Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

27 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Okulculuk Ayrımı Tartışmaları Giderek Düşünsel Alana Yayılır Oldu

 

22 Nisan 1944 Cumartesi

 

İyice alıştım erken kalkmaya. Bir zamanı anımsadım, 1941 yılında kalk zilinden bir saat önce kalkıp kitap okuyordum. Sarı Esirler'i, Kutsal Toprak'ı, İki Şehrin Hikayesini, Çingeneler'i öyle okumuştum. O zamanlar öğle dinlencelerimiz oyun öğrenmekle geçiyordu. Çok geçmemesine karşın, yer değişikliğinden ötürü bana çok geçmiş gibi geliyor. Sarı Esirleri şimdi 2. sınıfta okuyan Abdullah Özkucur vermişti. İlk günler, Mustafa Güneri Öğretmenin isteğine uyarak oldukça yardımcı olmuştum. Oysa düpedüz işten kaytarıyordu. Şimdi bakıyorum, iş yapmak ya da çalışmak üstüne şiirler yazıp okuyor. Arkadaşlarından onu "Şair!" diye çağıranlar da var. Toplantılarda kalkıp kendi yazdığı şiirleri okuyormuş. Ben dinlemedim ama dinleyenler var. Geçen gün Enstitü Bölümünün töreninde de okumuş. (Tören sırasında biz, bizim salonda hazır bulunmuştuk.)

Rahmiye Öğretmen geldi. Tek gelince daha canlı, daha içtenlikle oyunları önemsiyor. Ara sıra aklımdan :

-Hep o gelse! gibilerde bir istek geçiyor ama çok az konuştuğu için ben de ondan hoşlanmıyorum; sanki dargınmışız gibi bir durum oluyor. En iyisi arada sırada Aysel Öğretmenle gelmeleri olacak galiba. Aysel Öğretmenin konuşkanlığı rahatlatıcı oluyor.

Bu sabah sıra olmada bir karışıklık oldu. Belli bir süreçte düzgün sıra olmamanın karşılığı marş marş! Yerinde dur, geri dön marş marş! Arkasından da iki yorucu oyun Merzifon Alayı, Arpazlı!

Kahvaltıya yetiştim. Halil Dere, beni beklemiş, trene 20 dakikamız var. Ucu ucuna yetiştik. Biz bindik İstasyon Şefi işaret verdi. (İstasyon Şefi dediğimiz bizim yaşımızda (gerçekte yaş olarak benden küçük.) Öyle denmesinden hoşlanacağını düşündükleri için arkadaşlar Şef demeye karar vermiş.

Bugün okullar öğleden sonra (Cumartesi nedeniyle) sokaklarda olacaklar! Kimileri bunu umursamıyor:

-Ne var yani bir kol vurup geçersin. Ya yanlışlıkla bir yetişkin bayana kol vurursan (? ) Gülüşmeler arasından bir ses:

-Çantayı kafana yersin! Arkasından da bir kaç kişi birden:

-Ay ne rezalet olur ama! ...

Konservatuvar kapısında Faik Canselen Öğretmen bizi bekliyordu. Öztekin Öğretmen gülerek sordu; "Beklettik mi?” Faik Öğretmen bizi göstererek:

- Beklettiniz ya, size öyle alıştılar ki, sizlersiz beni konserlere de almayacaklar galiba! Abdullah Ön:

-Haber verin, hemen geliriz! Gülüşmeler arasında alt kattaki piyanolu odaya girdik.

Faik Öğretmen:

-Bugün çok seveceğiniz bir proğram var; besteciler söz birliği ile bunları çocuklar için yazmış. Biraz komik bir benzetme ama olacak o kadar. Örneğin biri, Josef Haydn 1732-1808 biri, Felix Mendelsshon, 1809-1840, biri Camille Saint-Saëns 1835-1921 tarihleri aralarında yaşamışlar. Josef Haydn'ın 104 senfonisi vardır. Bunların hepsinin değil ama yarıdan çoğunun adı vardır. Kimilerine göre besteci bir kaçına ad koymuştur, ötekilere sonradan yakıştırmışlardır. Bugün dinleyeceğimiz senfoni de bunlardan biridir. "Çocuk Senfonisi”. Bir söylentiye göre Mozart'ın babası Leopold Mozart çocuklar için bir küçük beste yapmış. Bunu dinleyen Josef Haydn:

-“Bu güzel melodi, bu kadar da kalmamalı” deyip senfoniye çevirmiştir. Bu günümüzde de tartışılır:

-Beste şimdi kimin oluyor? İki ad için yazıp basanlar olduğu gibi ayrı ayrı basılanı da vardır. Tür olarak senfoni Josef Haydn olarak anılır. Josef Haydn Hob 11 No 27, Toy senfoni olarak konserlerde çalınır. Gerçekten çocukların çok sevdiği bir senfonidir. Besteci için söylenecek çok sözümüz olacaktır ama hemen hemen her konserde onunla karşılaşacağımız için kısa kısa kesiyoruz.

Felix Mendelsshon, William Shakespaere için bir beste yapmış. Bir oyun müziği. Bir Yaz Gecesi Rüyası. Sonuna da bir marş eklemiş. Bu marş o denli beğenilmiş ki Batı dünyasında tüm düğünlerde çalınır olmuş. Biraz da bu marş nedeniyle, Bir Yaz Gecesi Rüyası konserlerin gözde bestelerinden biridir.

3. Bestecimiz büyük bir piyanist olarak tanınmıştır. Gerçekten Afrikalı (Cezayirli) olmakla birlikte Fransa'da yetişmiş, Fransız olarak tanınmış ünlü bir bestecidir. Camille Saint-Saëns. Operaları, beş büyük piyano bir Org konçertosu ile beş keman konçertosu, 3 senfoni yanında her tür beste (İntroduktion und Rondo Capriccioso. Danse Macabre çok ünlüdür) Büyük besteleri yanında o da çocukları unutmamış, Hayvanlar Karnavalı adlı bir beste yapmıştır. Besteyi önce bir piyano için yazmış. Sevildiğini görünce bu kez iki piyanoya çevirmiş. Anlaşılan isteklerin arkası kesilmemiş bu kez de orkestra düzenlemesi yapılmış. Bakın bugün orkestra düzenlemesini dinleyeceğiz. Besteci oldukça uzun yaşamış, ünlü bir piyanist (Franz Liszt'in öğrencisi, yakın dostu) olduğu gibi döneminin ünlü bir org çalıcısı, aynı zamanda orkestra şefidir.

 

Camille Saint-Saëns

Öğretmen özellikle Hayvanlar Karnavalını dikkatle dinlememizi istedi. Bu arada bir soru sordu. “Besteci Franz Liszt'in öğrencisidir. Bunu besteleyince öğretmeni Franz Liszt önünde çalar. Nedense bu bestesini bir daha çalmaz, ölünceye dek de bir daha çalınmasını istemez. Böyleyken yukarda andığımız gibi insanlar bu yasağı delip severek dinlemelerini sürdürürler. Bakalım siz ne diyeceksiniz?” Faik Canselen Öğretmen gülümseyerek:

-Ufukta bir güzel piyano resitali var, sizin gece gelme şansınız var mı? diye sordu. Öztekin öğretmen hemen karşılık verdi. Bizim konser anlaşmamızda her türlüsü var, yeter ki geldiğimize değsin. Onu da sizin seçiminize güveniyoruz. Sözü tam anlamadık ama sevindirici bir haber olduğu belliydi.

Öğretmenler bizi konser saatine dek serbest bıraktı.

Kapıdan çıkınca ne konseri, kimin konseri olabileceği soruları başladı. Ben iki yıl önce asker çadırında dinlediğim tek piyano konserini, Bruno Walter'in geldiğini anlattım. Bir çoğu şaşırdı. Birileri ise benden hesap sordu:

-Sen böyle bildiklerini başkalarına anlatır mısın? Bunu sorana karşılık verdim:

-Yo, hepsini anlatmam; örneğin, kendinin bilmediklerini başkaları bildiğinde, kendi bilmediğine üzüleceği yerde bilenlere karşı duran arkadaşlarım olduğunu kimselere anlatmam. Çünkü anlatırsam benim adıma üzülecektir. Arkadaşımı bir haddini bilmez için neden üzeyim? Çevresindekiler, bilgi dağarlarını doldurmak için yarış ederken yerinde durmakta direnenlere ne desen boşa gider, çocukların Boş Fıçı şarkısını söylemiş olursun!

23 Nisan Bayramı başladı diyenler haklıymış. Önce Milli Eğitim Bakanlığı Kitaplığına gittik. Dora Abla kitapları getirdiğime memnun olduğunu söyledi. Tatilden sonra gene alabileceğimi anımsattı. Yanında güzel bir kız vardı. Çok şirin, görünüşte hem çocuk hem de basbayağı kızdı. Dora Abla:

-Bella, onlar küçük defterde yazılıdır, sil! dedi. Sonra da “Bella benim kızım, nasıl güzel mi?” diye sordu. Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Benden daha mahcup saydığım Halil Dere, "Olamaz! O kardeşiniz!" deyince şaşırdım. Sahiden Bella Kent, bizim okula geldi. Ancak değişik kimseler arasında, değişik kimselerle geldiğinden, bugünkü Bella, o değil gibiydi. Ben hemen dolaylı olarak kendimi araya tıkıştırdım:

-Yaz stajımı Hasanoğlan'da yapacağım, gene kitap alabilir miyim? Alabileceğimi Bella Kent söyledi. Ayrılırken öyle bir gülümsedi ki, iki yanağı da derinleşti. Merdivende Halil Dere tüm gücüyle yumrukladı:

-Sende şeytan tüyü var. Ben de ona aynı sözü tekrarladım:

-Sen konsere gelmeden önce o kız oraya gelmiyordu. O boş sandalyeye oturup Mahmut Ragıp Öğretmenle konuşuyordum. Sen geldin, adamın yanına bile gidemiyorum. Bak bu kitaplığa en az on kez geldim. İlk gelişine karşın Bella Kent'le karşılaştın. Halil Dere şaşırdı:

-Sahi mi öyle oldu? deyip sustu. Ne düşündüyse sıkı sıkı tembihledi:

-Bunu arkadaşlara söylemeyelim!

Konservatuvara ucu ucuna yetiştik.

Balkon tıka basa dolu, ayrı yerlerde kendimize yer bulduk. Ragıp Öğretmenin yerinde başkaları var. Az sonra alkışlar başladı. Hızlı, güzel bir müzik başladı. Orkestra çalgıları yarış ederce birbirini izledi. Sonra bir ağırlaşma oldu. Bir ara gene bir ses yarışı, kuşların karşılıklı ötüşü bir süre gitti. Başa dönmüş gibi sürürken bitti. Az aradan sonra uzaktan uzağa boru sesleri gelip gitmeye başladı Az sonra da çıngıraklar geldi havada sallanır gibi sesler bir süre sürdü. Gerçekten çocuklar çakıldaklarla oynar gibi havada uçarken bitti.

Hayvanlar Karnavalı üstüne Faik Öğretmen bana bilgi vermiş, hatta piyano bölümünü ilerde denersin demişti. Başlar başlamaz piyano beklemeye başladım. O denli piyano bekledim ki sonunda o bölümü çalmayacaklar herhalde derken piyano canlandı o denli sahnede yalnız kaldı ki, sanki ayrı bir parça gibi ya da piyano çalanın el çalışması yapar gibi sanki öteki parçadan ayrıymışçasına özgürce ses sıraladı öylece de bitti.

Bitince de ötekilerden daha çok alkışlanmasını ben piyanoya bağladım. Salonun boşalmasında biz, biraz bekleyerek çıkarız. Bekleyiş sırasında piyano sesi kulaklarımda çınladı. Merdivenden inerken Halil Dere dayanamadı.

-Seninki gelmediği için üzülüyorsun! değil mi? diye sorduğunda kimi kastettiğini bile unutmuştum. Durumumu anlatınca da şaşırdı:

-Ne var bunda etkilenecek? Öyleyse sen asıl derdinin ne olduğunu daha kestirememişsin! Ulus'a dek tartışarak gittik.

Kızılırmak Kıraathanesinin arka bölümündeki satranç köşesinde bir süre satranç oynayarak vakit geçirdik. Hava güzel, Spor binasına dek yürüyüp, İstasyona oradan dolandık. Öztekin Öğretmenin gene o yoldan geldiğini görünce fısıltılar başladı, sözde oradaki eczanede sevgilisi varmış. Oldukça erken dönmeye başladık. "Yarın 23 Nisan Bayramı!" diyenlere, "Biz, bayramımızı yaptık!" karşılığı verilince bir ağız dalaşı başladı. En çok sinirlenenlerden biri de Mehmet Kocaefe oldu. Hemen:

-Sen bu kafayla gidersen askere şeyimi alırsın teskere! Mehmet Kocaefe'ye küfür ettiği için çıkışanlara bu kez büyük bir kalabalık, biraz karışık olmasına karşın:

-Sizin bu ayrılıkçı anlayışınız hepimizi zor duruma sokuyor. 23 Nisan tüm Türk Ulusunun Cumhuriyet yönetiminin bir bakıma temeli atılma günü. 17 Nisan ise salt bizim için özel bir anlam taşıyor. Sonuç olarak okulumuz için özel bir yasa çıkarılmış. Yasa değiştiği gün, onun bayramlığı da biter! . . . . 23 Nisan Bayramı ise Türkiye Cumhuriyeti varoldukça kutlanacaktır.

Her kafadan sesler çıktı ama sözler o sözü söyleyene değildi sanki. Gizli gizli üren bir zıtlaşmanın depreşmesiydi. Söyleyen sustu ama büyük tepki karşısında sustu. Dervişin fikri ne ise zikri de o olurmuş. Zaman zaman benzer tepkileri hep duyuyoruz. Sözgelimi Hamdi Keskin Öğretmen dersiyle ilgilenenlere daha yakınlık gösteriyor. Bunu bildiğim için adı geçen şairin en az bir şiirini bulup yazıyor, yapabildiğim kadarıyla açıklıyor, veznini de buluyorum. Bu kaçıncı kişi oldu gelip başıma önce ne yaptığımı soruyor; sonra da; "Bunlara ne lüzum var?” diye benim emeğimi küçümseyerek bakıyor. Her zaman hoş karşılıyorum ama bazan boş bulunup, okuduğum Köy Enstitüsünde bir çok öğretmenin İstanbul'u İstambul, içinde bulunduğu güne bu gün; benimki'yi benim ki, dünküyü dün ki (Dün ki, bayramdı ama biz bayram falan yapamadık, Ali'nin elinde ki kitap, seninkinde ne var?) türü yazanları hoş görmediğim için, bulunduğum yerde böylelerine yardımcı olmayı düşünüyorum. Altalta, alış veriş, allak bullak, ana baba, anacadde, Allah Kerim türü sözleri her cümlede değişik yazanları ben doğrusu kınamaktayım. Bunun doğrusunu öğrenmek okuyanlar için çok zor bir iş olmasa gerek. Biliyorum Fuzuli'nin "Muradın şem-i, ya da Nef''i gibi Tutti mucize demeyeceğim ama o şiiri okuduğumda anlamını yerine koyacağım. Hele öğretmen olduğuma göre öğrenciler bunları okurken onlara yardım etmem gerektiğinde doğruyu söyleyemezsem, öyle yapanların en aşağılığı olduğumu kendimden saklayamayacağım. Saklamaya kalksam bile biliyorum o gece göreceğim rüyalar bunları bana anımsatacaktır. Bunlardan korkmayanlara ben öğretmenliği değil cansız nesnelerle uğraşma işi öneriyorum, örneğin marangozluk. Kestiğin bir parça büyüğüne uymazsa daha küçüğünde kullanılır. Babamın anlattığı bir olayı anımsıyorum. Eli, doğru dürüst kesici gereç tutamayan bir kişi, ormanda düzgün bir çam görmüş. Adam sevinmiş:

-Tam istediğim gibi bir ok olacak! demiş. (Ok, çift at koşulan arabaların ön dingiline çakılı, atlara arabayı yönlendiren, duruma göre 2-3 m. arası uzunlukta bir araç. Katana denilen atlar koşuluyorsa uzun, küçük boy atlar koşulursa daha kısa olabilir. )

Adam çamı devirip başlamış yontmaya. Önce büyük boy için işe kalkışmış. Sonunda bakmış büyük boy, ölçüsü tutmamış, Bu kez de, "Orta boy daha işime yar! " deyip işi sürdürmüş. . . Adam sonunda kendi kendini teselli etmiş:

-Ne var yani, emeğim boşa gitti sayılmaz, keserimin sapı yıpranmıştı, onun değiştiririm! 3 metrelik çam 50 cm. lik keser sapına dönmüş.

İşte ben öğretmenliği, insan yetiştirme işini bu tür umursamazlık olarak düşünmüyorum. Yurt düzeyinde nice değerli öğrenciler, okul yaşamlarını sürdüremiyorlar. Bunların büyük bir çoğunluğu geri zekâlılıktan değil. Kendileri dışındaki etkenlerden dolayıdır. Bu olayları konuşanlar da, (sanki babamın anlattığı öyküyü bilirmiş gibi) acımasızca:

-Bir baltaya sap olamadı! diyebiliyorlar. Bunu diyenlerin geçmişi araştırılsa kuşkusuz daha büyük kütüklerden yontula yontula bu kadarcık olmuştur. Benim inancım bu, ben kendimi iyi yetiştirirsem, öğrencilerim, benim verebileceğimden daha fazlasını benden almasını bileceklerdir.

Kitaplığa uğradım, şöyle bir bakıp geçecektim. Az uzakta tartışılan bir konu olduğunu anladım. Hoşlanmayan biri olabilir düşüncesiyle elimdeki şiir kitabını açıp karıştırmaya başladım. Tam başlığını okurken masadakilerden biri:

"Dinle şair eski ozanı

Okuyor yürekten Altın destanı"

Z. G.

Bunu okuyup sordu:

-Bu Altın Destan Ziya Gökalp'ın mı? "Onun!" diyenler oldu. Şiirden söz edildiğini duyunca aldırmaz gibi durup elimdeki karıştırdım. Şiir, elimdeki kitapta var. Hasan Ali Yücel'in YENİ HAYAT şiiri. Açıp şiiri okudum. bir yandan da kulağım arka masada.

 

"Duymadan düşünmek yok dinimizde,
Biz kâlp adamıyız, gönül eriyiz.
İnsanız , insanlık esastır bizde;
Ne ciniz, ne melek, ne de periyiz?
 
Keşkülle asâyı çölde bırktık;
Külahı, hırkayı çiviye astık:
Gönülde marifet kandili yaktık,
Bu ince , işlerin hünerveriyiz. .
 
Yalnız değiliz, ailemiz var;
Başımızdan aşkın gailemiz var;
Bin kervan tutacak kafilemiz var,
Varlık diyarının seferberiyiz.
 
Biz Hakk âşıkız, dileğimiz hak:
Doyurmaz ahrette saadet ummak:
Dileriz dünyada kurulsun Uçmak:
Bu yolun ümmetsi peygamberiyiz.
 
Tanrıyı göklerden gönle indirdik
Abitle Mabudu biz sevindirdik.
Gözlerde çağlayan yaşı dindirdik.
Biz zemzem değiliz, alın teriyiz.
 
Bu günün güneşi batıdan doğdu,
Sıcak ülkelerin ateşi soğdu,
Şarkı asırlarca karanlık boğdu,
O meş'um gecenin biz seheriyiz.
 
Fark ettik nihayet aç ile toku,
Anladık en sonra var ile yoku,
Bıkrak o kitapları, gel bizi oku:
Bizler ki hilkatin son eseriyiz. . . .
 
Gönlümüz kılınçtır, tenimiz kını;
Orada saklarız vatan aşkını,
Çarpsın göğsümüze düşman akını,
Ulu Türkelinin biz siperiyiz.
 
Gazi'dir o büyük yurdu yaratan.
Yabanı bağrından söküp fırlatan,
Yüce kalbi oldu Türklüğe vatan;
O, baştır; biz onun öz neferiyiz.
 
Yaşayıp yaşatmak işimiz bizim,
Haram lokma kesmez dişimiz bizim,
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim,
Biz yeni hayatın erenleriyiz. . . .
 
Hasan Ali Yücel

 

Şiir üstüne konuşmaları dinledim; yazık, şiiri düz yazı gibi düşünüp, söyleneni, söylendiğince okuyup geçiyorlar. Şiirin en önemli tarafı; Hasan Ali Yücel'in yazmasıymış. Bu kez de daha uzun bir şiirine, Üç Telli Saz Şairine adlı şiire geçtiler. Neyse ki içlerinden biri:

-Bunu değerlendirmek için önce öteki şiiri okuyalım! Bunu söyleyeni daha önce tanımıştım, daha doğrusu tanıtmışlardı; onlardan biriymiş. (!) İçimden geçirdim:

-Demek gizli yazılar okumuş olmaları, söylemi bundan ileri geliyordu. İlgi duyar gibi oldum ama çabuk vazgeçtim. Bana ne? Bir gün o da elime gelirse okurum. Bu kez kitaptaki uzun şiiri okudum. Hasan Ali Yücel, şiir gibi alt alta bir şeyler sıralamış, ne dediği pek anlaşılmıyor ama sonunda Nazım Hikmet'i iki paralık ediyor.

Yarınki Enstitü Bölümü programında ödevim olduğundan erken yattım.

 

23 Nisan 1944 Pazar

 

Erken kalkıp hazırlandım. Baktım Şevki Aydın da hazırlanmış. Sormadan Şevki kendi anlattı: Öztekin Öğretmen benim için "Becerikli arkadaştır ama bizim henüz kurumlaşmamış işlerimizi bilmez. Sen geçen yıl yaşadın, bu yıl ona yardımcı ol!" demiş.

Kahvaltıya birlikte gittik. Kahvaltıdan sonra toplantı meydanında bayrak çekildi. Md Yardımcısı Şeref Tarlan konuşma yaptı. Çocuklardan da 4-5 öğrenci şiirler okudu. Gerçekten ben yabancıymışım, hiç bir etkinliğe katılmadan öyle durdum. Dağılınca Rahmiye Öğretmenle Cemil Balcıoğlu Öğretmen birlikte Hasanoğlan okul bahçesine gittik. Onların töreni biz onlara katılınca başladı. Köy Muhtarı Ahmet Çakır'la bir kaç köylü vardı. Cemil Balcıoğlu Öğretmen köyü, köylüleri öven, savaşa katılanlara şükranlarını sunan, ölmüşleri rahmetle anıp yaşayanlara sağlıklar dileyen bir konuşma yaptı. Tören sonunda bizim grup halay çekti, Ankara Marşı ile 23 Nisan şarkısını söyledikten sonra, tüm öğrencileri topluca bizim okula davet ettiler. Karşılıklı "İyi bayramlar” dileştikten sonra onlar evlerine, biz de topluca okula döndük.

Bu tören bana, iki yıl önce hiç düşünmediğim bir olayı da anımsattı. Biz buraya Kepirtepe Köy Enstitüsü adıyla geldik. Hatta anlamsız bir emirle okulun duvarına Köy Enstitüsü diye de yazı yazılmıştı. Bizim sınıf (30 arkadaş) bahçe içinde çadırda yatıyorduk. Kızlar da okulun dersliklerinde kalıyor, kendi ders programlarını orada uyguluyordu. Kısacası köy okulu bizim tarafımızdan doldurulmuştu. Biz orada 8 (sekiz) ay kaldığımıza göre demek Hasanoğlan İlkokulu da bizim gibi 8 ay derslerden yoksun kalmıştı. Bu gelişim bana bunları anımsattığı gibi iyi bir öğretmeni daha yakından tanımama neden oldu: Cemil Balcıoğlu. Bilgili; neşeli, özverili. Öğrencilerine davranışları arkadaşça. Yol boyunca bana güzel olaylardan, geçmiş bayramlardan söz etti, hele Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni ezberden okuması, bana ayrıca büyük umut verdi. Çünkü ben de ezber biliyorum. Unutmamak için de sürekli okuyorum. Zaman zaman da “bunu, nerede, kime okurum?” diye kendime soruyorum. Oysa onu okumak için özellikle okul yaşamlarında bütün zamanlar geçerli olabilecekmiş. Nitekim Cemil Balcıoğlu, konuşmalar arasında geçen Atatürk'ün bir sözü Gençliğe Hitabe'nin kapısını aralayıverdi. Hele ayrılırken Cemil Balcıoğlu Öğretmenin bana, "Dostum, görüşmek için gelecek 23 Nisanı beklemek zorunda değiliz, Büyük bir aile içindeyiz ama küçük zamanlarımız da olmaktadır. Bir merhaba bile içtenlik (O samimiyet dedi) yollarımızı işlek tutmaya yeter! "Sağolun!" demekten öte söz bulamadığıma üzülmeme karşın çok mutlu olarak Güzel Sanatlar salonuna döndüm. Arkadaşlar, benim eksikliğimin ayırdındalar ama yerini kestirememişler.

Lalabel'e yürümek, oradan trenle Elmadağ'a/Küçük Yozgat'a, gitmek, akşam Kırıkkale banliyosu ile dönmek kararı verildi yola çıktık. Tepeye çıkınca Hasanoğlan köyü, öğle güneşinin batıya dönüş saatlerinde resimlerdeki şatolar gibi görüntü veriyor. Benim aklım hep kekiklerdeydi, tümsekleşmiş yükseltilerde kenarlara yayılmış bir bütün gibi görünüyorlar. Eğilip koklamaya gerek yok, tüm yöre kekik kokusu. Çocukluğumdan beri kekik kokusunu severim. Bizim köyün iki yöresinde kekik vardı. Buralarını ben kendim buldum sanıyorum. Biri bağ yolumuzun üstünde Kuştepe denilen yerdeydi. Oralara koyun sürüleri giremediği için uzun süre (yaz boyunca), kuruyup büzülse de kokusu kalıyordu. Öteki, Ardıçlık dediğimiz merada; baharda bol olmasına karşın, sürüler dolaştığından kısa sürede yok oluyordu. Öyleyken gelecek yıl gene gür olarak yetişmelerine şaşıyordum. Gözü trende olanlar sürekli Lalahan tarafına bakıyormuş "Tren deliyor! " denince herkeste bir toparlanma oldu. Oysa Lalahan'la Lalabel arasındaki ay gibi kavisli yolu trenler yarım saatte ancak alabiliyor. Durağa inip bekledik. Trenin dolanarak gelişine oldukça güldük. Hele Hasanoğlan durağından Lalabel'e çıkışı at arabası hızına indi. Eskiden Hasanoğlanlılar hep buralardan inip biniyormuş. Tren çok tenhaydı, bir köyün yakınından geçip Elmadağ denilen yere indik. Elmadağ'da fabrika olduğu söyleniyordu, biz de orasını Kırıkkale fabrikası gibi büyük bir kurum sayıyorduk. Burası henüz kuruluş durumundaymış. Bayramlarda, C. tesi, pazar günleri kimse girmiyormuş. Bir sivil genç (nöbetçi mühendismiş) bize bilgi verdi:

-Orduya ait bir kurum olduğu için, askeri kurallar geçerli. Sivil çalışanlar var ama onlar da asker düzenine uyarak çalışıyorlar. Öğrenci olduğunuzu bildiren bir belge ile açık günlerde gelseydiniz, sizi gezdirirdik. Madem yakındasınız, bir başka gün gene bekleriz! deyip ayrıldı.

Geri dönünce bunları düşünmediğimiz için kendi kendimize güldük. İzin kağıdı değil bu günün pazar olduğunu bile unutmuştum! Arkasından da:

-İşte bu da bir deneyim; öğretmen olarak bir sınıfı da getirebilirdik. Olumlu olumsuz konular bulup bir birimizi güldürerek dalaştık. Trenin gelişine oldukça zaman vardı, yakın köye gittik. Küçük Yozgat! İki büyük tepeye yayıldığına göre pek küçüğe benzemiyor ama, fazla dolaşmak istemedik. Küçük Yozgat sözü bize öteki Yozgat'ı anımsattı. Nuri Teoman Binbaşı'nın sözünü tekrarladık:

-Yozgat-Çapanoğulları, TARİHİMİZİN ve de TALİHİMİZİN, halkımıza akıllanması için gönderdiği yüz yıllık bir belâ demişti. Yozgat'ın anımsattığı başka olayları da ekleyerek, Sabıkalı Yozgat'la birlikte, Küçük Yozgat'ı da (onlar duymadan) çekiştirdik. İki Yozgat arasındaki uzaklığı bulmaya çalıştık. Çalıştık ama aradaki uzaklığı değil, gerçek Yozgat'ın düştüğü tarafı bile seçemedik. Tren Kırıkkale'ye gidiyor, oradan Kayseri’ye, Niğde'ye. Öyleyse Yozgat, tren yolu üstünde değil. Okula dönünce bu cehaletimizi kapatmaya karar verdik. Gerekli gereksiz tartışmalarla tren vaktini getirdik. Trene binince en çok sıkılan arkadaşlar birer ikişer belli olmaya başladı. Önce Nihat Şengül, arkasından Kamil Yıldırım Kırıkkale'ye gitmekten vazgeçtiğini söylediler:

-Bir ay sonra Konya'ya giderken buraları hep göreceğiz. Bu kadarı şimdilik bize yeter! Arkasından hepimiz, gülüşerek:

-Bana da, bana da! diyerek kendi verdiğimiz kararı oy birliğiyle gündemden çıkardık.

Yarın Hilmi Girginkoç Öğretmenin gelme olasılığını konuştuk. "Gelse de ders yapmaz!" Arkadaşlar, birer ikişer kemanlara sarılınca notalarımı alıp alt odaya geçtim. Uzun süre parmak alıştırması yaptım. Uzun süre piyanodan uzak kalsam, çaldıklarımın uçup gideceğini anladım. İyi ki yazın burada kalıyorum. Piyanosuz bir yere gitseydim gelecek yıl da Mehmet Zeybek gibi Beringer etütlerinde sayıklayacaktım. Camille Saint-Saëns'ın piyano parçasını anımsadım; Do-re, do-re, do-re-mi fa-sol, do-re-i-fa-sol-la-si-do, do-si-la- sol, fa, mi, re- do. . . . .

O kadarcık mı? Önce Beringer'i açıp baştan sona bir taradım. Aletter-Hirtenlied 6/8'lik parçada tökezledim. Faik Canselen Öğretmen bunda parmak numaralarına dikkatimi çekmişti. Üzülerek işaretledim. Parça 78'de üçlemeler sallanacaktı, parmaklar yer değiştirmeye kalkınca sallanma karışı; bir işaret te ona koydum. John Field-Nocturno, Andantino değil Tuna dalgaları havasına girmiş bir vals durumunda. Franz Zureich'in Avcılar Şarkısı, sürek avcılarının çığırtkanlığı gibi.

(Faik Canselen Öğretmen ilk çalışırken "Sakın öyle olmasın” demişti) Parçanın altında da “Die oberon Noten sind mit der rechten Hand zu spielen” uyarısı vardı. Ayrıca sondaki Czerny etütlere iyice yabancı gibi bir süre baktım. "Önümüzdeki ders yılı yeni bir piyano öğretmeni gelecek!" diyorlar. Bu durumda ben ona:

-1. Beringer'i bitirdim nasıl derim? Faik Öğretmenin yüzüne nasıl bakarım? Kısa bir sıkıntılı durum geçirerek, öteki parçalara geçtim. Onlarda şimdilik bir kısıtlama ya da sınırlama yok. Für Elise, Türk Marşı, Menuet, Diabelli Rondo, Mozart, Zerlinda'nın Aryası, ile 545 kv. Andante dinleyici buluyor. Kendi kendimi yargıladım:

-Bizim köydeki Topal Yusuf da zurnasıyla hem 10. Yıl Marşı'nı hem de "Ekin Ektim Çöllere'yi çalıyor. Hem de birinden ötekine rahatça geçiyor. Bunlar ne ki! Yeni gelen bir plağı bir dinleyince hemen çalıyor. Ben bunun ayırdındayım, o çalmıyor, melodik bir benzetme yapıyor. Radyodan çok dinlediği için şimdilerde sanırım Türk Marşı'nı da çalmaktadır.

Abdullah kapıdan bakıp, "YEMEK!" deyince toparlanıp kalktım. Daha önce duyulmuş, Hilmi Girginkoç Öğretmen gelmiş. Faik Canselen, Mahir Canova, Hilmi Girginkoç öğretmenler trenden inince bizim kısa yolu izleyip yukarı salona uğramışlar. Hem sevindim hem üzüldüm. Hilmi Girginkoç Öğretmen'den çok çekinmeme karşın alışmıştım. Piyano çalmamı bahane ederek beni koruyordu. Şan dersinin kurallarına hiç uyamadığımı ben biliyorum. İnsanlar, o uyumlu sesleri çıkarmak için nasıl çırpınıyor? Abdullah beni yatıştırmak için birşeyler söyledi ama duymadım bile. Çünkü biliyorum bu daha küçüklükten alınacak bir alışkanlık. Yüzüne demedim ama Abdullah bir müzik parçasını çok rahat olarak kalkıp söylüyor ama derslerde suskun. Ben de bunun tersini rahatlıkla yapıyorum. Benim sevinerek kalkıp yanıtladığım bir soruyu Abdullah bilse bile benim gibi rahat kalkıp söyleyemiyor.

Yemekte Hilmi Girginkoç'un ders yapıp yapmayacağı konuşulurken Başkan Hüseyin Atmaca "Güzel Sanatlar Bölümü kendi salonlarında toplanacak, duyanlar duymayanlara lütfen duyursun!" dedi. Hilmi Girginkoç Öğretmeni hepimiz çok yakından biliyormuşça akıl yürüttük:

-Adamcağız nasıl olsa gidiyor, bir Allaha ısmarladık! demeden ayrılmayı doğru görmemiştir...

Biz toplandıktan az sonra öğretmenler neşeli neşeli gülerek geldiler. Öztekin Öğretmen:

-Bizim plak dinleme saatimiz yarın akşamdı ama biz onu bu geceye almayı düşündük. Öğretmeniniz, biliyorsunuz bizden ayrılıyor. Hilmi Girginkoç Öğretmen:

-“Ben ayrılmıyorum, ayırıyorlar!” dedi.

Öztekin Öğretmen plak deyince daha benim aklıma Don Juan operası geldi. Ancak söyleme cesaretini bulamadım, çünkü 23 plak, oldukça uzun sürüyor, açıklama yapılacağına göre daha da uzayacaktır. Bunu benimsemezler! diye düşünürken Öztekin Öğretmen bana:

-Çıkar İbrahim şu Don Juan Operasını da Hilmi Öğretmenimiz bize tanıtsın. Onun gibi Almanca bilen öğretmeni nereden buluruz? Biraz yorulacak ama biz de fazla soru sormayız. Hilmi Girginkoç Öğretmen gülümseyerek “Faik Ağabey yardım eder!” deyince yerlerimize yerleştık. Plâkları yeni silmiştim, iğneler yeniydi. Hilmi Koçyiğit Öğretmen konunun birinci bölümünü kısaca açıkladı:

-Don Juan, tıpkı, Figaro’nun Düğünü’ndeki Kont Almaviva gibi soylu. Ancak onun gibi evli değil, daha atak, durduğu yerde duramayan bir maceracı kişi. Kendisine uygun bir de uşağı var ama uşak da efendisinden farklı değil. Perde açılınca uşak efendisini anlatmaktadır. Sayısız kentten, bu sayısız kentte Don Juan'ın kadınlarla kurduğu sayısız ilişkilerden söz eder. Don Juan ya da çok kez yazıldığı gibi DON GIOVANNI Operası iki perdedir. Ancak bu iki perde, konunun mekan-zaman farkını belirtir Çünkü perdeler, neredeyse perde değişimini andıran sahnelere bölünmüştür. Konu, İspanya'nın Sevilla kentinde geçer. Bunun konusu da ünlü komedi yazarı Molière'den alınıp Lorenso da Ponte tarafından metinleştirilmiştir. Biliyoruz Figaro’nun Düğünü de Sevilla'da geçer. Onun metnini de gene Lorenzo da Ponte kaleme almıştır. Ancak onun yazarı da ünlü bir Fransız komedi yazarı olan Beaumarchais'nindir. (Bomarşe)

Opera güzel bir üvertürle başlar. Ancak müzik değerlendirmesini iyi bilenler üvertürün girişinde daha insanları etkileyen bir gerilim sezerler, ilerledikçe de sevgiyi muştulayan bir hava sezilir. gerçekten bu hava zaman zaman tekrarlar, giderek de sırılsıklam bir doyumsuzluk noktasına çıktıktan bir süre sonra acı sonu muştular, bir süre sonra da biter.

Perde açıldığında Sevilla Kentinin komutanı Don Pedro'nun konağı görünür. Don Juan'ın uşağı Leporello sözde şarkı söyleyerek bir şeyler anlatır. Gerçekte anlattıkları Efendisinin nasıl bir kişi olduğunu izleyicilere duyurmaktır. Komutan Don Pedro'nun kızı Donna Anna gerçekte Don Juan'ı sever. Ancak vefasız Don Juan Donna Anna'nın beklediği içtenliği gösterecek bir yapıda değildir. Tam anlamıyla bir kadın avcısıdır. Zaten sahne açıldığında Uşak Leporello da bunu anlatır. Efendisi Don Juan'ın sevgililerinin çetelesini tutmuş, salt Sevilla'da değil, gezdiği başka yerlerde de sayısız kız kandırmıştır. Bu sıra Komutan Don Pedro kızıyla gelir. Donna Anna kararsız davranışlarından Don Juan'ı sorumlu tutup Don Juan'la düello eder. Don Juan kurtulmuştur. Ancak Donna Anna'yı destekleyen nişanlısı Don Ottavio ortaya çıkar, Don Juan'dan öc alma savaşı başlar. Don Juan'dan öc almak isteyen bir de başka eski sevgili vardır; Donna Elvira. Bunlar buluşup işbirliği ederek Don Juan'ın ardına düşerler. Öc alma hırslarına bir de kan davası karışmıştır. Kişizade Don Juan, içine düştüğü durumu umursamadan gününü gün etmek için başka düzenler peşindedir. Eğlencelere katılır, balolar düzenler. Bu arada yakın köyde bir düğün olmaktadır. Soylu Don Juan orada da saygıyla karşılanır. Köylü delikanlı Masetto ile Zerlina evlenmek üzeredir. Zerlina, güzel bir köylü kızıdır. Soylu konuk soylu Don Juan'a yakınlık gösterir. Soylu (!) Don Juan fırsatı kaçırmaz, Zerlina'yı kandırır. Damat Masetta küplere biner ama yapacağı bir iş yoktur. Düğünden vazgeçmeye kalkar. Zerlina'yı reddeder. Zerlina kendini savunur, Soylu Don Juan'dan hoşlanmıştır.

Don Juan; şatosunda büyük bir balo verir. Her türlü hazırlık tamadır. İnsanlar gönüllerince eğlenirken Don Juan Zerlina planını uygulayacaktır. Don Juan yeni hesaplar yaparken eski sevgililer gene karşısına çıkarlar. Üçü de kılık değiştirmiştir. Bunlar iki eski sevgilileri Donna Anna, Donna Elvire ile Donna Anna'nın nişanlısıdır. Eğlence sürerken Don Juan, uşağı Leporello aracılığıyla Donna Elvira'yı kandırıp Zerlina'yla bir araya gelir. Bu en beğenilen sahnelerden biridir. Don Juan bütün inandırıcığıyla bir serenad girişi yapar. Operanın güzel ikili söyleşilerinden biri de ikisi arasında geçer.

Don Juan planladığı gibi Zerlina'yı bir odaya kapatır. Ancak ayakları suya eren Zerlina bağırarak dışarı çıkar.

Değişik kılıkla gelen üçlü de ortaya çıkmıştır. Karşılıklı atışmalar sürerken birden bir kararma olur. Mavimsi aydınlanmanın ardından Don Juan'ın öldürdüğü Komutan Don Pedro'nun heykeli çıkar. İzleyiciler gibi buna Don Juan da şaşırır ama yiğitliği bırakmış görünmemek için uşağına buyurur:

-Leporello, masaya konuğumuz için yer hazırla! Herkes gibi Leporello da şaşkındır. Yer hazırla! buyruğundan sonra büyük bir gürültü olur. Sahne büyük bir deprem geçirmiştir. Bu depremde Don Juan da ortalıktan kaybolur.

 

Plakları çalmaya başladıktan sonra Hilmi Girginkoç Öğretmen ara ara "Burası bu sahne, şurada şu oluyor gibi uyarılarda bulundu. Yat zilini duymazdan gelerek Don Juan operasını bitirdik (23 plak) Öztekin Öğretmen:

-Don Juan'lığın sonu budur işte, aklınızı başınıza toplayın! deyip güldü. Öğretmenlerin yolu ayrılınca konuşmalar başladı:

-Tadında bırakmadı birader! Adama bak adama, bizim memlekete de gelmiş! "Bizim memlekete gelişi”ne bir mim koydum. Gelse gelse bizdeki azınlıklara gelir. Müslüman kadınlar Hıristiyanlarla ilişki kurunca recim cezası veriliyordu.

Bu duygular içinde yatarken Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal'ı ile Hüseyin Rahmi Gürpınarlı'nın Mürebbiye'sini anımsadım; Mösyö Peregrini Hafız Rabia ile Boğaz'da rahat rahat yaşıyordu.

Çaldığım parçalar arasında Zerlina'nın aryası da vardı. Onu çok sevmiştim, birden gözümden düştü. Gösterişe hemen kapılması, onun zayıflığını gösterdi. Sonunda kendini gene affettirdi ama içinde bir yara olarak kalacaktır. Masetta zaman zaman kızıp anımsatınca yaptığından utanacaktır.

 

24 Nisan 1944 Pazartesi

 

Uyandıktan sonra ilk aklıma gelen Zerlina'nın aryası oldu. Rabia Erler bize geldiğinde bu aryayı istemiştik. Rabia Erler-Hilmi Girginkoç Öğretmenler bu aryayı söylerken çok anlamlı gülümseşmiştiler. Biz bu gülümsemeleri; onların arasında bulunabilecek bir ilişkiye yormuştuk. Oysa operanın kendinde böyle bir gülümseme olayı varmış. Don Juan neredeyse Zerlina'yı Masetta'dan çalıyormuş.

Nöbetçi öğrenci gelmeden hazırlandım. Gene 3. sınıflarla çalıştık Aysel Öğretmen bir öğrenci çağırdı, bana:

-Bak öğretmeni, Hasan sana yardımcı olur! dedi. Hasan Tekin'i daha önce tanımıştım. Aysel Öğretmeninin tanıtması kanımı pekiştirdi. Bundan böyle Hasan Tekin benim yardımcım olacak. Ayrıca sınıfların nöbetçileri var ama onları herkes görevlendiriyor. Örneğin Eğitimbaşı Şeref Tarlan:

-Nöbetçiler gelsin! deyince çaresiz gidiyorlar. Aysel Öğretmen bu sabah çok cana yakın tavırlı, konuşkandı ama benim aklım, bugünkü derslerin durumunda olduğundan istemeyerek çabuk ayrıldım.

Kahvaltıda konu Don Juan. Ekrem Bilin'e göre dünyanın en ahlaksız adamı. Karşı duranlar oldu:

-O dönemde soylular öyleymiş! Hemşerim Kadir Pekgöz:

-Anasını sattığım, o dönemde yaşamak varmış! gibisine bir söz söyledi. Halil Yıldırım Kadir'e sordu:

-O dönemde yaşayan Don Juan'lar vardı ama Leporello'lar da vardı, Masetto'lar da. Önemli olan insanın hangisi olacağı!

Tam anlaşamadan salona gittik. Öteki öğretmenler Öztekin Öğretmenin odasına girdiler Hilmi Girginkoç Öğretmen, her derste olduğu gibi "Günaydın!" dedi, arkasından da “Siz de sağolun!” dedikten sonra “Bu bir ders olmayacak, umarım geçici bir ayrılık olacak. İlk dersimiz gibi konuşarak iki saat bir arada kalacağız. Belki arada bir fark olacak, ilk derste tanışmıyorduk, bana soru sormaktan çekinmişiniz. Şimdi aramızda çekinecek bir yabancılık yok, soru sorar, eksiklerimizi kısmen tamamlarız!” Öğretmen öyle dedi ama bizde hiç bir kıpırtı olmadı. Bu kez öğretmen Johannes Brahms'tan Bir Pazar diye adını kısalttığımız Liedi söyledi. "Sensiz geçti, bütün hafta...” Arkasından birlikte söyledik. Arkasından Offenbach- Barkarol, yine Johannes Brahms'tan Ninni, Franz Schubert'ten An die Musik. Sonra marşlara geçtik. Öğretmen Ziraat Marşı üstünde durmamıştı. Onda bazı düzeltmeler yaptı. Ayırdında olmamışız, vakit dolmuş. Mahir Canova Öğretmen girince öğretmen gülerek "Köy Yolu"nu söyletti. Hem söyledik hem de güldük... "Yarın subay olur, döner geri ( Değerli şan öğretmenimiz!) "

Mahir Canova Öğretmen gülümseyerek:

-Beni de çağırırlarsa böyle uğurlayın dedi. Arkasından da:

-Öğretmen-öğrenci ilişkileri böyledir işte. Bir gün yabancı olarak karşılaşıp bakışırlar; bir süre sonra da ağlayarak ayrılırlar! deyip yerine oturdu.

-Aklımda yanlış kalmadıysa sizler kitap okuyordunuz değil mi? diye sordu. Hepimiz birden:

-Okuyoruz! deyince bu kez “yazarlarına bakar mısınız?” diye sordu. Ben bunu bir fırsat sayıp:

-Okuduğum kitapların hem özetlerini yazarım hem de yazarlarını tanırım! dedim. Mahir Öğretmen:

-Çok kendinden emin, ihtimalleri umursamayan bir konuşma! deyip yüzüme baktı. Kaç kitap okuduğumu, okuduğum kitapları sayıp saymadığımı sordu. 100 kadar kitap okuduğumu, bunların 20 kadarının yerli, ötekilerin de çeviri olduğunu anlattım. Çeviri kitapların dillerini sordu. Almanca, İngilizce, Fransızca, Norveççe, Rusça, Bulgarca, İtalyanca olduğunu söyledim. Önce Norveç dilinden olanları sordu. Nora, Açlık, Peer Gynt, Peer Gynt ile Nora aynı yazar Henrik İbsen, Açlık Knut Hamsun dedim. Rusça sorunca da Tolstoy, Puşkin, Dostoyevsky, Gorki, Çehov, Gogol! deyince öğretmen elini kaldırdı. Gogol'dan okuduklarımı sordu. Taras Bulba, Müfettiş...; öğretmen durdurdu. Güldü:

- Bütün bu okuduklarını kendinde sakla, bize yalnız, okuduğunu söylediğin Müfettiş için kısacık bir ön bilgi vermeni isteyeceğiz.

Rusya'da, büyük kentlerden uzak bir kasabada insanlar kendi hallerinde yaşıyormuş. Devlet memurları, kendilerine karışan görüşen olmadığı için halkın işlerini kendi bildiği gibi sürdürüyor, yaptığı işi yasaldır deyip savuşturuyormuş. Beldenin işlerini yüklenen kişi yıllardır belediye işlerini de keyfince sürdürüyor, kendisine dokunulmadığı sürece herkesle dost geçiniyormuş. Ancak beldenin işleri iyi gitmiyormuş. Halk bunu ayırdında ama ortalığa çıkıp hak arayamıyormuş. Tüm beklentileri "Devlet bir gün buraya el atarsa işlerimiz yoluna girer” umuduyla yaşayıp gidiyorlarmış. Onlar kendi hallerinde yaşarken bir gün bir haber yayılmış:

-Müfettiş geliyormuş! Haber yayılmış ama müfettişin yapacağı işten, yapılmayan işler için ne yapacağından çoğunun haberi yokmuş. Haberi duyan Belediye Başkanı harekete geçmiş, gelecek müfettişin gözünü boyamak için akla gelmedik önlemler almış. Şölenler hazırlanmış, eğlenceler, balolar hazırlanmış. İnsanlar uyarılmış: Beldemizi Müfettişe beğendireceğiz!

Gerçekte Müfettiş haberi doğruymuş ama zamanı belli değilmiş. Tam bu sıra, büyük kentlerde yetişmiş bir mirasyedi kumarbaz, alacaklılarından saklanmak amacıyla buraya gelmiş. Görmüş geçirmiş bir dalavereci olduğundan halkın kendisini Müfettiş sandığını kavramış, bir müfettişin yapması gereken tavırları takınıp beldeyi ayağa kaldırmış. Balolar; şölenler derken işin içine aşk da karışmış. Kenar köşe aşna-fişnalığı dışında Belediye Başkanının kızı Müfettişe tutulmuş. Başkan için bu büyük bir fırsat, hemen karar verilmiş, düğün-dernek hazırlıkları yapılırken gerçek sahte müfettiş bütün bu olan biteni uzun bir mektupla Sen Petersburg'daki arkadaşına anlatmış. Mektubun şeklinden huylanan posta müdürü, bunu başkente şikayet yazısı olarak düşündüğünden açıp kendisi için yazılanları öğrenmek istem. Mektuptakileri okuyan posta müdürü olayı açıklayınca durum anlaşılmış. Tam bu sırada da gerçek müfettiş gelmiş.

Mahir Canova Öğretmen teşekkür etti. Arkadaşlara dönerek “Arkadaşınız bize olayı anlattı. Bunun tiyatroyla bir ilgisi yok. Bu doğrudan bir hikayedir. İşte biz, bu hikayeyi tiyatro yapmaya çalışacağız. Bunu özellikle söylüyorum, Tiyatronun hikaye ya da roman anlatmaktan farkı, hem de büyük farkı budur. Biz, posta müdürünün mektup açtığını öğrendik ama o bizde bir iz bırakmadı. Düşünün adam ne umarak mektup açıyor, ne ile karşılaşıyor. İşte tiyatro ya da rol dediğimiz budur. Sahnede oynarken kendini unutturup olman gerekeni yaparsan rol yapmış olursun. Tiyatro kitaplarını okurken bunu düşüneceğiz. Bunun için, hikaye ya da roman okurken biz gözleyiciyiz tiyatroda ise gözleniyiciz. İzleyicilerin gözleri sürekli üstümüzdedir.”

Mahir Canova Öğretmen gülümseyerek:

-Baharı getirdik, isterseniz konuşmalarımız arasında bir 15 dakikalık ara verebiliriz. Uzaklara gitmezseniz, 15 dakika yeter, kaldığımız yerden konuşmamızı sürdürürüz! deyince hepimiz sevindik. Öğretmen sigara içip içmediğimizi sordu. İçmediğimizi söyleyince, "İçiyorum demek ayıp değil, görüyorsunuz ben pipoyu tüttürüyorum!” Arkadaşlardan çıkanlar oldu. Öğretmen; Öztekin Öğretmenin odasına geçti. Dersin ikinci bölümünde öğretmen kendisi önce kitaptaki tipleri tanıttı. Bu arada tiyatro tipleri üstüne bilgi verdi. Tiplerle hareketleri arasında ilginç bir bağlantıdan söz etti:

-İzleyici, bir eleştirmendir, oynanan oyunda rollere uygun tipleri bekler, bunu bulamazsa oyundan tat almaz! diyerek açıklaya açıklaya kitabın yarısını okudu. Zil çalınca da Müfettiş’i hepimizin bir defa daha okumamızı, hepimizin kendimize uygun rol seçmesini, seçiş nedenlerini anlatacakmışçasına düşünmemizi tembihledi.

Müfettiş ilgimizi o denli çekmiş ki, yemekte hep o konuşuldu. Bir ara Kadir, “Girginkoç Öğretmen gitti mi acaba?” diye sorunca onun ayrılmakta olduğunu anımsadık. Bu kez konu o oldu.

Faik Canselen Öğretmen; kısa bir zaman için de olsa iki saat çalışma zamanı kazandığımızdan söz etti. Öğretmenin ayrılışını doğal karşıladığını söyledi: “Geçen yıl Ruhi Su geliyordu. Görevler nerede verilirse görevli orada çalışır. Önemli olan sağlıklı olarak görevini sürdürmesidir. Geçen yıl burada bir Alman Profesör vardı. Çok değerli bir piyanist, Eduard Zuckmayer. Adam, Almanya'dan Musevi sayıldığı için memleketimize gelmiş. Şimdi de Alman sayıldığı için Kırşehir'de gözaltında. Öylesi de var. Profesör 15 yıldır memleketimizde çalışıyordu. İnsan öylesine üzülüyor. Hitler Yönetimi Musevileri Almanya'dan kovdu, bu bilinen bir durum. Oysa Profesör Zuckmayer, kendi gönlünce çalışmak üzere gelmişti. Gerçi bu tutukluluk uzun sürmeyecek, haksızlığın önlenmesi için çalışanlar var; özgürlüğüne yakında kavuşacak ama niçin öyle olsun? Ayrılığın böylesi de var. Hilmi Girginkoç'unki herkesin yaptığı bir vatan borcu, güle güle gitsin, güle güle gelsin!” Faik Öğretmen şarkılarda başladığımız iki sesli çalışmalara örnek olmak üzere İstiklâl Marşı'nın ilk iki portesini örnek olarak tahtaya yazdırdı. Kalkan arkadaş biraz heyecandan, biraz da tahtaya kalkmamış, öyle bir deneyim geçirmemiş olacak, bir süre yazdıktan sonra yazdıklarını sildi; salt oyalar gibi gene baştan başlayıp bir süre yazdı. Bu kez de sus işaretini koymadı. Arkadaşlar, ölçünün eksik olduğunu söylediler. Öğretmen önce gülümsedi:

-Arkadaşınız, sizin sabrınızı ölçüyor. İçinden içinden de; "Kolaysa gelin siz yapın!” diyor.

 

 

Öğretmen arkadaşa, müzikte ölçünün görevini, sus işaretlerinin nedenini sordu. Arkadaş, oldukça doğru cevaplar verdi; verdiği cevapları da ayrı ayrı açıkladı. Faik Öğretmen gülümseyerek arkadaşa takıldı: “Bildiklerini kuyumcu hesabı ince ince tartarak veriyorsun. Bu, bizim için geçerli, biz, birbirimizi tanıyoruz; ancak küçük öğrenciler sabırsızdır, ilgini dağıtıverirler.” Sonra parça üstündeki işaretleri ayrı ayrı sordu. Öğretmen, “Müzikte, küçük-büyük işaret değerlendirmesi yoktur” diyerek tüm işaretlerin nota (ses) derecesindeki önemine dikkatimizi çekti. Daha sonra da iki sesli çalışmak için iki gruba ayrıldık. Öğretmen grup çalışmalarından sorumlu bir arkadaş seçtikten sonra haftaya devam edeceğimizi söyledi. Bana da:

-Sen de bu hafta dinlen ama eski parçaları tekrarlayarak dinlen. Onlarsız dinlenmeye başlarsan; piyano notaları uçar gider. Bir halk deyimi vardır: Piyano notaları "Çil yavrusu gibi! "dağılıverir.

 

 

 

Öğretmen, üstünde titizlikle durduğumuz İstiklal Marşı için; "Biliyorsunuz bizim Milli Marşımızdır. Uluslararası ilişkilerde hem çalınır hem de söylenir. Uluslararası ilişkilerde öteki uluslar buna çok önem verir. Milli Marşlar, insanların esaretten kurtuluşunu temsil eder. Onlarla bizim söyleyişlerimizin bir farkı var; bilmem ayırdında mısınız? Almanlar marşlarına Kurtuluş Marşı değil Milli Marş derler. Günümüzde bağımsız ülkeler içinde bir biz kurtuluşumuzun simgesi olduğunda İstiklal Marşı deriz, bir de Sovyetler, Enternasyonal Marşı derler. Milli Marşların her ulusça ayrı bir hikayesi vardır. Ortak noktaları kurtuluş ya da özgür olduğunu anlatmaktır. Milli marşların o kadar eski olmadığını bilebilirsiniz. Eski yönetimler kral, Şah, Padişah ya da imparator tarafından yönetiliyordu. Bu aslında tüm ulusların bir aileye köle olması anlamı taşıyordu. Örneğin bizim yönetimimiz Osmanlı idi. Osmanlı ne demek? Osmanlı Ailesinin hizmetindeyiz anlamı taşır. Nitekim öyleydi. Padişah savaş yapar, ganimet alırsa kendisine saray yapar, kasasını doldurur, kaybederse bu kez vergi yükleyip halktan alırdı. Bu bir uzun hikayedir, tarih derslerinizde okudunuz. İşte Fransız İhtilali diye tarihe geçen büyük ayaklanma hem krala hem de kralı korumaya kalkanlara karşı durunca, kendilerini bir sesle tanıma düşüncesiyle birlikte söylenebilecek bir şarkı yapmışlar. Bunu Fransa'nın Marsilya kentlileri yaptığı için Fransızlar bunun adını Marseyez ya da Ulusal Marş koymuşlar. Bunu söyleyenlerin birbirine bağlı olduğu anlaşılmış, zafer kazanınca da bu onlar için bir simge olmuş. Törenlerde, bayraklarını çekerken bunu söylemişler. Fransızlara özenen öteki ülkeler de zamanla kendilerine marşlar seçmişlerdir. Eskiden kralların ya da imparatorların arma denilen simgeleri varmış. O simgeler eski devletlerde gene varsa da günümüzde ulusların simgesi milli marşlardır. Bizim Milli Marşımız sayılan İstiklal Marşımızın bir hikayesi vardır. Kurtuluş Savaşı sürerken, yabancılara karşı Osmanlı simgesini taşıyamazdık. O günlerin yönetimi T.B.M. Meclisidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne bağlı Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa, Kurtuluş savaşına gönüllü katılanlar için bir ant niteliğinde söylem önerir:

 

Ya İstiklal Ya ölüm!
Vatanım, Milletim. . Sancağım, Evim
İstiklalsiz yoktur yerim.
Zincir vurdurur mu Türkler boynuna,
Varlığım fedakâr vatan yoluna
Biz, tarihin TÜRK dediği yılmaz milletiz
Hür yaşar, hür ölür, nurlu ümmetiz.

 

sözlerini sesli olarak söyleyebilen bir söylem hazırlar (Kazım Karabekir Paşa müzik sever, başka besteler de yapmıştır), komutası altındaki yerlerde bunu söyletir. O bölgede uygulanan bu olay, öteki bölgelerin de ilgisini çekmiştir. İlginin yurt çapında yaygınlaşması sonunda olaya T.B.M.M de el atar. O günlerin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ödüllü bir şiir yarışması açar. Bu yarışmaya tamı tamına 724 şiir katılır. Bu, o güne dek görülmemiş büyük bir ilgidir. Savaş içinde bir ulusun bu büyük ilgisi yöneticilere durumu önemsetir. Seçici kurul bunlardan Milli Marş olabilecek 12 şiir seçer. Bunlar arasından yapılan ikinci bir elemede Şair Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı adlı şiiri 1. olur. Seçilen şiir 10 kıtadır. İlk iki kıtasının söylenmesi yeterli bulunur. Ancak şiire gösterilen ilgi beste işinde çok olmaz. Gene de üç besteci şansını dener, bir süre değişik olarak üç türlü denenir. Cumhuriyet Kurulunca Osman Zeki Üngör'ün bestesi benimsenip yasallaşır.”

 

İSTİKLAL MARŞI

Söz: Mehmet Akif Ersoy        Ses: Osman Zeki Üngör

 

 

Öztekin Öğretmen kemancıları sıraya koyup teker teker odasına çağırarak dinleyeceğini söyleyince sevinerek alt odadaki piyanoya gittim. Mozart/Don Juan operasından Beringer metodumdaki Serenad parçasını yeni görmüş gibi titizlikle çalıştım. Operada burası mandolinle çalınıyormuş. Fazla dikkatimi çekmemişti. Gerçekten altı noktalı notalar kesik kesik (Stakkato=Staccato=kısa) çalınınca daha güzel oluyor.

Geçen Hafta Sabahattin Öğretmen gelmedi. Ondan önce konuyu William Shakespeare ile başlattı. Amacı Romeo Jülyet değildi. Shakespeare'in geçmiş olaylardan yararlanmasıydı. Çünkü Montaigne ile bir benzerlikten söz etmişti. Her ikisi de geçmişten kaynak gösterip diyeceklerini inanılan, güvenilen tanıklara dayandırarak kendilerinden sonrakilere ışık tutuyordu. Montaigne bunu üstünde durduğu konu üstüne eseri bulunan kişinin adını veriyor. Shakespeare ise doğrudan konuyu alıp aslına uygun biçimde sahneye dökülüyordu. Nitekim Romeo Jülyet trajedisi bir süre önceleri yaşanmış bir olaydı. Shakespeare'nin öteki dramları da öyle. Bir yere, bir zamana, kesinlikle olabilirliği benimsenen bir olaya dayanmaktadır. Kral Lear, Atinalı Timon, Hamlet, Jül Sezar, Antonius ile Kleopatra, yaşamış insanlar. Bu düşüncelerle kitapları karıştırdım. Yanlışlıklar Komedisi dışındakiler için oldukça bilgi topladım. Yanlışlıklar Komedisi bana çok karışık geldi, hem kişileri hem de olayları bir türlü benimseyemedim. Trajedilerde, bir bakıma dramlarda zaman etkeni aranmayabilir ama komedilerde zaman etkeni aranmaktadır. Söz gelimi baba AEGEON ile karısı AEMİLİA'nın ömürleri alışageldiğimiz insan ömür boylarını aştığı gibi iş tutumları da pek inanılası değildir. Trajedilerde zaman kavramı bakımından bir genelleme yaptım ama bu kesin değildir. Örneğin Sofokles'in Kral Oidipus'unda zaman kavramı sorunu yok gibidir ama, Euripides'in kahramanları insan ömrü ölçülerine uyar. Örneğin Medea'dan kocasının ayrılması doğrudan günümüz insanlarının yaptıklarına uymaktadır; genç, daha varlıklı bir eş için eski eşini bırakması gibi... Bunları genel bilgi olarak yazdım ama bilmem Sabahattin Öğretmen yerinde yapılmış bir iş sayacak mı?

 

25 Nisan 1944 Salı

 

Zamanında kalkmaya alıştım. Hasan Tekin bir arkadaşıyla geldi. Buna sevindim. Hepsi öğrenci, hepsi aynı değerde ama bazılarına meram anlatmak zor oluyor. Hasan onlardan değil, söylenecek olanı kolay anlayıp yerine getiriyor. Hasan gelince bir başka bakımdan da sevindim, öğretmen olarak Aysel Öğretmen gelecek. Yanılmışım, Bedia Öğretmen geldi. Bedia Öğretmen çocuklarla biraz şakalı konuşuyor. Çocuklar seviyor ama sözünü yerine pek getirmiyorlar. Bunu anladığımı sezen Bedia Öğretmen hemen savunma yaptı:

-Bu benim sınıfım değil, o nedenle beni pek tanımıyorlar. Bunlar Aysel'in sınıfı, o bunları şımartmış. Oysa ben o kanıda değilim; Aysel Öğretmen değişik bir dil kullanıyor. Bence işte o dil, öğretmen dili. Yüz vermez gibi görünüyor ama başka bir şey, sevgi veriyor. Gerçekten sevildiğini anlayan çocuk, o sevgi çizgisini kesinlikle geçmiyor. İçlerinde geçmek isteyenler olunca onu önlüyor. Biliyorum ki Hasan Tekin'in bu sabah bana gelişi de bundan. Aysel Öğretmen yokluğunda bir olay olmasın, ona karşı sınıf olarak saygısızlık etmiş olmayalım. Bunları düşünerek bir fazla oyun oynattım. Onlar da buna sevindiler.

Kahvaltıda sorular daha çok Sabahattin Öğretmen üstüne oldu. Arada Yunus Kazım Köni Öğretmeni andım. Ben söyleyince:

-Sahi be, onu unuttuk, son olarak ne anlatmıştı? Wilhelm Wundt, Sigmund Freud, Carl Jung, Kretschmer, Stanley Hall, Clifford Beers, John Berman, Mazhar Osman Uzman, Bizet, Simon, Ziya Talat... Kimdi bunlar? Geçen derste geçen psikologlar. Ne yapmıştı bunlar? Adlarını bizim derslikte bile andırmışlardı... Kahkahalar, dil çıkarmalar, "Geç onları geç! diyerek masadan kalkmalar...

 

Havaların düzelmesi, kitaplıktaki dersimizi bir bakımdan iyiden iyiye bozdu. Kitaplık yönetim binasının bir alt odası durumunda. Kapı salona çift kanat açılıyor. Odanın üç tarafı da dışarıya bakıyor; oldukça da alçak. Enstitü Bölümü Yönetim binasının çevresini düzenliyor. Kitaplık tam olarak sesler arasında kaldı. Sabahattin Öğretmen durumu anladı, başını kaldırıp baktı. Ne düşündüyse:

-Bugün de böyle olsun! deyip gülümsedikten sonra, “geçmiş konuşmalarımızı anımsayıp bir bellek tazelemesi yapalım mı?” diye sordu. Herkes dikkat kesildi, az sonra Bekir Semerci'nin sesi duyuldu:

-Yapalım efendim! Bekir Semerci sık söz alanlardan biri olduğu için öğretmen gülümseyerek:

-Öyleyse sizden başlayalım, buyurun! Bekir, "Başlayalım!” dedi ama soruyu da tam anlamamış olacak, yakın arkadaşlarıyla fısıldaştı. Sabahattin Öğretmen bu kez Bekir'e bakarak:

-İstersen ben biraz açıklayayım! dedikten sonra ilk konumuzun Karaağaçlar Altında olduğunu, bunun bir tiyatro oyunu olduğunu, ancak değişip gelişmekte olan bir çağın, yıkıcı savaşların klasik aile düzenini tümden bozmasa bile bazı yönlerinde değişimlere yollar açtığını anlattı. Karaağaçlar Altında'nın da devlet kurumlarınca sahnelenmesi yasaklanmasına ya da yasaklanmaya kalkışılmasına karşın halkın gösterdiği ilginin büyük olduğunu, sonuç olarak yazarının Dünya Yazarları arasında en yüksek çita olarak benimsenen Nobel Ödülünü (1936) aldığını anımsattı. Öğretmenin uzun uzun anlatışı arkadaşların dikkatini bu kez Nobel Ödülüne çekti. Parmak kaldıranlar oldu. Amerikalı bir yazar olan Pearl Buck (1938) da anıldı. Nobel'i hep Amerikalılar mı alıyor? gibi sorular soruldu. Sabahattin Öğretmen azıcık düşünür gibi yaptıktan sonra parmaklarını sayarak, beş Alman (1. T. Mommsen, 2. R. Eucken, 3. P. von Heyse, 4. Hautmann, 5. T. Mann), ardından da beş Fransız (1. Sullı Prudhomme, 2. F. Mistral, 3. R. Rolland, 4. A. France, 5. H. Bergson) adı saydıktan sonra “Bunları çoğaltabiliriz. Amerika bu konuda çok geç kalmıştır. Geç kalmıştır dedim ama onlar da rekor denecek bir hızla son 8 yılda 3 Nobel (Singler Lewis 1930) almış bulunmaktalar. Nobel kurulalı 40 yıl oldu. Bu oldukça uzun sürede Fransızlar da ancak 6 Nobel almıştır. (40 yılda 6, 8 yılda 3 Nobel, küçümsenecek tarafı seçmek zor).

Öteki uluslar sorulunca Sabahattin Öğretmen:

-Ötekiler beni ilgilendirmediği ya da ilgi alanım dışında kaldığı için doğrusu saymadım. Ancak siz bu denli ilgi gösterince şimdi ben de ilgilenmek zorunluğunu duydum. Onu da ben sizden rica edeyim, tüm Edebiyat Nobelcilerini bulun, gelecek derslerimizin birinde gene konu ederiz. Bilirsiniz ya, bu Nobel olayının halk deyimiyle aslını astarını bir kez daha irdeleyelim diyorum. Siz ne dersiniz?

Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmene çok yakın oturan Sami Akıncı gülümseyerek yanında oturan Mehmet Başaran'ın elini tutup kaldırmak istedi. Öğretmen gülümseyerek baktı. Başaran elini çekince Sami'ye:

-Razı edemedin, böylece kendini sorumlu duruma soktun, lütfen! deyince Sami:

-“Bildiğim kadarıyla...” diyerek söze başlayınca Sabahattin Öğretmen:

-Evet evet sizin bildiğiniz kadarı, bize yeter de artar bile! deyince derslikte birden bir suskunluk oldu. Gözler anlamlı anlamlı öğretmene döndü. Çok kimsede, bu sözün arkasından öğretmenin başka söz söyleyeceği beklentisi var gibiydi. Oysa öğretmen çok sevecen bir sesle:

-Salt Nobel Ödülünü değil onun kurucusu Bay Alfred Nobel'i de tanıtırsan memnun oluruz! dedi.

Sami Akıncı’nın iyi bilmediği bir konuda ortaya çıkmayacağını bildiğim için biraz da sevinerek dikkatle dinledim:

-Alfred Nobel, İsveçlidir. Rusya'nın Petersburg Üniversitesinde kimya öğrenimi gördükten sonra memleketi İsveç/Stokholm'e döner. Önce küçük bir çalışma yeri açıp kimya üstüne çalışmalara başlar. Yaptığı deneyler sonunda barut türü patlayıcılar üstüne buluşları onu daha güçlü patlayıcılar alanına çeker. Önce silahlarla ilgili olanları, derken daha büyük patlayıcıları bulunca ünü tüm dünyaya yayılır. Sağladığı büyük kazanç, giderek ürettiği öldürücü ( KİMYASAL) maddeler nedeniyle bir çok insancıl kurumları karşısında bulur. Kendi ülkesi İsveç'i terketmek zorunda kalır. Karşıtlarını haklı bulmuş olacak ki o da insanlığa bir hizmet amacıyla kendi adını taşıyan büyük bir ödül koyar:

 1. Fizik

 2. Kimya

 3. Biyoloji ve tıp

 4. Edebiyat

 5. Barış

olmak üzere (tüm dünyadaki insanları, söz konusu dallarda çalışıp başarılı olanlara her yıl) verilen bu ödüller; insanlığa yararlı, bilimlere katkı ya da yeni buluş yapanlarla savaşları önlemek için çaba harcayanlar arasından, kendi özel kuruluşlarınca seçilenlere İsveç-Norveç başkentlerinde yapılan büyük törenlerle verilir.

Sami'ye teşekkür ettikten sonra, elindeki kitaba bir süre bakan öğretmen birden ;

-"Gelelim Karaağaçlara! Kitabı okuduk, üzerinde konuştuk, o yandan buna okuduğunuz öteki derslerdeki bilgilerinizi de irdeleyerek yeni bir değerlendirme yapabilir miyiz?

Parmak kaldıranlar oldu. Ancak ders zili çalınca öğretmen:

-Gelecek derste konuşalım! deyip ayrıldı.

Sabahattin Öğretmenin dersinden sonra yer değiştirme durumu olduğundan öteki derslerde olduğu gibi bir süre derste geçen konular üstüne tartışma ya da takazalar yapılamıyor. Çoğunluk, öğretmen masasının uzağında olmak istediğinden, yer beğenmek için bir koşuşturma oluyor. Konuşmalara bakılırsa bunu kimse düşünmüyor görünse de gerçek bu. O nedenle Sabahattin Öğretmenin işlediği konular o kitaplıktan çıkar çıkmaz bıçakla kesilir gibi kesiliyor.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Yunus Kazım Köni Öğretmen, beyaza yakın gri giysilerle geldi. Giysilerin rengi yüzünü daha güleç gösteriyor. Geçen hafta ders yapılmamıştı. Neler okuduğumuzu soracak olursa Mustafa Şekip Tunç'un geçen haftaki yazısından söz etmeye niyetlendim. Başkaları da kendilerince dağarcıklarına bir şeyler atmış. Parmaklar kalktı. Öğretmen yüzleri seçer gibi gözlerini yüzlere bakarak gezdirdi, Hayrettin Özer'e söz verdi. Hayrettin Özer, düşünerek konuşan ya da söyleyeceğini iyi seçerek söyleyen bir arkadaşımız: “Çalışan insanların, ara ara dinlenmesiyle sürekli boş gezenlerin (psikolojik açıdan kişilere yararlığı bakımından) bedensel dinlenikliği arasında bir fark var mı? Bunu bize sorsalar nasıl açıklarız?” Öğretmen gülümsedi:

-“İşte güzel bir soru. Bunun cevabı için saatlarca konuşabiliriz ama bir sonuç alamayız. Bunu söyleyerek, bir cevap verilmez, demek istemiyorum. Bunun cevabını ancak laboratuvarda alabiliriz. Burada söyleyeceklerimiz kendimize göre olacaktır. Bunu şöyle de diyebiliriz; bu ikili sonucun biri bizim kesin görüşümüz, öteki ise bizim gibi düşünmeyen kişilerin vereceği olacaktır. Bunlar ise bilimsel olarak halk deyimiyle "Lafıgüzaf” sayılır. Biz ne deriz? Örneğin ben, bir meslek edinmişim, bu mesleğimin sürmesini istiyorum. Ancak bunun sürmesi gerekli koşulların yerine getirilmesiyle olur. Bunları yerine getirecek ben olduğuma göre (eğer getirmek istiyorsam) düşünsel düzenimi ona göre kurar, önlemlerini de ona göre alırım. Örneğin bugün burada dersim var, bunun gereğini yerine getirmek benim görevim. Bilinçli bir görev duygum varsa (ki bu, normal düşünen tüm insanlarda oluşur ya da oluşturulur, eğitimin asıl görevi budur) bu duygu (görev duygusu) beni göreve yönlendirir. Bunu yerine getirmemezlik kişiye iç rahatlığı vermez. İç rahatlığı dediğimiz olay mutluluk duygusunun ta kendisidir. Öyleyse insanın mutluluğu ile görevi arasında bir bağ oluşmaktadır. İnsanlar bunu günlük konuşmalarda "İşimi seviyorum” ya da “sevmiyorum” diyerek anlatırlar. Anne-babalar ya da öğretmenler çocukları daha küçük yaşta sevebileceği bir uğraşa bunun için yönlendirmeye çalışırlar. Sonuç olarak şöyle diyebiliriz. Sevdiği bir işi olan kişi, işini düzene koyduktan sonra dinlenir ya da eğlenme olanağı bulursa, ki insanlar buna ad vermiştir, izin, tatil, dinlenme; dinlence v. b., mutlu olur.

Düzenli çalışanlar için bunları rahatça söyleyebiliriz. Bu konuda araştırmalar yapılmış, çoğunlukla sağlıklı insanların yaşamları böyle düzenli süreçte geçiyorsa mutlu grupta sayılmışlardır. (Bireysel eksiklik, yetersizlikler, özgürlük yoksunluğu ya da sayrılıklar bunun dışındadır) Gelelim sorunun ikinci bölümüne! Deminki sözleri kendimizi örnek alarak söylediğimize göre bu konuda konuşmamız varsayımlarla yine insanların (gözlemci yazarların) insanlar üstünde gözlemleyip saptadıkları sınırlı örnekler üstünde konuşabiliriz. Önce çalışmayan, yorulmayan insanı saptamamız gerekiyor. Soruyu soran arkadaş masallarda varsayılan kişileri mi yoksa "Bir lokma bir hırka!" deyimine konu olan dervişleri mi anımsadı? Batı uygarlığının burjuva dönemi soyluları, Mısır tarihinde yaşamış firavunlar, hatta tüm ulusların geçmişinde kurulmuş sömürü düzeni paylaşımcılarının bir iş yaptığı söylenemez ama onlar da kendilerine kesinlikle bir uğraş seçip yorgunluğun az çok ayırdında olmuştur. Sözü uzatmadan insan psikolojisine dayandırırsak: İş ayırımı yapmadan tüm insanlar her ne amaçla olursa olsun devindikçe bir enerji harcamaktadır. Harcanan bu enerjinin belirli bir zaman içinde yerine gelmesi yaşamın koşuludur. Salt insanlar değil tüm canlılar böyledir. Bu konuyu biraz da Biyoloji bilgilerimizden yararlanarak açıklayabiliriz. Canlılar, doğuşlarında bağlı olduğu türe göre yaşam koşullarını seçerler. Tüm kanatlı kuşlar kanatlarını kullanarak yer değiştirir; yiyeceğini arar; bulur (öteki türler de böyledir). Canlılarda, yavrular dışında kimse bir başkasına yiyecek taşımaz. Karıncaların ya da arıların ortak çalışmaları ayrı bir konudur. Canlılar arasında kendi cinsini sömüren, bilindiği kadarıyla tek canlı insandır. (Kimi doğa gözlemcileri, bazı canlıların, kendi cinslerinin biriktirdiğini çaldıklarını söylüyor ise de kanıtlanıp genelleştirmiş bir kesin durum, hiç değilse şimdilik yoktur; hiç değilse insanlarla karşılaştırılacak ölçüde değildir.) İşte bunun sonucu insanlık kişisel haklarını yedirmemek için kurumlaşmış, kesin olarak bağlayıcı, korkutucu kurallar koymuş, bu kuralları uygulayarak, sanki doğuştan varmışçasına doğallaştırma aşamasına getirmiştir. İnsan denilen canlı türünü biraz kendimizden sıyrılarak inceleyince Yerküre'nin sahibi, yönlendiricisi gibi görürüz. Zaman zaman da bunda başarılı olmuştur. Örneğin kar-yağmur mu yağıyor; zarar vermeyecek korunaklar yapmıştır. Geçilmez deryalar mı var; deryaları aşmıştır. Bakın yeni yeni buluşlar, bir çok hastalıkları kaldıramasa bile önüne geçilebileceğini kanıtlamıştır. Şimdi birlikte düşünüp değerlendirelim: Dünya kendi yerinde döndüğü gibi güneş çevresinde de düzenli bir tur yapmaktadır diyebilen bilginler, "Biz Yaratandan böyle bir bilgi alamadık, siz masum insanları kandırıyorsunuz!” denerek; hapislerde süründürülmüş, yakılmış, işkence çektirilmiştir. Bunları insanların cahilliğine bağlayıp işin içinden çıkamayız. Burada büyük bir kamu oyu olayı vardır ki, işte alın size Toplum Psikolojisi dediğimiz, Psikoloji biliminin bir kolu. Buraya bir nokta koyup bireylere geçelim. Tek tek hepimizin farklı tutkularımız vardır. Bu tutkuların kimisi bir başkasını pek ilgilendirmez. Ancak bazıları, kişinin kendisinden sonra hepsinin zararına gelişir. Bunlara yakalanınca eskiden ölümcül işlemlerle karşılanırdı. Günümüz uygar ülkelerinde psikolojik yöntemlerle zararsız duruma getirilip doğal yaşamını sürdürebilmektedir. İşte Psikolojinin Arızalılar Bölümü ya da Ruh Sağlığı olarak dilimize çevrilen Genel psikolojinin bir dalı. Sözümüzü buraya dek getirmişken hiç değilse analım; bizi ilgilendiren asıl psikoloji Çocuk Psikolojisidir. Çok değil kendi aile çevrenizdeki insanlardan örnekler seçip karşılaştırma yapın. İşte onlar psikoloji laboratuvarının defterinde hemen hemen hepsi ayrı sayfaya yazılacak özellikler taşımaktadır. Onlar, laboratuvara girmedikleri için çoğu kez mutsuz bir yaşam sürer ya da yaşamını önemsiz bir takıntı için zehreder. Bakın, psikoloji bilimi olmadığı ya da kullanılmadığı zamanlarda insanlar bu durumlarda yaşıyordu. Böylesi insanlar derdinin çaresini arıyordu. Ancak başvurabileceği tek yer ya da kişiler din kurumları, hocalar, papazlar ya da kiliseler oluyordu. Onların da yazdığı reçete belliydi, "Tanrı yazgısı!" yanıtından ibaretti. Önlemleri de dualar, muskalar ya da adaklar falandı. Çocuğu olmayan bir aile ile olacak bir çocuğun vakitsiz gelişi bir tutuluyor, halkın çok yerinde adlandırdığı "Kocakarı İlâcı" denilen bilinçsiz, gelenekleşen önlemlerle yetiniliyordu. Psikoloji Bilimi bunları tümden önleyememekte ama bir çoğunun nedenini saptayıp sayrılığı durdurduğu gibi kimilerini de tıp yardımına yöneltip sağlıklı yaşama şansını açıyor. Geçen derslerimizde değindiğimiz özellikle A.B.D.'de Clifford Beers olayından sonra Connecticutt Eyaletinde kurulan Ruh Sağlığı kurumları örnek alınarak önce tüm A.B.D.'ye, sonra da öteki uygar ülkelere Ruh (Akıl Sağlığı diyenler de vardır) Sağlığı kurumları yayılmıştır. Şimdilerde yurdumuzda da bu konuda girişimler başlamıştır. Hastaların çoğunluğunun yaşama uyumsuzluğunun zekâ durumları ile ilgili görülmesi üzerine; bu tür kişilerin yapabileceği işlere yerleştirilerek yaşama bağlanmaları sağlanmaktadır.”

Yunus Kazım Öğretmen gülümser gibi ortaya bakarak:

-İlk derslerde, "Psikoloji Nedir? Önce onu öğrenelim!" diyen arkadaşlarıma anımsatıyorum. Psikoloji Biliminin ne olduğunu henüz size anlatamadım, belki de hiç bir zaman anlatamayacağım; beni bağışlayın. Ben henüz bir Psikoloji doçentiyim. Bakın henüz Prof. bile olamadım. Ben de Psikoloji'yi bilim olarak dünyayı tanıdığım gibi tanıyorum. Amazon Nehrinin en çok su akıtan nehir olduğunu biliyorum da hangi denize döküldüğünü geçen gün öğrendim. Biliyorsunuz büyük bir savaş içindeyiz. Özellikle şu sıralarda bu savaşın kaderi A.B.D ile Japonya arasında yazılacak. A.B.D ile Japon savaşını yakından izleyen bir diplomatımız geçen gün sordu. A.B.D. uçakları önemli Japon kentlerini bombalamış. Anlayamadığım, bu haberi A. B. D ile Japonya ayrı tarihler olarak duyurdular. Bu söze karşısında oturan da katıldı: Bu benim de dikkatimi çekiyor; belki bir savaş taktiğidir. Buna siz ne dersiniz?”

Baktım kimsede kıpırdanma yok, parmak kaldırdım:

-Jül Vern, 80 gün! deyince öğretmen eliyle susturdu. Devamla; “Bilmek, sınırsız bir olay. Bu sınırsız olayı öğrenci önüne koyunca okulla evi arasında bir fark kalmaz. Bu bakımdan okullar vardır, programlar yapılır, uygulanılır. Öğrenciler sindire sindire önlerine konan bilgileri alırlar. Farklı aldıkları kesindir. İşte Psikoloji bilimi bu fark için, telaşlanmayın, Başka bir alanda bu fark değişebilir. Şiir okumasını beceremeyen Edison, geceleri gündüz edebilir. Daha nicelerini sayabiliriz!” derken zil sesi gelince gülümseyen öğretmen:

-Umarım haftaya Freud, Froydizm ya da Psikoanalizm savlarını konuşuruz! deyip ayrıldı.

Öğretmen çıkınca arkadaşlardan bazıları bana sordu:

-Öğretmen seni neden susturdu? “Öğretmen beni, susturmadı. konuyu bildiğimi anladığından konuşmayı uzatmamak istedi.”

Yemekte aynı konu: Biz Psikolojinin nesini öğreniyoruz? Neredeyse yalnız gibiyim. Susanların da ne yandan olduğu belli olmuyor! Ben de sordum:

- Biz müziğin nesini öğreniyoruz?

Tartışmayı kestik, akşam dinlemek istenen plakları seçtik. Daha doğrusu arkadaşlar istediklerini birer kağıda yazıp tebeşir kutusuna koydular. Sırayla çekip yazıldı.

1. Şehrazat

2. Rapsodi Paganini

3. Üsteğmen Kije

4. Re Maj. Serenad

5. Moment Müzikal

6. Mi min. konçerto

7. Romen Dansları

 

Bunlar, salt bizim masanın istedikleri; ötekilerden de istersek bir gecelik değil bir aylık zamana gerek duyulacak. Plak sayısını verdim: Şehrazat 5, Rapsodi Paganini 3, Üsteğmen Kije 3, Re maj. Serenad 3, Mi min. konçerto 3, Romen Dansları 3 plak. 20 plak. öteki grupla 2. Sınıflar da haklı olarak isteyecek! Arkadaşlar gülüşerek:

-Ne çıkarsa bahtımıza! deyip geri çekildi. O zaman ben de uvertürlerden seçerek bir üvertürler dinletisi hazırladım.

 

1. Mozart      Figaro'nun Düğünü uvertürü     1 plak

2. Beethoven     Coriolanus uvertürü       1 plak

3. Korsakov   Rusland uvertürü       2 plak

4. Strauss      Çingene Baron uvertürü      1 plak

5. Mendelsshon    Bir Yaz Gecesi uvertürü      2 plak

6. Smetana      Satılmış Nişanlı uvertürü      1 plak

7. Weber      Freischüts uvertürü       1 plak

8. Mozart      Don Juan uvertürü       1plak

 

Plak dinleme sürecimiz için 10 plak dolu dolu yetiyor. Sonunda her zamanki gibi benim dediğim benimsendiğinden hazırladığım listeyi yerine astım. Gerektiğinde Öztekin öğretmen gelip bakıyor. Ben bunu; merak ilgisinden çok benim görev denetlenmem olarak algıladığımdan açık vermiyorum. Nitekim gene öyle oldu, gelir gelmez:

-Bugün salıydı değil mi? diyerek, ilk önce listeye baktı. İlk iki saat aralıksız koro çalışması yaptık. Koroda duruşlarımız, bakışlarımız gözlenip eleştirildi. Benim duruşum değil de gülümsemem eleştirili. Daha doğrusu gülmeden, donuk duruşum üstünde duruldu. Salt bir tepki olsun diye tartışma açtım:

-Şişmanoğlu türküsü söylenirken "Süslü sandala benzer, Şişmanoğlunun mezarı!" derken de gülümseyecek miyiz? Adam ölmüş, mezarında!” Öztekin Öğretmen önce güldü, beni haklı gösterir gibi söze başladı ama, halk türkülerinin özelliklerini uzun uzun anlattıktan sonra "İbrahim'in yanına Muttalip'i koyarız, o, onu güldürür” deyip gerçek çare bulmuşça güldü.

Keman grubu toplu çalışmaya geçince ben de alt kattaki piyanoya geçip çalışmalarımı sürdürdüm. Plak dinleyeceğimizi anımsayınca Nobel Ödülü alanlar listesini tamamladım.

 

1. Sully Prudhomme, 1901, Fransa
2. Theodor Mommsen , 1902, Almanya
3. Bjørnstjerne Bjørnson, 1903, Norveç
4. Frédéric Mistral, 1904, Fransa/José Echegaray, İspanya
5. Henryk Sienkiewicz, 1905, Polonya
6. Giosuè Carducci, 1906, İtalya
7. Rudyard Kipling, 1907, İngiltere
8. Rudolf Eucken, 1908, Almanya
9. Selma Lagerlöf, 1909, İsveç
10. Paul Heyse, 1910, Almanya
11. Maurice Maeterlinck, 1911, Belçika
12. Gerhart Hauptmann, 1912, Almanya
13. Rabindranath Tagore, 1913, Hindistan
14. Romain Rolland, 1915, Fransa
15. Verner von Heidenstam, 1916, İsveç
16. Karl Adolph Gjellerup, 1917, Danimarka/ Henrik Pontoppidan, Danimarka
17. Carl Spitteler, 1919, İsveç
18. Knut Hamsun, 1920, Norveç
19. Anatole France, 1921, Fransa
20. Jacinto Benavente, 1922, İspanya
21. William Butler Yeats, 1923, İrlanda
22. Wladyslaw Reymont, 1924, Polonya
23. George Bernard Shaw, 1925, Birleşik Krallık
24. Grazia Deledda, 1926, İtalya
25. Henri Bergson, 1927, Fransa
26. Sigrid Unsted, 1928, Norveç
27. Thomas Mann, 1929, Almanya
28. Sinclair Lewis, 1930, A. B. D.
29. Erik Axel Karlfeldt, 1931, İsveç
30. John Galsworthy, 1932, Birleşik Krallık
31. İvan Bunin, 1933, Fransa-Rusya
32. Luigi Pirandello, 1934, İtalya
33. Eugene O'Neill, 1936, A. B. D.
34. Roger Martin du Gard, 1937, Fransa
35. Pearl S. Buck, 1938, A. B. D.
36. Frans Eemil Sillanpää, 1939, Finlandiya

1914-1918-1935-1940-1941-1942-1943 Yıllarında Ödül Verilmemiştir.

 

 

Öğretmen zamanında geldi. Gelir gelmez de:

-“Hiç değilse şu uvertürleri belleyelim. Besteciler özellikle onları halkın müzik düzeyini düşünerek armonize etmektedir. Biz onlar kadar da mı olamayacağız yani?” diyerek bizi yüreklendirmek istedi. Onun bunları bildiğini biliyoruz. Çünkü okuldan çıkar çıkmaz sınavla orkestraya girmiş, bir süre sonra pedagoji öğrenimi için ayrılmış. Bu nedenle orkestrada hemen hemen herkesi tanıyor. Halil Onayman, Enver Kapelman, Kemal İlerici, Nuri Kan, Sedat Edis, Orhan Borar, Orhan Barlas, Şükrü Arsev gibi keman grubundakiler değil öteki saz grubundan da bir çok kimse de karşılaştıkça adlarını anarak el sıkışıp konuştuğu insanlar.

Bu gece çok etkileyici bir plak dinleme gecesi oldu. Sekiz uvertürü de içer gibi ağzımızdan dökülürce kulaklarımıza depoladık. Ben zaten Satılmış Nişanlı; Figaro'nun Düğünü, Coriolanus'la Bir Yaz Gecesi'ni tanımışım.

Yatınca, plaktan müzik dinlemenin konserden daha etkili olduğunu düşündüm. Konserlerden alıp getirdiğim fazla bir şey yok. Bunları düşünürken uyumuşum.

 

26 Nisan 1944 Çarşamba

 

Beni bekleyen nöbetçiyi görünce hangi öğretmenle karşılaşacağımı anlıyorum. Bugün Rahmiye Öğretmen. Günaydınlaştık; hemen bir haber verdi. Küme öğretmenleri yeni bir karar almışlar. Eğitimbaşı Şeref Tarlan uygun bulmuş. Önümüzdeki pazartesi sabahından başlayarak her kümede Yüksek bölümden bir ağabey oyunları yönetecekmiş. Yüksek Bölümde oyunları iyi bilenlerden seçim yapılacakmış. Onların seçkin oyuncuları bu işi üstlenmişler. Olayı tam anlamadığım için, "İyi öyleyse, size geçmiş olsun, erkenden kalkmanıza gerek kalmayacak! Meğer bizim arkadaşlar da benim gibi salt yardım için gelecekmiş, küme(Sınıf) öğretmenleri gene olacakmış. Ağabeyler oyunların doğru, düzenli olması için gelecekmiş. Buna sevinim. Ancak ben hangi arkadaşla birlikte olacağım? Oyunları çok iyi oynayan Ekrem Ula, Zekeriya Kayhan, Mehmet Gönül gibi birkaç arkadaş biliyorum. Onlarla uyuşmam kolay ama ötekiler kimler olacak acaba? diye bir süre düşündüm. Bir de bencillik tarafım kıpırdadı. Oyunu yöneten işaret verecek ben ona uyacağım. Bu öğrencilerin bakışında büyük değişiklik yapacaktır. Sevdiğim bir arkadaştan gocunmam ama, ilişkim olmayan biri ile uyuşmak beni incitebilir. Bunları düşünerek ,çocuklar yokmuş gibi çaldım, Rahmiye Öğretmen teşekkür etti, ayrıldık.

Kahvaltıda sosyoloji dersi ile psikoloji dersini karşılaştırdık. Sosyoloji dersi okumadan sosyolojik araştırma yapmayı eleştiriyorduk. Ekrem Bilgin haklı olarak:

-Biz kendimiz düşünmeden arkadaşların dediklerine katılıyoruz. Ne demek; psikolojinin ne olduğunu bilmeden psikoloji okumak? İlkokulları düşünelim, sayılarla işe başlıyorlar.1,2,3,5,10, gibi.ya da a,b,c,... harflerle. Onlar da tuttursa. Yok öğretmen, önce matematik bilimini öğrenelim sonra sayıları! dese, ne yanıt verilir? Ekrem'in sorusuna düpedüz katılanlar oldu ama karşı olanlar da çıktı. Haklı olduğu taraf, bizim sınıfın yaptığı, dayanaksız karşı olma tarafıydı. Biz o zaman tümüyle karşı değil, Müfredat Programındaki konuyu ortaya koyma eksikliğiydi. O eksiklik günümüzde de sürmektedir. Çünkü onu yapanlar, konuyu tam olgunlaştırmamışlardır. Bakın son dersten sonra psikoloji dersi için kimsenin gıgı çıkmadı. Sosyoloji için de öyle olabilir. Ama" Üç yıl Ankara köylerini araştırır; işte bu kadar, bakın Ankara köyleri bitti!" deyip kapatırsak bu, genel sosyoloji içinde bir yer tutmaz. Şakalı konuşmalar içinde gerçekten dersle ilgili gerçek konuları konuşarak derse gittik.

 

Pipolu Öğretmenimiz tüttüre tüttüre kapıya dek geldi. Kapı önünde değişikliğini(Pipoyu söndürüp) yapıp girdi. Çok neşeli olduğu belliydi. Geçen dersi nasıl, nerede bıraktığımızı sordu. Kimseden ses çıkmayınca öğretmen, hemen yakınında oturan Burhan Güvenir'e baktı. Burhan Güvenir:

Geçen hafta Etnoğrafya Müzesine gittik, ondan önceki hafta da Lalahan'a siz götürmüştünüz! deyince öğretmen gülerek Burhan Güvnir'e takıldı:

-Etnoğrafya Müzesine siz gittiniz ama Lalahan'a sizi ben götürdüm! öyle mi? diye sorup ellerini çırptı. Derslerimize başladığımız günlerde dersin adıyla ilgili bir takım sorularınız vardı. O zaman size:

-Yeri gelince hepsini konuşacağız! demiştim. İşte size ilginç bir örnek! Etnoğrafya müzesine siz gittiniz, Lalahan'a ise siz gitmediniz oraya sizi ben götürdüm! Burhan Güvenir sözü düzeltmek için kalktı ama öğretmen konuşturmadı:

-Ben sözümü bitirince söyleyeceğini söylersin!

Benim değinmek istediğim önemli nokta; tek kişinin çok değerli düşünceleri (olabilir) vardır, bunları ortaya döker. Ortaya dökülünceye dek tekillik taşıyan bu duygu ya da düşünceler ortaya döküldükten sonra ister benimsensin ister benimsenmesin tekillikten çıkarak, çevrenin malı olur. Önemine göre, uygulama alanı bulup , yaşarsa (Bireyin ortaya koyduğu nesne) toplumsallaşır. Yıllar geçtikçe değişerek ilk şeklini korumasa da toplumun ortak malı durumunda toplumun korunağı altına girer. Halk arasındaki örf-âdet dediğimiz olaylar böyle doğar. Bunları araştıranlar kimi zaman istatistik dediğimiz matematiksel ölçekleri işin içine katar. İşinizi bu yola dökerseniz Sosyolojinin sosyometri işlerine girdiniz demektir. Anca bu, bu denli basit bir olay değildir. Çünkü toplumsal yaptırımlar da çok önemlidir. Güçlü-güçsüz devletlerin , özellikle de demokratik yönetimlerde önemi büsbütün artar. Toplumun önemli bulduğuna sırt çeviren yönetimlerin ömürleri kısalırlar. Tarih derslerinde devletlerin ömürlerine ya da sağlıklı durumlarına bakın, bu hemen yanıt bulacaktır. Buna, yanılgısı söz konusu olmayan sosyometrik olaydan dolayı takıldım. Sizler bir toplumsal birim olarak Etnoğrafya Müzesini daha önemli bulduğunuzdan bireysel düşüncelerinizi öne çıkararak gittiniz. Lalahan'a ise siz gitmediniz, götürüldünüz! Öğretmen gülümseyerek:

-Benim hatırımı saydığınızı da iyi biliyorum, oraya da kendiniz geldiniz. Ancak sosyoloji dersi konuları içinde sosyoloji, toplumların bu yanlarını da dikkatle hesaplar, bunlardan matematiksel sonuç çıkarır. Bu salt savaşlar için değil ticarette özellikle reklam olayı aracılıyla çağdaş bir gelişme sayılmaktadır. İşte size bir sosloyolojik olay. Bu konuyu siz psikoloji dersinde de konuşacaksınız. Çünkü bu işin bir de bireysel tarafı var. Zaten bizim konumuz doğrudan doğruya insan. İnsanı bütünüyle inceleyip doğru değerlendirmek. Ancak bunu bölüm bölüm yapabiliyoruz. İşte bu bölümlere birer ad verilmiş bu adlar bizim derslerin adları oluyor.

Sosyoloji, Psikoloji, Biyoloji; Fizyoloji v. b. gibi

Öğretmen az durduktan sonra bu kez de Lalahan izlenimlerimizi sordu. Arkadaşların hemen hemen hepsi söz aldı. Konuşanların çoğu tiftik keçilerinin yararından söz etti. Hasanoğlan’da da bir Tiftik Üretme ya da ıslah etme kurmaya kadar işi götüren oldu. Öyle ki, okulu bitiren her öğretmene oradan tiftik keçisi vererek tüm yurda yayılmasını önerenler çıktı. Ancak azınlık bir grup, öğretmenin az önceki konuşmasından hiç sonuç çıkarmadan konuşma yapıldığı öne sürüldü. 100 yıl önceye dek bölge halkının gözdesi olan tiftik keçisinin halkın gözünden düşmesi (Nedeni) makineleşen uygar ülkelerin daha ucuz giyecek üretmesi olduğu anımsatıldı. Konu giderek "En iyisi savaşarak eski günlere dönüp gene güçlü olmak! şakasına dayanınca öğretmen uyardı. "Hasanoğlan köyünde kiremitli bina olup olmadığını sordu. 3, 4, 5, 6 diye sayıldı. Okul, Cami, Muhtarlık, halkodası olarak ancak dört bina söylendi. Her hafta banyo yaptığımız yer bile anımsanmadı. Bu kez de enstitünün tuğla, kiremit hazırlamasını önerildi. Bu önerileri yapanlar belli bir gruptu, öğretmen ara ara onlara göz attı. Katıldı mı katılmadı mı tam kestiremedim ama öğretmen en sonunda Enstitü önce birinci görevi olan girişimci, aklıyla çalışabilen öğretmen çıkarsın; sosyometrik ölçeğimizi burada da bekleyeceğiz. Bu arada Tiftik keçiciliğinin geliştirilmesi için geniş meralardan, otlaklardan söz edildi. Geniş boşalanlara yeni köyler kurulması önerildi. Niyazi Başkaya parmak kaldırarak öğretmene sordu; "Ülkemizdeki köylerin çok eskilerde korunma amacıyla genişlemeye elverişsiz yerlerde kurulduğu için yer değiştirilmesi zor!" deniyor. Amerika yeni bir ülke orada köyler daha düzgündür. Siz de aynı düşüncede misiniz? diye sordu. Öğretmen kolunu uzatıp saatine bakarken zil çaldı. Öğretmen Niyazi Başkaya'ya' teşekkür etti, "Bunu konuşalım!" deyip ayrıldı. Öğretmenler kapı önünde ilk kez karşılaşıyormuş gibi başlarını sallayarak konuştular, el sıkıştılar.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Halil Demircioğlu, hemen geçen haftaki konuya girdi. Etnoğrafya müzesinin Atatürk için geçici bir yer oluğunu, Anıt-Mezar yapımının gün günden ilerlediğini özetledikten sonra Atatürk için Anıt-Mezar gereğini anlattı:

-Tüm toplumlar, kendilerine büyük yardımı dokunan liderlerini hep andıklarını, bunun binlerle yıllık bir gelenek olduğunu. Mısırlıların bunu olağanüstü bir duruma getirdiğini, (Ehramları kastederek)Romalıların ise tek yerde değil bir çok yerde anıtlar yaptığını, amaçları Roma gücünü unutturmamak olduğunu, örneğin İmparator Ogüst'ün Ankara'da bile anıtı olduğunu anlattı. Ankara ile Atatürk'ün simgeleşme noktasına gelince! deyip durdu. Sonra da Atatürk'le söze başladık; bugün de 23 Nisan 1920 tarihiyle ilgili bilgilerimizi tazeleyelim! deyip gülümsedi . Çocuk taklidi yaparak:

-Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan! deyip baktı. Önce şarkının dizesini doğru söyledim mi? diye sordu. Arkasından da:

-Ben de bugün neşelenmek istiyorum! deyip gülümseyerek gözlerini tek tek yüzlerimiz üstünde gezdirdi. Başını sallayarak sordu:

- Niçin? Oldukça çok parmak kalktı. Parmak kaldıranlardan arka arkaya konuşturduğu beş altı arkadaştan sonra:

- Siz beni neşelendirmiyor tersine üzüyorsunuz. Bu dediklerinizi bugün kime sorsanız söyler. Hatta üç gün önce bayram yerinde çocuklara sorsaydınız hep bir ağızdan cevaplandırırlardı. Sizin söyledikleriniz de 23 Nisan günlerinde söylenenler. Peki bunlar niçin olmuş? Ben, tarihin konuşmasını istiyorum, tarih konuşması değil. Gene bir kaç parmak kalktı. Parmak kaldıranlar arasında Sami Akıncı da vardı. Öğretmen:

-Sen söyle, diyecekmiş gibi Sami'ye baktı ama başını öbür tarafa çevirip Şükrü Koç'a söz verdi. Şükrü Koç, Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul/Şişli'deki evinde yaptığı toplantılardan başlayarak, bir çok da ad saydıktan sonra Atatürk'le arkadaşlarının Samsun'a çıkışını, aralarında kesin kararlarını verip, önce Erzurum sonra da Sivas kongrelerini gerçekleştirip, planlarını daha rahat uygulamak amacıyla 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya geldiklerini, tüm hazırlıklarını yaptıktan sonra 23 Nisan 1920 sabahı Türkiye Cumhuriyeti'nin özü olan T.B.M.M kurduklarını anlattı. Öğretmen Halil Demircioğlu Sami Akıncı'ya sordu:

-Ekleyeceğin var mı? Sami Akıncı:

-Karşılaştığı ihanetler efendim! deyince öğretmen:

- Onları ben kendime ayırdım! Öğretmen Şükrü Koç'a teşekkür etti, Büyük Nutuk kitabı olup olmadığını sordu. Şükrü olduğunu söyleyip Nutku gösterice öğretmen, gene şarkımızla başlayalım :

- Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan! dedikten sonra:

-Bugün hayırla, mutluluk içinde andığımız Atatürk'le arkadaşlarının uğradığı ihanetleri kendi ağzından dinleyemedik ama Atatürk'ün kendi eliyle yazdıklarından hep birlikte okuduk. Bunları tekrarlamaya hiç değilse şimdi, burada şu an gerek yok. Ancak Hayinlerin ( ihanetler) bu kez Atatürk'ün adı anılmadan O'nun gerçekleştirilmesini istendiği yeniliklere karşı pasif bir direnme, açıktan değil, yarasalar gibi karanlıklarda işlerini görmeler var; bu savaş bitmiş değil. İşte sizler bu savaşı sürdüreceksiniz. Gittiğiniz yerlerde halâ eski yazıyı övenleri göreceksiniz. Kız çocukları okula göndertmemek için arkanızdan engel çıkaranlar olacak. Sizin için bile şimdiden başlayan iftiraları küçümsemeyin; bunlar, inanın gündüz işi değil yarasaların karanlık dünyasından sızan ihanetlerdir. Tevfik Fikret'in özlü sözünü hiç unutmamalıyız:

-Elbet, sefil olursa kadın, alçalır beşer! Açıklamaya gerek var mı bilmem! Bunca uyarılara hatta yasaklara, cezalara karşın kızlarını okula göndermeyenler var. Bunların amacı nedir? Bir anne-baba çocuğunun okuyup bilgilenmesini neden istemez? Yarasalar gibi aydınlıktan kaçan yüzünü, gözünü kara çarşafa sarmayı yeğlenen bu insanlar sahiden kendi istekleriyle yapmıyor bunu? Ben buna kesinlikle inanmam. Tarlasında çalışırken, köyünde dolaşırken yüzünü açan bu insanların, kasabalardakileri, köylerine konuk gelenlere hatta devlet görevlilerini yabansı sayması yüzde yüz kışkırtmadır. Bu kışkırtmalar belli ki din adına yapılıyor. İşte bu sizin en zorlu savaşınız olacak. Tüm öğretmenler adına söylüyorum; bir kaç yıl önce; siyah önlük beyaz yaka açık, masum yüzleriyle neşe içinde "Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan!" diye coşan çocukların bir kaç yıl sonra gerçekten yarasalar gibi açıklıktan, aydınlıktan, insan yüzüne bakmaktan yüzünü peçeleyip kaçmaları, akıl almaz bir yaşam saptırmasıdır. Bu sapma-saptırma güdüsü kişinin tüm düşünce mekanizmasını etkilemektedir. Böyleleri içinden, acımasız, insan türünün davranışlarına ters düşen acıklı bir olay çıkıyor. Dilerim böyleleriyle karşılaşmazsınız ama, olabilirlik kaygısı da her zaman olası.

Arkadaşların bu konuda çok bildikleri varmış. İlkokul son sınıftan bile alıp çarşaflayarak imam nikâhı ile evlendirilenleri, anne-baba tarafından evlendirilmesine karşın damat asker olunca kızı geri alıp başkalarına vermelerden söz ettiler. Bu tür olayların çoğunun sonu cinayetlere neden olduğu örneklerle anlatıldı. Öğretmen bu kez, Atatürk'ün Gaflet ve dalâlet sözlerini açıklattı. Açıklamalardan sonra:

-Gafletin dalâletin olduğu yerde ihanet kol gezer. Böylesi bir toplumda ilerlemek olmayacağı gibi bir arada yaşama şansı da kalmaz. Sayısız devletler, böyle ihanetler nedeniyle tarih sahnesinden silinmiştir. Ne demiş şair?

"Bayrakları, bayrak yapan üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa, vatandır!"

Öğretmen bundan sonra "Türk Gençliğine Hitabe'nin birinci cümlesini önce kendisi sonra topluca sınıfa tekrarlattı. Oldukça coşkulu olarak ayrıldı.

Öğretmen çıkınca "Son dersimizi yaptık! diyenler oldu. Dersler, mayıs ayı sonunda kesilecek, neden son ders olsun? soruları arasında salondan çıktık.

Yemekte de aynı konu sürdü. Bizim masa bunu yorumlarken arka masada bir canlanma oldu:

-Yeni Müdür Ruf İnan geldi! muştusu alkışlarla karşılandı. Konuşulanlar unutuldu Çiftelerli arkadaşların " Ben demedim mi, Rauf İnan buraya gelecek?" O denli çok söylendi ki sıkıntı vermeye başladı. Bu kez de sorular tekrarlandı:

-Geldi işte ne değişecek?

Güzel Sanatlar Salonuna gidince ilk değişiklik olarak Öztekin Öğretmenin gelmediğini gördük. Okul Müdürü arkadaşlarıyla tanışmak için toplantı yapmış. Mehmet Öztekin Öğretmen aynı zaman da Enstitü Bölümünün de Müzikbaşı. Tarımbaşı, Sanatbaşı, Eğitimbaşı dizisinden biri. Arkadaş konuşmalarına aldırmadan 2 saat kadar piyano çalıştım. Ara verince konuşmaları dinledim. Olasılıkların başında beni ilgilendir en önemli durum, "Kumaş giysi giymeyi yasak edermiş. Buna katılmadım, katılmadım gibi göründüm ama 1941 yılında bayrak taşıyan arkadaşımıza yapılan uyarıyı anımsayınca içimden inanmaya başladım.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün temeline ilk kazma törenle vurulmuştu. O zaman kasketli, kumaş giysili arkadaş bayrak tuttuğunda bu konu olmuştu. Bakanlıktan gelen en yetkili kişi Ferit Oğuz Bayır, Arkadaşın giysilerini göstererek:

- Köy Enstitüsü giysisi içinde görmek isterdim. Yani kasketsiz ya da köylüler gibi, asker giysileri içinde Örnek olarak da o sıra neden orada olduğu bilinmeyen Çiftelerli Abdullah Özkucur vardı, onu göstermişti. O günler henüz ekipler gelmeye başlamamıştı. O neden oradaydı? Arkadaşlar sonradan şaka üretmişti:

-Gelecek Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri için model örneği. . . .

Yeni Müdür de Ferit Oğuz Bayır gibi düşünebilir. Konuşmaları, olurdu-olmazdı, olacak-olmayacak tartışmalarını bırakıp Hamdi Keskin Öğretmenin ödevini, önerilerini hazırladım. Baki Süha Ediboğlu'nun kitabının sonundaki üç şairden örnekler:

1. Orhan Veli Kanık. Şairin adını yazınca anımsar gibi oldum, ben, onun şiirlerinden bazılarını okumuştum. Varlık dergilerinde vardı. Kitaplıktaki Varlık dergilerini taradım. Bir değil onlarca şiiri var. Ancak onlar başka türlü, bildiğimiz şiirler türünde yazılmış. Yoksa bir ad benzerliğimi var? Önce, bu kitaptan yazayım.

 

Orhan Veli Kanık:

 

Bayram,
 
Kargalar, sakın anneme söylemeyin!
Bugün toplar atılırken evden kaçıp
Harbiye nezaretine gideceğim.
Söylemezseniz size macun alırım.
Simit alırım, horoz şekeri alırım;
Sizi kayık salıncağa bindiririm kargalar,
Bütün zıpzıplarımı size veriririm.
Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!

 

Gemilerim
 
Kitabımın yapraklarında
Gemilerim, yelkenli gemilerim.
Giderler, yamyamların memleketine
Gemilerim, yan yata yata.
Gemileim, kurşun kalemiyle çizilmiş;
Gemilerim, kımıı byraklı,
Elifbamın yapraklarında
Kız Kulesi;
Gemilerim.

 

Hicret
 
Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları,
Durmadan çalardı, bütün gün.
Tren sesleri duyulurdu yatağından
Arada bir
Ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartmanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.

 

 

Kitabe-i Sengi - Mezar
 
Hiç bir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar.
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi.
Ayakkabısı vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını
Günahkâr da sayılmazdı.
 
Yazık oldu Süleyman efendiye.

 

 

Güzel Havalar
 
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim.
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada âşık oldum:
Eve ekmek ve tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

 

Efkârlanırım
 
Mektup alır, efkârlanırım;
Rakı içer efkârlanırım;
Yola çıkar efkârlanırım.
Ne olacak bunun sonu bilmem.
"Kâzım'ım "türküsünü söylerler
Üsküdar'da;
Efkârlanırım.

 

Oktay Rifat:

 

Yıldızlar
 
Kitabın yanında defter vardır.
Defterin yanında bardak.
Çocuk bardağın yanında,
Çocuğun yanında kedi.
Ve bir beyaz karanfil. .
Fakat neden kıravatım, kitaplarım
Ve şu küçük cıgara tablası
Yıldızların yanın da değil?

 

Ekmek ve Yıldızlar
 
Ekmek dizimde
Yıldızlar uzakta, tâ uzakta.
Ekmek yiyorum yıldızlara bakarak.
Öyle dalmışım ki sormayın,
Bazen şaşırıp, ekmek yerine
Yıldız yiyorum.
 
Şehitlik
 
Akraba ölülerin kılığında geliyorlar
Kolayca girmek için odama
Bir bakıyorum amcam, kardeşim.
Bir bakıyorum Polonyalı bir gedikli çavuşu
Ve derhal konuşuyor:
"Bir kızım vardı beş yaşında.
"Ölmüş şimdi beraberiz
Lâkin içi sıkılıyor burada;
Ellerini Varşova'da unutmuş
Çember çeviremiyor. "

 

Pencere
 
Sarı bir zambak açtı
Karanlığın bahçesinde pencerem,
Geceyi odamda geçirmek için
Bir ağaç cama vuruyor
 
Üşüdün mü dışarda narin ağaç?
Yoksa hırsızlardan mı korkuyorsun?
Nafile, çoktan bağladılar ellerimi
Kırk haramiler.
 
Ve gafil köpeğim kapımda habersiz
Bir tavşan kovalıyor rüyasında.
Bulutlar şimdi insanların koynunda,
Sabahleyin savuşurlar bacadan.

 

Karaca Ahmet
 
Akşamları parka çıkmaktı
En büyük eğlencesi.
Şair Orhan Veli'yi
Melih Cevdet'i severdi hayatında.
Ağaçlardan kavağı severdi.
Yıldızları da severdi
Ve en rahat, anasının serdiği yatakta uyurdu
Şimdi burada yatıyor.

 

Bir Otelin İki Odası
 
Benim gibi çay pişirir sabahları elbet
Günlük yolculuğuna çıkmadan evvel.
Nece konuşur kimbilir?
Uzak bir memleketten gelmiş olmalı,
 
Ayak seslerini dinlediğim olur.
Şarkı söyler gibi kendi kendine bazen.
Derim: Şimdi arka üstü yatmakta,
Bilirim şu anda sıkılmaktadır.
 
Ve onu düşünerek uyuduğum geceler
Üstünü örterim rüyada.
Acap o da beni düşünür mü?
Benim onu düşündüğüm gibi?
 
Bir dost ki benden habersiz yaşar,
Çıksa üzülürüm odasından.
Zayıf yüzlü ve çelimsiz bir çocuk,
Komşum her halde yi bir insandır.

 

Melih Cevdet Anday

 

Saadet Şiirlerinden 11
 
Şiirlerimde sen olmadığın zaman
Onları niçin bitiremiyorum?
Kalbim, kalbim kalbim
Aradığını ne güç buluyorsun?

 

Noktürn
 
Bu gece başımı alıp gideceğim
Yağmurun bittiği yere.
Orayı çocukluğumdan beri merak ediyorum.
Belki de şu anda bir arkansiel
Mersin ağaçlarının üzerinden
Yalnız gece yaşayanların
Elleri ve gözleri için
Doğmuş bulunuyor.

 

Ölmüş Bir Arkadaştan Mektup
 
Eskisi gibi yaşıyorum
Gezerek, düşünürek. .
Yalnız biletsiz biniyorum vapura ve trene.
Pazarlıksız alış veriş yapıyorum,
Geceleri evimdeyim, rahatım yerinde.
(Bir de sıkılınca pencereyi açabilsem)
Ve başımı kaşımak, çiçek koparmak,
El sıkmak istiyorum arada bir.

 

Fotoğraf
 
Dört kişi parkta çektirmişiz:
Ben, Oktay, Orhan bir de Şinasi.
Anlaşılan sonbahar;
Kimimiz paltolu kimimiz ceketli;
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar.
Henüz babası ölmemiş Oktay'ın
Ben bıyıksızım
Orhan Süleyman Efendi'yi tanımamış.
Lâkin ben öyle hiç mahzun olmadım,
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Halbuki hayattayız hepimiz.

 

Ağız Mızıkası
 
Dün gece yatmak üzereyken
Evin önünden biri geçti
Ağız mızıkası çalarak
Ve bana, çocukluğumda
Akşam üzeri mangal yaktığımız,
Bahçe kapısını hatırlattı,
Emniyet sandığındaki evin.

 

Hamdi Keskin Öğretmen, Kitabı göstererek:

-Kitap, sonuna da olsa, bu yeni, yenilikçi şairleri tanıyalım! dediği için o üç şairin şiirlerini yazdım ama onlardan biri o denli yeni sayılmayacak bir şair. Eğer, ad benzerliği oksa Varlık Dergisinde 10 yıldır şiirleri çıkıyormuş. Eski Varlık'larda sayısız şiirini gördüm. Örneğin:

 

1. AKŞAM RÜZGARI
 
Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş
Maviliklerde sefer etmek.
Bir sahilden çözülüp gitmek,
Düşünceler gibi başıboş.
 
Açsam rüzgâra yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz, deniz.
Ve bir sabah vakti; kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.
 
Bir limanda, büyük ve beyaz.
Mercan adalarda bir liman.
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.
 
Doldursa içimi orada
Baygın kokusu iğdelerin.
Bilmese tadını kederin
Bu her âlemden uzak ada.
 
Konsa rüya dolu köşkümün
Çiçekli damına serçeler.
Renklerle çözülse geceler,
Nar bahçelerinde geçse gün.
 
Her gün aheste mavnaların
Görsem açıktan geçişini
Ve her akşam dizilişini
Ufukta mermer adaların.
 
Ne hoş, ey güzel Tanrım ne hoş!
İller; göller, kıtalar aşmak
Ne hoş deniz deniz dolaşmak
Düşünceler gibi başıboş.
 
Versem kendimi bütün bütün
Bir yelkenli olup engine
Kansam bir an güzelliğine
Kuşlar gibi serseri ömrüm.
 
 

2. GÜN DOĞUYOR

 

Dili çözülmüş gecelerin
Gölgeler kaçışıyor derine.
Alıp sihrini bilmecelerin:
Gün doğuyor şehrin üzerine.
 
Korkarak şekl'alıyor bacalar
Gün doğuyor şehrin üzerine
Bakıyorlar günün gözlerine
Gözleri uykulu atmacalar.
 
Sallayarak dallarını kavak
Yükseliyor her günkü yerine
Gün doğuyor şehrin üzerine,
Mavi bir ışıkla ağararak.
 
Gün doğuyor şehrin üzerine
Renk renk hacimle doluyor yer yer,
Dalıyor dağınık yüzlü evler
Halâ yanan sokak fenerine.
 
Toprak kımıldıyor yavaş yavaş,
Gün doğuyor şehrin üzerine;
Bembeyaz gece çiçeklerine
Sabahla düşüyor bir damla yaş.
 
Ve bir deniz hücumu halinde
Gün doğuyor şehrin üzerine.

 

3. MASAL

 

Çocuk gönlüm kaygılardan azade
Yüzlerde nur, ekinlerde bereket;
At üstünde mor kâküllü şehzade,
Unutmaya başladığım memleket.
 
Şakağımda annemin sıcak dizi
Kulağımda falcı kadının sözü,
Göl başında padişahın üç kızı,
Alaylarla Kaf dağına hareket.

 

4. UYKU

Üzerinde beni uyutan minder
Yavaş yavaş girer ılık bir suya.
Hind'e doğru yelken açar gemiler,
Bir uyku âlemine doğar dünya
 
Sırça tastan sihirli su içilir,
Keskin sırat koç üstünde geçilir,
Açılmayan susam artık açılır,
Başlar yolu, cennete giden rüya. . .

 

Çevremde konuşulanları duydukça aklım karışmasına karşın; Hamdi Keskin Öğretmenin takdir edeceğini bildiğim için gerekli gereksiz demeden bir yığın şiir daha yazdım. Kendime soruyorum; Okul Müdürünün değişmesi beni ne ilgilendirir? Sordum ama daha yanıt vermeden yüreğim "cız!" etti. "Stajda burada kalmamı önlerse?" Keşke bu konuya saplanmasaydım !"Dedim ama saplanmasaydım da zaten kendiliğinden olacakmış; hemşerim Kadir, olayın dışında gibi ama onun da kendine göre kaygıları varmış, oturur oturmaz bana sordu:

-Abi, bu adam kendi öğrencileri için melek ama bizler için iyi şeyler düşünmeyeceği belli. Bölüm Başkanımızın da eski dostu, Çiftelerliler şimdi azacak, nasıl davranacağız onlara karşı. Kadir benim derdimi depreştirdi ama ona bunu söyleyemezdim. Salt Öztekin Öğretmen için:

-Bölüm Başkanımız, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç dışında kimseden çekinmez. O nedenle ondan çekinmemize gerek yok. Biz , olay çıkarmayalım. Kızılçullular onların hakkından gelir. İsmail Hakkı Tonguç'un kardeşi Zekeriya Tonguç Kızılçullu'da, onun öğrencileri de ona güveniyorlar. Unutma, biz olayların dışındayız! Kadir, sevindi, boynuma sarıldı. O neşelenince ben de içimden, Öztekin Öğretmen bu denli güçlü ise verdiği sözü tutar. Faik Canselen Öğretmenle benim için yaz çalışması anlaşması yaptı, , Faik Öğretmen bir ay İstanbul'a gittiğinde yerine beni dinleyecek bir son sınıf piyano öğrencisiyle ile anlaştı, bizi tanıştırdı; buluşma-çalışma yerini bile gösterdi. Böylesi bir sözden sonra beni yüzüstü bırakmasını beklemiyorum. Zaten Çiftelerliler, akordiyon değil mandolin bile çalamıyorlar. Çaldıkları bir kaç türkü.

Arkadaşlar geldi, yeni haberler getirdiler. Okul Müdürü Hürrem, Yüksek Bölümün Eğitimbaşı olacakmış, Tahsin Türkbay başka bir yere atanmış. Hürrem Arman'a hem üzüldüm hem de kızdım; neden ayrılıp başka bir yere gitmiyor?

 

Yatınca da konuştuğumuz konuları bir yana itip kendimi düşündüm; evi gözümün önüne getirdim. İhsan Kalabay'ın benim için söylediklerini, açıkçası önerilerini anımsadım. Bu kez de Kepirtepe falan derken Almanca öğretmenimiz Ömer Uzgil'e, Müfettiş Hayrullah Örs'e verdiğim sözler beni sıkıştırdı. Kesinlikle Almanca öğrenecektim. İch Schlafe, du Schlaft, der Schlaf überkommen!

 

27 Nisan 1944 Perşembe

 

Uyanınca, akşamki kararsız, allak bullak düşüncelerin hiç birisi kalmamış olarak kendimi rahat buldum. Oyun alanına yönelince Rahmiye Öğretmen yetişti. "Günaydın!" dedikten sonra; yeni müdürü sordu; “Geldiğinde gördünüz, sizde nasıl bir izlenim bıraktı?” Bilmediğimi daha doğrusu düşünmediğimi söyledim. Sanırım o beni, duygusuz olarak düşündü ama gene de uyardı:

- Çok dolaşır, buraya da gelebilir!

Geleceğini düşünerek biraz ağırdan aldık. Rahmiye Öğretmen sıraladı, çocukları uyardı:

-Müdürümüze düzenli görünelim!

Gelen giden olmadı, çocuklar da genel olarak zil çalınca alıştıkları gibi dağıldılar.

Kahvaltıda, bizim masadakilerle arka masadakiler (Onlar hep Çifteler çıkışlı) karşılıklı atıştı; “Hani Müdürünüz erkenciydi? Hani çayları, peynirleri kontrol ediyordu?” (Bu sabah çorba vardı) Muttalip Çardak:

- Kahvaltıları dedik ama ondan muradımız, çay-peynir ya da zeytindi, çorbalar için böyle bir söz demedik) Bir süre güldükten son konuyu derslere çevirip konuşa konuşa dersliğe gittik.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Hamdi Keskin Öğretmen çok hoşgörülü olduğundan onun derslerinde gözden uzak olmak gibi bir kaygı yok. Bu kez de yakın arkadaşların bir arada olma istekleri olduğundan bir süre yerleşme işi sürüyor.

Hamdi Öğretmen gülümseyerek geldi “Günaydın!” dedikten sonra:

-Bugüne dek Edebiyat ustalarımızın deyimiyle ciddi edebiyat eserlerini hatta şaheserlerini sürdürürken birden alışılagelen sanat niteliklerinden ölçüsüz, eğlence kabili, sözüm ona çocukların yaptığı uydurma şiirlere döndük. Bunu ben demiyorum, gözünüze çarpmış olabilir yaşlı şairlerimiz böyle yazıyor. Onlar belki haklıdırlar, orasını bilemeyiz. Ancak biz, yeni yayınları incelemek zorundayız. Yeni yayınlar bunlara yer verdiğine için "Acaba neden bunları okuyucuya sunuyorlar? kuşkusuna kapılmadan, güvenerek, seversek okuyoruz; okumamızı da sürdüreceğiz. Yeni, diye öne sürülenlerin bir

bölümü sahiden yeni olmayabilir. Zaten eskilerin çoğu da öyle değil mi? Fuzuli zamanında yüzlerce şair vardı. Baki gününde de öyle. Karacaoğlan tek halk şairi değil, hepsi duygularını söyledi gitti. Sevilenler için de bunu söyleyebiliriz. Fuzuli, üç dil üzerine üç divan yazmış. Düşünelim bir kere; Divanlarda biliyorsunuz yüzlerle anılan şiir, binlerle anılan beyit vardır. Bunların hepsi güzel bile olsa hepsi bizim hoşumuza gitmeyebilir. Bu nedenle şairlerin şiir diye yazdıkları tümüyle sevilmez. Bu düşünceyle biz, Edebiyat Sanatı adına gözümüze ilişenleri gözden geçirip, kendi beğenimize göre değerlendireceğiz. Bakın (Baki Süha Edipoğlu'nun kitabını göstererek)bu kitapta da ilginç bir tanıtım var. "Yeni şiir, yeni şairler!" diyor. Yeni olan salt bunlar mıdır? Bunlarsa bu üç genci ben yakından tanırım. Onlar, şiir yazmayı onları küçümseyenlerin şiirlerini okuyarak yetişti. " Yetişti!", diyorum, onlar ayrıca yabancı dil öğrenip şiir çevirisi yaptılar, bunu başarıyla yapıyorlar hem de kendilerini bu alanda "Üstad!" sananlardan daha güzelini çeviriyorlar. Kendilerini yakından tanıdığım için güvenle söylüyorum. Yaşlarına bakıp, haklarında hemen hüküm vermeyelim. Kendisi de değerli bir edebiyatçı olan yazarın, o üç genci küçümseyerek sunmasına da şaştım. Özellikle Orhan Veli'den başka örnekleri alabilirdi. Bakın benim seçtiklerimin yazılış tarihleri belirtilmiş.

Örneğin:

 

BUĞDAY
 
Düzüldü uçsuz budaksız alay
Çıngıraklar çalar kapılarda
Düzüldü uçsuz bucaksız alay
Bak, son hasad başladı rüzgârda
 
Okundan ayrılmak üzere yay
Kuyuların ağzı genişledi
Okundan ayrılmak üzere yay
Korku tâ kemiğimize işledi.
 
Savruluyor gökyüzünde buğday
Gölgeler uzaklaşıyor yerde
Savruluyor gökyüzünde buğday
Tanrım, Tanrım bir deva bu derde
 
Düzülü uçsuz bucaksız alay
Çıngıraklar çalar kapılarda
Düzüldü uçsuz bucaksız alay
Bak, son hasad başladı rüzgârda
 
Undan bize de pay, bize de pay
Koşun buğday dağıtıyor Yusuf
Undan bize de pay, bize de pay
Çökmeden sonu gelmeyen küsûf
 
Eriyecek tencerede kalay
Çocuklar ağlaşmasınlar dağda
Eriyecek tencerede kalay
Yetişmeyecek Ömer imdada
 
Altında aynı eğer, aynı tay
Arayıcısı herkes bir sesin;
Altında aynı eğer, aynı tay
Seferi aynı köye herkesin
 
Artık kuruldu bu kervansaray,
Boşuna düşünür ihtiyarlık.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Şimdi seslerle dolu mezarlık.
 

Orhan Veli Kanık (Eylül 1936)

 

 

DAR KAPI
 
Nedir bu geceyle gelen birsam?
Duyuyorum serzenişlerini.
Karanlıkta ağzının yerini
Arıyor deli gibi hâfızam.
 
"Yanıyor unutulmuş buhurdan
Yine gecenin içinde sessiz"
Hâtıralarla kabaran deniz,
Doluyor ruhun oluklarından.
 
Işık yağıyor doğan geceden.
Nasıl diriliş bu, neden sonra?
Bu rüya gibi geceden sonra
Gidecek mi o maziden gelen?
 
Seziyorum senelerce susan
Ruhumda taptaze bir geriniş,
Sonuna vardığım çölden geniş
Ayaklarıma açılan umman.
 
Bütün mevsimlerimin üstüne
Geriliyor bembeyaz bir kanat.
Gelip durdu artık işte hayat
Bana hep onu vadeden güne.
 
Artık ebedî huzur deminin
İçebilirim sırlı tasından.
Girmek üzereyim dar kapısından
O eski rüyalar âleminin. .

 

Orhan Veli Kanık (Aralık 1936)

 

 

Mahallemdeki Akşamlar için
 
Kımıldanır mahallemin daralan ruhu
Basma perdelerimde gün batarken.
Atıp saatler süren uykusunu
Odama uzanır akasyam pencereden.
 
Kırmızı, uzak damlarda bir serinleme,
Uyanır gündüz uykusundan evler.
Kapılarda işleri ellerinde
Kadınlar giyinip kocalarını bekler.
 
İyi insanların ruhudur;yakınlaşır;
Takunya sesleri gelir evlerden.
Yalnız bu dem rahat bir dünya taşır,
Bin mihnet dolu kafasında yorgun beden.
 
Her şeyin geliş saatidir akşam
Mahallede ömürler akşam üstü başlar.
Hepsi burada buluşmaya gelir, akşam;
Başka düyalardan ayaklar, başlar. .
 
Orhan Veli Kanık (Mayıs 1937)

 

Amacım, Baki Süha Ediboğlu’nu eleştirmek değil, eski bir kanıdır bu, yaşlı şairler gençleri hemen eleştirirler. Baki Süha Ediboğlu'nun bu kanısı salt kendisinin değil, kitabına şiirlerini aldığı bir çok yaşlı şairden esinlenmiştir. Küçük bir araştırma yapalım ya da siz yapın; okuduğumuz kitapta şiiri olan şairlerin buraya beğenilerek alınan şiirleriyle Orhan Veli Kanık'ın birlikte okuduğumuz 1936-37 yıllarından yazmış olduğu şiirler arasında büyük bir fark bulacak mısınız? Bunlar o zaman beğeniliyordu. Oysa şimdi onlar unutuldu, yeni şiir biçimi girişimlerinden ötürü alay konusu ediliyorlar. Baki Süha Ediboğlu, insaflı (!) davranıp buraya almamış, ben size örnekler getireyim; sayısız ve de hiç ummadığımız ünlü şairlerimiz bile göreceksiniz onlar için şaşılası hicivler yazıyorlar.

Ders bitince Hamdi Keskin Öğretmen:

-Bu konu sizi de ilgilendirir; salt şiir değil tüm sanat uğraşların da böyle bir "Yaşlı-Genç! çatışması olur. Buna da şaşmamak gerekir; çünkü sanatlarda gelişmeler bu çatışmalar sonunda kazanılır.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Almanca öğretmenimiz Doç. Niyazi Çitakoğlu, geçen derste "Haftaya gelemeyebilirim, geleceğimi düşünerek ödevlerinizi tamamlayın!" demişti. Gotik haflerle yazılmış bir metin. Salt kendi isteğimle elimdeki 6 kitabı bir arada (Ciltli) Orta Lise kitaplarını karıştırırken Orta 3 Almanca kitabında, şimdi güzel bestelerini konserlerde dinlediğim, piyano için düzenlenmiş bir çok parçasını çaldığım Büyük Alman Besteci Johann Sebastian Bach ile Prusya Kralı ünlü 2. Friedrich'in karşılaşmasını anlatan yazıyı görünce sevindim. Yıllarca önce Büyük besteci olarak anılan ama bestelerinden habersiz, salt tarih derslerinden ünlü bir kral olarak tanıdığım 2. Friedrich'in Johann Sebastian Bach'a gösterdiği ilginin nedenini bilerek(O zaman hiç anlamamıştım. )bir daha okudum. Sonra da (Yazı Gotik harflerle) oturup yazıyı yazdım, unuttuğum sözleri bulup(Bir

iki söz dışında) yerlerine koydum. Bunu gerçekten kendi isteğimle yapmıştım. Çünkü Sebastian Bach'ın, konserlerde dinlediğim eserlerinden başka plaklarımız arasında bulunan 17 büyük plak messe'i dışında nota dolaplarında sayısız notasını olduğunu biliyorum. Ayrıca, Anna Maria Magdalena adlı kitabından bir kaç parça çalmıştım. Bu nedenle parçayı yakından tanıdık gibi gözden geçirip yazdım.

Öğretmen, “Günaydın”dan sonra hemen geçen haftaki yazıların tamamlanıp tamamlanmadığını sondu. Sami Akıncı ile Hüseyin Orhan dışında kimseden ses çıkmayınca kendimi tutamayıp, gülümsedim. Öğretmenin soru sırası bana gelince olayı anlattım:

-Orta üçüncü sınıftayken bir parça okumuştuk. O parçada Prusya Kralı 2. Friedrich bir besteci önünde eğiliyordu. Kralın büyüklüğünü tarih derslerinden biliyordum ama besteci hakkında hiç bir fikrim yoktu. Şimdi ise o besteciyi öğrendim. Gerçekten büyük, çünkü tam 1100 eser bestelemiş, Plaklarımız arasında onun ir bestesi var tam 17 büyük plak. Arkadaşlarla onun besteleri üzerinde konuşup hesaplar yaptık. Tüm eserlerinin kopya etmesi için bir insanın ömrü yetmiyor. Kitap karıştırırken onu görüp yazdım! Öğretmen:

-Sen akıllı bir gencsin, hem de vefalı. Kimi zaman bencilce tavırların oluyor ama ben onları nefis koruma olarak düşünüyorum. Onurlu insanlar nefislerine düşkündür. O nedenle sık sık onu korumak gereğini duyarlar. Bu sıralar belki kırıcı olurlar ama sonunda hoşgörüyle karşılanırlar. Teşekkür ederim, bak beni de etkiledin; Johann Sebastian Bach'ın müziğini ben de severim. Çok eserinin olduğunu da bilirim. Ancak onları 60 yıllık ömrüne nasıl sığdırdığı üzerinde hiç durmamıştım. Beni de uyardın; bundan sonra ben de düşüneceğim.

Öğretmen, bundan sonra bir süre uyarıda bulundu. “Özellikle, savaş Almanya'nın aleyhine dönmüş durumda. Almanya yenilirse "Ne olacak?" demeyin, Almanya savaşta yenilir ama yenilen baştaki yöneticiler olur, o çalışkan Alman Ulusu yenilgiyi asla paniğe çevirmez. Barış yapıldığı gün, kayıplarının bilançosunu çıkarıp, zararların nereden kapatacağının hesabını yapar. Bu nedenle Almanya yeniliyor, Almanca işimize yaramaz gibi abuk bir düşünceye saplanıp dersi gevşetmeyin. İyi fena hepiniz Almancaya ısınmışsınız. Sorumlular sizi öğretmensiz bıraktı diye halkın deyimiyle Pireye kızıp yorgan yakmayın!” deyip sözü deyimlere, Atasözlerine çevirdi. Hüsnü Yalçın'a Bulgarca deyimler sordu. Hüsnü Yalçın kurnazca öğretmene atlattı:

-Öğretmenim Bulgaristan'da doğdum orada okudum ama Bulgarcayı tam öğrenemedim. Çünkü bizim derslerimiz gene Türkçe veriliyordu. Ancak çok deyimler Bulgar Atasözleri anımsıyorum ama doğrusu birden toparlayamayacağım; izin verirseniz gelecek derse doğrularını yazıp getireyim. Öğretmen memnun olacağını söyleyip bu kez arkadaşlara tek tek sordu:

-Nerede doğdun, hangi yıl hatta ay doğdun? Göçmensen geldiği geri, oradaki kayıtları istedi. Halil Basutçu, Abdullah Erçetin, Hüseyin Orhan parmak kaldırdı. Mustafa Saatçı kendisiyle benim de göçmen sayılıp sayılmayacağımızı sordu. Önce benim gibi öğretmen de şaşırdı. Mustafa Saatçı'dan bana (Bana sormadan beni de araya soktuğu için) bir sataşma mı yoksa? Mustafa Saatçı çok ciddi olarak, Yunan işgali yıllarında işgal altında doğduğumuzdan bu anımsattığını söyledi. Niyazi Çitakoğlu Mustafa Saatçı'ya ortaokul öğrencisi gibisin, bunun şaka olduğu besbelli, konuyu saptırıp dersi havalandırıyorsun! dedi. Dedi ama kendi öğrenciliğinde onun da böyle şakaları hep yapmak istediğini; ancak cesaret edemediğini, bunu yapan arkadaşlarını hep takdir ettiğini, çoğuyla yakından arkadaşlık yapmamasına karşın onları daha çok anımsadığını anlattı.

Zil çalarken bana döndü, teşekkür etti. Ne demek istediğini tam anlamadım ama bana bakarak söylediği için üstüme aldım:

-Sen Türkiye'de doğmuş birisin. Yunan işgalini zaten biz tanımadık. Onlar münasebetsiz misafir olarak geldiler ama bu gelişe yedi sülaleleri bile pişman oldu! dedi.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Yemekte konu gene Yeni Müdür, Son sınıflarla ayrıca toplantı yapacakmış. nu duyan İbrahim şen:

-Sonra da bizimle! diyecek oldu. Arka masadaki Azmi Erdoğan yanıtladı:

-Yok, yok! Bizimle ayrıca toplanmayacak, ikinci toplantı tüm Yüksek Bölüm öğrencileriyle olacak. Bu söze hepimiz alındık ama kimsenin ağzından bir söz çıkmadı, (söz birliği etmişçe) karşılıklı bakışarak gülüştük.

Öğleden sonra Bölüm Başkanımız bize sordu:

-Gittiğiniz yerlerde size soranlar olacak; "Nerede okuyorsunuz? ya da neler okuyorsunuz? diye sorduklarında ne diyeceksiniz? Müzik, Resim, Tiyatro. Peki gezilere gidince bu yaptıklarınızdan ir kesim görmek isteyenler olunca ne yapacaksınız? Şimdiki duruma göre salt müzik. Pek iyi ama bir de tiyatro sahnesi ekleseniz, kaç gün kalınacaksa bir de geçici sergi gösterseniz, söylediklerinizi yaptınız açısından daha inandırıcı olmaz mı? Gerçekten biz bunları ders olarak okuyoruz ama aklımız fikrimiz müzikte. Gerçi müzik genel olarak çok zaman alıyor ama bölümün adı Güzel Sanatlar. Arkadaşlar haklı olarak:

-Biz gezilerin nasıl yapılacağını bilmediğimiz için ütünde durmadık, öğretmenlerimiz görev verirse severek yaparız! diyerek bir ön karar verilmiş oldu. Mahir Canova Öğretmene güveniyoruz, o bize okurken kimi sahneleri zaten rol dağıtarak oynatıyor. Özellikle Çin -Japon tiyatrolarıyla Yunan Tiyatrosundan Sofokles’le Euripides'ten kısa sahneler denemişti. Birini seçip versin; yolda bile ezberleriz. Son okuduğumuz Gogol'un Müfettişi anımsatıldı. Bayansız sahneler var, oraları pekala

gösterilir. Bu arada bir başka öneri öne sürüldü. Azmi Erdoğan'ın, yazdığı köyde geçen bir oyunu varmış. Çiftelerde oynandığında çok beğenilmiş. Buna hemen karşı çıkıldı:

-Bizler burada öğrendiklerimizi mi göstermek istiyoruz yoksa bildiklerimizi mi?O zaman Köy Enstitülerinden kalanları çıkıp tekrarlayıp geçiştiririz. Öztekin Öğretmen bu öneriye katıldı; "Makbul olan buradan bir şey götürmek.

Verilen kararı ilgili öğretmenlere biz ileteceğiz. Öztekin Öğretmeni öne sürmeyeceğiz. Konuşmalardan sonra daha önce saptanan programdaki marş, şarkı, türkü ne varsa tekrarladık. Öğretmen kemancılara bir saat serbest çalışma zamanı tanıdı. Son saatte Öztekin Öğretmeni Okul Müdürünün çağırdığı duyuruldu. Herkeste bir merak! Şakacılar, kötümserler, tarafsızlar kendi meşreblerince olasılıklar öne sürdü. "Seni, Güzel sanatlar Bölümü Başkanlığından aldım, öteki işlerini yine sen yürüteceksin. O bölümün başkanı benim çok takdir ettiğin şair Abdullah Özkucur yürütecek! Öztekin Öğretmen bir soyadı yanlışlığı olabileceğini düşünerek:

-Abdullah Ön mü? diye sorunca Müdür tekrarlamış:

-Hayır efendim, Abdullah Özkucur!

Bir başka olasılık:

-Seni görevden aldım, konser monser deyip çocukları bir sürü aylak, boşgezer adamların gittiği yerlere götürerek onların işseverliğine köstek oluyorsun!

İyimserler ise:

-Mehmet Beyciğim, bilirsin ben öğrencilere hep tepeden bakarak konuşur onların bilmediklerini söyleyerek efelenirim. Ancak burada işler değişti. Sizin bölümdekiler, Sofokles, ditrambus, Kabuki, Dangaku gibi ömrümde duymadığım sözler kullanıyorlar. Nedir bunlar? diye sorsam otoritem zayıflayacak. Gönlümce otorite kuramazsam ben burada yöneticilik yapamam! demiş. Öztekin Öğretmen bizlerden bir liste alıp ikisi arasında olan bir olaymışçasına listeyi ona verecekmiş. Bir gülüşmedir toptu. "Listeyi biz yazacaksak hepsini yanlış yazalım!

Biz kendi sözlerimize gülerken Öztekin Öğretmen neredeyse soluk soluğa:

-İki güzel haber getirdim, yedek çalışma yeri olarak istediğimiz alt kat, hemen hazırlanacak. Salonu göstererek:

-Alt salonu ikiye bölerek iki tarafa en az beşer küçük çalışma odası. Keman çalışmak için daha büyüğe ne gerek var? Tek kişi çalışacak. Konservatuvarın, şimdi Gazi Eğitim dediğimiz Eski Musiki Muallim'in odaları da öyle küçük küçüktür. İkinci haberim daha sevindirici; "Gece konserlerine, özellikle gece oynanan tiyatro ya da operalara okul kamyonuyla gidip döneceğiz! Öztekin Öğretmen avuçlarını çarpıştırarak oynarca sevincine karşı bizde beklediği sevinci göremeyince yüzünü gerdirerek sordu:

-Sizde bir acayiplik var, söylediklerimi duymamış, sevincimi anlamamış gibi bakıyorsunuz. Hayırdır! kavga falan mı ettiniz? En duyarlı davranan arkadaşımız Talip Apaydın gülümser bir tavırla:

-Yok öğretmenim, bizim için çok önemli iki olayın bir arada gelmesi bizi şaşırttı. Okul yönetimindeki değişiklikler nedeniyle bir süre böylesi sevindirici haber beklemiyorduk. Öğretmen bu ke biraz sert:

-Duydunuz işte! Suskunluğunuz buysa üzülürüm doğrusu. Demek 7 aylık çaba, birbirimizi tanımaya yetmemiş. Ben bu bölümün başında siz de bu bölüm de öğrenci olduğunuz sürece sizin kaygılanacak bir duruma düşmenize meydan vermeyeceğimi öğrenmeliydiniz. Okul müdürlerinin değişmesi bizim çalışmalarımızı etkilemez, bu bölümün sorumlusu benim. Bizim okula bağlılığımız, Devlet bütçesi nedeniyle bir hesap kitap bağlılığıdır. O nedenle okul müdürleri gelip işlerimize karışmaz. Burası bir sanat çalışma yeri; kemanınızı zil çalınca elindeki malasını ya da rendesini bırakanlar gibi bırakıyor musunuz?

Öğretmen:

-Hadi şimdi bırakalım bu tür olumsuzlukları. . . Sizler, yeni Müdür için bir şeyler duydunuz. Hakikaten Rauf İnan bilgisi oldu alanlarda usanmadan eleştirir. Ben onun la daha önce de çalıştım, çalışmalarıma karıştığı bir olay anımsamıyorum. Üstelik burası orası gibi de değil. Bizim bölüme gelip Sanat Tarihi derslerini mi eleştirecek? Yurdumuzun en değerli Sanat Tarihçisi Malik Aksel! Tiyatro mu diyecek? Bin bir rica ile Devlet Tiyatro ve Operaları Baş Rejisörü dünyaca ünlü

Prof. Carl Ebert'in yardımcısı Mair Canova'yı binbir rica ile getirtiyoruz. Öteki öğretmenlerimiz de öyle. Onlar bu işleri yapamayacak da okul müdürlerinin seçtiği adamlar mı yapacak? Öğretmen acımsı acımsı gülüp:

-Hadin çocuklar, bırakalım bu eski alışkanlıkları, enstitülerde olurdu böyle şeyler. Burada, başladığımız işleri sanat standartlarına uyacak düzeye çıkartmaya çalışalım. Mahir Canova Öğretmenle bir tiyatro örneği, Veysel Öğretmenle bir seyyar sergi modeli oluşturmaya çalışalım.

Öğretmenin gelişindeki neşesi, gözlerimin önünden bir süre gitmedi. Kendi kendime sordum; Öztekin Öğretmen kendine güveni olan biri. Dediği gibi geniş bir çevresi var. Bizim Kepirtepe'deki müzik öğretmeni gibi değil. Ancak, Rauf İnan da bizim müdürümüz İhsan Kalabay gibi değil. İhsan Kalabay ilk geldiğinde eşi resim öğretmeni Leman Kalabay, (Belki şaka olarak) öğrencilere:

-Müdürünüz, sabahları saat 10'oo dek çok sinirli olur. O zaman içinde bir kusurunuzu görürse yaylar, aman dikkat! demiş. Ben; bu sözü hep anımsadım ama hiçbir kimseyi de o saatlarda paylarken görmedim. Üstelik son sınıfta her gün ilk saat Öğretmenlik Bilgisi dersimiz vardı, beni dersi anımsatmam için görevlendirmişti. Görevimi aksattığım çok olmuştu. Öyleyken bir kez olsun bana kırıcı bir söz söylemedi. Son sınıftaki Öğretmenlik Bilgisi derslerimde de hiç bir kırıcı durumunu görmedim. Çalışmayanları uyarıyordu ama, sözleri öteki öğretmenlerden farklı değildi.

Öğretmen gittikten sonra konu gene, bu kez ters yöne dönerek gene dile dolandı. Alt katın çalışma odaları ya da bölümleri yapılmasını Talip Apaydın'la çok eskilerde konuşmuştuk. "Dediğimiz olacak!" diye sevinç gösterini yapmaya kalkıştık ama arkadaşlar katılmadı. Hele gece konserlerine kamyonla gitme oldukça mantıksız bulundu. Kamyondan inişleri-binişleri görenler tarafından eleştirilmekten söz edenler oldu. Onlara yanıt verenler de çıktı:

-İsteyenler, o gece otelde kalabilir. Genellikle cumartesi akşamları gidildiğine göre pazar günü dönüşü bir sorun olmaz. Arkadaşlardaki tedirginlik uzadıkça konuşmalardan sıkılıp alt piyanoya indim. Kendimi ruhsal rahatsızlık içinde sayıp kendimi sıkmadan gamlarla bir süre parmak çalışması yaptım. Czerny'ler vardı. Karanlıkta çalışır gibi salt parmaklarımı oynatarak gezdirirken, beceremediğim vuruşları becerir gibi bir duyguya kapıldım. Toparlanıp daha bilinçli çalıştım. Beringerin sonundaki pürüz saydığım çalışmaları tamamladım. Faik Canselen Öğretmen beni sıkıştırmamak için o parçalar için olanak buldukça bakarsın! diyerek "Beringer'in metodunu bitirdin!" demişti ama içimde bir eksiklik vardı. Bugün onu tamamladım. Öc alırca, terleyesiye dek tekrarlayarak pişirdiğimi iyiden iyiye duyumsayıp güvenimi perçinledim.

Yemekte arkadaşlar gene Okul Müdürünün toplantılarına değindiler. Bu kez karşı çıktım:

-Okul Müdürü sorumlu bir insan, çalıştığı insanları yakından tanımak istemesi doğal hakkı hatta görevi. Yüzlerce insan var, onları nasıl tanıyacak? Sözü değiştirip gezide açacağımız sergi için yarın Veysel Öğretmenle konuşalım mı? Arkadaşlar, söz birliği etmişçe:

-Sergiye ne gerek, senin resimleri götürüp asalım! Hiç alınmadım, yorum da yapmadım; resimlerimi kendim götürürüm. Ancak benimkileri görünce kesinlikle sizinkileri de merak edeceklerdir:

-En iyileri bunlarsa ötekilerin daha felâket kötü! diyeceklerdir. O nedenle hakkınızın yenmemesi için siz de bana katılın! Halil Yıldırım'la Ekrem Bilgin benim tarafımı tutup katılmaya karar verdiler. Şakalaşırken yarın, Sanat Tarihi ile Resim derslerinin boş geçeceği anımsandı. Veysel Öğretmen öyle bir şey demedi ama Malik Aksel öğretmen kesinlikle söyledi. O gelmediğine göre Veysel Öğretmenin de gelmeyeceği varsayılarak ortak bir sevinç yaşandı.

Masadan kalkınca önce bizim, Yüksek Köy Enstitü kantini (Bazıları lokal-dernek-Dinlenme Evi diyor.) gittik. Oldukça kalabalık. Satranç var. Bizim Kepirli Halil Basutçu satranççıların başında sayılıyormuş. Hasan Üner, Bekir Temuçin oyuncular arasında anılıyorlar. Hasan'la ara ara görüşüyoruz. Bekir'i aylardır görmemiş gibiyim. İçimden hastalanmış olabileceğini geçirdim. Hasta olduğunu duyup da ilgisiz kalmış olabileceğim duygusuz duruma düşmemek için dolaylı sorularla iyi olduğunu, derslerinin zor olduğunu, arkadaşlarından geri kalmamak için sürekli çalıştığını söyleyince sevindim. Ben de:

-Hep aynı duygular içindeyiz, eler başarıyor da ben neden başarmayayım? Sorusu karşımızda diyerek ayrıldık.

Yatınca Bekir gene gözümün önüne geldi. Okula ilk girdiğimiz günlerde otuz kişilik sınıfta en kısa boylumuz, kiloda da en hafifimiz oydu. Oysa derslerde bir süre ilk sıralarda gitti. Onun ilk sıralarda gidişini bir çok arkadaş içine sindiremedi. Sıfatlar takarak. Çin ya da cüce gibi üzücü yakıştırmalarla arkadaşın huzurlu çalışması önlendi. Özellikle köyünün adı dile dolanmıştı. Gerdelli. Edirne iline bağlı, iki Gerdelli köyü varmış, Büyük Gerdelli, Küçük Gerdelli. Gerdel, Trakya köylerinde kullanılan eski tip bir su kabı. Bu su kab ı nedense çok önemendi, zaman zaman kova oldu zaman zaman gene büyük ya da küçük gerdele dönüştü. B ir bardak su içtim ya da isti, yorum sözü bir gerdel oldu. B una karşın çoğuna gülüp geçen arkadaşta nasıl bir etki bıraktıysa derslerdeki hızı kesildi. Hiç bir zaman ne kültür derslerinde, ne de, çok zayıf bedenine karşın iş derslerinde her zaman sınıf ortalamasının üst katında okulu bitirdi. Bekir Temuçin! Makine yazıları gibi düzgün, rahat okunan bir el yazısı vardı.

Durup dururken Bekir Temuçin'in köy adı Gerdelli bana psikoloji derslerinde konuşurken kimi kez değinilen bir konuyu anımsattı. İnsanların duygularıyla oynayıp, onlarda aşağılık duygusu yaratarak, karşı koyma direncini azaltma , giderek içine kapanmasını sağlama. . . . Salt büyüklerin değil küçük çocukların bile başvurduğu bu oyun okullarda çok oynanmaktadır. Örneğin bizim sınıf 3o kişiydi. Bir köyden 3, bir köyden 2 kişi vardı. Öyleyse sınıfımıza 27 köyden arkadaş gelmişti. Bu 27 köyün adlarını sıralıyorum. 1. Çeşmekolu, 2. Hamitabat (Halk ağzındaki adı Domuzormanı) 3. Kızılcıkdere, 4. Osmancık, 5. Ceylanköy, 6. Pınarhisar. 7. Poyralı, 8. Manika, 9. Çerkezköy, 10, Muratlı, 11. Dedecik, 12. Sırınsıllı, 13. İbriktepe, 14. Kurtbey, 15 Bayramlı, 16. Çöpköy, 17. Karahalil (Halk arasında Karağlı), 18. İnece, 19. Gerdelli, 20. Süleoğlu. 21. Nasuhbeyli, 22. İmralı, 23. Kümdere, 24. Umurca, 25 son sınıftan ayrıldı, 26. Bulgaristanlı, 27. Bulgaristanlı) Bunlar içinde Gerdelli'den daha acayipleri var. Çöpköy, Domuzorman, Kümdere, Sıfrınsıllı ya da Dedecik. Bunlar için de bir şeyler söylendi ama hiç birisi tutunamadı. Çöpköy için direnenler oldu ama oralı arkadaşın kılı bile oynamadı. Çünkü o arkadaş güçlüydü. Bir bedensel eksikliği yoktu ya da o buna inanıyordu. Gerektiğinde kendisine takılana güç olarak karşı koyuyordu. Öyleyse, insanların bedensel eksiklikleri kolay psikolojik olarak da çabuk etkilenmesine neden oluyor.

Bunları düşünürken uyumuşum.

 

28 Nisan 1944 Cuma

 

Erken uyandım. Rahmiye Öğretmeni beklerken Aysel Öğretmen göründü. Benim için fark yok! diyorum içimden ama çok büyük fark var. Rahmiye Öğretmen oyunlara katılıyor, oynuyor; ayak uyduramayanlara yardım ediyor. Aysel Öğretmen biraz olayın dışında zaten gözlüklü, işe gözlüklerin arkasından bakıyor. İlk sözü, yakında bu angaryeden kurtulacağız! diyerek, sınıf sınıf oynama yerine tüm okulun oyun yöneticisinin yönetimi altına girmesini beklediğini söyledi. Bana göre de öylesi daha iyi. Zorluk olarak farketmez; sonuç olarak aynı akordiyonu sırtımda taşıyacağım. Ne ilginç; dün sabah Rahmiye öğretmen çocukları uyarmıştı:

-Düzgün hareket edin, yeni Müdürümüz gelir, sizi düzgün görsün! Bu sabah Aysel Öğretmen herhangi bir uyarı yapmadı. Gerçi çocuklar yapılmış gibi davrandılar ama tam oyun biterken yeni Müdür geldi, Bana:

-Azıcık daha sürdürelim, ben bu sınıfı biraz gevşek gördüm, acaba yanıldım mı? dedi. Müdür halkanın ortasında yüksek sesle söylediğinden çocuklar hep duydu. Oyunu oldukça uzattık. Müdür, yarın gene geleceğini söyleyerek gitti. Aysel Öğretmene baktım; hiç etkilenmedi, müdür için de:

-Aklınca o da görev yapıyor, söylediği sözle neyi düzelttiğini düşünmeden konuştu! dedi.

Aysel Öğretmenin haklı ya da haksız olduğunu düşünmeden rahatladım. Gerçekten, Müdür oyunu uzatarak ne yapmak istedi?

Kahvaltıda, öğretmenlerin gelip gelmediği konuşulurken. Veysel Öğretmenin geldiği öğrenildi. Üzülenler oldu. Ben kendi adıma sevindim, dört saat boş kalmak, benim için çok yorucu oluyor. (Sürekli piyano başında oturuyorum. )

Yarı hoş yarı buruk Güzel Sanatlar salonuna gittik. Veysel Öğretmen:-Sizin için bir sakınca yoksa ders saatlerinin yerlerini değiştirelim! dedi. Arkadaşlar iyi karşıladılar. Öğretmen, hazır kağıt getirmiş, imzalı olarak dağıttı. Okulun hemen yakınındaki bağların yakınına giderek doğal modeller seçip çalıştık. Hemen hemen hepimizin modeli, çiçekli ağaçlar oldu. Öğretmen hepimizin yanına oturup sorular sordu, uyarılarda bulundu. Arkadaşlar gezi, sergi işini açtılar. Veysel Öğretmen çok olumlu karşıladı. "Gidilen Enstitü öğrencileri için özendirici olur! Köy Enstitülerine öğretmen olarak atanan öğrencilerimiz, atandıkları okullarından ayrılmayı düşünmüyorlar. Bizim okulun Resim Bölümüne asistan öğretmen olarak alınmak istenen iki Köy Enstitüsü resim öğretmeni yerlerinden ayrılmayı istemediler. Bu çok önemli bir olay. Öteki bölümlerde çalışmak için yüzlerce başvuru yapılırken Resim bölümüne gelmek istemeyenler var. Yanlış anlaşılmasın, öğretmen okullarında, liselerde çalışan arkadaşlar koşarak geliyor. Ancak bizim bölüm de başarıyı esas tuttuğu için o iki öğretmeni kazanmak istemişti.

Veysel Öğretmen sergi için de pratik önerilerde bulundu özel boyutta resim kutuları yaptırırız, iki valiz fazlalıkla dilediğiniz yere gidersiniz! dedi Bu arada bana da takıldı:

-Sen akordiyonu götüreceksin; bir yerine üç akordiyon alırsın olur gider. Ekrem Bilgin hemen daha önce yapılan takılmayı tekrarladı:

-Nasıl olsa senin resimler gidecek! deyince Veysel Öğretmen anladı, yüzünü şekli değişti:

-O kendi resimlerini asmak istediğinde çok değişik yollar dener. Neden sizinle gezsin? Dediğiniz gibi yalnız o sergi açarsa bundan siz rahatsız olursunuz. Çünkü çocuklar meraklıdır, hemen çevrenizi sarıp sorarlar:

-Siz bir şey yapmıyor musunuz? Öğretmen bir süre gülümseyerek arkadaşlara baktı. Sonra da:

-Bunu gelecek yıllar için konuşuyoruz, bu yıl geçti. Sonbaharda, ders yılı için planlayıp daha titiz bir seçim yaparak hazırlarız. Gene bana dönerek:

-O zaman İbrahim gene tek akordiyonunu taşımış olur! dedi.

Ders sonunda Veysel Öğretmen kağıtları toplayıp ayrıldı.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Malik Aksel Öğretmenin gelmediğini bile bile Mehmet Öztekin Öğretmenin gelmeyişini serbest olduğumuz anlamına yorarak hepimiz enstrüman çalışmasına başladık.

Alt odadaki piyanoda uzunca bir süre çalıştım. Çok önemsediğim Mozart 331 Kv. Sonatı kendime konser parçası olarak ayırdım; ezber olarak baştan sona çalıyorum. Girişin tüm güzelliğine karşın arkadaşların zorla dinlediğini gördükçe üzülüyorum. Gene de katlananlar oluyor. Sonu, Alla Turca bölümüne geçildiğinde dinleyenlerin tüm dikkat kesildiklerini görünce de şaşıyorum. Sonuç olarak orası bir marş; Mozart, orasına değişik parmak numaraları eklemiş bir tür gösterişli bir ırtınasına döndürmüş. Nedense ben, girişle ardından gelen varyasyonları (Çeşitlemeleri) daha daha çok seviyorum. Çalıştığın diğer Mozart 545 Kv. Sonatın da Andante bölümünü çok seviyorum. Onun baştan iki sayfası Beringer metodumda da vardı. O zaman da Faik Canselen Öğretmen ders olarak vermeden çalıştığımdan öğretmen gülümseyerek:

-Bak bak, Mozart'ı bu denli kolay pişirmen önemli! demişti. Kendi kendime düşler kurarak çalışırken Mehmet Yelaldı geldi, keman elinde. Birlikte çalışma sözlerimiz vardı, onları anımsayarak o nedenle geldiğine yorarak; Mehmet Yelaldı daha ağzını açmadan:

- Notalarım yukarda alıp geleyim! dedim. Mehmet Yelaldı güldü, elini kaldırarak, “Daha önemli bir olumsuz haber vereceğim; Okul Müdürü bizim sınıfla toplantı yaptı. Yağdı esti, onlar bir yana giyim-kuşamdan söze başladı. Sözün arkasından bize giysi verileceği haberi beklerken adam, kumaş giysi giyenlerin zübbeliğe kaçmadan giyinmesinden söz etti. Bu arada adını söylemedi ama "Kadın saçı örgüsü kemerli olanları gördüm, onlarla ayrıca konuşacağım; kesinlikle bu tür giysilere izin vermeyeceğim!' dedi. Sözü edilenin sen olduğunu herkes anladı. Belki hemen çağırtır, haberin olmasını istedim!”

Biz konuyu tam konuşamadan Mehmet Zeybek geldi. Piyano nöbeti onundu, doğal olarak bırakıp yukarıya çıktım. Şevki Aydın da aynı olayı duyurdu. Müdür'ün toplantısında Mehmet Öztekin Öğretmen de varmış. Toplantıdan sonra bu giysi işini görüşmek için 2. sınıflardan bir grup toplantı yapmış; gidip Okul Müdürü ile özel konuşmayı yararlı bulmuşlar. Onlarla ilişki kurmalıymışım. Kafam iyice karıştı. Birden kendimi topladım "Kimse ile görüşüp konuşmaya gerek görmüyorum. Babamın parasıyla herkesin sevip saydığı bir terziye giysi diktirdim. Bunu özellikle Ankara'da giymek için yaptırdım. Çünkü küçüklüğümden beri duyduğum bir söylenti vardı, bunu 1941yazı Hasanoğlan'da öğretmenler de anlatmıştı. Ankara'ya giden herkes, Yeni Şehir caddesinde gezemez. Oralarda ancak kılık kıyafeti düzgün yani iyi, giyimliler gezebilir. Bunları çok duyduğumuz için özellikle Yüksek Bölüme geleceğimizi öğrenince yeni giysi diktirdik. "Okul Müdürü, okul için de istediğini yaptırabilir ama benim Ankara'da giyeceğim giysiye karışamaz!" deyip sözü duymamış gibi kendimi toparladım. İşin kesinlikle bir şanssız tarafı vardı. Haberi duyan bana geldi. Halil Dere, Şükrü Koç, Hasan Özden, Ziya Fikri Özlen; Faik Demir v. b. üzülmememi önerdiler. Grup olarak çıkıp Okul Müdürü ile konuşmaya kadar verdiler. İçim iyice rahatladı ama söylenen bir söz vardı, ona kimse değinmedi, o söz n'olacaktı? "Zübbe!"

Yemekte, benim ceket değil, herkesin kendince bir tepkisi oldu, Kravatları değiştirmek, Her cumartesi konsere giderken kravat takmak, saçları uzatmak, briyantinlemek v.b.

Gene de bana öğüt verenler, olayı büyüterek üstüme yıkılmasına olanak vermeden kendi hakkımı sınırlı bir dille savunmak önerileri de yapıldı. Örneğin Sami Akıncı bana:

- Olay senin ceket olayı değil, Toplantıya neden olan sayıyız nedenler içinde senin ceket bir şekil örneği. Sen buna kızar olayı büyütürsen zararlı çıkarsın. Duymamış olsaydın ne olacaktı? Belki bir gün odasına çağırıp senin de aklına yatkın sözler söyleyecekti. Bu dediğim geçmiş değil, senin için:

- Söyleyin ona, şunu şunu yapsın! demediğine göre sen, kendiliğinden ortaya çıkmamalısın!

Sami'nin dedikleri beni iyice rahatlattı. Yeni Kantine gittim, bizim Kepirliler sanki beni bekliyormuş çevremde toplandılar. Üzülmediğimi söyleyince eski anılara girildi. Edirne'de verilen giysilere özellikle kasketlere karşı olup giymemekte diretişimize hem güldük, hem de o zamanki güvenimizin kaynağını araştırdık. Okul Müdürümüz Nejat İdil'di. Ona güvenmeseydik diretemezdik.

Söz sözü açtı. Son sınıfta okuldan atılan arkadaşımız 6 Ali Güleren'i andık. Ali Güleren, Mürefteli 45 Mustafa'nın hemşerisi aynı zamanda yakın arkadaşıydı. 45 Mustafa daha okulun ilk günlerinde okuldan uzaklaştırılınca 6 Ali Güleren, kendisinin de uzaklaştırılacağı kuşkusuna kapılmış, günlerce hem ağlamış hem de "Hadi Git!" denecek anı beklemişti. Yıllar sonra bunları anlattığımda:

-Güldüğüme bakma, benim içimde hala o korku var. Rüyalarımda sık sık kendimi okuldan uzaklaştırma işlemleri sürerken kaçıp kurtulma çabaları içinde uyanıyorum! demişti.

6 Ali Güleren arkadaşımıza takılanlar çoktu. Özellikle Mustafa Saatçı, Yusuf Asıl, Fettah Biricik, Mehmet Yücel. O zamanlar onlar Ali ile gönül eğlerken Ali'nin gizli derdinden habersizdiler. Bu da gösteriyor ki gerçekten insanlar kapalı birer kutu.

 

Yatınca nereden nereye kaydım… Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen geçen yıl 2. sınıflara okuttuğu ya da üzerinde durduğu Karaağaçlar Altında kitabının özetini istemiş. Olayın baş kişileri olan Baba, Ephraim Cabot, oğulları, Simeon Cabot, Peter Cabot, Eben Cabot, annelik olarak son gelen Abbie Putnam'in iç dünyaları ile dış görünüş ya da dış dünyalarının anlatılmasını istemiş. Önce kolayıma geldi. Sonra sonra düşününce uykum kaçtı. Ephraim Cabot, kötü ama kötü diyerek bir şeyler söylenebilir. Ama bu yeterli olur mu? Eben'le Abbie Putnam için de bir kaç söz söylenebilir. Simon'la Peter? Tren yolcusuymuşlar gibi onlara el salladım gittiler. Ağzım öyle bir açıldı ki nasıl kapattığımı anımsamıyorum; sanırım öyle uyumuşum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ