; sadece gramofondur. Plâksız ve fonografsız müzik zevk ve anlayışına sahip olmak olanaksız denecek kadar azdır. Fonografın radyo ve konserlere üstünlüğü, insana istediği parçayı, istediği zaman ve istediği kadar çalmayı sağlamadığımdan ileri gelmektedir. Bu özellikler de ihmal edilecek şeyler değildir. Radyoda bunlar tesadüfe bağlıdır, çalınan eseri bir çok defalar dinlemek gerekir. Zira her dinleyişte yeni bir zevk alınır ve esere gitgide daha fazla yaklaşılır. Esasen bir müzik parçasını en az beş kez dinlemeden, o parçayı tanırım demek doğru değildir. Müzik bu bakımdan tablo heykel v. b. gibidir. Bir şiir defalarca okunmaz mı?Bir tabloya, bir heykele yüzlerce dxefa bakmakla ondan alınan zevk eksilir mi?Öyle ise acemi dinleyici hoşlandığı değerli eserleri en aşağı beş, on kez dinlemelidir. Radyo ve konserler ancak, zevkleri gelişmiş olan az çok tecrübeli dinleyiciler için yararlıdır. Fakat onlar için bile esas (Dinleme aracı) gene plâk ve gramofondur. İhsan Akay-Varlık, 15 Temmuz 1944, sayı 265)
İhsan Akay’ın iki yazısı daha var, onları da ilk fırsatta yazacağım.
Yatınca Hamdi Keskin Öğretmeni anımsadım. Bir ara :
-Hep şiir okuduk, şairleri onurlandırdık. Bu Divan Edebiyatımız için geçerli ama öteki dönemlerde haksızlık olur. Şiir dışı, küçümsenmeyen bir edebiyat alanımız var! demişti. Bir iki ders onlar üzerinde de duracağız dediğine göre çok yazardan söz etmeyi düşünmüyor demektir. Seçecekleri kimler olabilir?Divan Edebiyatı dönemi olmaz. Tanzimat dönemi için geçen yıl, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ütünde durmuştu. Yazar olarak Ahmet Mithat Efendi, olabilir mi?Ondan kitap olarak bir tane bile okumadım. Ancak kitaplarından parçalar anımsıyorum. Yeniçerililer. Kitabını okuduğum eski yazar Ebubekir Hazım Tepeyran:Küçük Paşa. Recaizade Mahmur Ekrem, Araba Sevdası. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mürebbiye. . . . . Mehmet Tan, Devrilen Kazan. Sonrakiler Ömer Seyfettin dışında hep yaşayanlar;Halit Ziya Uşaklıgil, Peyami Safa, Halide Edip Adıvar, (Kendisiyle konuştum) Reşat Nuri Güntekin, (Kendisi ile konuştum)Falih Rıfkı Atay(Kendisi ile konuştum) Sabahattin Ali (Kendisi ile konuştum, Konservatuvar’da) Başka, başka, başka! derken uyumuşum. . . .
1 Şubat 1945 Perşembe
Akşam, yatınca yazarları, onlardan okuduğum kitapları anımsamaya çalışırken biraz geç uyudum. Kar yağıyor, şubak geldiğini gösterecek! Sözleri arasında uyandım. Şubat bizim köyde de çok konuşulan bir aydır. Bir adı da Bocuk’tur. Nedenini bir türlü öğrenemediğim bir de deyim vardır; şişmanlamış birisine kızınca benzetme yaparlar:
-Bocuk Domuzu gibi! Ablamsa, Şubat için de sık sık:
-Bocuk, temkinli değildir, gibisine, kesin hükmünü ekler.
Kepirtepe’de okurken de bu konu üzerinde durmuştum. Ancak arkadaşların hiç birisi bu konuda bilgi vermemişti. Bocuk, sanki bizin köyün uydurduğu bir sözmüş gibi aklımda kaldı. Bir de burada soruşturayım, bakalım başka bölgelerde kullanılıyor mu?Bocuk, belki de Bulgaristan sözüdür. Trakya’da bir çok köyün adı günümüzde de yabancı, İvan Köy, Lefeci, Mandritsa, Istranca, Totrakan, Samakof, Midie, Kofalça. . . . . .
Dışarı çıkınca sahiden kar yağdığını görünce şaşırdım, esintili bir yağış. Böyle bir yağışı ilkokul 5. Sınıftayken yaşamıştım. Okuldaydık, Öğretmenimiz Ahmet Korkut, beni çağırdı:
-Sen ağabeysin, kendine güvenirsin ama küçük sınıflarda kardeşler var, onları düşünerek sizi erken bırakıyoruz, hava giderek soğuyacakmış, hemen yola çıkın! demişti. Çantalarımızı alıp yola çıkmıştık. Hava hiç de kötü değildi, sevinerek köye döndük. Az sonra kar arttı, arkasından bir rüzgar geldi. Köyde bağırmalar, haykırışlar derken bir karanlık bastı, bir yerler devrildi. Kahvede kimse kalmadı. Babam eve gitmeme bile izin vermedi. Evdekiler büyük bir telaş içinde oraya buraya koşarken sindiğimden mi ne uyumuşum. Sabah kalktığımda ağlaşanları duydum, koyun sürüleri, rüzgar esintisine kapılarak Kırıkköy’e dek gitmiş ama sürülerin yarısı yok olmuş. Devrisi gün hava yumuşamıştı ama insanlar ağlaşıyordu. En çok kayıba uğrayan Muhtar Hüseyin Çavuş Amca’nın sürüsüymüş.
. Onun koyunları köyün dışında bir tepe üstünde kalıyordu. Çobanlar sürüyü ağıla sokamadan fırtına basmış, sürü rüzgara kapılarak ta Çavuşköy sınırındaki büyük çatağa kadar gitmiş, Ancak sürüden ayrılanlar yollarda ölmüş. O zaman şaşılarak anlatılan bir olayı anımsadım. Koyunlar, soğuk rüzgara arkalarını dönerek durmaya çalışıyormuş. Böylece sürü burun buruna vererek döne döne rüzgârda yüzlerini gözlerini koruyormuş. Çobanlar, böyle durumlarda etkili olamıyormuş.
Köyün öteki sürüleri köye yakın dereliklere sığındığından o denli zarar görmemiş. (Onlardan da üçer beşer telefat olmuş) oldukça yüksek bir yerde yakalanan Çavuş Amca’nın sürüsü, iki saatlik bir çukura dek döne döne gittiğinden, yarıya yakını yollarda can vermiş. Bunu neden anımsadım. Şubat, kar, mar derken çağrışımlar oldu. Kendi kendime güldüm. Yunus Kâzım Öğretmen bana çağrışımı sorarsa bunu örnek veririm!
Kahvaltıda beğenilen söz:
-Titremeyi unutmuştuk. Kamil Yıldırım, şakadan, titreyerek rol yapıyor. Kâmil, arada bir Müfettiş olarak anılıyor. Ancak, Sahte Müferttiş olduğu bilindiğnden kimse umursamıyor. Buna en çok sinirlenen de en yakın arkadaşı Nihat Şengül:
-Önümüzdeki yaz, eşe dosta Müfettişlik taslayacaktık. Gözümüz önüne senin sahte müfettişliğin gelince düşlerimiz şimdiden daha toz oluyor. Ekrem Bilgin doğrucu başı:
-Bir bakıma bizimki de sahte müfettişlik. Tek fark, Kamil bunu kendisi sahtekârlığa çeviriyor, bizimkini ise Millî Eğitim Bakanlığı kendisi bile bile yapıyor. Bu kez de İlköğretim Müfettişliği üstüne bilinenler sıralandı. Hepimizin az çok bir müfettiş olayıyla ilgimiz olmuş, konuşa konuşa bitiremedik. Örneğin ben, ancak birini ikisini anlattım. Oysa daha en az beş altı anım vardı. Benim anılarımın çokluğu, iki müfetişin sonradan Kepirtepe’de görev almalarından ileri geliyordu. Hüsnü Baykoca ile İlhan Görkey. İkisi de benim ilkokuldaki durumumu Kepirte’de ilk gördüklerinde anımsadılar. Bu da arkadaşlar üstünde benin adıma iyi etki bırakmıştı. İkisi de yönetici olduğundan özellikle köye gitmek için sıkıntı çekmemiştim. Çünkü ikisi de babamı çok iyi tanıyor, özelikle de köyümüzün ünlü karpuzunu anmadan edemiyorlardı.
Titreşerek Büyük Salon’a gittik. Hamdi Keskin Öğretmen, soğuktan etkilenmemiş gibi geldi. Masasının hemen önünde oturan Fatma ile Düriye’ ye sordu. :
-Bayanlar daha duyarlıdır, o nedenle size soruyorum; kışla aranız nasıl? Kaldığınız yer ısınıyor mu? Öğretmen bunu sorunca anladık ki o da kıştan yakınıyor. Ancak, bunu belli etmemeye çalışıyor. Halil Dere önümdeki defteri çekti, bir şeyler yazdı, gene önüme sürdü. Bakışımı hiç değiştirmeden yazıyı okudum. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Yazdığı birden sinirlerimi gevşetti:
-Adam, eski tüfek, üşüyor ama belli etmemek için gargara yapıyor!Nesi gülünçtü bu sözün? Üstelik benim düşünceme göre Hamdi Keskin Öğretmeni küçümseyen bir durum vardı. Öyleyken Halil Dere’nin böyle bir havada oluşuna gülmüştüm.
Hamdi Keskin Öğretmenin Bayanlara sormasının nedenini sonradan anladım. Sözü derse getirince önce Halide Edip Adıvar!dan söz etti. Halide Edip Adıvar’ın yetiştiği günleri anımsattı.
2. Abdülhamit’in en sıkı yönetim evresi, Mithat Paşa başta olmak üzere, yönetimine karşı olabileceğinden kuşku duyduklarını sürgünlere gönderip gaddarca öldürttüğü günler. Din simsarlarının kol gezerek din dışı eğitimi açık açık baltaladığı bir dönemde bütün zorlukları göze alıp okumuş. Öğretmen olarak, uzun yıllar İstanbul dışında tıpkı romanında anlattı Aliye Öğretmen gibi acılar çekmiş, buna karşın yılmamış, bunları romanlarıyla halka duyurdu! dedikten sonra kitaplarının hangilerini okuduğumuzu sordu. En çok okunan kitabı Vurun Kahpeye çıktı. Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Handan. Sıralandı. Vurun Kahpeye kitabını Kepirtepe’de bize toplu olrak Sabahat Kartekin Öğretmen okumuştu. Sinekli Bakkal’lı ben okuyup özetledim. O nedenle konuşmak için bir sıra bekledim. Ancak Hamdi Keakin Öğretmen:
-Bu konuya gene döneceğiz deyip Reşat Nuri Güntekin’i sordu. Sınıfın yarıdan çoğu parmak kaldı. Doğrusu buna hem şaşırdım hem de üzüldüm. Genel konuşmlar oldu. Yazar, Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne gitmiş, arkadaşlar anılarını anlartılar. Reşat Nuri Güntekin tüm arkadaşların ilgisi çektiğinden herkes canlı. O ortamda kendimi çok pısırık olarak değerlendirdim. Oysa ben, kendisiyle konuştuğumu söyleyerek Çalıkuşu’dan önce Yeşil Gece üstünde duracaktım. Baktım ki, Yeşil Gece’nin adı bile geçmedi. Neyseki, benim gibi sessiz duranlardan biri, Fakı Yörük; yazarın, yaşayıp yaşamadığını sorunca kendimi tutamadım:
-Yaşıyor! deyiverdim. Sözü burada da kesmedim, Reşat Nuri Güntekin, şimdi Millet Vekili, Çanakkale Millet Vekili, Feride Öğretmenin öğrencileri onu Millet Vekili, yapmışlar! dedim. Hamdi Keskin Öğretmen güldü:
-O bunu hak etti! dedi. Reşat Nuri Güntekin’in geçen ağustos ayında geldiğini kendisi ile konultuğumu anlattım. Reşat Nuri Güntekin yazdıklarından neler okuduğumu sorduğunda, Çalıkuşu, Yeşil Gece, Yaprak Dökümü, Bir Kadın Düşmanı, (Homongolos) Anadolu Notları’nı okuduğumu söyleyince, gülümseyerek mennun olduğunu söyledi. Okuduklarımdan biri anımsayıp anımsayamadığımı sordu. Andavallı Hikâyesi deyince, gülümseyerek:
-Onu ben de severim, ancak onu ben yazmadım, onu bana başkaları anlattı, hoşuma gittiği için ben de yazdıklarıma ekledim, benim sayılır mı bilmem! dediğini anlattım. Hamdi Keskin Öğretmen sesli sesli güldü:
-İmretengiz bir hikâye, okumamış olan arkadaşların vardır, onu bize anlatır mısın?
“Andaval, Kayser-Niğne arasında bir belde adıdır. Eski günlerde kervanların uğrak yerlerindendir. Halkı çok konukseverdir, beldelerinden geçenlere ev sahipliği ederler. Konukseverlikte o denli ün yaparlar ki bu kez de kervancılardan çok uzak yakın belde insanları üşüşürler. Günlerce kalabalık insanlar Andavalda dolaşır olur. Sonunda Andaval halkı iyiden iyiye fakirleşir. Hoşgörülüğün sonucu olarak kendileri yardıma muhtaç durumuna düşerler, bir iki derken hepsi Andaval’ı terkedip cıvar beldere dağılırlar. Hayır sahibi Andavallıların bu hesapsız dost severliliği sonraları, elindekini ellere yedirip, kendileri muhtaç duruma düşünlere bir deyim olarak hatıra kalmış. ”Andavallı, elindekini, yerli yersiz ellere yediriyor!, ,
Hamdi Keskin Öğretmen, olayı bildiğini söylemesine karşın sesli sesli güldükten sonra:
-Bakın, bu olay olmamışsa bile, böylesi mirasyedi ruhlu insanlar vardır. Çoğu kumarcılar bunlardan çıkar. Olayı küçümsemeyin, bunlar küçük çapta da olsa öğrenciler arasında da çıkar. Faik Demir parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince sordu:
-Çalıkuşunu çok dikkatle okudum;kahraman Feride’nin nereli olduğu kesin olarak belirtilmiyor ya da benim gözümden kaçmış olabilir. Arkadaş Çanakkaleli dedi! Öğretmen kendisi yanıtladı:
-Hayır hayır, Feride Çanakkale’de çalıştı, arkadaşın öyle söyledi! dedikten sonra bana dönerek:
-Yanılıyor muyum? diye sordu. Sonra da:
-Çalıkuşu romanı çok sevildi, bu yüzden orada geçen adlara sahip çıkanlar çok oldu. Gerçekte Reşat Nuri bir roman yazmıştı. Her romanda olduğu gibi o romanın kahramanları yer yüzünde gezecekti Reşat Nuri de onu yaptırdı. Feride bir düş kişisidir. Kendisi öğretmen olan yazar, Feride’yi de öğretmen gösterdi. O zamanki koşullara göre Feride’yi Karsa ya da Diyarbakır’a gönderemezdi. Benzer olaylar, Marmara ile Ege bölgelerinde yaşanıyordu. Reşar Nuri de az çok yakından tanıdığı İzmir(Kendisi orada okumuştu)-İstanbul arasını mekân olarak seçti. Romanda belli bir mekân Kuşadası vardır. Ancak Feride bir çok yer değiştirdi . Romanda geçen yer isimleri, örneğin Zeyniler köyü, Bursa da olduğu gibi, Manisa ya da Çanakkale’de de bulunmaktadır. O nedenle, köylerinin adı geçen insanlar Feride’ye yakınlık duymuş olabilir. Öğretmen bu kez de:
-Feride gerçekte bir subay kızıdır. O günün subayları doğduğu yerin adıyla künyelenir. Feridenin babası düş olduğundan onun numarasını kimse sormaz. Tarih Derslerinde okumuş olmanız gerekir. Atatürk ya da arkadaşlarının öğrencilikleri anlatılırken onların doğum yerleri de il olarak anılır. Atatürk’in adı:
Mustafa Kemal-Selanik, , Enver-İstanbul(Enver Paşa) Kazım Karabekir-Karaman ya da Konya ! denirdi. Öğretmen:
-Halkın böylesi bir tutkusu vardır, çok uzakları olan ünlüleri de benimserler. Örneğin Yunus Emre’nin sekiz yörede türbesi vardır. Hak Ozanı Karacaoğlan’a da en az on belde sahip çıkamaktadır. Nasredttin Hoca için bile bir rivayet vardır. Sözde Hoca gerçekte bir Orta Asya kahramanı imiş. Oradan göçen insanlar, Hocalarını birlikte getirip türbeye koymuşlar. ”Benden selâm olsun Bolu Beyine! diyen Halk Ozanı Köroğlu gerçek kahraman değil, o bir ozandır. Gerçek kahraman Köroğlu Asya kökenli bir kahramandır. Halk, bu tür değişimleri hep yapmıştır.
Öğretmen:
-Üçüncü yazarımız Ömer Seyfettin! deyip yüzlerimize baktı;gülümseyerek:
-Okunma şansı olan bir yazarımız! Değil mi? diye sordu. Ömer Seyfettin’in dilimizin sadeleşmesindeki çabalarını anlattı. Asker kökenli oluşuna değindi. Mustafa Kemal kuşağı, ayrıca subay! dedikten sonra, yazarların doğum tarihlerini belirtti. Halide Edip Adıvar (1884), Reşat Nuri Güntekin (1889), Ömer Seyfettin (1884-1920)
Dikkat edin, üçü de, Kızıl Sultanın” Dediğim dedik , ötürdüğüm düdük!”yılları!. . .
Ömer Seyfettin Halide Edip Adıvar Reşat Nuri Güntekin
Doğum tarihlerinin yakınlığı ile dil, düşünce benzerlikleri üstüne dikkatlerimizi çekti. Üç yazarın yetiştiği okulları andı, Halide Edip’le Reşat Nuri azınlık okullarında Ömer Seyfettin ise asker okullarında yetişmiş. O zamanki Asker okullarının azınlık okulları düzeyinde olduğuna dikkatimizi çekti:
-Bu üç insan, Osmanlı okullarında okusaydı bu duru yazıları okuyamayacaktınız! dedikten sonra Mehmet Akif’le, Ziya Gökalp’ı onlara ekleyerek, Amerikan Koleli, Fransız liseleri, modern bilgi sürdüren Veteriner okulları! deyip yüzümüze baktı. Sonra da:
-Gelelim Ömer Seyfettin’e deyip onun yazılarını okuyanları sordu. Hemen hemen herkes parmak kaldırmıştı. Öğretmen gülümseyerek:
-Okul kitapları dışından diye sorsam! deyince parmakların yarısı indi. Öğretmen;
-Doğruluk, her zaman doğruluktur. Teşekkür ederim deyip, Ömer Seyfettin’in kahramanlarına dikkatimizi çekti. Hikâyelerin tek kişi üzerine kurulduğunu anlattı. Arkadaşlar da Koca Ali, Efruz Bey, Çiroz Ahmet tiplemeleri örnek verdiler. Bir an susulur gibi oldu, parmak kaldırdım. Öğretmen söz verince sordum:
-Piç, Bomba, Beyaz Lâle türü hikâyeleri hangi tipler üzerine kurulmuştur? Öğretmen, arkadaşlara dönerek:
-Ne dersiniz? diye sorunca. Hasan Özden:
-Onlarda da tipleme var. Ancak biz o tipleri benimsemediğimiz için görmezden geliyoruz.
Öğretmen Hasan Özden’in görüşüne katıldığını söyledi.
-İyi bir noktaya geldik, devam edeceğiz! Ömer Seyfettin buna değer! deyip ayrıldı.
Büyük salonda işin ayırdında olmamışız, çıkınca kar yağışının sürdüğünü görünce şaşırdık. Kitaplık oldukça soğuk. Gerçi bir soba var ama, içinde ne yandığı belli değil. Doç. Niyazı Çitakoğlu, gülümseyerek geldi. Sırtında oldukça kalın bir palto. Gülerek sordu:
-Karşınızda böylece otursam ayıp olur mu? Mustafa Saatçı, soruya soruyla karşılık verdi:
-Bizim sizin karşınızda böyle oturmamız ayıp oluyor mu?Öğretmen:
-İyi bir cevap, keşke bunu Almanca söyleseydin!Öğretmen bunu dedikten sonra yavaştan yavaştan bizim Almanca öğrenmeye pek istekli olmadığımızı, istesek bu tür konuşmaları yapabilecek duruma gelmiş olabileceğimizi söyledi. Harun Özçelik:
-Alman dilini seçtiğimn zaman Almanya, dillere destan bir ülkeydi, oraya gidip öğrenimimi sürdürmeyi düşlemiştim. Oysa şimdi, ne olacağı belli olmayan bir duruma girdi, Almanya belki haritadan silinecek!Doç. Niyazi Çitakoğlu:
-Yenilir belki ama haritadan silinemez. Almanya, Alman halkı çok başka bir toplum. Onlar, ne yapar yapar paçayı kurtarırlar. Tüm dünyanın yeni buluş kuruluşlarının başında bir Alman bulunmaktadır. Amerika yeni silahlar üretiyorsa fabrikalarının başında kesinlikle Alman mühendisler vardır! dedikten sonra da, Amerika ordu kuvvetlerinin başındaki komutanın adını sordu. Eisenhower!Eisenhower’in Alman olduğunu, şu anda Almanya’da onun akrabalarını bulunduğunu, o nedenle Eisenhower’in Almanya’yı yok edeceğini düşünmediğini, söyledi. Konu iyice karışmıştı. Bu arada ben Müzik Tarihi’nde okuduğumuz bir olayı anımsadım. Beethoven’in Koriolanus üvertürü hikayesini anlattım. Koriolanus büyük bir ordu ile Roma kapılarına dayanmıştır. Öfkelidir, taş taş üstünde bırakmayacak şekilde Roma’yı yıkmak niyetindedir. Ancak annesi işle sevgilisi Roma’dadır, çıkıp gelirler;Koriolanus’u bu kararından vazgeçirirler. Ancak Romalılar bu arada kendilerini toparlayıp Koriolanus’un ordusunu tarumar edip Koriolanus’u tutuklarlar. Muzaffer Koriolanus, tutuklanıp ortalıkktan yok olur. Eisenhower de onun gibi sonunda kaybeder’ dedim. Öğretmen:
- Kesinlikle öyle şeyler olmaz, çağlar değiştikçe anlayışlar da değişir. Almanya ilk büyük savaşta da yenilmişti, impratoru sürgün edip kurtuldu. Bu kez de muhtemelen Adolf Hitleri kurban edip kurtulacaktır.
Öğretmen bu kez bize takıldı:
-Benim sözlerimden yararlanıp işi sohbete dökmekte mahirsiniz! deyip güldü. Sonra da ekledi:
-Ne olur biraz da çalışsanız!Çantasından Tercüme Dergisi çıkarıp gösterdi, içinde Almanca ceviriler varmış. Çevirilerin asılları da veriliyormuş, onlardan yararlanmamızı önerdi. Sami Akıncı yine rahatsızmış, öğretmen ona da üzüldü:
-Nasıl kazanacağız bu çocuğu? deyip bir süre hayıflandı. Sami’ye daha önce verdiği çevirileri, inceleyip getirmiş, onları gösterdi. Çok başarılı olduğunu söyledi.
Öğretmen, paltosuyla oturdu ama gözleri üstümüzdeydi. Hasan Üner’e:
-Yüzlerinizden en küçüğünüzün sen olduğunu okuyorum. Yanılmıyorsun sen en küçüğüsün, sana soruyorum:
-Üşüyor musun? Hasan Üner çekinmeden:
-Üşüyorum öğretmenim! deyince öğretmen:
-Öyleyse bugün de kısa keselim “Aydın havası olsun!, , Böyle bir söz de vardır! deyip kalktı, sıcak günler dileyerek ayrıldı. Gerçekten üşümüştük. Büyük Salona geçtik. Meğer İngilizce grubu daha ilk saatte paydos etmiş. Konuşmalar giderek kaygıya dönüştü:
-Şubat hep böyle gider mi? Sorunun karşılığı bir tartışma arkasından da takışmaya yol açtı. ”Giderse biz de böylece derslerden kurtuluruz!”Buna karşı:
Saçma, dersten kurtulmak ne demek, okuman gerekenleri okumazsan ne olacak?
Yemek saatini getirdik. Asıl sorun yemekte irdelendi;öğleden sonra uygulama dersi izlenecek:
-İzlenen derslik soğuk olursa?
-Bu soğukta uygulama dersi olur mu?
-Söylesek bu ders bugün geriye atılamaz mı?
-Yarının iyi olacağını nereden biliyorsun?
-Öyleyse sızlanmayalım, hak ettiğimize katlanalım!
-Bu hak mı? Neden doğru dürüst bir ısınma tesisi yapılmıyor?
-Babanın köyünde ısınma tesisi mi var?
-Babamızın köyü mü burası?
Biraz buruklaşsak da gene de gülüşerek Bölüm binasına gittik. Bölüm Başkanı oldukça geç geldi. Geldiğinde de uygulama dersini başka bir güne kaydırdığını söyledi. Meğer uygulama dersleri okul müdürünün izniyle yapılıyormuş. Bölüm Başkanımız bir süre insanların anlayışsızlığından söz etti ad vermedi ama Müdür Rauf İnan olduğu belliydi. Bir ara da bilmediğimiz bir bilgi verdi:
-Be adam, ben Bölüm Başkanı’yım, grubuma disiplin altında pragramımı izletmeye çalışıyorum. Sen, açılalı beri Bölüm Başkanı olmayan bölümler nasıl yetişiyor ona baksana! deyince sorular soruldu:
-Başkanı olmayan bölüm var mı?Bölüm Başkanımız güldü:
-Biliyor musunuz?Yapıcılıkla bizim bölümden başkalanın henüz Bölüm Başkanları bile atanmadı. Sembolik olarak birkaç tanesine sözde Enstitü bölümü Tarım Başı, B içki-Dikiş Öğretmeni, Tarım Başkanı olan İzzet Palamar, (Halkalı Ziraat mezunu (Lise ayarı okul) Tarım Öğretmeni, vekâlet ediyorsa da bunların görevi de resmi bir durum sayılmıyor. Kızların da başlarında Enstitü Bölümü Biçki-Dikiş Öğretmeni gösteriliyor. (Bunun da diploması değil babasının hatırı )
Öztekin Öğretmen bunları anlatırken ben de o bölüm başkansız arkadaşların, genel dersler dışındaki çalışmalarını düşündüm. Tüm öğleden sonları neredeyse boşlar. Gerçi Halil Dere, Harun Özçelik gibi başka arkadaşlar da çok ödevden söz ediyorsa da sürekli köye gidenler, tavla ya da kağıt oyunlarından söz edenler bu zamanı nereden buluyor?Bizim bölümün, tüm öğle sonraları, Bölüm Başkanın gözetiminde çalışmayla geçiyor. Bu arada kızları düşündüm, onların ki düpedüz el çalışması. . . ”Dikiş dikmet, ütü ütülemek, temizlik v, b. Kepirtepe’de konuştuğum kızlar vardı. Kimileri bana, okuyacak kitap adı soruyordu. Adını verdiğim kitapların uzun süre okunmadığını görünce sorardım:
-Neden okumuyorsunuz?Tek söyledikleri:
-Zaman bulamadım!Konu üstünde konuşunca öğrendim ki, Biçki-Dikiş Öğretmeni Pesent Ilgaz onlara bitirmek üzere haftalık işiler veriyormuş. (Neyse o işler?) Onlar da o işleri bitirmek için tüm zamanlarını harcıyormuş. Paydoslarda kızların az görünmesinin nedeni buymuş. Besbelli burada da öyle, bunlar da çok işten söz ediyorlar. Bizim bölümdeki Yıldız, benim gömleklerimi ütülemeye söz verdi, sözünde de duruyor. Onun zamanının kısıtlı olduğunu düşündüğümden piyano dinlemeye geldiğinde müziği çok sevdiğini söyleyen birisi için Yıldız’a:
-Gömlek işi, ni ona devret! dediğimde Yıldız:
-Onun çok işi var, deyince şaşırmadım. Çünkü öğretmenlerinden biri benim bildiğim Nafıa Akalın. Nafıa Akalın, Kepirtepe eski Biçki-Dikiş Öğretmeni. Kepirtepe Hasanoğlan’a gelince o da gelen öğretmenler arasında idi;biz dönünce o, burada kalmıştı.
*
Öztekin Öğretmen, bir süre konuştuktan sonra yarım kalan Müzik İşaretlerine devam edelim! deyip kemanı aldı, kısa kısa pasaşlar çaldı. Önce, hareket bildiren sözler üzerinde durdu. Allegro, Andante, Allegretto, andantino, largo, vivace. v. b.
Önce toplu sordu sonra da tek tek. Arkadaşlar gözlerini kemana dikip kulaklarıyla seçmeye çalıştılar. Oysa benim gözlerim ayaklardaydı. Soruları tam değil ama hiç değilse yarı yarıya bildim. Daha sonra serbest çalışmaya geçildi. Alt odanın soğuk olacağını düşünerek surdinli, olarak salondaki piyanoda egrersiz çalıştım. Arkadaşlar birer ikişer gidince Mozart kv. 279 açıp 3. Bölümü çekiçledim. Çekiçlemek, Faik Öğretmenin sözü. Bir parçaya ilk başlayınca ister istemez, belli yerlerde gene gene denemeler yapılıyor. Faik Öğretmen bu denemeleri demircilerin örslerine çekiç vuruşuna benzetirmiş, ”Gene gene aynı yere vurmak!”
Akşam yemeğinde bir yandan hıtıtı yaparken bir yandan da Sanat Tarihi dersi ile Malik Aksel Öğretmeni çekiştirdik:
-Bu öğretmen, sanat dışında bir konuyla ilgilenmez mi?Selçuklu Sanatından söz etti, Selçujklular ya da Selçuk devletleri için hiç bir söz etmedi. Osmanlkılardan da öyle. Arada bir padişah ya da değerli bir kişiden söz ettiyse o da yaptırdığı eserler dolayısiyle oldu. 2. Murat, Ergene üstünde Uzunköprü’yü yaptırdı. 2. Selim Edirne’de Selimiye Camisi’ni yaptırdı gibi. Bir soru:
-Anlattıklarına tarih de katsaydı daha mı iyi olurdu?Resimlerini, heykellerini okuduğumuz sanatçıların yaşadığı dönemleri, yerleri, yönetimleri söylense daha mı iyi öğrenirdik?Kendimiz sorduğumuz soruya topluca bir karşılık bulamadan kalktık. Son soru:
-Acaba Malik Aksel Öğretmen geldi mi? Öğrendik ki, gelmiş!
Yağış falan yok ama soğuk devam ediyor, Kitaplığa gitmeyi göze alamadım, Büyük Salona gittim. Halil Dere yok, gelir diyerek ayrı bir yere oturdum. Bekir Semerci yanımdan geçerken takıldı:
-Yalnız kalmışsın, bizim oda da sıcak gel! deyince ona takıldım. Kaç gündür oradan geçerken hep girmek istemiştim. Oda da çalkışanlar var, Bekir bana bir yer ayarladı, tanıtılacak kitaplar listesine baktım. Johann Wolfgang von Goethe’nın Wilhelm Maister kitapları yok. Listede ünlü kişileri aradım, J. J. Rousseau var. Julie ou la Nouvelle Heloise(Juli ya da Yeni Helois, okunuyormuş!)Bunu da şimdiye dek iki ikiye konuşmadığım bir Kars/Cılavuz çıkışlı arkadaş söyledi. Fransızca çalışıyormuş, İsa Öztürk.
J. J. Rousseau, adını çok duymuştum. Kepirtepe Kurucu Müdürümüz, daha ilk yıllarda ahlak, terbiye sözlerinden sonra Pestalozzi, Ruso gibi adlar anardı. Küçüklüğümden beri babamdan sık sık Rus, Rusya sözlerini duyduğumdan Ruso adı da bana sanki Rus adına bir o eklenmişi gibi gelir üstünde durmazdım. Enstitü 4. sınıfta Eğitimle ilgili sözler arasında bu adlar daha çok geçmeye başladı. Öğretmenlik Bilgisi adı altında Enstitü Müdürü İhsan Kalabay derslerimize girmeye başlayınca bu adlar öne çıktı. O zaman kitaplıkta Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji ile Pedagoji Tarihi kitaplarını karıştırdım. Meğer Ruso, Rus’un o almış şekli değil acayip yazılan bir admış, Rousseau!Bu adın geçtiği sayfaları bir kaç kez karıştırdıktan sonra oldukça ısındım. Derslerde bir kaç kez de kalkıp onun görüşleri üstüne konuşmalar yaptım. Rousseau, Jean Jacques Adını kendi dilinden yazmak için çok denemler yaptım ama bir türlü başaramadım. Fransızca’da ne kadar fazla harf kullanılıyor, şaşıyorum. Almanca’da da var ama bu denli çok değil.
Jan Jak Ruso. . . On harf. Oysa kendi dilinde Jean Jacques Rousseau on dokuz harf. Neredeyse yüzde yüz fazkalık!İsa Öztürk arkadaş güldü:
-Ben bunları hiç düşünmemiştim. Fransız adlarını yazmakta ben de güçlük çekiyorum ama oldukça alışmaya başladım.
Biz konuşurken Yıldız geldi, bir süre onunla konuştuk. Yıldız, okumak istediğim kitabın dört cild olduğunu duyunca bir “Aaaa!” çekti. O kitabı ne zaman okuyacağımı sordu. İnandırıcı olamadım belki ama:
-Bilmem, bir süre zaman ayırmaya çalışacağım!
Tanıklar önünde karar verdiğim için bu işi başarmam gerekeceğini içimden geçirerek Büyük salona geçtim. Faik Demir’le Halil Dere oturmuşlar bir masaya Bilek Güreşi, yapıyorlar. Beni görünce:
-Gel hakemlik yap! dediler. İkisini de aynı ölçüde sevdiğimi söyleyip hakemliği kabul etmedim. Bu kez ellerini bırakıp benim elimi sıktılar. İkisi de hoşnut olmuş. Karşıdan görenler takıldı:
-Ne pazarlığı yapıyorsunuz?Faik Demir:
-Siz el sıkışmanın kurallarından habersizsiniz, pazarlık el sıkışı başkadır. Halil Dere’nin elini alıp aşağı yukarı bir süre salladıktan sonra:
İşte böyle. Oysa biz böyle el sıkıştık! deyip el ele tutuşarak poz verdiler. Salon kalabalık olduğu için oldukça sıcaktı, bir süre de orada oturdum.
-Yatınca aklım gene okuyacağım kitaba takıldı. Yazarını Ruso olarak anıyoruz, oysa adamın adında 19 harf var. Adı üç ad, benim gibi. Halil İbrahim Tunalı. Kendi adımın kaç harfli olduğunu hiç düşüğnmemiştim, on sekiz harf olduğunu görünce güldüm. Durumumu nasıl anlatırım?Bir süre Atasözü aradım:
-Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı! Olmadı:
-Kendi gözünde merteği görmez elim gözünde çöp arar!biraz yaklaştı ama tam değil. . . Başka, başka?
2 Şubat 1945 Cuma
Adaşım Ziya Fikri ortalığa sordu:
-Hamdi Keskin Öğretmen’in derse gelmediği hiç oldu mu? Karşılık verildi:
-Ağabeyine sor o, öğretmenlerin en iyi takıpçisidir. Ziya, karşılık vermedi. Biliyorum o abisini tartışmalara taşımak istemez. Ancak sorusu benim de ilgimi çekti, Hamdi Keskin Öğretmen derslerini aksattı mı? Sanki belleğimde böyle bir olay varmış gibi; gene de kestiremiyorum. Nerden çıktı şimdi bu Hamdi Keskin Öğretmen?Onun dersi geçti:
-Ziya duymuş, güldü:
-Sessizlik canımı sıktı, o aklıma geldi, öyle söyleyiverdim adaşım!
Malik Aksel Öğretmenin geldiğini bildiğim için kendimi hazırladım;kesin kez yeni bir konuya girecektir.
Kahvaltıda da Malik Aksel Öğretemenden söz edildi:
-Sınav yaparsa neler sorar?Çoğunluk, ”Camiler!” dedi. Dahası camiler sayıldı. . . Ulu Cami, Süleymaniye, Sultan Ahmet, Edirne, Selimiye, Konya, Bursa, Sivas, Kayseri sıralandı. . Nilüfer Hatun kim?Yeşil Türbe nerede?Ben, bizim Lüleburgaz’daki Sokullu Camisini ekledim. Ekrem işi şakaya döktü:
-Ödemişteki camiyi söyledi:Aydınoğlu Camisi!Arkasından Kadir, babasının görevli olduğu Hamitamat-Yukarı Mahalle Camisini ekledi. Nihat Şengül ise:
-Cıvıklığın bukadarı da fazla! diye tepki gösterdi. Gülüşerek Bölüm Salonuna gittik.
İlk işim sobaya bakmak oldu, soba iyi doldurulmuş, sevindim. Az sonra Malik Aksel Öğretmen geldi. Gelir gelmez de sobaya baktı. Sobanın yanışından hoşnut olmuş olacak bana bakarak:
-Az kaldı değil mi? bu ay sonunda kurtulacaksın bu soba işlerinden!Arkadaşlar bakıştı. Onlar, sobaları benim yakmadığımı biliyorlardı. Ancak Malik Öğretmen, benim ilgilendiğimi bildiğinden bana pay çıkarıyordu. İçimden buna sevindim, bu da bir ders. ”İnsanlar, görüp tanıdıklarına değer veriyor. Rahatladım.
Malik Öğretmen, çantasının üstüne iliştirdiği bir ruleyi bana uzatarak, dikkatli, ce açmamı istedi. Ruleyi açtım. Ruleden çıkanları alan Malik Öğretmen kağıtları birer birer ters çevirerek masaya kapattıktan sonra:
-Bugün biraz da resim konuşalım. Resim konusunda bizim tarihim biraz cücedir. Buna yok demek gerekir ama külliyen bunu demek de haksızlık olur. İnsanlarımız, birey olarak baştakilerin yasaklarına uymamış. Resim yapmamış ama, halısıyla kilimiyle, giysi süslemeleriyle kendi çaplarında zevklerini sürdürmüşlerdir. Halkımız, halk olarak Fransız ya da Alman halkından farklı değildir. Giysi süslemelerinde bunu görüyoruz. Fark, Resim Sanatı’nın mekruh sayılıp sanatsal gelişimi körletmekte. Onlar, ibadet yerlerini resimlerle süslerken, resmi özendirmek için resimle uğraşanları ödüllendirirken bizimkiler cezalandırmıştır. Öğretmen masa üstündeki resimlerden birini kaldırıp bize çevirdi. Leonardo de Vinci’nin Mona Liza’ı. Bunun siyah -beyazını hep görüyorduk. Bu biraz renkli gibiydi. Öğretmen eliyle tutup gösterdikten sonra:
-Bunun ressamı, yaşadığı sürece Kılise’den para almış, krallarla boy ölçüşen bir yaşam yaşamıştır. İkinci resmi gösterdi. Mishelangello, Adem’le Hava. Bunun ressamın nereri ise papalık gözünde krallardan da üstündü!
Öğretmen daha önce üzerinde durduğu Fatih Sultan Mehmet’in Ressam Bellini’ye resmini yaptırışını, onun resim anlayışını tekrarladı. İzin verilseydi, bizden de ressamlar çıkacaktı. Özellikle azınlıklar, kiliseler aracılığıyla buna yabancı değildi. Onlar aracılığıyla bizim halkımız da gelişebilirdi! dedikten sonra bir resim gösterdi: El Greco.
El Greco’ nun Giritli bir Rum olduğunu, hiç resim dersi görmemesine karşın önce İtalya’da sonra da İspanya’ya geçerek çok ünlü bir ressam olduğunu, İspanya’daki başarısıyla İspanyol resminin kurucu payesine erdiğini anlattı. El Greco’nun bir Rum olmasından dolayı kendi adı unutulmasına karşın bir Rum olarak tanınmasının dünyadaki etkisine dikkatimizi çektikten sonra aynı topraklarda onun gibisi neden olmasın? Vardı, vardı da onlar yetiştirilmedi.
Leonardo de Vinci El Greco Mona Lisa A Lady in a Fur Wrap
Malik Öğretmen öteki resimler için de ayrıntılı bilgi verdi. Michelangelo’nun Adem’le Havva’sı da vardı, onu anlatırken bizim dinimizde aynı insanların nasıl başkalaştırılarak anlatıldığından yakındı:
-Havva Anamız deriz ama, onu anacak, anımsatacak bir sanat ürünü düşünmeyiz. Adem Baba’mız deriz de, o saygın adı dile düşürüp şakalaşırız. Duymuşsunuzdur, üstü başı perişan biri ile karşılaşınca ondan söz ederken “Ademin biri ya da Adem Baba kılıklı” deyip geçeriz. Malik Öğretmen:
-Neyse ki Batılılar kılı kırk yararak insanlık için her değeri su yüzüne çıkarıyorlar. İşte biz de onlardan alabildiklerimizi alıp onunla yetiniyoruz. Üstelik bir de böbürleniyoruz. El Greco olayından hiç etkilenmiyoruz da tarih kitaplarımıza Fatih’in Bellini’ ye yaptırdığı minyatür resmini yapıştırıyoruz. Dahası, Batı uygarlığı için “Tek dişi kalmış canavar!” bile diyebiliyoruz.
Öğretmen bundan sonra, Rönesans sonrası resim gelişmesi üstüne bilgi verdi, Alman, Felemenk, Fransız, İspanyol ressamlarından adlar sıraladı: Albrecht Dürer, Hans Holbein, Gaspar Friedrich, Rambrand, Goya Jan Van Dyck, Esteban Murillo, Meer Van Delft... Bu ressamların eserlerinin Fransa’da Louvre, İspanya’da Madrid- Prado, Almanya’da Berlin, Rusya’da Ermitage müzelerinde sergilendiğini anlattı. İtalya için ise:
-Eski İtalya kentleri baştan sona müzedir. Orada müze değil kentler sayılır. Örneğin, Venedik, Floransa, Milano, Torino, Parma, Roma kentleri birer müzedir.
Malik Öğretmen, oldukça güler yüzle ayrılırken:
-Bizde yok diye üzülmeyelim, şimdilerde bizim de yeni bir ressamlar kuşağı yetişti, yakın zamanlarda onlar da Batı okullarında okutulacak. Onları da bir gün konuşacağız! deyip yürüdü. .
Veysel Öğretmen girer girmez pencereleri göstererek: Masal kitaplarında okumuşsunuzdur, İskandinav Memleketlerinde çocuk masalları bile hep kar üstünedir. (Karşıda Lalabel tepesi büyük bir kar yığını görüntüsünde) Ne yapsınlar, çocuklar hep kar görüyor, onların dünyalarına girmek için kar bir araç olarak kullanılıyor. Sonra da masal okuyup okumadığımızı sordu. Doğrusu karlı masal pek okumamıştım. Ya da birden anımsamadım. Norveçli yazar Henrik İbsen’ den Nora ile Peer Gynt, Knut Hamsun’dan Açlık romanlarını okumuştum ama onlarda kardan söz edilip edilmediğini anımsamadım.
Öğretmen:
-Karlı günde Ağustos böceği resmi yapacak değiliz ya biz de kar üstüne çalışırız deyip bizi serbest bıraktı. İsteyen pencerelere sıralanıp karşıları çizsin, isteyen düşsel bir karlı olay çizsin! deyip bizi serbest bıraktı. Ben, çocukluğumda dikkatimi çektiği için karşılında durup baktığım bir karlı buzlu olayı çizmeye çalıştım. Bizim kahvesini saçaklarında çok olurdu. Kahvenin çatısı oluklu çinko(Galveniz) sac ile örtük. Çok kar yağınca her çatı gibi üstü kar dolar. Tavan sıcaklığından etkilenen alt kısım yavaş yavaş erir. Ancak erime çok yavaş olur. Saçaklarda oluşan buzların ucuna alttan su geldikçe donar. Donan damlacıklar bir kaç dün sonra yere kadar iner. Aşağıya doğru inen buzlar, sivri tarafları aşağıda ters sıralanmış okları andırır. O aklıma geldi. Tıpkı onu değil de, biraz kar inmiş, kardan damlayan buzlar yapmaya çalıştım. Öğretmen düşüncemi beğendi ama çizgilerimi beğenmedi. Bunu da çok doğal bulduğunu ekledi. Kendisi biraz düzetme yaptı. Öğretmen, kar yığınağımı ise abartılı buldu. Öylesi kitle duramaz! Gözlerin belli bir ölçüsü vardır, artıkları reddeder! deyip gülümsedi. Arkadaşların çoğu resimlerini bitiremediğini söyleyince öğretmen bu kez kağıtları toplamadı, haftaya tamamlanmış olarak alacağını söyleyip ayrıldı.
Arkadaşlarda bir sevinç bir sevinç! Haftaya kar kalkarsa, modeller bozuldu’ deyip resimleri yarım vermeyi kurdular. Bu işin olmayacağını bile bile şakalaşma yemek masasına dek sürdü. Yemekte yeni bir duyuru:
-Pazar günü öğle yemeğinden sonra Yüksek Bölüm Öğrencileri büyük salonda toplanacak! Niçin soruları duyuldu. Bizim masadan kimse tepki göstermedi. Şaka olarak ben:
-Biz neden sustuk? Arkadaşlar birden:
-Aman ha kızdırmayalım, adam duyarsa: (Okul Müdürü Rauf İnan) bu toplantıları cumartesi gününe kaydırır!
Salona dönünce Pazar günü yapılacak toplantının konusunu öğrendik; Genel Müdür Hakkı Tonguç, çıkarılması tasarlanan İŞEĞİTİMİ SÖZLÜĞÜ için açıklama yapacakmış!
Cuma günü öğleden sonları, belirsiz bir saatte Askerlik dersleri yapılıyor. Bu nedenle Öztekin Öğretmen zaman zaman ufuldanarak:
-Benim ders saatim mi değil mi? diye soruyor. Gene de kalabildiğimiz süreçte (Çoğunlukla!) Törensel Program olarak plânladığımız programımızı tekrarlıyoruz. Grup yöneticilerinde değişme oluyor. (Son sınıflar Bakanlık stajına gidiyor) Yüzbaşı Sıtkı Ulay bugün gelmedi. Mehmet Öztekin Öğretmen son saati serbest çalışmaya bıraktı, bir süre piyano çalıştım. Mozart kv. 279 Sonatın 3. Bölümünü oldukça pişirdim. Sonat çaldıkça hoşuma gitmeye başladı. Çalarken kimi kez kendimi yük arabalarına benzetiyorum. Yük arabaları da yokuşa ilk tırmanırken normal olarak gider, bir süre sonra bir ağırlaşma olur. Bu ağırlaşma, bir süre sonra duraklama düzeyine dek iner. Benim ki de öyle; sonata başlarken iyi, sonra sonra bir ağırlaşma, giderek bocalama başlıyor. Bu da bana bir ders oluyor:
-Başı neden iyi çalıyorum? Son neden zayıf? Bunu bilmeyecek ne var:
-Başa çok çalışmış oluyorum, oysa sonlar başa göre daha az çalışılmış oluyor. Öyleyse her tarafı, hatta her işi çok çalışmak başarıyı getirir. Kendi kendimi böyle kamçılayarak çalışıyorum.
Akşam yemeğinde konu her cuma akşamları gibi (yarınki) konser. Kimlerden dinleyeceğiz? Bu konuda her ağızdan farklı adlar çıkıyor. Hemşerim Kadir gene bana bir konuşma olanağı sağladı:
-Çalıştığımız Seybold metodunu hazırlayan da ünlü bir kemancıymış, onun neden konçertoları yok. Konçertoları varsa neden çalınmıyor? Seybold’u merak edip daha önce, tıpkı kendi kullandığım Beringer metodunu hazırlayan Oskar Beringer gibi sorup öğrenmiştim. Arthur Seybold yaşayan bir kemancı. Oskar Beringer ölmüş. Ünlü bir piyanist ama bestecilikte direnmemiş. Piyanistlik başka bestecilik başka. Keman içinde bu, geçerli bir kural. Seybold yaşayan bir kemancı, belki besteleri de vardır. Çok ünlü olmadığı için çalınmamış ya da bize kadar gelmemiş olabilir. Bu dediğimi kanıtlayacak en güzel örnek, baba oğul Mozart’lar. Baba Mozart’ın Keman metodu var. Oğul Mozart’ın metodu yok ama sayısız bestesi var. Neyse ki hiç bir karşılık verilmedi. Az bir suskunluktan sonra besteci adları sıralandı. Josef Haydn. Vivaldi, Haendell, Bela Bartok, Edvard Grieg, Georg Bizet, Borodin, Chopin, Schumann, Schubert. . . arkasından da eserler. Romen Dansları. . . Bela Bartok. . Okul Müdürü Senfonisi. . . Josef Haydn. Arkadaşlardan bunu duymayan varmış:
-Uyduruyorsun! diyen oldu. Ekrem bildin daha ileri gidip:
-Yok, yok, Rauf İnan senfonisi! dedi. Haydn Senfonilerinin bazıları adlıdır, bununla ilgili bir yazı okumuştum. Yazar İhsan Akay, yazın geldiğinde bunları da anlattı. (İhsan Akay, Varlık Dergisinde müzikle ilgili yazılar yazıyor. Bu konuda çok bilgili olduğunu bildiğim için, sorular sordum, o da zevkle, bir çok müzikle, bazı bestecilerle ilgili olaylar anlattı) İşte o zaman, Kraliçe, Sabah, Akşam, Öğle, Saat, Okul Müdürü, Filozof, Halleluya (Şükür) Merkür (Gezegen) Asker v. b. senfoni adlarını yazmıştım. Bunların dışında Londra, Paris adlarını taşıyan senfonileri de var. Paris, Londra adları çağrışımlar yaptı:
-Mozart’ın da böyle senfonileri var: Prag, Linser, Haffner, Salzburg, Paris, Jupiter. . . . . . Konuşa konuşa Büyük Salona gittik. Kitaplık soğuk olduğundan bizim Kepirliler bir köşeye çekilmiş. Konu Sami Akıncı. Sami gene hastalanmış, ciğerlerindeki zafiyet gittikçe artıyormuş. Konuşurken olayı gerilere götürdük. Sami Kepirtepe’de de bizden ayrı düşerdi. Ancak o zaman bunu bilinçli yapardı. Sami yaşını göstermezdi. Herkes onu gerçek yaşının altında görürdü. Oysa o, görünüşünden daha yaşlıydı. Doğum tarihini hiçbir zaman ortaya getirmedi. Üstelik ortaokula devam etmiş, bunu sürekli sakladı. Gerçi, Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okulu’nda ilk derslere başladığımızda Sami’nin bilgiçliği bize bir şeyler anlatır gibiydi ama biz onun sözüne inandığımızdan, aksini düşünmüyorduk. Sami ayrıca bir görevde de çalışmış, daire işlerine çok yatkındı. Bu özelliğini gören Okul Müdürü onu Okul Kooperatifi adı altında bir görevle görevlendirdi. Sami, hemen hemen dört yıl bu işi sürdürerek atölyelerden uzak kalmıştı. Bize göre bu bir kaçıştı. Ancak şimdiki zafiyeti o zaman da vardı da ağır işlerden korunduğu için mi su yüzüne çıkmadı? Günah çıkartırmışçasına bunları konuştuk. Arkadaşımız Yusuf Asıl’ dan sonra Sami’yi de kaybetmek istemiyoruz. Arkadaşlara mektuplar gelmiş. İdris Destan bir süre konu oldu. Evlenecekmiş, taklidi yapıldı. Hasan Üner, İdris’i hepimizden iyi tanır, bay-bayan ilişkileri üstüne düşünceleri aktardı. Ailesi üstünde otorite kuracakmış. Bir süre ona güldük. İdris’in çok tekrarladığı bir olay vardı. Kepirtepe’de rahatsız olan öğrencilere Lüleburgaz Hükümet doktoru Sezai Feray bakıyordu. Lüleburgaz’ da hastane olmadığı için ağırlaşan hastalar grup grup İstanbul’a gönderiliyordu. Grup oluşturan hastaları da memur Asaf Amca götürüyordu. Asaf Amca yaşlı olduğu gibi çok da titizdi. Gerçekte biz onu ambar ya da Kiler memuru olarak bilirdik. Nöbetlerimizde ona işimiz düşünce bize zaman zaman çıkışır ara ara da kırıcı sözler söylerdi. Bu bakımdan şakacı arkadaşların dilindeydi. Asaf Amca hasta grubu trenle İstanbul’a götürüp Sirkeci’de trenden inince grubu tek sıra yapıp arkasından dizi olarak gidecekleri yere götürürmüş. Herhangi bir nedenle biri sıradan çıkınca Asaf Amca bağırırmış:
-Kuyruğa gir! Bir eliyle de arkasına işaret edermiş:
-Sırayı bozmayın! İşte İdris Destan tanık olduğu ya da yaşadığı bu olayı derslikte kalkıp zaman zaman anlatır, arkadaşları güldürürdü. Bu anımsatıldı:
-Eşi üstünde otorite kurmayı, Asaf Amca gibi eşini arkasında mı yürütecek yoksa! diyerek bir süre gülüştük.
Yatınca da bir süre İdris Destan’ı düşündüm. Müzik severdi, ilk mandolin dağıtıldığında mandolini iyi kullanan o olmuştu. Birden öğretici durumdaydı. Ne oldu ne gitti, elinde mandolin olmasına karşın bir yerde kaldı. Ancak şarkıları, türküleri daha doğrusu duyup da sevdiği tüm müzikleri unutmuyordu. Köyü Osmancık için ona bir hikâye uydurmuştum, çok sevinmişti. Uydurduğumu bile bile bana teşekkür ederdi. Komşu Ceylân köyün hikayesini ters yüz edip Padişah Genç Osman’a çevirmiştim. (Genç Osman’ın Hotin Seferi)
Osman, Osmancık, Genç Osman! derken uyudum.