Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

30 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrasını Dinleyebilen Mutlular Arasındayız

 

27 Kasım 1943 Cumartesi

 

Halil Dere erkenci. Uyanmıştım ama kalkıp kalkmamakta kararsızdım. Yanımda biri tıkırtı yapınca, hemşerim Kadir Pekgöz sanıp çıkışmaya hazırlanmıştım. Halil Dere'yi görünce gülümseyip ayaklandım. İçimden de “O benden hevesli, neden acaba?” diye düşünmeye başladım. Benim görmek istediğim var, Süheyla Öğretmen, onun kimi olabilir? diye düşünürken Halil Dere patadak “Konservatuvar kızlarını görebilecek miyiz?” deyiverdi. Birden sinirlendim:

-Sen konser dinlemeye mi geliyorsun kız gözetlemeye mi? deyince arkadaş suç işlemiş gibi çekingen bir sesle:

-Konsere gidiyorum ama kızları da görsem, diye düşünmüştüm. Konservatuvara gidenler, oranın kızlarını çok övdüler de! Söyleyecek söz bulamadım, böyle çıkışırca karşıladığım için içimden üzüldüm. Oysa ben içimden içimden; yolda arkadaşa Süheyla Öğretmenden söz edecek, ona karşı olan duygularım üstüne birşeyler de söylemeye çalışacaktım. Bu tasarım bozuldu. Bu kez de “Ya biz bir aradayken “Pat!” diye Süheyla Öğretmen karşımıza çıkarsa? Kendime teselli olasılıkları sıraladım. Süheyla Öğretmen çok candan yakınlık gösterirse o zaman arkadaşa, makara gibi çözülüp aklımdan geçenleri anlatırım. Süheyla Öğretmen görüp, görmezden gelir ya da ağız ucuyla bir “Merhaba!” derse o zaman da onun, salt bizim okulda bir zamanlar öğretmen olduğunu söyleyip geçiştirecektim.

Halil Dere ile birlikte oluşumuzu, onun bizim bölüme geçeceği gibisine yorumlar yapılmış; hemen bu soruldu. Soranlar, “Unutuldu” sandığım Kızılçullu/Çifteler konusunu ortaya getirdi. Halil Dere geçerse Kızılçullu bir artacakmış. “Artınca ne olacak? ” diye sordum. Muttalip Çardak yanıtladı:

-Kızılçullu sayısı 6 olur. Bu kez de ben:

-Çifteler şimdi altı, kızılçullu beş. Siz onlara ne kötülük yapıyorsunuz? Yusuf Demirçin yardımcı oldu:

-Biz kötülük yapmayız ama onlardan her şey beklenir. Bu kez de Ali Kuş söze karıştı:

-Unutmayın ki siz de onları destekliyorsunuz. Durup dururken sorun çıkarma buna denir; bir arkadaşın bizimle konsere gelmesi işi nereden nereye götürdü.

Kumanya işini yoluna koyup hazırlandık. Trene binince benim tasarladığım gibi olmadı. Halil Dere'nin öteki bölümlerde çok arkadaşı varmış, onlardan da Ankara'ya gidenler çıktı. Halil Dere ile Kurtuluş Durağı 'nda ancak buluşabildik. Kurtuluş'a Konservatuvar çok yakın, bir ara yoldan ana caddeye dönerek okulun önüne çıkıyoruz. 2. sınıflardan gecikenler oldu. Öztekin Öğretmenin kızacağını sandık, oysa gözlerini topumuzun üstünde gezdirip “Gelmeyenler bizi beklesin, biliyorlar ki kapıdan ayrı gelenler alınmıyor!” deyip yürüdü. Konservatuvara girerken eksik arkadaşlar geldi. Meğer onlar Yenişehir durağında inip yukarı yoldan koşarak yetişmişler. Faik Canselen Öğretmen elinde konser proğramıyla bizi bir dersliğe götürdü. Derslik alt katta, keman odalarının yakınındaydı. Öğretmen konuşmaya başlayınca sesler daha da arttı. Faik Canselen Öğretmen bir görevli çağırıp bir şeyler söyledi. Az sonra görevli gelip bizi üst kata aldı. O odanın bitişiğinde bu kez de bir piyano sesi başladı. (bitişik odadaymış) Ancak Faik Canselen Öğretmen gülümseyerek:

-“Neyse, piyano hiç değilse güzel bir eser çalıyor, siz bilmiş olacaksınız bunu sizin plaklarınızda var!” deyince dikkat kesildim. Sesler pek yabancı gelmedi ama bestecisini toparlayamadım. Bestecinin üç adlı olduğunu anımsadım ama söylemem olanaksızdı. Öğretmen konuşurken Mussorgsky deyince Peter aklıma geldi, yavaşça fısıldadım “Peter!” öğretmen  bana dönerek, yumuşak bir sesle:

-Evet, Peter, Peter Modes Mussorgsky! dedi. Böyle bir çıkış yaptım ama bu kez de içimde bir kuşku belirdi: Öğretmen acaba  davranışımı doğru buldu mu? Ben böyle tasalanırken piyano durdu. Bu kez de Faik Canselen Öğretmen:

-Aman ne iyi oldu, biz bize kaldık! diyerek elindeki programa baktı. Öğretmen proğrama bakarken bir süre sinmiş olarak tepki bekledim. Oldukça üzüldüm ; Arkadaşların kimi kez dediği gibi; ikide birde söze karışmanın alemi var mı? Neyse üzüntüm boşunaymış. Öğretmen gülümseyerek:

-Şansınıza, bugünkü program iyi çıktı, seveceğinizi umarım! Deyip önce Mendelsshon keman konçertosundan söz etti. Bestecinin iki keman konçertosu (Öğretmen çoğunlukla konserto diyor) varmış, ancak bugün çalınacak olan daha ünlüymüş. Canselen Öğretmen, konçertonun bizim plaklar arasında olduğunu söyledi, “yeri gelince onu dinleyip bestecisini de o zaman tanımaya çalışalım. Bestecileri, öyle üst üste yığmayalım. İkinci dinleyeceğimiz Beethoven'in çok ünlü bir senfonisi, onu konuşalım!” deyip programı okudu.

1. Felix Mendelsshon, Mi Minör Keman konçertosu, solist, Lico Amarr,

2. Ludwig van Beethoven, 3. nolu Senfoni, Orkestra şefi: Prof. Ernst Praetorius

Öğretmen önce bestecinin yetişme ya da yetiştirilmesi üzerinde durdu:

- Zaman, 18. yy., 1780'ler. 1756 yılında doğan bir çocuk daha 5 yaşlarında çok ünlü olmuş. Önce piyano ya da keman her ikisini de çalarak adı dillerde geziyormuş. Küçük Mozart, büyüdükçe ünü bu kez de bestecilikte almış yürümüş. Onu duyan anne-babalar, kendi çocuklarının da öyle olacağını ya da olmasını istediklerinden onları müziğe koşullandırmaya kalkışmışlar. Mozart'ın parlak dönemi olan delikanlığı günlerinde (1770) doğan Beethoven'in babası da müzik yaşamı içindedir. (Bir orkestrada çalışır) Oğlunu bir bir Mozart yapmak için zorlar. Komşularının anlattığına göre bu zorlama giderek “Biraz”ı aşar. Çünkü küçük Ludwig (Beethoven'in asıl adı) kaçamak yapmasın diye babası tarafından piyanonun ayağına bağlamaktadır. Böyle olmakla birlikte Beethoven Mozart olamamış ama o dönemin sayılı piyanistleri arasında yerini almıştır. Ayrıca besteler yapmış, giderek bestecilikte ünü daha da yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak Beethoven yaratılış olarak Mozart ölçüsünde atak değilmiş. Mozart, neredeyse kendisi derecesinde ünlü Leopold'un oğludur. Leopold Mozart ise, o dönemlerin çok ünlü bir bestecisi olduğu gibi ünlü bir Müzik Pedagogudur. Oğlunun yetişmesinde bunun büyük etkisi olmuştur. Oysa Beethoven ününü kendi sağlamak zorunda kalmıştır. Çok çalışır, olağanüstü besteler yapmak ister, az, temiz, yenilikler getiren eserler besteler. O dönemin ünlü müzik merkezi sayılan Viyana'ya yerleşir. Bu sıralar Fransa'da Büyük Devrim başlamıştır. Devrim, tüm insanların sürüp gelen, kral, bey, paşa tahakkümünden kurtulma umudunu yeşertmiştir. Büyük Devrim giderek, Fransa halkı gözünde Napolyon Bonapart kişiliğinde simgeleşmektedir. Bu inanç, öteki uluslara da böyle yansımaktadır. Koyu bir özgürlük yanlısı olan Ludwig van Beethoven, duyuşlarını seslere dökerek genç özgürlük simgesi olan Napolyon Bonapart'a görkemli bir senfoni sunar. Bestenin başına da “Napolyon Bonapart'a” diye yazar. İşte bugün dinleyeceğimiz 3. Senfoninin böyle bir öyküsü vardık. Ancak, bestecinin kahramanı Napolyon Bonapart sonradan kendisini imparator, kardeşlerinin her birini bir ülkeye kral yapınca buna kızan Beethoven, senfoninin üstündeki Napolyon Bonapart adını çizip kahramanlık anlamına gelen EROİCA yazar. Böylece Napolyon Bonapart için yazılmış olan senfoni, günümüzde Eroica olarak anılmaktadır.”

Faik Canselen Öğretmen bir uyarıda bulundu:

-Güzel Sanatlarla uğraşanlar karamsar değildir. Vurdu-kırdı olaylardan da hiç hoşlanmazlar. Onlar öykülerinde hep olumluluğu, mutluluğu, başarıyı, insanların umudunu yeşertecek, yararlı olayları anlatıp gelecek insanlara aktarırlar. O nedenle bugün anlattığım, bundan sonra da müzik söyleşilerimde anlatacağım olayları bu açıdan değerlendirin. Sakın onların olup olmadığinı düşünmeye ya da araştırmaya kalkmayın. Onlar zaten, olsa da olmasa da çok gerilerde kalmıştır. Gene de yaşayan bir yanları vardır. Örneğin, ayağından bağlı bir çocuğu piyano başında düşleyeceğinize Beethoven'in bir piyano sonatını çalın ya da dinleyin. Ondan alacağınız tad, sizde çokdaha kalıcı olacaktır. Bunu yapmaz da işin söz tarafına saplanırsanız Binbir Gece Masallarını okumuş olursunuz!”

Faik Canselen'in sözüne Mehmet Öztekin de güldü. Konserden en geç 15 dakika önce burada bulunmak üzere izinli sayıldığımız söylenince sessizce merdivenlerden indik.

Sabahtan beri yanyana gelip konuşmadığımız Abdullah kapıdan çıkınca:

-Seninkini soracak mısın, buralarda olabilir! dedi. Başımı atarak sessiz yanıt verdim. Abdullah anladı, ayrıldı. Halil Dere sorarsa ne söyleyeceğimi düşünürken, Halil Dere, kolumdan tutarak beni sinema tarafına çekti. “Çalınan Taç oynuyorsa girelim, onu bir daha görmek istiyorum!” deyince rahatladım. Film değişmiş, Ulus'a indik. Atatürk Heykeli'ne yaklaşırken sol taraftan sesler geldi. Bir grup arkadaş Kızılırmak Kıraathanesi'ndeymiş, “Gelin!” dediler. Halil'e saati gösterdim:

-Onların konserle ilgisi yok, gelmeyeceksen onlara katıl, geleceksen gel, pardösü bakalım. Anlaştık, kapı kapı bir süre dolaştık. Sonunda bir yerde bulduk. Aldık ama benim istediğim gibi olmadı; ben daha koyu renk istiyordum. Halil gri deyip diretti. Sonunda da onu kırmadığım için boynuma sarılıp teşekkür etti. Ona uyan ilk arkadaşı ben oluyormuşum. Hep bunu istiyormuş:

-Kendi dediklerine uyan bir arkadaş!

 

Halil Dere ile birlikte

Pardösüleri giyip sokağa çıktık. Milli Eğitim Bakanlığı'na sapan yolda Tavukçu yazan yerde yemek yedik. Halil tüm dikkatine karşın eteğini çorbaladı. Çıkınca Bakanlık tarafına gittik. Sabri Taşkın, Arif Işılak, Muzaffer Kayhan, Faik Demir Bakanlık bahçesinden çıktılar. Biz sorunca da “Bakanlıktan geliyoruz!” dediler. Onlar şaka etmişler ama biz inandık, o tarafa gittik. Meğer orada tuvalete gitmişlermiş. Halil önce bozuldu, “Böyle yalanlara çok kızarım!” dedi. Az sonra da onlara bir yalan da o kıvıracağını söyleyip güldü. Sözde biz, onlar bize “ Bakanlık açık!” dediği için oraya gitmişiz. Bahçeye girince Hamdi Keskin Öğretmen bizi pencereden görmüş, bizi çağırıp niçin geldiğimizi sormuş. Hamdi Keskin Öğretmen üst pencereden onları da görmüş, geleceklerini düşünerek onları o beklerken onlar tuvalete girip çıkmışlar. Hamdi Keskin Öğretmen Bakanlıkta nöbetçiymiş. Bakanlıkta bir yetkilinin beklediğini duyuyorduk. Ancak bu konuda fazla bilgimiz yoktu. Halil Dere olayı iyice süsledi. Hamdi Keskin Öğretmen, sözde Sabri'yi adıyla tanımış. (Sabri, geçen derste Hamdi Öğretmenden soru sormuştu). Faik Demir'i de öğretmen bir derste kalkmıştı. Hamdi Keskin Öğretmen bize, onların adlarını bir bir söyleyerek ayıplamış:

-Onlar, Milli Eğitim Bakanlığı'nı abdeshane mi sanıyorlar (!) demişmiş. Halil Dere'nin düzmece öyküsüne gülmekten yerlere çöktük.

Kızılırmak Kıraathanesi'ne baktık, yoktular. Konseri düşünerek Anafartalar'dan yürüdük. Yürürken de durup durup güldük. “Arif, Muzaffer bu yalana inanmazlar. Faik inanır da inanmayabilir de, ortada sayılır. Ancak Sabri çok kuşkucudur, inanır. Bu da bize yeter!” diyerek Konservatuvar kapısına dek güldük. Konsere tam zamanında (15 dakika önce) ulaştık. Alt salon sımsıkı doluydu. Bize ayrılan balkon da giderek sıkıştı. Konservatuvar öğrencileri program durumlarına göre konser seçiyormuş. Bu konseri önemsemişler. Durumu öğrenince Halil oldukça sıkıldı. Kapıdan biri girdi, (yer vermek için) kalkmak istedi. Yanındaki yaşlı bir bay sonunda Halil'i rahatlattı:

-Onlar buranın sahibi sayılır, kalksan da gelip senin yerine oturmazlar; onlar kendini ev sahibi olarak biliyor!”dedi. Önce Cumhurbaşkanı için başlamış olan alkış şef Prof. Ernst Praetorius sahneye çıkınca şiddetlendi. Alkışlar birden kesilince su sesi gibi keman sesi başladı. Arkasından orkestra da yetişti. Kemanla orkestra yarış eder gibi bir birini izledi. Plakta dinlemiştim ama bu denli güzel olduğunu algılayamamıştım. Çalan, ince, uzunca boylu biri. Lico Amar dediler. Balkondan tam görünmüyor ama orta yaşlı gibi. Birinci kemancı olarak öğrendiğimiz ilk sıradaki Halil Onayman'ı andıran bir yüzü var.

 

Lico Amar

Bir süre kulaklarımla keman-orkestra kaçıp kovalamasını izledim, bir ara da orkestradakilerin yüzlerini, belli belirsiz seçerek gereksiz düşüncelere saplandım:

-Bu insanlar öksürmek gereğini duyunca ne yapıyorlar? Öksürmek, derken az önceki Halil Dere'nin şakasını anımsadım; “Milli Eğitim Bakanlığını apdeshane mi sandınız?” Ne ilgisi var? diye kendime sordum ama sakinletici bir yanıt alamadım. Kulağıma gelen keman sesi biter gibi oldu. Kendimi topladım, bitmemiş, bitişe yaklaşmış, bir süre keman orkestrayı atlatır gibi önde koştu. Kemanı gene Çoban Aldatan kuşuna benzettim. Gerçekten kuş, yaklaşınca uçuyor, uzaklaşacağı beklenirken gelip öbür tarafa konuyor. Üstüne düşüp denemek isteyenleri bıktırasıya oyalıyor. Sözde eski zamanlarda bir çobanı böyle atlata atlata sürüsünden uzaklaştımış, adı ondan Çoban Aldatan olarak söyleniyormuş. Bu konçertoda kemanın atlar-zıplar gibi ses çıkararak değişmesi bana onu anımsattı. Alkışlar başlayınca, Çoban Aldatan uçtu gitti, ben de kendimi toparladım.

Sıra 3. Senfoniye gelince büyük bir sessizlik oldu. Şef. Prof. Ernst Praetorius ellerini kaldırınca kurt ulumasını andıran bir ses dolaştı. Arkasından yer yer güm güm sesler geldi. Güm gümler, uzun süre aralıklarla gitti geldi. Daha sonra başka sesler konuşmaya başladı. Gözlerim orkestrada, bir taraf hareketlenince seslerin oradan geldiğini saptamaya çalıştım. Şefin ellerini sallayışına da dikkat ettim, gerçekten ellerini kuş kanadı gibi sallayınca seslerde bir dalgalanma oluyor. Konservatuar Müzik Tarihi Öğretmeni (O, Musiki Tarihi diyor) az ileri sağımda, gözlerim ona takıldı. Balkonun en ön sırasında, kollarını dirseklerinden balkona dayamış uyur gibi duruyor. Bir ara uyuyup uyumadığını gözetlemeye çalıştım. Başlardaki gürültüler giderek azaldığı için uyuyabilir, derken Güm gümler bu kez daha derinden başladı. Güm, güm, güm, gümmmm! Arkasından kemanlar iyice duyulmaya başladı. Şef eğilerek kemancılara döndü. Gene bir uzun ses uzaklardan duyuldu. Sonunda Şefin sopası tık tık tık yapar gibi aşağıya bir kaç kez inince sesler bir süre kesildi. Bu kez de sesler hepsi birden çok sakin olarak yayılmaya başladı. Arada gök gürültüsü gibi çıkışlar olsa da sesler genelde sakin sakin bir süre öyle gitti. Bu seslerle Napolyon Bonapart'ın ne ilgisi olabileceğini düşündüm. Napolyon, bir Fransız subayı, sonradan çok ünlü olmuş. Tarih derslerinde adı çok geçmişti. Akka Kalesi önünde bizim askerlerimize yenilip kaçtığı söylenmişti. Bunu da pek anlamamıştım, adam kaçmış ama koskoca Mısır'ı bizden aldıktan sonra ülkesine dönmüş, imparator olmuştu. İmparator olunca da tıpkı Hitler gibi tüm Avrupa ülkelerini kendi yönetimine almıştı. O da Hitler gibi sonunda Rusya'ya savaş açmış, Moskova'yı da almıştı. Buralarını tarihten değil, Tolstoy'un Harb ve Sulh'undan öğrendim. Napolyon'a yenilen Rus kontları bile onu büyük olarak anıyorlar. Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah'ında da Napolyon'un adı sık geçer. Victor Hugo'nun Sefiller'inde ise düpedüz övülür.

Arkamda biri öksürünce toparlandım. Çevremdekiler, öksürenin ben olduğumu sanmasınlar diye bir süre dimdik durdum. Öksüren duramadı, bir daha öksürünce çekilip gitti.

Müzik çok daha sakinleşti. Şefin elleri oynar-oynamaz durumda. Sesler, hafif hafif, birbirine paralel yükselip iniyor. Derken, derinden derine gelip duran sesler yükselmeye başladı. Bu kez de seslerin karşılıklı değişmesini, kuyudan su çekmeye benzettim. Kuyudan su çekerken ip el değiştirilir, bir o el alır bir öteki, derken kova dışarı çıkar. Kovanın çıkışı bir sevinçtir. Burada da kova çıkar gibi oluyor ama sesler durmuyor. Bu defa da tezgah başındakilerin mekik atışı gibi ses atışları başladı. Bir ara da tepeden tepeye haberleşenler gibi sesler geldi gitti. Ara ara gök gürültüsü oluyor. Uzunca geçen bir sakin sessizlikten sonra bu kez de uzun uzun boru sesleri sanki çok uzaklardan, göklerden geliyormuşçasına uzamaya başladı. Yağmurlu günleri anımsadım, sanki bulutlar ses çıkararak bir biri üstünden geçiyormuş gibi geldi bana. Bulutlardan ses çıkmaz biliyorum ama, yağmurdan sonra insanda öyle bir duygu oluşuyor. Sağa sola dağılan bulutların değişik renkleri, onları canlı sandırıyor insana. Birbirlerine öyle giriyorlar ki ses çıkarmaması olası değil. Şefin elleri hareketlenince gümgümler sıklaştı. Daha bitmez diye düşündüğüm bir sırada bir kaç güm güm tekrarlanınca bu kez de alkışlar başladı. Anladım ki bitti. Cumhurbaşkanını rahat görüyoruz o da alkışlıyor. Şef geldi, selam verdi. Orkestra da kalktı. Prof. Ernst Praetorius gidince İsmet İnönü kalktı. O kalkınca herkes ayaklandı. Halil Dere tam anlamıyla pısırmış durumda. Çok sıkıldığını söyledi. Bana da “Sen alışkınsın!” dedi. “Ne alışkını, nasıl sıkıldığımı bir bilsen şaşarsın!” demek aklımdan geçti ama demedim. Tersine, “Arkadaşım, madem ki müziği seviyorsun, dinleye dinleye sen de alışacaksın!” dedim. Birlikte çıktık, çevrede kimseler yoktu. Süheyla Öğretmeni görme başka bir konsere kaldı. Bir ara da “İyi ki bugün görmedim, görseydim ne konuşacaktım ki?”

Arkadaşlar koşuşarak Ulus'a doğruldular. Kadir'le Abdullah bize katıldı. Yolda ara ara konsere dönüldü: Şefler, o çalınan eserleri hep biliyor mu? Besteciler onları nasıl besteliyor? Bizler onları neden rahat çalamıyoruz? Bu konserlerde türküler de çalınıyor mu? Ben hemen kendi fikrimi öne sürdüm:

-Çalınması için çok sesli yapılması gerekir. Faik Canselen Öğretmen kendi bestelerini bunun için çok sesli yapıyormuş. Arkasından da çok seslilik örnekleri verdim: Beringer piyano metodunda gördüğüm ikinci, üçüncü sesleri öne sürerek çok sesliliği aklımca açıkladım. Açıkladım ama içimden de bir ses:

-Ya o az önce dinlediğimiz senfonide duyduğumuz, rüzgarı, gök gürültüsünü ya da keman konçertosundaki mekik dokur gibi bir bire giren sesler nasıl çarpışıp dönüşüyor? Keman en ince sesten en kalın sese kayar gibi gidiyor ama hiç baygınlaşmadan nota sesleri kendi yerlerinde duruyor.

Ulus'a indiğimizde gene Sabri Taşkın'lara takılacağımız sözleri anımsadık. Daha doğrusu anımsamaya çalıştık. Halil Dere gülmekten bir türlü anlatamadı. Sonra da sözü başka tarafa çevirdi. Ben tekrarlayınca da:

-Doğrusunu sen biliyorsan, sen söylersin deyip kenara çekilmek istedi. Böylece gülüşler azaldı. Zaten geçen zaman içinde (ne değiştiyse) ilk konuşmalardaki güldürücü yanlar azaldı. Üstelik, bizim düşündüğümüz “Sen Milli Eğitim Bakanlığını kenef mi sandın?” sözünü sakıncalı bulduk. “Kenef” sözü fazla geldi. O kalkınca da öteki söylenenleri fazla bir anlamı kalmamıştı. Kızılırmak Kıraathanesi'ne girdik. Öteki bölüm arkadaşlarımızın çoğu oradaydı. Ben etraflara bakınırken kulağıma bir tanıdık ses geldi:

-Bak, bak, bak! Bizim İbrahim de gelmiş! O tarafa bakınca Asım Öğretmeni gördüm. El etti, yanına gittim. Önce konseri sordu, o bugün de yetişememiş ama güzel bir konser kaçırdığının da bilincindeymiş. Geçen konsere de gelmediğini anımsatınca Asım Öğretmen kaşlarını çatarak:

-Bu son kaytarmam olacak, iradeli bir arkadaş bulamadım, söz verenler vazgeçince ben de ortada kalıyorum. Bundan böyle kendi irademi kullanacağım, birlikte dinleyeceğiz!

Onların okula dönme saatleri geldiğinden, arkadaşları hep kalkınca gittiler. Asım Öğretmen ne düşündüyse dönerek:

-Konserde buluşamadığımız cumartesi günleri beni burada bulursun! diye gülerek uyardı. Arkadaşların yanına dönünce Kadir'le Abdullah'ın azıcık tutuk durduklarını sezdim. Kadir dayanamayıp sordu:

-Seni gören adam bizi görmedi mi? Bizi adam yerine koymadı besbelli! dedi. Söyleyecek söz bulamadım. Neyse, Halil Dere beni kurtardı. Asım Öğretmenin yanına gittiğimde öğretmen yeni pardösümü görünce, beni 360 derece döndürmüştü. Halil Dere:

-Onu yeni pardösülü gördüğü için çağırmıştır. Baksanıza adam, ona değil pardesüsüne baktı! deyince tutulamayan gülüşler havayı yumuşattı.

Kızılırmak Kıraathanesi genel durumuyla bir büyük kahve. Ancak müşterisi çok değişik. Ana cadde taraflarında oturanlar uzun süre kalkmadan orada kalıyor. Arkalarda oldukça kapalı yerler var. Oralara da oyuncular geliyormuş. Bence, Aynalı ya da Havuzlu Kıraathane dedikleri daha temiz. Söylendiğine göre oranın müşterisi daha seçkinmiş. Burada da seçkin müşteriler varmış ama kıraathane çok yol üstünde olduğu için Ankara'ya gelen yabancılar da buraya doluşuyormuş. Biz konuşurken 2. sınıflardan Mehmet Zeybek geldi. Ona göre bizim bakanlıktan da bir çok yetkili buraya geliyormuş. Pencere önünden geçenler, içerden iyice gözlenebiliyor. Faik Demir grubunun İstasyon tarafına geçtiğini görünce biz de kalktık. Onlar çok hızlı yürüdüler. Nedenini Halil Dere söyledi: “Saatleri yok, ondan koşuyorlar!” Güldüm, “Meydandaki saate bakmazlar mı? Halil Dere, saate bakmanın da bir alışkanlık olabileceğini öne sürünce yeni bir tartışma başladı. Az yürüyünce arkadaşların hızlı gitme nedenini kendi deneyimimizle bulduk; “Akşam ayazı salt gözleri değil dişleri de donduruyor!”deyip koşuşarak trene sığındık.

Akşam treni sabahki gibi zevkli değil, hava karardığından çevre pek seçilemiyor. Gene de okula döndüğümüz için  seviniyoruz. Trende bizim bölümün konuşmaları genelde Mendelsshon Keman Konçertosu üstüne oldu. “Kemancı güzel çalmış!” “Konçerto güzel olmasaymış, güzel çalamazmış!” “Güzel çalınmayınca konçertonun güzelliği on para etmezmiş!”

Trenden inince ne konçerto kaldı, ne de çalıcı. Halil Dere ile ikimiz, pardesü yakalarını kıvırıp kulaklarımızı kapatarak koşmadan bizim bölüm salonuna dek gittik. Salon soğuk ama gene de dışardan farklı. Akşam yemeği sorunumuz olmasa sobayı yakıp oturabileceğiz ama tam yemek saatine rastladığı için yemeğe gittik.

Yemeğe geç kalmışız. Soğuk da olsa verilenleri yedik. Son günlerin değişmez yemekleri; mercimek, nohut, fasulye, ara ara da lahana, pırasa, patates. Neyse ki hepsi az çok etli oluyor.

Yemekten sonra kitaplığa uğradık. Bizim Kepirliler hep bir aradaydı. Kepirtepe'de kardeşi olanlara mektup gelmiş. Mektuplar biraz dedikodu kokuyor. Sözde okulda öğrencilere:

-Okulu bitirenlere yasal hakları hep verildi, hepsi görevlerinin başında mutlu olarak çalışıyor! deniyormuş. Oysa İdris Destan daha hiç bir alacak almaması yanında derslere de başlamamışmış. Mektubun, kimden kime geldiğini sormadan anladım. Geçen hafta Sefer'lerden söz eden mektupta Fettah Biricik'in ineğinin yolda doğurduğundan söz ediliyordu. Sefer Tunca, Ali Önol, Fettah Biricik Edirne /Meriç ilçesinden. Onlara Lüleburgaz'dan alınıp inek veriliyor da Lüleburgaz'ın yakınındaki Osmancık Öğretmenine neden vermesinler? (İdris Destan Osmancık köyünde)

Neyse ki, bizim Kepirli arkadaşlar, Kepirtepe'de olduğu gibi burada da Sami Akıncı'ya çok güveniyorlar. Sami Akıncı, bu mektup işini önemsemedi:

-Mektuplar, kişilerin yazdığı belgelerdir, kişisel olacakları için yorumları da kişisel olur. Yazan dilerse ele aldığı kişiyi çamura batırır, isterse sütte yıkayıp ipeklere sarar! deyince söz bizim konsere, daha doğrusu tüm konserlere döndü. Kadir biraz abartarak anlattı. Ben de bugün Halil Dere'nin geldiğini, geldiğine sevindiğini anlattım. İsteyen olursa bizim arkadaşlardan bir ya da iki kişiyi her hafta götürebileceğimizi tekrarladım. Yusuf Asıl hemen karşı durdu:

-Ankara'ya gidince neden konser salonuna tıkılayım? Yanıt vermedim, başımı Halil Basutçu'ya çevirip:

-Bugün bir Halil geldi, geldiğine çok sevindi; haftaya bir başka Halil gelir, onu da sevindiririz! dedim. Meğer onların cumartesi günleri dersleri varmış, dersi olmayan arandı, Hüsnü Yalçın adı öne sürüldü. Hüsnü Yalçın dediklerinde ben de:

-Onu ben dört yılda bir dün olsun köye götüremedim, burada konsere nasıl çağırayım? deyince Hüsnü:

-Konser başka, gelirim! deyince arkadaşlar Hüsnü'ye takıldılar:

-O başka dediğin konseri bize anlatır mısın? Mustafa Saatçı eski sözleri tekrarlayınca Hüsnü, Mustafa Saatçı'ya sataşmak için :

-Benim bildiğim konserlerde bir imam çıkıp ezan okur! deyince, Sami Akıncı kalktı. Hüseyin Orhan, Hasan Üner, Yusuf Asıl, Mehmet Başaran Sami Akıncı'yı izledi. Zaten zaman geçmişti, kendi kendimize söylenerek yataklarımıza dağıldık:

Kepirliler, besbelli bir yanlarıyla hep Kepirli kalacak; başı nasılsa sonu da öyle. Almanca derslerinde öğrendiklerimden “Ende gut, alles gut”un terse çevrilmişi gibi. Sonu iyiyse başı da iyi sayılır! gibi. Almanca dersini anımsadım, umarım uykuma engel olmaz! Schlafen, Schlaf, gut schlaf, Sehr schlaf, Schön schlaf!...

 

28 Kasım 1943 Pazar

 

Kendiliğimden uyandım. Dinledim, konuşma falan yok. Neden uyandığımı düşünürken tıkırtılar başladı. Öksürenler oldu. Birisi “Cihat sen şu sigaradan vazgeç be oğlum!” dedi. Karşılık:

-Peki baba, yerine ne tavsiye edersin? Bir başka ses:

-Nargile, o seni daha çabuk teneşire gönderir! Gülmeler herkesi uyandırdı. Teneşir sözünü tebeşir anlayanlar olmuş; “O da ne ki? tebeşirin sigarayla ne ilgisi var?” sorusu gülüşleri kahkaya döndürdü. Bu kez de tebeşir diyenin sesi yükseldi:

-Ne gülüyorsunuz, açıkta mı gördünüz? Gülmeler artarken bir başka ses:

-İsmail oğlum, sen bu kulaklarla ne yapacaksın, daha bu yaşında kiraya vermişe benziyorsun. Bari konuşulanları iyi dinle de ortalığa öyle çık! İsmail Tıknaz burnundan soluyarak yakınımdan geçti. 2. sınıfların bu tür şakaları, özellikle sabahları yatakhanemizi şenlendiriyor. Onları dinlerken bizim taraf sessiz kalıyor, bu da dersliklerdeki didişmeyi biraz olsun azaltmış oluyor. Bizim arkadaşlardan Harun'un sesini duydum:

-Bunu kaçıncı kez söyledim, bu pazar öğleden sonraydı, sen unutmuşsun ben ne yapayım? Nedir demeye kalmadan anımsadım. Bizim Kepirli arkadaşlar, hepimiz Hidayet Gülen Öğretmenin atölyesine çağrılıyız. Harun bir kez daha uyardı:

-Yemekten sonra saat “ON ÜÇTE, KİTAPLIKTA BULUŞALIM!”

Hava çok soğuk, karşı dağlar kar içinde olmasına karşın köyün altındaki kuytu, okul binalarının bulunduğu, eski adıyla Hamurbasan şimdi Hasanoğlan Köyü Enstitüsü ile yakın çevresi henüz kar altında sayılmaz. Zaman zaman kar düşüyor ama nedense tutmuyor.

Kahvaltıda, bizim Kepirlilerin masasında boş yer vardı, geçerken sordum; “Hasta mı var?” Kahvaltıya gelmeyen varmış, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın, İbnahim Ertur, Mustafa Saatçı pazar sabahları geç kalkıyormuş. Arkadaşlar beni çağırdılar oturdum. Konuşmalar arasında gene 1941 yılı Hasanoğlan günlerimiz anımsandı. O günlerle bu günler karşılaştırılırken bir sürü yanlışlar ortaya döküldü. Özellikle Yusuf Asıl, yanlışlarda direnince ben de o derece karşı çıktım. Özellikle kar yağışı konusunda dikleşerek:

-O yıl, bu günlerde buraya kar yağmamıştı! deyince; “O günler yazdıklarımı okur, seni utandırırım!” deyince Yusuf bu kez daha da dikelerek:

-Oku da görelim, sen hep okumaktan söz ediyorsun ama okuduğun ya da okuyacağın bir şey yok, olsa “OKUYACAĞIM!” deyip susmazsın, OKU DA GÖRELİM! deyince, eğer arkadaşlar da dinleyecekse okuyacağımı söyledim. Arkadaşlar hep birden “İSTİYORUZ!” deyince, Hasanoğlan'a gelirken getirdiğim notlarımı 23-30 Kasım 1941 günleri yazdıklarımı alıp kitaplığa geldim. Orası hem sıcak, hem de pazar sabahları pek kimse gelmiyor.

Arkadaşlar önce Yusuf Asıl'la tartışmamızı bir şakalaşma olarak algıladılar, sanırım sonunda bizim gülüşerek savlarımızdan vazgeçeceğimizi düşündüler. Defteri elimde görünce bakışlar değişti. Sami Akıncı ile Emrullah Öztürk dışında tüm arkadaşlar geldi. Emrullah bizim eskiden beri berberimizdir. Sami Akıncı ile daha önce kararlaştırmışlar, Sami'yi traş ediyormuş. Onları beklemeden arkadaşların isteği üzerine yazdıklarımı olduğu gibi okudum.

 

“23 Kasım 1941  Pazar

Mehmet Aygün dışarda tıkırtıları duyunca kapıdan baktı. “Yahu bu çocuklar nasıl kalkıyorlar?” diye kendi kendine konuştu. 8. sınıfların  birinin çadırında saat varmış, o saate uyuyorlarmış. O çadırdan biri saat izleyicisiymiş.

“Bugün çalışma yok, yatalım!” diyenler oldu. Böyle denmesine karşılık gene de herkes kalktı. Mehmet Yücel’le İsmet Yanar kalkmamakta direndiler. Derken onlar da kendi aralarında ağız dalaşına tutuştular. Tabak tıkırtılarını duyunca onlar da kalktı, hepimiz kahvaltıya gittik. Çay-peynir var. Hilmi, “Gidiyoruz ya, aşçı depoyu boşaltacak!” dedi. Mehmet Aygün masamıza geldi. “Kepirtepe’ye gidince nöbeti gene baştan başlatırsanız tutmam, kaldığı yerden başlasın!” Yüksek sesle, “Üzülme azizim, orada ben senin yerine tutarım!” diyen oldu. Mehmet Aygün, “Ben sadaka istemiyorum, sıraya saygı gösterilmesini istiyorum!” deyince öteki arkadaşlar sordular, “Şimdi nereden çıktı bu sıra işi?” Belli Mehmet Aygün bir olaya kızmış, söylemek de istemedi. Ben, “Buradan ayrılmadan önceki günün tarihini yazarız, orada öyle başlatırız, yapılamayacak bir iş değil!” deyince Mehmet güldü, sonra da üzüldüğü olayı anlattı. Mutfakta çalışan köylü Hacı, yemekhaneden getirilen kirli kapları karışık bıraktıkları için, sanırım kimse duymaz diye, “İt oğlu itler söz dinlemiyor!” gibi bir söz söylemiş. Mehmet bunu duymuş. Herhangi bir yanıt vermemiş, daha doğrusu verememiş, o an orada nöbetçi oluşunu uğursuzluk saymış, tepkisi bundanmış. Güldük, Hilmi başta oradaki arkadaşlar Hacı’ya yaşam boyu yetecek türden yanıtları verdi (!)

Kahvaltıdan sonra dersliğe gittik. Derslik, dersliklikten çıkmış gibi, bizim kahveye dönmüş. Kimisi sıra üstüne oturmuş, burada geçen günleri yaşamımızın yararsız geçmiş 8 ayı olarak öne sürüyor. Kimisi de gelen ekipleri tanıdığı için (yurdun her yönünden insan görmüş olmaktan) duyduğu sevinci söylüyor. Bir süre oturdum, sıkıldım, radyo açıksa dinlerim, deyip gittim, kapalıydı. Yusuf’la Ahmet Güner oyun önerisinde bulundular. Akordiyonu alıp Külhana gittik. Başka gelen de oldu, uzun süre oyunları tekrarladık. Bundan sonra oyunlar Kepirtepe’de de oynanacak. Lüleburgaz Halkevine gelen Lüleburgazlılar Zeybek oyunlarını görecekler. Yusuf, bunları söylüyor ama bir yandan da (Lüleburgazlıları küçümseyerek) “ Ne anlar kalçan ağızlılar zeybekten, efelikten!” deyip gülüyor. Yusuf'a kızmadığımı anlatmak için; “Kızlardan anlayanlar çıkar, onlar duyarlıdır!” dedim.

Öğle yemeği oldukça neşeli geçti. Namık Ergin Öğretmen bizim masada oturdu. Hidayet Gülen Öğretmen de bir başka masada, iki öğretmen de neşeli neşeli konuştular.

Öğleden sonra banyo sıramız gelmişti, rahat rahat banyolarımızı yaptık. Banyo yapınca yatakhaneye girmek serbest olduğu için çoğumuz yataklarında uzandı. Yatakhane kalabalıklaşınca ben derslik çadırına gittim. Notlarıma baktım. Günlük not tutmak hem zor olacak hem de kolay. Zor olacak, arkadaşlardan hemen hemen hiç rahat yok. Onlar da sıkıldığı için hemen “Ne yapıyorsun?” deyip başıma dikiliyorlar. Bugün, “Mektup yazıyorum, eve haber veriyorum!”dedim savuşturdum ama bundan sonra nasıl kurtulacağım? Gerçekten mektup yazdım hem de kısa kısa üç mektup. Babama, Eğitmen Mustafa Ağabeye, Kamber Amcama. Muhtar Çavuş Amcaya da yazacaktım ama yetiştiremedim.

Bayrak Törenine herkes güleç yüzle katıldı. Hidayet Öğretmen de “Gülersiniz ya!” diye öndekilere takıldı. Törenden hemen sonra gök gürleyerek yağmur geldi. Kar mar diyenler de oldu. Bu arada “Gök gürleyince kar değil yağmur yağar” diyenler de çıktı. Herkes bilgiç bilgiç konuşmaya başladı. Yemekten sonra derslikte geleceğe yönelik tasarılar serip döküldü. Gideceğimiz tarih birkaç gün önce belli olursa Ankara’ya gitme önerisi yapıldı. Mehmet Yücel takılmasını sürdürdü; “Kesinlikle Ankara’ya gitmem, kaybolursam buralarda kalırım!” dedi. Kalmasının daha iyi olacağı öne sürüldü. Bu tür takılmalarla yat zilini getirdik. Yatınca da bir süre uyuyamadım. Arkadaşlardan birileri de fısıltı olarak uzun süre konuştular…

 

24  Kasım 1941 Pazartesi

 

6 Ali Hasanoğlan’a geleli ilk kez nöbetinde neşeli neşeli konuştu, “Dağ Başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar!” dedi. “Ali Aga da seviniyor!” denince, ona da yanıt verdi. Gerçekte Ali Güleren demeden, özellikle Ali Aga ya da Kaz Ali falan dendiğinde duymazdan gelir, kesinlikle yanıt vermez. Oysa bugün Ali Aga da seviniyor denilince, “Neden sevinmeyeyim, sevdiğim bir şey olunca sevinmek sizin tekelinizde mi?” diye sorması arkadaşların gülmesine neden oldu. Ali nöbetine gidince arkasından bir süre ondaki değişiklikten söz edildi. Bu kez de şakacı grubu Emrullah’a takıldı. Emrullah gene tersten aldı. “Bana ne, neresi olursa olsun, benim için hepsi bir!” deyince, Bulgaristan’a yaklaşıyorsun işte, geri dönersin!” deyip çıktılar. Bu kez de bu söz tartışma konusu oldu:

-Bulgaristan’ı mı özlemiş? türü sorular ortaya atıldı. Halil Basutçu:

-O oradan kaçmış gelmiş, geri neden gitsin? diye sordu. Hüsnü:

-Siz Emrullah’a söylüyorsunuz ama beni de incitiyorsunuz, buna arkadaş olarak hakkınız yok!” deyip dışarı çıktı. Sami Akıncı hepsine birden çıkıştı:

-“Be birader, sizin üzüntünüz de sevinciniz de aynı kapıya çıkıyor, ikisinde de aynı sözler, çevrenizdekilere ulu orta saldırma. Bugün bu şekilde konuşmaların anlamı var mı?” Sami de sinirli sinirli konuşarak gitti. Mustafa Saatçı, gülerek, “Beni de sinirlendirdiniz sonunda” deyip Sami'nin arkasından gitti. Sami Akıncı’nın arkasından böyle yapması dikkatimizi çekti. İdris Destan, “Sami’nin duymayacağını bildiği için öyle yaptı!” dedi. İsmet’le Yusuf Asıl, “Öyleyse Sami’ye söyleyelim” deyince bu kez öteki arkadaşlar, ayıpladılar.

Kahvaltıya çıktık. Sevindik ama bir bakıma da şaştık, gene çay-peynir. Nasıl oluyor? Arkadaşlar güldüler: Aşçı başı bizi iyi uğurlamak istiyor. Kimileriyse “adamın çorbalıkları bitti” gibilerde söz üretti. Kahvaltıdan sonra topluca çalışma yerine gittik oradan çalıştığımız yerlere dağıldık. Ali Yılmaz Öğretmen, “Çok konuştuk sayısız olasılıklar ortaya koyduk, işte bir tanesi tuttu!” deyince arkadaşlar, “Neden on gün sonraya?” diye sordu. Öğretmen, “Çaresiz, tren ayarlaması falan yapılacaktır. Az sayılmaz 300’e yakın insan gidecek. Bunun için özel vagon düşünüyorlardır. Bunları kotarmak zaman ister!” dedi. Gülerek “Ne o, gidememekten söz ederken on gün beklemeyi mi çok buluyorsunuz? ” diye çıkıştı. Sonra da göz kırparak, buradaki işileri bitirmeden salmak istyemiyorlar!” dedi.

Biz gene on kişi olarak çerçeve işini sürdürdük. Arkadaşlar öğretmenle birlikte depolara gittiler. İlk kullanılacak yerler onlarmış. Bizim grup gene her günkü gibi sakin sakin çalıştı. Öyle sözleştik, “Boş boş konuşacağımıza elimizdeki işleri bitirelim!” Genel Müdürün dediği gibi, bu bizim işimiz. Arada  gene bir takım istekler ortaya dökülüyor. Örneğin Salih Baydemir onbeş günde bir evine gidecekmiş. Okulun önünden geçen bir Muratlı arabasına binince evinin önünde inebiliyormuş. Hasan Arabacı, aynı durumda olduğunu söyledi. Harun Özçelik daha garantili, trenle gidip gelecekmiş. Ben, “Her cumartesi gideceğim!” deyince ilgiyle vasıtayı sordular. Vasıta “Tabanvay!” deyince de güldüler. Tabanvay duymayan varmış. Yemeğe dönerken gene bir esintiye arkasından da çisiltiye tutulduk. Yemeğe oturunca yağış arttı. Biz yemek yerken kar atıştırmaya başladı. Bir ara iyice kara dönüştü. Hem bu yılın hem de Hasanoğlan’ın (köye düşen) ilk karını görmüş olduk. Sevinenler de var, üzülenler de. Rüzgar esiyor, kar tanecikleri savruluyor, yere ulaşamadan eriyor. Rüzgar da giderek arttı. Bizim çadırın pat patları gittikçe çoğalıyor. Rüzgar artınca yağışın kesileceğini artık hep biliyoruz. Mustafa Güneri Öğretmen şemsiye ile geldi. “Hepinize bir şemsiye veremediğim için üzgünüm ama sizi bugün dinlendirebilirim. Umarım yarın çalışırız. Sakın açıklarda gezip ıslanmayın!” diye dikkatlerimizi çekti. Uzun süre yemekhanede oturduk. Yağış bir ara kesildi. Bu kez de dersliğe gittik.

Derslikte kitaplarımı karıştırdım. Roma tarihini okudum. Pön Savaşları ilgimi çekti. Daha doğrusu şaşırdım; üç büyük savaş yapılmış ama İ. Ö. 264 yılından 146 yılına dek tam 118 yıl savaşmışlar. Bunun 32 yılı kanlı bıçaklı savaş, 76 yılı da hep savaştaymış gibi bir birlerine diş bilemişler. Üç büyük savaştan 1. savaş 23 yıl, 2. savaş 6, 3. savaş ise 3 yıl sürmüş ama, ara yıllarda hep birbirlerini yoklamışlar. Sonunda Roma, Kartaca’yı yenmiş; öyle yenmiş ki, koskoca Kartaca kentini yerle bir edilip, tarla gibi sürdürmüş. Böylece Roma, 118 yıldır kendisine meydan okuyan düşmanını yer yüzünden silmiş. Kartaca halkı denizciymiş. Daha önce bunlar Fenikeliler olarak okumuştuk. Onlar Fenike’den de (Akdeniz’in doğu ucu) savaş yüzünden kaçmıştı. O zaman savaştıkları Perslerdi (İ.Ö. 7. yy) Arkadaşlar birer ikişer gitti. Hasan Üner’le Sami kaldı. Ben de kalktım. Sami, “Gittiler ama şimdi orada konuşuyorlardır, başımda konuşulunca uyuyamıyorum” Hasan kitabını bitirmek üzereymiş, “Bitiriyorum, istersen verebilirim” dedi. Biraz karışık ama okuyanlar hep beğeniyorlar, “güzel kitap!” diye övüyorlar: Aşk-ı Memnu-Halit Ziya Uşaklıgil’in kitabı! “Yazarın Mai ve Siyah kitabını okumuştum; o da güzeldi, bunu da okurum!” deyip, bitirince vermesini istedim. Hasan ekledi, “Çok büyük yazarlardan, başka kitapları da var: Lev Tolstoi’dan Basübadelmevt, biraz karışık ama ben sevdim!” dedi. Aynı yazarın bir kitabını okumuştum, kitabın adını birden söyleyemedim ama Kafkasya’da geçtiğini Kazaklardan söz ettiğini anımsadığımı söyledim. Hasan:

-“Kazaklar mı acaba!” derken Hasan’ı kaldıracağımı sanan Sami, “Hasan kalsın, ben şimdiye dek hiç lüks söndürmedim!” deyince, Hasan kaldı, ben ayrıldım. Çoktandır böyle geç kalmamıştım. Gerçekten de erken gidenlerin çoğu hala ayakta, tıpkı derslikteki gibi konuşuyorlardı. Yatağım kenarda olduğum için kimseye bulaşmadan yattım. Okuduğum kitabı anımsamaya çalıştım. Kafkasya, Rusya oralarda bir yerleri anımsar gibi oldum. Atlı savaşçılar gözlerimde belirdi. Ötesini toparlayamadım.

 

25 Kasım 1941 Salı

 

Birisi çadırın kapaklarını açınca birden bir aydınlık, sertçe bir soğuk geldi yüzüme. Açan Fettah Biricik, “Yandık arkadaşlar, kar yağmış!” “Sahi mi?” diye sesler yükseldi. Herkes uyandı. “Az mı, çok mu?” Herkes kapıya gelip baktı. Yerler, çatılar bembeyaz. Çok değil ama gene de her tarafı örtmüş. Kaygılı kaygılı sorular başladı, “Trenler kalkar mı?” “Kalkar” diyene söz yok, yanılıp da “Kalkmaz!” diyen olursa küfürlerle karşılanıyor. Yemekhanenin okula dönük tarafına yarıya dek kar girmiş. Çoğu erimiş ama oturacak yerler ıslak. 40 dakikalık bir gecikmeyle kahvaltımızı ettik. Daha doğrusu çorbalarımızı, dikerek içtik. Yufkaları da öyle kuru kuru yedik. Derslik çadırlarımızda beklememiz söylendi. Kara karşın hava soğuk değil.

Namık Ergin Öğretmen geldi. Gülerek, “Güzel bir gün değil mi?” diye sordu. Arkasından da “Bu çadır size dar geliyor, şimdiye dek dikkatimi çekmemişti!” dedi. Arkadaşlar bir ağızdan “Büyük çadır kuralım!” dediler, öğretmen, “Biraz geç kaldık. En iyisi sizin bir kısmınız bu çadırdan çıksın, en azından bugün çıksın, kalanlar rahat otursun!” dedi. Şaka olduğunu düşündüğümüz için  hep güldük. Birden adım geçti, Halil, Sefer, Arif, Ertur, Saatçı, Hüseyin deyince ancak anladım, bize çalışma var. Öğretmen, “Benimle gelin, size daha rahat bir yer bulacağım!” dedi yürüdü. Durdu baktı, “İbrahim sen hepten yalnız mı kaldın? Marangozlardan bir kişi daha olsun!” dedi. Ben Salih’i söyledim. Öğretmen Salih’i kendisi çağırdı. Depolara gittik. Buraları ilk kullanılacak yerlermiş. Duvarcı arkadaşlar girişleri, çevreleri düzenlemek için işe giriştiler. Salih’le ben kapı ölçüsü aldık, geçici kapı yapacağız. İki kapı iki pencere. Öteki pencereler çakılarak kapanacak. Salih’le ben tahtaları hazırlayacağız, Öğleden sonra bize yardımcı gelecek, onlar çakacaklar. Salih çok sinirlendi. Ayrılanların beden olarak en küçüğü Salih. Ben, becerikli oluşuna yordum, teselli etmeye çalıştım. Makineyi bir hayli zor çalıştırdık. Kapılar için 20’lik tahtalardan 2’şer metrelik 10 tahta ile yeteri kadar kuşaklık, kapı kasalığı için kolonlar kestik. İki pencere için de gene 20’lik tahtalardan 1 metre boyunda 10 parça tahta ile yeteri kadar kuşaklıları, kasalıkları hazırladık. Namık Öğretmen geldi, “Burada mı çakarsınız, oraya mı aldıralım?” diye sordu. Biz burada çalışmayı yeğledik. Öğretmen “Öyleyse şimdilik paydos. Öğleden sonra buluşalım” deyip gitti. Yola çıktık kimsecikler yok. Meğer arkadaşlar daha önce gitmiş. Onlar bizi unutmuşlar. Öğretmenin sonradan aklına gelmiş. Salih kulaklarının üşüdüğünü söyledi. Benimse ağzım, dudaklarım dondu. Kulaklarımda da hafif bir yanma oldu ama fazla önemsemedim. Yemeğe yetiştik. Arkadaşlar bizi görünce, “Sizi unuttuk!” dediler. Yemekleri görünce geçen iki günün yemek sevinci uçtu, gitti. Gene ekmek yok, yufka yedik. Sıcak mercimek çorbası, etsiz nohut, bulgur pilavı. Çorbanın sıcaklığı tadını tuzunu düşündürmedi. Hilmi bile pilavın yarısını bırakırken çorbayı neredeyse yaladı yuttu.

Hava biraz ılır gibi oldu. Okul bahçesinde sular birikmiş kardan eser kalmamış. Ancak çevre olarak görebildiğimiz Lalabel tepeleri deliksiz kar kaplı. Elmadağları ise yok; gökyüzü ile birleşmiş. Bizim köyde çevre dedikleri büyük bir mendilim var, onu alıp çenemden kulaklarıma bağladım. Salih kasketiyle kulaklarını kapattı. Kimseyi beklemeden gittik. Sorarlarsa, “Aaa, biz sizi unutmuşuz!” diyeceğiz. Gittik, önce pencere kapaklarını çaktık. Kapıların birini de bitirirken Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Bize teşekkür etti. Salih’ten çekici alıp ikinci kapıyı kendi çaktı, “Üşüdüm, kanım hareket etsin!” dedi. Bugün çalışılmayacağı konuşulmuş, Bu tarafa gelen olduğunu görünce merak edip gelmiş. Yapıcıların gelmediğini gördük. Salih’le ben, sonra da öğretmen kendiliğimizden gelmişiz. Öğretmen önce güldü, sonra da “Çok iyi oldu; gerçi gelip giderken üşüyeceğiz ama bunları gene biz yapacaktık. Belki de daha soğuk günlerde çalışmak zorunda kalacaktık!” deyip bize bir daha teşekkür etti. Kasalıkları hazırlamıştık ama kesmemiştik. Öğretmen, “Bunları da keselim, çakması kalsın!” dedi Makineyi çalıştırmaya geçti. Ancak makine çalışmadı. Öğretmen kuşkuyla bize sordu, “Bir şey mi oldu acaba?” “Biz çalıştırıp tahtaları kestik, çalışırken durdurduk!” deyince öğretmen “soğuk havadan olabilir” deyip kesmekten vazgeçti. Biz elle kesmeye karar verdik. Sekiz büyük sekiz küçük parçayı duraksamadan kestik. Öğretmen “Yeter bu kadar özveri, haydi gidiyoruz!” deyip yürüdü. Yarış ederek, öğretmenin evine geldik. Öğretmen ayrılırken, “Siz gider, ben kalırsam çok üzüleceğim, biliyor musunuz?” dedi. Önce Salih sonra ben, “Biz de!” dedik. Bir kez de ikimiz birden, “Biz de!” deyip ayrıldık. Çeşme önüne inerken oralarda kar kalmadığını gördük. Çiğnenen yerlerde hemen kalkmış. Okul azıcık yüksekte oralarda kalkmamış. Bizim derslik yolu çiğnenmiş ama etraf kar. Dersliğe girince bize “Nerdesiniz, sizi arıyoruz!” diyenler oldu. Cumartesi Ankara’ya gidilecekmiş. “Hava!” demeye kalmadı, “cuma günü açık olursa gidilecek. Perşembe, cuma günleri daha fazla kar yağar ya da soğuk artarsa gitmekten vazgeçilecek.” Salih düşünmek istedi, ben hemen yazıldım. Yusuf, Hasan, Orhan bizi merak etmişler, “Ne yaptınız, herkes burda kaldı siz neden gittiniz?” diye sordular, Olayı anlattık, “Çok kolay bir işi öğretmenle birlikte yaptığımızı söyledik. Biz de onlara sorduk, “Siz ne yaptınız?” Hasan içini çekti:

-İki satır kitap bile okuyamadım. “Üşüyoruz, konuşunca ısınıyoruz!” deyip gün boyu şamata yaptılar. Bir daha böyle bir iş çıkarsa beni de alın!

Hasan’dan aldığım kitabı açtım baktım, nedense bu akşam başlamak istemedim. Roma tarihini bitirip notlar alacağım. Hiç değilse tarih dersine hazırlıklı olurum. Oldukça sert rüzgar esiyor. Yemeğe giderken arkadaşlar  “Hıtıtıtı yarışı” yaptı. Çok üşüyorlarmış. Ben pek üşümedim. Yemek yerken bizim çadırın pat-pat vuruşu tüm çocukların ilgisini çekiyor. Hemşerim 9 Mehmet (Hamitabatlı Mehmet Özalp) nöbetçi, gülerek geldi, “Abi siz bu patırtıda nasıl uyuyorsunuz?” diye sordu. Ben, “O şimdi boşken öyle biz içine girince duruyor!” dedim. Mehmet inanır gibi oldu, “Yapma, doğru mu?” diye sorunca, şaka olduğunu söyledim. “Vallahi inanırdım!” deyip ayrıldı. Mehmet’le konuştuğumuzu gören Kadir hemen geldi, “Ne söyledi o kızan sana?” (Kızan, çocuk anlamında) diye sordu. Benden önce Orhan, “Tatlı istiyor musun!” diye sordu” deyince, “Yalan söylemiştir, tatlı bulsa o kendisi yer!” deyip yürüdü. O gidince Hilmi dayanamadı, “Bana kızacaksınız ama ben şimdi bu cüceye nasıl takılmayayım? Besbelli ki bir kuyruk acısı var, ilk fırsatta onu çıkarmaya çalışıyor. Ama ayıp ediyor. Arkasından söyleyerek kendi kendini aldatıyor!” Hasan güldü, “Hemşerim kusura bakma aynı duruma sen de düşmüş oluyorsun. Seninki de arkasından konuşma!” Hilmi, Hasan’a biraz sertçe baktı, “Öyle miiiiii?” diye sordu. Mehmet Aygün dikkatle dinliyormuş, hemen yanıtladı:

-Öyleeee! Arkasından Yusuf Asıl da “Öyle!” dedikten sonra bir “Yaaaaa!” çekti. Hilmi bana baktı, Çaresiz ben de “Biraz öyle!” demek zorunda kaldım. Hilmi bu kez sordu:

-Ben sizden neden farklı düşünüyorum? Ben de bunu bir türlü anlamıyorum. Salt bugün değil başka zamanlar da bu oluyor! Harun Özçelik ortaya konuştu:

-Konuşmaları neden hep çatışmaya götürüyorsunuz? Ufak tefek kusurları duymazdan gelseniz olmaz mı? Salih Baydemir:

-Örneğin ben Yusuf’un şapırtılı yemek yeyişini hoş görüyorum! Yusuf hemen yanıtladı:

-Ben de Salih’in herkes konuşurken tilki gibi susmasını görmezden geliyorum. Ama biliyorum ki o karışmadığı konuşmalardan kendine göre bir sonuç çıkarmaktadır! Söze karışarak:

-Ben de öyleyim, kendimi düşünmek zorundayım. Konuşulan konu beni de ilgilendiriyor ya da ilgilendirecekse neden dinleyip gerekeni yapmayayım? Yusuf:

-Onu demek istemedim! derken kalktım. “Siz Harun’un dediğini ya anlamadınız ya da işinize gelmediği için geçiştirdiniz!” Benden sonra herkes kalktı. Kartopu oynamaya başlayınca konuşmalar uçtu gitti. Nedense sonunda tüm kar topları bana yöneldi, kaçarak dersliğe sığındım. Bir süre ellerimi ufuldadıktan sonra Aşk-Memnu kitabını okumaya başladım. Aşk-ı Memnu, yasak aşk demekmiş. Nesi yasak, ya da nasıl olursa yasak? Bir süre düşündüm. Yakılacak Kitap bir olayı anlatmıştı. Bir birini hiç tanımamış kardeşler evlenmeye kalkmış. Burada da öyle bir şey mi var acaba? Kitaba başlarken biraz duraksadım, Mai ve Siyah ile Araba Sevdası karışımı gibi bir kitap, sanki ayni yerlerde yaşamış kişiler. Firdevs Hanımın adı bile Bihrus Beyi andırıyor. Hep babalarından kalmış büyük varsıllıklara konmuş kimseler. Konaklarda oturuyorlar. Burada bir de Adnan Beyle karşılaşıyoruz. Kırkını aşmış, gelinlik kız yetiştirmiş olmasına karşın kızı yaşında kızlar arkasına düşen bir varsıl kişi. Firdevs Hamın’ın iki güzel kızı var: Bihter-Peyker. Peyker evli, Bihter evlenmek için varlıklı birini arıyor. Daha doğrusu Bihter değil de Firdevs Hanım kendi çevresine caka yapmak tutkusuyla kızını kesinlikle bir varsıla vermek niyetinde. Adnan Bey ortaya çıkınca Firdevs Hanım “Turnayı gözünden vurdum!” diye uçuyor. Adnan Beyin güzel kızı Nihal de böylece yaşdaş bir anne ile karşılaşıyor. Nihal, güzel, yaratılış olarak uyumludur. Cici annesiyle yakın ilişki kurmak niyetindedir. Candan yaklaşımlarla Bihter Hanımın dizi dibinden ayrılmaz. Ancak Bihter Hanım Adnan Beyle sıradan bir evlilik yapmıştır. O gerçekte yaşamı heyecanlı bir süreç olarak düşlemektedir. Adnan Beyin bir de yeğeni vardır: Behlül. Behlül, yeni yetme düzeyinde görülmesine karşın, konaklarda sürdürülen yaşamlarının raconlarını iyi bilir. Hele Firdevs Hanım tipi annelerin yetiştirdiği kızların mantalitelerini ilk karşılaşmada daha gözlerinden okur. Behlül, önce evli olan Peyker’i elde eder. Aslında gözü Bihter’dedir. Ancak Peyker’le olan ilişkisinde nasılsa bir açık vermiştir. Bir sevişme ya da öpüşme sahnesini Bihter izlemiştir. Neden kendisi değil de kardeşidir? Bihter bunu sorun yapar, uzun süre naz etmesine karşın Behlül’le ilişki kurmak için can atmaktadır. Geciken ilişki kurulur. Kurulan ilişkinin sürmesi için bir şans doğar, daha doğrusu bu şans biraz yaratılır: Adnan Beyin Kızı Nihal’le Behlül’ü evlendirme sözü ortaya atılır. Bihter’le Behlül’e gün doğmuştur. Nihal önce çok sevinmiş, mutluluğa yaklaştığını sanmıştır. Konaklarda dış görünüşüyle yapay yaşamlar bir süre gizliliğini sürdürür.

Başlangıçta Araba Sevdası ile bağlantı kurar gibi oldum ama olaylar çok değişik gelişti. Ancak anlatımlar, olayların geçtiği yerler, insanların olaylar içindeki yerleri gene de çok benzeşmekte. Kırmızı ve Siyah romanını anımsadım. Orada da kıskanan kadınlar var, orada da yasak aşklar var. Ancak orada insanlar gene de ilişkiler içinde, günlük yaşamlarını sürdüyor, tartışıyor,  geçmişten söz edip günlük olayları dilleyebiliyor. Madam Renal, istenmeyen bir şey yapıyor ama bir suçluluk duygusu da taşıyor. Mösyö Renal, eşinden kuşkulanıyor, onu hoş görmüyor buna karşın bir yandan da, işini, halka karşı durumunu, çocuklarını düşünüp bir katlanma sorumluluğu taşıyor. Onun tavırlarından biz bunları çıkarabiliyoruz. Orada da konaklardakine benzer bir yaşam var. Ancak o konaklarda geçmiş tarihsel olaylar eleştiriliyor. Salt bunlar değil, anlatılanlar da sanki görülüyormuş duygusunu veriyor. Örneğin Mathilde’ye gece gizlice gelen Julien’in merdivenden çıkışını, tabancasını elinde tutuşunu, Mathilde’den saklayışını, Mathilde’nin kuşkulanıp elindeki tabanacaya bakmasını görmüş gibi anımsıyorum. Oysa bu akşam okuduğum bölümlerde görür gibi olduğum hiçbir olay yok. Sadece anlatılıyor. Sanki duvarın öbür tarafında olanları duvarın bu tarafındakilere anlatır gibi yazılmış.

Başımı kaldırınca gene en geri kaldığımı gördüm. Sami Akıncı bile gitmiş. En erken yatarken en geç kalan olmuş durumdayım. Bu kez kar kalkmadı, kalkacağa da benzemiyor. Derslik yolumuz ezildi ama gene kar yol olarak kaldı. Şimdilik kaymıyoruz. Benim lastik ayakkaplarım var. Ablalarımın ördüğü yün çoraplarla onları giyince ayaklarım sıcak duruyor. Lastikler kaymıyor. “Bir gün daha bitti” sözleri arasında kapıdan girdim. Kapı dediğim çadırın çift kanat kapakları. Çengelli düğmelere ipler takılarak içerden kapatılıyor. Bihter’i, Nihal’i Adnan Beyi düşlerken yattım. Bu kitapları kimler okuyor? Bu okuduğum kitap bana ne öğretiyor? Bence bu kitap öğrenciler için değil. Elbette öğrenci olmayanlar da roman okuyor! Öğretmenlerin okuduğunu biliyoruz. Maksim Gorki’den okuduğum Benim Üniversitelerim’le Ana’yı düşündüm, oradaki insanlar nasıl yaşıyor, Aşk-ı Memnu’daki insanlar nasıl yaşıyor! Maksim Gorky’nin insanları arılar, karıncalar gibi, ölüyorlar, öldürülüyorlar ama kalanlar gene kıpır kıpır, canlı yaşamlarını sürdürüyorlar. Aşk-ı Memnu’daki insanlarda yaşamsal bir canlılık göremiyorum. Bizim yazarlarımızdan okuduğum kitapları birer birer anımsadım. Çalıkuşu romanında Feride öğretmen olduğu için kendi öğretmenlerimizi göz önünde tutarak biraz canlı buluyorum. Yaban’daki Ahmet Celal için söylenecek bir söz yok. O yaşam başka türlü düşünülemez zaten. Kuyucaklı Yusuf capcanlı insanların iyi kötü yaşamlarını anlatıyor. Ömer Seyfettin kısacık öykülerinde bile insanların yaptığı işleri ya ka kötülükleri belli bir yerde belli zamanlarda yaptırıyor. O yerleri görür gibi oluyorum. Koca Ali’nin küçük kulübesini ya da sonradan yamandığı kasap dükkanını düşlüyorum da Firdevs Hanımın konağını, ne konağı, kendisini bile somutlaştıramıyorum. Bizim kahveye gelenler benden gazete okumamı isterler. Onlara bu kitabı okusam ne derler acaba? Kesinlikle okumam. Ben okumaya kalksam babam önler. Biliyorum babam bana “O kitabın yazdığı, onların anlamadığı ya da beğenmediği olayları sen yapıyormuşsun gibi dedikodu yayarlar, sakın ha, düşme şunların dillerine!” der.

 

26 Kasım 1941 Çarşamba

 

Recep Kocaman çadırın iplerini çözmeye çalışırken Hilmi yardım için kalkıp geri oturunca uyandım. Recep'in ne dediğini tam anlayamadım, Hilmi “Yapma yahu!” deyince durum anlaşıldı, kar yağıyor. Yattım. Bir zaman en erken yatıyordum, şimdi ise en geç ben yatıyorum. Gene bir zaman en erken ben kalkıyordum, şu bir hafta en geç kalkan ben olacağım. Bugün ayın 26’sı, Perşembe 27, Cuma 28, Cumartesi 29, Pazar 30, pazartesi 1 Aralık, Salı 2 Aralık, Çarşamba 3, Perşembe 3, Cuma 4, Cumartesi 5 derken Orhan karıştı, “Komşu sen işi uzatıyorsun, hani 4 Aralık günü gidecektik?” diye sordu. Beni duyduğunu sanmamıştım. “Ben, gittiğimiz günü değil Kepirtepe’ye varışı hesaplıyorum!” dedim. Orhan telaşla sordu “Yolculuk iki gün mü sürüyor?” Bu kez de ben sordum, “gelirken kaç günde geldik?” Orhan hesabını yaptı. Bizim konuşmamıza Kadir daha sonra da Halil Basutçu karıştı. Sonuçta 17 Nisanda yola çıktığımız, 18 Nisan akşamı da Hasanoğlan’a geldiğimiz anlaşıldı. Daha doğrusu onlar anladılar. Hasanoğlan’da da 8 ay 18 gün kaldığımızı hesapladık. Bir ilginç olay da bu sabah zil mil çalmadı. Çalmadı mı duyulmadı mı? Recep geldi haber verdi, kahvaltıya öyle çıktık.

Kahvaltıda çay-peynir oluşuna sevindik, ekmek gene yufka. Ancak hiç kimse sızlanmadı. Çünkü hava gerçekten kış, belki kamyon da işlemiyor. Trenle ekmek gelse bile bugün Lalabel ya da Lalahan’dan almak olasılığı yok. Kar yağışı sürüyor. Selçuk Korol Öğretmen nöbetçi, bize, “Sizin dersliğe gelebilirim!” dedi. Topluca gittik. Çadırı kapattık. Çadır kapatılınca pek üşümüyoruz. Çadırın etekleri kar altında kaldığından esinti gelmiyor. Beklememize karşın Selçuk Öğretmen çok geç geldi. Gelince de arkadaşlarla şakalaştı. Nasrettin Hoca fıkrası anlattı. Arkadaşlar sözü kara getirince Selçuk Öğretmen “Kardan, kıştan yakınmaya hakkımız yok, burası soğuk bölge, bu yıl bizim şansımıza kış geç başladı!” deyince arkadaşlar, gülerek “Ne şansı öğretmenim 3 yılda 5 kez yer değiştiren, 9 aydır ders görmeyen, öteki yıllarda da derslerinin çoğu boş geçmiş öğrencilerin şansı mı olurmuş?” dediler. Öğretmen bu sözlere gülerek yanıtlar verdi. Asker fıkraları anlattı. Askerin birine acı haber bildiren bir mektup gelmiş. Askerin annesi vefat etmiş. Komutan mektubu verip birden üzülmesini önlemek için bir arkadaşının uygun bir yolla duyurmasını düşünmüş. Çavuşu çağırmış, dilinin döndüğünce çavuşa anlatmış. “Birden söyleme, yaşamın cilvelerinden söz et, insan kaderinden söz et, en uygun düşecek bir yerne annesinin ölümünü duyur!” demiş. Çavuş ya da on başı, “Başüstüne komutanım!” deyip ayrılmış. Birliğine gidince annesi ölen askeri çağırmış. Arkadaş olmak istediğini söylemiş. Memleketinden söz etmiş. “Bağlarımız var, şimdi onları babam koruyor, koyunlarımız var, onları kardeşim otlatıyor, tavuklarımız var, annem onlara bakıyor” şeklinde uzun uzun anlatmış. Sonun da askere sormuş, “E, senin köyünde birşeyin yok mu?” Asker omuz silkmiş, “Biz fakiriz, iki ineğimiz, bir eşeğimiz birkaç koyunla, beş on tavuğumuz vardır; onlara da anam bakar!” deyince onbaşı “Nah!” demiş, “Anan bakıyormuş, anan öldü, o dediklerinin hepsi şimdi ortalıkta kaldı!” Önce hepimiz güldük, öğretmen de güldü. Bekir Temuçin “Kıssadan hisse çıkaralım!” dedi. “Öğretmen fıkralardan hisse çıkarılır ama ben bunu o amaçla anlatmadım.” Bekir’e sordu: “Neden bir öncekinden hisse çıkarmadın da bundan çıkarmayı düşündün? Bir önceki fıkra Nasrettin Hoca’dandı. Hoca eşeğini bir güzel yüklemiş, o yaz ne ürettiyse pazara götürüp evinin gereksinimlerini alacakmış. Yorulunca biraz dinlenmek istemiş. Çok yorgunmuş, uyuyup kalmış. Uyandığında eşeğin olmadığını görmüş. Bulmak umuduyla koşmuş durmuş. Boynu bükük evine dönerken eşek yüksüz eğersiz çıkmış gelmiş. Hoca eşeği görünce öylesine sevinmiş ki eşeği yedeğine almış şükrederek evine dönmüş. Öğretmenin “Onda kıssadan hisse yok mu?” diye sorduğu bu fıkraydı. Bir öğrenci geldi Selçuk Öğretmeni çağırdı. Öğretmenden sonra çıkıp gezinenler oldu.Yusuf’la Ahmet Güner yemekten sonra külhana gidip oyunları tekrarlamayı önerdiler. Akordiyonu ortak taşıma koşuluyla razı oldum.

Kar yağışı durdu, Elmadağları tarafı aydınlandı. Nöbetçiler okul bahçesine yol açmışlar. Öğlede etsiz fasulye, bulgur pilavı erik suyu yedik. Artık ekmek beklemiyoruz. Arkadaşlar yufkayı övmeye başladılar bile. “Köy ekmekleri çoğu zaman kara oluyor, yediğimiz yufkalarsa hep beyaz beyaz!” diyorlar. “Sahiden bizim köydeki ekmekler salt buğday unu olmasına karşın nedense esmer olur. Oysa çarşı ekmekleri, (bizim köyde Kırklareli ya da Lüleburgaz’dan alınan ekmeklere çarşı ekmeği derler) çok beyaz oluyor. Benim bildiğim çavdar unundan yapılan ekmekler çok esmer oldukları gibi aynı zamanda yumuşak biraz da yapışkan olurlar. Buğday unundan olmasına karşın ekmeklerin esmer olmasını babam iki nedene dayandırmaktadır. Birinci neden un öğütülen değirmen bir önceki unla karıştırdığı için. 2. neden ise gene değirmenden gelmektedir. Değirmen taşları buğdayı tam un yapmadığı için buğdayın kabuk rengi unu etkilermiş. Babamın bu görüşü köyde giderek değer kazandı. Şimdilerde beyaz ekmek yemek isteyenler, ekmeklik unlarını Kırklareli’de Belediye unlarını öğüten Ahmet Ziya Un Fabrikasında öğüttürüyorlar. Değirmenler arasındaki farkı herkes anlamış durumda. Gene de bir renk farkı görülmekte ise de bunun buğdaya karışan başka maddelerden olduğu sanılmaktadır. Bunun için buğdayların elekten geçmesi gerekirmiş. Elek işi köyde oturanlar için çok zor olduğundan ona katlanamayacaklarını söyleyerek biraz esmer ekmeğe razı olmaktadırlar. Çünkü elek işi un öğütmekten daha zor oluyormuş. Zaten elek dedikleri arıtma yerleri Trakya’da Çorlu, Kırklareli, Edirne’de varmış. Oralara gidip günlerce beklemeyi kimse göze alamıyormuş.”

Öteki arkadaşlar beni sessizce dinlediler. Hilmi Altınsoy, ”Abi, sen ne kadar çok şey biliyorsun, bunları nasıl öğrendin?” diye sordu. Ben, “Bunları köy kahvesinde konuşuyorlar, o denli tekrarlıyorlar ki, öğrenmemek elde değil!” deyince Mehmet Aygün Hilmi’ye “Bunları öğrenmek istiyor musun?” diye sordu. Hilmi çok iyi niyetle, “İstiyorum!” deyince Mehmet bu kez bana, “Hilmi’yi yaz tatilinde götür sizin kahvede garsonluk yapsın, o zaman bunları öğrenir!” dedi, arkadaşlar güldü. Bu kez de Hilmi, garsonluk sözüne takıldı, “Garsonluk yapacak göz var mı bende?” deyince Salih Baydemir, “Sen önce bunları öğrenecek kafa var mı diye kendine sor!” deyip güldü. Hilmi sıkıştığını anladı, Salih’in güldüğünü görünce, “Gıdıkla da ben de güleyim!” dedi. Yusuf’la Hasan “Gıdı gıdı” yaptılar, Kalktık. Derslikte bir süre oturduktan sonra bizim marangoz takımından, Ali, Musa, Hasan Gülümser, Süleyman Gege geldiler. Akordiyonu alıp Külhana indik. Külhan dediğimiz yere o adı biz taktık ama gerçekte nedir, niçin yapılmıştır bilmiyoruz. Üstü kapalı, üç tarafı duvar, pencere falan yok, dördüncü tarafta ise duvar yok, doğrudan bahçeye, daha doğrusu ağaçlar arasına çıkıyor. Araba korunağı ya da kereste kuruluğu gibi bir yer. Açık olan tarafı ağaçlar arasına açıldığından yol da yok. Gezmek için oralara çıkanlar görüyor. 4 aydır orada oynuyoruz, şimdiye dek hiç kimse de önümüzden geçmedi. Yusuf, Ahmet, ben, burasını kendimiz için büyük bir şans sayıyoruz. Burasını biz de bilmiyorduk. Çifteler Ekibi geldiği günlerde tanıştığımız Çiftelerli Mustafa Atavcı ile konuşurken nedense oradan geçiyorduk. “Nerede oynarız?” diye konuşurken Mustafa eliyle gösterdi, “Bakın burada kimse yok, burada oynayabiliriz!” dedi. O günden sonra burasını peydahladık. O gün bu gündür, Külhan bizim oyun yerimiz oldu. İşin ilginci, her yan kar dolu, bizim Külhanın girişinde bir metre yere kar düşmesine karşın arkalar kupkuru. Arkadaşlar bana içerde bir oturacak yer yaptılar, onlar oynadı ben onlara uydum. Oynayanlardan terleyenler bile oldu. Oyuncular da giderek kalabalıklaştı. Geç vakitler bıraktık. Omuzlarımın ağrıdığını kalkınca duyumsadım.

Dersliğe gidince kitabı açtım. Beklentim, çapkın Behlül’le duyarlı, güzel kız Nihal’in düğünleri ve de sonrasının konaklardaki yaşamı belli bir çizgiye getirmesi doğrultusunda. Nihal Behlül’ü yola getirecek, Bihter bir ölçüde Peyker yaptıklarından pişman olacaklardır. Ancak bu kolay olabilir mi? Bihter’in bu evliği, Behlül’e daha rahat yaklaşmak için sevinerek onaylanacağı umulurken bir ölçüde dış görünüşüyle böyle görünürken, duygusal yönden tam tersi olur. Bu evliliği önlemek için planlar kurmaya başlar. Nihal açık yürekli olduğu gibi başkalarını da öyle sanmaktadır. Kuzen Behlül’ün konağa sık sık gelip gittiğini, kendisi için sanır, cici annesini ya da evli olan ablası Peyker’i aklından bile geçirmez. Ancak herkes öyle değildir. Örneğin evin beslemeliği zenci Beşir dönen fırıldakları ayrıntılarıyla izlemektedir. Konaktaki insanların havasına kapılarak kendisi de aşk gereksinimine kapılmış, evin kızı Nihal’e sırılsıklam aşık olmuştur. Beşir, Nihal’in en yakındadır, Nihal’in işlerini tümüyle o görür. Büyük özverili çalışmalara dayanamayıp sonunda verem olmuştur. Atlatmak üzere direnir. Gene de gözleri Nihal’in üstündedir. Nihal’in Behlül canavarıyla evleneceğini duyunca çılgına döner. Nihal bunlardan habersiz gelin olma düşleri içinde günleri sayar. İşte böyle bir duyarlılık içinde cici annesinin giysilerini giyip düşlerini renklendirmeye kalkmıştır. Bu sıra Nihal’i gören Behlül, giysilerine bakarak Bihter için her zaman söylediği aşk sözlerini söyler. Nihal bu yanılgıyı değerlendirir. Sonuç acıdır. Nihal gerçekleri öğrenmiştir. İş bununla da bitmez bir akşam merdiven aralığında Bihter’le Behlül’ün açık açık aşk konuşmalarını dinler; dayanamaz bayılır, yatağa düşer. Kızının durumuna üzülen Adnan Bey, gelir kızının yatağına oturur. Bunu fırsat sayan Beşir bildiklerini, gördükleri Adnan Beye anlatır. Adnan Bey durumu bir de Bihter’den öğrenmek ister. Ancak Bihter Adnan Beyle yüz yüze gelecek durumda değildir, kapısını kilitler. Elinde tabanca vardır. Adnan Beyin sözleri olumlu bir etki yapmaz, Bihter intihar eder. Behlül iz bırakmadan yok olur. Nihal iyileşir, eskiden olduğu gibi baba kız, bundan sonraki yaşamlarını yine birlikte sürdürür.

Kitabın sonundan fazla etkilenmedim. Kitabın başlığıyla anlatılanlar arasında uyumlu bir ilişki de bulamadım. Anlatılanlar aşk da değil, ucuz ilişkiler. Behlül Peyker’le ilişki kurunca Bihter’in de Behlül’e yanaşması aşk olur mu? Peyker Behlül’ü sevmişse neden bir tepki göstermedi? Peyker’in kolayca vazgeçtiği bir kişi için Bihter canını nasıl veriyor? Bence romanda anlatılanların olabilirliğini düşünmeme karşın öyle bir ortamdaki kişilerin canına kıymalarını beklemiyordum. Canına kıyacak tipler, öyle ulu orta aşk yaşamına girmezler. Hasan’a bunları söyledim. Hasan gülerek “Ben bilmem, yazar kitabına böyle yazmış!”dedi. Hasan da haklı. Hasan’a teşekkür ettim. Halit Ziya Uşaklıgil için Fikret Madaralı öğretmenimiz, önemli yazarlarımızdandır, tümceleri uzun, kullandığı sözcükler biraz eskidir ama, usta bir yazarımızdır!” demişti. Romanda Nihal’i biraz sevdim ama, onun da çevresini o denli görememesini yadırgadım. Hele çok yakınında olmasına karşın Beşir’in kendisini sevmesinden habersiz oluşu inandırıcı olmamaktadır. Anlayıp, umursamazlığı ise affedilecek bir tavır değildir. Hele Behlül’den sonra suçlu gibi evlilikten uzak kalması onun gerçekçi bir kişilikten uzak olduğunu göstermektedir. Bu nedenle romandaki kişilerin hiç birisi belleğimde iz bırakmayacaktır. Belki kişi adları unutmayacağım. Bihter, Behlül, Peyker, Beşir, benim tanıdığım hiç kimsede bu adlar yok. Bizim okulda da yok. Beşir belki de yanlış yazılmış, Bekir, Beşir olmuştur. Kendi kendime güldüm; kitap boyunca yanlış yazılır mı? Bizim köyde Bekir adı da yok. Ancak Hazreti Ebubekir, eskiden okuduğum kitaplarda geçiyordu. Bir de Küçük Paşa kitabının yazarının adında geçiyoyor. Ebubekir Hazım Tepeyran. Ne anlama geliyorsa, yazarın soyadı ilginç. Yatınca yazarların adlarını düşündüm: Falih Rıfkı Atay. Falih adı da yanlış mı yazıldı diye kendime sordum. Herhalde Fatih yazacaklarına Falih yazmışlardır. Şevket Rado’nun soyadını önce çok merak etmiştim. Sonra öğrendim, göç ettiği yerden almış soyadını. Va-Nu’yu öğrendim ama gene de Vala ne demek bilmiyorum. Sanırım bu da Hala olması gerekiyor. Okul Müdürümüzün soyadı İdil, bir nehir adı, onu daha Edirne’de öğrenmiştik. Selçuk Korol Öğretmenden hiç sormadık soyadının anlamı nedir? Sıra arkadaşım Halil Basutçu’ya geldi, yarın bir daha soracağım.

 

27 Kasım 1941 Perşembe

 

“Bir hafta kaldı” sözlerine, “daha bir hafta nasıl geçecek?” soruları karışıyor. En güzel sözü Hüseyin Serin söyledi, “Hava açık, kar yağmıyor!” Soranlar oldu, “Kar kalkmış mı?” Hüseyin Serin yanıtı, “Hayır, kar yatıyor!” Arkadaş bunu  “Kalkmış” sözünün karşılığı olarak dedi, hep biliniyor ama, arkadaşın bir kusurlu dili var, ilk günden beri bu zayıf tarafı için takılan arkadaşlar, bu sözü o kusura yamayıp güldüler, “Kar yatıyormuş! Kar yatar mı?” Hüseyin nöbetçi olduğu için gitti. Arkasından konuşanlara Sami Akıncı çıkıştı:

-Kendi kusurlarınız söylenince çileden çıkıyorsunuz, başkalarının kusurlarını ise abartmaya bayılıyorsunuz! Bekir Temuçin, “Hüseyin’in söylediği söz yanlıştı, sen bunun doğru olduğunu mu savunuyorsun?” diye Sami’ye sordu. Sami, “Genelde kar yatıyor denmez. Ama arkadaşlar yataklarında yatıyor. Yatağında yatan bir kimse, “Kar kalkmış mı?” derse sorulan kişi ben de olsam, “Hayır yatıyor” diyebilirim. Dikkat edilirse aslında soru da yanlıştır; kar kalkmaz, erir ya da kürünür. Siz burada salt Hüseyin’i incitmek için, onun konuşma kusurunu kurcalayarak üzüyorsunuz. Sonra da buna şaka diyorsunuz!” İsmet, “İşte arkadaşlar, bir büyük övüdü, unutmayın, şakalarınızda bunlara dikkat edin!” deyince İsmet’e “Bravo İsmet!” diye bağırdılar. Nöbetçi Hüseyin Serin ne düşündüyse geldi, “Arkadaşlar, kar kalkmadı ama siz kalkacaksınız, kahvaltı başladı, çaylarınız soğuyor!” dedi gitti. Yüzünü yıkamamış olanlar varmış, itişerek koştular.

Kar kalkmamış ama sanki azalmış gibi. Zaten okul bahçesi temizlendiğinden, kar bizim çadırın ipleri altında çadır eteklerini saran bir kuşak, bir de çatılar, kar yığını. Hava açık. Kahvaltıda herkesin bir beklentisi var gibi; “Bugün de dinlenme var mı?” Reşat Terkinay Öğretmen duyurdu: “Bugün de dersliklerde oturulacak, öğretmenler beklenecek. Öğretmenler bundan sonraki çalışmalar için açıklama yapacaklar!” Derslikte yapılacak açıklamalar üstüne bir yığın açıklama yapıldı. En güzel açıklamayı, Mustafa Saatçı yaptı:  “Sessiz, sakin dersliklerinizde oturun, ortalıkta dolaşıp göze batarsanız, kar mar dinlemez sizi çalışmaya gönderirler. İş yok diye sakın düşünmeyin, binaların çevresindeki karları demir yoluna dek süpürtürler!” Açıklama yarışını kazanan Mustafa Saatçı’ya övgüler yapıldı. Bu övgüleri de değerlendirdiler. En güzel övgüyü de Arif Kalkan kazandı. Övgüsü çok kısaydı, “Yaşlı başlı adam, aramızda çocuklaşmasına bakmayın, koskoca İmam, bu kadar da mı söz söyleyemeyecek!” Mustafa Saatçı, “Ben övgü mövgü istemem, açıklama maçıklama da yapmadım, beni silin!” dedi.

Gülüşmeler arasında Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Günaydından sonra çadırımızın küçüklüğünden ama sıcak oluşundan söz etti. Özlemle beklediğimiz Kepir’e dönüşümüzün gerçekleşmek üzere olduğunu söyledi. “Önümüzdeki Perşembe sabahı trene bineceğiz, bir aksaklık olmazsa gece Arifiye’de inip orada kalacağız. Cumartesi sabahı oradan ayrılıp gene gece Lüleburgaz’da olacağız!” dedi. Güldü, “Sevinmediniz mi?” diye sordu. Arkadaşlar sevindiğini söyledi ama, o bize anlamlı anlamlı baktı. Sanki, “soru sormanız gerekiyor, hadi sorun” der gibi gözlerini üstümüzde gezgirdi. Sonunda bana baktı, başını sallayarak “Bir sorun var galiba?” dedi. “Bu söyledikleriniz işler düzgün giderse dediğiniz gibi olacak. Ya geldiğimiz gibi, beklemeler olur da zaman uzarsa” deyince, “Anlıyorum, tren yolculuğu biraz da şans işi, ne var ki trende kalacağımız için belki yemeklerimiz düzenli olmayacak. Bu konuda yapacağımız başka da bir şey yok. Trenden başka bizi götürecek bir taşıt söz konusu değil. Gecikirsek bir birimize sokulup uyuyacağız. Ama bunu düşünmeyelim, vagonlarımız bizi koruyacak tipte!” “Vagonlarımız” deyince arkadaşlar dikkatle baktılar. Mustafa Güneri Öğretmen, ”Söylemedim galiba, biz sıradan yolcu olarak değil özel vagonlarda kalacağız. Bunu büyük bir rahatlığı olacak. Vagonlarımıza başkaları girmeyecek!” Buna çok sevindik. Ayrıca Arifiye’de kalmak da ummadığımız bir olaydı. Mustafa Güneri Öğretmen, “gündelik çalışmaları hemen hemen paydos ettik. Ancak öğretmenleriniz önemsediği bir iki iş için hepiniz değilse bile içinizden seçtikleriyle onları tamamlayacaklar. Yarım kalan işler -ki biz onlara yarım kalan iş demiyoruz. Çünkü çalışma planımız buraya kadardı- binaların iç işleri yeni bir hamle yapılarak önümüzdeki günlerde ele alınacak!” Mustafa Güneri Öğretmen gidince bir süre öylece bakıştık. Geçen aylarda böyle bir haber verilseydi sanırım takla atardık. Oysa şimdi öyle sessiz bakışıyoruz. Mehmet Yücel gülerek, “Acaba Arifiye’de de kar var mıdır?” diye sordu. Önce Mehmet Aygün, arkasından başkaları Mehmet Yücel’e takıldılar: “İskelet, çok özlediğin belli, karı sorup duruyorsun!” “İskelet, başını dışarı çıkar karı göreceksin!” sözleri sürdü gitti. Sonunda gene son sözü Mehmet Yücel söyledi, “Onlar sizin bildiğiniz gibi karı değil, onlar kız, cesaretiniz varsa siz bakın onlara!” dedi. Herkes sustu.

Öğle yemeğinde numaralar okundu, benim numaram da okunanlar arasında vardı. İnşaata gideceğimiz bildirildi. Okunan numaraları tam izlememiştim. Orhan, Recep, Salih varmış. Sevindim. Ben yalnız gitseydim kimbilir hangi yük işinde çalışacaktım, bunun kaygısını duyarken onların gelişine sevindim. Nitekim öyle oldu, biz gene bizim atölyeye gittik. Ali Yılmaz Öğretmen de geldi. Ali Yılmaz Öğretmen görünüşe göre çok üzgün, bizimle Kepirtepe’ye gelemiyormuş. Gidecekler listesinde adı yokmuş. Ataması çıkarsa sonradan gelecekmiş. Bizimle Namık Ergin Öğretmen, Selçuk Korol Öğretmen, Nazmi Aybar öğretmen, Nahide –Nafıa Akalın Öğretmenler, bir de Mustafa Güneri Öğretmen geliyormuş. Hüsnü Baykoca, Reşat Tekinay, Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenler bize katılmıyormuş. Ali Yılmaz Öğretmene üzüldüm.

Depoların çerçeve kasalarını tamamladık. Okul binalarının içine dışarda bulunan tüm eşekler (iskele ayakları) toplanmış. Kullanır kullanılamaz durumda olanları ayırıp kullanılamaz durumdakileri onarıma aldık. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek, “Ben kalırsam, çürük ayaklılardan düşmeyeyim diye aman dikkatlı onarın!” dedi. Kendisi güldü ama biz üzüldük. Salih bunu söyledi, “Siz şaka olarak söylüyorsunuz ama biz çok üzülüyoruz öğretmenim!” dedi. Ali Yılmaz Öğretmen gerçekten üzgünmüş az kalsın ağlayacaktı, sesi kısıldı, boğazında kısılma oldu, yutkunarak konuştu. “Sizinle öğretmen öğrenci gibi değil arkadaş gibi bir yaz geçirdik, kalırsam bu binalara bakarken ben hep böyle ağlamaklı dolaşacağım. Bu benim için aynı zamanda bir deneyim de oldu, öğretmenliği yeni yeni anlamaya başladım!” dedi, gerçekten mendilini çıkardı gözlerini sildi. Gene de umutlu olduğunu çünkü Kepirtepe’de marangozluk kadrolarının hep boşaldığını, bu nedenle kendisinin hala umutlu olduğunu sözlerine ekledi. Kar topu atarak okula döndük. Öteki arkadaşlar bizden çok neşeliler, onlar hep yolculuk kurguları içinde üstelik Arifiye’de kalınması onlarda büyük sevinç yaratmış. Tanıştıkları arkadaşları göreceklermiş. Buna ben de sevindim, ben de akordiyoncu arkadaşım Selahattin Odabaşı’nı, Ali Özer’i göreceğim. Gerçi onlar mektup yazmadılar ama olsun, bende adlarının olduğunu biliyorlar; ev adreslerini bile verdiler.

Yemekte Çorba, nohut, irmik helvası yedik. Öğleden sonra  dinlenme verildi. Ancak dersliklerden çıkmak yok. Öğle aralığında Külhanda bir süre oyunları sürdürdük. Hava açıldı, sözde köylüler, “Şimdi bir süre böyle sakin sakin sürermiş. Bu kar yere yapışıp arkasından bir don gelince sıkışıp gelecek kara tabanlık yaparmış. Böylece toprağın sıcaklığı üstteki karı etkilemez uzun süre öyle kalırmış.” Arkadaşlardan bazıları gene bir “Eyvah!” çekti, “Biz arkamızda böyle karlı Hasanoğlan’ı mı bırakacağız!”dediler. Derslikten çıkmamamız söylenmesine karşın birileri fırsat yaratıp çıkıyorlar. İyi de oluyor, bir süre sessiz kalıp çalışabiliyoruz.

Ben tarih kitabından bir liste hazırlıyorum. Yazının bulunduğu söylenen zamandan günümüze tarihte bilinen önemli olayların sıralanışı. İ.Ö. 4000 Yazı kullanılmaya başlıyor. Bunun gelişmesi yüz yıllar sürüyor. 3000 yıllarında oldukça yararlanılan bir düzeye geliyor. Özellikle Sümerler, tuğla biçimi tabletlere yazıp kalıcılık sağlıyor. Olay Mısır'da da deneniyor, 3000. yılından sonra Mısır da piramitlerin yapımıyla yazı daha kalıcı bir duruma giriyor. Taşa yazılma gibi papirus yazısı da gelişiyor. 2000’li yıllarda uygar devletler çoğalıyor. Hitit, Asur, Babil, Mısır, Girit, Çin belli başlı devletler. Bu süreçte Mısır en gelişmiş durumda 1000 yılına doğru savaş anlaşmaları bile yazıya geçiriliyor. (İ. Ö. 1285 Kadeş) 1000 yılından sonra yazı kitaba dönüşüyor. Sözlü söylemler yazılıyor. İ. Ö. İlyada-Odise. Bundan sonra büyük savaşlar yazıya dökülüyor. Herodot’la yazılı tarih başlıyor. Anıtlar dikiliyor, tarihler düşülüyor. Termopil. Yunanistan'da Atina-Isparta çekişmesi toplumsal olaylara dönüşüyor, kitaplara geçiyor. Yazılı tiyatro yaygınlaşıyor. Eflatun-Aristo 400 yılından sonra Akademi-Lise okullarını açıyor. Felsefe insanları aydınlatan bir alan oluyor. Öklit-Fisagor geometri bilimini, arkasından Arşimet fizik biliminin temellerini atıyor. 300'lerde İskender, 200’den sonra Roma yazılı bilgileri devlet erkiyle halka indiriyor. Tapınaklarda toplanmalar, adaklar, kurbanlar, zorunlu spor yarışları, zorunlu tiyatro izlemeler, o günler için bir yetişme aracı sayılıyor. İsa dininin yaygınlaşmasıyla yukardaki etkinliklerin bir bölümü kilisenin eline geçiyor. Bu kez de ikili bir durum ortaya çıkıyor: Hıristiyan olanlar –olmayanlar. İsa’dan sonra 600. yy’da İslam doğunca bu ikilik Hıristiyan-Müslüman çatışmasına dönüşüyor. İşte bu gelişmeler içinde sayısız olay olmuştur. Bunların belli başlılarını öğrenirsem tarih dersinden sıkıntı çekmeyeceğim. İlerde tarih öğrenme yerine geometri-cebir çalışarak eksiklerimi tamamlayacağım. Şimdi kendi kendime onları geçmem olası değil. Dilerim Ahmet Gürsel Öğretmen gene gelir. O gelirse dünyalar benim olacak. Ya gelmezse? Başka bir matematik öğretmeni gelse bile, ben çalışınca o da bana yardımcı olacaktır. Çalıştığım için Ali Yılmaz Demirbilek bile arkadaş gibi davrandı. Kepirtepe’deyken beni tanımazdı. Arada konuşurken bana dokunacak sözler de söylüyordu. Bir gün hiç beklemezken bana “Sen o akordiyonu bırak da zurna çal!” demişti. Ama sonra benim akordiyonuma evinde yer buldu aylarca korudu. Birden anımsadım, Lüleburgaz’a gece ineceğiz, istasyondan Lüleburgaz yürüyerek bir saat, bir saatte Kepirtepe eder iki saat; iki saati yürüyecek miyiz? Yürümek bir şey değil ama yüklerimiz var. İsmet’le ortak üç  büyük, ağır çantamız var. Benim ayrıca akordiyonum bir çanta kadar ağır. İzin verirlerse İsmet’le faytona bineriz. Gündüz olsa kolay, Lüleburgaz’da bıracaktık. Gece olması düşündürücü…Sabah durumu öğrenirim. Her şeyi sorduk da, okula gidince köylere bırakılma olasılığımız var mı, onu sormadık. Bırakırlarsa bu kez de benim sorunum olacak; akordiyonu götüremem, nereye bırakırım? Kamber Amcam aklıma geldi, götürür onlara bırakırım. Okula gittiğimiz ilk gün ders yapılmaz, bir koşuda akordiyonu bırakır, görüşür dönerim. . . Rahatladım.

 

28  Kasım 1941 Cuma

 

Sefer Tunca “Son nöbetimi aksaksız yapmak istiyorum, herkes kalksın, arkadaşlar beni sert davranmaya zorlamayın!” Bu kimin sözü? “Yaşar Binbaşının!” Birileri “Ay!. . Biz binbaşıyı iyice unuttuk!” dediler. Sami Akıncı:

-Üzülmeyin, bu yıl Askerlik Kampı var, bol bol görüşeceksiniz! İsmet, “Dayı senin Binbaşı oradaysa gene karşılaşacağız!” dedi. İsmet’in demek istediğini anlamadım, “Olsun!” dedim. Mehmet Yücel, İsmet’e, “Sen dayına bakma kendine bak. O öteki öğretmenler gibi Yaşar Binbaşıyı da yola getirir!” dedi. Bu kez ben “Öteki öğretmenler dediklerin kimler, onları ben nasıl yola getirdim; açıklar mısın?” dedim. Arif Kalkan, “Mesela Süheyla Öğretmen!” dedi. Anlamazdan geldim, “Yanlış söyledin, Müzik öğretmeni Behire Bil’i ben yola mı getirdim, kadın kemanı elimden aldı bir daha da çalışmaya çağırmadı, yola getirmek bu mu?” diye sordum. Çatışma burada kesildi, kahvaltıya gittik.

Kahvaltıda konu Arifiye oldu, orada iki gece kalacağız. Gece ineceğimize göre iki gece sayılmaması gerekir. Karanlıkta inip yatacağız. Öğretmenlerle 290 kişi, nasıl yer bulacaklar? Olasılıklar başladı: İki kişi yatıracaklar. Okulda 600 öğrenci varsa 300 yatak açılır. Konuşmalar iyice cıvıdı, bu kez birileri ötekini ahırda yatırmaya başladı. Hiçbir söz söylemeden kalktım. İçimden, “Ben bu masa düzeni son gün de olsa bozacağım!” dedim. Daha önce konuşmuş, bilinen yerlerde uyuyup uyandığımızda yol boyunca şarkılar söylemeyi düşlemiştik. Bunun yapılamayacağını anlar gibi oldum. Bundan da vazgeçtiğimi söyledim. Arkadaşların bir bölümü üzüldüğünü söylerken Hilmi Altınsoy kendine özgü düşüncelerinden birini ortaya attı “Buradaki konuşmalarımız bahane, Ağabey, trende kızlarla oturmak için bizi bırakıyor. Önceki sözü bozmak için de bizim konuşmamızı bahane gösterdi!” dedi. Kızmadım, güldüm, “Nasıl da bildin!” Bunu sana biri söylemiş olacak, önemli olan bunu bulmak!” dedim. Mehmet Aygün yanıtladı, “Bilmiyor musun? Nachtigall!” dedi. Nachtigall da Hilmi’yi çok sinirlendiren ad. Bülbül sözünün güzelliği yanında Nachtigall’ı kaba bulduğunu hep söyler. Bu kez bir gülme tutturdu. Gülmekten yerinden kalkamadı, öksürdü, bir eliyle de beni tuttu, oturdum. Hilmi toparlandı kalktık. Tartıştığımız konuya bir daha kimse dönmedi, o öyle bir şaka olarak kaldı.

Öğle yemeğinde Sefer Tunca geldi, bana, “Seni Hüsnü Baykoca Öğretmen istiyor!” dedi.  Kalkıp gittim, Hüsnü Baykoca Öğretmen “Yanlış söylemişler, buraya değil çalışma yerime İsmet’i de al gel!” dedi. Merak ettik, 6 aydır arayıp sormadı, giderayak ne oldu ki? diye düşündük. Gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen her zamanki gibi tatlı dille karşıladı, babalarımızı, köyleri sordu. “Siz benim için öğrenciden öte tanış, yakınsınız!” dedi. Sözü kesti, “sizi biraz burada çalıştıracağım, yetiştirmem gereken işler var. Bunları herkese bırakamam, bana yardımcı olursanız sevinirim!” dedi. Oda sıcak. İsmet’le bakıştık. Kendisi dolapları karıştırırken fısıldaştık. “Hayır!” diyecek yüzümüz yok. Üstelik bilinmeyen işlerden de kurtulmuş olacağız. Yapılacak işler, öğrenci listeleri. Tüm öğrenciler sınıflarını geçmiş. 6. sınıfların hepsi başarılı olmuş, 7. sınıfa geçmiş. Biz 7. sınıf listesini hazırlayacağız. 7. sınıflar 8 olmuş, 8. sınıflar da 9. sınıf olmuş. Bunların listeleri hazırlanacak. Odada rahat çalışabilecekmişiz. Hüsnü Baykoca Öğretmen tarif edip gitti. İsmet söyledi ben yazdım. 7. sınıflardan sonra bizim sınıfı tamamladık. 8. sınıflar çok, onları yarılarken Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, baktı, beğendi. Bizimle konuştu; sıkılıp sıkılmadığımızı sordu. Ben, sıkılmadığımı, ders kitapları yanında roman da okuduğumu söyledim. Hüsnü Baykoca Öğrtetmen, “Bak bu iyi, ben teftişe çıktığımda yanıma bir iki roman alırdım, böylece hem vakit geçirir hem de kitap okuma alışkanlığım gelişmişti!” dedi, oturduğu yerin oralarda bir şeyler arandı, “Buldum!” dedikten sonra bana uzattı. “Sinekli Bakkal!” “Güzel bir kitaptır, ünlü bayan yazarımız Halide Edip Adıvar’ın, adını duymuşsunuzdur, bizim gençliğimizin yazarı, Kurtuluş Savaşımızın Halide Onbaşısıdır!” dedi güldü. “Okuyun, benim hediyem olsun, ben okudum çok beğendim!” dedi, kitabı uzattı. Teşekkür ettik. “Yarın devam etmek üzere!” diyerek bizi bıraktı. 2 saat 15 dakika yazmıştık. Parmaklarımın uçları yuvarlaklaşmaya başlamıştı. Dersliğe gidince arkadaşlar sordu “Neredeydiniz?” Biz söylemeyince varsayımlar üretildi. Köyde bir eve gitmişiz. Bu söze şaşırdım, sordum:

-Nasıl oluyor bu? Meğer oluyormuş, kimi öğrencileri köylüler yemeğe çağırıyormuş. Bizi de öyle sanmışlar. Sami Akıncı biliyormuş, doğruladı, “Yok yahu, onlar öğrenci listelerini çıkarıyor!” Sami öyle söyleyince biz de açıkladık. Ancak köylülerin öğrencileri evlerine çağırması ilgimizi çekti. Sözde Hasanoğlan köylüleri bizi sevmişmiş. Buna inanalım mı? İlk geldiğimiz günler de etrafımızda toplanıp bakıyorlardı. Sonra ne oldu? Bizi camiden kaçırtmak için geceleri beyaz örtüler içinde bizi korkutmaya çalıştılar. Bizim köylü çocuğu olduğumuzu hesaba katmadılar. Üstelik biz Gulyabanileri, Perili Köşkleri okuduk. Hepimizin köyünde en az bir Salih Ağa vardır. O nedenle Hasanoğlanlı Gece Perilerini görür görmez taşladık. Biz bu olayı unutmayacağız. Onlar unuturlarsa mutlu olacağız. Bizim sınıftan da gidenler olmuş. Kadir Pekgöz kendi köyünden arkadaşlarıyla gitmiş. Konuşmaları dinleyen Sami Akıncı uyardı:

-Gidenlere kimsenin bir söz söylemeye hakkı yoktur. Birileriyle tanışmıştır, ayrılırken gidip görmesi çok doğaldır. Bu bir insanlık görevidir! Bu söz üzerine konuşmalar durdu. Kitabı açarken Hasan Üner gördü, “Çok aradım ama bulamadım, nerden arakladın o kitabı?” diye sordu. “Hüsnü Baykoca Öğretmen verdi!” deyince herkes başını çevirdi, birkaç kişi birden “O da mı kitap okuyormuş?” diye güldüler. “Müfettişliğinde yanında kitap götürüp okuyormuş, böylece sürekli kitap okuma alışkanlığı kazanmış!” deyince, Bu kez de, “Vay be, biz onu da yanlış tanımışız!” sesleri geldi. Mehmet Yücel, “Daha durun, bir gün gelecek siz benim için de öyle diyeceksiniz!” deyip güldü. “Seni tanıdık!” diye bağıranlara da, “Siz daha kendinizi bile tanımıyorsunuz, beni nasıl tanıyacaksınız?”

Kitabı önce bir karıştırdım. Adı yabancı gelmedi bana. Bir bakkal varmış, dükkanı çok sinekliymiş. Bizim de dükkanımız olduğu için burasını ben de biliyorum. Yiyeceklere sineklerin üşüşmemesi için babam yazın dükkan pencere kepenklerini hep kapalı tutar; açan olursa hemen kapatır. “Sinekler karanlığa gelmez!” derdi. İlk sayfalarda biraz yanıldığımı anladım. Dediğime benzer bir durum var ama burada salt bir bakkaldan değil bu adı taşıyan bir sokaktan söz ediliyor. Kitabın bir özelliğini hemen kavradım. Bir çok kitapta olmayan bir durum; önce kitapta çok geçeceğini sandığım kişiler tanıtılıyor. İlk 4 bölümü okudum, anlamını bilmediğim sözler var ama, üstünde durmuyorum. Sokakta adı yaygın iki kişi var. Mahallenin İmamı, öteki de Mahalle bakkalı. İmamın kızı Emine, Bakkalın oğlu Tevfik. İkisi yaşdaş, okul arkadaşlıkları da var. 17 yaşına girince İmamın kızı Emine, bakkalın oğluna kaçar. Bakkalın oğlu Tevfik, mahallede tembel, şaklaban biri olarak tanınır. Kadınsı oyunlar oynadığı için de Kız Tevfik diye ad konmuştur. Mahalle İmamı kızının Tevfik’e kaçmasına kızar, Emine’yi evlatlıktan çıkarır. Mahalle bakkalı ölünce dükkan oğlu Tevfik’e kalmıştır ama Tevfik dükkan çalıştıracak yaratılışta değildir. Eşi Emine bir süre dükkanı yönetmeye çalışır. Haylaz Tevfik de ortalıklarda dolaşır, mahalleliye göre maskaralıklarla vakit geçirir. Ancak kendisini seven gençler vardır, sürekli arkadaşlarıyla birliktedir. 2. Abdülhamit döneminde birkaç kişinin sürekli bir araya gelmesi suç sayılır. Oysa Tevfik bu suçu sürekli yapmaktadır. Gerçekte o tiyatro gibi bir şey, bir tür gösteri yapma, halkı eğlendirme düşlemekte ise de bu o günlerin halkı gözünde küçüklüktür, günahkarlıktır. Çünkü din tüccarları, özellikle mahallenin imamı bunu günün her saatinde yaymaktadır. Zaten Mahalle İmamı Hacı İlhami Efendi’nin dilinden Cennet-Cehennem sözleri düşmez. Ancak bunların ikisini de koşullu olarak insanlara muştular. Yaşarken Cennet düşleyenler, bunun için çırpınanlar kesinlikle Cehenneme gidecektir. Hele yaşarken biraz olsun zevke düşkünlük, güzeli sevmek gibi bir durum olursa bu tür insanlar Cehennemi boylayacaktır. Kısacası Sinekli Bakkal Sokağındaki insanların Cennet ya da Cehennem seçme olanakları tümüyle Mahalle İmamı İlhami Efendi elindedir. İstisnalar vardır, bunlar az ileride konaklarda oturanlar, Beyler, Paşalar bu kuralın dışındadır. İmam İlhami Efendi onların önünde eğilir, bağışlarını bekler. Kitap ilgimi çekti. Gerçi anlatılanların çoğu oraların özellikleri, orada yaşayanların durumları üstüne ama gene de okunabiliyor. Bakkalı, özellikle de İmamı tanıtması ilginç, okurken adamları görür gibi oluyorum.

Akşam yemeğinde kardan kıştan konuşulurken, Hidayet Gülen Öğretmenin bizimle gelmeyeceğinden söz edildi. Kalırsa üzüleceğini söyleyenler oldu. Neşeliydi, mandolin çalardı, şarkı söylerdi derken Hilmi, “Onun güzel bir şarkısı vardı, dilimin ucunda ama söyleyemiyorum!” deyince, Mehmet Aygün, “Söylersin söylersin ama hınzırlığından bize söyletmek istiyorsun, hoşuna gitti, değil mi?” deyip güldü. Ben anlamadım, baktım, Hasan şarkıyı anımsattı: “Bülbül olsam, kona bilsem dallara” deyince makaralar boşandı. Sonunda olayı ben de anladım. Geçen gün Hilmi'ye nöbetçi kız Nachtigell’i yakıştırmışlardı. Sözde Hilmi gene bu konunun açılmasını istiyormuş. Bu bana çok söylenen biri küçük öyküyü anımsattı. Fakir bir ailenin tek oğulları varmış. Oğlan evlenme çağına gelmiş. Tek gözlü evde oturdukları için çocuk anne-babanın ne konuştuğunu hep duyuyormuş ama, gözleri kapalı, uyuma numarasını da dikkatle sürdürüyormuş. Böyle bir gecede anne-baba oğullarının evlenme işini konuşmuşlar. Anne, “Nasıl evlendiririz, paramız mı var?” deyince baba, “Eşeği satar düğünü yaparız!” demiş. Oğlan bu işe çok sevinmiş. Aylar geçmiş, konuşma konuları sürmüş ama evlenmeden hiç söz edilmemiş. Oğlan dayanamamış, bir gün annesine, ”Eşek öyküsünden neden konuşmuyorsunuz?” diye sormuş. Bunu anlattım. Hilmi de güldü. Öyle bir niyeti olmadığını söyledi ama, bir ip ucu vermişti. Kepirtepe’de üstünde durmak üzere konu geçici olarak kapatıldı.

Dersliğe dönünce okuduğum yerleri bir daha okudum. Kız Tevfik’in bir kızı oldu, adını Rabia koydular. Tevfik kendi işini sürdürmediği gibi, Emine’nin işlerini de elinde olmayarak köstekliyordu. Kimi kimliği belli olmayan erkekler dükkana geliyor, mahelle halkına karşı Emine zor durumda kalıyordu. İmam İlhami Efendi bu durumu kendi açısından değerlendirdi, yapılan şikayetler sonunda Tevfik Emine’den ayrıldı. Ayrılmasına ayrıldı ama bu da yetmedi, İmam İlhami Efendi’nin dürtüklemesiyle Tevfik Gelibolu’ya sürgüne gönderildi. Bu tür sürgünler o dönemde ölümcül ayrılıktı. Böylece Tevfik bir tür yok olmuştu. Dükkan kapandı. Kız Tevfik gidince İmam İlhami Efendi torunu Rabia’yı gönlünce yetiştirmeye başladı. Rabia, anne-babası gibi güzel yüzlü bir çocuk olarak gelişmektedir. İmam İlhami Efendi Rabia’yı tam istediği gibi yetiştirmek niyetindeydi. Bu nedenle Rabia 5-6 yaşlarında evin tüm hizmetlerini görmeye başlamıştı. Dedesinin her istediğini yapabiliyordu. Becerikliydi, zekiydi. Dede bunları gördü ama kızı Emine’ye gösterdiği hoşgörüyü torununa göstermedi, böylece Rabia okuldan yoksun kaldı. Bunun yerine Rabia’ya özel öğretmenler tutmayı yeğledi. Rabia’nın güzel sesi kısa sürede çevrede anılmaya başlandı. İmam İlhami Efendi bu güzel sesi kendi çıkarına yönlendirmeye kalkıştı. Rabia çocuk Hafız olarak anılır oldu. Öyle ki İmam İlhami Efendinin ömürlük kazancını Rabia kısa zamanda katlar oldu. Sıradan giysiler içinde ev ev dolaşan bir çocuk Hafız kısa sürede çok geniş bir kesimde ev ev dolaşmaya başladı. Çok geçmeden Sinekli Bakkal Sokağına uzak olmayan konaklardan da çağrılar başladı. İşte bunlardan Selim Paşa Konağı’na yapılan çağrı Rabia için yeni, yeniliği yanında çok geniş bir alan açtı. Konak Sahibi Selim Paşa, Padişah 2. Abdülhamit’in Zaptiye Nazırıdır. Serttir, daha doğrusu sert görünmek zorundadır. Eşi Sabiha Hanım, sürekli rahatsızlığı nedeniyle mızmızlığına karşın uyumlu bir yaşan anlayışındadır. Tek oğulları Hilmi, anne-baba arasında ortak bir karışım. O günün gençleriyle kurduğu düşünsel ilişkiler etkisiyle zalim Selim Paşa’yla zaman zaman çatışmaktadır. Babasının işi Hilmi için talihsiz seçimdir. Konakta birbirini seven üç insan üç zıt kutup gibidir. Rabia’daki olağan üstü sesi üçüde kabul eder, dahası bu sesin gelişmesini isterler ancak önerdikleri yöntemlerde birleşemezler. Mevlevi Şeyhi Vehbi Efendi seçilir. İmam İlhami Efendi, Selim Paşa tarafından gelen öneriyi geri çeviremez. Çünkü Selim Paşa oldukça büyük bir çıkar sağlamıştır. Rabia Mevlevi Vehbi Dede’yle teganni meşkine başlar. Oğul Hilmi Bey kendi yöntemlerini kullanarak Rabia’nın Alafranga müzik dersi almasını sağlar. Bunun için de o günler Istanbul’da geniş bir çevre edinmiş olan İtalyan Peregrini adlı bir usta öğretici bulur. Bu müzik tartışmaları oldukça uzun sürer. Buradaki baba-oğul tartışmaları gerçekte 2. Mahmut dönemlerinden beri süregelen genel tartışmalar, burada da tekrarlanır. Kız Tevfik Geliboluya sürgün edilmiştir ama arkadaşları onu unutmamış, bir gün aralarına döneceğine inanmışlardır. Bunlar arasında bir de mahallenin cücesi vardır. Tevfik derlediği oyunlarda ona görevler vermiş, kendine bağlamıştır. Tevfik, birgün affa uğrayıp Sinekli Bakkal Sokağındaki evine döner . Rabia, bir yandan büyük konaklarda ilahiler söyleyerek Kuran okumasına karşın alışageldiği gibi İmam İlhami Efendi’nin evinin günlük işlerini de sürdürür. Bir gece evine dönerken, hep kapalı gördüğü evin ışıklandığını ayırt edip mahalle bekçisi Ramazan Ağa’ya sordurur. Ramazan Ağa, her şeyden haberlidir, Tevfik’in sürgünden döndüğünü, bir haftaya dek dükkanı açacağını muştular. Rabia birden değişir. Babasını görecektir. O gece onun için zorlu bir gece olur. Sabahleyin sokakta alışverişini yapar, Tevfik’in İstanbul Bakkaliyesi’ne de uğrar. Tevfik’in arkadaşlarından Cüce ile karşılaşır. Cüce içeriye ünler, “Müşteri geldi Tevfik!” Tevfik dışarı bakınca Rabia babasıyla karşılaşır. Çok ilginç bir sahne.

Kitap birden değişti. Burada kestim. Yatınca bir süre düşündüm. Küçük kızın yaptıklarını abartılı bulup geçiyordum. Ancak baba kız buluşması çok inandırıcı. İnanmam bir yana, kitabı da sevdim. “Kitaplarda ne arıyorum?” diye hep kendime sorardım. Sanırım böylesi dokunaklı sahneler beni etkiliyor. Birbirini özleyen insanların buluşması, ayrı kaldığı süreçlerde birbirini düşünmeleri. Besbelli, bu tür olayları inandırarak anlatan kitaplar. Hangi kitaplarda bu tür etkileyici bölümler bulmuştum?

 

29 Kasım 1941 Cumartesi

 

Uyanınca Rabia’nın sevincini düşündüm. Paşa konakları falan bir yerde insanları bağlamıyor, demek. Gene babamın çok söylediği bir sözü anımsadım:

-Bülbülü altın kafese koyanlar, kuşçağızın yakınmasını ötüyor sanıyorlarmış; oysa kuşçağız, “Ah yuvam, nerdesin?” diye ağlıyormuş. Babam hemen ekler “Oysa yuvası mezarlıkta bir ağaç kovuğundadır. Altın kafes nerde, ağaç kovuğu ya da dalı nerede!

Sami Akıncı nöbetçi, “Çay mı? çorba mı?” diye sordular. Sami gülerek, “Çorba gibi bir çay dersem bana kızmayın, çünkü onları ben yapmıyorum. Bir gün param olursa size gerçek çay içiririm. Şimdi elimden bir şey gelmiyor!” deyip gitti.

Hava durgun, soğuk ama rüzgar olmadığı için sanki soğuk değilmiş gibi geliyor. Yönetin binasına gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen biraz geç geldi. Bekledik. Bizi görenler çevremizde toplandılar. Bir olay mı oldu? Neden bekliyorsunuz? gibi sorular yöneltildi. Biz de açık açık söyledik, “Yardım ediyoruz!” Hüsnü Baykoca Öğretmen tam bu sıra geldi, bizim sözümüzü mü duydu yoksa rastlantı mı, o da gülerek, “Bana yardım ediyorlar, onlar benim (elini açıp kaldırarak) bu kadarcıktan beri tanıdıklarımdır!” deyip geçti. Hüsnü Baykoca Öğretmen Kızılcıkdereli Mehmet Ağa’dan söz etti. Oğullarını adlarıyla söyledi. Büyük Mehmet Ali, küçük Enver” dedi. Enver için, “Delişmendir, at delisidir, iki de bir at değiştirir, onun atlarıyla ben, Gündalan, Bayramdere, Deveçatak köylerini gezdim!” dedi.

Biz bıraktığımız yerden başlayıp yazmayı sürdürdük. Gene uzun süre yalnız kaldık. Yalnız olunca daha rahat çalışıyoruz. İsmet’in köylülerinden söz edince İsmet iyice değişti, burada kalırsa çok üzüleceğini söylemeye başladı. “Kalacağı belli değil, belki atama emrini bekliyor” diyerek teselli etmeye çalıştım. “Zaten bizimle gelenler de görevli gidiyormuş. Onlardan da ataması yapılmayanlar olursa buraya döneceklermiş” dedim. Mustafa Güneri Öğretmen öyle anlatmıştı. Hüsnü Baykoca Öğretmen öğleye dek gelmedi, biz çıkarken geldi, köy okulundaki yerinde de işleri varmış, Muhtarla müteahhitlerle kapatılacak hesaplarla uğraşıyormuş. Bizim işimizin aazldığını söyledik. Gülerek, “Sıkıldınız mı?” diye sordu. Sıkılmadığımızı söyleyince, “Öyleyse ben sizi pazartesi günü de buraya kapatacağım!” deyip güldü. Aslında biz, özellikle ben bu işten çok mutlu oldum. Derslikte aynı sözlerden sıkılıyordum. Giderayak kavga etmemek için kendimi zor tutuyordum. İsmet’e sordum, “Sıkıldınsa ben Harun ya da Hasan’ı çağırabilirim!” dedim. İsmet sıkılmadığını söyledi, yemeğe gittik. Yemekten sonra bir süre gene Külhanda zeybekleri çalıştıktan sonra Hüsnü Baykoca Öğretmenin odası önünde beklerken geldi, kapıyı açıp gitti. Biz, yalnız yalnız konuşarak elimizdeki işi bitirince Hüsnü Baykoca öğretmenin gelmesini bekledik. Paydosa yakın geldi. Teşekkür etti, “Elinize sağlık!” dedi. Kitap için teşekkür ettim, sevdiğimi söyledim. “Hemen okudun mu?” diye sordu, “Maşaallah!” dedi. İlk on bölümü okuduğumu söyledim. “İlk bölümler biraz bilgi yüklüdür, o bilgiler bir çok okuyanı sıkar. Eski gelenekler, İstanbul insanlarının farklı yaşamaları, Beylerin, Paşaların debdebeleri bizi biraz şaşırtır ama olaylar sonra sonra daha yalınlaşır, belli kişiler üzerine yığılır!” dedi. Dışarı çıkınca İsmet’e “Bu adam sahiden bu kitabı okumuş!” dedim. İsmet, “Koskoca müfettişten yalan mı bekliyordun dayı?” diye bana dikeldi. Dersliğe gittik. Bizi, yönetici olarak alkışladılar. Biz de, “Hepiniz gerçekten 9. sınıf oldunuz, defterler Okul Müdürü Nejat İdil’e sizi sınıf geçmiş olarak gösterecek!” dedik. Mehmet Yücel, “Dayı hazır defter eline geçmişken içimizden birilerini sınıfta bıraksaydın!” dedi. Ötekiler, “İskelet’i bıraksaydın!” diyerek gülüşltüler. Mehmet Yücel, “Dayı bilir kimi bırakacağını, siz rahat olun!” deyince derslikte bir sessizlik oldu. Halil Basutçu:

-Ne telaşlanıyorsunuz, arkadaşlar herkesin geçmiş olduğunu söyledi işte; bunun üstünde durmanın ne anlamı var? Birbirimize “Geçmiş olsun!” diyelim bitsin!” “Geçmiş olsun!” sözleri tekrarlandı.

Yemekten sonra lüksümüz gene söndü, uzun bir süre yanmasını bekledik; yanmayınca değiştirdiler. Uzunca bir sıra karanlıkta oturduk. Lüks geldi ama bu kez de üstüme bir gevşeklik çöktü. Bir çoğu yatmaya gidince ben de onlara katıldım. Yatınca gene yolculuğu, Lüleburgaz’a inişi düşündüm. Gündüz inseydik, eşyalarımı Lüleburgaz’da bırakır, akordiyonu Kamber amcama götürürdüm. Derken ağzım kulaklarıma dek açıldı, kendimi tutamadım; sesli sesli esneyince gözlerimi kapadım...

 

30  Kasım 1941 Pazar

 

Yavaş yavaş konuşanlar var. Mustafa Saatçı, “Ah be Pazar, sen altı aydır neredeydin? Neden o yaz günlerinde böyle yatırmadın bizi?” dedi. Bekir Temuçin “Haksızlık etme, altı değil dört aydır pazar günleri çalışıyoruz!” diye düzeltme yaptı. Yaptı ama pişman oldu, çünkü herkes Bekir’e çattı, “4 olmuş 6 olmuş ne fark eder, dinlenme hakkımız olan pazar günleri çalıştık mı, çalışmadık mı?” Bekir, “Afedersiniz!” deyip sustu. Bu kez Mustafa Saatçı'ya soranlar oldu, “Başka bir derdin var mı?” Mustafa Saatçı:

-Vaaarrrrr, kahvaltımı buraya getirsinler! deyince, Mehmet Yücel:

-SS nöbetçi, söyleyelim getirsin! Uzun tartışmalardan sonra “bunu SS’ye kim söyleyecek?” sorusu soruldu. “Gerçekten istiyorsanız ben söylerim!” dedim. Bu kez de “Söyler, söyleyemez!” tartışmasına kalkışıldı. Ben, “Siz ona karışmayın, eğer kız gerçekten nöbetçiyse ben söyleyeceğim!” Herkes kalktı, Mustafa da kalktı. Ben, “Ayakta olunca söyleyemem, çünkü ben rahatsız olduğunu söylemeyi düşündüm. Ortalıkta dolaşan arkadaşa kahvaltı nasıl isteyebilirim?” dedim. Bana inanmayanlar oldu. Arif Kalkan, “SS nöbetçiyse sen kendine çay isteyebilir misin?” diye sordu. “İsterim, kendime çay ya da benzeri bir nesneyi isterim!” deyince çayda karar kılındı. Ancak bir koşul koydum, çay olacak, ya da tatlı, çorba falan istemem! Herkes ilgilendi birlikte kahvaltıya gittik. Meğer bugün kız nöbetçi yokmuş. Olsa da mercimek çorbası varmış. Boşuna tartışmış olduk. Kahvaltıdan kalkarken bir rastlantı SS benim yanıma geldi, Nahide Öğretmenin beni çağırdığını söyledi. Gittim, Nahide Öğretmen beni tanıdığı için çağırdığını söyledi. “Bir arkadaş seç, öğleden sonra burada bir süre çalışalım!” dedi. Ne iş yapacağımızı sormadım, “Olur!” deyip döndüm. Dönünce arkadaşlar ilgiyle sordular “Ne oldu, neden çağırmış?” “Konuşmalar duyuluyormuş, tüm sözlerimizi duymuşlar, biraz daha sessiz olmamızı rica etti!” dedim. Arkadaşlar, “Eyvah, ayıp ettik!” deyip içlendiler. Söylediklerimin yalan olduğunu söylemedim. Öğleden sonra çalışacağım için Yusuf’la Ahmet’e sabahtan oyun önerisinde bulundum. Hava da açıktı, akordiyonu alıp gittik. Uzun süre oynadık. Yusuf’a söyledim, o da benimle gelecek. Sıkı sıkı tembihledim; “Yaptığımız işi, çıkınca kimseye söylemeyeceksin!” Yusuf büyük bir merak içinde yanımdan ayrılmadı, yemekten sonra gittik. Meğer iş dedikleri, kızların iş yeri olarak düzenledikleri dersliğin gene derslik durumuna getirilmesiymiş. Kara tahta asıldı, bozulmadan kaldırılan tarih şeritleri, okuma örnekleri yerlerine kondu. Dikiş makinelerini söktük, koridora yığılmış sıraları yerlerine koyduk. Sıraları kızlar kendileri taşıdılar. Dersliğe gidince soranlar oldu, uzaktan da olsa pencerelerden bizim içerde gezindiğimizi görmüşler. Yusuf, “Oyun oynadık!” dedi. İnandılar. İdris Destan duramadı, “Şaşırmış bunlar, neredeymişler, şimdi mi akıllarına gelmiş, bugüne dek nasıl beklemişler?” dedi. İnanmayanlar oldu, varsayımlar ürettiler. Biz de sürekli güldük. Sonunda ben, “Kim kimi seviyor, onları sordular!” dedim. Bu fazla kaçtı, Mehmet Yücel dayanamadı:

-“Anlattıklarınızın hepsi yalan, yalan söylemeyi beceremiyorsunuz. Size orada bir iş yaptırdılar.” Beni göstererek “Seni çağırdıklarına göre bu bir marangozluk işi olabilir!” deyip kesti. Gene de biz doğruyu söylemedik ama konuşmayı da sürdürmedik. Yalnız Yusuf, yumuşak bir sesle:

-Kız arkadaşların toplanmasına yardım ettik, giysilerini paketledik, ne çok giysileri varmış! “Bu da yalan!” diyenler oldu, “Bunun için öğretmen sizi neden çağırsın?” Bu kez ben, “Aslında öğretmenin çağırdığı da bir oyun, orada öğretmen falan yoktu. Bizi getirtebilmek için onlar öyle bir yol düşünmüşler!” Buna da değişik yanıtlar verildi ama sanırım inananlar da oldu. Mustafa Saatçı, “Kısaca söyleyin SS’ye bir zararınız oldu mu?” Yusuf, “Olmadı, çünkü bu işi kotaran oydu, sabahki konuşmaları duyunca bize güveni artmış!” Bu kez, Mehmet Aygün, Bekir Temuçin, Yusuf’un üstüne atladılar, “Yalancı, sabahleyin sen konuşmadın bile, uyduruyorsun!” Yusuf dayanamadı, bana baktı, “Söyleyeyim mi?” deyince, umuz silktim, “Sen bilirsin, ne biliyorsan onu söyle!” Yusuf doğru olanı söyledi. Bana kimse sataşmadı ama Yusuf’u bir hayli çimdiklediler. Mehmet Yücel gene konuştu “Yalandı, doğruydu ne olursa olsun, bu arkadaşlar oraya çağrıldılar. Neden ben, sen o değil de bunlar? Önemli olan bu! Kızlarla ilgilenmeyi düşünenlerin bilmesi gereken de işte budur! Herkes kendine sorsun “Neden ben değil de onlar? ”deyip tavırlarını ona göre takınsınlar!” Mustafa Saatçı:

-İşte ben onu yapıyorum! “Haydi oradan boş boğaz, kızı görünce yol değiştiriyorsun, korkak!” diyenler oldu. Bu kez de Mustafa Saatçı’ya yeni bir ad takıldı: -Korkak Aşık! Korkak Aşık adını hemen Ödlek Aşık şekline çevirdiler. Bayrak Töreni’ne Ödlek Aşık fısıltılarıyla gittik. Mustafa Saatçı sinirlendi

-Kendinize takılınca hemen parlıyorsunuz, hoşgörüyle karşıladığımı görünce de işi uzatıyorsunuz! diye dertlendi. Mustafa Saatçı böyle konuşunca takılmalar durdu.

Yemekte bizim masanın konusu gene kızlardı, Mehmet Aygün, “Fakircikler hiç dışarı çıkamıyorlar, o dar yerde ne yapıyorlar?” Mehmet bunu kasıtlı söylemişti. Hilmi bilgiç bilgiç, “Kızlar öyledir, evde anam da hiç çıkıp gezmez, bu sorulunca da “Biz, kadın kısmı böyledir, bizi böyle alıştırmışlar! der, içini çeker” dedi, arkadaşlar, “Bunlar senin anan gibi değil, hepsi anasının gözü!” türü sözler söyleyince Hilmi sinirlendi: “Ne yapıyorlar yani, işte gözlerimizin önündeler, çıktıklarını görüyor muyuz? Salt burada değil Kepirtepe’de de zavallılar günlerce küçücük bir odada kalmadılar mı? Çıksalar görmez miyiz? Yoksa uçuyorlar mı?” Salih Baydemir dikkat çekti, “Nachtigell mahtigel dediniz, arkadaş kızların dostu oldu!” deyip önce kendisi güldü. Hilmi bu kez “Sizinle insanca konuşulmaz zaten, bunun natingelle matingelle ne ilişkisi var?” diye sordu. Bu kez de Hilmi’ye Nachtigell’i iyi öğrenemediği anımsatıldı. Hilmi sinirlendi, “Şimdi başlarım sizin nahtingelinizden!” deyince bu kez de “O senin Nachtigell’in” karşılığı verildi. Hilmi sonunda “Sizinle ciddi konular konuşulmaz zaten!” deyip kalktı. Yusuf elinden tuttu, “Kaçma otur ciddi konuşacağız!” deyip yerine oturttu. Hilmi yeni kararını bildirdi, “Kepirtepe’ye gidince sizin masada oturmam!” İlk yanıtı Yusuf verdi:

-İyi olur, o zaman senin hakkında rahat konuşuruz! Salih, Mehmet, Hasan gülüştüler, “Yerinde bir karar!” deyince Hilmi elini masaya vurdu, “Öyleyse bir yere gitmeyeceğim, yerimde oturacağım!” dedi. Bu kez ben sordum:

-Ne oldu şimdi, bu dırıltı bitecek mi sürecek mi? Hilmi gülerek, “Abi bunlar istiyor, onlar istedikçe bu dırıltı bitmeyecek!” Ben, “Gene anlamadım, dırıltı dediğim Nachtigell olayı, o ne olacak?” Hilmi birden “Yoooo, natingel matingel, o yoktu zaten onu bunlar yeni ekledi. Kepirtepe’de öyle bir şey yoktu gene olmayacak!” Bu kez herkes söz verdi “Nachtigell sözü bırakılacak, onun dışındaki takılmalar sürecek”. Dersliğe gülüşerek gittik.

Derslikte yeni konu, Kepirtepe’ye dönünce izin var mı, yok mu? Varsa kaç gün olmalı. “En az on gün!” diyenler olmuş. Bunu az bulup bir aya çıkmasını isteyenlere Sami Akıncı sert karşılık vermiş. “Bedavadan sınıf geçiyorsunuz, kör kütük öğretmen mi olacaksınız? O zaman köylerde başınıza gelecekleri düşünmüyor musunuz?” demiş. Biz girince sordular. Önce ben “Bir hafta on gün olabilir!” dedim. Birlikte olduğumuz arkadaşlar bana katıldı. Harun ekledi, “Zaten şubat ya da mart aylarında ayrıca tatil olacak!” dedi. Bizim grup tartışmayı kesti. Ne var ki hepimiz tedirginiz. Benim yatınca düşündüklerimi arkadaşlar da düşünüyorlar. Bu kez gece trenden inince ne olacak? Orada da kar varsa, ya da yağmur yağıyorsa ne yapacağız? Tüm olasılıklar biraz da abartılarak ortaya getiriliyor. Gene gene “Sil yeni baştan!” hesabı  ayni konuya dönülüyor.

Kitabımı okumak için köşeme çekildim. Kız Tevfik sürgünden döndü. Tevfik mahallede olduğu gibi daha geniş çevrelerde ad yapan bir genç, döner dönmez tanıdıkları, ününü tanıdıklarından duyanlar etrafında toplandı. Tevfik’i, sürgünden önce Sabiha Hanım da tanımış, çok sevmişti. Döndüğünü duyunca eski ilgisi depreşti, Selim Paşa’dan yardım istedi. Ancak Tevfik’i sürgün ettiren Selim Paşa takımıydı. Onun nasıl geri geldiğini Selim Paşa önce anlayamadı, olayı inceltti. Kendi adına olumsuz bir sonuç aldı. Çünkü Tevfik’in başka bir koruyucusu ortaya çıktı. Gelibolu Mutasarrıfı Zati Bey. Zati Bey, eğlenceyi seven halka dönük yüzü olan bir yöneticidir. Tevfik’i tanır, onu korur. İşte bu Zati Bey şimdi 2. Abdülhamit’in Dahiliye Nazırı olmuştur. Zati Bey Dahiliye Nazırı olunca Tevfik hem sürgünden kurtulmuş hem de İstanbul’da güçlü bir koruyucu bulmuştur. Selim Paşa karısı Sabiha Hanıma yardım sözü verirken bunları düşünür. Bir başka düşüncesi daha vardır. Selim Paşa, yaşının adama olmadığı gibi makamının adamı değildir. Çocuk mocuk demez Rabia’yı Dahiliye Nazırı Zati Beye kaptıracağını düşünür. Tevfik’i çağırıp konuşur. Zati Bey’le ünsiyetini öğrenir. Rabia’yi Zati Beyin konağına göndermemesini tembihler. Sinekli Bakkal Sokağındaki İstanbul Bakkaliyesi kısa zamanda düzenlenir, müşterileri artar, gelen giden sıklaşır. Rabia iyiden iyiye babasının yanında yer alır. Rabia’nın annesi Emine Rabia’yı dövmeye kalkar, dedesi İmam İlhami Efendi tehdit eder ama Rabia babasından ayrılmaz. İmam İlhami Efendi mahkemeye verip Rabia’yı Tevfik’ten almayı da düşünür ama bunu yapamayacağını çabuk anlar. Üstelik bu işine de gelmez. Ancak Rabia’nın kazancında da gözü vardır. Durumu Selim Paşa’ya anlatır. Selim Paşa hakem olarak Rabia’yı çağırır sorar, “Annenin yanında mı kalmak istiyorsun Babanın mı?” sorusuna Rabia, “Babamın!” der başka bir söz söylemez. Rabia için yapılan harcamalardan söz edilince de tüm kazancını İmam dedesi İlhami Efendiye bağışlar. İmam memnundur. Kendi emelleri bakımından Selim Paşa da memnundur. Rabia tümüyle babasının dükkanına bağlanır. Selim Paşa konağının Rabia’dan istediği, onun daha önce başladığı özel öğrenimi sürdürmesidir. Bundan böyle Mevlevi Vehbi Dede ile Piyanist Peregrini dükkana gelmeye başlar. Tevfik oyunlarını daha renklendirmiş, ramazan dolayısiyle Karagöz gösterilerini başlatmıştır. Rabia ise el üstünde tutulur, Ayasofya’da okuması için gün verilir. Rabia’yı dinlemek için İstanbul halkı Ayasofya’ya akın edecektir. Dükkan, Ramia-Tevfik-Cüce Rakım amca tarafından gül gibi çalıştırılmaya başlanmıştır. Rabia daha onbir yaşında çocuktur. Ancak yetişkin insan gibi çalışır, dükkanın işlerini görür, derslerini izler, çevresindeki insanlarla da iyi uyum sağlar. Cüce Rakım’ın bir sorusu üzerine en çok babasını sevdiğini söyler. Cüce “daha sonra?” deyince bu kez de Mevlevi Şeyhi Vehbi Efendiyi, daha sonra da Piyano öğretmeni Peregrini’yi sevdiğini sıralar. Ondan sonra da Cüce Rakım gelir. Anne ortalıkta yoktur, dede İmam İlhami Efendi’nin adı anılmaz. Rabia annesi Emine’yi neden saymaz? Bunu hemen öğreniyoruz. Emine  İstanbul Bakkaliyesi’ne ansızın gelir. Rabia oradadır. Rabia’ya çok çirkin sözler söyler, “Baban çingene ile evlenecek, çingeneler arasında kalacaksın!” der gider. Rabia bu ağır sözleri da içine atar. Annesinden biraz daha soğumuştur. Oysa Tevfik Emine’yi gönlünden silmemiştir. Bir süre sonra Emine ile ilgilenmek ister. Emine hastalanmıştır. Rabia  gibi Tevfik de Emine’nin hastalığından habersizdir. Rabia gider ama Emine eskiden olduğu gibi Rabia’ya kötü sözler söyler, lanetler yağdırır. Rabia çok üzgün olarak döner, babasına ilk kez karşı söz söyler, “Beni neden gönderdin, o bizi istemiyor!” der, hıçkıra hıçkıra ağlar. Oysa Tevfik Emine’den olumlu haber beklemektedir. Umduğu olmamıştır. Bu, Rabia’nın annesini son görüşü olmuştur. Tevfik’in düşleri de son bulmuştur...

Bu kitaptan yeni birşeyler öğreniyorum ama yazılanlar acaba doğru mu? Zati Bey Gelibolu Mutasarrıfı. Mutasarrıf, şimdiki kaymakam. Lüleburgaz Kaymakamı gibi bir yönetici. Bu nasıl oluyor da Dahiliye Nazırı, yani İç İşleri Bakanı oluyor? Selim Paşa’nın konağında bir şarkıcı kız vardı, güzel şarkılar söylüyordu. Padişahın sarayından gelip onu aldılar. Kanarya Hanım, Altın Kafese gidiyor. Güzel oynuyormuş ama Çingene Pembe hanım daha güzel oynuyormuş. Bunların saraylarda, konaklarda işleri ne? Her Cuma selamlıktan sonra Selim Paşanın eline altın kesesi veriliyormuş. O da o keseden çevresindekilere dağıtıyor. Bunlar gerçekten olmuş mudur? Osmanlı İmparatorluğu bu nedenle mi çöktü? Öğretmenlerin sık sık söylediği kötü yönetim bu mu? Selim Paşa ile Oğlu Hilmi Bey’in tartışması ilginç. Oğul Hilmi Bey bugünkü insanlara yakın düşünüyor. Baba Selim Paşa ise çocuklara aşk şarkıları söyletiyor. Hepsi böyle miydi o zamanki yöneticilerin?”

 

Okumamı bitirince Yusuf Asıl özür diledi. Aslında yazdığımı bildiğini, ancak bilmeyenlerin öğrenmesi için bana böyle bir oyun oynadığını söyleyerek bir dönüş yaptı. O ne derse desin ben yaptığımı değil buranın havası için söylediklerimin geçerli olduğunu kanıtlamama yardım ettiği için Yusuf Asıl'a özellikle teşekkür ettim.

Yemekten sonra topluca Hidayet Gülen Öğretmenin atölyesine gittik. Atölye denilen yer, Okul için yapılan binalardan birinin altı. Binaların gerçek planında, gereğinde kullanılacak yükseklikte bodrum katları bulunmaktadır. Bizim bölümün binasında da önümüzdeki süreçte yapılması düşünülen bodrum katı Hidayet Öğretmen kotarmış. Atölye de sürekli orta kısım öğrencileri çalışıyor. Tabela ya da levha, (boyalı ya da ağaç oyma) tesbih, lüle ya da kaşığa, kaşıktan insan yüzlerine dek ağaç oymalar yapılıyor. Bizi, yeni Karagöz takımlarını görmemiz için çağırmış, yeni salonumuz açılınca tüm öğrencilere Karagöz/Hacivat gösterisi yapacakmış. Karagözle Hacivat'ın değişik resimlerini çizmiş. Karagöz oyunlarının geçmişi hakkında bilgi verdi. Özellikle:

- Siz benim özel konuğum olacaksınız. Karagöz oyunlarıyla ben öğrenciliğimden beri ilgilenirim. Kepir’de de bu işi ucundan ucundan tutuyordum; ancak sahneleyecek ölçüde hazırlıklı değildim. Burada o ortamı buldum, daha rahat çalışıyorum. Sağ olsun başımızdaki Amir-Ağabeyler de yardımcı oluyorlar. Benim için uygulamaya  geçmek bir görev oldu. İşte bu nedenle benim burada ilk gözağrılarım durumundaki Kepirteli, öğrenci-kardeşlerim benim girişimi, başarımı, başarısızlığımı başkasından duyacaklarına, kendi gözleriyle görüp değerlendirsin deyip duyurmayı, böyle bir ilk çağrıyla yapmak istedim.

Öğretmen atölyesinde pazar günleri daha rahat çalıştığından ıhlamur çayı kaynatıp gelenlere ikram ediyormuş “Bu soğuklarda iyi gelir!” diyerek bize ıhlamur içirdi. Daha sonra sözü Kepirtepe'ye çevirip yönetim değişikliğinden sonraki olayları konuştuk. Ahmet Kun Öğretmeni daha önce de tanıyormuş, “Ahmet gelince bana biraz anlattı!” demesinden bunu anlamıştık. Konuşmasından, Kepirtepe’deki durumun pek iyi olmadığı sonucunu çıkardım. Hidayet Gülen Öğretmen başını sallayarak:

-Oysa Nejat İdil'in ne güzel palanları vardı. Ta baştan, Genel Vali Kazım Dirik Paşa ile kurdukları düşleri bir bir gerçekleştirme tutkusunu sürdürüyordu. Bu nedenle okul buraya taşınınca oradan kopmamak için kalmıştı. Artezyen işinde başarılı olunca çocuklar gibi sevinmişti.

Hidayet Öğretmen Nejat İdil'le eski tanışlığını, O'nun tiyatro severliğini, Kepirtepe'de yaptırmak istediği Gösteri binasının planını birlikte hazırladıklarını anlattı. Çok ayrıntılı planı nasıl uygulayacağını sorduğunda Nejat İdil:

- Olsun, delikanlılığımda oynamak istediğim rolleri, yaşlı bir dede (Hidayet Öğretmen burada örnek olarak Hamlet'i söyledi) olarak da oynasam bu, benim mutluluğum olacaktır! dediğini anlattı.

Hidayet Öğretmen geldiğimiz için çok sevindiğini, ara ara gene gelmemizi söyledi. Harun'un sürekli geldiğini söyleyip ona teşekkür etti. Benim için de “Öztekin'le iyi konuşuruz, seni ondan öğreniyorum; ilk günler ben soruyordum, giderek o, sormadan söylemeye başladı. Bu, başarıyı kanıtlayan bir durumdur; hadi seni göreyim, özlediğine kavuştun, göster kendini!”

Hidayet Öğretmenden ayrılınca bir süre çok üzgün bir havaya girdik. Kim ne söylediyse hep yarım yarım söyledi. Açıklanma gereken cümleleri aynı tür cümleler izledi. Arkadaşlar kitaplığa girdiler. Abdullah, Kadir üçümüz hiç konuşmadan bizim salona gittik. İki piyano da boştu. Abdullah yukarda kalmak isteyince ben alt odaya indim. İki günlük arayı kapatmak için tüm gücümle çalıştım. Faik Öğretmenin verdiği ödevi hazırlamıştım. Birkaç kez tekrarladım. Öğretmenin “Kadans, akorlar” dediği, beş parmak (iki el, on parmak) birlikte ses basmalara çalıştım. Kromotik gamları denedim. Mehmet Zeybek'in çalışma saatiymiş o gelince kalktım.

Faik Canselen Öğretmen gelirse (soğuk havalarda sabahları gelirmiş) Cumartesi günü dinlenen eserlerle bestecileri için konuşma yapıyor. Beethoven'le Mendelsshon'a, konçerto ile senfoniye baktım.

KONSER SIRASINA GÖRE:

 

Mendelsshon'un Birinci Keman Konçertosu 3 (üç) bölümmüş.

1. Bölüm: Allegro molto appasionata,

2. Bölüm: Andante,

3. Bölüm: Allegrotto non troppo-Allegro molto vivace.

 

Beethoven'in 3. Senfonisi (Eroica)

1. Bölüm: Allegro con brio,

2. Marcia funebre-Adagio assai,

3. Schrzo: Allegro vivace,

4. Finale: Allegro molto-poco Andante. presto.

 

Bunları yazınca içim cızladı. Bunları hep öğrenecek miyiz? İçlerinden bir kaçını biliyorum ama ötekiler benim metodumda bile yok. Geçen konserdeki senfoniyi de not etmiştim:

 

Hector Berlioz'un Symphonie Fantastique'ası. (Fantastik Senfoni) O, 5 bölümdü.

1. Largo, allegro agitato, apposianato assai,

2. Allegro non troppo,

3. Adagio,

4. Allegrı non troppo,

5. Larghetto, allegro. . . . .

 

Bunlardan bildiklerimi sandıklarım:

Andante, allegro, adagio, allegretto, largetto, lento, presto, vivace, moderato. . .

Şimdiye dek çaldığım parçaların başında, Allegro, Andante, Allegretto, Moderato, son bir parçada da Allegro Moderato var. Yine eski tesellime sarıldım:

-Arkadaşlarım bunları bilmiyor, onlar bunları öğreninceye dek ben topunu yutmuş olurum.

Arkadaşlardan bu gece dinlenecek plakları soranlar oldu. Önce parmağımla karşıdaki listeyi gösterdim. Soranların içinde Talip Apaydın da vardı. Üzüldüm, arkadaş çok sessiz, kimseyi incitmemeye en çok özen gösteren biri. Ona kıyamadım, kalkıp listeyi birkaç kez sağa sola çekiştirdikten sonra bir de “Daha iyi görünsün, arkadaşlar rahat göremiyor!” deyip yerime oturdum. Az önce soranlar hep sustular. Aklımdan geçirdiklerimde haklıymışım, salt Talip Apaydın'ın teşekkür etmesi, beni haklı çıkardı. Babam da çok söylerdi ama daha çok da kahvedeki konuşmalarda sık sık duyardım.

-Kalpten kalbe yol varmış!

Öğretmenlerin geldiği duyuruldu. Öyleyse plak dinleme olacak, kalkıp önce sobayı bir güzel doldurdum. Plak listemiz hazır. Ancak isterse Faik Canselen Öğretmen değiştirebiliyor. Kimi kez yanında arkadaş getirip, onun gönlünü alıyor. Geçen gün Prof. Hikmet Birant'ı getirmişti.

Bu gece çalınacak plaklarla bestecilerinin listesi:

1. Johannes Brahms, 1. Senfoni, 5 plak

2. Johann Sebastian Bach, Si Minör Süit No. 2, 3 plak

3. Sergei Prokofieff, Lieutenant Kije Süit, 3 plak

Öğretmenler az gecikerek geldiler. Faik Canselen Öğretmen gülerek:

-Size iyi bir plak dinleyicisi getirdim, isterseniz siz ondan plak yerine kendi güzel sesinden aryalar, liedler dinleyebilirsiniz! dedi. Benzer olay geçen yılda Ruhi Su ile yaşanmış, 2. sınıflar alkışladılar. Faik Öğretmen öyle dedi ama listeye bakıp Johannes Brahms'ı görünce:

-Aaaaa, bu dinlenir işte! deyip plağı aldı, elinde bir süre sallar gibi yaparak Johannes Brahms üstüne konuştu. Özellikle de:

-Romantik çağın en civcivli zamanlarında onu savunan en kodamanların arasına cumbadak düşmüş bir klasik besteci! dedi. Sonra da o kodamanları sıraladı: Robert Schumann, Frans Liszt, Friedrich Chopin, Giuseppe Verdi, Richard Wagner, Johann Strauss! Bunlar her biri kendi alanında başarılı romantiklerdi! deyip durdu. Daha konuşacağını sanıyorduk, oysa plağı bana uzatarak:

-Önce Brahms sonra Girginkoç'u dinleyelim, nasıl olsa o bizim yanımızda, bu gece elimizden kaçamaz! deyip sustu. Plağı koydum sesler başladı, çıt çıkmıyor. Faik Öğretmen başını karşı tavanın köşesine dikti, sanki havayı kokluyordu. Sesler yakından uzağa doğru uzadıkça sanki Faik Öğretmenin gözleri de uzayıp gidiyordu. Sesler giderek konuşur gibi karşılıklı gelip gitmeye başladıkça Faik Öğretmen başını indirip tempo tutar gibi elini bileğinden hafif hafif oynatmaya başladı. Birden sesler güm güm ederek düğümlenir gibi dönerek çıkmaya başladı. Faik Öğretmen gene tavanda bir yere başını çevirdi. Ona baktığımı görür diye çekindiğimden başımı kaldırıp bakamadım. Plağı çevirirken Faik Öğretmen bu kez de:

-Brahms, bu senfoniyi ilk çaldırınca, o denli çok beğenilmiş ki müzik eleştirmenleri bu senfoniyi yazsa yazsa ancak Beethoven yazabilirdi, bu senfoni Beethoven'in 10. senfonisi düzeyindedir, diyerek olağanüstü övgü yağdırmışlardır. Öğretmen gene dinlemeye koyulunca plağın kapağındaki yazıyı göz ucuyla okudum:

SYMPHONY no: 1, in c minor Op. 68:

1. Un poco sostonuto allegro,

2. Andantre sostonuto

3. Un poco allegretto e grazioso,

4. Adagi-Allegro non troppo ma con bro.

Okudum ama okuduğuma pişman oldum. Daha önce başlayan kaygılarım daha da arttı. Müzik eserlerindeki bu yazılar (Lento, Allegro, Andante gibi hareket yazıları) öteki plaklarda daha da artacağa benziyor. salt plaklarda olsa neyse, konserde dinlediklerimiz de cabası. Ben bunları düşünürken Faik Öğretmenle Hilmi Girginkoç Öğretmen bakıştılar. Hilmi Girginkoç Öğretmen parmağını çıklatır gibi yaparken sesler salıngaç sallar gibi dönmeye başladı. Sesler geldi gitti, Faik Öğretmen eliyle tempo tutarken Hilmi Girginkoç Öğretmen söylüyormuş gibi başını salladı. Brahms plakları (5 plak) bitince derinden soluyanlar oldu. Faik Öğretmenden önce Hilmi Girginkoç Öğretmen:

-Eee, kolay değil, Brahms dinliyorsunuz, o biraz demir leblebidir, kolay çiğnenmez! deyince, Faik Öğretmen:

-Aman beyim, şu leblebiyi azıcık yumuşatalım; demir deyince bunlar, iyice ürküp hepten leblebi yemekten vazgeçerler. Gelin şunu zor da olsa yenecek bir duruma sokalım! Öğretmenler gülüşürken ben. “Leblebi şekeri!” deyiverdim. Faik Öğretmen:

-Yok yok o kadar da değil, onu öteki bestecilere saklayın, daha Verdi'ler, Tchaikovsky'ler, Chopin'ler, Bizet'ler var! dedi.

Faik Öğretmen ikinci eseri sordu. Öztekin Öğretmen gülümseyerek:

-Hazır olun şimdi de Baba Bach geliyor! deyince Faik Öğretmen bu kez de Öztekin Öğretmene:

-Çocuklar belki bilmezler, bach Almanca'da dere demektir. Ancak Almanlar Baba Bach'a bir ırmak, bir nehir olarak bakarlar. Gerçekten, hep düşünmüşümdür, adam bir nehirmiş, nasıl bestelemiş onca büyük eseri) Almanlar tüm eserlerini toplayıp kayıt altına almışlar. Listeye baktım 1100 küsur...

Faik Öğretmen kaşlarını çatmış olarak iğneyi bırakmamı işaretledi. Plak hemen uzun keman sesleriyle başladı. “1100 eser, hem de hepsi büyük çapta eser!” sözleri, keman seslerine karışarak uçtu. Süit boyunca kimse konuşmadı. 3. plakta Mehmet Öztekin Öğretmen “kısa bir ara verelim konuşmak isteyenlerimiz vardır” belki deyince Hilmi Girginkoç Öğretmen gülerek:

-Ben de konuşabilir miyim öğretmenim? diyerek söz istedi. Brahms'ı çok severmiş, bizim de sevdiğimizi görünce mutlu olmuş o nedenle bize içinden gelerek bize Brahms'tan bir parça söylemek geçmiş. Tüm arkadaşlar sevindiler. Öztekin Öğretmen işaret etti. Daha önce çok dinlediğimiz Prokofieff'in Lieutenant Kije (Yüzbaşı Kije)’sini koydum. Arkadaşların çok sevdiği bir parçaydı. Ancak bu gece arkadaşların çoğu plak çabuk bitsin diye neredeyse dişlerini sıktılar. Ben plakları kaldırırken öğretmenler piyanonun yanına gittiler. Hilmi Girginkoç Öğretmen önce çok ağır bir parça söyledi:

-Onsuz geçti bütün hafta sevgilimi hiç görmedim; en sonra. . . . gördüm güzel yüzünü! O ay yüzlü güzel kızı gördüm, doğdu sandım aşkımın o bir tek yıldızı. . . . diye sürdürdü. İkincisini ise, önce Almanca sonra da Türkçe söyledi. Ninni ya da Almanca adıyla Guten Abend! İkisi de çok güzeldi ama ikinci için arkadaşlar, öğrenmek istediklerini söylediler. Hilmi Girginkoç Öğretmen gülerek:

-Hemen yarın, ilk ciddi çalışmamız bu olsun! dileğinde bulundu. Faik Öğretmen plak listesine baktı, Johann Sebastian Bach'ın adını görünce:

-Büyük Bach listemizde var, onun için zaman kaybı söz konusu değil, gene konuşuruz! deyip ayrıldı. Öğretmenlerden sonra arkadaşlar hemen gittiler. Abdullah, Kadir bir de Mehmet Ünüvar benimle kalıp yardım ettiler. Salonu toplayıp, sobaları ateşlemeye hazır duruma getirdikten sonra koşarak yatakhaneye gittik. Kimse uyumamıştı. Kimisi yeni yatakhane özlemi çektiğini söylüyor, kimisi de yenisiyle eskisinin farklı olmayacağını öne sürüyordu. Tartışmalara hiç katılmayan Yapı bölümünden İsmail Korolay “İşt pişt!” diyerek birisini uyardı:

-“Yeni yatakhanenin, yönetim binasının kuytusunda olması bile burasını aratmayacağının bir kanıtıdır! Az değil, burayla ora arasında 4-5 derece sıcaklık farkı olacaktır. İsteyenle bir bahse girerim! Ölçmek zor değil, var mı yürekli (!) bir bozguncu?” deyince herkes sustu. Ben de yeni bir söz öğrendim; “YÜREKLİ BOZGUNCU” Tersi ne? YÜREKSİZ YAPICI! olmalı.

Hilmi Girginkoç Öğretmeni sevmeye başladım. O kalın sesine karşın ne güzel ninni söylüyor. Ben hiç ninni dinledim mi? Dinlemez olur muyum, ablalarım kendi çocuklarına ne güzel ninni söylüyordu. Annemi anımsıyorum, sanki annem bana hiç ninni söylememiş gibi anılarım bomboş; öyle ki, yoğurda çalınmış sütün kaymağını yemeğe çalışırken tencereyi devirdiğimde yediğim paparayı,  ablamın kızı Gülsüm doğduğu gün kucağıma almak isteyişimi anımsıyorum da ninni diye bir anı kıpırtısı duymuyorum. Gene de Johannes Brahms'ın ninnisi beni çok etkiledi.

 

29 Kasım 1943 Pazartesi

 

Akşamki İsmail Korolay'ın çağrısı benim gibi başkalarını da etkilemiş. Önce Rüstem Gündüz seslendi:

-N'oldu, ortalığa, Yüreksiz Cesurlardan kimse çıkmadı mı? Yanıtlar verildi:

-İçimizde o sıfatta kimse yoktur. Biz yürekli insanlarız! Rüstem gülerek:

-Durun, durun, durun! Bunu bana söylemeyin, ben de içinizden biriyim! deyince gülmeler, sataşmalar ard arda geldi, en sonunda da Rüstem “YÜREKSİZ CESUR!” olarak sıfatlandırıldı.

Bizim kahvaltı masasında da Rüstem Gündüz konuşuldu. Rüstem Gündüz Çızılçullulu, hem de çok Kızılçullulu. O tarafını bildiğim için Çiftelerli 2. sınıf ağabeylere baktım, öyleyken üç Çiftelerli de (Abdullah Ön, Orhan Doğan, Fahri Yücel) Rüstem Gündüz'ün temiz kalbinden, iyi niyetinden söz ettiler.

Önce biz Şan dersine girdik. Öğretmen bildiğimiz şarkıları sordu. Hemen hemen bildiğimiz ortak şarkı çıkmadı. Çifteler grubu türkülerden söz etti. Öğretmen başını atarak:

-Konuyu dağıtmayalım, ses çalışması için önce disiplin gerekli, türkülerde o disiplini tutturamayız! Öğretmenin disiplin sözünden neyi kastettiğini sonra öğrendik, “Ses kaydırılması ya da kaydırılmaması.” Öğretmen örnek verdi, ağzını oynatarak bir süre “Eyi, eyi, eyi” ile gırtlağından ığığığığığığığı sesleri çıkardı. Daha sonra da piyanoya geçerek ayrı ayrı tuşları tınılattı. Öğretmen önce tek tek sonra da gruplar olarak şarkılar istedi. Kimseden ses çıkmayınca biz Kepirtepe'de öğrendiğimiz Altın Başaklar, Sonbahar, Bülbül şarkılarını söyledik. Üç kişiyiz ama besbelli şarkıları Abdullah söyler gibiydi. Hilmi Girginkoç Öğretmen benim dikkatimi çekti:

-Sinerek, çekinerek bir yere gidemezsin, elinde fırsatın var. (Piyanoyu göstererek) Her oturuşta bir süre vokal! dedi. Arkasından da sesini yükselterek iki kez “ Vokal, vokal, vokaaaaaalllll!” dedikten sonra piyanoya oturup aıaıaıaıaıaıa gibi sesler çıkardı. Akşamki sözünü anımsadı, önce piyanoda bir şeyler çaldı; sonra da “işte Brahms'ın ünlü Ninni'si” deyip “Tünaydın!” diyerek başlayan ninniyi söyledi. Arkadaşların çok beğendiğini gören öğretmen tebeşiri alarak tahtaya, önce Türkçe'sini sonra da Almanca'sını kendisi yazdı; Tünaydın, İyi Geceler, Guten Abend, Gut Nacht!

Tünaydın, iyi geceler,

Güllerle bezeli,

Karanfillerle süslü,

Örtülerinin altına uzan,

Yarın sabah, Tanrı isterse,

Yine uyanacaksın,

Yarın sabah Tanrı isterse,

Yeniden uyanacaksın.

Tünaydın, iyi geceler,

Melekler seni korur,

Rüyanda gösterir,

Küçük İsa'nın ağacını,

Sadece uyu, mutlu ve huzurlu,

Rüyanda Cenneti gör.

*********

Guten Abend, gute Nacht,

Mit Rosern bedacht,

Mit Naglein (N ı) besteckt,

Schlupf unter die Deck!

Morgen früh, wenn Gott will,

Wirst du wieder geweckt.

Guten Abend, gute Nacht,

Von Englein bewacht,

Die zeigen im Traum

Die Christkindleins Baum.

Schlaf nun selig und süs,

Schau im Traum 's Paradies.

Öğretmen Ninniyi bir kez daha hem Almanca hem de Türkçe söyledikten sonra bu kez de şarkı öğrenmenin koşullarını anlattı. Bu koşullar içinde en önemlisinin de şarkı öğrenilirken ilk duyulan ilginin, çok tekrarlayınca tavsaması olduğunu, o nedenle ilk ilginin yerleşip sürmesi için bir süre ara vermenin yararı olacağını söyleyip konuyu değiştirdi. Gene insan seslerine döndük. Bas, basbariton, bariton, tenor/Alto, kontralto, Soprano, kolaratur soprano olarak sekiz renge ayırdı. Sesleri de renk olarak söyledi. Hepimizi önce konuşturdu. Konuşma seslerimize göre hepimizi tenor olarak gösterdi. Nihat Şengül'le Halil Yıldırım'ı uyardı:

-Konuşurken seslerinizi dinleyin, sonra “İki cami arasında binamaz!” kalırsınız! dedi. Daha sonra da sözü açıkladı. Ses, ya ileriye doğru çıkış yapıp sürermiş ya da ilk çıkıştan sonra geriye dönüş yaparmış. Konuşurken az dikkat edilirse ses, çıkış yerini bulup oturur sonra da hep o şekilde sürüp gidermiş. Şarkı söylerken ne de olsa azıcık zorlama olduğu için sesler kalınlaşırmış. O zorlama sürdürülmezse ses, konuşurken işin kolay tarafına kaçıp incelirmiş. Bu kolaya kaçma, ses rengini zayıflatırmış. Öğretmen kendinden örnekler verdi. Gerçekten öğretmenin konuşmasındaki ses değişikliğini açık açık saptadık. Öğretmen, insanların uzun, yıpratıcı çalışmalar sonunda seslerini kökten değiştirdiğini, özellikle operalarda çok makbul sesleri çıkarıp ünlü olma bahasına erkeklerin soprano, alto ya da soprano bayanların tenor rollerine çıkabildiğini anlattı.

Dersten sonra bir süre Aaa, İiii, sesleri salonu doldurdu. Arkasından da daha çok a-i diyenler, kendi kendilerine güldüler:

-Kimse zorlamadan , kendi kendimize “Aİ” yapıyoruz, diye de gülüştüler.

Tiyatro dersimizi küçük salonda yaptık. Mahir Canova Öğretmen, odaya girince biraz ekşimsi yüzle:

-Oldum olası dar yerleri sevmem, belki de bu huyumdan ötürü tiyatrocu olmuşum! deyip sandalyesine oturdu. Muttalip Çardak öğretmenden söz istedi. Öğretmen işaret edince:

-Öğretmenim siz az önce de burada ders yaptınız. O zaman da bu yakınmanızı yaptınız mı yoksa bu bize karşı bir tavır mı? deyince Mahir Öğretmen:

-“Elbette bu tavırda sizin de payınız var. Az önce borada 7 kişi oturuyordu şimdi 14 kişi. O zaman benim soluma alanım şimdikinden 7 kat fazlaydı. Sen, böyle bir hakkı azımsıyor musun, yoksa böyle bir sorunun ayırdında olmamanın mutluluğu içine mi sıkışmış durumdasın?” Muttalip Çardak özür dileyip oturdu. Benim daha akşam dikkatimi çekmişti, Mahir Öğretmenin neşesizliği. Akşam onca konuşmalara, sanki yokmuşça uzak durmuştu. Faik Canselen Öğretmen de ona her zaman yaptığı takılmaları bu kez yapmamıştı. Ben böyle düşünürken, Mahir Öğretmen bana işaret etti, “Tiyatro nedir?” “Dar anlamda tiyatro tiyatro eserlerinin gösterildiği yerdir. Daha geniş anlamda, tiyatro sahnesi, tiyatro eserleri, tiyatro eseri yazanlar, oynayanlar, oyunları izleyenlerin topu birden tiyatrodur.” Bu kez öğretmen:

-Bu söylediklerinin içinden birini çıkarsak söylediğinin anlamı değişir mi? Örneğin ilk söylediğin binayı söylemeseydin ne eksilirdi? Ben “Bina eksilirdi!  deyince öğretmen kahkahayla güldü. Sonra da:

-Dur bakalım öyle mi? dedikten sonra Tiyatro Tarihi kitabını açtırtıp bana Japon tiyatrosu bölümünü okutttu. Çok eski zamanlarda (İ.Ö. 1000 yıllarında sanılıyor) Japon Güneş Tanrıçası AMATERASA erkek kardeşi tarafından haksızlığa uğratılınca küsüp bir mağaraya çekilmiş. Amaterasa mağaraya girince dünya karanlık olmuş. Karanlıkta yaşayamayan Japonlar, Amaterasa'nın mağarası önünde ona yalvarıp dövünmüşler. Amaterasa bu yakarışların ne olduğunu anlamak için mağara kapısına çıkınca dünya gene aydınlanmış. Bu kez de insanlar bu sevinci her yıl şenliklerle anmaya başlamışlar. Bu şenliklerdeki oyunların özü olan acıklı yakarışlar, dolaylı olarak bağırıp çağırırken yapılan hareketler Japon Tiyatrosunun başlangıcı olmuş. Bu hareketlerin belirli özellikleri saptanarak bir oyun özelliği oluşmuştur ki Japonlar buna KAGURA adını vermiştir. Kagura oyunları Japonya'da günümüzde de sürmekteymiş. O gün İmparator bile ulusal çalgıları olan Luth çalar, imparatoriçe de yüzünün değişiklikleriyle (mimikleriyle) İmparatora katılırmış.

Daha sonraki zamanlarda (İ.Ö. 800 ) olası bir depremde büyük çöküntüler olur. İnsanlar gene bu büyük çöküntü karşısında yalvarıp yakarırlar, dans ederek (hareketli yakarışlar) dualar ederler. Sonraları bu da bir tür dansın başlangıcı olmuş, günümüzde buna da SAMBAŞO adı verilmiştir. Günümüzde yabancılara oldukça karmaşık gibi  görünen Japon Ulusal Tiyatrosunun özü bu iki mitolojik olaya dayanan danslardır.

Öğretmen geçen derste Çin Tiyatrosunu anlatmıştı. Bu kez de:

-Bu iki tiyatro her ne kadar ayrı karakterde ise de gene de benzeşik yanları var. O nedenle Çin Tiyatrosunu da bir daha okuyalım! deyip kitabı gene bana uzattı. (Önce almıştı) Bu arada neden bana okuttuğu üstüne de kısa bir açıklama yaptı. Bana sorduğu soruya karşı verdiğim yanıtı çok beğenmiş. O yanıtı doğrulayan en dayanıklı belgeler de Çin -Japon tiyatrolarındaymış. Öğretmen:

-Bakın, şimdiye dek tiyatro binasından söz edilmedi. Ancak bu, yok demek sayılmamalı, doğal olarak var da önemli değil. Bunu gelecek derslerde daha ayrıntılı olarak konuşacağız!

Çin Tiyatrosu da özet olarak Japon tiyatrosu gibi tarihsel bir olaya dayanmaktadır. Ancak Çin Tiyatrosu yaş olarak daha genç sayılmaktadır. (İ.Ö. 500- Konfüçyüz zamanı) İmparator HU, sevgilisi Tank-Hi'yi eğlendirmek için çalgıcılarla birlikte oyuncular da göndermiştir. Böylece eğlencelere oyunların da katıldığı sanılıyor. Daha sonra Bilgin Konfuçyüz'ün de hazır bulunduğu bir toplantıda Prens Lu, Prens Psi'yi görmeye gittiğinde yapılan gösterilere oyuncular, taklitçiler katılmıştır. Filozof Konfuçyüz bu duruma sinirlenmiş, böylece tartışma konusu olan olay Çin Tiyatrosunun yazınsal başlangıcı sayılmıştır. Ancak daha sonra yapılan araştırmalarda Çin Tiyatrosunun daha da eski olduğunu kanıtlayacak belgeler de bulunmuştur. Kesin olmamakla birlikte Çin Tiyatrosunun Yunan tiyatrosundan  daha yaşlı olduğu, İ.Ö. 1140 yıllarına dek uzadığı söylenmektedir. Bir başka sav da bugünkü anlamda Çin Tiyatrosunun Ming-Huang ( İ.S. 713-756) zamanında kurulduğu, İmparatorun 300 kadar sanatçıyı barındırdığı gibi, tiyatrodan başka bahçeler kurdurup, eğlenceleri yaygınlaştırdığıdır. Bu olayı destekleyen araştırmalar yapılmış inandırıcı belgeler toplanmıştır. Örneğin tiyatro üstüne yazılmış kitaplara bakılırsa Çin Tiyatrosunun eskiliği kadar yaygınlığı da anlaşılacaktır. İ. S. 1100. 1200 yıllarında yaşamış Dr. Wang, kendisinden önceki dönemlerden kalan 280 tiyatro kitabından söz etmektedir.

Mahir Canova Öğretmen okumamı durdurup tarihteki Çin -Türk ilişkilerine değinerek, Çin etkisinde bile olsa, bizim de eski bir tiyatro geleneğimiz olması gerektiğini anlattı. Geleneklerin, özellikle göçler nedeniyle etki tavsamasına uğradığını, gerçek konaklandığı yerlerde de ora geleneklerinin etkisinde kalınarak değişimlere uğradığını anlattı. Karagöz oyunu izleyip izlemediğimizi sorunca ben Hidayet Gülen Öğretmenden söz ettim, Hidayet Öğretmenin çağrılısı olarak onun atölyesine gittiğimizi anlattım. Öiğretmen önce tüm arkadaşlar olarak algıladığından İbrahim Şen'e sordu. Konuda düzeltme yaparak salt Abdullah Erçetin'le Kadir Pekgöz'ü söyleyince bu kez onları konuşurdu. Konuşma giderek başka tarafa kaydı, insanların bildiklerini doğru anlatması, anlatamaması, neden anlatamaması, biçimlerine sokuldu. Doğru anlamanın koşullarını açıklarken dersimiz bitti. Mahir Öğretmen bana gene teşekkür etti. Ancak bu teşekkürün gerçek nedenini tam olarak anlamadım. Sanırım Hidayet Gülen Öğretmenin Karagöz ustası olduğunu söylememdendi. Konuşmalar arasında Hidayet Öğretmeni tanıdığını, ancak meziyetleri (başarılı işleri-becerileri) hakkında fazla bilgisi olmadığını söylemişti.

Yemekte konuşmalara hiç takılmadan yeyip kalktım. Masadakilerin hepsi bizim bölümden olduklarından durumumu biliyorlar. Pazartesi günü bizim bölümün en zorlu günü. Öğleye dek 4 saat ders olduğu gibi öğleden sonra da ikişer saat armoni dersleri var. Ayrıca benim iki saat piyano dersim de bugün. Masadakiler bunu bildikleri için hoş görürler.

Salona gittiğimde Faik Canselen Öğretmen piyano başındaydı. Beni görünce çağırdı:

-Gel İbrahim sana bir resital vereyim! deyip güldü. Sen şimdi “o da neymiş?” diyeceksin, müziğin kendine özgü dili vardır, zamanla bunları öğreneceksin. Tek piyano ile verilen konserlere “RESİTAL” derler. Hoş bizimki küçük bir seslendirme ama olsun, bu da bizim resitalimiz olsun deyip bir sayfa açtı. Daha başlarken tanıdım, Diabelli Rondo. Asım Öğretmenin sınav için hazırladığı parça. Biraz da piyanonun etkisi oldu sanırım, Faik Öğretmenin çaldığı bana olağan üstü geldi. Asım Öğretmen adına bir bakıma üzüldüm. İki gün önce çok neşeli olarak gördüğüm yüzü gözümde ekşir gibi oldu. Bunu ona söyleyebilir miyim? Biliyorum söylesem gülerek:

-Sen ne diyorsun? Müzik denilen “O güzel sanat!” budur işte! Ucu, sonu yoktur onun. Bach bile bir yerde durmuş, arkasından gelenler bayrağı kapıp ileri götürmüş. Haydn'ı Mozart, onu da Beethoven izlemiş, daha sonra da başkaları, Schubert'ler, Chumann'lar, List'ler, Chopin'ler birbirini izlemiş! deyip kahkahayı basar, arkasından da:

-Ya İbrahim'ciğim bu işler böyle. Ne demişler, “Boynuz kulağı geçermiş”, sen de birgün benim kıvıramağım parçaları çalarsan şaşmam! Faik Öğretmeni dinlerken hızla bunları düşündüm. Birer ikişer gelenler oldu, Faik Öğretmen, kendi çalışması olduğunu daha önce söylediği parçasına döndü.

Arkadaşlar gelince, Faik Öğretmen tahtaya, bir porte çizdi. Portenin üstüne bir çok söz yazdı, işaretler koydu. Sözleri biliyordum; çalınacak parçanın hızlı, yavaş ya da çok ağır çalınıp söylenmesini gösteriyordu. Largo, ağır. Allegro, çabuk gibi... Az sesliden yükselerek gürleşmeyi gösteren çizimleri de biliyordum. D. C ise çalınan parçada belli bir yerden başa dönülmesini gösteriyor, onu da biliyordum. Faik Öğretmen daha başka işaretler koydu. Örneğin S harfini yazdıktan sonra arkasından S harfini bir de yatık olarak portenin üstüne yazdı. Tr...  ekledi. F, ff, p, pp, fp, harflerini, legato, dolice sözlerini yazdı. Geri çekilerek porteye baktı, bize dönerek:

-Bugünlük bu kadar olsun, yeri geldikçe ekleyeceğiz deyip piyano başına geçti, oturmadan tuşlara dokunarak:

-Bunlar, doğal sesler, biz hep böyle basarsak, sesler de hep böyle çıkar. Oysa müzik, alçalan yükselen, hızlanan, yavaşlayan seslerle yapılır, böyle yapılırsa güzelleşir. Daha güzelini sağlamak için daha başka yollar aranmış, şu gördüğünüz işaretler konmuş, bunları bilerek çalacağımız parça, bestecisinin istediği güzelliğe erişir. Bilen insanların yapacağı da budur. İşte bu amaçla biz, armoni derslerine başlarken önce bu kuralları öğreneceğiz. Armoni çok seslilik demektir. Ancak çok seslilik bağırtı çağırtı değil ölçülü, ahenkli, kulağı okşayıcı sesler karışımıdır. Sesleri, bir birine karıştırmamak için çok dikkatli çıkarmak zorunluğu vardır. Dikkatimizi bu işaretler aracılığıyla daha rahat sürdürürüz. İşaretlerin çokluğuna bakıp, “Bunları nasıl öğreneceğiz?” kaygısına kapılmayın. Bunlar kullandıkça kendiliğinden öğrenilir. Yüzlerce değil belki binlerce söz kullanarak konuşuyoruz. O sözleri yazarken “Acaba hangi harfle yazacaktım?” gibi bir soru sormadan nasıl yazıyorsak, müzik parçalarını yazarken de o rahatlıkla bu işaretleri kullanacağız. Örneğin parçanın hızlanmasını istiyorsak hızlı işaretini çizivereceğiz.

Öğretmen, “Kısa bir ses uygulaması yapalım!” dedikten sonra İstiklal Marşı'nı söyletti. Marşı söylerken ses yükselmelerine alçalmalarına dikkatimizi çekerek bir yandan da tahtadaki ilgili işaretleri gösterdi. Kısa bir aradan sonra beni tahtaya kaldırarak bir porte çizdirdi. Porteye anahtarsız olarak do majör gam sıralaması sekiz nota yazdım. Öğretmen okumamı isteyince olayı anladığımdan “Anahtarsız nasıl okuyayım?” diye sordum. Öğretmen gülümseyerek sol anahtarı koymamı istedi. Anahtarı koyunca do majör gamı olarak notaları sıraladım. Bu kez de öğretmen kendisi gelip sol anahtarını sildi, fa anahtarı yazdı. Fa anahtarı yazılınca dizinin değiştiğini bildiğimden, tebeşiri alıp yazdım. Fa anahtarına göre dizinin nota sıralaması mı olacağını biliyordum. Öğretmene sordum:

-Mi majör mü, yoksa minör mü? deyince öğretmen ne farkettiğini sordu. Sıralamada diyez-bemol ekleneceğini söyleyince öğretmen arkadaşlara dönerek:

-Bakın arkadaşınız bunları öğrenmiş. bunları öğrenmiş olması onun armoni derslerina hazır olduğunu gösteriyor. Gördünüz işte, ne dedimse karşılık verdi, neyin nerede olacağı üstüne bir fikri var. Bu ön bilgileri almadan armoni dersinde ilerlemek olası değil. O nedenle bugün böylesi bir çalışma yaptık. Kısacası, derslerimizin ilerlemesi için sizlerin biraz çaba göstermesi gerekiyor. Lütfen tahtadaki bilgileri kısa zamanda hıfsetmeye (belleme anlamında) çalışın! derken zil çaldı. Öğretmen bu kez de gülerek:

-“Sözlerimizi çok ölçülü söylemişiz; ne bir eksik ne bir fazla, “Çalışın!” derken zil çaldı. Zilin düğmesi yanımda olsaydı sanırım benim çaldığımı söyleyecektiniz. Ne denli karşı olsam, bana inanmayacaktınız! Bu kadar rastlantı olur mu? diyecektiniz.” Öteki odadan gelenler oldu. Faik Canselen Öğretmen bana işaret etti:

-Gel bakalım, senin parmaklar ne alemde? Aman ha, parmakları dinlendirmeye bırakma, çok nankördürler. İnsanların çoğu ayırdında olmaz, parmaklar, öteki organlarından önce insanları bırakırlar. Yaşlı insanlara dikkat et, hızlı yürür, bağıra çağıra konuşur, şarkı söyler. Buna karşın bir de bakarsın adamın elleri, şinanay havası titriyor. Bayansa iğneye ipliği takamıyor, baysa eline verilen bardağı titretiyor ya da çorba kaşığını ağzına usturuplu olarak götüremiyor. İşte piyano çalanların yaşlılık korkusu bundan, titreyen parmaklarla o Mozart'ın dantel gibi liyazonlu (titreşimli) eserleri nasıl çalınır!

Öğretmen geçen hafta verdiği parçayı çok beğendi. Bu kez de Hüseyin Çakar'ın parçası, Duport/Menuett'i verdi. Hüseyin Çakar'dan dinlediğim için parçanın genel ses durumunu biliyordum. Sağ değil sol elde biraz kıpırdanma olacak, diye düşündüm. Öğretmen çalmamı söyledi. Çalınca da nota okumamı beğendi ama parça baştan sona tümüyle bağ, sanırım bağlarda aksama yaptım. Öğretmen, armoni dersinde anlattıklarını anımsattı:

-İşte sana bir örnek deyip bağlarla birlikte, porte altlarına sıralanmış F'leri, P'leri gösterrek:

- Bunlar, bir parçayı gürleterek fıtına estirebilir ya da sakin bir havaya çevirebilir. Öğretmen bu kez de karşı parçaya baktı, “Bir de Paisiello varmış burada. Bu besteci de bir Cembalo ustasıdır, Giovanni Paisiello. Öğretmen Cembalo'nun ne olduğunu sordu. Bilmediğimi söyleyince piyanonun eski şekillerinden biri olduğunu, piyano çıktıktan sonra pek kullanılmadığını anlattı. Parçanın bir özelliği de bir üst melodi olması. Öğretmen orası için:

-Orası benim payım, sen altı çalışacaksın, zaten bu parçayı hemen geçmeyeceğiz, birlikte çalışacağımız bir özelliği var, sen altı çalış! deyip metodu kapattı.

Öğretmenin arkasından salona çıktım, kimse kalmamıştı. Sandalyeleri düzeltip plakları karıştırırken orta bölümden öğrenciler geldi, akordiyon istediler. Akordiyonun onlarda olduğunu söyledim. Onlar onu biliyormuş, öteki akordiyorunu da almak istiyorlarmış. Öteki akordiyonu, yazın orta bölümde stajyer olarak çalışan Hüseyin Çakar kullanıyormuş. Hüsyin Çakar'ın staj süresi bitmesine karşın akordiyonu teslim etmemiş. Çocuklardan bunu öğrenince durumu Mehmet Öztekin Öğretmene anmsatmayı düşündüm. Bunu yaparsam Hüseyin Çakar alınır mı acaba diye düşünürken Hüseyin Çakar çıktı geldi. Durumu anlattım. Hüseyin Çakar:

-Zaten getirmek istiyordum, çocuklar ikide bir başıma üşüşüyorlar! deyince rahatladım. Akordiyonu alırsam boş kaldığım zamanlar çalışacağım. Oyun havalarını bildiğime inanıyorum, ancak yeni duyduğum bazı şarkıları çalışmam gerekecektir.

Faik Öğretmenin söylediği bir sözü anımsadım, “Bu işaretler bilinmese Mozart'ın sonatları doğru çalınır mı? ” Kitaplık dolabında bulunan Mozart sonatları açıp baktım. Gerçekten karınca kümesi gibi sık notaların altı üstü o tür işaretlerle dolu. Geçen defa bakarken Türk Marşı dedikleri Allaturka'yı görmüştüm. Bu kez de “Daha dün Annemizin” diye başlayan okul şarkısını buldum. Çok kolay bir girişi var. Nedense buna çok sevindim.

Kimse gelmeyince ben de kitaplığa çıktım. Kitaplıkta arkadaşlar toplanmış konuşuyorlardı. Hemşerim Kadir Pekgöz ben yokken nedense beni bir güzel övmüş. İnandım ama inanasım da pek gelmedi. Gerçekten biraz da rastlantısal olarak derslerde ilgi çeken çıkışlarım oluyor. Ancak bunlar Kepirtepe'deki başarılarımın yanında, babamın sık söylediği gibi “Devede kulak!”tır. Bir iş üretme ya da çözülememiş bir problemi çözme değildir. Sami Akıncı geldi. Sami geçen gün ben, eski yazdıklarımı okurken bulunmamıştı. “Çok bulunmak isterdim!”deyince ben de Sami'ye söz verdim:

-Sana da Kepirtepe'den Hasanoğlan'a gelişimizi okuyayım, o bölüm de yanımda. Zaten burayla ilgili olduğu için, bu gelişimde yanıma iki bölüm almıştım; gelişle ayrılışı!” dedim. Sami çok sevindi:

-Her olayı bugün gibi anımsıyorum ama senin gördüklerinle benimkiler kesinlikle başka olacaktır! diye de bir yorum yaptı. Halil Basutçu'nun yokluğu dikkatimi çekti. Meğer onlar yeni yerlerine geçmeye başlamışlar. Yakında bizler de oradaki salonda toplanacakmışız. İnşallah, maşallah sözleri arasında yemeğe gittik. Yemekte Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca muştuladı:

-Yapı Kolu kendi binasına taşınmıştır. Hayırlı, uğurlu olmasını dileriz. Ayrıca arkadaşların, Yapı kolunu yerinde kutlamasını dileriz! deyince olayın kesinleştiği anlaşıldı. Yemekten sonra hep gittik. Büyük salon boş olunca daha da büyük göründüğünden hoşumuza da gitti. Binaya girip çıkarken gözlerimiz üst kata takıldı, “Yatakhaneye ne zaman taşınacağız?” Onun da yanıtı verildi, “En uzak olasılık Aralık ayı sonu, bir başka deyimle 1944 başı. Buna da sevindik. Yatarken tüm konuşmalar iyimserlik içindeydi. Sanki düne göre bugün bir bayramdı.

Yeni yatakhane falan derken ben yine çok gerilere gittim. Kepirtepe'ye Lüleburgaz'dan Ekim ayı başında taşınmıştık. o yıl ekim çok yağmurlu geçmişti. Yatakhanemiz de alt kattaydı. Öyle ki, pencerelerimizin önleri inşaat molozlarıyla kaplıydı. Su akacak yollar açılmadığından pencere kenarlarından yataklarımıza su giriyordu. Üst katın tüm işleri de henüz bitmemişti. Zar zor üstümüzdeki dersliği tamamlayıp orada oturmaya başlamıştık. Otuz arkadaştık, kendimizi nasıl avutuyorduk, o zorluklara nasıl katlanıyorduk, bunları uzun uzun düşündüm. Ekim sonunda yeni öğrencilerle birlikte bizim eski 4. 5. sınıflar da 5. 6. sınıf olarak 7 ay sonra okula dönmüştü. 30 kişi birden 150 kişi olmuştu. Değişen pek birşey yoktu. tek kişilik yataklar önce ikişerli sonra da üçerli ranzaya dönüştü. Bunları düşünürken gene Köy Enstitüleri'ndeki derslere takıldım. Edirne /Karaağaç'ında okul açılınca okulda üç sınıf vardı. İlkokul 4. 5. sınıflarla bir 6. sınıf bizim otuz kişi vardı. Bu üç sınıfın toplam sayısı 80 ya da 82 idi. Önce Alpullu'ya taşındık. Oradan da göçmek söz konusu olunca ilkokul sınıfları Nisan 1939 başında yaz tatiline gönderildi. Bizim sınıf otuz kişi olarak önce Lüleburgaz'a sonra da Kepirtepe'ye otuz kişi olarak gitti. Tatile giden 4. sınıflar ders yılını tamamlamadam köylerine ayrıldılar. 7-8 ay sonra sınıf geçmiş olarak okula döndüler. 5. sınıf olmuşlardı ama öğrenimleri eksikti. Bu eksik öğrenimli çocuklar okula döndükten sonra geç te olsa 5. sınıfı Kepirtepe'de okudular. 17 Nisan 1940 tarihli yasayla Köy Enstitüleri kurulunca hemen öğrenci alınmaya başlandı. Ancak bu öğrenciler ancak Temmuz ayında toplanabildi, sözüm ona derslere başladılar. O yıl 5. sınıfı okuyup da 6. sınıfa hazırlananlar da yeni gelenlere katılarak hızlı bir proğram uygulamasına geçildi. Bu proğramın ne kadarı nasıl uygulandı bilmem ama 1941 Nisanında Kepirtepe Köy Enstitüsü Hasanoğlan'a göç etti. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü kurma gayretiyle içinde Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri ders yapmadı. 1941 yılı aralık ayı başında, bu arada verilen uzun tatili de katarsak tamı tamına 10 ay sonra derslere başladı. Yukarda sözü edilen eksik öğrenimli sınıf öğrencileri nasılsa 3. sınıf olmuştu. Unutamadığım bir anımı tazeledim. Edirne'de nöbetçi öğrenciliğim sırasında tanıdığım 5. sınıftan Cavit Kafkas'la 4. sınıftan tanıdığım Erdoğan Güney sonraki yıllarda sık sık yanıma gelir, onların sorunlarının çözülmesine yardım ederdim. Ara ara da nöbetlerde buluştukça yakınlığımız arttı, Cavit'le satranç oynayarak, Erdoğanla da müzik çalışmalarında işbirliği yaparak arkadaşlığımızı sürdürdük. Yukarda değindiğim o benimsenmesi kolay olmayan sınıf geçme durumundan sonra bir gün Cavit Kafkas neredeyse utanarak bana sordu:

-Ağabey, ben bu işe çok üzüldüm, beni teselli edecek sözün varsa söyle, bizim küçük Erdoğan'la biz aynı sınıftayız. Ben mi bir aksaklık yaptım da sınıf düşürüldüm yoksa Erdoğan mı olağanüstü bir başarı kazandı da benim sınıfıma atladı? Cavit Kafkas'ın yakınmasını haklı bulmama karşın kışkırtıcı duruma düşmemek için görünüşteki sınıf geçme olayını tekrarlamaya kalkıştım. Cavit beni dinlemeden, daha önce yaptığı hesabı tekrarlayarak Erdoğan'ın adını anmasına karşın o sınıftaki 30 öğrencinin, bir sınıf atlama da değil 5 yıllık ilkokulu, 3 ders yılında geçtiklerini parmaklarıyla gün sayarak anlatı. Gerçekten ilk tatilleri 8 ay sürmüştü. Hasanoğlan'a gidip dönme ile döner dönmez verilen iki aylık tatil de neredeyse bir yıl. Mart 1941 sonlarında göç olayı duyurulunca birer hafta tatil verildi. Zaten öğretmenlerin bir bölümü asker olduğundan dersler boş geçiyordu. Göç haberi dersleri iyice soğutmuştu. 15 Nisan günü de trene binip Hasanoğlan yoluna çıktık. 18 Nisan 1941 günü Hasanoğlan'a indik, 7 Aralık 1941 günü de ayrıldık. Bu, tartışma götürmeyecek ölçüde bir matematiksel hesap.

Kendimi topladım, yüzden fazla (tam olarak 130) insanın yattığı yerde çıt yok. Bu da bir şans olmalı! deyip gözlerimi kapadım.

 

30 Kasım 1943 Salı

 

Akşam ne denli geç uyuduğumu anlar gibi oldum. Sesleri duyuyorum ama rüya mı gerçek mi? gibilerde kendimle tartışıyorum. Karşı yakınımdaki Fakı Yörük:

-Ulan oğlum Ali Bayrak, sen akıllanmıyacak mısın? diye sorduğunu duydum ama Fakı Yörük'ü gözümün önüne getirmeye çalışıyorum, gözlerimin önüne bulut gibi, akla kara renklerin karışımı gibi dalgalanmalar geliyor. Bu kez de biraz daha yüksek sesle Ali Bayrak sesleniyor:

-Yapma Fakı, ne babası olduğunu öğrenmek ister misin? Ali Bayrak'ı seçer gibi oluyorum, az sonra o da kayboluyor. Sallandığımı duyar gibi oldum. Gözleri açtım, Hasan Üner, “Uyuyor muydun yoksa? Sen böyle uyumazdın, siniyorsun sandım; onun için salladım!” dedi. Arkadaşların çoğu gitmişti. Toparlanıp çıktım. Baktım, karşıdan Kadir el ediyor “Seni bekliyoruz!” Az ötede de Abdullah duruyormuş, birlikte gidip benim işimi yaptık. Salı günleri sabah, Orta son sınıfların Müzik dersleri, geçici bir süre bizim salonda yapılacakmış. Bölüm Başı Mehmet Öztekin öyle isterse söyleyecek sözüm yok ama fena durumda sinirlendim. Dün akordiyon konusuna takılmıştım. Bu kez de içimden, “İster misin o çocuklar şimdi de piyano sevdasına kapılsınlar!” Salona gittiğimizde Öztekin Öğretmeni orada bulduk. Öğretmen bize takıldı:

-Orta kısım sizden faal, onlar saat 06:00’da kalkıyor. Öğretmen güldü, sabah sabah bize takılmak istediği belliydi. Sözlerini sürdürdü:

-Çok değil iki ay önce siz de böyle dinamiktiniz. Bu iki ayda ne değiştiyse! deyince ben karşılık verdim “Yeni yatakhanemize geçince biz de kalkacağız. Şimdiki yerimizde kalk zili çalmıyor, kendi saatlerimizle yatıp kalkıyoruz!” deyince öğretmen gene bir güldü, arkasından da “Haydi bakalım, o günleri de göreceğiz!” dedi. Öğretmen, bugün gelecek orta bölüm öğrencileri için de bilgi verdi. Buradaki çalışmaları sürekli değilmiş. Bizim yatakhane boşalınca onların olan o binayı Müzik çalışmaları için ayıracaklarmış. Yeri, yönetimden o istediği için karşı gelememiş. Habere sevindim, arkasından da akordiyonu söyledim. Anımsattığım için öğretmen teşekkür ettikten başka:

-Onu alıp en iyisi sana teslim edeyim, benim izinim olmadan da kimseye verme. Orta bölümde bir akordiyon var, isterlerse başkasını alsınlar! Orta bölüm öğrencileri gelmeye başlayınca biz kahvaltıya gitmek üzere ayrıldık.

Kahvaltıda da aynı konu açıldı. Onlar da duyduklarında üzülmüşler. Onların üzüntüsü, yersizlik ya da anlaşılır bir nedenden değil: Madem ki Yüksek Okul Statüsüne giriyormuşuz, aramızda Köy Enstitüsü öğrencileri neden olacakmış? Söylediklerini değerlendirmeye kalkışmadım. Ancak, duyup öğrendiğimize göre bizim orada uygulama derslerimiz olacak, dersine girdiğimiz öğrenciler gerektiğinde bizden soru soracaklar, ayrıca geçici olarak (şiddetli soğuklar nedeniyle) ara verilen Milli Oyunlar başlayınca öğretici olarak katılan arkadaşlarımız her sabah onlarla birlikte olacaklar. En önemlisi de bizler yemekleri onlarla birlikte yiyoruz, getir götür işini onlar yapıyor. Yemekhanede tabağımızı taşıyan öğrenci, dışarda yanımıza gelemeyecek! Bu tavrı sevmedim ama sustum.

Türkçe Metin inceleme dersini gene Kitaplıkta yaptık. Sabahattin Öğretmen elinde küçük bir kitapla geldi. Gülümseyerek gelip yerine oturunca, benim yerim sol arkasında kaldı. Bir bakıma sevindim. Yaptığım gözlemlere göre ben, parçaların ilk işlenişinde fazla etkin olamıyorum. Daha doğrusu iyice doğruluğun inanmadığım durumlarda kalkıp konuşmuyorum. “Öğretmen, bugün de yeni bir kitapla geldiğine göre sinmem için uygun bir yerdeyim!” diye düşünürken Sabahattin Öğretmen, kitabın sayfalarını iskambil kağıdı gibi çevirirken, bir yandan da:

-“Okuduğumuz metinleri zaman zaman ele alkıp, öğrendiklerimizi perçinleyeceğiz demiştik. İşte bir süre önce üstünde durduğumuz kitabı Karaağaçlar Altında'yı getirdim. Bakalım kimlerde neler kalmış?” deyip bu kez kitabı bir ucundan tutup sallamaya başladı. Bu arada da az daha sağa kayarak benim tarafa iyiden iyiye arkasını döndü. Öğretmen soru sormadan parmak kaldıranlar oldu, Öğretmen parmak kaldıranlara dikkatle baktı baktıktan sonra adlarını sordu. On kadar arkadaş adını söyledi. Sami Akıncı adları yazmış, neredeyse hazır bekliyormuş, Sabahattin Öğretmen; “Biriniz yazıverseydi!” deyince Sami Akıncı yazmış olduğu kağıdı öğretmenin masasına bıraktı. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:

-“Türlü yollar deneyerek bir birimizi tanıyacağız. Bir halk deyimi vardır, bilirsiniz “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz!” derler. Biz de aşağı yukarı o kadar sayılırız, soranlara o sözü gönül rahatlığıyla söyleyebilmeliyiz.” Öğretmen Sami'nin bıraktığı kağıdı alıp saydı. Ne düşündüyse kendi kendine; “Bu iyi oldu işte!” deyip bir tanesini işaretledi, arkasından da okudu Mustafa Yüksel. Mustafa Yüksel, Çifteler grubundan, çok sakin, kimseyle tartışmayan bir arkadaş, Kalktı, kalkarken yüzü gülmüştü, gülümseyerek bakarken, tüm arkadaşlar yüzlerini ona döndürdüler. Ne olduysa Mustafa Yüksel’in yüzü birden kızardı. Öğretmen başını kaldırıp ona bakmamıştı bile, bu değişme ondan olamazdı. Nitekim öğretmen başını kaldırmadan kendi kendine konuşur gibi.

-Sen bize ilk olarak, Karaağaçlar Altında adlı birlikte okuduğumuz kitabın yazılış amacını özetlersen, biz öteki soruları daha rahat sorup yanıtlayabileceğiz. Bu nedenle konuya girişi seninle yapalım! Mustafa az düşündükten sonra, kendince bir şeyler söyledi. Öğretmen bu kez başını kaldırdı, işaret parmağını çenesine dayayarak Mustafa'yı dinledi. Bireyleri bir biriyle uyum sağlayamamış aileden söz etti, Amerikalıların kazanç hırsıyla her türlü rezaleti göze aldıklarını tekrarladı, talihsiz babadan, talihsiz çocuklardan söz etti. Öğretmen hiç dinlememiş gibi Mustafa'ya oturmasını işaret etti. Mustafa oturunca öğretmen elindeki kağıda bakarak bizim Kerpirli arkadaşlardan Hüseyin Orhan'ı okudu. Hüseyin Orhan yazarın kötü bir Amerikan ailesini anlattığını söyleyip sustu. Öğretmen bir süre bakmadan Hüseyin Orhan’dan başka sözler beklermişçesine durdu. Sonunda ona da oturmasını söyledi. Bu kez öğretmen dikkatimizi çekerek sordu:

-Bu listede adı olanlar kendilerini biliyor olmalı. Yalnız onlara soruyorum, kalkan arkadaşlarınızdan farklı bir şeyler söyleyecek var mı? Varsa onları dinleyelim! Listede adı olan sekiz arkadaştan kimseden ses çıkmadı. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Sabahattin Öğretmen Sami'ye bakıp gülümseyerek “bu listeyi sen vermiştin değil mi?” diye sordu. Öğretmen bu kez Sami’ye:

-Şimdi sana söz verirsem haksızlık etmiş olabilirim. Soruma doğru yanıt verirsen, başkaları bu işte hile var diyebilirler. Yok ama, yok için “vardı” sözleri gelecekte daha çok yankı yapar. Bilmem anlatabildim mi? deyince Sami, anladığını söyleyip oturdu. Öğretmen elindeki kitabı bir süre karıştırdı. Bir sayfayı işaretleyip tam karşısına düşen bizim Kepirli arkadaşımız Emrullah Öztürk'e Karaağaçlar Altında adlı kitapta geçen belli başlı kişileri sordu. Emrullah, kendisine sorulmamış gibi kalktı, sessizce karşısında bir noktaya gözlerini dikip durdu. Öğretmen bu kez de “Hiç değilse birini söylesen!” diye baktı. Emrullah omuzunu oynattı, “OTUR!” işaretini beklemeden oturdu. Zil çalınca Sabahattin Öğretmen bir elinde kitabı ötekine vura vura gitti. Tüm arkadaşlar şaşkın şaşkın bakınırken, Emrullah'ın yüksek sesle:

-Bana ne yahu, Amerikalı benim karnımı mı doyuruyor? dediği duyuldu. Arkasından da biri:

-Sen terbiyesizlik ediyorsun, kafanı ellerinin arasına al da azıcık düşün! dedi. Aaa, baktım konuşan Sami Akıncı, koşup boynuna sarılasım geldi. Sınıfımızın iki kızı Fatma ile Dürriye Sami’yi yatıştırmaya çalışıyordu. Hüsnü Yalçın Emrullah'ı dışarıya çıkarırken Sabahattin Öğretmen geri geldi. Küçük kitap gene elindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi gülümseyerek, hemen yanındaki Mustafa Parlar'a kitabı uzatıp baştan başlayarak okumasını istedi. Mustafa Parlar'ın hem okuması iyi, (ne hızlı, ne yavaş) hem de sos tonu tok. Hiç duraksamadan okudu. Öğretmen de bizimle ilk kez okunuyormuş gibi dinledi. Zil çalarken kitap bitti. Öğretmen, kitabı alıp başına (alın üstüne ucunu dokundurup) değdirip, bir sokak selamıyla ayrıldı.

Kimseden ses çıkmadı. Sami Akıncı'yı gözlerim aradı, çok üzüldüğü için hemen çıkmış. Az sonra Psikoloji Öğretmeniyle birlikte dersliğe döndü.

Psikoloji dersine Yunus Kazım Köni kitap getirmediği gibi okumak için kitap da önermiyor. Ara ara anlattığı konu içinde kitap adlarından söz ediyor. Ayrıca, romanları, öyküleri de sözleri arasına sıkıştırıyor. Örneğin Cervantes'in Donkişot'undan, Shakespeare'den, Emily Bronte'nin Rüzgarlı Bayır'ından, Goethe'nin Faust'undan, Dostoyevsky'nin Cürüm ve Ceza’sı ile Karamazof Kardeşler'inden, Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi'nden, İbsen'in, Peer Gynt'inden, Roma İmparatoru Neron'dan söz edildi. Ayrıca okunacak kitaplar da ara ara anıldı. Sözü geçen kitapları yazan arkadaşlar var. Geç başladım ama ben de on kadar kitap adı yazdım:

1. Amerikan Ruhiyatı-Çeviren, M. Şerif Başoğlu,

2. Bugünün Psikoloji Cereyanları,    “

3. Çocukta Hüküm ve Muhakeme, Çeviren, S. E. Siyavuşgil

4. Çocuk ve Mantık.                    “

5. Muasır Fransız Psikolojisi, Çeviren, M. Ş. Tunç

6. Beden Yapısı ve Karakter,         “

7. Totem ve Tabu, S. Freud

8. Yaratıcı Tekamül, Çeviren, M. Ş. Tunç

9. Felsefede İlmi Metot, Çeviren, Hamdi Akverdi

10. İçtimai Mektep, İsmail Hakkı Baltacıoğlu

Başka adlar da var ama, daha fazlasına gerek görmedim. Öğretmen önce havaların soğuduğundan söz etti. Sonra da, hava değişimlerinden nasıl etkilendiğimizi sordu. Bu etkilenişimizin çalışmamıza yansıması üstünde durdu. Bu durumun, dersimizle ilgisini sordu. Sanırım öğretmen aldığı yanıtlardan pek hoşnut olmadı ki birden “Dersimizin adını anımsayalım!” deyip Psikolojinin tanımını istedi. Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen kalkan parmağı görmesine karşın görmemiş gibi iki sıra ötesindeki Muhittin İlhan'a başıyla işaret etti. Muhittin eskiden beri bilinen ruh olaylarının bazı kimseler tarafından kötüye kullanıldığından söz etti. Üfürükçülerin, falcıların insanları kandırdığını, ancak Psikoloji biliminin gelişmesi sonucu bu asalakların eski hükmü kalmadığını söyleyince öğretmen gülümseyerek:

-“Soru içinden soru çıkarmak diye bir söz vardır. Sen bizi buna zorladın, öyleyse o asalakları insanlığın başından atan psikolojinin de ne olduğunu bize söyle. Yararlı olduğunu söylediğini öğrenmek bizim hakkımız, değil mi efendim!” deyip Muhittin'e bakınca Hasan Özden gene parmak kaldırdı. Öğretmen bu kez Hasan'a dikkatle baktı:

-Sizi dinleyelim efendim! deyip Hasan Özden'in tam karşısında durdu. Hasan Özden, ruh olaylarının insanlığın var oluşundan beri sürüp geldiğini, çünkü bunun insanın bir parçası sayıldığını, buna karşın elle tutulmayan, gözle görülmeyen bu gizli varlığın sahiden insanın bir parçası olduğundan kuşku duyulduğunu ancak İsa’dan önce 400. yıllarda yaşamış olan ünlü filozof Aristoteles'in açıklamalarından beri ruhsal olaylara bakışın değiştiğini, ruhsal olayların değil de o ruhsal olaylara neden olan etki-tepki mekanizmasının ele alındığını, bundan sonra yapılan gözlemlerden, araştırmalardan sonra deneye dayanan bulgulara ulaşılarak Psikolojinin, dilimizdeki adıyla Ruhbilimin doğduğunu anlattı. Öğretmen Hasan'a, iki ikiye konuşuyorlarmış gibi bakarak:

-Değil mi efendim! dedikten sonra arkasını dönüp yerine oturdu. Bu kez de:

-Zararın neresinden dönülse kardır! derler, değil mi efendim! deyip kalktı. Ruh, yani psişik, biz de buna psiş diyeceğiz. Bu, bir duygu mekanizmasıdır. Ancak insan bedeninde bulunan öteki mekanizmalardan farklıdır. Öğretmen bu kez de kendi kendine konuşur gibi, “Değil mi efendim? Öyleyse bu mekanizma nedir?” Öğretmen başını kaldırıp soruyu tekrarladı; “Mekanizma nedir?” Öğretmenin anlatışından anlar gibi oldum ama derli toplu bir tanım yapamayacağımı anlayınca parmak kaldırmadım. Çünkü mekanizma denince Askerlik kampı, arkasından da tüfek mekanizması aklıma geldi. Onların etkisinden kurtulamadım. Neyse ki öğretmen sorusunu tekrarlamadı. Az durup düşünür gibi baktıktan sonra, kendi kendine konuşur gibi:

-“Önce insanlarda, sonra da tüm canlılarda bedenlerini oluşturan organların dengeli çalışmasını sağlayan otomatik (kendiliğinden hareket eden) düzenleyiciler vardır. Örneğin suya gereksinimi olan canlı, susadığını hemen anlar. Canlının, açlığı, susuzluğu gibi başka bedensel istekleri de vardır. Bunları karşılayan, görünmez birimlere mekanizma adı verilmiştir. Bunlara salt duygu diyenler vardır. Örneğin annelik duygusu, akrabalık duygusu gibi, konuşmalarda geçer. İşte Ruhbilim, bu duyguları inceleyen bir bilimdir. Biz ruh, diyoruz. Kökleri, Latin diline dayanan uluslar da psiş, psich ya da psyche olarak adlandırmaktadır. Bizim bilim olarak adlandırdığımız, gerçekte bilgi toplama ya da inceleme dediğimiz olayın Latincesi de logos'tur. Psyche ile logos birlikte söylenerek bildiğimiz psikoloji ortaya çıkmıştır. Böylece, tarih boyunca insanların ilgiyle izlediği, ancak ne olduğunu bir türlü anlayamadıkları, aslında da olmayan ruhla psikoloji bilminin hiç bir ilgisi yok. Çünkü o var sanılan ruh, psikoloji laboratuvarına sokulacak bir nesne değil. Deneye alınamayan olaylar, bilim dışıdır. Bu yok anlamına gelmez, elbette deneye alınamayan olaylar vardır. Ancak onlar da kendine özgü nedenlere sonuçlara bağlıdır.”

Öğretmen bu kez, “Siz, felsefe dersi okumadığınız için bilimlerin doğuşu hakkında bilgi edinemediniz, arada adı geçen kitapların çoğu lise öğrencilerine yardımcı olmak niyetiyle hazırlanmıştır. Bilginin küçüğü büyüğü olmaz. Lise yardımcı kitaplar dizisinden bulduklarınızı lütfen okuyun. Bilimler öyle sanıldığı gibi kolay kavranacak olgular değildir. Bakın arkadaşınız değindi, İsanın doğumundan 400 yıl önce Psikolojiden ya da onun konusundan söz eden Aristoteles'ten tamı tamına 2300 yıl sonra 1879 yılında Wilhelm Wundt tarafından bilimleştirilmiştir. Hemen hemen bütün bilimlerin böyle uzun bir geçmişi, zorlu bir hikayesi vardır. Değindiğim o kitap dizisinde bunları bulup zevkle okuyacaksınız, salt psikoloji de değil, yenice tanıştığınız sosyoloji için de yararlı olacaktır o kitaplar; lütfen bir deneyin!

Öğretmen çıkınca sorular başladı; “Kitaplıkta var mı?” yanıt; “O var, o yok!” “Nerede bulacağız?” “Burada yoksa Bakanlık Kitaplığında var!” Böylece Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığı konuşmalar arasına girdi. Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığını bilenler arandı. Arkadaşların çoğu çıkmıştı. Konuşanlardan birileri Hüseyin Elmasyazar'dan, Süleyman Koyuncu'dan, Sami Akıncı'dan, Şükrü Koç'tan söz etti. Dördü de çıkmıştı, yanıt veren olmadı. Sami Akıncı aklıma takıldı, yemekten çıkarken Sami'yi görünce sordum. Sami niçin sorduğumu bilmediği için içtenlikle yanıtladı:

-Cumartesi günleri gidersen, açık bulursun; çok iyi bir görevli bayan var!” diye bana tamamlayıcı bilgi verdi. Oysa ben ona bilgi almak için değil aklımca, cin fikirliliğimden sormam yanında bir de:

-Bu cumartesi günü gideceğim! diyerek tumturaklı bir de yalan söyledim. Utanır gibi oldum, derse yetişme bahanesi uydurup hemen ayrıldım.

Toplu çalışmamız var. Mehmet Öztekin Öğretmene ters düşmemek için tüm dikkatimle işleri sürdürmeye çalışıyorum. Salon nöbetçisi de var ama arkadaşların çoğu işi angarya olarak gördüklerinden aksamalar oluyor. Özellikle bugünlerde soba yakma oldukça sorun. Kapıdan çıkan kapıyı itmesini bilmediği gibi giren de elini uzatıp çekmiyor. Kapı da tam İdris Dağına dönük olduğundan kısa sürede salon soğuyor. Neyse ki Orta Bölüm öğrencileri görevlerine çok bağlı, odunsuz kalmıyoruz.

Öztekin Öğretmen bugünkü çalışmayı türkülere ayırmış. Elinde bir listeyle geldi. Öztekin Öğretmen buradan önce Çifteler Köyü Enstitüsünde çalışmış. Buradaki titizliğini orada da sürdürmüşmüş. Gelir gelmez Çiftelerden gelenlere sordu:

-Öğrendiğimiz türkülerden ne haber? Öğretmenin gülerek söylemesinden cesaret alan Muttalip Çardak, “İnanın ki öğretmenim sizden sonra biz onlarla küsüştük, o nedenle bir birimizden uzaklaştık!” dedi. Öğretmen önce güldü, arkasından da “Muttalip, sen tiyatro dersine giriyorsun ama, tavırlarınla hala sokakta dolaşıyorsun. Şunu bil ki, sokakla tiyatro ayrı şeylerdir. Bize yapmaya çalıştığın bu tür rolleri sakın yabancılara yapma!” Muttalip şaşırdı, toparlanırmışçasına kendini sıkarak:

-Özür dilerim öğretmenim, bu son olacak, inanın!

Öğretmen, Muttalip'in soylediklerini duymamış gibi bu kez Talip Apaydın'a tahtaya kalkmasını söyledi. Talip tahtaya giderken öğretmen elindeki kağıdı vererek, “Bunları yazıver!” dedi. Talip yazarken öğretmen bize:

-Sizin Kepirtepe'de müzik Öğretmeniniz olmadığına göre türkülerle pek ilgilenmemişsinizdir, yanılıyor muyum? diye sordu. Neredeyse Kadir Pekgöz “Evet!” diyecekti. Ben o ağzını açana kadar, “Hasanoğlan'a gelmeden önce öyleydi. Ancak Hasanoğlan'da başka ekiplerle kaynaşınca, bu kez biz onlardan daha çok türkü, şarkı, oyun öğrendik!” deyince Öğretmen birden toparlandı, arkadaşla konuşur gibi:

-Yapma yahu, nasıl oldu bu? deyip yüzüme baktı. O sıra Talip 6-7 kadar türkü adı yazmıştı.

1. Çiçekler,

2. Altın Yüzük,

3. Meşeli,

4. Süpürgesi Yoncadan,

5. Menekşe Buldum Derede,

6. Zekiyem,

7. Arpa-Buğday. . . . . . . . . . . . .

onları göstererek, “Bunların hepsi benim defterimde yazılı!” deyip defteri uzattım. Öğretmen defteri aldı, baktı sırayla okudu:

1. Manastır'ın Ortasında,

2. Yenice yolları,

3. Ziller,

4. Efe Türküsü ( Kır atınla geçiver)

5. İzmir'in kavakları,

6. Gülelim, sesimiz,

7. Şişmanoğlu,

8. Zekiyem,

9. Arpa-Buğday,

10. Menekşe,

11. Meşeli Dağlar

12. Altın yüzü

13. Çiğdem derki. .

14. Koyun Gelir (Ayşem)

15. Ziller,

16. Süpürgesi Yoncadan

17. Keklik,

18. Köroğlu,

19. Tokat Yolları,

20. Kozanoğlu. . .

Öğretmen listeye bakarken Talip Apaydın tahtaya,

Sivrihisar Koşması,

Mecnunum Leylamı gördüm,

Değirmenin derdi

diye daha üç türkü yazıp durdu.

Bu kez öğretmen birden ciddileşerek Muttalip'e elindeki benim türkü listemi göstererek:

-Gördün mü Muttalip, gerçek tiyatroculuk budur işte, yüklendiğin işi, aksatmadan yapmak. Önce görevini yapacaksın. Hayat senden bunu istiyor. Özellikle bizim meslek olarak seçtiğimiz öğretmenlik tümüyle bir gerçek tiyatroculuktur. Öğretmek üzere karşına aldığın çocuklara onların beklediklerini veremezsen, kendine karşı tiyatrocu değil maskara olursun!

Talip yazdıklarını bitirince kağıdı öğretmene getirdi. Öğretmen kağıdı bana uzattı. Listede bende olmayan üç türkü vardı. Onların da niçin  olmadığını açıklayınca, öğretmen bu kez de benim seçiciliğimi övdü. Seçimi yapılmadan yiyeceklerin bile insanlara hayır getirmediğini söyledi: “Bu nedenle uygar insanların, yiyecekleri de, zevkleri de ilkel insanlardan farklıdır. İşte bunun Atatürk, Türk Ulusuna hedef olarak uygarlığı göstermiş, biz öğretmenleri de halkın rehberi olarak görevlen dirmiştir. Bizim görevimiz budur, bunun lami-cimi yoktur, aklımızı şimdiden başımızda toplayalım!” Öğretmen masa üstündeki küçük çubuğunu alıp tahtaya gitti. Tahtada türküleri gösterip arkadaşlara sordu. Kimilerinin de ilk seslerini söyletti. Ne düşündüyse tüm soru sorup söylettikleri Çifteler grubundan oldu.

Dersten sonra enstrüman çalışması yapıldı. Abdullah keman çalışmalarına katıldığından küçük salondaki piyano bana kaldı, 2 saat orada çalışarak Duport Menuett'i pişirdim. Akşam plak dinleme yok, piyanolardan boş kalan olursa yeni parçam Paisiello Melody'yi haklayacağım. Yeni bir durum öğrendim. Müzik parçalarında hareket bildiren sözler, Allegro, Andante, Allegretto, Presto kimi bestecilere göre yeterli değil, daha kesin bir hareket sağlamak için kimi besteciler bu sözlerin yanına bir sayı koymuşlar. Örneğin Allegro (132 kez bir vuruş), Andante (84 kez bir vuruş), Moderato (112 kez bir vuruş) gibi. Böylece hareket bildiren söz daha kesin bir zaman ölçüsüne girmiş oluyor. Bunu şimdiye dek kimseden duymadım ama nota kitaplarının bazılarında görünce bunun böyle olduğunu anladım. Triller için de benzer kural var. Tr... olduğu gibi nota önüne küçük bir not konarak tempo içinde ses değişmesi yapılıyor. Mozart Sonatlarında sayısız örnek var.

Yemekten sonra Yapı Kolunun yeni yerine, daha doğrusu Yüksek Kısım için yapılmış özel binamıza gittik. Yapıcıların büyük emeği geçtiği için kendilerini sahip gibi görüyorlar ama yakın zamanda biz de orada yatacağız, Odalar pek küçük değil ama 2. sınıflar hep oraya doluştuğu için oturacak yer kalmamış. Neyse kalkanlar olunca bir sandalye kapıp oturdum. Konuşmalar hep bilinen konular, Genel Müdür Hakkı Tonguç şunu dedi, bunu dedi. Genel Müdürden söz edenlere kimi zaman çaktırmadan soruyorum, Genel Müdürü nasıl tanıdığını anlatıyor. Bir de bakıyorum arkadaş Genel Müdürü bir kez görmüş, o da iki ikiye konuşma değil, toplu konuşma olmuş. Oysa ben Genel Müdür Hakkı Tonguç'la yaptığımız binanın bitiş günü üstüne tartıştım. Tartışmayı kazandığım için Genel Müdür bana arkadaşların önünde teşekkür etti, övücü sözler söyledi. Bir başka toplantıda akordiyon çalışım için beni kutladı, “senin başarını görünce tüm Köy Enstitüsü Müdürlerine yetki verdim” dedi. Lüleburgaz'a geldiğinde ise çalışmalarımızı çok beğendiğini, kendisini de Lüleburgazlı saydığını söyleyerek bizi onurlandı. Böyleyken ben Genel Müdüre pek yakınlık duyamıyorum, duysam da bunu karşımdakilere yansıtamıyorum, daha doğrusu buna gerek duymuyorum. Biliyorum ki bu tür kendine yormalar anlamsız, dahası ayıbımsı davranışlardır. Kimseye söylemiyorum ama Genel Müdürün okul müdürlerine yazdığı, övücü mektuplara karşın bir gün onları nasıl acımasızca yerip yerlerinden alıyor. Çifteler ilk müdürü, Kızılçullu kurucu müdürü, Kepirtepe'yi, Pazarören'i yoktan var eden müdürler nerede? Ya o Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürü, bizim can müdürümüz Nejat İdil'e yazılan son mektup? İşin bu taraflarını bildiğimden bu tür konuşmalara dışımdan gülüyorum ama içimden birileri için dertleniyorum. İlhan Görkey Öğretmen ayrılırken evindeydim, eşinin, çocuklarının Lüleburgaz'dan ayrılışları onlar için ayıplı bir ayrılış gibiydi. Değerli öğretmenimiz Fikret Madaralı ayrılmadan önce son kez bizi görmek için geldiğinde, o denli üzgündü ki, ağzından su gibi akan o tanıdığımız sözcükler, bu kez dışarı çıkmamak için kapıdan geri dönen civcivler gibi (besbelli) dudaklarında yığınlaşıyordu.

Değişik değişik konular açıldı, anlamsız sonuçlara taşınıp öylece bırakıldı. Bense bitmekte olan günü aklımdan geçirdim, bu günümüz pek iç açıcı olmadı, o çok övülen Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen pek mutlu ayrılmadı. Hele Ruhbilim ya da öteki adıyla Psikoloji öğretmenimiz Yunus Kazım Köni, besbelli şaşırmış olarak ayrıldı. İlk derse başlarken “Var olan bilgileriniz üstüne yenilerini ekleyerek bu piramidi yükselteceğiz!” demişti. Oysa bugün piramidin tabanının toprak düzeyinden daha çukurda olduğunu gördü. Öyle görmeseydi koskoca (!) yüksek okul öğrencilerine lise yardımcı kitaplarını önermezdi.

Halil Basutçu, suskunluğumu orada sıkıldığıma yorduğu için kalkmamızı önerdi. Sanırım o da sıkılmıştı, kitaplığa gittik. Sami Akıncı oradaymış, bize işaret etti yanına gittik. Felsefe Tarihi adlı bir kitap okuyormuş. “Kitabın adı Felsefe Tarihi ama içindeki konuların çoğu psikoloji!” deyip bir kaç başlık okudu. Sami'nin birşey anlattığını karşıdan görenler, kalkıp kalkıp çevresinde toplandılar. Onun hoşlanmadığı bir durum oluşunca, konuşmayı kesip başının ağrıdığını söyleyerek kalktı. Biz de zaten kalmak üzereydik birlikte yatakhaneye gittik. Yatakhane çok tenhaydı ancak birer ikişer gelenler, gelenlerin de bir süre konuşması, uyuma olanağı vermedi. Yatınca hemen uyuyamazsam düş kurmadan edemiyorum. Düşlerin ne yana gideceği belli olmuyor. İyisi geçici de olsa sevindirici olmasına karşın olumsuzları uykumu da olumsuz etkiliyor. Bu nedenle Sabahattin Eyuboğlu Öğretmene bir ödev hazırlamayı tasarladım. Yatakta tasarlarsam, tamı tamına olmasa da yaklaşık olarak daha sonra yazabiliyorum. Bu nedenle Sabahattin Öğretmenin Karaağaçlar Altında kitabını önemli bulduğunu sezdiğim için onun özetini çıkarıp benzer kitaplarla karşılaştırma yaparak hem o kitabı hem de benzettiklerimi okuduğuma inandırmış olabilirim. Karaağaçlar Altında kitabıyla genel olarak Karamazof kardeşlerle Rüzgarlı Bayır arasında benzerlik kurdum. Bunu düşünerek önce bir özetini çıkarıp sonra da benzer taraflarını sıralayacağım.

A.B.Devletlerinin New England (Yeni İngiltere) Eyaleti'nde yaşayan çiftçi Ephraim, çalışmayı seven tutumlu bir kişinir. 50 yıl önce küçük bir toprak sahibiyken 50 yıl sonra büyük bir çiftlik sahibi olmuştur. Çiftlik sahibi çalışkanlığı, varsıllığı nedeniyle çevresinin saygın bir insanıdır. İlk eşinden iki oğlu olur. İlk eşinin ölümünden sonra evlendiği 2. eşinden de bir oğlu olur. Üç çocuk babası Ephrain Cabot işi sever, toprağı sever ama kendi oğullarını çalıştırdığı işçilerden ayırmadan yıldırasıya çalıştırır. Öyle ki, çocukları, bu yıldırasıya çalışmadan usanıp kaçmayı tasarlarlar. Daha zorlu olacağını bile bile Kaliforniya taraflarına gidip altın arayacaklar, yaşamlarını öyle kazanacaklardır. Üç kardeş bu konuda anlaşmışlar, planlarını uygulama sahasına koymayı beklerken Ephrain Cabot'un 2. eşi de ölmüştür. Ancak 2. eşi ölüm yatağındayken kendi oğlu Eben Cabot'a bir gizini açıklar:

-Çiftlik yasal olarak oğlu Eben Cabot'undur. Eben Cabot ağabeyleriyle gitmeye karar vermiştir ama onun ötekiler gibi işten kaçma derdi yoktur. Çünkü tıpkı baba Ephraim Cabot gibi kıyasıya çalışır, tıpkı babası gibidir. “Hık demiş burnundan düşmüş”tür. Giderek kendi durumunu ağabeylerinden ayrı değerlendirir, gitmekten vazgeçer. Ayrıca ağabeylerinin paylarını satın alır. Onun için artık yaşlı babanın yaşamı önemlidir. 70'ini aşmış Ephraim Cabot'un tek ardılı (vasi) o olacaktır. Genç Eben Cabot bunları düşlerken 74'ündeki baba Ephraim Cabot, çok genç Bayan Abbie'yle evlenmiş olarak gelir. Bayan Abbie, küçük oğul Eben yaşındadır. Gören duyan herkes bu evliliğin gizli amaçlara yönelik yanlarını rahatça sezer. Çünkü Bayan Abbie, yaşlı Ephraim'in salt varlığına konmak için gelmiştir. Nityekim kısa zamanda evde genç bir ortak görünce ona savaş açar. Oğul Eben de aynı duyguları taşımaktadır, o da artık Abbie Cabot olan anneliğine savaş açar. Ancak bu savaş uzun sürmez bir barış dönemine girilir. Barış dönemi aşka dönüşür. Gizli aşkları açığa çıkaran doğa olayı onları da ele verir. Eben'le Abbie'nin bir çocukları olmuştur. Dış görünüşüyle bu baba Ephraim'in sanılsa da çevre bunu benimsemez. Doğan çocuğun gerçek anne-babası, çocuğun kendilerine yarardan çok zarar vereceğini düşünerek öldürürler. Bu da açıklanması güç bir olaydır. Giderek çevre insanları, Ephraim Cabot olayının gizini çözerek yayınca Baba Ephraim de gerçeği benimseyip eşiyle oğlunu adalete teslim eder. Bu arada kendisini de suçlar.

Karaağaçlar Altında ya da kendi dilinde “Desire under the Elms” olan kitabın kısa özeti budur. Buna bakarak önce Karamazof Kardeşlerle bir ilişki kurmaya çalışacağım. Önce küçük bir not eklemek istiyorum, Bu iki kitap arasında Edebiyat kuramları, kişilerin ruhsal dünyalarını sergileme bakımından kesinlikle bir yakın benzerlik yoktur. Buradaki benzerlik bir şekilsel, sayısal benzerliktir. Baba Karamozof'la Ephraim'in benzerliği de bir sayısal ya da şekil benzerliğidir. İkisi de iki kadınla evlenmiş, ikisinin de iki eşten üç oğulları olmuştur. Küçük bir ayrılık, Karamazof'un ilk eşinden bir oğlan, Ephraim Cabot' un ilk eşinden iki oğlan kalmıştır. Karamazof'ta küçük oğlan babaya daha bağlı gibi görünür, Baba Ephraim de küçük oğlu babaya daha yakın görünür gibidir. Baba Karamazof’la Ephraim Cabot arasında görünürde yanıltıcı benzerlik ikisinin de çok genç bayanlara yaslanmaya çalışmalarıdır. Ancak yaklaşma şekilleri farklıdır. Oğullara yaklaşmalarda da görünüşe göre benzerlik olmasına karşın baba oğul ilişkilerinde görünüş yakınlığı  bakımından küçük de olsa ayrılıklar bulunmaktadırlar. Örneğin baba Karamazof çocuklarıyla konuşurken sevgi sözcüğü sık sık tekrarlanır. Bu sözlerin pek içeriği yoktur ama gene de gönül alıcı bir tavırdır. Bunları Ephraim Cabot'ta göremiyoruz. Baba Karamazof oğlu Dimitry'nin parasına gözünü dikip sızdırmayı süzdürür. Onu elde edinceye dek bir baba gibi değil, bir dilenci gibi numaralar çevirir. Baba Ephraim toprağa, baba Karamazof paraya önem vermektedir. Oğullarıyla paylaşımda ikisi biri birine benzerler. Buı konuda Ephraim Cabot daha çok Balzac'ın Eugenie Grandet romanındaki Grandet babaya benzer, gelirini kimseyle bölüşmeye yanaşmayan bir tip. Baba Grandet de kendi öz kızı Eugenie ile annesini (kendi eşi) onca varsıllığına karşın yokluk içinde kıvrandırmıştır.

Ephraim Cabot'u bu yanıyla da baba Grandet'ye benzetirken toprak tutkusu, toprağında çalıştırdığı kendi çocuklarına yaptığı baskılı çalıştırması açısından Emily Bronte'nin Rüzgarlı Bayır'ındaki Heathcliff'in sahiplik dönemindeki tavırlarına benzetiyorum. Heathcliff besleme bir çocukken kurguladığı bir öc alıcı yaşam biçimini kendi çocukları üzerinde de ölümüne dek uygulamıştı. Ephraim Cabot'a sondan başa doğru yapılacak bir bakışla buradaki benzerlik daha iyi anlaşılacaktır. İkisi de topraksız, sonra sonra hırsla toprak kazanma tutkusu. Hırslandırıcı nedenler başka başka kaynaklardan hız almakla birlikte toprağa gözü doymamak görüntüsü farksızdır.

Heathcliff, özellikle öc alma duygusuyla toprağa sarılmıştır. Onun çocukluğunda ilişki kurduğu kimseler denizci olsaydı, Heathcliff kesinlikle toprağa el sürmeyecekti. Oysa Ephraim, işe bir avuç toprakla başladığına göre bu bir rastlantı denemez. Çünkü o, isteseydi toprak yerine bir küçük tekne alıp balıkçılığa kalkışırdı. Olaya bu açıdan bakınca, Heathcliff'la Ephraim Cabot'un toprak hırslarını kamçılayan duyguların gücü değişik kaynaklardan geldiğini söyleyebiliriz. Onların kişilikleri bakımından bu önemli bir ayrılıktır.

Oldukça yorulduğumu duyumsar gibi oldum. Bir yandan da bu düşündüklerimi olduğu gibi yazarsam Sabahattin Öğretmenin hiç değilse verdiği konuya eğildiğimi, yalan yanlış da olsa düşündüğümü, düşündüğümü de yazıya döktüğümü görüp çalıştığım konusunda bir fikir edinmiş olacaktır.

Uykuyu geriye iterek 130 kişi içinde uyanık tek kaldığımı düşündüm. Yattığım yerden göremiyorum ama sanırım Sami Akıncı da uyumuştur. 340 kişi diyorum ama yatakhanemizde 120 kişi kalıyor. 10 kadar 2. sınıf görevlisi Orta Bölüm öğrencilerine “Gözleyici ağabeylik!” yapıyorlar. 2. sınıfa geçince bizim de aynı işi üstleneceğimiz söyleniyor.

 

1 Aralık 1943 Çarşamba

 

Uyanınca, akşamki konuyu anımsadım; kurduğum söz kurgularından neler kalmıştı aklımda? Önce adları anımsayıp panikledim. Özellikle eskiden okuduğum kitaplardaki adları doğru yazabilecek miyim? Sabahattin Öğretmen tekrar tekrar tembihlemişti, okuduğunuz kitapta defalarca adı geçen kişinin adı unutulur mu? “Eğer unutacağınıza inanıyorsanız hiç değilse belli başlı adları yazın!” demişti. Önce gerekli kitapların kitaplıkta olup olmadığına bakacağım.

Kadir, içimizde en erkenci, önce Abdullah'ı kaldırıp bana geliyorlar. Ben zaten kapı yanındayım, gerçekte yanımdan geçiyorlar, bu bakımdan bana ulaşmaları kolay. Sabahları Kadir çok konuşkan oluyor. Daha doğrusu aklına geleni rahatça ortaya döküyor. Bu sabah bir rastlantı Sabahattin Öğretmenden söz açtı:

-Adamın nereye baktığını anlamıyorum, eli ya çenesinde ya da burnunda, hele kalemle “Sen!” diye göstermesi anlaşır gibi değil, “Sen!” diye gösterdiği yerde on arkadaş oluyor, bakıyorsun onu da “Ben mi?” diye kalkıyor. Oysa istediği o on kişiden biri.” Kadir'e sordum, “senin böyle bir duruma girdiğini görmedim, neden böyle olmamış şeyleri olmuş gibi söylüyorsun?” Kadir bu olasılıkları her derste kendi yaşıyormuş. “Oldu. olacak!” derken ders bitiyormuş.

Kadir'i dinlerken salona indik. Öztdekin Öğretmen bizi görünce çocuk gibi sevindi. Bana, “İbrahim, Kadir'i hiç sormuyorsun, Kadir, kemanı uçuruyor!” dedi. Kadir hemen:

-Şaka ediyorsunuz öğretmenim, kaç gündür aynı parçayı çalışıyorum! deyince öğretmen bu kez de:

-Eee, sen keman çalmayı ne sanıyordun? O senin kaç gündür çalamadığın parçayı, birileri iki ayda geçemiyor! Bu kez gene bana bakarak:

-İbrahim sen şuna müzik çalışmalarının nankörlüğü hakkında yeterince bilgi vermemişsin. O, önce onları öğrensin; sonra parçaları daha çabuk geçer! deyip Kadir 'in omuzuna dokundu.

Sobayı ateşleyip kahvaltıya yetiştik.

Kahvaltıda ilk sorunun akşamki plaklar üstüne olacağını bildiğimden plakları bir kağıda yazmıştım.

 

1. Peter Tchaikovsky, Senfoni 4. Senfoni, 5 plak

2. Felix Mendelssohn, Keman konsertosu no. 1, 3 plak

3. Ludwig van Beethoven, Leonora Uvertürü, 2 plak

Mendelsshon keman konçertosu bildik bir konçerto gibi konuşulmaya başlandı. Girişi nasıldı? Nasıl bitiyordu? Yok öyle değil böyleydi tartışması kahvaltı boyunca sürdü. Orhan Doğan'la Mehmet Yelaldı bahse bile girdiler. Özellikle bitiş için üç görüş ortaya çıktı:

1. Keman tek olarak, bitiriyor,

2. Orkestra akorla bitiyor,

3. Kemanla orkestra son sesi birlikte  bağlıyor.

Tartışılanları dinleyince kendimden kuşkulandım: Çok dikkatsiz miyim neyim? Dinlediğim plakların belli melodilerini anımsıyorum ama bu denli bir kesinliği aklımdan bile geçirmemiştim. İçimden “Demek ben dikkatsiz bir dinleyiciyim!” deyip, için için kendimi yedim. Öyle ki, koşup hemen plağın sonunu koymayı bile düşündüm. Biliyorum iğneyi öyle rastgele koyarsam plak bozulacak. Ona da gönlüm razı olmadı. Oldukça dertlenerek dersliğe gittim. Bizim Kepirtepelileri bir köşeye kümeleşmiş gördüm. Mustafa Saatçı'nın ayağı bir sandalyeye takılı. Gözlerimi çevirip bakınca Mustafa Saatçı özür diledi, “Sahibi var!” deyince önemsemeden:

-Merak etme, ben oturursam ben de sahibi olabilirim! deyince sahibinin Sami Akıncı olduğu açıklandı, Yusuf Asıl gerçeği anlattı: Kepirtepe grubu genel derslerde bir arada oturacakmış. Nedenini sordum, kimse doğru bir yanıt vermedi. Ayakta kaldığımı gören Halil Dere beni yanına aldı. Oturduğum yer, bizim Kepirlilerin tam karşısı oldu. Bir gözüm onlarda, “Ne olup gidiyor acaba?” Sami Akıncı geldi, arkadaşların yanına gitti, gösterilen sandalyeye oturmak istemedi. Konuşmaları duyamadım ama bakışlardan bir hoşnutsuzluk olduğunu anladım. Sonunda Sami, elinin tersini silkeler gibi yaparak başka bir yere oturdu.

Öğretmen İbrahim Yasa, ağzında pipo, elinde bir büyük çanta kapıya dek geldi. Kapı sonuna dek açık, benim yerimden tüm koridor görülüyor. Öğretmen kapı önündeki çöp kutusuna piposunu döktü, boş piposunu üst ön cebine yerleştirdikten sonra dersliğe girdi. Dersliğe girince de ilk sözü “İzdiham!” Burası size dar geliyor. Kaç kişisiniz?” diye sordu. “Yetmiş beş!” yanıtı verilince öğretmen bir “OOOOOO!” çekti. Kendi sözüne kendi gülümsedi sanırım, duyamayacağımız tınılarla konuştu. Çantasından kitaplar çıkardı. Kendisine Amerika'dan gönderilen kitapları, dergileri gösterdi. Kitap alış-verişinin çağdaş bir iletişim olduğunu söyledi. “Amerikalılarca kitap alışverişi, giderek oyunlara dönüştü, tanışmadığınız kimseler bakarsınız size kitap göndermiştir. Hoşnut olursanız siz de ona gönderirsiniz. Böylece kitap dostlukları bakarsınız köklü dostluklara dönüşür.” Öğretmen sözünü kesince hemen parmaklar kalktı. Mestan Yapıcı hemen öğretmenin yanındaydı. Öğretmen ona söz verdi. Mestan arkadaşın kendine özgü bir konuşması var, çok heyecanlanıyor. Ayrıca sesi de biraz cızırtılı çıkar. Oldukça heyecanlı sordu: “Yasak kitaplar gönderilirse ne olacak?” Mestan Yapıcı sorusunu sordu, durdu. Öğretmen hiç oralı olmadan Mestan'a baktı. Mestan'la öğretmen kısa da olsa bir süre bakıştılar. Arkadaşlardan gülenler oldu. Bu kez de Öğretmenle Mestan, ikisi birden konuşmaya başladılar. Derslikte yavaş ama yoğun bir gülüşme oldu. Bu kez öğretmen Mestan'a:

-Konuş konuş, sen sözünü bitir! dedi. Mestan sözünün salt bu soru olduğunu öğretmenin susması nedeniyle tekrar konuşmaya kalkıştığını anlattı. Öğretmen biraz gerilerek:

-Amerika'da yasak yok dememi beklemiyorsunuz sanırım. Her ülkenin özgür yanları olduğu gibi yasakları da vardır. Ancak karanlık işleri olmayan, göğsünü gere gere dolaşan insanların yasaklarla ilgisi yoktur. Yasak kitap varsa onları kovuşturan kurumlar vardır. O nedenle o kurumlar yasak kitabı alacak olanın eline geçmeden zaten önlemiş olurlar. Böyle olunca adına kitap gönderilenlerin bir sorumluluğu olmayacağı için kaygısı da olmaz.

Mestan renkten renge girmiş olarak yerine oturdu. Öğretmen bir süre yüzlerimize baktıktan sonra “Sizinle bu derste biraz toplum-topluluk-toplumsallık konuları, ilişkileri, bu ilişkilerin hangi kertede yararlı hangi kertede zararlı ya da yıkıcı olduğu, olacağı üzerinde konuşalım!” deyip arkasına yaslandı. Öğretmen bir süre daha baktıktan sonra:

-Sizinle, ilk derste daha konularımızı birlikte işleyeceğimizi, irdelediklerimizi pişirinceye dek elden bırakmayacağımızı konuşmuştuk! deyip bir daha sordu:

-Öyle değil miydi? Yoksa ben mi yanılıyorum?

Büyük bir çoğunluk öğretmene yanılmadığını söyledi. Öğretmen bu kez:

-Öyleyse gelin bu işe kendimizden başlayalım. Yanılmıyorsam 70 arkadaş olduğunuzu söylemiştiniz. 70 insanın bir arada olması azımsanacak bir sayı değil, tersine önemsenecek bir topluluk. Önemsenmesi gereken yanlarını düşünelim. Askerlik kampları yaptınız, derslerinde okudunuz. Askerlikte bu tür sayısal asker birimlerinin adı vardır; bölük, takım, manga, tabur v. b. Başlarına da birer komutan verilir. Halk katmanlarında da böylesi birimler vardır;köy, kasaba ya da bucak, ilçe, il v.b. Hepiniz köylerden geldiniz, köyleri de birer topluluk olarak ele alabiliriz. İsterseniz bu iki topluluğu bugün karşılaştırarak irdeleyelim! Önce köyü ele alalım. Kendi köylerinizi biliyorsunuz ya da bildiğinizi sanıyorsunuz. (Öğretmen gülümsedi) Gelin o bildiğiniz köyünüzün bütünlüğünü sağlayan özelliklerini belirleyelim!

8-10 kadar parmak kalktı. Öğretmen parmak kaldıranlara dikkatle baktı. Gene gülümseyerek:

-Konuşmak istemeyen arkadaşların köyleri yok mu? Yoksa köyleri üstüne konuşmaya değer bir yan görmüyorlar mı? Hasan Özden söz istedi. Öğretmen işaret edince:

-Köylerimizi seviyoruz, köylerimiz üstüne yaşam boyu konuşmak isteriz ama, yapacağımız konuşmalar, köyde geçerliği olan yalın -yavan sözler olacaktır. Oysa siz, köyleri bilimsel gözlükle görerek değerlendirmek istiyorsunuz. Bunu biz de istiyoruz ama bilimin gerektirdiği sözcükleri yerli yerinde kullanamacağımız kaygısıyla susuyoruz!

Öğretmen Hasan Özden'i bir süre süzdü. Kısa bir aradan sonra da; “Öyle mi efendim? Bu biraz karışık olu ama, olsun efendim!” deyip güldü. Bu kez de “Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı şakası gibi birşey. Olsun efendim. Böyle düşünmeyen arkadaşları dinleyelim, eksikleri olursa o eksiklikleri de dilimizin döndüğünce bilimsel literatürden eklemeler yaparız.”

Öğretmen, el kaldıranları tekrar görmek istediğini söyleyince bu kez üç arkadaşın parmak kaldırdığı görüldü. Öğretmenin hemen karşısında parmak kaldıranlardan biri de Sami Akıncı'ydı. Öğretmen Sami'ye söz verdi. Sami'nin daha Kepirtepe'yken köyü üzerine bir incelemesi vardı. Okul Müdürü İhsan Kalabay o zaman daha Sami'nin incelemesini beğenmiş, destekleyici uyarlarda da bulunmuştu. Besbelli Sami, konuyu daha sonra da geliştirmişti. Sami, köyü Bayramlı'nın adından başladı, köyün adının öteki köylerden başkalığı gibi kendine özgü gelenekleriyle bir bütünlük kazanmış topluluk olarak ayrıntılarıyla anlatı. Sami sözünü bitiremeden ders bitti.

Öğretmen Sami Akıncı'ya teşekkür etti. Hepimizi süzerek baktı:

-Çok olumlu bir başlangıç, değil mi! deyip ayrıldı.

Arkadaşların yüzlerinden hoşnut olmadıkları anlaşılıyordu. Özellikle Hasan Özden'le onun çevresinde toplanan bir gruba karşı Sami ters düşmüştü. Bu açıdan kaygılanır gibi olmuştum, arkadaşım Halil Dere de o gruptandı. Neyse ki, Doçent Doktor Halil Demircioğlu kocaman çantası elinde geldi. Gelir gelmez de tebeşiri alıp tahtaya, yazdı:

“Hazır ol cenge, eğer istiyorsan sulh u salah!

Öğretmen, cenk, Salah sözleri sordu ama sözünü sürdürüp “Bilirsiniz!” diyerek kendisi açıkladı; Cenk=savaş, Salah=barış, deyip, gülümseyerek:

-Cenk, savaş anlamına geliyorsa da sakın günümüz savaşları karşılığı kullanmayın! deyip yüzümüze baktı. Gözlüğünü çıkarıp düzeltti. Bu kez de “Neden?” diye sordu. Bir çok parmak kalktı. Parmak kaldıranlardan birisi de Hasan Üner'miş, öğretmen onu işaretledi. Hasan Üner, “Eski savaşların özellikle ilk savaşların teke tek, ya da küçük gruplar arasında yapıldığı süreçte yakıştırılmış bir söz, okuduğumuza göre İslamiyetin ilk yıllarında Hazreti Hamza, Hazreti Ali gibi kahramanlar kılıcını çekip savaş alanına çıkıyormuş. O günlere özgü savaşlar için kullanılmış bir söz. Oysa günümüzde tanklar, uçaklar, toplar dağları bile devirip geçiyor. Bu nedenle cenk sözü günümüzde savaş karşılığı kullanılmamaktadır!”

Öğretmen Hasan'ın açıklamasını yeterli görerek, salah sözüne geçti. Bir rastlantı, işaret ettiği de “Küçük Hasan” dediğimiz Hasan Gülen, oldu. Hasan Gülen de tıpkı cenk gibi salah sözünün de dar anlamlı bir barış çağrısı olduğunu belirtti. Öğretmen gülerek:

-Küçük yapılı iki arkadaşımız da sözlerin kapsamını küçük buldular. Bir de ağabeylere soralım, günümüzün büyük savaşları için ne diyecekler? Örneğin 5. yılına giren, şu içinde bulunduğumuz savaşı cenk sözüyle anlatamayız mı? Uzun boylulardan biri olan Burhan Güvenir oturduğu yerden, “Anlatamayız!” deyince öğretmen nedenini sordu. Burhan Güvenir kalkarak gene “Anlatamayız!” dedip açıklamasını yaptı. Özellikle de “Biz anlatmaya kalksak bile, anlatmaya kalktığımız olay anlatılmış olamaz!” deyince öğretmen gülümsedi:

-Değil mi ya, yüz yıllar önceki dar kapsamlı kavgaların, savaş alanları bile göz görme alanları içindeydi. Bir de şimdiki savaşta Alman ordusunun bir ucu Kafkaslarda öbür ucu Atlas Okyanusunda keza Amerika Birleşik Devletlerini güçleri tüm küreyi kaplamış durumda. Bunlara gerçekten cenk ediyorlar demek sahiden yetersiz gibi geliyor. Belki de biz öyle düşünüyoruz, alışkanlıklarımız bize buna zorluyor. Gelin bu cenk-salah ya da barış olaylarını bir başka bakımdan irdeleyelim. Her cenk ne denli uzun ya da kısa olursa olsun bir sonu oluyor. Tarihin uzun savaşları vardır, bilirsiniz PÖN ya da Kartaca-Roma, MED ya da Pers-Grek (Öğretmen önce cenkleri deyip sonra savaşları, dedi) savaşları. Bunların ikisi de 100-150 yıl sürmüştür. Yakın tarihlerde de 7 yıl, 30 yıl, 100 yıl savaşları olmuştur. İçinde bulunduğumuz savaştan bir önceki savaş tüm dünyada 5 yıl, bizde ise 8 yılda bitmiştir. Burası işin cenk ya da savaş sayfası. Gelelim salah ya da barış sayfasına. Öğrendiğimiz tüm geçmiş savaşların sonucu ne olursa olsun, bir barış yapılmıştır. Bir bakıma savaşanlar birgün salaha ermiştir. Söz gelimi yurdumuz 8 yıl dişini tırnağına takıp özgürlüğünü kurtarınca salaha ermiş oldu mu? İsterseniz olaya şöyle bakalım, Lozan Barış Andlaşması tüm ayrıntılarıyla düşünülürse salah sözünün dar kapsamına sığmaz. Eskiler bu konuda bir söz söylemişler: Efradına cami, ağyarına mani! Anlamı kısaca şöyledir: Anlatılmak istenen fikir, onu anlatmak için kullanılan sözün içinde tümüyle olmalı, kullanılan sözün içinde başkaca bir nesne bulunmamalıdır.

Öğretmen bu kez, tarih derslerinde okuduğumuz büyük savaşları sordu. Önce Osmanlı dönemi savaşları sayıldı, Kosova, Varna, Ankara, İstanbul'un alınması, Mercidabık, Çaldıran, Bağdat, Viyana Kuşatması, 2. Viyana Kuşatması, Prut, Sivastopol, Plevne, Balkan Savaşı, ilk Dünya Savaşı arkasından da Med, Makedonya-Pers, Pön, Roma-Hun, Haçlı savaşları, Malazgirt, Napolyon Bonapart savaşları sıralandı. Öğretmen savaşların tekrarlanarak söylenişine takıldı:

-Çoğaltın çoğaltın, sorulunca nasıl olsa gerçeği sayarak azaltacaksınız! dedi. Öğretmen bir süre düşünür gibi durdu, arkasından da:

-Bunca savaştan sonra, savaşanların karşı karşıya oturup konuşanları oldu mu? diye sordu. Bu soruya da tek ben parmak kaldırdım. Hitit-Mısır arasında İ.Ö. 1285 yılında, şimdi Suriye sınırları içinde bulunan KADEŞ ANDLAŞMASI! deyince öğretmen bu kez de bana:

-Başka bildiğin varsa onları da anımsat! dedi. Bizim tarihimizden, Kasr-ı Şirin-1639, Karlofça- 1699, Belgrat-1739, Küçük Kaynarca-1774, Yaş-1792, Edirne-1829, Paris-1856, Ayastefanos=Berlin-1879, Sevr-1920, Lozan-1923! Bu kez de öğretmen:

-Savaşların tarihlerini de biliyor musun?

Kısa sürelileri bildiğimi söyledim. Malazgirt-1071, Kosova-1389, Ankara-1402, Varna-1444, İstanbul-1453, -Çaldıran1514-Mercidabık-1517, Mohaç-1526, Bağdat-1535, Bağdat 2-1639, 2. Viyana Kuşatması-1689, Prut-1711, Erzurum-Kars=1829, Sivastopol-1854, Plevne -1877. Trablus-1911, Balkan Savaşı-1912, Büyük Savaş-1914, devamı Kurtuluş Savaşı 1919-1922. Öğretmen gülümseyerek:

-Tarihe karşı özel bir merakın mı var, tarihleri belleğinde nasıl tutuyorsun? deyince, çok tekrarladığımı söyledim. Okuduğum roman ya da öykülerdeki kişileri de sık sık tekrarlayarak sürekli andığımı söyleyince öğretmen arkadaşlara dönerek:

-Bakın arkadaşınız kendi doğru yöntemini kendi bulmuş. Kuşkusuz sizlerin de yaratılışınıza uygun bir yöntem vardır; lütfen vakit geçirmeden onu bulmaya çalışın!

Öğretmen tahtadaki yazıyı gösterek.

-Bakın nereden nereye geldik! Bu sözü ben özel olarak seçtim. Zamanımızın büyük bir bölümünü aldı ama bundan sonraki yolumuza da oldukça ışık tuttu. Yakın zamanlara bakıp tarihin derinlikleri üstüne yorum yaparsak çok yanılırız. O nedenle tarih olaylarının çözüm araçlarını iyi kullanmalıyız. Tarihin çözüm araçları da pek o kadar çok değildir. Bizden önce yaşayanların bıraktıkları ile onlar üstüne yapılmış, gene tarih olmuş yorumlardır. Bu yorum sözü bize bir ip ucu vermektedir. Tarih olaylarını ceffer kalem yorumlamamak. Ne demek “Ceffer kalem”, kaleme geldiği gibi. Kısacası halk arasında çok kullanılan “İşkembe i kübra”dan atmadan. Öğrenilmesi gerekeni öğreneceksin, anlayabildiğini anlayıp, anlatabildiğini de anlatacaksın. Ayrıca kendinde gördüğün tarih bilgisi eksikliğini de sürekli GERÇEK TARİH okuyarak öğreneceksin. Tarihin bir de gerçek olmaktan uzak taklitçisi vardır, masallara karışan, başarısızlıklarını gölgelemek isteyenlerin söylentileri de zaman zaman tarih olarak sunulur; bunları ayıracaksın!

Öğretmen sözü, savaşlardan, barışlardan çok insanların kendilerine, sahip oldukları inançlara saygılı olması gerektiğini söyledikten sonra, vahşice savaşan insanların, barış hakkında sağlıklı bilgisi olsa bu denli kan dökülmeyeceğine inandığını, bu nedenle barış olayının yararları üzerinde önemle durulması gereğini belirttikten sonra, bu konudaki çabaları araştırmamızı, dolaylı olarak da Milletler Cemiyeti hakkında bilgi toplamamızı istedi. Kapıya yönelirken de:

-İsviçre'de bir Milletler Cemiyeti olduğunu umarım unutmamışsınızdır!

Milletler Cemiyetinin, İsviçre'de değil hatta İsviçre'nin Cenevre kentinde olduğunu da biliyordum. Bunu çok önceleri kahvemizde köylülere gazete okurken öğrenmiştim. Boy boy resimler çıkıyordu, eli çantalı insanlar, trenlere binip inerken gösteriliyordu. Önce pek ilgilenmezdim, sonra sonra bana bu konuda sorular yönelince öğrenip yanıtlamaya başlamıştım. Alman Başbakanı Adolf Hitler'in, “Milletler Cemiyeti, Almanya'ya yapılmış haksızlıklara bigane kalıyor!” deyip ayrıldığını da anımsar gibiyim. Ancak Tarih öğretmenimizin tahtaya yazdığı sözle Milletler Cemiyeti arasındaki bağı tam bulduramadım.

Yemekte, sabahki tartışma bu kez tutulan bahis üstüne oldu, mızıkçılığı da Orhan Doğan yaptı. Bahise girmişler ama kazananın kazanacağı konusunda bir değer ortaya konmamış. Hiç beklemiyorlarmış, ben söyleyince önce güldüler sonra sonra da beni haklı buldular. ”Kazanmanın vereceği onur, yetmez mi? diye sormuştum. Mehmet Yelaldı “Laf mı yani?” deyip kestirdi. Ben karşılık vermedim. Şevki Aydın beni destekledi:

-Bence, maddi varlıklardan çok manevi değerler insanları daha uzun sürede saygınlaştırır.

Konuşmalara katılmayan Hüseyin Çakar Gazilere verilen madalyaları örnek verdi. Abdullah Ön, daha da açıklık getirdi:

-Gazilere madalya yerine para verseler, iki günde harcayıp, unutur, unutulur! deyince Mehmet Yelaldı sözünü geri aldı.

Salona gidince gene içimden bir istek geçti; “Ne olur plağın sonlarına iğneyi koyuversem? Arkadaşlar var ama onlar ne yaptığımla ilgili değil! Demeğe kalmadı Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Gelir gelmez de:

-Gelin şu türkü, şarkı işini bir disiplin altına alalım. Türküleri hemen hemen saptamış durumdayız, bir de okul şarkıları için bir repertuvarımız olsun! deyince repertuvar sözü ortaya geldi. Repertuvar, müzikçilerin dilinde, fotoğraf albümü ya da kitaplıklardaki kitap listeleri anlamını taşıyormuş. Bizim plak repertuvarımız, Nota repertuvarımız, varmış. Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası; yıllık konserlerinde çalmak üzere dünyanın her yerinden notalar getirtmiş, çok geniş bir repertuvarı varmış. Repertuvar sözü bir süre dile dolandı.

Muttalip Çardak, repertuvar sözünü bir kç kez tekrarladıktan sonra arkadaşlara sordu, “Laboratuvar deyince bina oluyor, repertuvar deyince plak listesi; bu tuvar ne acayip ek?” Kamil Yıldırım yanıt verdi; “Ne var bunda bizim dilimizde de bunlar yok mu? Örneğin ler-lar takarak bir çok değişik adlar yapıyoruz” deyip “eşekler, kuzular!” deyince gülenler oldu. “Ler-lar ekleri söz yapmaz, tekil çoğul değiştirir. Burada  “tuvar” eki değişik anlamlı söz yapıyor.” Ekrem Bilgin bunları söyledikten sonra örnek verdi; “Samanlık-karanlık” Buna da ben karşı çıktım:

-Burada “anlık” ek sayılırsa, sam ile karın anlamları olmak zorunda dilimizde kar var ama “sam” diye bir söz yok.

Öğretmen  değneğiyle masasını tıklatınca sustuk. Okul şarkıları için daha önce konuşulmuştu. Abdullah Erçetin bir liste yazmıştı. Liste öğretmendeydi, unutmuştur düşüncesiyle anımsatmaya kalkışınca öğretmen güldü. Bana bakarak:

-Tüm dersleri liste yaparak geçirmeyelim; bugün de her birimizin (kendi başını göstererek) bellek repertuvarını öğrenelim! dedi. Hem utandım hem de birden korkuya tutuldum. Ya öğretmen hemen benimle işe başlarsa. Çok şarkı adı biliyorum ama, sanırım hiçbirini ortada söyleyecek hazırlıkta değilim. Öğretmenden:

-Haydi İbrahim, senden başlayalım! Buyruğu beklerken öğretmen, gerçekten beklediğim gibi:

-Haydi İbrahim, bugün de seninle başlayalım! dedi ama bana değil arkadaşımız İbrahim Şen'e dedi. Geçici olarak atlandığıma sevindim ama gene de kulaklarım bir başka “İbrahim!” bekledi. İbrahim Şen, ilkokulda öğrendiği şarkıları sıraladı, öğretmenleri Ahmet Yekta Madra'dan söz etti. Öğretmen Ahmet Yekta adını duyunca, “Aaa, bak benm sizden hep Yekta Madra'yı soracaktım, çok sert bir yaratılıştadır, derslerde sakinleşebiliyor muydu?” deyince Kızılçullulu tüm arkadaşlar söz alıp anılarını anlattılar. Ahmet Yekta Madra'nın kendi şarkıları varmış, onlar anlatıldı. Bu kez de onun Karadeniz Marşı ilgi topladı. Mehmet Öztekin Öğretmen marşı söyleyerek, kusurunu gösterdi:

 

“Karadeniz, Karadeniz; gelen düşman değil, biziz!

Yarım asır beklediğin Barbaros'un hafidiyiz.

Onun sana selamı var, diyor ki düşmanın ne canı var?

Kovsun onu sularından, orada Türk Bayrağı var!”

 

Arkadaşlar birlikte söylediler. Öğretmenin hoşuna gitti. Başka bildikleri marşları sordu. Söyledikleri marşları hep biliyormuşuz, birlikte söyledik. Ankara, Dumlupınar, Dağlar, Gençlik Marşı, Karadeniz, Andımız, Ziraat Marşı. . . . .

Öğretmen marşları daha çok varsayarak, “şimdilik bunlar yeter, zaten Faik Öğretmen bu yakınlarda kendi marşını da öğretecek. Bu arada Mülkiye Marşı da çok güzeldir onu da ekleriz, şimdilik on marşlık bir repertuvar yeter!” dedi.

Az bir dinlenmeden sonra okul şarkılarını sıraladık. Öğretmen elindeki listeye baktı, gene cebine soktu. Gülerek :

-Neden listeye bakacakmışız, kendimizi müzik çalışmalarına adamışız, elbirliği ile listede olanları bulamayacak mıyız yani! deyip yüzlerimize baktı. Tam karşısında ben vardım, çoktandır hiç adı geçmemişti, nedense o an anımsadım; “Ilgaz!” dedim. Öğretmen çok sevdiğini söyledi. Arkası geldi:Annemizin kolları. . . , Bülbül, Gül, Yalancı, Kuğular, Sansar, Oduncular, Sonbalar, İlkbahar,  Kış, Veda, Demirciler, Yaslı Gittim, Ankara'nın Taşı, Mini Kuzum... Şarkıları sayınca bu kez öğretmen, elindeki listede olmayanların da eklendiğini görünce:

-Eklenenleri biliyor musunuz? diye sordu. Bildiğimizi söyledik. Ben üstümden atmak için, (Kendisine bu konuda güvenim var) Abdullah'ı göstererek:

-Arkadaşımız Abdullah Erçetin'in Şarkı repertuvarı çok zengin! dedim. Öğretmen listeyi cebinden çıkarıp parmak basarak sordu:

-Minik Kuzum, Yaslı Gittim, İlkbahar, Sonbahar şarkılarının ilk dizelerini söyletti: Mini mini bir kuzum var, Çayırlarda gezer oynar . . . . . Yaslı gittim şen geldim. . Aç koynunu ben geldi. . . . . Bahar ilkbahar gelir korulardan yükselir, Nameler ince ince, hafif hafif esince. . . . Kurumuş dallar sarı yapraklar. . . .  Öğretmen dayanamadı kendisi de söylemeye başladı. Sonra da gülerek:

-Bunların kimisi ad değiştirmiş, ama olsun, biz onları ele alınca bir bir yoluna koyacağız. Abdullah Erçetin'den yeni bir liste yapmasını istedi.

Enstrüman çalışması başlayınca öğretmen kemancıları toplayıp, yay tutma, yay çekme, reçineleme konularında derse geçti. Küçük salondaki piyanoya inerek iki saat rahat çalıştım. Paisiello Melody'yi tamamladım. Önce zor gibi gelmişti. Meğer çok ritmik bir parçaymış. Ayrıca iki parti de fa anahtarı olması çabuk kavramama yardım etti. Gelecek derslerde bir Schubert parçası var ona çalıştım: Küçük ama bağ örgüsü bir parça üstelik vals, 3/4'lük piyanoda çok az çaldığım bir ölçü. Mehmet Zeybek geldi, iki gündür rahatsızmış. O istemedi ama ben piyanodan kalktım. Yukarı salonu tenha bulursam Mendelsshon Keman konçertosunun sonunu çok merak ettim. Umduğumun tersine arkadaşların hepsi oradaydı. Üstelik iddiacılar da oradaydı. Mehmet Yelaldı bir ara yanıma gelince kuşkulandım; “Yoksa o da benim düşündüğümü mü düşünüyor?” Onun sorunu başkaymış, Schubert Liedlerinden birini bakmak için Schubert Lied albümünü istedi. İki cilt, hangisinde olduğunu bilemediği için ikisini de verdim. Bir süre baktıktan sonra birini geri verdi. Geri verdiğine bakarken Röslein sayfası açıldı. Bir süre ona baktım. Piyanoda çalmam oldukça zor olacak. Melodisini biliyorum ama fa anahtarı bölümü karınca gibi notalarla dolu. Özellikle sol el için çok atlama var. Bu kez de Mozart sonatları aldım. Alla Turka'lı sonatın başı ilgimi çekti, Bir denemekten zarar gelmez! dedim ama gene de sonatları yerine koydum. Brahms Ninni'yi aradım. Onu ararken Macar Dansları elime geçti, kocaman bir kitap, 21 tane Macar Dansı. Çaldığım o 21 Macar Dansı'ndan sadece bir tanesiymiş. Kendi kendime; “Daha neler!” deyip plakları ayırıp sildim.

Tchaikovsky 5 plak. Senfoni, hiç bir fikrim yok. Ancak senfoni tanımı için bir iki söz söyleyebilirim. Feliz Mendelsshon keman konçertosunu bu dördüncü dinleyişim olacak. Konçertonun şekil olarak tanımını biliyorum ama, giriş, gelişme, sonuç bölümlerinin özelliklerini kavramış değilim. Beethoven'in Uvertürleri, genellikle gürültülü oluyor. Bizde 2 uvertürü var, onları öteki plaklardan ses olarak ayırabiliyorum da hanginin adı olduğunu seçemiyorum, Leonora hangisi, Coriolanus hangisi? deseler, seçemem.

Yemekte, sabahki tartışma gene kızışacak sandım, çok bekledim ama anımsayan ya da anımsatan olmadı. Türkçe Metinler dersinden söz açıldı ardından da Öğretmen Sabahattin Eyuboğlu dolaylı olarak eleştirildi. Tuttuğu öğrenciyi korur, tutmadıklarını da hırpalarmış. Hırpalamak sözüne takıldım; “Ne yapar yani? Derslerine çalışırsa dinlemez mi?” Masadakiler hep güldü. Fahri Yücel:

-Yok arkadaşım, derste, dersini yapanlara ses çıkarmaz, ders dışında ilgi göstermez, örneğin selam verse selamını almaz. Az düşündüm, bunlar da yeni yeni değerlendirmeler. Ben şimdiye dek, öğretmenlerin ders dışı davranışlarını hiç düşünmezdim. Zaten ders dışında öğretmenleri görmezdik. Öğretmenler hep Lüleburgaz içinde oturduğundan onları görmemiz söz konusu değildi. Arada görmek olasıydı belki ama ona da biz razı değildik. “Aman öğretmenler görmesin!” diyerek kaçtığımız olurdu. Burada, dersler dışında öğretmenlerle nasıl karşılaşılacağını bir süre düşündüm. Burada da karşılaşmak oldukça güç. Sustum ama bu karşılaşmanın bir yol karşılaşması olmadığını anlar gibi oldum. Aklım, Ankara'ya gitti. Asım Öğretmen, Kızılırmak Kıraathanesinde birilerini göstererek “Bak İbrahim, bunlar bizim okulun öğretmenleri, buraya satranç oynamaya geliyorlar!” demişti. Yoksa bizimkiler de öyle yerlere mi gidiyorlar? Şevki Aydın yetişti:

-Bana ne onun bunun ilgisi, ben buradan sağ salim ayrılayım o bana yeter! deyince ötekiler de ona katıldılar. Böylece yemekten, benim beklediğim takaza çıkmadan kalktık.

Arkadaşlar tam kadro toplandı. Mehmet Öztekin Öğretmen de erken geldi. Önce, bugünkü şarkı repertuvarından söz etti. Bir de öneride bulundu:

-Belleğinizi yoklayın, kenarda köşede listemiz dışında kalan şarkı ya da marş olursa ekleyelim! dedi. Mehmet Yelaldı hemen Bramhs'ın ninnisini söyledi. Öğretmen başta olmak üzere herkes uygun gördü. Öğretilecek çocuklara, Brahms ya da Johannes Brahms adı söylenmez, söylense söylense “Çeviri şarkı!” denir.

Öğretmen önce Tchaikovsky üstüne kısa bir konuşma yaptı. Kısaca:

-Tchaikovsky bir Rus bestecisidir. Ancak öteki Rus bestecilerinden ayrılan bir tarafı vardır, o, daha çok Alman bestecilerinin etkisinde kalmıştır. Besteleri kendine özgüdür ama, öteki Rus bestecileri gibi Rus Halk melodilerini alıp eserlerine katmamıştır. Tchaikovsky ile yaşıt öteki meslekdaşlarından bu nedenle hep ayrı tutulmuştur. Eserleri için genellikle karamsar, diyenler vardır. Oysa benim dinlediklerimde çok neşeli olanlar da vardır. Özellikle bale müzikleri, konçertoları hiç de karamsar değildir. (İki piyano, bir keman, üç konçerto). Yeri geldikçe daha çok bilgi edineceğimizi  umarak, dinleyelim! deyince ben iğneyi bıraktım.

Senfoni oldukça gürültülü başladı, yer yer sessizleşip gene güçlü vuruşlarla sürdü. Öğretmeni rahat görüyordum, hiç kıpırdamadan dinledi. Yüzü tam karşımda, yandı. Gözlerini izledim, hep açıktı, kirpikleri sürekli indi çıktı. Abdullah Erçetin bir ara uyudu. Gözüm bir ara Mehmet Zeybek'e takıldı. Arkadaş rahatsız, gelmese olmaz mı? Ona baktığıma pişman oldum, plak döndüğü sürece, bir dakika yerinde duramadan kıpırdadı durdu. Neyse, öteki plaklar ilki kadar gürültülü çıkmadı, ya da biz alıştık. Son plak gene ilkini andırınca, içimizden; bitti bitecek sabırsızlığı içinde beklerken birden bitiverdi.

Mendelsshon keman Konçertosu sözü edilince herkes kulak kesildi. Keman başlayınca yüzlerde gülümseme, karşılıklı bakışlar başladı. Benim gözlerim de sabahleyin bu konçertoyu konuşan Mehmet Yelaldı ile Orhan Doğan'a takıldı. neredeyse ikisine de “Ne haber?” diyecektim.

İyi güzel ama gene de bu sesler, konserdeki kadar keman sesine benzemiyor. Konçerto bitince  Mendelsshon'un ikinci Keman Konçertosu sözü edildi. Savaş nedeniyle plak getirtme işi çok zormuş. Getirtilenler de gelen giren aracılığıyla, dolaylı olarak getirtiliyomuş. Beethoven başlayınca susuldu. Beethoven'in sesleri de gümbürtülü ama, onun gümbürtüsü Tchaikovsky gibi sert değil. Ben de bunu düşündüm, ikisi de çok sesli, Beethoven'de sesler daha uyumlu gibi.

Üç eser tanıdık. Ne var ki dördüncü kez dinlediğimiz Mendelsshon 1. Keman konçertosu bize daha tanıdık geldi. Arkadaşlar gidince biz gene üçümüz kaldık, Kadir, Abdullah ben. Onlar beni yalnız bırakmıyorlar. Az ötede Kadir'in “Di di diii, di, di; diii, di dii di dii, di di diii. dediğini duydum. Kadir'den böyle kendiliğinden ilgiyi ilk kez duydum. Ben de ona bakıp dii dii diiiydi dii dii di... diye yanıtladım. Güzel sözler söyleyerek, yaşamımızdan hoşnut tavırlar içinde birbirimizden ayrılarak yattık.

 

2 Aralık 1943 Perşembe

 

Kadir rüyasında görmüş olacak, yanıma oturdu, kulağıma gene diydiylemeye başladı. Önce çok sevindim. Ancak bir giz açıklar gibi bana yaklaşarak sordu:

-Kimseye söylemeyeceğim, bana inan. Sen bu plakları köyde çok dinlemiştin, değil mi? Önce çok plak dinlemeden söz ediyor sanıp:

-Kahvede çalan pilağı çaresiz dinleyeceksin! dedim. Kadir bu kez sorusunu sınırlayarak:

-Yok yok, bu plakları, şimdi burada dinlediğimiz plakları! deyince şaşırdım kaldı. Neden böyle düşündüğünü sordum. Kadir çok rahat olarak, “dinlemesen bu denli çabuk kavrayamazsın!” deyince üstüme çatkı yıkılmış gibi sarsıldım: Ben köyde Mendelsshon Keman Konçertosu dinleyeceğim (!) Bizim köyde. Komşu köylüm Kadir, bunu şimdi keşfedecek! Kadir'e bakmadan hazırlanıp kalktım. Kadir benim tavrımdan bir şey anlamadığı gibi bir daha sordu: “Yanılıyor muyum?” Bu kez sordum; “Neden yanılıyor musun?” Kadir, daha da diretircesine “Sen bu plakları daha önce dinlemesen onları bu denli tanımazdın. Biz arkadaşlarla hep konuşuyoruz, onlar da benim gibi bu işte cicoz, (habersiz anlamında) senin, bizlerden neden farklı olduğunu soruyorlar! Biz elimizi süremezken sen ilk günlerde daha pikabı kullanmaya başladın. Neden?” Hemen yanıtladım:

-Çünkü gramofon kullanmıştım.

-Arkadaşlar benden soruyorlar; “Kepirtepe'de plak var mıydı?” diye. Doğrusunu istersen ben “Yoktu!” diyorum. Bu kez de senin nereden öğrendiğini soruyorlar. Ben de sizin kahvenizde gramofon olduğunu, oradan öğrenmiş olabileceğini söylüyorum!

Kadir'e baktım, kızacağımı sanıyordum, hiç kızmadığımı anladım, buna sevindim. Ancak bu kez, çok yavaş bir sesle:

-Bundan sonra bunları söyleme, çünkü inandırıcı olamazsın. Bak burada salt plak dinlemekle kalmıyoruz, konserlere gidiyoruz. Konserlerde güzel güzel eserler çalınıyor. Adlarını konser programlarından öğreniyoruz. Konser bitince herkes elindeki programı yere atıp çıkıyor. Sen de onlardan birisin. Git o konuştuğun arkadaşlara sor, bakalım içlerinde program saklayan çıkacak mı? Ama benim defterimin içinde konser programları duruyor. Şimdiye dek plak dinleme saatinde 20 eser dinledik, bu yirmi eser, bestecisi, türü, plak sayısı benim defterimde var. Ayrıca, müzik dersimizde geçen terimler, hareket, biçim, tür ya da çok özel bilgiler defterimde hep yazılıdır. Bunların hiç birisi bizim kahvede yoktur. Sakın bunlar için de “Kahvelerinde vardır!” deme, dersen sana inanmazlar; inanmadıklarından başka sana gülerler de...

Çok ağır olduğunu bile bile bunları söyledim. Kadir bir yabancı gibi yanımdan ayrıldı. O ayrıldıktan sonra giderek öfkem kabardı, kendi kendime:

-O kadar kolay değil, elimden öyle kaçmakla kurtulamazsın! Söylediklerinin gerçek olmadığını ya sen söyleyeceksin ya da ben kanıtlayacağım! deyip kararımı verdim; tuttuğum defteri (Kepirte'dekiler de dahil) pikap dolabının üstüne koyacağım, yaptıklarımı isteyen görsün. Görsün ki, benim onlardan bir farklı tarafım var, bu fark, işimi, gününde yapıp unutmaya meydan veremememden kaynaklanıyor, bunu anlayıp dedikodu saptırmalara inanmasınlar.

Dersliğe oldukça geç gittim, yer yok gibi, kapının hemen önüne girip dikilince, Mustafa Top arkadaş ceketimden çekerek sandalyesinden yer açtı. Hiç bir şey demeden tek sandalyede iki oturanları gösterdi. O sıra da Hamdi Keskin Öğretmen geldi. Öteki günlerde olduğu gibi gene gülümseyerek dersliğde girdi. Ancak bizim gibi tek sandalyede oturanların sık sık kalkıp oturmalarındaki kargaşayı görünce birden yüzü değişti, birden:

-Olmaz öyle şey, iki saat iki yetişmiş insan bir sandalyede oturamaz! deyince birkaç arkadaş birden, sandalye aramak için kalkıştı. Hamdi Keskin Öğretmen onları azarlarca yerlerine oturtup, binanın yönetim tarafına gitti. Az sonra nöbetçi çocuklar sandalyelerle geldi, hepimiz oturduk. Hamdi Keskin Öğretmen hiç bir şey olmamış gibi gelip yerine oturdu. Oturunca bizim tarafa baktı. Ben en arkada, kapının tam önündeydim. öğretmen işaret etti “Al sandalyeni, biraz yaklaş, yabancı gibi durma!” dedi. Öğretmenin söyleyişinden nasıl etkilendimse birden rahatladığımı, çevremdekilere göre güçlü olduğumu duyumsar gibi oldum, sandalyemi öğretmenin önündeki boşluğa koyup oturdum. Bu kez de öğretmen “Böyle daha iyi oldu, değil mi?” diye sorunca teşekkür ettim. Sanki öğretmenle ikimiz gibiymişçesine kendimi rahatlık içine bıraktım. Öğretmen, eline aldığı kitabı göstererek:

-İşte size geçen derslerde bir nebze sözünü ettiğimiz Divan, tüm Divan Şiirini şemsiyesi altına alan genel ad. Onlar içinde de önemli bir yer kapmış olan Divan'lardan bir örnek olarak Fuzuli'nin Türkçe Divanı'nı, okumamıştık ama bir nebze üstünde konuşmuştuk. Divan, Divan'lar, Divan Şiiri, Divan Şairleri, Divan Edebiyatı, Fuzuli Divanı gibi, Baki Divanı, Nef'i Divanı, Nabi Divanı, Nedim Divanı adları sık sık karşımıza çıkacak uçsuz bucaksız bir konudur. Salt bizde değil, İran-Fars, Arap Edebiyatlarında da bu tarz kurumlaşmış, yüz yıllardır öyle anıla gelmiştir. Biz Fuzuli ile başlıyoruz ama ondan önce de yetişen şairlerimiz vardır.

Öğretmen bunu söyledikten sonra nedense bana bakarak, (belki çok yüzyüze bakıştığımızdan) “Değil mi?” diye sordu. Ben de  çok doğal bir tavırla, “Evet, Necati, Ahmet Paşa, Avni, Selimi, Muhibbi!” diye sıralayıverdim. Hamdi Keskin Öğretmen de benim konuşmamı doğal bulmuş olacak bu kez o da benim söylediklerimi sıraladıktan sonra. “Bunlara Fuzuli'yi de ekleyelim!” deyip kitabı kaldırdı:

-İşte ünlü şair Fuzuli'nin Türkçe Divanı, Türkçe diye bastıra bastıra söylüyorum, çünkü şairin Farsça, Arapça olmak üzere iki divanı daha vardır. Ancak elimdeki kitap Türkçe ama yazdıkları ne yazık ki Osmanlıca. Günümüz konuşma diline uygun basılacağı sönlenmekte ise de henüz gerçeklemedi, umalım, yakınlarda gerçekleşir.

Eski bildiklerimi tazeleyelim! deyip daha önce Fuzuli üstüne bildiklerimizi sordu. Geçen gün okuyup topladıklarımı bir yana bırakıp Orta 1. sınıf Okuma kitabındaki Atatürk'le ilgili bir yazı içinde geçen beyiti okudum:

“ Canımı canan isterse minnet canıma,

Can nedir ki terketmeyim cananıma!”

Öğretmenin gülümsemesi beni daha da cesaretlendirdi. Sami Akıncı da uzağımda değilmiş, gülümseyen yüzünü görünce daha da cesaretlendim. Bu kez öğretmen Divanların özelliklerini anlatmaya başladı. “Varsa önce Allah'a adanan şiirler konur” deyince usulcacık “Münacat”ı yapıştırdım. Öğretmen, arkasından gene, varsa “Nat” deyince onu da söyledim. Öğretmen bu kez iki parmağını titreterek bana bakınca “Kaside!” dedim. Hamdi Keskin Öğretmen iyice memnun olduğunu belirtti. Bu kez kitabı masa üstüne koyarak; “Bu üç anlamlı sözü  açıklayalım dedikten sönra gülümseyerek bana dönüp :

-Kasideden başlayalım mı? diye sordu. Hiç duraksamadan:

-Şairlerin, Padişah ya da vezirlere sunulan övücü yazılardır! dedim Bu kez öğretmen, “bu kadar mı?” diye sordu. 99 beyite dek uzun olduğunu, Kaside yazılan kişi beğenince gelenek olarak bahşiş verdiği için kasidelere, bahşiş için yazılan şiir de dendiğini ekledim. Öğretmen gülerek beni doğruladı; arkadaşlara dönerek:

-Arkadaşınızın söylediği gerçekten doğruysa Fuzuli oldukça bahşiş almıştır deyip kitabı kaldırarak,

“salt bu divanda saydım, tamı tamına üçü Kanuni Sultan Süleyman'a olmak üzere otuz üç kaside var!” diyerek güldü.

Öğretmen kasidelerden örnekler okudu. Önce Divan'in ilk kasidesi olan,

KASİDE DER TEVHİD-İ HAZRET-İ BARİ'yi ele aldı. Hazret-i Bari=Allah=Tanrı deyince arkadaşlardan Münacat diyenler oldu. Öğretmen başıyla, evet işareti verip, başını kitaba çevirerek okudu;

“Heva aryis-i gül-zare oldı çihr-kuşa

Bahar gül-şene geydurdi hüllr-i hadra

Çemen eyaletine oldı nasp hüsrev-i gül

Hevaya ebr sıfat hükmin itmeye icra

Yazıldı sebze-i nev-hizden hat-i ahkam

Çekildi saye-i matbu-i servden tuğra

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Öğretmen, kasidenin, içeri olarak MÜNACAT'ın 92 beyit (184 dize) olduğunu söyledikten sonra özel olarak ilgi duyanların (yeni yazıyla çıkınca) okuyabileceğini, dinlerken çok yabancı gibi gelen sözlerin çoğu gözle görülünce anlaşıldığını söyleyerek dizelerin anlattığını açıkladı:

-Bahar geldiğinde, bağların, bahçelerin şenlendiğini, havaların ısındığını sonuç olarak, çayır-çimenin canlanması Tanrının lütfuna bağlıdır, O izin verirse bunlar olur! Öğretmen sayfa çevirirken “Sıramız” diye baktı. NA'T denince Öğretmen durdu, gülümsedi; “Buna daha rahat anlayacağınızı umarım” deyip okudu:

 

KASİDE DER NA'TI HAZRET-İ NEBEVİ

 

“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su

Kim bu denlü dutuşan odlara kıl maz çare su

Ab -gündur günbed-i devvar rengi bilmezem

Ya muhid olmuş gözümden gümbet-i devvara su

Zevk-i tiğinden acb yoh olsa gönlüm çak çak

Kim mürur ilen bırağr rahneler divare su

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Serv- serkeşlik kılur kumri niyazından meğer

Damenin duta ayağına düşe yalvare su

İçmek ister bülbülün kanın meğer bir renk ile

Gül budağınun mizacına gire kurtare su

Tinet-i pakini ruşen kılmış ehl-i aleme

İktida kılmış tarik-i Ahmed-i Muhtar'e su

 

İç  me kis  ter  bül  bü lün   ka^  nın  me   ğer  bir  ren  gi le

Fa  i   la   tün  fa   i   la    tün   fa   i    la    tün  fa   i  lün(ulama-imale var)

 

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Öğretmen, okuduğu NA'T-Kasidenin 32 beyit(64 dize) olduğunu söyledikten sonra NA'T'ı da konuşur gibi açıkladı. (Dize dize değil)

 

Ey göz yaşı (Kendi göz yaşı için söylüyor), gönlümdeki ateşi söndürmek için boş yere akma. Gönlümdeki ateşe su bir çare olamaz. Gözlerim gök yüzü rengindedir, belki de başımızda dönen kubbenin rengi gözlerimin rengindedir. Kılıç gibi keskin bakışlarına su bir çare değildir. Daha çok su akınca gönlümü su yolları açarak yaralar. Ok gibi batan kirpikler gönlü yaralıları korku içinde konuşturur, bu nedenle böylesi gönüllere su vermek yarardan çok zararlıdır

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Selvi ağacı, kumru kuşunun yalvarmasına karşı dikbaşlılık eder, Su, onun eteğine kapanıp yalvarsın diye. Gül dikeni de bülbülün kanını emerek tomurcuğun daha renkli olması için hileler düşünür. İşte suigül dikenin damarına girip bülbülü kurtarmalıdır. Su, Ahmed-i Muhtar'ın yoluna uyarak tertemiz doğayı insanlara hazırlar. . .

Kanuni Sultan Süleyman'ın Bağdat'ı alması üzerine bir sevinme övgüsü olarak Bağdat'ı övdü hem de Kanuni'yi orada görmekten sevincini sundu.

Kaside başlığı:

Kaşide der tavşif- Bağdad ve medh-i Sultan Süleyman! Anlamı; Bağdad'ı tanıtma ve Sultan Süleyman'a övgü. .

“ Münşi-i kudret ki çekmiş bame-i hikmet-i nigar

Safha-i eyyama kılmış şebt-i vasf-i her diyar

Buk'a-i Bağdad'un itmiş vasfını Daru's-selam

Kim ana teslim ü tahsin ide her kişver ki var

Evliya Burci dimiş zira ki hak-i eşrefı

Buk'a buk'a evliyau'llaha olmuştur mezar. . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Mün şi  i  kud  ret  ki  çek  miş  ba   me i  hik  me  ti  ni  gar

Müf  te  i  lün  fa   i   la   tün  müf  te  i  lün  fa   i   la  tün(Ulama, imale var)

 

Öğretmen okumayı kesip:

Bu konuyu sürdüreceğiz, Kaside, Divan Edebiyatımızın “Olmazsa olmaz!” dedikleri bir şiir türüdür, oldukça uzun olur, uzun olduğu için de kafiye düzeni aa, bb, cc, dd olarak sürer, yani beyit mısraları ikili olarak kafiyelidir. Vezinleri değişik olabilir. Na't örneği olarak okuduğumuz Su Kasidesi olarak da anılan kasidenin kafiye düzeni aa. bb. cc. olarak gider. Buna mesnevi  tarzı diyenler de vardır. Uzun şiir anlamı taşır.Vezni de Failatün, failatün, failatün failün düzenindedir. Divan şiirinin belli kalıpları vardır. Bunlara az da olsa bakacağız. Ancak bunu tazı tahtası olan bir dersliğe taşınınca daha rahat yapabileceğimizi düşünerek erteleyelim. Divan Şiiri salt kaside değildir. Bakın Fuzuli'nin Türkçe Divanı'nda, (Buraya yazmışım) kaside sayısı 42, gazel sayısı 303. Başka şiirler de var, örneğin:

Musammat :   7

Müseddes:     9

Muhammes:   12

Tahmis:       10

Murabba:      2

Mukatta'at:    52

Rübaiyyat     62

Bunları da sayarsak 450 şiir olur. Başkaca ad verilmeyen serbest dizeleri, özlü sözleri de var, ama onları ayrıntı sayabiliriz. Gelin bir de Fuzuli'den gazel okuyalım!

 

Gazel

 

Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı

Felekler yandı ahımdan muradım şem'i yanmaz mı

 

Kamu bimarına canan deva-yi dert eder ihsan

Niçin kılmaz bana derman beni bimar sanmaz mı

 

Gamım pinhan dutardım men didiler yare kıl ruşen

Disem ol bi-vefa bilmen inanır mı inanmaz mı

 

Şeb-i hicran yanar canum töker kan çeşm-i hicranum

Uyadur halkı efganum kara bahtum uyanmaz mı

 

Gül-i ruhsaruna karşu gözümden kanlu akar su

Habibim fasl-i güldür bu akar sular bulanmaz mı

 

Değüldüm men sana mail sen itdün aklumı za'il

Mana ta'n eyleyen gafil seni görgeç utanmaz mı

 

Fuzuli rind-i şeydadur hemişe halka rüsvadur

Sorun kim bu ne sevdadur bu sevdadan usanmaz mı

 

Ga  mım pin han du  tar  dım ben  di ( di ) ler  ya  re  kıl ru şen

Me  fa    i^  lün  me fa  i^   lün  me  fa   i^ lün me  fa  i^ lün

 

Öğretmen, gazelin kasideden daha Türkçe olduğuna dikkatimizi çekerek:

- Bunun bir nedeni var, gazellerde şairler daha çok halkın beğenisini göz önüne alırlar. Oysa Kasideler, o günlerin üst tabakalarına sunulan şiirlerdir.

Öğretmen gazeli sevip sevmediğimizi sordu. Çoğunluk sevdiğini söyleyince öğretmen gülerek:

-“Bir de Fuzuli'nin gazel konusunda fikrini alalım, ancak uzunca konuşacak vaktimiz kalmadı sanırım, gelecek dersimizde gene üstünde durmak üzere okuyalım” deyip aşağıdaki şiiri okudu:

 

Kıt'a

Gazeldür şafa-bahş- ehl-i nazer

Gazeldür gül-i busitan-i hüner

Gazal-i gazel şaydı san değül

Gazel münkiri ehl-i irfan değil

Gazel bildirür şairun kudretun

Gazel arturur nazimun şöhretun

Gönül gerçi eş'ara çoh resm var

Gazel resmin it cümleden ihtiyar

Ki her mahfilin zinetidur gazel

Hıred-mendler şan atidur gazel

Gazeldi ki meşhur-i devran ola

Ohumak da yazmak da asan ola

 

Ga zel  bil  di   rür   şa  i rin  kud re tun

Ga zel  ar  tu   rur   na  zi num şöh re tun

Me fa   i^  lün  müs  tef  i lün  fa   i  lün

 

Öğretmen şiiri bitirince yüzümüze kuşkuyla bakar gibi hepimizi süzdükten sonra:

-“Okuma alışkanlığını kazanınca daha çok seveceğinizi biliyorum, şiir okuma, anlama zaten özel bir ilgi ister, herkesten de bu ilgi beklenemez. Ancak öğretmenlerin, öteki insanlardan farklı bir tarafı olmalıdır. Onlar, tüm halkın kültür önderidir; Atatürk'ün bir sözünü unutmayalım!” Arkadaşlar sözü anımsattılar: “Öğretmenler, YENİ NESİL, SİZİN ESERİNİZ OLACAKTIR!” Bu kez de öğretmen gülümseyerek; “Haydi bakalım, bu nöbet size geliyor; gösterin kendinizi!

Ders zili çalınca öğretmen:

-Fuzuli'de gördüğünüz bu kaside, özelikle de gazel bolluğunu (onda diğer türler de böyledir) öteki şairlerimizde bulamayacağız; zaten bu tür şiirler belli bir zamanda moda olmuş, sonraları da vazgeçilmiştir. Birkaç örnek daha göreceğiz! deyip ayrıldı. kıtadan iki dizesinin anlamı aklımda kaldı. Onlar da tam değil ama tama yakın sanırım: Gazel şairin şöhretini bildirir, gazel, nazmın yani şiirin kudretini yani iyiliğini, güzelliğini bildirir! Açıklığından yararlanarak tümü hakkında bir genel karar verdim. Belli ki öğretmen okuduğu gazeli de bu düşünceyle seçmiş.

Öğretmenin ardından İngilizce, Fransızca grupları koşuşarak ayrıldılar. Biz, kitaplıkta kaldık. Öğretmenimiz Doçent Niyazi Çitakoğlu genellikle gecikerek geldiğinden sessizce bekledik. Okul Müdürü geldi. Ders olarak düşünmediğinden gülerek:

-“Benim bildiğim kitaplıkta böyle kara kara düşünür gibi oturulmaz, ele kitap alınıp okunur!” deyince. Sami Akıncı hepimizden erken davranarak öğretmen beklediğimizi söyledi. Müdür Bey öğretmeni sordu, Niyazi Çitakoğlu denince Müdür Bey:

-Aaa, o bugün gelmedi, size duyurmadılar mı? diye sordu. Sonra da :

-Durum anlaşıldı, hadi şimdi birer kitap açıp okuyun, burada boş oturursanız Kitaplık sizi sevmez! deyip ayrıldı.

Müdür Beyin uyarısını yerinde bulup kitaplıkta Ressam Andrea del Sarto hakkında yazılmış kitabı aradım. Yeni gelen kitaplar arasında adı vardı. Alfred de Musset yazmış, yazarın Bir Zamane Çocuğunun İtirafları adlı kitabını okumuştum. Orada da sanatçılardan söz ediliyordu. Bu da bir ressamı anlatıyormuş. Kitap okuyanlardan biri de Bekir Semerci, kitabı görmemiş ama bana kitap arayıp bulma üstüne yol-yöntem öğretti:

-Kitaplıktaki kitapları herkes dilediği gibi alıp elinde süresiz tuttuğu için  çok beklersin! En iyisi bir kağıda kitabın adını yaz, kitaplar arasına iliştir. Kitabı alan görmese bile zaman zaman yazıyı görenler duyuru yapıyor. Ben, iki kitabı öyle buldum!

Arkadaş, benim yazmamı beklemeden kendisi yazıp bir kitap sırasına iliştirdi. Ayrıca, gün de verdi:

-Yarın cuma, en geç pazartesi günü kitabı elinde bil! diyerek kesin bir zaman sınırı da çizdi.

Bekir Semerci'nin gösterdiği yakınlık hoşuma gitti. Onu ara ara tartışmalarda görüyorum, çoğunlukla kendi arkadaşlarıyla dalaşır gibi konuşuyor. Ancak konuşmaları sanırım olumlu yanda oluyor ki karıştığı tartışmalarda zor durumda kaldığına tanık olmadım. Zaman zaman da onun adı söylenerek “Onu bilirse Bekir Semerci bilir!” türü  güven duyucu sözler söylendiğini de anımsadım. Oldukça konuşkan bir arkadaş. Konuşması da çok ilginç; karşısındakini dikkatle dinledikten sonra kendini ortaya koymadan konuşuyor. Özellikle öğretmenlerin sözlerini hiç değiştirmeden (onların söylediği gibi) söylemesi dikkatimi çekti. Kitap okumayı sevdiğini anladım. Oysa o çok kitap okuduğunu söylemiyor, kitap karıştırmaktan sözediyor. Kendisi aynı zamanda iyi bir Konya savunucusu. Özellikle tarih, kimi kez de Askerlik derslerinden sonra Kurtuluş Savaşı sırasında çıkan Konya İsyanları ortaya getirilince Bekir Semerci’nin:

-O olaylar o zaman sizin söylediğiniz gibi olmuştur. Ancak onlar tüm Konya değil Konya'da o zaman yaşayan kimi çıkarcılardır. Konyalılar onları dışlamış, aralarından ayıklanmaları için çaba göstermişlerdir. Günümüzün Konyalıları, onları onaylamayanların çocuklarıdır. Şimdiki Konya'lılara kimsenin küçültücü söz söylemeye hakkı yoktur. Hele bizim arkadaşların, hele de Konya'nın nerede olduğunu bilmeyenlerin kalkıp bana, benim gibi Konyalı, Konya'yı seven arkadaşlara dil uzatmasına gülerim! demesi, Bekir Semerci'nin nasıl bir kararlılık içinde olduğunu anlatmaya yetmektedir.

Daldan dala atlayarak da olsa Bekir Semerci ile konuşmaktan hoşlandım. Yat ziline dek böyle bir arkadaşla oturduğum çok enderdir. Bekir Semerci beni tuttu; hem de müzik üstüne tek bir söz etmeksizin bir saatten fazla konuştuk.

Yatınca da bunu düşündüm; çocukluğumu neredeyse kahvede geçirdim. İnsanlar kahveye konuşmak için gelirler. Kimisi bunu açık açık söyler:

-Gelip burada iki laf etmeden işe gidersem, o günüm sıkıntılı geçer; ne oluyorsa burada bir iki lak lak, beni rahatlatıyor! diyerek hem kendilerini eleştirirler hem de kendilerince bir güç kaynağı saydıkları kahvenin önemini belirtirler. Onların bu inancı önemli olsa gerek. Böyle bir özellik taşımasa köyünde kasabasında bunca, köşe bucak kahve açılır mı? Türkiye Cumhuriyeti'nin merkezi Ankara'nın orta yerinde bile (hemen  Atatürk Heykeli'nin bitişiğinde) koskoca iki kahve gün boyu dolup taşıyor. İnsanların böyle konuşma tutkusuna karşın benim böyle bir isteğimin olmamasını düşündüm. Bu müzik sevgimden mi? Yoksa müzik sevgim bu eksikliğimin bir sonucu mu? Uyumak üzereyken güldüm:

-Yumurta mı tavuktan yoksa tavuk mu yumurtadan? Bunun için kesin bir kararım vardı: Yumurta tavuktan! Yumurtadan tavuk değil civciv çıkar, yaşama şansı bulursa ancak tavuk ya da horoz olur.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ