25.5.1998
Bakırköy/ İstanbul.
Sayın İbrahim Yıldız
Cumhuriyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü
Türkocağı Cad.: 34-41
Cağaloğlu-34334
İSTANBUL
Faks: 0212 513 85 95 Tarih:17/5/1996
Cumhuriyet Gazetesi’nin 29.4.1998 tarihli SÖYLEŞİ köşesinde Attila İlhan, Köy Enstitüleri’ne, dolaylı olarak da oradan çıkmış sayısız insana gerçek dışı bir sataşmada bulunmuştur. Yarım yüzyıla varan bir zamandır, Nadir Nadi, Hasan Ali Yücel, Sabahattin Eyuboğlu, Hıfzı Velded Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Cavit O. Tütengil, Oktay Akbal, Mehmet Başaran, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Mustafa Ekmekçi, İlhan Selçuk gibi değerli ve sağduyulu yazarların değerlendirmelerine alışmış biz Cumhuriyet okurlarına çok ters düşen bir durum ortaya çıkmıştır. Bu terslik kesinlikle olaya eleştirel bakıldığı için değildir. Hep biliyoruz ki Attila İlhan oldum olası Köy Enstitüleri’nin karşısında durmuştur. Ne var ki bu kez olayı yanlış zamana, yanlış yere, yanlış işleve ve içeriğe yamandırmıştır .Besbelli oluyor ki söz konusu kişi, gerçekleri kendi kurgularında harmanlayıp okurlarına yapay görüntüler sunmaya devam edecektir. Şimdiye dek düşünsel açıdan kemirmeyi denediği Köy Enstitüsü konusuna bu kez gözlemlerini de katmaya kalkışması, geleceğe yönelik niyetini muştulamaktadır.
Yazarın, Köy Enstitüleri olgusuna ne denli eğreti baktığının açıklamak, öne sürdüğü gözlemlerin tümüyle varsayımlara dayandığının kanıtlamak ve Cumhuriyet Gazetesi okurlarına doğru bilgilerin ulaşmasını sağlamak amacıyla, kendisine yukarıda belirtilen Söyleşi içeriğiyle ilgili sorular yöneltmek istiyorum. Sanırım bu yolla yapılacak irdelemeler yüzlerce (bu sayı binlerce de olabilir) okurun eski bilgilerini tazeleyecek, yeni katılan okuyuculara da sağlıklı bilgiler edinme olanağı sağlayacaktır. İlgilerinizi bekler, saygılarımı sunarım.
İbrahim Tunalı
Adres: Şekerevler- Yolaç sk: 5/9
Bakırköy/İstanbul
Tel: 542 59 14
Not: İlk sorum eklidir. OLUR’ unuz gerçekleşirse ötekileri de ileteceğim.
-Cumhuriyet Gazetesi SÖYLEŞİ, Köşe yazarı-
Attila İlhan’a soruyorum:
I- O gece Mozart’ın hangi besteleri seslendirilmişti?
“Haruniye İstasyonu’nda (1940) Düziçi Köy Enstitüsü’nden üniformalı öğrencilerin Toros Ekspresi’ni beklerken, gecenin mehtap laciverdi içinde, mandolinle Mozart çaldığını, böylece Türkiye’yi çağdaşlaştıracaklarını (!) gözlerimle görmüşümdür, bilirim.” deniyor. Yazının, mantık yoksunluğu, anlam çarpıklığı, Türkçe cümle yapısına uyumsuzluğu üzerinde durmayacağım. Çok iyi biliyorum ki Attila İlhan gibi Yazım Kurallarını öğrenecek düzeyde disiplinli bir öğrenim görmemiş sayısız kişi TENKİT’in işlev ve estetiğini kavrayamamış, dahası cehlin duyarsızlığını cesaret sanarak buna başkaldırmıştır. Bu tür çıkışlarla Türk yazın alanına atılma heveslilerinin kimileri, ayıplarının ayırdına vararak sonraları dönüş yapmıştır. Kimileri de kendi içinde “Abes-Muktebes” sinirsel çatışıklığını aşamayıp yaşamlarını, gel-git öykünüklüğü içinde sürdürmüştür.. Olayın bir başka yönü ise İTHAL tutkusuna dayanır. Moda düşkünleri bu kuralsızlığı, bir marifetmiş gibi, araya birkaç yabancı adı katarak okuyucuya sunmuş, böylece, 70-80 yıllık bir geçmişi olan, Şinasi’nin çabalarıyla kısmen, Namık Kemal’in vurgulamasıyla benimsenen, sözü safsatadan ayırma, söylenmek isteneni yeterli sözcükle anlatma (Kurallı yazma-Yazım kurallarına uyma)yöntemini hançerlemiştir. İthal koşullanmasına öteden beri teşne toplumumuzun bir bölümü, Batı kent sokaklarına öykünerek, kendine özgü geleneksel duyarsızlığı ve de yılışıklığı içinde, çoğu kez beyinsel etkinlikten yoksun takımı da ellerini bir birine vurarak bunlara, sözüm ona alkış tutmuştur .Bir bölümü de salt gözleriyle baktıkları” Divan Şiiri’nde noktalama kullanılmazdı!” deyip akıllarınca Divan Şiiri’ ne dönüşü muştulamıştır (!)Aslında bu bir muştu değil şiir konusunda sırılsıklam cahil olduklarının Dünya’ya ilânıydı. Bilindiği gibi, sunulan yenilikler, ne denli kalıcı-geçici olursa olsun, az-çok çatışmaları da beraberinde getirir. Bu evrensel bir kuramdır. Doğal olarak, sözü edilen bu sözde yeniliğe(!) de bir tepki doğdu. Tepki büyük oldu da denilebilir. Ne var ki “Çamur at izi kalsın! ”özlü sözümüz örneği, sokak göstericilerinin çabuk geri çekilmesine karşın birileri meşreplerince teke tek inatlarında direndi . Bunlar, bilgisiz, işin kolayına kaçan, sanat-zanaat ayırımından habersiz olanlar, diye adlandırabileceğimiz azımsanmayacak bir kesim tarafından yüzeysel bir ilgi gördü. Ancak başlangıçta sancılı doğum gibi gösterilmeye çalışılan, bir takım yapay, ya da abartılı seslerle yaygaraya dönüştürülen doğum, gerçekte özürlü bir doğumdu. Olayın böyle olduğu tez anlaşılmasına karşın, yazın dışı kişilerle, giderek genç okuyucu katmanlarında sınırlı bir devinim oluşturdu, silik milik de olsa kimi izler bıraktı. Yedi kat yerin altındaki öküzün boynuz salladığını her depremde anımsayan insanların torunları, Tanzimat’tan bu yana Batı da özellikle de Paris’te ortaya getirilen yenilikleri aynı duyarlıkla izlemeye alışmıştı. Bu yenilikler, orada yaşıyormuşçasına benimsenip özellikle İstanbul’a taşınıyordu. Konstantiniye Levantenleri, giyim kuşam, moda, izlemeleri yanında sanat meraklarını da sürdürülüyordu(!)Buna daha çok gerçek sanat tutkusu dışındaki ucuzcu takımı, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’ nda tanıttığı Bihruz Bey’giller sahip çıkıyordu. Taşıyıcılarsa genelde oralara bilgi edinmek için giden adı üstünde öğrenci taifesiydi. Buna, giderek özenli bir araştırma yapmadan gördüğünü, duyduğunu bireysel algılamalar taşıyıcılığı da diyebiliriz. Bu nedenle ,Batı’daki akımlar oralarda gelişerek köklü okullar oluştururken, bizde kişilerin özelliği olarak büzülüp kaldı. Örneğin Frak nasıl İstanbulin olup sonradan içkili gazino garsonlarına, salaş tiyatro salonlarına düştüyse Sembolizm de Ahmet Haşim’le rahmete göçtü.. Ancak biz, gerek duyduğumuzda sembolizmi çaresiz gene Batı kaynaklarından öğrendik. Çocuklarımız gibi torunlarımız da aynı yolu izliyorlar... Salt yazın alanında değil resim ya da öteki sanatsal alanlarda da durum böyledir. Uygarlaşma alanındaki bu çıkmaz yolun giderek kayganlaştığını, doğrular gibi eğrilerin de yürüme zorluğu çektiğini sanırım kavramayan kalmadı.(Öyle olmasını istiyorum) Benim değindiğim de ilginç örneklerden birisi, tıp diliyle söylemek gerekirse yalancı doğum, ”Büyük harfsiz, noktasız, virgülsüz sözüm ona sözcüklerin arasına engel koymama, akımı(!)”Vur deyince öldürmek!” sözünü kanıtlarca kamuya sunuldu. ”Vur!” deyince öldürme her ne kadar önleyici amaçlarla söyleniyorsa da bu kimi yaratılıştakiler için iştah kabartıcıdır, kişi, öldürme güdüsünün etkisinden kurtulamaz. Bu anlattıklarımı, kuşkusuz anlatacaklarımı da somutlaştırmak için Attila İlhan güzel bir örnek bence. Attila İlhan’ın çocuk yaşta uçarak Batı’ya koştuğunuzu çok iyi anımsıyorum. Bunu o zaman kendisi yazmıştı .Tıpkı dediğim gibi düzensiz bir söylem içinde duygularını, özellikle de bencil umularını doğal iç dürtüleriyle, çizdiği kişisel yolunu da nasıl kayırgan dayanaklarla yürüdüğünü o yazıda okumuştum. ”Hâfıza i beşer, nisyan ile malûldür!” derler. Hep insanız ;bir haksızlık yapmamak için sözünü ettiğim yazı o günlerin sanat dergilerinde(oldukça aralıklı zamanlarda)çıkmıştı; birinden bir bölümünü aynen alıyorum: Varlık Dergisi/!/12/1949 Sayı 353 sayfa 7 sütun 3…
…… .”Resmi makamlarda böyle bir yolculuğun ismi “yurt dışına çıkmak’tır. Ve bunun için de bir sürü kağıt imzalatmak, bir sürü kağıt almak, resimdir, puldur vesairedir diye bir sürü kıvır-zıvır vermek lazımdır. Hac yolcuları ve Yahudiler ile birlikte ben de masadan masaya atılmıştım. Gel gör ki eninde- sonunda elime bayrak gibi bir pasaport verdiler. Bu pasaport Abbas’a aittir. Ve filan falan bilcümle yabancı memleketlere gitmek için verilmiştir. Bir de viza (Yazıda böyle yazılı)dalgası var. Ondan sonra bilcümle yabancı memleketler gözlerinin önünde……………”
Yıl 1949 Aralık ayı. Attila İlhan tam 24 yaşındadır. Bir bakıma bekaye ( bakaya) asker, ama askere alınmamıştır. ( 35 yaşına dek)Ayrıca, o günlerde kravatları kırmızı olanlar karakollara götürülüyordu. Solcu diye gösterilenler sorusuz sualsiz toplanıyordu. Döviz denilen ateşten Devlet kılıcı değme babayiğidin önünü kesiyordu. Fazla sayıp dökmeye gerek yok. Yazıda olayı, belki de ayırdında olmayarak bir güzel açıklıyor: Pasaport işini sürdürürken Attila İlhan hepten yalnızdır, çevresinde salt Yahudilerle Hacılar bulunduğuna göre demek pasaport görevlilerinin işleri yoğun değil. Bu müstesna durum (!) için fazla bir söz söylemek istemiyorum. Benim önemsediğim Attila İlhan’ın da benzerleri gibi Batı’ya, kendi kültürümüzün can alıcı özelliklerini tam kavramadan, üstüne üslük yurt insanını bir nebze olsun tanımadan gitmiş olmasıdır. Bu noktayı saptadıktan sonra kısa bir zaman kalıp döndüğündeki tafralı durumuna değinip bunun nerelere ne zararlar verdiğini irdelemeye çalışacağım. Kanımca toplumsal olaylarda bireysel çıkışlar, iş birliktelikler, yanılgılar, yanıltılar, bunların birileri için acı sonuçlarını sayıp dökmek, sorumluların önüne getirmek benzerleri için bir ölçüde fren olabilir. Attila İlhan’la yüz yüze kişisel olarak bir araya gelip geldiği mi anımsamaya çalıyorum. Ancak gelmiş-gelmemiş denecek ölçüde belleğimde küçük izler bulunmaktadır. Gene de bunların kimileri, belleğimin zorlanmasına gerek bırakmayacak açıklayıcı niteliktedir. Attila İlhan önce bir yazısında sonra da bir TV konuşmanızda değinmişti; bir zamanlar Bulanık(Bahçe) İlçesinde belgeli bir öğrenci(Kaymakam oğlu) olarak beklerken o günlerin raconu gereği halka; şeker, tuz, basma, Amerikan bezi dağıtıcılığı yapmıştı. İşte o günler ben de Haruniye Köy Enstitüsü’nde görevliydim. Kuşkusuz yörenin güzelliğinden, gizinden onun kadar etkilenemedim(!) Gerçi, Gavur dağları beni de bir ölçüde sarstı, Düldül’le ben de bakıştım. Narlı bahçeler, fıstık tarlaları Çukurova gerçeğinin bir kanadını yüreğime döğme gibi işlendi .Oysa Attila İlhan oradan erken ayrılmış olmasına karşın algıladığı güzel izleri dile getirince kendiliğinden benim yalın görüntülerim onunkilerin içine girerek Yolcudur Abbas, deyip gitti.. O, gittiği yerlerde kendisine yarayacak görgüleri, bilgileri diyelim ki aldı. Örneğin yazın tartışmalarına katıldı bir ölçüde de uyguladı. Sık sık kendisi de değindiği gibi dostu da oldu düşmanı da. Belli bir kesim onu omuzlayarak belki de beklemediği bir yerlere taşıdı. Önce de değindiğim gibi yandaş omuzlarıyla yandaş beklentileri arasında sıkı bir ilişki vardır. Yandaşların belirli tutkuları iyi saptanır ustaca “Temcit Pilavı’ na dönüştürülürse kurulan iletişim sonsuza dek gidecekmiş izlenimini verir. Buna umut bağlayanları da bir süre mutlu eder. Kısacası, omuzlardaki kişiler bineklerini iyi kullanabilirse yaşam boyu ayağını yere basmayabilirler. Geri kalmış toplumların aşamadığı en büyük engel bu omuz indi -bindisidir. Kanımca ülkemizin 50 yıldır içine düştüğü toplumsal kargaşa bu noktada düğümlenmiş durumdadır. Attila İlhan etki alanı olarak genişlettiği yelpazenin ya da omuzlarda taşınmayı çocukların Uzun eşek oyununa dönüştürmesini buna bağlıyorum. Tek omuz belli ki oturağını rahatsız ediyor. Daha rahat oturmak için bir çok omuzu denemek istiyor. Attila İlhan, omuzlardaki görüntüsüyle yerdeki izdüşümün kendisine ait olduğundan kesin kez emin olmak istiyor. O nedenle aynı yöntemi başka başka konularda uygulamayı sürdürüyor. Örneğin şiir konusunda Ali kıran baş kesen, Roman, zaten onun tekelinde, Senaryo, der demez Deli Dumrul’u anımsamamak elde değil, Eleştiri için ne diyeyim ki? Nurullah Ataç’a olan saygımdan dolayı, onun Attila İlhan için söylediklerini burada anamam. Hepsi aklımda ama VARSIN, AKLIMDA DURSUN! Politika üstüne benim söyleyeceklerimi Pasaport aldığı günkü yazdıklarıyla son yazılarını okuyup herkes kendisi değerlendirsin. Dil konusu için de diyebileceğim çok kısa olacak;1970’e dek yazdıklarıyla özellikle 1980 sonrakileri karşılaştırılınca pekâlâ bir sonuç çıkarılabilir. Attila İlhan sevmez ama ben zorunlu bulaşmışım bir kere…Şu Yunan klasikleri… Anımsamadan edemedim; Sofokles’in Kral Oidipus’u anımsıyorum; işte orada bir Sphinx vardır: Müthiş bir yaratık. İnsanların geçtiği bir yolda durur, gelene geçene sorular sorar. Sorduğu sorulara doğru yanıt veremeyenleri hemen orada parçalar. Atilla İlhan Sphinx’ten esinlenmiş olamaz. Hem zaten o fizik ceza yanlısı değildir. Benzettim ama bu benzetme şekilsel bir ilgiden dolayı oldu…Attila İlhan’ın Yunan klasiklerini yok saydığını Mısır’daki Sağır Sultan bile duydu. Neyse konunun bu yanı beni fazla ilgilendirmiyor. Ben salt Köy Enstitüleri konusunu…Şu yurt düzeyinde bitip tükenmeyen bir demagoji kaynağı olan konuyu kendi alanında tutmak için “Hodri Meydan!” diyorum. Yukarda değindiğim yandaş ya da sokak taşıyıcıları yurdumuzda iyiden iyiye koşullandırılış durumda; ayrıca omuzlardan sokaklara gölge düşürmeyi sevenler de bunları tepe tepe kullanmaktalar. Bu yönsüz yordamsızlara, halk malk diyenler de var. Benzeri kara güçlerin, uygar Batı Ülkelerinde de bulunduğunu okumuştum. Ünlü Carmen operasını besteleyen G.Bizet’nin böyle bir güruh (Kültür yoksunu topluluk)protestosuyla karşılaştıktan sonra kahrından öldüğüne duyunca çok üzülmüştüm. Oysa o güruhun torunları, o günden buyana Carmen Operası delisi(Tutkunu) durumundalar(!) Ancak benim konum Köy Enstitüleri olayıdır. Öncelikle belirteyim Attila İlhan’ın şu çok yönlü sanatsal çalkantıları arasına katıp bence tam anlamıyla fosilleşmiş bir güruha bu konuda da yeşil ışıkçılık yapmaya kalkışmasını tam anlamış değilim.
Bu nedenle, elli yıldır aralıksız okuduğum Cumhuriyet Gazetesi’nde (özellikle çok sevdiğim Ataç’ı çağrıştıran Söyleşi köşesinde)gene Köy Enstitüleri adı geçince “TAMAM!” dedim “Köy Enstitüleri’ne gene bir neşter atıldı!” Ben neşter dedim ama bu aslında bir tür mezar kazıcılığıydı. Bilindiği gibi Köy Enstitüleri kapatılalı tam kırk beş yıl oldu. Bu zaman süreci sayısız insanın yaşamına eşdeğerdir. Köy Enstitüleri’nden 1954 yılında öğretmen olarak ayrılanlar (Yaşıyorlarsa) şimdilerde yetmişlik,(yaşlı) insanlardır. Böyleyken birilerinin politik mezarcılığa soyunması H. Mezarcı ya da benzerlerine öykünmeyle savuşturulamaz. Bu, eski defterleri karıştırma olarak da nitelenip, kapatılamaz. Eski defterler ünlü bir deyimdir, her zaman geçerliliği vardır, biliyorum. Ancak buradaki defterler, daha farklı, özellikle hazırlanmış, kendine özgü “Yıkım plânlarını” içeren, ilerde gerekince gene kullanılabilecek nitelikte, olumsuz çağrışım sloganları, gün yüzü görmemiş el altı yöntemleri, türlü düzenbaz ve münafık notları yumağıdır. Bu notlar, gerçekte salt Köy Enstitüleri’nin yıkımı değil, tüm devrimlerin dinamit fitilleri, Türk insanının Evrensel Uygarlığa ters düşmesi için yanıltıcı, doğal algılamalarını saptırıcı, yaşam değerlerini çürütücü hastalıkların mikrobunu üretip çoğaltma yöntemlerinin şablonlarıdır.
Köy Enstitüleri’ne saldırıları özellikle eleştiri olarak algılayamıyorum. Çünkü eleştirinin kapsamı içinde iki ahlaksal öz vardır. Bu iki öz, sanki birleşecekmiş gibi birbirlerine yakın durur ama hep ayrıdırlar. Karşılıklı direnişlerinde uzayıp kısalsalar bile tümüyle yok olmaz. Daha doğrusu yok edilmezler, edilmemelidirler. Tartışmalar için geçerliliği herkesçe benimsenen bu bölüşük öz, eleştiride var olunca tez-antitez yaklaşıklığına (sentez) kolay ulaşılır. İnsanlığın uzun didişmelerden sonra saptadığı, kutsal buyruklar olarak bağlandığı bu ilkeler, Köy Enstitüleri’ne saldıranlarca daha başlangıçta gözardı edilmiş, günümüzde de bu duyarsızlık özellikle sürdürülmektedir.
“Köy Enstitüleri’ne yönelen olumsuz tavrın gerçekte Cumhuriyet getirilerine, onları korumaya kalkışan yönetime dirençtir!” diyenlerin savlarını pekiştirecek bir olayı anmadan geçmeyeceğim. Köy Öğretmen Okulları denemesi sırasında da aynı taktikler uygulanmıştır. O yılların basın kalıntıları gözden geçirilince görüleceği üzere amacın “Üzüm yemek değil bekçi dövmek” olduğu apaçık görülecektir. Bu okullar 1937 yılında açılmış 1940 ortalarına dek sürmüştür. Kızılçullu-İzmir, Çifteler-Eskişehir, Kepirtepe-Kırklareli, Gölköy-Kastamonu olarak konuşlandırılmışlardır. Söz konusu yıllarda Köy Enstitüsü yoktur ama sonradan onlara yöneltilen suçlamalar Köy Öğretmen okullarına da yöneltilmiştir. Örneğin Kepirtepe artezyen kazıp su çıkaramadığı, tarla sürüp yeterince tahıl üretemediği için, Çifteler hayvanlara bakamadığı için, Kızılçullu, öğrencileri ise tatil günleri İzmir içine gezmeye çıktığı için bu okulların yöneticileri o günlerin basınınca sık sık boy hedefi yapılmıştır. Ayrıca, okulların ihalelerle yiyecek almaları büyük bir sorun olmuş, “Hani yiyeceğinizi üretecektiniz?” gibilerde sorular yöneltilmiştir. Buna karşın, adı üstünde kepir kıra binalar yapılmış, ”Kem gözlere destur!” diyen etkinliklerle halkın ilgisi çekilmiş ama İstanbul’un burnu dibindeki Kepirtepe’ ye kalem erbabından(!) tek bir kişi uğramamıştır. Buna karşın öğrenciler aralarından temsilci seçerek Istanbul’a göndermiş, onlara kendilerini tanıtarak, yazılarını okudukları yazarlara yaklaşarak olumlu iletişim kurmaya çalışmışlardır. Yazık ki eleştirenler,(Görmedikleri bir kurum hakkında yazı yazanlar, devlet okulunda okuyan 10-15 yaşındaki halk çocukları üstüne tevatür üretenler.) randevularına gelme nezaketini bile göstermemişlerdir. Lüleburgaz’dan üstü açık bir Vabis kamyonuyla gelen bu öğrenciler, İstanbul Milli Eğitim Müdürü Murat Uraz, müfettiş Hayrullah Örs’le saatlerce gazeteci bekledikten sonra, hiçbir anlam veremedikleri bu dışlamayı acı bir anı olarak yaşamları boyu unutamamışlardır. Dinlenseydiler çok önemli bir sorun çözülmeyecekti, onlar bunu biliyorlardı. Ancak bu öğrenciler, kıt kanaat biriktirdikleri kuruşlarıyla öğretmenlerin önerilerine uyarak günlük gazete alıp okuyorlar, elden ele değiştirerek öteki yazarları da (ad olarak) tanımaya çalışıyorlardı. Bu kez bir bölüğünü görüp belki daha yakınlık duyacaklardı. O günlerin Akşam’ında Va-Nu, Şevket Rado, Necmettin Sadak, Cumhuriyet’ten Burhan Felek, Cevat Fehmi, İsmail Habip, Yunus Nadi gibi kalbur üstü adların hiçbirisi onların yabancıları değildi. Bunlara İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hüsamettin Bozok, Mithat Perin, Ahmet Emin Yalman, H.H Emir Erkilet, Selim Ragıp Emeç Ethem İzzet Benice, M.Turhan Tan, Selami İzzet Sedes, Burhan Cahit Morkaya v.b. ekleyebiliriz. Bunların hepsi yıkıcı yazılar yazdı, demek istemiyorum ama bunların da çoğu tam anlamıyla “Dut yutmuş bülbül” sessizliği sürdürdüler.3083 sayılı yasa ile Köy Öğretmen okulları Köy Enstitüleri olunca bu kez “Enstitü” ad olarak olumsuz sergilendi. Sus pus olan basın kanadı, ”Sükût ikrardan gelir” özlü sözü gereği, tavrını olumsuz olarak ortaya koydu. Bu sessiz karşı durum giderek homurtuya dönüştürülüp yaygınlaştırıldı. İzmir-Kızılçullu öğrencilerinin kente inmelerini eleştirenler bu kez okulların neden kentlerin dışına kurulduğunu sorgulamaya başladılar. Durum kısa zamanda hem karıştı hem de ters yöne doğru yönlenmeye başladı. Cumhuriyet Yönetimi birilerinin çıkarlarına set çekmişti. Bunun acısı kolay kolay geçmeyecek türdendi. Çıkarları önlenenlerin acı saydığı açıkça saltanat avantalarının kesilmesiydi. Cumhuriyet kökleştikçe taraftarının umutları azalırken elebaşları tepkilerini yeni kılıklara büründürülüp savlarını el altından sürdürdüler. Atatürk’ün hastalığı, ardından da ölümü, onlarda bir fırsat umudu uyandırmıştı. Tüm Cumhuriyet kurumlarının açığını bulmak, bulamayınca da bir kulp takıp halkın yakındığı başka konulara yaklaştırılarak olumsuzluklar yumağını büyütmek, bunu olabildiğince toplumsal bir dedikodu çığı durumuna getirmekti. Örneğin savaş yıllarının getirdiği olumsuzlukları Cumhuriyet Yönetiminin özelliği olarak göstermek.2.Dünya savaşında o günkü Türkiye nüfusunun iki katı insan öldüğünü, en az dört katının da özürlü kaldığını bile bile yöneticileri “Bizi savaşa niçin sokmadın ?” diye eleştirmek, tedavisi olanaksız bir paranoya ya da ancak ölümcül kerteye tırmanmış bir kinle açıklanabilir. İşte bu sayrılı ihanet çeteleri(Bunların kendine özgü amaçları çok farklı olmasına karşın geçici olarak birleşebilmektedirler.) özellikle ve öncelikli olarak Cumhuriyet ilkelerini halka götürecek olan öğretmenleri seçmişlerdi. Salt öğretmenleri değil, öğretmenlik mesleğini dedikodularla yaralamak, öğretmene halk katmanlarında genel bir olumsuzluk şablonu hazırlamanın, işlerini kolaylaştıracağını çok iyi biliyorlardı(!) Savaş, savaş sonrası ortam onlara yardımcı olacak gibi gelişmekteydi. 2. Dünya Savaşının korkunç kıyımını sürdürürken, öğrenciler günlük çeyrek ekmekle yetinip yurdunun türkülerini, zeybeklerini, geleneklerini toplayıp yayarken, birilerinin böylesi kirli hesaplarıyla onları yermesi bilinç aşamasına ermiş toplumların tarihinde görülmeyen bir acı olaydır. İşte Köy Enstitüleri böyle bir darlık ortamında şeytansı tertiplerle hazırlıksız, haksız bir yergi salvosuna tutuldu. Onlar, arkada bıraktığımız uzun tarih çizgisine insafla bakıldığında görüleceği üzere çıkar çeteleriyle, suskun halk kitleleri önünde yaptıkları meydan savaşını kendi namus ölçüleri içinde kazanmıştır .Suskun halk kitleleri diyorum ama bu biraz gerçeği tam yansıtmamaktadır. Köy enstitülerinde okuyan köy çocukları aynı zamanda acımasız bir çıkar katmanıyla karşı karşıya olduğunu üzüntüyle anlamıştı .Doğal bulûğ çağlarının ruhsal devinimleri içinde başarı çizgisini tutturmak için çırpınan çocuklar, kutsal sığınak saydıkları okullarını açlık sınırındaki beslenme kısıtlamaları içinde kurarken, Cumhuriyet düşmanları, onların beslediği çığırtkanlar, köylere nifak balonları uçuruyordu. Acaba bu kokuşmuş demagoji gazıyla uçurulan balonları Bâb- ı ali kalemşorları duymuyor muydu? Meserret Kıraathanesi’nde her Pazar Lâpçin Nuri ile Konsolos’u tartıştıran, böylece Türk Kültürüne katkıda bulunduğunu sanan Burhan Felek sık sık gittiği Avrupa’dan dönerken bir kez olsun Kepirtepe’ye uğrasaydı, kesinlikle bir pazarını Lâpçin Nuri’den kurtarıp daha mutlu olacağı bir yazı yazaydı, kuşkusuz bu yazı Trakya köylerinin tüm okullarında yıllarca saklanacaktı. Sıraladığım Savaş kıtlıklarına bir de köy okulu yapımı eklenince halkın yakınması doğal sayılabilirdi. Nitekim bu kez öğrencilerin kendi aileleri de yakınmaya başlamıştı. Köy Enstitüleri ile ilişkisi olanlar, kuşkularla umutlar arasında sıkışıp kalmıştı. Ancak bu durum Köy Enstitülerinin sorunu değil bir yurt ,bir uygarlık sorunu bir kalkınma yoluydu. Yaşam zorlukları başka, halkın uyanması için art niyetlilerin ortaya dökülmesi başkaydı. Kendi çıkarları yüzünden 3803 sayılı yasayı içine sindiremeyenler 4274 sayılı yasa çıkınca tümden kudurdular. Toprak ağaları, koşullandırılmış hazır ve dağınık güçleri toparlayıp güdümüne aldı. Devrim karşıtları, eski işbirlikçiler, azınlıklar, saltanat sempatizanları dişlerini tırnaklarına takarak Köy Enstitüleri’ne saldırdılar. Amaçları iktidarı yıpratmak, devrimleri durdurmak, çıkarlarını korumaktı. İktidar önce duraksadı, giderek salt kendini koruma güdülerine sarıldı. 1954’e gelindiğinde Köy Enstitüleri zaten bitmişti, adı değişti. Türk Ulusu’ nun kaderiyle ilgili bu büyük yıkıma içtenlikle karşı duran az sayıda aydının uyarıları, sahte demokrasi tellallarının böğürtüleri ve ilkel davul seslerinin gümbürtüsünden duyarsızlaşmış halkın kulaklarında bir titreşim uyandıramadı.
Köy Enstitüleri üstüne sayısız tevatür dedim ama salt tevatür değil gün yüzüne çıkmış belli kişiler de vardı. Örneğin Cemal Kutay, Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Fethi Tevetoğlu, Selahattin Ertürk, Z. F. Fındıkoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, İrfan Alıcıoğlu, Ahmet Önertürk, Reşat Tardu, Yunus Kazım Köni, Ferruh Sanır bunlardan birkaçıydı. Ancak kapatıcı sıfatı ve kahramanlığı (!) bence Celal Bayar, Adnan Menderes, Reşat Şemsettin Sirer, Tahsin Banguoğlu, Tevfik İleri, dolaylı olarak Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Emin Soysal ve onların yandaşlarına aittir.
Yukarıda saydığım bu kara listede dikkatinizi çekerim, Attila İlhan yoktur. Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıllarında o henüz gençti. Yıkılışına doğru ise kendi söylemiyle “Yolcudur Abbas!” geleneksel Tanzimat Aydınlatıcılığına soyunup Diyar-ı küfre gitmiş, “Paris kazan ben kepçe” söylemi doğrultusunda birkaç yıl Mirabeau Köprüsü, Eiffel Kulesi ve Notre Dame Katedrali arasındaki ivme ve ilişkileri etüt ederek yüksek dozda bir Sokak Serüveni yaşamıştı. Yurda dönünce de “Memleketin ahval ve şeraitini” bir süre dikiz ettikten sonra O’nu Köy Enstitüleri’ne karşı cephede görüyoruz. “Boynuz kulağı geçer!” inanç ve ihtirasıyla dişini tırnağına takarak bu kesimde iyice (!) bir manevi mevki kaptı. Yandaşlarına da “Bu bir bayrak yarışıdır!” diyerek önderliğini onaylattı. Böylece karşıt Cephe (Club Ombre), Köy Enstitüleri kapanmış olsa da yaman bir savunman bulmuştu. Yukarıda adlarını verdiğim kişiler birer ikişer ortalıktan çekilince Attila İlhan, “Evvel Allah biz varız!” Külhan beyi edasıyla konuya (kendi meşrebiyle) değişik adlar altında el attı.* Örneğin Köy[1]Enstitüsü kökenli kişilerin uğraşları üzerine eğildi. Böylece çeşitlilik, konuyu gündemden düşürmeyecek, karşıt kesimin şizofirenik duygusallığının süreci uzatılmış olacaktı. Az da olsa bu sav, tohumsuz birkaç çürük meyve verdi, sayılır. Ancak beklenen okuyucu tepkisi, umulan düzeyde olmadığı gibi kısa sürede tükenmeye yüz tuttu. Kurgulanan düşsel plânlar bu kez ara ara, özellikle Köy Enstitüsü üstüne söylemler çıktıkça olumsuz yankılarda kullanılır oldu. Sanırım bu da onlara göre böyle bir örnek!
Bilindiği gibi Köy Enstitüleri yıkılasıya eleştirildi. Oysa onlar T.C. erkince kurulmuş, korunağa alınmış bir kurumdu. Sessizce açılmalarına karşın yurt düzeyinde gürültülerle kapatıldı. Günahı gibi sevabı da gerçekte Türk Ulusuna aittir. Tarih, kişilerden çok toplumu, Türk Ulusu’ nu yargılayıp notunu verecek, belli ki, halk diliyle ceremesini de Türk ulusu çekmekte, uzun bir süre de çekeceğini söylemek kehanet sayılmaz. Benim, bir birey olarak saptayabildiğim, Köy Enstitüleri’nin yıkımına neden olabilecek söylemlerin ilk etabında Attila İlhan yoktur. O, Köy Enstitüleri’ne daha doğrusu köy konusuna, kendi anlatılarına bakılırsa tümden kayıtsız değildir. Zaman zaman çıkışlar yaparak kendisine özgü tavrı ile yarıştan kopmadığını duyurdu. Uzun yıllar süren bu tavır hiç değişmedi. Daha doğru bir deyimle Attila İlhan, olaya algılayabildiği izlenimleri, doğru yanlış seçimi yapmaksızın, salt kendi evreninde, kendi değerleri ölçüsünde harmanlayıp kurumlaştırdı. Doğal olarak sonucu da bu ölçülere denk düşecek umutlara bağlayıp bekledi. İşte bu anlayış onu ilk durduğu yere tutsak ederek, devinimsel yetilerini kullanmasına engel oldu. Zamanı ve mekânı umursamadı. “Hep durduğu yerde durmak” ne getiriyorsa o onunla yetindi. Sıradan bireyler için doğal gibi görülen bu durum Attila İlhan’da çok önemsendi (!) Ne acı ki o, yalın ya da yalınkat yorumlarını, yüzeysel değinilerini, tutarsız kanılarını kitaplarına da aktardı. (Hangi Sol vb.) Böylece kalıcı bir vebal altına da girmiş oldu. Benzetmek gerekirse Tahsin Yücel’in RAHMİ DÖNMEZ’ ine taş çıkartacak bir tipik kişiliğin (Peygamber’in Son Beş Günü romanının baş kişisi) canlı örneği durumuna düştü. Bir başka deyimle “Tarık gemileri yakarak yürüdü”) Bu kanım salt Köy Enstitüleri konusundaki değerlendirmeleri içindir. Kişinin konumuz dışı etkinleri kesinlikle hem masumdur hem de masun!
Yukarıda uzun uzun, değindiğim gibi Köy Enstitüleri’nin açık olduğu günler gibi kapandıktan sonra da öyle anlamsız yorum ve yakıştırmalar yapıldı ki bundan sonra söylenecekler fazla bir etki yapmaz, düşüncesine kapılmıştım. Bu nedenle, Attila İlhan’ın son neşterini önce umursamaz bir tavırla karşıladım. Ancak burada “Yalan” demeye dilim varmıyor, “yanlış” demek de yetersiz kalacak türden bir düzmece olay kurgulanmış kaygısına kapıldım. Anlatılan, günümüz tekniği içine kaydırılmış, anlatım duru, biçem güven verici. Okuyanın ruhsal duyarlığını depreştirecek ağı iyi hesaplanmış; görme, işitme duyularının ortaklaşa algılamaları için gereken düzenleme kusursuz konumlandırılmış. Örümceğin, ağını kurduktan sonra avını beklediği gibi, burada da beyinsel mekanizmayı tümüyle ırgalayacak sözsel tuzak kurulmuş, küçük bir uyarıcı beklenen işlevi tamamlayacaktır. Okuyan kişilerin bireysel duyarlılığı ölçüsünde kuşkusuz uyarıdan etkilenince genel esinlenme sonucu umulan olumsuz algılama oluşacaktır. Sormadan edemiyorum; sevgi, nefret, renk, ve de lacivert bir mehtap, olağanüstü bir görünüm, bir doğa harikası! İnsanlar için her biri giz taşıyan görkemli sözcükler! Bunlar sahiden doğru mu? Yoksa Çağrışımcı psikologların (J. S. Mill, V. Vund, S. Freud) “Eureco” diyebileceği türden bir saptırma bir imge tezgahlaması mı? Doğrusu bunu kesinkes ayrıştırıp adlandırmak oldukça zor.
Köy Öğretmen Okulları’nın ilk gününden Köy Enstitüleri’nin sonuna dek (1954) bu kurumların içlerinde bulundum. Kapanışlarına karşı tavır aldığım için de tenzil-i rütbe (Müfettişlikten öğretmenliğe) ile tecziye edildim. Emeğimin çok seçtiği yerlerden biri de Haruniye (Düziçi) Köy Enstitüsü’dür. Söz konusu kurumun ve kutsal imecemize katılan dostların tinsel ve tensel varlıklarını incitecek yanlış söylemleri doğrulamak, yakıştırmaları çürütmek, yanılgıları düzeltmek, doğruyu doğru olarak ortaya koymak için olaya karışmayı bir görev saydım.
Attila İlhan, söze başlarken yazısından aldığım bölümde, Haruniye İstasyonu’nda olanları, “Gözlerimle gördüm, bilirim!” diyor. Olay bu denli açık ve kesin. Kişi gördüğünden emin, duyduklarından da kuşkulanmıyor. Yüzde yüzlük bir algılama, bellek süzgecinden geçirmiş, tanısını yapmış; ürün Mozart’ın. Okuyucuyu Bach mı, Vivaldi mi, Telemann mı, Haendel mi gibi kuşkulara düşürmüyor. Sanırım okuyucusuna dört dörtlük sunuş böyle olur. “Cuk oturma” buna dense gerek. Gene de bellek süzgecimden akıp geçen anılar, kimi soruları oluşturuyor, bunlardan kimilerini ayrı ayrı sormak istiyorum. Örneğin 1940 17 Nisan günü kabul edilen yasaya göre kurulan, ekim- kasım aylarında ancak derslere başlayan bu öğrencilerin Mozart çalması, Mozartvari bu erken gelişmesi, Haruniye’ de bir İstasyonun bulunması vb. Özellikle Mozart çalmak ilginç geldi bana. 1930’dan beri İstiklal Marşı’nı öğrenip söyleyemeyenlerin Mozart’a bu denli çabuk ulaşması olağanüstü bir başarıdır (!)bence. Ayrıca Attila İlhan’ın bu denli Mozart yapıtlarına karşı duyarlığı, benzeşikliğimizi kanıtlıyor. Öyle ya, sevmese Mozart’ın yapıtlarını seçebilir mi? diyorum.
İlk sorum biraz kişisel olacak, yukarıda değindiğim gibi ben Köy Enstitüleri’nde okudum, Mozart’ı da çok seviyorum. Acaba diyorum, o gece Mozart’ın hangi yapıtları icra edildi? Çoğumuzun bildiği gibi bestecinin 626 yapıtı vardır. Radyolar, TRT kanalları bunu önemle duyuruyor. Bunlardan hangileri o güzelim dekor içinde, lacivert maviliklere dağıldı. Benim varsayımlarıma göre Don Juan Operasının mandolin eşlikli ünlü serenadı çalınmıştır. Hani şu “Deh vieni alla tinestra” diye başlayıp süren arya. Düş-kurgum bununla da yetinmiyor. Koro üniformalı olduğuna göre “Exsultate Jubilate” de söylenmiş olabilir, diyorum. Sonuna dek söylenmişse finaldeki Alleluya ne güzel uymuştur Haruniye İstasyonu’na (!) Çizilen dekora Sihirli Flüt’ süz bütünleşmiş sayılamaz bu sahne. Gece Kraliçesi’nin o görkemli “Der Hölle Race kock in Maine herzen” deyişi SABUN ÇAYI’ na dek uzamıştır. “Ne Sabun Çayı? DÜLDÜL DAĞI’ nda yankılandığını duyar gibiyim. Bunlar benim özlemsel düş-kurgularım olmasın, istiyorum. Yoksa belirtilen mekan, çizilen dekor, varsayılan sesler GAVURDAĞLARINDA RİVAYET’ lerden ibaret mi? Eğer öyle ise yazık olacak! Oysa ben “ONLAR ZATEN YOKTULAR” söylemlerinin burukluğu içinde teselli olmak istemezdim!
1. Sorum, Gerçekten o gece Mozart’ın hangi besteleri çalınmıştı? Öğrenirsem mutlu olacağım, sabırsızlıkla bekliyorum.
2. Sorum hazırdır, çağrı bekliyorum. 17/5/1998
İbrahim Tunalı
Adres: Şekerevler- Yolaç sk: 5/9
Bakırköy/İstanbul
Tel: 542 59 14
* Fakir Baykurt’un romanlarını ele alıp “Köy Edebiyatı” savlarıyla işi sulandırmak vb.