Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

"Ey Gaziler Yol Göründü!" Kendi Yuvamız Saydığımız Kepirtepe'ye (5. Göç)

 

23 Kasım 1941  Pazar

 

Mehmet Aygün dışarda tıkırtıları duyunca kapıdan baktı. “Yahu bu çocuklar nasıl kalkıyorlar?” diye kendi kendine konuştu. 8. sınıfların  birinin çadırında saat varmış, o saate uyuyorlarmış. O çadırdan biri saat izleyicisiymiş.

“Bugün çalışma yok, yatalım!” diyenler oldu. Böyle denmesine karşılık gene de herkes kalktı. Mehmet Yücel’le İsmet Yanar kalkmamakta direndiler. Derken onlar da kendi aralarında ağız dalaşına tutuştular. Tabak tıkırtılarını duyunca onlar da kalktı, hepimiz kahvaltıya gittik. Çay-peynir var. Hilmi, “Gidiyoruz ya, aşçı depoyu boşaltacak!” dedi. Mehmet Aygün masamıza geldi. “Kepirtepe’ye gidince nöbeti gene baştan başlatırsanız tutmam, kaldığı yerden başlasın!” Yüksek sesle, “Üzülme azizim, orada ben senin yerine tutarım!” diyen oldu. Mehmet Aygün, “Ben sadaka istemiyorum, sıraya saygı gösterilmesini istiyorum!” deyince öteki arkadaşlar sordular, “Şimdi nereden çıktı bu sıra işi?” Belli Mehmet Aygün bir olaya kızmış, söylemek de istemedi. Ben, “Buradan ayrılmadan önceki günün tarihini yazarız, orada öyle başlatırız, yapılamayacak bir iş değil!” deyince Mehmet güldü, sonra da üzüldüğü olayı anlattı. Mutfakta çalışan köylü Hacı, yemekhaneden getirilen kirli kapları karışık bıraktıkları için, sanırım kimse duymaz diye, “İt oğlu itler söz dinlemiyor!” gibi bir söz söylemiş. Mehmet bunu duymuş. Herhangi bir yanıt vermemiş, daha doğrusu verememiş, o an orada nöbetçi oluşunu uğursuzluk saymış, tepkisi bundanmış. Güldük, Hilmi başta oradaki arkadaşlar Hacı’ya yaşam boyu yetecek türden yanıtları verdi (!)

Kahvaltıdan sonra dersliğe gittik. Derslik, dersliklikten çıkmış gibi, bizim kahveye dönmüş. Kimisi sıra üstüne oturmuş, burada geçen günleri yaşamımızın yararsız geçmiş 8 ayı olarak öne sürüyor. Kimisi de gelen ekipleri tanıdığı için (yurdun her yönünden insan görmüş olmaktan) duyduğu sevinci söylüyor. Bir süre oturdum, sıkıldım, radyo açıksa dinlerim, deyip gittim, kapalıydı. Yusuf’la Ahmet Güner oyun önerisinde bulundular. Akordiyonu alıp Külhana gittik. Başka gelen de oldu, uzun süre oyunları tekrarladık. Bundan sonra oyunlar Kepirtepe’de de oynanacak. Lüleburgaz Halkevine gelen Lüleburgazlılar Zeybek oyunlarını görecekler. Yusuf, bunları söylüyor ama bir yandan da (Lüleburgazlıları küçümseyerek) “ Ne anlar kalçan ağızlılar zeybekten, efelikten!” deyip gülüyor. Yusuf'a kızmadığımı anlatmak için; “Kızlardan anlayanlar çıkar, onlar duyarlıdır!” dedim.

Öğle yemeği oldukça neşeli geçti. Namık Ergin Öğretmen bizim masada oturdu. Hidayet Gülen Öğretmen de bir başka masada, iki öğretmen de neşeli neşeli konuştular.

Öğleden sonra banyo sıramız gelmişti, rahat rahat banyolarımızı yaptık. Banyo yapınca yatakhaneye girmek serbest olduğu için çoğumuz yataklarında uzandı. Yatakhane kalabalıklaşınca ben derslik çadırına gittim. Notlarıma baktım. Günlük not tutmak hem zor olacak hem de kolay. Zor olacak, arkadaşlardan hemen hemen hiç rahat yok. Onlar da sıkıldığı için hemen “Ne yapıyorsun?” deyip başıma dikiliyorlar. Bugün, “Mektup yazıyorum, eve haber veriyorum!”dedim savuşturdum ama bundan sonra nasıl kurtulacağım? Gerçekten mektup yazdım hem de kısa kısa üç mektup. Babama, Eğitmen Mustafa Ağabeye, Kamber Amcama. Muhtar Çavuş Amcaya da yazacaktım ama yetiştiremedim.

Bayrak Törenine herkes güleç yüzle katıldı. Hidayet Öğretmen de “Gülersiniz ya!” diye öndekilere takıldı. Törenden hemen sonra gök gürleyerek yağmur geldi. Kar mar diyenler de oldu. Bu arada “Gök gürleyince kar değil yağmur yağar” diyenler de çıktı. Herkes bilgiç bilgiç konuşmaya başladı. Yemekten sonra derslikte geleceğe yönelik tasarılar serip döküldü. Gideceğimiz tarih birkaç gün önce belli olursa Ankara’ya gitme önerisi yapıldı. Mehmet Yücel takılmasını sürdürdü; “Kesinlikle Ankara’ya gitmem, kaybolursam buralarda kalırım!” dedi. Kalmasının daha iyi olacağı öne sürüldü. Bu tür takılmalarla yat zilini getirdik. Yatınca da bir süre uyuyamadım. Arkadaşlardan birileri de fısıltı olarak uzun süre konuştular…

 

24  Kasım 1941 Pazartesi

 

6 Ali Hasanoğlan’a geleli ilk kez nöbetinde neşeli neşeli konuştu, “Dağ Başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar!” dedi. “Ali Aga da seviniyor!” denince, ona da yanıt verdi. Gerçekte Ali Güleren demeden, özellikle Ali Aga ya da Kaz Ali falan dendiğinde duymazdan gelir, kesinlikle yanıt vermez. Oysa bugün Ali Aga da seviniyor denilince, “Neden sevinmeyeyim, sevdiğim bir şey olunca sevinmek sizin tekelinizde mi?” diye sorması arkadaşların gülmesine neden oldu. Ali nöbetine gidince arkasından bir süre ondaki değişiklikten söz edildi. Bu kez de şakacı grubu Emrullah’a takıldı. Emrullah gene tersten aldı. “Bana ne, neresi olursa olsun, benim için hepsi bir!” deyince, Bulgaristan’a yaklaşıyorsun işte, geri dönersin!” deyip çıktılar. Bu kez de bu söz tartışma konusu oldu:

-Bulgaristan’ı mı özlemiş? türü sorular ortaya atıldı. Halil Basutçu:

-O oradan kaçmış gelmiş, geri neden gitsin? diye sordu. Hüsnü:

-Siz Emrullah’a söylüyorsunuz ama beni de incitiyorsunuz, buna arkadaş olarak hakkınız yok!” deyip dışarı çıktı. Sami Akıncı hepsine birden çıkıştı:

-“Be birader, sizin üzüntünüz de sevinciniz de aynı kapıya çıkıyor, ikisinde de aynı sözler, çevrenizdekilere ulu orta saldırma. Bugün bu şekilde konuşmaların anlamı var mı?” Sami de sinirli sinirli konuşarak gitti. Mustafa Saatçı, gülerek, “Beni de sinirlendirdiniz sonunda” deyip Sami'nin arkasından gitti. Sami Akıncı’nın arkasından böyle yapması dikkatimizi çekti. İdris Destan, “Sami’nin duymayacağını bildiği için öyle yaptı!” dedi. İsmet’le Yusuf Asıl, “Öyleyse Sami’ye söyleyelim” deyince bu kez öteki arkadaşlar, ayıpladılar.

Kahvaltıya çıktık. Sevindik ama bir bakıma da şaştık, gene çay-peynir. Nasıl oluyor? Arkadaşlar güldüler: Aşçı başı bizi iyi uğurlamak istiyor. Kimileriyse “adamın çorbalıkları bitti” gibilerde söz üretti. Kahvaltıdan sonra topluca çalışma yerine gittik oradan çalıştığımız yerlere dağıldık. Ali Yılmaz Öğretmen, “Çok konuştuk sayısız olasılıklar ortaya koyduk, işte bir tanesi tuttu!” deyince arkadaşlar, “Neden on gün sonraya?” diye sordu. Öğretmen, “Çaresiz, tren ayarlaması falan yapılacaktır. Az sayılmaz 300’e yakın insan gidecek. Bunun için özel vagon düşünüyorlardır. Bunları kotarmak zaman ister!” dedi. Gülerek “Ne o, gidememekten söz ederken on gün beklemeyi mi çok buluyorsunuz? ” diye çıkıştı. Sonra da göz kırparak, buradaki işileri bitirmeden salmak istyemiyorlar!” dedi.

Biz gene on kişi olarak çerçeve işini sürdürdük. Arkadaşlar öğretmenle birlikte depolara gittiler. İlk kullanılacak yerler onlarmış. Bizim grup gene her günkü gibi sakin sakin çalıştı. Öyle sözleştik, “Boş boş konuşacağımıza elimizdeki işleri bitirelim!” Genel Müdürün dediği gibi, bu bizim işimiz. Arada  gene bir takım istekler ortaya dökülüyor. Örneğin Salih Baydemir onbeş günde bir evine gidecekmiş. Okulun önünden geçen bir Muratlı arabasına binince evinin önünde inebiliyormuş. Hasan Arabacı, aynı durumda olduğunu söyledi. Harun Özçelik daha garantili, trenle gidip gelecekmiş. Ben, “Her cumartesi gideceğim!” deyince ilgiyle vasıtayı sordular. Vasıta “Tabanvay!” deyince de güldüler. Tabanvay duymayan varmış. Yemeğe dönerken gene bir esintiye arkasından da çisiltiye tutulduk. Yemeğe oturunca yağış arttı. Biz yemek yerken kar atıştırmaya başladı. Bir ara iyice kara dönüştü. Hem bu yılın hem de Hasanoğlan’ın (köye düşen) ilk karını görmüş olduk. Sevinenler de var, üzülenler de. Rüzgar esiyor, kar tanecikleri savruluyor, yere ulaşamadan eriyor. Rüzgar da giderek arttı. Bizim çadırın pat patları gittikçe çoğalıyor. Rüzgar artınca yağışın kesileceğini artık hep biliyoruz. Mustafa Güneri Öğretmen şemsiye ile geldi. “Hepinize bir şemsiye veremediğim için üzgünüm ama sizi bugün dinlendirebilirim. Umarım yarın çalışırız. Sakın açıklarda gezip ıslanmayın!” diye dikkatlerimizi çekti. Uzun süre yemekhanede oturduk. Yağış bir ara kesildi. Bu kez de dersliğe gittik.

Derslikte kitaplarımı karıştırdım. Roma tarihini okudum. Pön Savaşları ilgimi çekti. Daha doğrusu şaşırdım; üç büyük savaş yapılmış ama İ. Ö. 264 yılından 146 yılına dek tam 118 yıl savaşmışlar. Bunun 32 yılı kanlı bıçaklı savaş, 76 yılı da hep savaştaymış gibi bir birlerine diş bilemişler. Üç büyük savaştan 1. savaş 23 yıl, 2. savaş 6, 3. savaş ise 3 yıl sürmüş ama, ara yıllarda hep birbirlerini yoklamışlar. Sonunda Roma, Kartaca’yı yenmiş; öyle yenmiş ki, koskoca Kartaca kentini yerle bir edilip, tarla gibi sürdürmüş. Böylece Roma, 118 yıldır kendisine meydan okuyan düşmanını yer yüzünden silmiş. Kartaca halkı denizciymiş. Daha önce bunlar Fenikeliler olarak okumuştuk. Onlar Fenike’den de (Akdeniz’in doğu ucu) savaş yüzünden kaçmıştı. O zaman savaştıkları Perslerdi (İ.Ö. 7. yy) Arkadaşlar birer ikişer gitti. Hasan Üner’le Sami kaldı. Ben de kalktım. Sami, “Gittiler ama şimdi orada konuşuyorlardır, başımda konuşulunca uyuyamıyorum” Hasan kitabını bitirmek üzereymiş, “Bitiriyorum, istersen verebilirim” dedi. Biraz karışık ama okuyanlar hep beğeniyorlar, “güzel kitap!” diye övüyorlar: Aşk-ı Memnu-Halit Ziya Uşaklıgil’in kitabı! “Yazarın Mai ve Siyah kitabını okumuştum; o da güzeldi, bunu da okurum!” deyip, bitirince vermesini istedim. Hasan ekledi, “Çok büyük yazarlardan, başka kitapları da var: Lev Tolstoi’dan Basübadelmevt, biraz karışık ama ben sevdim!” dedi. Aynı yazarın bir kitabını okumuştum, kitabın adını birden söyleyemedim ama Kafkasya’da geçtiğini Kazaklardan söz ettiğini anımsadığımı söyledim. Hasan:

-“Kazaklar mı acaba!” derken Hasan’ı kaldıracağımı sanan Sami, “Hasan kalsın, ben şimdiye dek hiç lüks söndürmedim!” deyince, Hasan kaldı, ben ayrıldım. Çoktandır böyle geç kalmamıştım. Gerçekten de erken gidenlerin çoğu hala ayakta, tıpkı derslikteki gibi konuşuyorlardı. Yatağım kenarda olduğum için kimseye bulaşmadan yattım. Okuduğum kitabı anımsamaya çalıştım. Kafkasya, Rusya oralarda bir yerleri anımsar gibi oldum. Atlı savaşçılar gözlerimde belirdi. Ötesini toparlayamadım.

 

25 Kasım 1941 Salı

 

Birisi çadırın kapaklarını açınca birden bir aydınlık, sertçe bir soğuk geldi yüzüme. Açan Fettah Biricik, “Yandık arkadaşlar, kar yağmış!” “Sahi mi?” diye sesler yükseldi. Herkes uyandı. “Az mı, çok mu?” Herkes kapıya gelip baktı. Yerler, çatılar bembeyaz. Çok değil ama gene de her tarafı örtmüş. Kaygılı kaygılı sorular başladı, “Trenler kalkar mı?” “Kalkar” diyene söz yok, yanılıp da “Kalkmaz!” diyen olursa küfürlerle karşılanıyor. Yemekhanenin okula dönük tarafına yarıya dek kar girmiş. Çoğu erimiş ama oturacak yerler ıslak. 40 dakikalık bir gecikmeyle kahvaltımızı ettik. Daha doğrusu çorbalarımızı, dikerek içtik. Yufkaları da öyle kuru kuru yedik. Derslik çadırlarımızda beklememiz söylendi. Kara karşın hava soğuk değil.

Namık Ergin Öğretmen geldi. Gülerek, “Güzel bir gün değil mi?” diye sordu. Arkasından da “Bu çadır size dar geliyor, şimdiye dek dikkatimi çekmemişti!” dedi. Arkadaşlar bir ağızdan “Büyük çadır kuralım!” dediler, öğretmen, “Biraz geç kaldık. En iyisi sizin bir kısmınız bu çadırdan çıksın, en azından bugün çıksın, kalanlar rahat otursun!” dedi. Şaka olduğunu düşündüğümüz için  hep güldük. Birden adım geçti, Halil, Sefer, Arif, Ertur, Saatçı, Hüseyin deyince ancak anladım, bize çalışma var. Öğretmen, “Benimle gelin, size daha rahat bir yer bulacağım!” dedi yürüdü. Durdu baktı, “İbrahim sen hepten yalnız mı kaldın? Marangozlardan bir kişi daha olsun!” dedi. Ben Salih’i söyledim. Öğretmen Salih’i kendisi çağırdı. Depolara gittik. Buraları ilk kullanılacak yerlermiş. Duvarcı arkadaşlar girişleri, çevreleri düzenlemek için işe giriştiler. Salih’le ben kapı ölçüsü aldık, geçici kapı yapacağız. İki kapı iki pencere. Öteki pencereler çakılarak kapanacak. Salih’le ben tahtaları hazırlayacağız, Öğleden sonra bize yardımcı gelecek, onlar çakacaklar. Salih çok sinirlendi. Ayrılanların beden olarak en küçüğü Salih. Ben, becerikli oluşuna yordum, teselli etmeye çalıştım. Makineyi bir hayli zor çalıştırdık. Kapılar için 20’lik tahtalardan 2’şer metrelik 10 tahta ile yeteri kadar kuşaklık, kapı kasalığı için kolonlar kestik. İki pencere için de gene 20’lik tahtalardan 1 metre boyunda 10 parça tahta ile yeteri kadar kuşaklıları, kasalıkları hazırladık. Namık Öğretmen geldi, “Burada mı çakarsınız, oraya mı aldıralım?” diye sordu. Biz burada çalışmayı yeğledik. Öğretmen “Öyleyse şimdilik paydos. Öğleden sonra buluşalım” deyip gitti. Yola çıktık kimsecikler yok. Meğer arkadaşlar daha önce gitmiş. Onlar bizi unutmuşlar. Öğretmenin sonradan aklına gelmiş. Salih kulaklarının üşüdüğünü söyledi. Benimse ağzım, dudaklarım dondu. Kulaklarımda da hafif bir yanma oldu ama fazla önemsemedim. Yemeğe yetiştik. Arkadaşlar bizi görünce, “Sizi unuttuk!” dediler. Yemekleri görünce geçen iki günün yemek sevinci uçtu, gitti. Gene ekmek yok, yufka yedik. Sıcak mercimek çorbası, etsiz nohut, bulgur pilavı. Çorbanın sıcaklığı tadını tuzunu düşündürmedi. Hilmi bile pilavın yarısını bırakırken çorbayı neredeyse yaladı yuttu.

Hava biraz ılır gibi oldu. Okul bahçesinde sular birikmiş kardan eser kalmamış. Ancak çevre olarak görebildiğimiz Lalabel tepeleri deliksiz kar kaplı. Elmadağları ise yok; gökyüzü ile birleşmiş. Bizim köyde çevre dedikleri büyük bir mendilim var, onu alıp çenemden kulaklarıma bağladım. Salih kasketiyle kulaklarını kapattı. Kimseyi beklemeden gittik. Sorarlarsa, “Aaa, biz sizi unutmuşuz!” diyeceğiz. Gittik, önce pencere kapaklarını çaktık. Kapıların birini de bitirirken Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Bize teşekkür etti. Salih’ten çekici alıp ikinci kapıyı kendi çaktı, “Üşüdüm, kanım hareket etsin!” dedi. Bugün çalışılmayacağı konuşulmuş, Bu tarafa gelen olduğunu görünce merak edip gelmiş. Yapıcıların gelmediğini gördük. Salih’le ben, sonra da öğretmen kendiliğimizden gelmişiz. Öğretmen önce güldü, sonra da “Çok iyi oldu; gerçi gelip giderken üşüyeceğiz ama bunları gene biz yapacaktık. Belki de daha soğuk günlerde çalışmak zorunda kalacaktık!” deyip bize bir daha teşekkür etti. Kasalıkları hazırlamıştık ama kesmemiştik. Öğretmen, “Bunları da keselim, çakması kalsın!” dedi Makineyi çalıştırmaya geçti. Ancak makine çalışmadı. Öğretmen kuşkuyla bize sordu, “Bir şey mi oldu acaba?” “Biz çalıştırıp tahtaları kestik, çalışırken durdurduk!” deyince öğretmen “soğuk havadan olabilir” deyip kesmekten vazgeçti. Biz elle kesmeye karar verdik. Sekiz büyük sekiz küçük parçayı duraksamadan kestik. Öğretmen “Yeter bu kadar özveri, haydi gidiyoruz!” deyip yürüdü. Yarış ederek, öğretmenin evine geldik. Öğretmen ayrılırken, “Siz gider, ben kalırsam çok üzüleceğim, biliyor musunuz?” dedi. Önce Salih sonra ben, “Biz de!” dedik. Bir kez de ikimiz birden, “Biz de!” deyip ayrıldık. Çeşme önüne inerken oralarda kar kalmadığını gördük. Çiğnenen yerlerde hemen kalkmış. Okul azıcık yüksekte oralarda kalkmamış. Bizim derslik yolu çiğnenmiş ama etraf kar. Dersliğe girince bize “Nerdesiniz, sizi arıyoruz!” diyenler oldu. Cumartesi Ankara’ya gidilecekmiş. “Hava!” demeye kalmadı, “cuma günü açık olursa gidilecek. Perşembe, cuma günleri daha fazla kar yağar ya da soğuk artarsa gitmekten vazgeçilecek.” Salih düşünmek istedi, ben hemen yazıldım. Yusuf, Hasan, Orhan bizi merak etmişler, “Ne yaptınız, herkes burda kaldı siz neden gittiniz?” diye sordular, Olayı anlattık, “Çok kolay bir işi öğretmenle birlikte yaptığımızı söyledik. Biz de onlara sorduk, “Siz ne yaptınız?” Hasan içini çekti:

-İki satır kitap bile okuyamadım. “Üşüyoruz, konuşunca ısınıyoruz!” deyip gün boyu şamata yaptılar. Bir daha böyle bir iş çıkarsa beni de alın!

Hasan’dan aldığım kitabı açtım baktım, nedense bu akşam başlamak istemedim. Roma tarihini bitirip notlar alacağım. Hiç değilse tarih dersine hazırlıklı olurum. Oldukça sert rüzgar esiyor. Yemeğe giderken arkadaşlar  “Hıtıtıtı yarışı” yaptı. Çok üşüyorlarmış. Ben pek üşümedim. Yemek yerken bizim çadırın pat-pat vuruşu tüm çocukların ilgisini çekiyor. Hemşerim 9 Mehmet (Hamitabatlı Mehmet Özalp) nöbetçi, gülerek geldi, “Abi siz bu patırtıda nasıl uyuyorsunuz?” diye sordu. Ben, “O şimdi boşken öyle biz içine girince duruyor!” dedim. Mehmet inanır gibi oldu, “Yapma, doğru mu?” diye sorunca, şaka olduğunu söyledim. “Vallahi inanırdım!” deyip ayrıldı. Mehmet’le konuştuğumuzu gören Kadir hemen geldi, “Ne söyledi o kızan sana?” (Kızan, çocuk anlamında) diye sordu. Benden önce Orhan, “Tatlı istiyor musun!” diye sordu” deyince, “Yalan söylemiştir, tatlı bulsa o kendisi yer!” deyip yürüdü. O gidince Hilmi dayanamadı, “Bana kızacaksınız ama ben şimdi bu cüceye nasıl takılmayayım? Besbelli ki bir kuyruk acısı var, ilk fırsatta onu çıkarmaya çalışıyor. Ama ayıp ediyor. Arkasından söyleyerek kendi kendini aldatıyor!” Hasan güldü, “Hemşerim kusura bakma aynı duruma sen de düşmüş oluyorsun. Seninki de arkasından konuşma!” Hilmi, Hasan’a biraz sertçe baktı, “Öyle miiiiii?” diye sordu. Mehmet Aygün dikkatle dinliyormuş, hemen yanıtladı:

-Öyleeee! Arkasından Yusuf Asıl da “Öyle!” dedikten sonra bir “Yaaaaa!” çekti. Hilmi bana baktı, Çaresiz ben de “Biraz öyle!” demek zorunda kaldım. Hilmi bu kez sordu:

-Ben sizden neden farklı düşünüyorum? Ben de bunu bir türlü anlamıyorum. Salt bugün değil başka zamanlar da bu oluyor! Harun Özçelik ortaya konuştu:

-Konuşmaları neden hep çatışmaya götürüyorsunuz? Ufak tefek kusurları duymazdan gelseniz olmaz mı? Salih Baydemir:

-Örneğin ben Yusuf’un şapırtılı yemek yeyişini hoş görüyorum! Yusuf hemen yanıtladı:

-Ben de Salih’in herkes konuşurken tilki gibi susmasını görmezden geliyorum. Ama biliyorum ki o karışmadığı konuşmalardan kendine göre bir sonuç çıkarmaktadır! Söze karışarak:

-Ben de öyleyim, kendimi düşünmek zorundayım. Konuşulan konu beni de ilgilendiriyor ya da ilgilendirecekse neden dinleyip gerekeni yapmayayım? Yusuf:

-Onu demek istemedim! derken kalktım. “Siz Harun’un dediğini ya anlamadınız ya da işinize gelmediği için geçiştirdiniz!” Benden sonra herkes kalktı. Kartopu oynamaya başlayınca konuşmalar uçtu gitti. Nedense sonunda tüm kar topları bana yöneldi, kaçarak dersliğe sığındım. Bir süre ellerimi ufuldadıktan sonra Aşk-Memnu kitabını okumaya başladım. Aşk-ı Memnu, yasak aşk demekmiş. Nesi yasak, ya da nasıl olursa yasak? Bir süre düşündüm. Yakılacak Kitap bir olayı anlatmıştı. Bir birini hiç tanımamış kardeşler evlenmeye kalkmış. Burada da öyle bir şey mi var acaba? Kitaba başlarken biraz duraksadım, Mai ve Siyah ile Araba Sevdası karışımı gibi bir kitap, sanki ayni yerlerde yaşamış kişiler. Firdevs Hanımın adı bile Bihrus Beyi andırıyor. Hep babalarından kalmış büyük varsıllıklara konmuş kimseler. Konaklarda oturuyorlar. Burada bir de Adnan Beyle karşılaşıyoruz. Kırkını aşmış, gelinlik kız yetiştirmiş olmasına karşın kızı yaşında kızlar arkasına düşen bir varsıl kişi. Firdevs Hamın’ın iki güzel kızı var: Bihter-Peyker. Peyker evli, Bihter evlenmek için varlıklı birini arıyor. Daha doğrusu Bihter değil de Firdevs Hanım kendi çevresine caka yapmak tutkusuyla kızını kesinlikle bir varsıla vermek niyetinde. Adnan Bey ortaya çıkınca Firdevs Hanım “Turnayı gözünden vurdum!” diye uçuyor. Adnan Beyin güzel kızı Nihal de böylece yaşdaş bir anne ile karşılaşıyor. Nihal, güzel, yaratılış olarak uyumludur. Cici annesiyle yakın ilişki kurmak niyetindedir. Candan yaklaşımlarla Bihter Hanımın dizi dibinden ayrılmaz. Ancak Bihter Hanım Adnan Beyle sıradan bir evlilik yapmıştır. O gerçekte yaşamı heyecanlı bir süreç olarak düşlemektedir. Adnan Beyin bir de yeğeni vardır: Behlül. Behlül, yeni yetme düzeyinde görülmesine karşın, konaklarda sürdürülen yaşamlarının raconlarını iyi bilir. Hele Firdevs Hanım tipi annelerin yetiştirdiği kızların mantalitelerini ilk karşılaşmada daha gözlerinden okur. Behlül, önce evli olan Peyker’i elde eder. Aslında gözü Bihter’dedir. Ancak Peyker’le olan ilişkisinde nasılsa bir açık vermiştir. Bir sevişme ya da öpüşme sahnesini Bihter izlemiştir. Neden kendisi değil de kardeşidir? Bihter bunu sorun yapar, uzun süre naz etmesine karşın Behlül’le ilişki kurmak için can atmaktadır. Geciken ilişki kurulur. Kurulan ilişkinin sürmesi için bir şans doğar, daha doğrusu bu şans biraz yaratılır: Adnan Beyin Kızı Nihal’le Behlül’ü evlendirme sözü ortaya atılır. Bihter’le Behlül’e gün doğmuştur. Nihal önce çok sevinmiş, mutluluğa yaklaştığını sanmıştır. Konaklarda dış görünüşüyle yapay yaşamlar bir süre gizliliğini sürdürür.

Başlangıçta Araba Sevdası ile bağlantı kurar gibi oldum ama olaylar çok değişik gelişti. Ancak anlatımlar, olayların geçtiği yerler, insanların olaylar içindeki yerleri gene de çok benzeşmekte. Kırmızı ve Siyah romanını anımsadım. Orada da kıskanan kadınlar var, orada da yasak aşklar var. Ancak orada insanlar gene de ilişkiler içinde, günlük yaşamlarını sürdüyor, tartışıyor,  geçmişten söz edip günlük olayları dilleyebiliyor. Madam Renal, istenmeyen bir şey yapıyor ama bir suçluluk duygusu da taşıyor. Mösyö Renal, eşinden kuşkulanıyor, onu hoş görmüyor buna karşın bir yandan da, işini, halka karşı durumunu, çocuklarını düşünüp bir katlanma sorumluluğu taşıyor. Onun tavırlarından biz bunları çıkarabiliyoruz. Orada da konaklardakine benzer bir yaşam var. Ancak o konaklarda geçmiş tarihsel olaylar eleştiriliyor. Salt bunlar değil, anlatılanlar da sanki görülüyormuş duygusunu veriyor. Örneğin Mathilde’ye gece gizlice gelen Julien’in merdivenden çıkışını, tabancasını elinde tutuşunu, Mathilde’den saklayışını, Mathilde’nin kuşkulanıp elindeki tabanacaya bakmasını görmüş gibi anımsıyorum. Oysa bu akşam okuduğum bölümlerde görür gibi olduğum hiçbir olay yok. Sadece anlatılıyor. Sanki duvarın öbür tarafında olanları duvarın bu tarafındakilere anlatır gibi yazılmış.

Başımı kaldırınca gene en geri kaldığımı gördüm. Sami Akıncı bile gitmiş. En erken yatarken en geç kalan olmuş durumdayım. Bu kez kar kalkmadı, kalkacağa da benzemiyor. Derslik yolumuz ezildi ama gene kar yol olarak kaldı. Şimdilik kaymıyoruz. Benim lastik ayakkaplarım var. Ablalarımın ördüğü yün çoraplarla onları giyince ayaklarım sıcak duruyor. Lastikler kaymıyor. “Bir gün daha bitti” sözleri arasında kapıdan girdim. Kapı dediğim çadırın çift kanat kapakları. Çengelli düğmelere ipler takılarak içerden kapatılıyor. Bihter’i, Nihal’i Adnan Beyi düşlerken yattım. Bu kitapları kimler okuyor? Bu okuduğum kitap bana ne öğretiyor? Bence bu kitap öğrenciler için değil. Elbette öğrenci olmayanlar da roman okuyor! Öğretmenlerin okuduğunu biliyoruz. Maksim Gorki’den okuduğum Benim Üniversitelerim’le Ana’yı düşündüm, oradaki insanlar nasıl yaşıyor, Aşk-ı Memnu’daki insanlar nasıl yaşıyor! Maksim Gorky’nin insanları arılar, karıncalar gibi, ölüyorlar, öldürülüyorlar ama kalanlar gene kıpır kıpır, canlı yaşamlarını sürdürüyorlar. Aşk-ı Memnu’daki insanlarda yaşamsal bir canlılık göremiyorum. Bizim yazarlarımızdan okuduğum kitapları birer birer anımsadım. Çalıkuşu romanında Feride öğretmen olduğu için kendi öğretmenlerimizi göz önünde tutarak biraz canlı buluyorum. Yaban’daki Ahmet Celal için söylenecek bir söz yok. O yaşam başka türlü düşünülemez zaten. Kuyucaklı Yusuf capcanlı insanların iyi kötü yaşamlarını anlatıyor. Ömer Seyfettin kısacık öykülerinde bile insanların yaptığı işleri ya ka kötülükleri belli bir yerde belli zamanlarda yaptırıyor. O yerleri görür gibi oluyorum. Koca Ali’nin küçük kulübesini ya da sonradan yamandığı kasap dükkanını düşlüyorum da Firdevs Hanımın konağını, ne konağı, kendisini bile somutlaştıramıyorum. Bizim kahveye gelenler benden gazete okumamı isterler. Onlara bu kitabı okusam ne derler acaba? Kesinlikle okumam. Ben okumaya kalksam babam önler. Biliyorum babam bana “O kitabın yazdığı, onların anlamadığı ya da beğenmediği olayları sen yapıyormuşsun gibi dedikodu yayarlar, sakın ha, düşme şunların dillerine!” der.

 

26 Kasım 1941 Çarşamba

 

Recep Kocaman çadırın iplerini çözmeye çalışırken Hilmi yardım için kalkıp geri oturunca uyandım. Recep'in ne dediğini tam anlayamadım, Hilmi “Yapma yahu!” deyince durum anlaşıldı, kar yağıyor. Yattım. Bir zaman en erken yatıyordum, şimdi ise en geç ben yatıyorum. Gene bir zaman en erken ben kalkıyordum, şu bir hafta en geç kalkan ben olacağım. Bugün ayın 26’sı, Perşembe 27, Cuma 28, Cumartesi 29, Pazar 30, pazartesi 1 Aralık, Salı 2 Aralık, Çarşamba 3, Perşembe 3, Cuma 4, Cumartesi 5 derken Orhan karıştı, “Komşu sen işi uzatıyorsun, hani 4 Aralık günü gidecektik?” diye sordu. Beni duyduğunu sanmamıştım. “Ben, gittiğimiz günü değil Kepirtepe’ye varışı hesaplıyorum!” dedim. Orhan telaşla sordu “Yolculuk iki gün mü sürüyor?” Bu kez de ben sordum, “gelirken kaç günde geldik?” Orhan hesabını yaptı. Bizim konuşmamıza Kadir daha sonra da Halil Basutçu karıştı. Sonuçta 17 Nisanda yola çıktığımız, 18 Nisan akşamı da Hasanoğlan’a geldiğimiz anlaşıldı. Daha doğrusu onlar anladılar. Hasanoğlan’da da 8 ay 18 gün kaldığımızı hesapladık. Bir ilginç olay da bu sabah zil mil çalmadı. Çalmadı mı duyulmadı mı? Recep geldi haber verdi, kahvaltıya öyle çıktık.

Kahvaltıda çay-peynir oluşuna sevindik, ekmek gene yufka. Ancak hiç kimse sızlanmadı. Çünkü hava gerçekten kış, belki kamyon da işlemiyor. Trenle ekmek gelse bile bugün Lalabel ya da Lalahan’dan almak olasılığı yok. Kar yağışı sürüyor. Selçuk Korol Öğretmen nöbetçi, bize, “Sizin dersliğe gelebilirim!” dedi. Topluca gittik. Çadırı kapattık. Çadır kapatılınca pek üşümüyoruz. Çadırın etekleri kar altında kaldığından esinti gelmiyor. Beklememize karşın Selçuk Öğretmen çok geç geldi. Gelince de arkadaşlarla şakalaştı. Nasrettin Hoca fıkrası anlattı. Arkadaşlar sözü kara getirince Selçuk Öğretmen “Kardan, kıştan yakınmaya hakkımız yok, burası soğuk bölge, bu yıl bizim şansımıza kış geç başladı!” deyince arkadaşlar, gülerek “Ne şansı öğretmenim 3 yılda 5 kez yer değiştiren, 9 aydır ders görmeyen, öteki yıllarda da derslerinin çoğu boş geçmiş öğrencilerin şansı mı olurmuş?” dediler. Öğretmen bu sözlere gülerek yanıtlar verdi. Asker fıkraları anlattı. Askerin birine acı haber bildiren bir mektup gelmiş. Askerin annesi vefat etmiş. Komutan mektubu verip birden üzülmesini önlemek için bir arkadaşının uygun bir yolla duyurmasını düşünmüş. Çavuşu çağırmış, dilinin döndüğünce çavuşa anlatmış. “Birden söyleme, yaşamın cilvelerinden söz et, insan kaderinden söz et, en uygun düşecek bir yerne annesinin ölümünü duyur!” demiş. Çavuş ya da on başı, “Başüstüne komutanım!” deyip ayrılmış. Birliğine gidince annesi ölen askeri çağırmış. Arkadaş olmak istediğini söylemiş. Memleketinden söz etmiş. “Bağlarımız var, şimdi onları babam koruyor, koyunlarımız var, onları kardeşim otlatıyor, tavuklarımız var, annem onlara bakıyor” şeklinde uzun uzun anlatmış. Sonun da askere sormuş, “E, senin köyünde birşeyin yok mu?” Asker omuz silkmiş, “Biz fakiriz, iki ineğimiz, bir eşeğimiz birkaç koyunla, beş on tavuğumuz vardır; onlara da anam bakar!” deyince onbaşı “Nah!” demiş, “Anan bakıyormuş, anan öldü, o dediklerinin hepsi şimdi ortalıkta kaldı!” Önce hepimiz güldük, öğretmen de güldü. Bekir Temuçin “Kıssadan hisse çıkaralım!” dedi. “Öğretmen fıkralardan hisse çıkarılır ama ben bunu o amaçla anlatmadım.” Bekir’e sordu: “Neden bir öncekinden hisse çıkarmadın da bundan çıkarmayı düşündün? Bir önceki fıkra Nasrettin Hoca’dandı. Hoca eşeğini bir güzel yüklemiş, o yaz ne ürettiyse pazara götürüp evinin gereksinimlerini alacakmış. Yorulunca biraz dinlenmek istemiş. Çok yorgunmuş, uyuyup kalmış. Uyandığında eşeğin olmadığını görmüş. Bulmak umuduyla koşmuş durmuş. Boynu bükük evine dönerken eşek yüksüz eğersiz çıkmış gelmiş. Hoca eşeği görünce öylesine sevinmiş ki eşeği yedeğine almış şükrederek evine dönmüş. Öğretmenin “Onda kıssadan hisse yok mu?” diye sorduğu bu fıkraydı. Bir öğrenci geldi Selçuk Öğretmeni çağırdı. Öğretmenden sonra çıkıp gezinenler oldu.Yusuf’la Ahmet Güner yemekten sonra külhana gidip oyunları tekrarlamayı önerdiler. Akordiyonu ortak taşıma koşuluyla razı oldum.

Kar yağışı durdu, Elmadağları tarafı aydınlandı. Nöbetçiler okul bahçesine yol açmışlar. Öğlede etsiz fasulye, bulgur pilavı erik suyu yedik. Artık ekmek beklemiyoruz. Arkadaşlar yufkayı övmeye başladılar bile. “Köy ekmekleri çoğu zaman kara oluyor, yediğimiz yufkalarsa hep beyaz beyaz!” diyorlar. “Sahiden bizim köydeki ekmekler salt buğday unu olmasına karşın nedense esmer olur. Oysa çarşı ekmekleri, (bizim köyde Kırklareli ya da Lüleburgaz’dan alınan ekmeklere çarşı ekmeği derler) çok beyaz oluyor. Benim bildiğim çavdar unundan yapılan ekmekler çok esmer oldukları gibi aynı zamanda yumuşak biraz da yapışkan olurlar. Buğday unundan olmasına karşın ekmeklerin esmer olmasını babam iki nedene dayandırmaktadır. Birinci neden un öğütülen değirmen bir önceki unla karıştırdığı için. 2. neden ise gene değirmenden gelmektedir. Değirmen taşları buğdayı tam un yapmadığı için buğdayın kabuk rengi unu etkilermiş. Babamın bu görüşü köyde giderek değer kazandı. Şimdilerde beyaz ekmek yemek isteyenler, ekmeklik unlarını Kırklareli’de Belediye unlarını öğüten Ahmet Ziya Un Fabrikasında öğüttürüyorlar. Değirmenler arasındaki farkı herkes anlamış durumda. Gene de bir renk farkı görülmekte ise de bunun buğdaya karışan başka maddelerden olduğu sanılmaktadır. Bunun için buğdayların elekten geçmesi gerekirmiş. Elek işi köyde oturanlar için çok zor olduğundan ona katlanamayacaklarını söyleyerek biraz esmer ekmeğe razı olmaktadırlar. Çünkü elek işi un öğütmekten daha zor oluyormuş. Zaten elek dedikleri arıtma yerleri Trakya’da Çorlu, Kırklareli, Edirne’de varmış. Oralara gidip günlerce beklemeyi kimse göze alamıyormuş.”

Öteki arkadaşlar beni sessizce dinlediler. Hilmi Altınsoy, ”Abi, sen ne kadar çok şey biliyorsun, bunları nasıl öğrendin?” diye sordu. Ben, “Bunları köy kahvesinde konuşuyorlar, o denli tekrarlıyorlar ki, öğrenmemek elde değil!” deyince Mehmet Aygün Hilmi’ye “Bunları öğrenmek istiyor musun?” diye sordu. Hilmi çok iyi niyetle, “İstiyorum!” deyince Mehmet bu kez bana, “Hilmi’yi yaz tatilinde götür sizin kahvede garsonluk yapsın, o zaman bunları öğrenir!” dedi, arkadaşlar güldü. Bu kez de Hilmi, garsonluk sözüne takıldı, “Garsonluk yapacak göz var mı bende?” deyince Salih Baydemir, “Sen önce bunları öğrenecek kafa var mı diye kendine sor!” deyip güldü. Hilmi sıkıştığını anladı, Salih’in güldüğünü görünce, “Gıdıkla da ben de güleyim!” dedi. Yusuf’la Hasan “Gıdı gıdı” yaptılar, Kalktık. Derslikte bir süre oturduktan sonra bizim marangoz takımından, Ali, Musa, Hasan Gülümser, Süleyman Gege geldiler. Akordiyonu alıp Külhana indik. Külhan dediğimiz yere o adı biz taktık ama gerçekte nedir, niçin yapılmıştır bilmiyoruz. Üstü kapalı, üç tarafı duvar, pencere falan yok, dördüncü tarafta ise duvar yok, doğrudan bahçeye, daha doğrusu ağaçlar arasına çıkıyor. Araba korunağı ya da kereste kuruluğu gibi bir yer. Açık olan tarafı ağaçlar arasına açıldığından yol da yok. Gezmek için oralara çıkanlar görüyor. 4 aydır orada oynuyoruz, şimdiye dek hiç kimse de önümüzden geçmedi. Yusuf, Ahmet, ben, burasını kendimiz için büyük bir şans sayıyoruz. Burasını biz de bilmiyorduk. Çifteler Ekibi geldiği günlerde tanıştığımız Çiftelerli Mustafa Atavcı ile konuşurken nedense oradan geçiyorduk. “Nerede oynarız?” diye konuşurken Mustafa eliyle gösterdi, “Bakın burada kimse yok, burada oynayabiliriz!” dedi. O günden sonra burasını peydahladık. O gün bu gündür, Külhan bizim oyun yerimiz oldu. İşin ilginci, her yan kar dolu, bizim Külhanın girişinde bir metre yere kar düşmesine karşın arkalar kupkuru. Arkadaşlar bana içerde bir oturacak yer yaptılar, onlar oynadı ben onlara uydum. Oynayanlardan terleyenler bile oldu. Oyuncular da giderek kalabalıklaştı. Geç vakitler bıraktık. Omuzlarımın ağrıdığını kalkınca duyumsadım.

Dersliğe gidince kitabı açtım. Beklentim, çapkın Behlül’le duyarlı, güzel kız Nihal’in düğünleri ve de sonrasının konaklardaki yaşamı belli bir çizgiye getirmesi doğrultusunda. Nihal Behlül’ü yola getirecek, Bihter bir ölçüde Peyker yaptıklarından pişman olacaklardır. Ancak bu kolay olabilir mi? Bihter’in bu evliği, Behlül’e daha rahat yaklaşmak için sevinerek onaylanacağı umulurken bir ölçüde dış görünüşüyle böyle görünürken, duygusal yönden tam tersi olur. Bu evliliği önlemek için planlar kurmaya başlar. Nihal açık yürekli olduğu gibi başkalarını da öyle sanmaktadır. Kuzen Behlül’ün konağa sık sık gelip gittiğini, kendisi için sanır, cici annesini ya da evli olan ablası Peyker’i aklından bile geçirmez. Ancak herkes öyle değildir. Örneğin evin beslemeliği zenci Beşir dönen fırıldakları ayrıntılarıyla izlemektedir. Konaktaki insanların havasına kapılarak kendisi de aşk gereksinimine kapılmış, evin kızı Nihal’e sırılsıklam aşık olmuştur. Beşir, Nihal’in en yakındadır, Nihal’in işlerini tümüyle o görür. Büyük özverili çalışmalara dayanamayıp sonunda verem olmuştur. Atlatmak üzere direnir. Gene de gözleri Nihal’in üstündedir. Nihal’in Behlül canavarıyla evleneceğini duyunca çılgına döner. Nihal bunlardan habersiz gelin olma düşleri içinde günleri sayar. İşte böyle bir duyarlılık içinde cici annesinin giysilerini giyip düşlerini renklendirmeye kalkmıştır. Bu sıra Nihal’i gören Behlül, giysilerine bakarak Bihter için her zaman söylediği aşk sözlerini söyler. Nihal bu yanılgıyı değerlendirir. Sonuç acıdır. Nihal gerçekleri öğrenmiştir. İş bununla da bitmez bir akşam merdiven aralığında Bihter’le Behlül’ün açık açık aşk konuşmalarını dinler; dayanamaz bayılır, yatağa düşer. Kızının durumuna üzülen Adnan Bey, gelir kızının yatağına oturur. Bunu fırsat sayan Beşir bildiklerini, gördükleri Adnan Beye anlatır. Adnan Bey durumu bir de Bihter’den öğrenmek ister. Ancak Bihter Adnan Beyle yüz yüze gelecek durumda değildir, kapısını kilitler. Elinde tabanca vardır. Adnan Beyin sözleri olumlu bir etki yapmaz, Bihter intihar eder. Behlül iz bırakmadan yok olur. Nihal iyileşir, eskiden olduğu gibi baba kız, bundan sonraki yaşamlarını yine birlikte sürdürür.

Kitabın sonundan fazla etkilenmedim. Kitabın başlığıyla anlatılanlar arasında uyumlu bir ilişki de bulamadım. Anlatılanlar aşk da değil, ucuz ilişkiler. Behlül Peyker’le ilişki kurunca Bihter’in de Behlül’e yanaşması aşk olur mu? Peyker Behlül’ü sevmişse neden bir tepki göstermedi? Peyker’in kolayca vazgeçtiği bir kişi için Bihter canını nasıl veriyor? Bence romanda anlatılanların olabilirliğini düşünmeme karşın öyle bir ortamdaki kişilerin canına kıymalarını beklemiyordum. Canına kıyacak tipler, öyle ulu orta aşk yaşamına girmezler. Hasan’a bunları söyledim. Hasan gülerek “Ben bilmem, yazar kitabına böyle yazmış!”dedi. Hasan da haklı. Hasan’a teşekkür ettim. Halit Ziya Uşaklıgil için Fikret Madaralı öğretmenimiz, önemli yazarlarımızdandır, tümceleri uzun, kullandığı sözcükler biraz eskidir ama, usta bir yazarımızdır!” demişti. Romanda Nihal’i biraz sevdim ama, onun da çevresini o denli görememesini yadırgadım. Hele çok yakınında olmasına karşın Beşir’in kendisini sevmesinden habersiz oluşu inandırıcı olmamaktadır. Anlayıp, umursamazlığı ise affedilecek bir tavır değildir. Hele Behlül’den sonra suçlu gibi evlilikten uzak kalması onun gerçekçi bir kişilikten uzak olduğunu göstermektedir. Bu nedenle romandaki kişilerin hiç birisi belleğimde iz bırakmayacaktır. Belki kişi adları unutmayacağım. Bihter, Behlül, Peyker, Beşir, benim tanıdığım hiç kimsede bu adlar yok. Bizim okulda da yok. Beşir belki de yanlış yazılmış, Bekir, Beşir olmuştur. Kendi kendime güldüm; kitap boyunca yanlış yazılır mı? Bizim köyde Bekir adı da yok. Ancak Hazreti Ebubekir, eskiden okuduğum kitaplarda geçiyordu. Bir de Küçük Paşa kitabının yazarının adında geçiyoyor. Ebubekir Hazım Tepeyran. Ne anlama geliyorsa, yazarın soyadı ilginç. Yatınca yazarların adlarını düşündüm: Falih Rıfkı Atay. Falih adı da yanlış mı yazıldı diye kendime sordum. Herhalde Fatih yazacaklarına Falih yazmışlardır. Şevket Rado’nun soyadını önce çok merak etmiştim. Sonra öğrendim, göç ettiği yerden almış soyadını. Va-Nu’yu öğrendim ama gene de Vala ne demek bilmiyorum. Sanırım bu da Hala olması gerekiyor. Okul Müdürümüzün soyadı İdil, bir nehir adı, onu daha Edirne’de öğrenmiştik. Selçuk Korol Öğretmenden hiç sormadık soyadının anlamı nedir? Sıra arkadaşım Halil Basutçu’ya geldi, yarın bir daha soracağım.

 

27 Kasım 1941 Perşembe

 

“Bir hafta kaldı” sözlerine, “daha bir hafta nasıl geçecek?” soruları karışıyor. En güzel sözü Hüseyin Serin söyledi, “Hava açık, kar yağmıyor!” Soranlar oldu, “Kar kalkmış mı?” Hüseyin Serin yanıtı, “Hayır, kar yatıyor!” Arkadaş bunu  “Kalkmış” sözünün karşılığı olarak dedi, hep biliniyor ama, arkadaşın bir kusurlu dili var, ilk günden beri bu zayıf tarafı için takılan arkadaşlar, bu sözü o kusura yamayıp güldüler, “Kar yatıyormuş! Kar yatar mı?” Hüseyin nöbetçi olduğu için gitti. Arkasından konuşanlara Sami Akıncı çıkıştı:

-Kendi kusurlarınız söylenince çileden çıkıyorsunuz, başkalarının kusurlarını ise abartmaya bayılıyorsunuz! Bekir Temuçin, “Hüseyin’in söylediği söz yanlıştı, sen bunun doğru olduğunu mu savunuyorsun?” diye Sami’ye sordu. Sami, “Genelde kar yatıyor denmez. Ama arkadaşlar yataklarında yatıyor. Yatağında yatan bir kimse, “Kar kalkmış mı?” derse sorulan kişi ben de olsam, “Hayır yatıyor” diyebilirim. Dikkat edilirse aslında soru da yanlıştır; kar kalkmaz, erir ya da kürünür. Siz burada salt Hüseyin’i incitmek için, onun konuşma kusurunu kurcalayarak üzüyorsunuz. Sonra da buna şaka diyorsunuz!” İsmet, “İşte arkadaşlar, bir büyük övüdü, unutmayın, şakalarınızda bunlara dikkat edin!” deyince İsmet’e “Bravo İsmet!” diye bağırdılar. Nöbetçi Hüseyin Serin ne düşündüyse geldi, “Arkadaşlar, kar kalkmadı ama siz kalkacaksınız, kahvaltı başladı, çaylarınız soğuyor!” dedi gitti. Yüzünü yıkamamış olanlar varmış, itişerek koştular.

Kar kalkmamış ama sanki azalmış gibi. Zaten okul bahçesi temizlendiğinden, kar bizim çadırın ipleri altında çadır eteklerini saran bir kuşak, bir de çatılar, kar yığını. Hava açık. Kahvaltıda herkesin bir beklentisi var gibi; “Bugün de dinlenme var mı?” Reşat Terkinay Öğretmen duyurdu: “Bugün de dersliklerde oturulacak, öğretmenler beklenecek. Öğretmenler bundan sonraki çalışmalar için açıklama yapacaklar!” Derslikte yapılacak açıklamalar üstüne bir yığın açıklama yapıldı. En güzel açıklamayı, Mustafa Saatçı yaptı:  “Sessiz, sakin dersliklerinizde oturun, ortalıkta dolaşıp göze batarsanız, kar mar dinlemez sizi çalışmaya gönderirler. İş yok diye sakın düşünmeyin, binaların çevresindeki karları demir yoluna dek süpürtürler!” Açıklama yarışını kazanan Mustafa Saatçı’ya övgüler yapıldı. Bu övgüleri de değerlendirdiler. En güzel övgüyü de Arif Kalkan kazandı. Övgüsü çok kısaydı, “Yaşlı başlı adam, aramızda çocuklaşmasına bakmayın, koskoca İmam, bu kadar da mı söz söyleyemeyecek!” Mustafa Saatçı, “Ben övgü mövgü istemem, açıklama maçıklama da yapmadım, beni silin!” dedi.

Gülüşmeler arasında Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Günaydından sonra çadırımızın küçüklüğünden ama sıcak oluşundan söz etti. Özlemle beklediğimiz Kepir’e dönüşümüzün gerçekleşmek üzere olduğunu söyledi. “Önümüzdeki Perşembe sabahı trene bineceğiz, bir aksaklık olmazsa gece Arifiye’de inip orada kalacağız. Cumartesi sabahı oradan ayrılıp gene gece Lüleburgaz’da olacağız!” dedi. Güldü, “Sevinmediniz mi?” diye sordu. Arkadaşlar sevindiğini söyledi ama, o bize anlamlı anlamlı baktı. Sanki, “soru sormanız gerekiyor, hadi sorun” der gibi gözlerini üstümüzde gezgirdi. Sonunda bana baktı, başını sallayarak “Bir sorun var galiba?” dedi. “Bu söyledikleriniz işler düzgün giderse dediğiniz gibi olacak. Ya geldiğimiz gibi, beklemeler olur da zaman uzarsa” deyince, “Anlıyorum, tren yolculuğu biraz da şans işi, ne var ki trende kalacağımız için belki yemeklerimiz düzenli olmayacak. Bu konuda yapacağımız başka da bir şey yok. Trenden başka bizi götürecek bir taşıt söz konusu değil. Gecikirsek bir birimize sokulup uyuyacağız. Ama bunu düşünmeyelim, vagonlarımız bizi koruyacak tipte!” “Vagonlarımız” deyince arkadaşlar dikkatle baktılar. Mustafa Güneri Öğretmen, ”Söylemedim galiba, biz sıradan yolcu olarak değil özel vagonlarda kalacağız. Bunu büyük bir rahatlığı olacak. Vagonlarımıza başkaları girmeyecek!” Buna çok sevindik. Ayrıca Arifiye’de kalmak da ummadığımız bir olaydı. Mustafa Güneri Öğretmen, “gündelik çalışmaları hemen hemen paydos ettik. Ancak öğretmenleriniz önemsediği bir iki iş için hepiniz değilse bile içinizden seçtikleriyle onları tamamlayacaklar. Yarım kalan işler -ki biz onlara yarım kalan iş demiyoruz. Çünkü çalışma planımız buraya kadardı- binaların iç işleri yeni bir hamle yapılarak önümüzdeki günlerde ele alınacak!” Mustafa Güneri Öğretmen gidince bir süre öylece bakıştık. Geçen aylarda böyle bir haber verilseydi sanırım takla atardık. Oysa şimdi öyle sessiz bakışıyoruz. Mehmet Yücel gülerek, “Acaba Arifiye’de de kar var mıdır?” diye sordu. Önce Mehmet Aygün, arkasından başkaları Mehmet Yücel’e takıldılar: “İskelet, çok özlediğin belli, karı sorup duruyorsun!” “İskelet, başını dışarı çıkar karı göreceksin!” sözleri sürdü gitti. Sonunda gene son sözü Mehmet Yücel söyledi, “Onlar sizin bildiğiniz gibi karı değil, onlar kız, cesaretiniz varsa siz bakın onlara!” dedi. Herkes sustu.

Öğle yemeğinde numaralar okundu, benim numaram da okunanlar arasında vardı. İnşaata gideceğimiz bildirildi. Okunan numaraları tam izlememiştim. Orhan, Recep, Salih varmış. Sevindim. Ben yalnız gitseydim kimbilir hangi yük işinde çalışacaktım, bunun kaygısını duyarken onların gelişine sevindim. Nitekim öyle oldu, biz gene bizim atölyeye gittik. Ali Yılmaz Öğretmen de geldi. Ali Yılmaz Öğretmen görünüşe göre çok üzgün, bizimle Kepirtepe’ye gelemiyormuş. Gidecekler listesinde adı yokmuş. Ataması çıkarsa sonradan gelecekmiş. Bizimle Namık Ergin Öğretmen, Selçuk Korol Öğretmen, Nazmi Aybar öğretmen, Nahide –Nafıa Akalın Öğretmenler, bir de Mustafa Güneri Öğretmen geliyormuş. Hüsnü Baykoca, Reşat Tekinay, Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenler bize katılmıyormuş. Ali Yılmaz Öğretmene üzüldüm.

Depoların çerçeve kasalarını tamamladık. Okul binalarının içine dışarda bulunan tüm eşekler (iskele ayakları) toplanmış. Kullanır kullanılamaz durumda olanları ayırıp kullanılamaz durumdakileri onarıma aldık. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek, “Ben kalırsam, çürük ayaklılardan düşmeyeyim diye aman dikkatlı onarın!” dedi. Kendisi güldü ama biz üzüldük. Salih bunu söyledi, “Siz şaka olarak söylüyorsunuz ama biz çok üzülüyoruz öğretmenim!” dedi. Ali Yılmaz Öğretmen gerçekten üzgünmüş az kalsın ağlayacaktı, sesi kısıldı, boğazında kısılma oldu, yutkunarak konuştu. “Sizinle öğretmen öğrenci gibi değil arkadaş gibi bir yaz geçirdik, kalırsam bu binalara bakarken ben hep böyle ağlamaklı dolaşacağım. Bu benim için aynı zamanda bir deneyim de oldu, öğretmenliği yeni yeni anlamaya başladım!” dedi, gerçekten mendilini çıkardı gözlerini sildi. Gene de umutlu olduğunu çünkü Kepirtepe’de marangozluk kadrolarının hep boşaldığını, bu nedenle kendisinin hala umutlu olduğunu sözlerine ekledi. Kar topu atarak okula döndük. Öteki arkadaşlar bizden çok neşeliler, onlar hep yolculuk kurguları içinde üstelik Arifiye’de kalınması onlarda büyük sevinç yaratmış. Tanıştıkları arkadaşları göreceklermiş. Buna ben de sevindim, ben de akordiyoncu arkadaşım Selahattin Odabaşı’nı, Ali Özer’i göreceğim. Gerçi onlar mektup yazmadılar ama olsun, bende adlarının olduğunu biliyorlar; ev adreslerini bile verdiler.

Yemekte Çorba, nohut, irmik helvası yedik. Öğleden sonra  dinlenme verildi. Ancak dersliklerden çıkmak yok. Öğle aralığında Külhanda bir süre oyunları sürdürdük. Hava açıldı, sözde köylüler, “Şimdi bir süre böyle sakin sakin sürermiş. Bu kar yere yapışıp arkasından bir don gelince sıkışıp gelecek kara tabanlık yaparmış. Böylece toprağın sıcaklığı üstteki karı etkilemez uzun süre öyle kalırmış.” Arkadaşlardan bazıları gene bir “Eyvah!” çekti, “Biz arkamızda böyle karlı Hasanoğlan’ı mı bırakacağız!”dediler. Derslikten çıkmamamız söylenmesine karşın birileri fırsat yaratıp çıkıyorlar. İyi de oluyor, bir süre sessiz kalıp çalışabiliyoruz.

Ben tarih kitabından bir liste hazırlıyorum. Yazının bulunduğu söylenen zamandan günümüze tarihte bilinen önemli olayların sıralanışı. İ.Ö. 4000 Yazı kullanılmaya başlıyor. Bunun gelişmesi yüz yıllar sürüyor. 3000 yıllarında oldukça yararlanılan bir düzeye geliyor. Özellikle Sümerler, tuğla biçimi tabletlere yazıp kalıcılık sağlıyor. Olay Mısır'da da deneniyor, 3000. yılından sonra Mısır da piramitlerin yapımıyla yazı daha kalıcı bir duruma giriyor. Taşa yazılma gibi papirus yazısı da gelişiyor. 2000’li yıllarda uygar devletler çoğalıyor. Hitit, Asur, Babil, Mısır, Girit, Çin belli başlı devletler. Bu süreçte Mısır en gelişmiş durumda 1000 yılına doğru savaş anlaşmaları bile yazıya geçiriliyor. (İ. Ö. 1285 Kadeş) 1000 yılından sonra yazı kitaba dönüşüyor. Sözlü söylemler yazılıyor. İ. Ö. İlyada-Odise. Bundan sonra büyük savaşlar yazıya dökülüyor. Herodot’la yazılı tarih başlıyor. Anıtlar dikiliyor, tarihler düşülüyor. Termopil. Yunanistan'da Atina-Isparta çekişmesi toplumsal olaylara dönüşüyor, kitaplara geçiyor. Yazılı tiyatro yaygınlaşıyor. Eflatun-Aristo 400 yılından sonra Akademi-Lise okullarını açıyor. Felsefe insanları aydınlatan bir alan oluyor. Öklit-Fisagor geometri bilimini, arkasından Arşimet fizik biliminin temellerini atıyor. 300'lerde İskender, 200’den sonra Roma yazılı bilgileri devlet erkiyle halka indiriyor. Tapınaklarda toplanmalar, adaklar, kurbanlar, zorunlu spor yarışları, zorunlu tiyatro izlemeler, o günler için bir yetişme aracı sayılıyor. İsa dininin yaygınlaşmasıyla yukardaki etkinliklerin bir bölümü kilisenin eline geçiyor. Bu kez de ikili bir durum ortaya çıkıyor: Hıristiyan olanlar –olmayanlar. İsa’dan sonra 600. yy’da İslam doğunca bu ikilik Hıristiyan-Müslüman çatışmasına dönüşüyor. İşte bu gelişmeler içinde sayısız olay olmuştur. Bunların belli başlılarını öğrenirsem tarih dersinden sıkıntı çekmeyeceğim. İlerde tarih öğrenme yerine geometri-cebir çalışarak eksiklerimi tamamlayacağım. Şimdi kendi kendime onları geçmem olası değil. Dilerim Ahmet Gürsel Öğretmen gene gelir. O gelirse dünyalar benim olacak. Ya gelmezse? Başka bir matematik öğretmeni gelse bile, ben çalışınca o da bana yardımcı olacaktır. Çalıştığım için Ali Yılmaz Demirbilek bile arkadaş gibi davrandı. Kepirtepe’deyken beni tanımazdı. Arada konuşurken bana dokunacak sözler de söylüyordu. Bir gün hiç beklemezken bana “Sen o akordiyonu bırak da zurna çal!” demişti. Ama sonra benim akordiyonuma evinde yer buldu aylarca korudu. Birden anımsadım, Lüleburgaz’a gece ineceğiz, istasyondan Lüleburgaz yürüyerek bir saat, bir saatte Kepirtepe eder iki saat; iki saati yürüyecek miyiz? Yürümek bir şey değil ama yüklerimiz var. İsmet’le ortak üç  büyük, ağır çantamız var. Benim ayrıca akordiyonum bir çanta kadar ağır. İzin verirlerse İsmet’le faytona bineriz. Gündüz olsa kolay, Lüleburgaz’da bıracaktık. Gece olması düşündürücü…Sabah durumu öğrenirim. Her şeyi sorduk da, okula gidince köylere bırakılma olasılığımız var mı, onu sormadık. Bırakırlarsa bu kez de benim sorunum olacak; akordiyonu götüremem, nereye bırakırım? Kamber Amcam aklıma geldi, götürür onlara bırakırım. Okula gittiğimiz ilk gün ders yapılmaz, bir koşuda akordiyonu bırakır, görüşür dönerim. . . Rahatladım.

 

28  Kasım 1941 Cuma

 

Sefer Tunca “Son nöbetimi aksaksız yapmak istiyorum, herkes kalksın, arkadaşlar beni sert davranmaya zorlamayın!” Bu kimin sözü? “Yaşar Binbaşının!” Birileri “Ay!. . Biz binbaşıyı iyice unuttuk!” dediler. Sami Akıncı:

-Üzülmeyin, bu yıl Askerlik Kampı var, bol bol görüşeceksiniz! İsmet, “Dayı senin Binbaşı oradaysa gene karşılaşacağız!” dedi. İsmet’in demek istediğini anlamadım, “Olsun!” dedim. Mehmet Yücel, İsmet’e, “Sen dayına bakma kendine bak. O öteki öğretmenler gibi Yaşar Binbaşıyı da yola getirir!” dedi. Bu kez ben “Öteki öğretmenler dediklerin kimler, onları ben nasıl yola getirdim; açıklar mısın?” dedim. Arif Kalkan, “Mesela Süheyla Öğretmen!” dedi. Anlamazdan geldim, “Yanlış söyledin, Müzik öğretmeni Behire Bil’i ben yola mı getirdim, kadın kemanı elimden aldı bir daha da çalışmaya çağırmadı, yola getirmek bu mu?” diye sordum. Çatışma burada kesildi, kahvaltıya gittik.

Kahvaltıda konu Arifiye oldu, orada iki gece kalacağız. Gece ineceğimize göre iki gece sayılmaması gerekir. Karanlıkta inip yatacağız. Öğretmenlerle 290 kişi, nasıl yer bulacaklar? Olasılıklar başladı: İki kişi yatıracaklar. Okulda 600 öğrenci varsa 300 yatak açılır. Konuşmalar iyice cıvıdı, bu kez birileri ötekini ahırda yatırmaya başladı. Hiçbir söz söylemeden kalktım. İçimden, “Ben bu masa düzeni son gün de olsa bozacağım!” dedim. Daha önce konuşmuş, bilinen yerlerde uyuyup uyandığımızda yol boyunca şarkılar söylemeyi düşlemiştik. Bunun yapılamayacağını anlar gibi oldum. Bundan da vazgeçtiğimi söyledim. Arkadaşların bir bölümü üzüldüğünü söylerken Hilmi Altınsoy kendine özgü düşüncelerinden birini ortaya attı “Buradaki konuşmalarımız bahane, Ağabey, trende kızlarla oturmak için bizi bırakıyor. Önceki sözü bozmak için de bizim konuşmamızı bahane gösterdi!” dedi. Kızmadım, güldüm, “Nasıl da bildin!” Bunu sana biri söylemiş olacak, önemli olan bunu bulmak!” dedim. Mehmet Aygün yanıtladı, “Bilmiyor musun? Nachtigall!” dedi. Nachtigall da Hilmi’yi çok sinirlendiren ad. Bülbül sözünün güzelliği yanında Nachtigall’ı kaba bulduğunu hep söyler. Bu kez bir gülme tutturdu. Gülmekten yerinden kalkamadı, öksürdü, bir eliyle de beni tuttu, oturdum. Hilmi toparlandı kalktık. Tartıştığımız konuya bir daha kimse dönmedi, o öyle bir şaka olarak kaldı.

Öğle yemeğinde Sefer Tunca geldi, bana, “Seni Hüsnü Baykoca Öğretmen istiyor!” dedi.  Kalkıp gittim, Hüsnü Baykoca Öğretmen “Yanlış söylemişler, buraya değil çalışma yerime İsmet’i de al gel!” dedi. Merak ettik, 6 aydır arayıp sormadı, giderayak ne oldu ki? diye düşündük. Gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen her zamanki gibi tatlı dille karşıladı, babalarımızı, köyleri sordu. “Siz benim için öğrenciden öte tanış, yakınsınız!” dedi. Sözü kesti, “sizi biraz burada çalıştıracağım, yetiştirmem gereken işler var. Bunları herkese bırakamam, bana yardımcı olursanız sevinirim!” dedi. Oda sıcak. İsmet’le bakıştık. Kendisi dolapları karıştırırken fısıldaştık. “Hayır!” diyecek yüzümüz yok. Üstelik bilinmeyen işlerden de kurtulmuş olacağız. Yapılacak işler, öğrenci listeleri. Tüm öğrenciler sınıflarını geçmiş. 6. sınıfların hepsi başarılı olmuş, 7. sınıfa geçmiş. Biz 7. sınıf listesini hazırlayacağız. 7. sınıflar 8 olmuş, 8. sınıflar da 9. sınıf olmuş. Bunların listeleri hazırlanacak. Odada rahat çalışabilecekmişiz. Hüsnü Baykoca Öğretmen tarif edip gitti. İsmet söyledi ben yazdım. 7. sınıflardan sonra bizim sınıfı tamamladık. 8. sınıflar çok, onları yarılarken Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, baktı, beğendi. Bizimle konuştu; sıkılıp sıkılmadığımızı sordu. Ben, sıkılmadığımı, ders kitapları yanında roman da okuduğumu söyledim. Hüsnü Baykoca Öğrtetmen, “Bak bu iyi, ben teftişe çıktığımda yanıma bir iki roman alırdım, böylece hem vakit geçirir hem de kitap okuma alışkanlığım gelişmişti!” dedi, oturduğu yerin oralarda bir şeyler arandı, “Buldum!” dedikten sonra bana uzattı. “Sinekli Bakkal!” “Güzel bir kitaptır, ünlü bayan yazarımız Halide Edip Adıvar’ın, adını duymuşsunuzdur, bizim gençliğimizin yazarı, Kurtuluş Savaşımızın Halide Onbaşısıdır!” dedi güldü. “Okuyun, benim hediyem olsun, ben okudum çok beğendim!” dedi, kitabı uzattı. Teşekkür ettik. “Yarın devam etmek üzere!” diyerek bizi bıraktı. 2 saat 15 dakika yazmıştık. Parmaklarımın uçları yuvarlaklaşmaya başlamıştı. Dersliğe gidince arkadaşlar sordu “Neredeydiniz?” Biz söylemeyince varsayımlar üretildi. Köyde bir eve gitmişiz. Bu söze şaşırdım, sordum:

-Nasıl oluyor bu? Meğer oluyormuş, kimi öğrencileri köylüler yemeğe çağırıyormuş. Bizi de öyle sanmışlar. Sami Akıncı biliyormuş, doğruladı, “Yok yahu, onlar öğrenci listelerini çıkarıyor!” Sami öyle söyleyince biz de açıkladık. Ancak köylülerin öğrencileri evlerine çağırması ilgimizi çekti. Sözde Hasanoğlan köylüleri bizi sevmişmiş. Buna inanalım mı? İlk geldiğimiz günler de etrafımızda toplanıp bakıyorlardı. Sonra ne oldu? Bizi camiden kaçırtmak için geceleri beyaz örtüler içinde bizi korkutmaya çalıştılar. Bizim köylü çocuğu olduğumuzu hesaba katmadılar. Üstelik biz Gulyabanileri, Perili Köşkleri okuduk. Hepimizin köyünde en az bir Salih Ağa vardır. O nedenle Hasanoğlanlı Gece Perilerini görür görmez taşladık. Biz bu olayı unutmayacağız. Onlar unuturlarsa mutlu olacağız. Bizim sınıftan da gidenler olmuş. Kadir Pekgöz kendi köyünden arkadaşlarıyla gitmiş. Konuşmaları dinleyen Sami Akıncı uyardı:

-Gidenlere kimsenin bir söz söylemeye hakkı yoktur. Birileriyle tanışmıştır, ayrılırken gidip görmesi çok doğaldır. Bu bir insanlık görevidir! Bu söz üzerine konuşmalar durdu. Kitabı açarken Hasan Üner gördü, “Çok aradım ama bulamadım, nerden arakladın o kitabı?” diye sordu. “Hüsnü Baykoca Öğretmen verdi!” deyince herkes başını çevirdi, birkaç kişi birden “O da mı kitap okuyormuş?” diye güldüler. “Müfettişliğinde yanında kitap götürüp okuyormuş, böylece sürekli kitap okuma alışkanlığı kazanmış!” deyince, Bu kez de, “Vay be, biz onu da yanlış tanımışız!” sesleri geldi. Mehmet Yücel, “Daha durun, bir gün gelecek siz benim için de öyle diyeceksiniz!” deyip güldü. “Seni tanıdık!” diye bağıranlara da, “Siz daha kendinizi bile tanımıyorsunuz, beni nasıl tanıyacaksınız?”

Kitabı önce bir karıştırdım. Adı yabancı gelmedi bana. Bir bakkal varmış, dükkanı çok sinekliymiş. Bizim de dükkanımız olduğu için burasını ben de biliyorum. Yiyeceklere sineklerin üşüşmemesi için babam yazın dükkan pencere kepenklerini hep kapalı tutar; açan olursa hemen kapatır. “Sinekler karanlığa gelmez!” derdi. İlk sayfalarda biraz yanıldığımı anladım. Dediğime benzer bir durum var ama burada salt bir bakkaldan değil bu adı taşıyan bir sokaktan söz ediliyor. Kitabın bir özelliğini hemen kavradım. Bir çok kitapta olmayan bir durum; önce kitapta çok geçeceğini sandığım kişiler tanıtılıyor. İlk 4 bölümü okudum, anlamını bilmediğim sözler var ama, üstünde durmuyorum. Sokakta adı yaygın iki kişi var. Mahallenin İmamı, öteki de Mahalle bakkalı. İmamın kızı Emine, Bakkalın oğlu Tevfik. İkisi yaşdaş, okul arkadaşlıkları da var. 17 yaşına girince İmamın kızı Emine, bakkalın oğluna kaçar. Bakkalın oğlu Tevfik, mahallede tembel, şaklaban biri olarak tanınır. Kadınsı oyunlar oynadığı için de Kız Tevfik diye ad konmuştur. Mahalle İmamı kızının Tevfik’e kaçmasına kızar, Emine’yi evlatlıktan çıkarır. Mahalle bakkalı ölünce dükkan oğlu Tevfik’e kalmıştır ama Tevfik dükkan çalıştıracak yaratılışta değildir. Eşi Emine bir süre dükkanı yönetmeye çalışır. Haylaz Tevfik de ortalıklarda dolaşır, mahalleliye göre maskaralıklarla vakit geçirir. Ancak kendisini seven gençler vardır, sürekli arkadaşlarıyla birliktedir. 2. Abdülhamit döneminde birkaç kişinin sürekli bir araya gelmesi suç sayılır. Oysa Tevfik bu suçu sürekli yapmaktadır. Gerçekte o tiyatro gibi bir şey, bir tür gösteri yapma, halkı eğlendirme düşlemekte ise de bu o günlerin halkı gözünde küçüklüktür, günahkarlıktır. Çünkü din tüccarları, özellikle mahallenin imamı bunu günün her saatinde yaymaktadır. Zaten Mahalle İmamı Hacı İlhami Efendi’nin dilinden Cennet-Cehennem sözleri düşmez. Ancak bunların ikisini de koşullu olarak insanlara muştular. Yaşarken Cennet düşleyenler, bunun için çırpınanlar kesinlikle Cehenneme gidecektir. Hele yaşarken biraz olsun zevke düşkünlük, güzeli sevmek gibi bir durum olursa bu tür insanlar Cehennemi boylayacaktır. Kısacası Sinekli Bakkal Sokağındaki insanların Cennet ya da Cehennem seçme olanakları tümüyle Mahalle İmamı İlhami Efendi elindedir. İstisnalar vardır, bunlar az ileride konaklarda oturanlar, Beyler, Paşalar bu kuralın dışındadır. İmam İlhami Efendi onların önünde eğilir, bağışlarını bekler. Kitap ilgimi çekti. Gerçi anlatılanların çoğu oraların özellikleri, orada yaşayanların durumları üstüne ama gene de okunabiliyor. Bakkalı, özellikle de İmamı tanıtması ilginç, okurken adamları görür gibi oluyorum.

Akşam yemeğinde kardan kıştan konuşulurken, Hidayet Gülen Öğretmenin bizimle gelmeyeceğinden söz edildi. Kalırsa üzüleceğini söyleyenler oldu. Neşeliydi, mandolin çalardı, şarkı söylerdi derken Hilmi, “Onun güzel bir şarkısı vardı, dilimin ucunda ama söyleyemiyorum!” deyince, Mehmet Aygün, “Söylersin söylersin ama hınzırlığından bize söyletmek istiyorsun, hoşuna gitti, değil mi?” deyip güldü. Ben anlamadım, baktım, Hasan şarkıyı anımsattı: “Bülbül olsam, kona bilsem dallara” deyince makaralar boşandı. Sonunda olayı ben de anladım. Geçen gün Hilmi'ye nöbetçi kız Nachtigell’i yakıştırmışlardı. Sözde Hilmi gene bu konunun açılmasını istiyormuş. Bu bana çok söylenen biri küçük öyküyü anımsattı. Fakir bir ailenin tek oğulları varmış. Oğlan evlenme çağına gelmiş. Tek gözlü evde oturdukları için çocuk anne-babanın ne konuştuğunu hep duyuyormuş ama, gözleri kapalı, uyuma numarasını da dikkatle sürdürüyormuş. Böyle bir gecede anne-baba oğullarının evlenme işini konuşmuşlar. Anne, “Nasıl evlendiririz, paramız mı var?” deyince baba, “Eşeği satar düğünü yaparız!” demiş. Oğlan bu işe çok sevinmiş. Aylar geçmiş, konuşma konuları sürmüş ama evlenmeden hiç söz edilmemiş. Oğlan dayanamamış, bir gün annesine, ”Eşek öyküsünden neden konuşmuyorsunuz?” diye sormuş. Bunu anlattım. Hilmi de güldü. Öyle bir niyeti olmadığını söyledi ama, bir ip ucu vermişti. Kepirtepe’de üstünde durmak üzere konu geçici olarak kapatıldı.

Dersliğe dönünce okuduğum yerleri bir daha okudum. Kız Tevfik’in bir kızı oldu, adını Rabia koydular. Tevfik kendi işini sürdürmediği gibi, Emine’nin işlerini de elinde olmayarak köstekliyordu. Kimi kimliği belli olmayan erkekler dükkana geliyor, mahelle halkına karşı Emine zor durumda kalıyordu. İmam İlhami Efendi bu durumu kendi açısından değerlendirdi, yapılan şikayetler sonunda Tevfik Emine’den ayrıldı. Ayrılmasına ayrıldı ama bu da yetmedi, İmam İlhami Efendi’nin dürtüklemesiyle Tevfik Gelibolu’ya sürgüne gönderildi. Bu tür sürgünler o dönemde ölümcül ayrılıktı. Böylece Tevfik bir tür yok olmuştu. Dükkan kapandı. Kız Tevfik gidince İmam İlhami Efendi torunu Rabia’yı gönlünce yetiştirmeye başladı. Rabia, anne-babası gibi güzel yüzlü bir çocuk olarak gelişmektedir. İmam İlhami Efendi Rabia’yı tam istediği gibi yetiştirmek niyetindeydi. Bu nedenle Rabia 5-6 yaşlarında evin tüm hizmetlerini görmeye başlamıştı. Dedesinin her istediğini yapabiliyordu. Becerikliydi, zekiydi. Dede bunları gördü ama kızı Emine’ye gösterdiği hoşgörüyü torununa göstermedi, böylece Rabia okuldan yoksun kaldı. Bunun yerine Rabia’ya özel öğretmenler tutmayı yeğledi. Rabia’nın güzel sesi kısa sürede çevrede anılmaya başlandı. İmam İlhami Efendi bu güzel sesi kendi çıkarına yönlendirmeye kalkıştı. Rabia çocuk Hafız olarak anılır oldu. Öyle ki İmam İlhami Efendinin ömürlük kazancını Rabia kısa zamanda katlar oldu. Sıradan giysiler içinde ev ev dolaşan bir çocuk Hafız kısa sürede çok geniş bir kesimde ev ev dolaşmaya başladı. Çok geçmeden Sinekli Bakkal Sokağına uzak olmayan konaklardan da çağrılar başladı. İşte bunlardan Selim Paşa Konağı’na yapılan çağrı Rabia için yeni, yeniliği yanında çok geniş bir alan açtı. Konak Sahibi Selim Paşa, Padişah 2. Abdülhamit’in Zaptiye Nazırıdır. Serttir, daha doğrusu sert görünmek zorundadır. Eşi Sabiha Hanım, sürekli rahatsızlığı nedeniyle mızmızlığına karşın uyumlu bir yaşan anlayışındadır. Tek oğulları Hilmi, anne-baba arasında ortak bir karışım. O günün gençleriyle kurduğu düşünsel ilişkiler etkisiyle zalim Selim Paşa’yla zaman zaman çatışmaktadır. Babasının işi Hilmi için talihsiz seçimdir. Konakta birbirini seven üç insan üç zıt kutup gibidir. Rabia’daki olağan üstü sesi üçüde kabul eder, dahası bu sesin gelişmesini isterler ancak önerdikleri yöntemlerde birleşemezler. Mevlevi Şeyhi Vehbi Efendi seçilir. İmam İlhami Efendi, Selim Paşa tarafından gelen öneriyi geri çeviremez. Çünkü Selim Paşa oldukça büyük bir çıkar sağlamıştır. Rabia Mevlevi Vehbi Dede’yle teganni meşkine başlar. Oğul Hilmi Bey kendi yöntemlerini kullanarak Rabia’nın Alafranga müzik dersi almasını sağlar. Bunun için de o günler Istanbul’da geniş bir çevre edinmiş olan İtalyan Peregrini adlı bir usta öğretici bulur. Bu müzik tartışmaları oldukça uzun sürer. Buradaki baba-oğul tartışmaları gerçekte 2. Mahmut dönemlerinden beri süregelen genel tartışmalar, burada da tekrarlanır. Kız Tevfik Geliboluya sürgün edilmiştir ama arkadaşları onu unutmamış, bir gün aralarına döneceğine inanmışlardır. Bunlar arasında bir de mahallenin cücesi vardır. Tevfik derlediği oyunlarda ona görevler vermiş, kendine bağlamıştır. Tevfik, birgün affa uğrayıp Sinekli Bakkal Sokağındaki evine döner . Rabia, bir yandan büyük konaklarda ilahiler söyleyerek Kuran okumasına karşın alışageldiği gibi İmam İlhami Efendi’nin evinin günlük işlerini de sürdürür. Bir gece evine dönerken, hep kapalı gördüğü evin ışıklandığını ayırt edip mahalle bekçisi Ramazan Ağa’ya sordurur. Ramazan Ağa, her şeyden haberlidir, Tevfik’in sürgünden döndüğünü, bir haftaya dek dükkanı açacağını muştular. Rabia birden değişir. Babasını görecektir. O gece onun için zorlu bir gece olur. Sabahleyin sokakta alışverişini yapar, Tevfik’in İstanbul Bakkaliyesi’ne de uğrar. Tevfik’in arkadaşlarından Cüce ile karşılaşır. Cüce içeriye ünler, “Müşteri geldi Tevfik!” Tevfik dışarı bakınca Rabia babasıyla karşılaşır. Çok ilginç bir sahne.

Kitap birden değişti. Burada kestim. Yatınca bir süre düşündüm. Küçük kızın yaptıklarını abartılı bulup geçiyordum. Ancak baba kız buluşması çok inandırıcı. İnanmam bir yana, kitabı da sevdim. “Kitaplarda ne arıyorum?” diye hep kendime sorardım. Sanırım böylesi dokunaklı sahneler beni etkiliyor. Birbirini özleyen insanların buluşması, ayrı kaldığı süreçlerde birbirini düşünmeleri. Besbelli, bu tür olayları inandırarak anlatan kitaplar. Hangi kitaplarda bu tür etkileyici bölümler bulmuştum?

 

29 Kasım 1941 Cumartesi

 

Uyanınca Rabia’nın sevincini düşündüm. Paşa konakları falan bir yerde insanları bağlamıyor, demek. Gene babamın çok söylediği bir sözü anımsadım:

-Bülbülü altın kafese koyanlar, kuşçağızın yakınmasını ötüyor sanıyorlarmış; oysa kuşçağız, “Ah yuvam, nerdesin?” diye ağlıyormuş. Babam hemen ekler “Oysa yuvası mezarlıkta bir ağaç kovuğundadır. Altın kafes nerde, ağaç kovuğu ya da dalı nerede!

Sami Akıncı nöbetçi, “Çay mı? çorba mı?” diye sordular. Sami gülerek, “Çorba gibi bir çay dersem bana kızmayın, çünkü onları ben yapmıyorum. Bir gün param olursa size gerçek çay içiririm. Şimdi elimden bir şey gelmiyor!” deyip gitti.

Hava durgun, soğuk ama rüzgar olmadığı için sanki soğuk değilmiş gibi geliyor. Yönetin binasına gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen biraz geç geldi. Bekledik. Bizi görenler çevremizde toplandılar. Bir olay mı oldu? Neden bekliyorsunuz? gibi sorular yöneltildi. Biz de açık açık söyledik, “Yardım ediyoruz!” Hüsnü Baykoca Öğretmen tam bu sıra geldi, bizim sözümüzü mü duydu yoksa rastlantı mı, o da gülerek, “Bana yardım ediyorlar, onlar benim (elini açıp kaldırarak) bu kadarcıktan beri tanıdıklarımdır!” deyip geçti. Hüsnü Baykoca Öğretmen Kızılcıkdereli Mehmet Ağa’dan söz etti. Oğullarını adlarıyla söyledi. Büyük Mehmet Ali, küçük Enver” dedi. Enver için, “Delişmendir, at delisidir, iki de bir at değiştirir, onun atlarıyla ben, Gündalan, Bayramdere, Deveçatak köylerini gezdim!” dedi.

Biz bıraktığımız yerden başlayıp yazmayı sürdürdük. Gene uzun süre yalnız kaldık. Yalnız olunca daha rahat çalışıyoruz. İsmet’in köylülerinden söz edince İsmet iyice değişti, burada kalırsa çok üzüleceğini söylemeye başladı. “Kalacağı belli değil, belki atama emrini bekliyor” diyerek teselli etmeye çalıştım. “Zaten bizimle gelenler de görevli gidiyormuş. Onlardan da ataması yapılmayanlar olursa buraya döneceklermiş” dedim. Mustafa Güneri Öğretmen öyle anlatmıştı. Hüsnü Baykoca Öğretmen öğleye dek gelmedi, biz çıkarken geldi, köy okulundaki yerinde de işleri varmış, Muhtarla müteahhitlerle kapatılacak hesaplarla uğraşıyormuş. Bizim işimizin aazldığını söyledik. Gülerek, “Sıkıldınız mı?” diye sordu. Sıkılmadığımızı söyleyince, “Öyleyse ben sizi pazartesi günü de buraya kapatacağım!” deyip güldü. Aslında biz, özellikle ben bu işten çok mutlu oldum. Derslikte aynı sözlerden sıkılıyordum. Giderayak kavga etmemek için kendimi zor tutuyordum. İsmet’e sordum, “Sıkıldınsa ben Harun ya da Hasan’ı çağırabilirim!” dedim. İsmet sıkılmadığını söyledi, yemeğe gittik. Yemekten sonra bir süre gene Külhanda zeybekleri çalıştıktan sonra Hüsnü Baykoca Öğretmenin odası önünde beklerken geldi, kapıyı açıp gitti. Biz, yalnız yalnız konuşarak elimizdeki işi bitirince Hüsnü Baykoca öğretmenin gelmesini bekledik. Paydosa yakın geldi. Teşekkür etti, “Elinize sağlık!” dedi. Kitap için teşekkür ettim, sevdiğimi söyledim. “Hemen okudun mu?” diye sordu, “Maşaallah!” dedi. İlk on bölümü okuduğumu söyledim. “İlk bölümler biraz bilgi yüklüdür, o bilgiler bir çok okuyanı sıkar. Eski gelenekler, İstanbul insanlarının farklı yaşamaları, Beylerin, Paşaların debdebeleri bizi biraz şaşırtır ama olaylar sonra sonra daha yalınlaşır, belli kişiler üzerine yığılır!” dedi. Dışarı çıkınca İsmet’e “Bu adam sahiden bu kitabı okumuş!” dedim. İsmet, “Koskoca müfettişten yalan mı bekliyordun dayı?” diye bana dikeldi. Dersliğe gittik. Bizi, yönetici olarak alkışladılar. Biz de, “Hepiniz gerçekten 9. sınıf oldunuz, defterler Okul Müdürü Nejat İdil’e sizi sınıf geçmiş olarak gösterecek!” dedik. Mehmet Yücel, “Dayı hazır defter eline geçmişken içimizden birilerini sınıfta bıraksaydın!” dedi. Ötekiler, “İskelet’i bıraksaydın!” diyerek gülüşltüler. Mehmet Yücel, “Dayı bilir kimi bırakacağını, siz rahat olun!” deyince derslikte bir sessizlik oldu. Halil Basutçu:

-Ne telaşlanıyorsunuz, arkadaşlar herkesin geçmiş olduğunu söyledi işte; bunun üstünde durmanın ne anlamı var? Birbirimize “Geçmiş olsun!” diyelim bitsin!” “Geçmiş olsun!” sözleri tekrarlandı.

Yemekten sonra lüksümüz gene söndü, uzun bir süre yanmasını bekledik; yanmayınca değiştirdiler. Uzunca bir sıra karanlıkta oturduk. Lüks geldi ama bu kez de üstüme bir gevşeklik çöktü. Bir çoğu yatmaya gidince ben de onlara katıldım. Yatınca gene yolculuğu, Lüleburgaz’a inişi düşündüm. Gündüz inseydik, eşyalarımı Lüleburgaz’da bırakır, akordiyonu Kamber amcama götürürdüm. Derken ağzım kulaklarıma dek açıldı, kendimi tutamadım; sesli sesli esneyince gözlerimi kapadım...

 

30  Kasım 1941 Pazar

 

Yavaş yavaş konuşanlar var. Mustafa Saatçı, “Ah be Pazar, sen altı aydır neredeydin? Neden o yaz günlerinde böyle yatırmadın bizi?” dedi. Bekir Temuçin “Haksızlık etme, altı değil dört aydır pazar günleri çalışıyoruz!” diye düzeltme yaptı. Yaptı ama pişman oldu, çünkü herkes Bekir’e çattı, “4 olmuş 6 olmuş ne fark eder, dinlenme hakkımız olan pazar günleri çalıştık mı, çalışmadık mı?” Bekir, “Afedersiniz!” deyip sustu. Bu kez Mustafa Saatçı'ya soranlar oldu, “Başka bir derdin var mı?” Mustafa Saatçı:

-Vaaarrrrr, kahvaltımı buraya getirsinler! deyince, Mehmet Yücel:

-SS nöbetçi, söyleyelim getirsin! Uzun tartışmalardan sonra “bunu SS’ye kim söyleyecek?” sorusu soruldu. “Gerçekten istiyorsanız ben söylerim!” dedim. Bu kez de “Söyler, söyleyemez!” tartışmasına kalkışıldı. Ben, “Siz ona karışmayın, eğer kız gerçekten nöbetçiyse ben söyleyeceğim!” Herkes kalktı, Mustafa da kalktı. Ben, “Ayakta olunca söyleyemem, çünkü ben rahatsız olduğunu söylemeyi düşündüm. Ortalıkta dolaşan arkadaşa kahvaltı nasıl isteyebilirim?” dedim. Bana inanmayanlar oldu. Arif Kalkan, “SS nöbetçiyse sen kendine çay isteyebilir misin?” diye sordu. “İsterim, kendime çay ya da benzeri bir nesneyi isterim!” deyince çayda karar kılındı. Ancak bir koşul koydum, çay olacak, ya da tatlı, çorba falan istemem! Herkes ilgilendi birlikte kahvaltıya gittik. Meğer bugün kız nöbetçi yokmuş. Olsa da mercimek çorbası varmış. Boşuna tartışmış olduk. Kahvaltıdan kalkarken bir rastlantı SS benim yanıma geldi, Nahide Öğretmenin beni çağırdığını söyledi. Gittim, Nahide Öğretmen beni tanıdığı için çağırdığını söyledi. “Bir arkadaş seç, öğleden sonra burada bir süre çalışalım!” dedi. Ne iş yapacağımızı sormadım, “Olur!” deyip döndüm. Dönünce arkadaşlar ilgiyle sordular “Ne oldu, neden çağırmış?” “Konuşmalar duyuluyormuş, tüm sözlerimizi duymuşlar, biraz daha sessiz olmamızı rica etti!” dedim. Arkadaşlar, “Eyvah, ayıp ettik!” deyip içlendiler. Söylediklerimin yalan olduğunu söylemedim. Öğleden sonra çalışacağım için Yusuf’la Ahmet’e sabahtan oyun önerisinde bulundum. Hava da açıktı, akordiyonu alıp gittik. Uzun süre oynadık. Yusuf’a söyledim, o da benimle gelecek. Sıkı sıkı tembihledim; “Yaptığımız işi, çıkınca kimseye söylemeyeceksin!” Yusuf büyük bir merak içinde yanımdan ayrılmadı, yemekten sonra gittik. Meğer iş dedikleri, kızların iş yeri olarak düzenledikleri dersliğin gene derslik durumuna getirilmesiymiş. Kara tahta asıldı, bozulmadan kaldırılan tarih şeritleri, okuma örnekleri yerlerine kondu. Dikiş makinelerini söktük, koridora yığılmış sıraları yerlerine koyduk. Sıraları kızlar kendileri taşıdılar. Dersliğe gidince soranlar oldu, uzaktan da olsa pencerelerden bizim içerde gezindiğimizi görmüşler. Yusuf, “Oyun oynadık!” dedi. İnandılar. İdris Destan duramadı, “Şaşırmış bunlar, neredeymişler, şimdi mi akıllarına gelmiş, bugüne dek nasıl beklemişler?” dedi. İnanmayanlar oldu, varsayımlar ürettiler. Biz de sürekli güldük. Sonunda ben, “Kim kimi seviyor, onları sordular!” dedim. Bu fazla kaçtı, Mehmet Yücel dayanamadı:

-“Anlattıklarınızın hepsi yalan, yalan söylemeyi beceremiyorsunuz. Size orada bir iş yaptırdılar.” Beni göstererek “Seni çağırdıklarına göre bu bir marangozluk işi olabilir!” deyip kesti. Gene de biz doğruyu söylemedik ama konuşmayı da sürdürmedik. Yalnız Yusuf, yumuşak bir sesle:

-Kız arkadaşların toplanmasına yardım ettik, giysilerini paketledik, ne çok giysileri varmış! “Bu da yalan!” diyenler oldu, “Bunun için öğretmen sizi neden çağırsın?” Bu kez ben, “Aslında öğretmenin çağırdığı da bir oyun, orada öğretmen falan yoktu. Bizi getirtebilmek için onlar öyle bir yol düşünmüşler!” Buna da değişik yanıtlar verildi ama sanırım inananlar da oldu. Mustafa Saatçı, “Kısaca söyleyin SS’ye bir zararınız oldu mu?” Yusuf, “Olmadı, çünkü bu işi kotaran oydu, sabahki konuşmaları duyunca bize güveni artmış!” Bu kez, Mehmet Aygün, Bekir Temuçin, Yusuf’un üstüne atladılar, “Yalancı, sabahleyin sen konuşmadın bile, uyduruyorsun!” Yusuf dayanamadı, bana baktı, “Söyleyeyim mi?” deyince, umuz silktim, “Sen bilirsin, ne biliyorsan onu söyle!” Yusuf doğru olanı söyledi. Bana kimse sataşmadı ama Yusuf’u bir hayli çimdiklediler. Mehmet Yücel gene konuştu “Yalandı, doğruydu ne olursa olsun, bu arkadaşlar oraya çağrıldılar. Neden ben, sen o değil de bunlar? Önemli olan bu! Kızlarla ilgilenmeyi düşünenlerin bilmesi gereken de işte budur! Herkes kendine sorsun “Neden ben değil de onlar? ”deyip tavırlarını ona göre takınsınlar!” Mustafa Saatçı:

-İşte ben onu yapıyorum! “Haydi oradan boş boğaz, kızı görünce yol değiştiriyorsun, korkak!” diyenler oldu. Bu kez de Mustafa Saatçı’ya yeni bir ad takıldı: -Korkak Aşık! Korkak Aşık adını hemen Ödlek Aşık şekline çevirdiler. Bayrak Töreni’ne Ödlek Aşık fısıltılarıyla gittik. Mustafa Saatçı sinirlendi

-Kendinize takılınca hemen parlıyorsunuz, hoşgörüyle karşıladığımı görünce de işi uzatıyorsunuz! diye dertlendi. Mustafa Saatçı böyle konuşunca takılmalar durdu.

Yemekte bizim masanın konusu gene kızlardı, Mehmet Aygün, “Fakircikler hiç dışarı çıkamıyorlar, o dar yerde ne yapıyorlar?” Mehmet bunu kasıtlı söylemişti. Hilmi bilgiç bilgiç, “Kızlar öyledir, evde anam da hiç çıkıp gezmez, bu sorulunca da “Biz, kadın kısmı böyledir, bizi böyle alıştırmışlar! der, içini çeker” dedi, arkadaşlar, “Bunlar senin anan gibi değil, hepsi anasının gözü!” türü sözler söyleyince Hilmi sinirlendi: “Ne yapıyorlar yani, işte gözlerimizin önündeler, çıktıklarını görüyor muyuz? Salt burada değil Kepirtepe’de de zavallılar günlerce küçücük bir odada kalmadılar mı? Çıksalar görmez miyiz? Yoksa uçuyorlar mı?” Salih Baydemir dikkat çekti, “Nachtigell mahtigel dediniz, arkadaş kızların dostu oldu!” deyip önce kendisi güldü. Hilmi bu kez “Sizinle insanca konuşulmaz zaten, bunun natingelle matingelle ne ilişkisi var?” diye sordu. Bu kez de Hilmi’ye Nachtigell’i iyi öğrenemediği anımsatıldı. Hilmi sinirlendi, “Şimdi başlarım sizin nahtingelinizden!” deyince bu kez de “O senin Nachtigell’in” karşılığı verildi. Hilmi sonunda “Sizinle ciddi konular konuşulmaz zaten!” deyip kalktı. Yusuf elinden tuttu, “Kaçma otur ciddi konuşacağız!” deyip yerine oturttu. Hilmi yeni kararını bildirdi, “Kepirtepe’ye gidince sizin masada oturmam!” İlk yanıtı Yusuf verdi:

-İyi olur, o zaman senin hakkında rahat konuşuruz! Salih, Mehmet, Hasan gülüştüler, “Yerinde bir karar!” deyince Hilmi elini masaya vurdu, “Öyleyse bir yere gitmeyeceğim, yerimde oturacağım!” dedi. Bu kez ben sordum:

-Ne oldu şimdi, bu dırıltı bitecek mi sürecek mi? Hilmi gülerek, “Abi bunlar istiyor, onlar istedikçe bu dırıltı bitmeyecek!” Ben, “Gene anlamadım, dırıltı dediğim Nachtigell olayı, o ne olacak?” Hilmi birden “Yoooo, natingel matingel, o yoktu zaten onu bunlar yeni ekledi. Kepirtepe’de öyle bir şey yoktu gene olmayacak!” Bu kez herkes söz verdi “Nachtigell sözü bırakılacak, onun dışındaki takılmalar sürecek”. Dersliğe gülüşerek gittik.

Derslikte yeni konu, Kepirtepe’ye dönünce izin var mı, yok mu? Varsa kaç gün olmalı. “En az on gün!” diyenler olmuş. Bunu az bulup bir aya çıkmasını isteyenlere Sami Akıncı sert karşılık vermiş. “Bedavadan sınıf geçiyorsunuz, kör kütük öğretmen mi olacaksınız? O zaman köylerde başınıza gelecekleri düşünmüyor musunuz?” demiş. Biz girince sordular. Önce ben “Bir hafta on gün olabilir!” dedim. Birlikte olduğumuz arkadaşlar bana katıldı. Harun ekledi, “Zaten şubat ya da mart aylarında ayrıca tatil olacak!” dedi. Bizim grup tartışmayı kesti. Ne var ki hepimiz tedirginiz. Benim yatınca düşündüklerimi arkadaşlar da düşünüyorlar. Bu kez gece trenden inince ne olacak? Orada da kar varsa, ya da yağmur yağıyorsa ne yapacağız? Tüm olasılıklar biraz da abartılarak ortaya getiriliyor. Gene gene “Sil yeni baştan!” hesabı  ayni konuya dönülüyor.

Kitabımı okumak için köşeme çekildim. Kız Tevfik sürgünden döndü. Tevfik mahallede olduğu gibi daha geniş çevrelerde ad yapan bir genç, döner dönmez tanıdıkları, ününü tanıdıklarından duyanlar etrafında toplandı. Tevfik’i, sürgünden önce Sabiha Hanım da tanımış, çok sevmişti. Döndüğünü duyunca eski ilgisi depreşti, Selim Paşa’dan yardım istedi. Ancak Tevfik’i sürgün ettiren Selim Paşa takımıydı. Onun nasıl geri geldiğini Selim Paşa önce anlayamadı, olayı inceltti. Kendi adına olumsuz bir sonuç aldı. Çünkü Tevfik’in başka bir koruyucusu ortaya çıktı. Gelibolu Mutasarrıfı Zati Bey. Zati Bey, eğlenceyi seven halka dönük yüzü olan bir yöneticidir. Tevfik’i tanır, onu korur. İşte bu Zati Bey şimdi 2. Abdülhamit’in Dahiliye Nazırı olmuştur. Zati Bey Dahiliye Nazırı olunca Tevfik hem sürgünden kurtulmuş hem de İstanbul’da güçlü bir koruyucu bulmuştur. Selim Paşa karısı Sabiha Hanıma yardım sözü verirken bunları düşünür. Bir başka düşüncesi daha vardır. Selim Paşa, yaşının adama olmadığı gibi makamının adamı değildir. Çocuk mocuk demez Rabia’yı Dahiliye Nazırı Zati Beye kaptıracağını düşünür. Tevfik’i çağırıp konuşur. Zati Bey’le ünsiyetini öğrenir. Rabia’yi Zati Beyin konağına göndermemesini tembihler. Sinekli Bakkal Sokağındaki İstanbul Bakkaliyesi kısa zamanda düzenlenir, müşterileri artar, gelen giden sıklaşır. Rabia iyiden iyiye babasının yanında yer alır. Rabia’nın annesi Emine Rabia’yı dövmeye kalkar, dedesi İmam İlhami Efendi tehdit eder ama Rabia babasından ayrılmaz. İmam İlhami Efendi mahkemeye verip Rabia’yı Tevfik’ten almayı da düşünür ama bunu yapamayacağını çabuk anlar. Üstelik bu işine de gelmez. Ancak Rabia’nın kazancında da gözü vardır. Durumu Selim Paşa’ya anlatır. Selim Paşa hakem olarak Rabia’yı çağırır sorar, “Annenin yanında mı kalmak istiyorsun Babanın mı?” sorusuna Rabia, “Babamın!” der başka bir söz söylemez. Rabia için yapılan harcamalardan söz edilince de tüm kazancını İmam dedesi İlhami Efendiye bağışlar. İmam memnundur. Kendi emelleri bakımından Selim Paşa da memnundur. Rabia tümüyle babasının dükkanına bağlanır. Selim Paşa konağının Rabia’dan istediği, onun daha önce başladığı özel öğrenimi sürdürmesidir. Bundan böyle Mevlevi Vehbi Dede ile Piyanist Peregrini dükkana gelmeye başlar. Tevfik oyunlarını daha renklendirmiş, ramazan dolayısiyle Karagöz gösterilerini başlatmıştır. Rabia ise el üstünde tutulur, Ayasofya’da okuması için gün verilir. Rabia’yı dinlemek için İstanbul halkı Ayasofya’ya akın edecektir. Dükkan, Ramia-Tevfik-Cüce Rakım amca tarafından gül gibi çalıştırılmaya başlanmıştır. Rabia daha onbir yaşında çocuktur. Ancak yetişkin insan gibi çalışır, dükkanın işlerini görür, derslerini izler, çevresindeki insanlarla da iyi uyum sağlar. Cüce Rakım’ın bir sorusu üzerine en çok babasını sevdiğini söyler. Cüce “daha sonra?” deyince bu kez de Mevlevi Şeyhi Vehbi Efendiyi, daha sonra da Piyano öğretmeni Peregrini’yi sevdiğini sıralar. Ondan sonra da Cüce Rakım gelir. Anne ortalıkta yoktur, dede İmam İlhami Efendi’nin adı anılmaz. Rabia annesi Emine’yi neden saymaz? Bunu hemen öğreniyoruz. Emine  İstanbul Bakkaliyesi’ne ansızın gelir. Rabia oradadır. Rabia’ya çok çirkin sözler söyler, “Baban çingene ile evlenecek, çingeneler arasında kalacaksın!” der gider. Rabia bu ağır sözleri da içine atar. Annesinden biraz daha soğumuştur. Oysa Tevfik Emine’yi gönlünden silmemiştir. Bir süre sonra Emine ile ilgilenmek ister. Emine hastalanmıştır. Rabia  gibi Tevfik de Emine’nin hastalığından habersizdir. Rabia gider ama Emine eskiden olduğu gibi Rabia’ya kötü sözler söyler, lanetler yağdırır. Rabia çok üzgün olarak döner, babasına ilk kez karşı söz söyler, “Beni neden gönderdin, o bizi istemiyor!” der, hıçkıra hıçkıra ağlar. Oysa Tevfik Emine’den olumlu haber beklemektedir. Umduğu olmamıştır. Bu, Rabia’nın annesini son görüşü olmuştur. Tevfik’in düşleri de son bulmuştur...

Bu kitaptan yeni birşeyler öğreniyorum ama yazılanlar acaba doğru mu? Zati Bey Gelibolu Mutasarrıfı. Mutasarrıf, şimdiki kaymakam. Lüleburgaz Kaymakamı gibi bir yönetici. Bu nasıl oluyor da Dahiliye Nazırı, yani İç İşleri Bakanı oluyor? Selim Paşa’nın konağında bir şarkıcı kız vardı, güzel şarkılar söylüyordu. Padişahın sarayından gelip onu aldılar. Kanarya Hanım, Altın Kafese gidiyor. Güzel oynuyormuş ama Çingene Pembe hanım daha güzel oynuyormuş. Bunların saraylarda, konaklarda işleri ne? Her Cuma selamlıktan sonra Selim Paşanın eline altın kesesi veriliyormuş. O da o keseden çevresindekilere dağıtıyor. Bunlar gerçekten olmuş mudur? Osmanlı İmparatorluğu bu nedenle mi çöktü? Öğretmenlerin sık sık söylediği kötü yönetim bu mu? Selim Paşa ile Oğlu Hilmi Bey’in tartışması ilginç. Oğul Hilmi Bey bugünkü insanlara yakın düşünüyor. Baba Selim Paşa ise çocuklara aşk şarkıları söyletiyor. Hepsi böyle miydi o zamanki yöneticilerin?”

 

1  Aralık  1941 Pazartesi

 

Mehmet Yücel, “Bugün, ben ne dersem o olacak, ben gelinceye dek yatın arkadaşlar!”deyip dışarı çıktı. Arkadaşlar hep birden, “Gelin yatalım bakalım, İskelet ne diyecek!”deyip yattılar. Ben kalkmıştım, yalandan ben de yattım. Hilmi çadırın kapaklarını da kapattı. İpi içerden bağlandığı için dışardan açmak zor. Az sonra Mehmet Yücel geldi, kapakları açamadı, “Şakanın sırası değil, çaylarınız soğuyor!”deyip döndü. Çay sözü geçince hepimiz  kalktık. Masalara gidince mercimek çorbasıyla karşılaştık. Mehmet Yücel’e diş bileyenler oldu. Mehmet Yücel oyun oynamıştı, karşıdan güldü yanımıza gelmedi. “Alacağın olsun İskelet!’” sözleri bir süre tekrarlandı. Gerçekte sinirlenmeler Mehmet Yücel’e değildi, mercimek çorbasınaydı ama bahane gerçeği gölgelemişti. Namık Ergin Öğretmen geldi:

-Kızlar işleriinin başına. Erkek öğrencşiler de atölyelerin önünde toplanacaklar, orada işi bölümü yapıp yarım işleri tamamlayalım, arkamızdan yarım iş bıraktılar dedirtmeyelim!Arkamızdaki masalardan birkaç kişi, “Kar var!”deyince Namık Öğretmen. “Ben şimdi oradan geldim, insanlar geziyor, çalışıyor;yollar açılmış. Biraz da biz ezelim!”diyerek güldü. İsmet geldi “Dayı biz ne yapacağız?”Namık Öğretmen kahvaltıya oturunca gidip sordum, Namık Ergin Öğretmen, “Öyleyse siz izinlisiniz, işinize gidin!”dedi. Arkadaşların ardından Yönetim binasına gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen gelmiş bizi güler yüzle karşıladı. Az beklememizi söyledi. Biz beklerken Sili Usta geldi, bize “Günaydın, ne o, suç mu işlediniz? diye sordu. Karşıdaki dolaptan kalın bir dosya çıkardıktan  sonra bize dönen Hüsnü Baykoca Öğretmen, bizim yerimize Sili Usta’ya yanıt verdi:

Yo, onlar suç işlemez, onlar benim gözge öğrencilerim, çocukluklarından beri tanırım onları;onlara ben kefililim!”dedi. Sili Usta da gülerek “Ben de, ben de, ben deeee!”diyerek gülüştüler. Sili Usta yandaki odada olduğunu söyleyip ayrıldı. Hüsnü Baykoca ile ortak işleri varmış, onu yapacaklarmış. Hüsnü Baykoca Öğretmen bizi bir masaya oturttu, önümüze  makine ile yazılmış  yine öğrenci listeleri koydu. Önümüze. bir kutu  da toplu iğne döktü. Öğrenci adları değişik yerlere gidecekmiş, karbon kağıtlı olarak çok  çıkartılmış ama  alttan kimi adlar okunamıyormuş. Fazla varmış. Biz, rahat okunanlardan ikişerli 4, dörderli de 2 adet iğneleyeceğiz. Önce sınıflara göre adları numaraları okuduk. Kendi sınıfımızın özellikle birçok soyadının yanlış olduğunu  saptadık. İlk  numara arkadaşımız Mehmet Aygün bile Mahmut Baygın yazılmış. Fettah Biricik, Fallah Bürücek, Recep Kocaman, Recep Karaman, Yücel, Güzel, Destan, Mestan, Saatçı, Satıcı, Yanar, Yonar, Temuçin, Tomarcan. . olarak yazılmış. Hüsnü Baykoca Öğretmen  önce bir “Eyvahhhhh!”çekti, sonra da, “Bunları yazan rahatsızlandı, dün izin alıp doktora gitti. Bugün yarın gelir mi gelmez mi?”diye konuştu. Sonra da, “Gelirse, sağlam gelirse bir daha yazdırırız, gelmezse, dedi;numaraları sordu. Numaralar doğru. “O zaman, siz listeleri raptedin, ben gönderilecek yerlere göre hazırlayayım, ad yanlışları olduğu gibi gitsin, dikkat edin sınıf numaraları ile ad ya da soyaddan biri doğru olsun!”Güldük. Hüsnü Baykoca Öğretmen, ellerini açarak, “Ne yapacaksın, doğru dürüst bir  yazıcı sağlayamadık, Bir çok yazımızı Nazmi Öğretmenden rica ettik. Bu listeleri de ondan isteyemezdik!”dedi. Bizim sınıfın  temiz yazılmışlarından  2’şerli dört, dörderli de iki dizi hazırladık. İsmet sordu, “Bunlar nerelere gidecek?”Hüsnü Baykoca Öğretmen, “Aaa, bunlar önemli, dörtlüler  D. D. Y’e, Ötekiler, Milli Eğitim Bakanlığına, Ankara Valiliğine, Arifiye Köy Enstüsü Müdürlüğü’ne, Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürlüğü’ne gönderilecek!”dedi. Bizim tam olarak anlayamadığımızı görünce, Hüsnü Baykoca Öğretmen, “Siz öğrencisiniz, sizin sorululuğunuzu yüklenenler var, bu sorumluları sorgulayan makamlar var. Trene binip gideceksiniz. Sizin bilet paralarınızın ödenebilmesi için resmi kayıtlar yapılıyor. Arifiye’de ineceksiniz, orada  sizin için harcamalar yapılacak, onların hesapları var. Bir de ayrıca sağlığınızdan sorumlu olacak  kayıtlar yapılmakta. Allah korusun diyelim, söz gelişi bir kaza olsa, kaç kişi gitti, kimler vardı, kimler kaldı bunlar, işte bu listelerle kanıtlanacaktır!”Öteki sınıfların yanlışları üstünde fazla durmadık. Yalnız kalınca salt gülmek için baktık. İsmet kendi köylüsü Hardar Mandacı’nın salt Manda yazılmş olmasına çok güldü:

-Haydar bunu duysa çileden çıkar!İlgimi çeken birkaç tanesine ben de baktım, Mehmet Yüce, olmuş Cüce, Taşkın olmuş Şaşkın, , Gege olmuş Gogo, Kayın olmuş Sayın…. İstenen listeleri tamamladık. Biz gülüşürken Sili Usta gene geldi. O kapıdan girince ayağa kalktık. Sili Usta, kolumdan tutarak, “Çalışırken  de kaykıyor musun?”diye sordu.  “Burada da çalışıyorsun, bana kalkma!”dedi. Sözü değiştirdi, güleç bir yüzle, “Gidiyorsunuz, güle güle gidin, Kepirtepe’ye geleceğim, proğramımda var, sizleri orada da çalışırken göreceğim, kısa bir zaman birlikte çalışacağız, beni unutmayın!”dedi. Sili Usta çıkınca Hüsnü Baykoca Öğretmen “Yazıcımız  doktordan  iyi olarak gelir, ”Yetiştiririm!”derse bir daha yazdırırım. Siz bir doğru nüsha hazırlayın!”dedi. Yemektan sonra devam etmek üzere ayrıldık. Yemekte arkadaşları dinledik. Onlara göre onlar, ortalığı toplamış. Ortalığı toplamak ne demek?”Orhan açıkladı, dışarda bulunan tüm keresteleri çatı altına taşımışlar. Taşımaya öğleden sonra da sürecekmiş. İçimden sevindim; “Ben o taşımaları çok yapmıştım, biraz da başkaları taşısın!”deyip, sustum. Öğleden sonra arkadaşlar gene  inşaat bölgesine gitti, biz de yönetim binasına. Hüsnü Baykoca Öğretmen gelince listeleri  alıp düzgün bir sayının yanlışlarını düzelttik. Ancak düzeltme işe yaramadı;kullandığımız mürekkep  giderek yayıldı okunma zorluğu çıkınca, bu kez elle yazdık. Hüsnü Baykoca Öğretmen çok sevindi, teşekkür etti, evlerimize, köylerimize, tanıdıklara, tanımadıklara, herkese selam ve sevgiler gönderdi. Oldukça üzgün bir tavırla bizi uğurladı. Biz de üzgün ayrıldık. Arkadaşlar bizi üzgün görünce sordular. Olayı anlattık, inanamadılar. Bir süre bu konuşuldu. Konuşmalar giderek üzüntüye döndü. Konuşmalar arasında Hasanoğlan’dan  ayrılmanın da üzüntümüzü arttırdığı ortaya çıktı. Şaka yolu da olsa “İsteyen  kalsın!” demeler bile başladı. Yemekten sonra kitabımı okudum. Emine’nin ölümünden sonra Tevfik özlemini duyduğu eğlence  etkinliklerin döndü, kendine katılanların da yardımıyla her kesimde ün salmıştı. Rabia Tevfik’in en büyük yardımcısıydı. Ancak Rabia giderek gelişti kazancı, güzel sesi yanında  güzelliğiyle de anılır oldu. Selim Paşa Konağındakiler Rabia’yı evlendirme planları kurmaya başladılar. Rabia’nın öğretmenleri Vehbi Dede ile Peregrini Tevfik’in dükkanına gelip kendilerini tanıttılar. Vehbi Dede Tevfik’î sevdi, onu kendi tarikatına almayı bile düşledi. Bu arada  Sokakta gün günden gelişen İstanbul Bakkaliyesini kıskananlar ya da Rabia’ya korku vererek yola getirmeyi düşleyenler de çıktı. Ünlü sokak kabadayısı Sabit Beyağabey lakaplı kişi Rabia’nın etrafında dolaşmaya başladı. Sabit Beyağabey, dur sus dinlemeyen çapkınların  en belalısı. Ancak Rabia onun ummadığı bir tepki gösterince, Sabit Beyağabey bir daha o semte uğramadı. Olaylar Rabia’da değişik duygular uyandırdı. Erkekleri bir başka açıdan  değerlendirmeye başladı. Tam bu sıra karşısına bir Bilal çıktı. Bilal bahçelerde çalışan birinin yanında  kalan bir göçmen çocuğudur. Güçlü, yakışıklı bir oğlan. Yanında kaldığı amcasına yardım etmektedir. Rabia gül bahçesinden gül  isteyince gülleri Bilal verir. Bilal’ın tavırlarını beğenmeyen Rabia biraz  sert davranır ama sonra bu konuda bir düşünceye saplanır. Bilal, albenili bir gençtir. Çevresindekilerin de  yardımıyla okula verilir. Bilal okul  giysileri içinde daha gösterişli olmuştur. Bir süre sonra  öğrenci Bilal’le Rabia gene gül bahçesinde karşılaşırlar. Bilal fazla bir şey söylemese de Rabia’nın içinde değişik duygular uyanır. Ancak  Selim Paşa  Konağı’ndakiler Rabia’yı bırakmak niyetinde değildir. Hilmi Bey’in yakın arkadaşı Galip Bey Rabia’yı istemektedir. Galip Bey, varlıklı, uyanık bir kimsedir. Ancak Rabia yan çizer. Üstüne fazla düşülmez ya da öyle görünürler. Bilal’in dili çözülür, büyük umutlar düşler, atlar, arabalar, görkemli bier yaşamı neden olmasın?. Selim Paşa  Bilal’i evlendirmek ister. . Olay dillere düşer. Bu ara Şarkıcı Pembe Kadın bir türkü söyler. Pencere Açıldı Bilal oğlan, piştov patladı-Acep Bilal Oğlan gene kimi hakladı?…Türkü Bilal’ı iyice güncel konu durumuna getirir. Paşanın kızı çirkindir. Bunu bilen Rabia, Bilal’in “Evet!”diyeceğini ummaz ama Bilal yükselmek niyetindedir, “Evet!”der. Bilal’in amcası Bayram Ağa, Rabia’ya kendi dilince açıklarRabia bozulmuşur ama bunu dışa “Ben sana varmam Bilal Oğlan, ben sana varmam. Yedi yıl karşımda da dursan-Gene sana yalvarmam…. Rabia, içsel duygularını bir kenara itip görünürdeki gururu içinde güncel yaşamını sürdürdü. Ancak  çevresindeki ge

leneksel riyakarlıklar  derinden derine gelişmektedir. Babasının hastalığı, annesinin ölümü dışında anafor geliri azalan  Mahalle İmamı İlhami Efendi jurnalını yapar. Öyle ki Tevfik’in koruyucusu Zati Bey gibi Selim Paşa da Tevfik tarafından yerilmiş gösterilerek karşısına çıkarılır. Sonunda bir tuzak kurularak Tevfik tam anlamıyla suçlu duruma düşürülüp suçlular listesine sokulur. . Bu kargaşada Selim Paşa’nın oğlu Hilmi Bey de Şam’a sürgün gitti. Rabia Cüce amcasıyla  ortalıkta kalıverdi. Tevfik’de Lübnan taraflarına gönderildi. Babasının sürgün edilmesini Selim Paşa’nın yaptırdığını bildiğinden Rabia konakla ilişkisini kesti. Bir süre durgun bir dönem yaşadı. Vehbi Dede ile Peregrini Rabia’yı bırakmadılar. Öte yandan Sinekli Bakkal Sokağı  insanları İstanbul Bakkaliyesine sahip çıktılar. Kabadayı Sabitbeyağbey bile Rabia’ya  arka çıktı. (Kitabın bu bölümünde geniş bilgilere yer verildi. 2. Abdülhamit dönemi jurnalcılık, saray adamlarının rüşvet, adam kayırma konularıyla Vehbi Dede’nin, Peregrini’nin yaşam görüşleri üstüne  uzun uzun açıklamalar var. Bunları bir daha okumak üzere buraya not etmeden  geçtim.) Kitabı okudukça sevdim ama bir bakıma da karışık buldum. Başka romanlardan büyük bir ayrılığı var. Bir kez kişisi çok, Bu çok kişiler arasında gösterişli olanları da çok. Olayın içindeki kişiler onların yanında sönük kalıyor ama olay boyunca da onlar oluyor. Tevfik zavallı, hep silleyi o yiyor. Oysa beyler paşalar gerçekte ona hayran. O dönemde eğlence bu denli yalınkat mıydı?Herkes  çingen şarkıcıların  peşinde, bir güzel sesli çocuk İstanbul’u ayağa kaldırdı. Yoksa Saray çevresine çöreklenmiş görgüsüz insanlar mı anlatılmaya çalışılıyor?2. Abdülhamit dönemi o kadar eski de değil. 1878-1908 dönemi. Bizim köyün kurulduğu, babamın  asker olduğu, evlendiği, büyük ağabeyimin doğduğu, Vahit dedemin sürgün edilliği yıllar. Taklit yapan, karagöz oynatan Tevfik niçin sürgün ediliyor?Onu ise hiç anlamıyorum. Selim Paşanın oğlu Hilmi Bey de sürgün ama Şam’a Vali yardımcısı oluyor. Sevsinler bu sürgünlüğü(!)Bunları düşünerek yattım.

Arkadaşlar Arifiye’de kalınca ne yapacaklarını konuşuyorlar. Köy Enstitüsü göl kıyısındaymış. “Biz bir damla su için çırpınırken onlar su içinde, şu feleğin işine bak!”diyorlar. Çoktandır  yapmadığım bir davranışta bulundum, “O söylediğiniz bir şarkıdır!”)Abdullah Erçetin anımsadı, söylemeye başladı, ”Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak!”. . Arkası da söylendi ama, şarkı sesini yenmek için konuşanlar seslerini iyice yükseltince “Sus!” uyarıları bir birini izledi, sesler kesildi. Arifiye Adapazarı’na yakınmış. Adapazarı bizim köyde çok anılır. Özellikle son bir iki yıldır bizim köyden orada çok askerlik yapan vardır. Onların da anlattı, oranın komutanı Fikri Paşa. Deli Fkri, deyip anlatırlar da anlatırlar!. Sözde Deli Fikri, askerlerin önünde subayları dövermiş. Subaylardan dayak yemiş olanlar öc alma duygusuyla bunları durmadan anlatırlar. Anca “Ben böyle bir durum gördüm!”diyen yoktur. Herkes duyduğunu söyler. Deli Fikri falan derken kahvemizi anımsadım. Yakın zamanda gene gideceğim. Ancak burada anımsadığım kadarki gibi oraya gidince seveceğimi sanmıyorum. Bir kez arkadaşlarımın hemen hemen hepsi asker oldular. Tek tesellim evimi, ailemi göreceğim , kahvede babama yardım edeceğim. Eskiden olduğu gibi  her konuda söze karışmayacağım…

2  Aralık  1941   Salı

 

Herkes uyanık. İdris Destan’a  “Nöbetçisin, kalk!” diyorlar. İdris “Nöbeti möbeti kalmadı bunun, getiriyor işte çocuklar, ben ne yapayım orada?”yanıtını verdi. Mustafa  Saatçı İdris’e “Git bak, SS nöbetçiyse bana haber ver!”dedi. İdris, “Peki İmam Efendi!”deyip çıktı. Bu kez Mustafa’ya, “Sen ne yaptın, kız nöbetçi bilmiyor musun?Onlar nöbeti öğleden öğleye değişiyorlar, SS dün İskelet’le nöbetçiydi, deyince, Mehmet Yücel:

-Bırakın şunu, onun  sözü ağzında, kızı gördüğü falan yok. Dün dikkat ettim, kıza bakmadı bile, yanından kör tavuk gibi geçti!”dedi Mustafa bunlara inandı. Hayretle, “Sahi mi yahu, gerçekten farkında değilim. Dün biliyorsunuz biz çok üşüdük!”diyerek gerçekten telaşlandı. Mehmet Yücel dayanamadı, “Şaka şaka, kız dün nöbetçi değildi, arkadaşı daha fazla üzmeyelim!”dedi. İdris geldi doğuyu söyledi “SS nöbette yok!”Parça buçuk kalkıp kahvaltıya gittik. Öteki sıflardan yarısı kahvaltıya gelmemiş. Öğleye dek  serbest, öğleden sonra inşaat yerine gidilecekmiş. Ne iş yaptıklarını sorduk. Salih Baydemir gülerek “Bulanlar iş buluyor, bulamayanlar için iş yok!”dedi.

Öğleye dek derslikte Sinekli Bakkal kitabını okudum. Tevfik, gönderildiği yere vardı. Ancak yeni bir Karagöz takımı istedi. Rabia babasının istediği Karagöz takımını almak için para kazanma yolları arıyor. Mevlit okumaya hazırlanıyor. Bilal yakında evlenecek. Rabia Peregrini ile evlenmeyi tasarlamaya başladı. Bunu   Cüce Rakım’a da açtı. Rakım Rabia’nın evlenip çocuk yapmasını, güzel sesli çocuklar yetiştirmesini istiyor. Rabia, ününe ün kattıkça kendi iç dünyasının daraldığını duyumsamaya başladı. Onu tanıyanlar, ününü yayıcı girişimlerle destekleyip yeni konaklara, sarayla ilgili  yerlere tanıttılar. Eski tanıdıkları kendisine sahip çıktı, güzel önerilerde bulundular ama Rabia Sinekli Bakkal sokağından, İstanbul Bakkaliyesinden  kopamadı. Giderek Peregrini’ye bağlandı. Tek koşulu Peregrini’nin Müslüman olmasıydı. Peregrini bunu  kabul etti, adını Osman olarak değiştirdi. Osman’la Rabia’nın veleneceği çevrede  çabucak duydu. Tevfik Şam’dan ayrıntılı bir mekltup yazdı. Sabiha Hanım’ın oğlu Hilmi Bey’le Tevfik bir birlerini kollarlar, Hili Bey iyi bir yönetici olmuştur. Rabia mektubu Sabiha Hanıma okur. Bilal’la karşılaşır. İkisinin de içlerinde bir istek vardır ama, görünüş olarak zıt giderler. Bilal nisan sonunda, Rabia Mayıs başında evleneceğini söyler. Evler hazırlanır, Bilal debdebeli, Rabia Sinekli Bakkal Sokağı geleneklerine uygun evlenirler. İstanbul Bakkaliyesi Cüce Rakım’ın gözetiminde tıkır tıkır çalışır. Osman  iyi bir müslüman olduğu kadar, kendi kültürürnün gereklerini de yerine getirmeye dikkat ediyor. Geliri azalan İmam İlhami Efendiye gider, kemgözlerine, kötü sözlerine karşın   beş altın lira verir, her ay bu  kadar parayı  kendisi getireceğini söyler. İmam bunun insanlık olduğunu anlamaz, borç ödeme sayar. Oysa Osman kendisinin bir borcu olmadığını, karısının dedesi olması nedeniyle yardım ettiğini söyler. Osman Rabia’nın kötü koşullar içinde yetiştiğii bildiğinden onu  rahatlatma yollarını arar. Örneğin Boğazda  bir yalı kiralar. Ne var ki Rabia buna karşıdır. Sinekli Bakkal’da böyle bir gelenek olmadığını öne sürer. Osman sabırlıdır, Rabia’yı gerçekten sever, onu anlamaya çalışır. Sinekli Bakkal’a dönerler. Olaylar onların dıoında da değişik boyutlara ulaşmıştır. Selim Paşa'nın oğlu Şam Vali yardımcısı Hilmi Bey, Fransa’ya kaçmıştır. Onu  kadın kılığına girerek Tevfik'in kaçırdığı jurnallanır. Tevfik bu nedenle Taif’e sürgün gönderilir. Öte yandan Selim Paşa oğlunun kaçması olayından kendini sorumlu sayar görevden ayrılır. Gelini Şam’da kalmıştır. Gidip onu getirmek yollarını arar. Geliri azalmıştır. Elinde olanları satar. Bu arada İmam İlhami  ölür. Osman bundan yararlanıp İmam İlhami’nin evini onartıp Rabia’yı  sevindirir. Bu arada Rabia hastalanır. Osman her türlü önlemi alır. Mahalleli Osman’ın gayretlerini izler, onu mahallaenin saygın kişisi olarak görmeye başlar. Rabia çocuk doğurur. Yıl 1908 olmuştur. İhtilal olur, suçlular affa uğrar. Tevfik Taif’ten İstanbul’a döner. Sinekli Bakkal Sokağı Tevfik’le birlikte eski neşeli günlerine kavuşur. Tevfik’e öneride bulunurlar, Karagöz Takımına bir de torun ekle!…. .

Arkadaşlar dışardan geldi, “Üşüdüm!”diye bağıranlar var. Belimi doğrulttüm, sırtım terlemiş gimi, belimde soğukluk duydum. Olayları nasıl izledim ben de anlamdım. Kişiler kalabalıklaştı. Ozellikle Osman’ın Rabia için gösterdiği özveri beni şaşırttı. Yabancı oluşundan mı, yoksa adamın  başka türlü bir insan değerlendirmesi mi var?Gerçi buna yer yer kitapta değiniliyor ama, benim doğru anlayacağım açıklıkta değil. İnsanlar, bana göre çok değişik düşünüp bilmediğim birhyaşam sürdürüyorlar. .

Kitap nasıl olsa benim. Kepirtepe’de ya da köye gidince bir kez daha okuyacağım. Arkadaşlar yemeğe yürüdülerBedn de  dalgın dalgın onlara takıldım. Arkadaşlar Mustafa Saatıçı’ya  “İmam!”dedikçe İmam İlhami Efendi’yi anımsamaya başladım. Korkunç, kindar ve de çıkarcı adam. İmamlar hep böyle mi?Sanırım kitaplara geçenler hep böyle.

Yemekte fasulye, pirinç pilavı, erik hoşafı yedik. Yeni duyuru yapılı, “Yarın akşam, yolcu yemeğı, yani yufka, peynir, yufka helva gibi yiyecek verilecek. Öbürsü gün ise tüm günlükler yolcu işi olacak. Yarın öğleden sonra  yemek masaları kaldırılacak!

Bugün öğleden sonraki iş hakkında kimsenin bir bilgisi yok. Az önce duyuru yapan  Hidayet Öğretmenden, söyler diye  bekledik, söylemedi. Belki  de bir iş yoktur. Derdemez zil çaldı, toplandık. Kızlar gene yerlerine döndüler. Namık Ergin, Selçuk Korol, Reşat Tekinay, Nazmi Aybar, Ali Yılmaz Demirbilek, Mustafa Güneri, Hidayet Gülen, Hüsnü Baykoca Öğretmenler  geldi. Mustafa Güneri Öğretmen, “Sekiz aydır sabah- akşam burayla inşaat arasında saatlere uyarak hep geldik gittik. Hepimiz nerede ne yapıldı biliyor muyuz? Arkadaşlar, “Biliyoruz!”diye bağırdı. Mustafa Güneri Öğretmen gülerek  “Oh ne iyi, ne iyi!”   dedikten sonra, “Bakın bunu   ben tam bilmiyorum. Bu nedenle sizinle gezerek öğrenmek istiyorum. Neşeniz varsa şarkı söyleyerek, yorgunsanız yavaş yavaş gezerek yaptıklarımıza topluca bir bakalım. Bu arada (Boynunda makineyi göstererek) birkaç da resim çekebiliriz!”dedi. Hidayet Öğretmen yürüdü, yanında 7. sınıflar, arkasından öteki öğretmenlerle 8. sınıflar yürüdü. Biz  hareket ederken Hüsnü Baykoca Öğretmen gülerek bana  “Sen oraları çok gördün, bizim listeler eksik olmuş gel onları tamamlayalım!”dedi. Ben ayrıldım, İsmet’e bir şey söylemedim. İsmet sonradan görmüş kendiğinden kaldı. Hüsnü Baykoca Öğretmenle konuşa konuşa gittik. Dörderli diziler dört takım olacakmış. Bilet alınacak  her istasyona verilmesi gerekiyormuş. Arifiye’de inince binmek için, Ayrıca, İstanbul Sirkeci için düşünülmemiş. İsmet’le çabucak listeleri hazırlayıp, çıktık. Hüsnü Baykoca Öğretmen bize bir  daha teşekkür etti, ayrıldık. Arkadaşlar, tüm alanlara dağılmış, her zamanki çalıştıkları yerlere yabancıymış gibi bakanlar var. Gösterilen yerlere bakıp “Biliyoruz!”diye bağıranların bir çok şeyi bilmedikleri konuşmalardan anlaşıldı. Bir çoğu duvarlarda yazıları görünce şaşkın şaşkın konuştular. ”Akçadağlılar burada bina yaptı mı?diye soranlar oldu. Neden bazı binalarda iki Enstitü adı var da Kepirtepe binasında tek ad var?diye soranlar bile çıktı. Nedense, bu soruları duyan Namık Ergin Öğretmen bana “İbrahim, bu sorunun yanıtını sen ver!”dedi, ben de anlattım. Ben sözü çoğu kez uzatarak,  “Duvarlardaki yazıları, o binalarda yazılı olan Enstitiü ekibinin emeği olduğunu belirtmek için astık. Binaya son şekli  ise Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri verdi. ”Namık Öğretmen gülerek:

-Ağzına sağlık! dedi.

Köye dönerken topluca arkaya bakınca da ben, “Şu gördüğümüz durumu öteki Enstitülerden gelenlerin hiçbirisi görmüş değiy, onlar hep yarım duvarlı inşaatları bırakıp gittiler. Mustafa Güneri Öğretmen, “İbrahim, en doğrusunu söyledi, onlar hala burasını yarım duvarlı inşaat alanı sanırlar. Yarım inşaatlerin kırmızı kiremitli binaya dönüştüğünü düşünmüyorlardır. Elinize sağlık, açılacak olan Hasanoğlan Köy Enstitüsü Kepirtepe Köy Enstitüsü ‘nün  özverili öğrencilerini  sevgiyle anacaktır. !”

Hoşçakal Hasanoğlan, "Kepirtepeli"leri unutma...

 

Ayrı gruplar  olarak köye döndük. Köy içinde de  gezenler oldu. Ben dersliğe döndüm. Yarından sonra yola çıkacağız. Benim asıl sorunum bu, herkesin bir çantası var benim iki. Akordiyon bir çanta büyüklüğünde. Onları Lalabel’ dek nasıl götüreceğim. Gelirken  çantaları kağnılara koymuştuk. Sami uyardı, Söylemediler ama gene  kağnı ile gönderirler herhalde!”dedi. Bu kez aklıma geldi, gidip bunu Hüsnü Baykoca Öğretmene anımsatayım. İsmet, “Dayı ben de geleyim!”dedi. İkimiz gittik. Durumu anlatınca, Hüsnü Baykoca Öğretmen kahkahayla gülerek, “Yaaaa, sizi öyle  sokağa bırakacağımız mı  sandınız?Ağır eşyalarınız, istasyona gönderilecek, merak etmeyin!”dedi. Bizi kapıya dek uğurladı. Durum yarın açıklanacakmış. Rahatladım. Ben akordiyonu taşırım ama çantam koca tahta çanta. Üstelik bir de İsmet’le ortak çantamız var. O da kitap dolu. İçim tam rahat değil ama  gene de umutlandım. Arkadaşlar toplandı. Herkeste  bir değişiklik var. Neşeli gibi ama tam değil. Arifiye 'de kalacağımıza iyice inandık. İstasyona verilecek liste hazırladığımıza göre bu gerçektir. Ancak orada ne yapacağız?”Adapazarı’nda gezeriz!”diyenler oldu. O denli yakın mı ki? “Arifiye’de kalacağımıza Ankara’da kalsaydık!”bunu diyenlere Mehmet Yücel hemen yanıt verdi. “Ayıp yani sekiz aydır nerede kaldın?”

Köşeme oturunca Hasanoğlan köyünü düşündüm. , tam olarak öğrenemedim ama, Muhtar Ahmet Çakır’ın 300 hane dediğini anımsıyorum. Böyleyken köy okulu 3 sınıflı. Köyde üç kiremitli bina var, Cami, Okul, Köy Odası. Köyde kahve bile yok. Çevrede İdris Dağı, Hasan Dağları, Kız kayası, karşıda Elma Dağları. Köyün altında Bağları var, suyu bol, sebze ekilmiyor, kavunu, karpuzu pek cılız. Biz geldikten sonra birkaç at arabası ortaya çıktı. İşler kağnılarla görülüyor. Öğrenci arkadaşı göremeden gideceğim, deyince Sami duydu. “Mektuplaşacağız, selamını yazarım!”dedi. Özellikle Liseli Ali'yi görmek isterdim.

Akşam yemeğinde herkes bir başka gibiydi. Son gece yemeğimiz!Hilmi, anımsattı, “Son yufka  ekmeğimiz olsun!”dedi. Buna öteki arkadaşlar katılmadı, yanımıza da verilecek ekmekler yufka olacak!”Bu kez Hilmi, “Bu memleketin  tren duraklarında ekmek satılmaz mı?”diye sordu. Bu soru hepimizi sevindirdi, sahi yolda yiyecek bulacağız. Edirne’den dönerken Yunanistan istasyonunda yiyecek tartışmasını anımsadık, bizim istasyonlarda da  yiyecek satılır. Örneğin Ankara’da durursak, istediğimizi alırız. Dersliğe gittik. Kepirtepe’ye gitmiş gibi yapacaklarımızı sayıp döktük. Hep canımızın istediği şeyler. Ya  sıkı bir ders etkilinliği ile karşılaşırsak?”Örneğin Ahmet Gürsel Öğretmen, “Haydi bakalım, kaldığımız yerden devam!”derse. karşıda oturan Fettah Biricik “Ayyyy, o adam gene mi gelecek?”deyiverdi. Oysa ben onun gelmesi için aç kalmaya bile razıydım. Döndüm, baktım;Biz, aramızda konuşuyoruz, sen oradan  ne laf atıyorsun?”Fettah,  beklemediğim bir yumuşaklıkla, “Affedersiniz, ben yanlış anladım, sözümü geri alıyorum!”dedi.

Arkadaşlar birer ikişer kalkınca ben de   onlara katılıp yatakhaneye gittim. Yatakhanedeki konuşmalara katılmadım. Yatınca Lalabel –Ankara arası istasyonları sıraladım. Lalabel-Lalahan- Saimekadın-Cebeci-Kurtuluş-Yenişehir-Ankara. Cebeci deyince Süheyla  Öğretmeni anımsadım. Süheyla Öğretmen mi? yoksa Süheyla Başokçu mu?İkisi de değil, Süheyla adlı bir kız vardı. Sonra? Sonra, sonra son!…. . Az önce okudum, Tevfik,  Emine, Rabia, Bilal, Hilmi, Dürnev onlar da insandı, sevdiler. İstedikleri oldu mu?A’yı düşledim, gördümden bu yana  çocuğu neredeyse bir yaş büyüdü. Bundan böyle evlerinin önünden geçerken çocuğu oynarken göreceğim. C’nin kızı daha da büyüdü. Bir de bakmışım, Şerif Baykurt işlerini yoluna koymuş, karı koca Kepirtepe’ye geliyorlar. İkisi de öğretmen. Ben, çaresiz öğrencileri olacağım “Öğretmenim!”deyip karşılarında duracağım. Böyle bir şey olursa iyi mi olur kötü mü?Neden kötü olsun?İnsanların yaşamlarında böyle şeyler olup duruyor. Böyle diyorum ama  oldukça  üzgünüm, ancak neden üzgün olduğumu da tam olarak bilemiyorum. Sanırım bir çok neden bir  var:Kitabın etkisi de büyük. Kitapta anlatılanların gerçek olmadığını bilmeme karşın  bu etkiden kurtulamıyorum. Üstelik kitabı okuduktan sonra  etkisinde kaldığım olayların hemen yakınlarında tekrarlandığını duyumsar gibi oluyorum. Namık Ergin Öğretmenle Nahide Öğretmenin evleneceği söyleniyor. Kimi zaman onları öğretmenler masasında yalnız yemek  yediklerini görünce arkadaşlar bakışlarından anlamlar çıkarmaya çalıkşıyor;bense çoğu kez, Nahide Öğretmenin bir başka erkek arkadaşını, Namık Öğretmenin de bir başka kızı düşündüğünü aklımdan geçiriyorum. Bu gibi konuşmaları daha çocukluğumda ablalarımın, ağabeylerimin konuşmalarında duyardım. Okuduğum romanlarda da bunlara çok rastladım. Demek insanların çoğu böyle durumları yaşıyorlar. Zaten Fikret Madaralı Öğretmen de öyküleri, romanları tanımlarken “Gerçek ya da gerçeğe yakın olayları anlatan yazı türü olarak tanıtmıştı. C’nin evliliği bir gerçek, Rabia’nın evliliği ise gerçeğe yakın bir olaydır. C’ninki olmuştur, o şimdi köyde yaşamaktadır. Rabia diye biri ise ortalıkta yoktur; ama olabilir. Uyumaya çalışırken aklım yine Sinekli Bakkal’a gitti. Müzikle ilgili bilgiler var. Peregrini de müzikle ilgili piyano dersleri veriyor. Vehbi Dede de. Ancak sizin müzik bizim müzik yartışması yapıyorlar. Bunu bana Hidayet Öğretmen Keirtepe’deyken söylemişti. Yusuf Paşa’nın Saz semaisini akordiyonla çalıştığımı görünce gülmüş, onu ayırıp ötekilere çalışmamı söylemişti. Süheyla Öğretmense “Yine bir Gülnihal’i dinlediğinde “Bizim müziğimiz ama akordiyona da uyuyor’”demişti. Bu sözlerin aslı nedir?Bunu Peregrini ile Vehbi Dede konuşuyorlar. Ancak benim, onların dediklerini anlamam için birkaç kez okumam gerekecek. Aynı konuyu Selim Paşa ile oğlu Hilmi Bey de  tartışıyorlar. Sanırım bu konuda başka tartışmalar da var. Bunları bulup okumalıyım…. .

 

3  Aralık  1941   Çarşamba

 

İdris Destan  sessizce geldi, çadırın kapaklarını açtı, Mustafa Saatçı’ya kalk Hafız, SS nöbetçi, kızcağız soğukta tabak taşıyor, yardım et!”dedi. Mustafa Saatçı inandı, “Sahi mi? diye heyecanlanır gibi yaptı ama kalkmadı. Mahmet Yücel, “İmamlar vefasızdır, kalkmaz, kız orada buz tutsa gitmez!”dedi. İmamların  vefasız olduğunu nereden biliyorsun?”diye soranlar oldu. Mehmet Yücel gülerek, “Onu bilmeyecek ne var;baksanıza adamları ölülerin gözyaşına baklamadan toprağa gömüyorlar!”deyince bir gülmedir koptu. “Vefasız İmam!”Mustafa Saatçı çıkıuştı:

-İmamlar  gömmez, onlar dua ederler, dedi ama karşısındakilerin sesionu etkisizleştirdi   “Vefasız İmam!”Mustafa Saatçı sonunda, “Alacağın olsun İskelet, senin iskeletini açıkta bırakacağım!”Mehmet Yücel, :

-Sen benden önce öleceksin, SS’nin sevdası seni çok yaşatmayacak!” deyince arkadaşlar, Mustafa Saatç ı’ya  bağırdı:

-Kalk Vefasız, kıza yardım et! Bekir Temuçin, “Arkadaşı  kandırmayın SS nöbetçi değil, nöbetçi olsaydı dün öğleden sonra görürdük. İdris Destan dün sabahki şakanın öcünü aldı!”deyince. Mustafa Saatçı, “Ben öyle olduğunu biliyordum. O bugün nöbetçi değil deyip kalktı gitti. Mustafa Saatçı gitti ama konuşmalar sürdü. Arif Kalkan, “Yüz kez karar verildi, bu tür konuşmalar yapılmayacaktı, söylenen sözler dışardan duyuluyor, bunlar öteki sınıflar arasına yayılıyor!”dedi. “Sahi mi, şaka mı?” soruları arasında  kahvaltıya katıldık. Kahvaltıda Çay-peynir, yufka. . Son kahvaltı konuşmaları  sürdü gitti ama söylediğimize inanamıyorduk. Şakalar arasında kahvaltımızı ettik. Duyuru tekrarlandı, “Öğle yemeğinden sonra  masalar taşınacak, derslik çadırları kaldırılacak. Öğrenciler kişisel eşyalarını  toplayıp yola hazırlanacak. ! “Hüsnü Baykoca Öğretmenin söyledi doğru değil mi yoksa?”kuşkusu doğdu, İsmet’e sordum, İsmet, “Yok dayı, kokoca adam yalan söyler mi?Baksana babalarımıza selamlarını, sevgilerini yolladı, bize nasıl yalan söyler?”İsmet’i dinleyince rahatladım. Bu kez, “Herkes kendi eşyasını taşıyacaksa biz de taşırız, değiştir değiştire gideriz. Nasıl olsa herkesin belli bir yükü var, hızlı gidemeyeceklerdir. Gelirken kağnılar gelmişti, belki gene kağnı, ya da at arabası  gelecektir! Şimdi köyde at arabaları var belki de onlar gelecektir!”Kahvaltıdan sonra  yatakhane karmakarışık oldu. Bizim ranza kolay yerde olduğu için  sıkıntısız toparlandık. İsmet büyük çantasıyla akordiyonu alıp, Lalabel’e dek koşarak gidebileceğini söyledi. Ben de büyük çanta ile ortak çantayı alıp yokladım, “Ben de gidebilirim!”Sami Akıncı bizi gördü, ”Yok yahu, çantaları kamyon ya da arabalarla gönderecekler, yalnız biz üstlerine numaralarımızı, adlarımızı yazacağız!”dedi. Hidayet Öğretmen geldi, Halil Basutçu ile  bana  görev verdi:

-Bizim derslikteki sıralar ilkokula taşınacak, Çadır sökülüp yönetim binasının önündeki kuruluğa konacak!Ben, İsmet’le Yusuf’u; Halil de Sefer’le Hüsnü’yü çağırdı, sıraları okula taşımaya başladık. Öteki arkadaşlar da yardıma geldi, Arif, Hilmi, Salih, İdris, Mehmet Aygün, Ertur, Abdullah, iki tur da sıraları yerlerine yerleştirdik. Kızlar da bağırış çağırış içinde toplanıyorlar. Çadırı sökünce  hepimizde bir kederlenme oldu. Gülüyoruz falan ama, içimizden  zaman zaman ağlayacakmış gibi bir duygu geçiyor. Arkadaşları bilmem ama ben öyleyim. İçlerinde  biraz daha rahat olanlar var. Örneğin Halil hiç etkilenmiyor gibi. ” “Yazık, dersliğimizi yıktık!” dedim. Halil, “Ne var yani onu biz kurmuştuk!”dedi. 8 Haziran günü bakanımız Hasan Ali Yücel’le onun içinde konuşmuştuk!”dedim. Halil, “O çoktan gitti, sen onu bunun içinde mi sanıyordun?”deyip güldü. Bu kez ben, Okulu göstererek, “Burada bir çok şey bırakıyorum, akordiyon çalışlarımı, keman çalışmalarımı, gelen ekip arkadaşlarımı hep burada bırakıyorum. Beşikdüzü ekibinin kemençeli oyunları, atlayıp zıplamaları, Pazarörenli arkadaşları el çırpmaları, Kızılçulluların  diz vurmaları hep burada kalıyor, onları  anımsadıkça ben hep buraya geleceğim, onları başka yerde düşünemeyeceğim!”dedim. Halil “Sen  onları bırak şimdi, daha konuşursan ağlayacaksın!”dedi. Arkadaşlar hep güldüler. Çadırı bırakıp dönerken Yusuf Asıl da  külhanı göstererek ben  de burasını unutamam, ellerimi il kez burada kaldırdım, hiç yapamayacağımı sandığım oyunları burada öğrendim!”dedi. Bu kez de öteki arkadaşlar Yusuf’la bana, “Siz ya burada kalın ya da sonra buraya gelin!”deyip gülüştüler. Yatakhanedeki arkadaşlar ranzalara oturmuş, “Bu ranzalarda yatmaya nasıl da alışmıştık, onlardan nasıl ayrılacağız, diyerek kendi kendileriyle konuşup gülüşüyorlardı. Halil bu kez, “Herkeste aynı sözler, ben kendimi böyle duygulara kaptırmamaya çalışıyorum!”deyip dışarı çıktı. Ben de akordiyonu alıp muslukların yanındaki boş, tezgah -masaya gittim. Süheyla Öğretmeni beklediğim günleri anımsayarak bir Volga’yı, bir Gülnihal’i bir Tuna Dalgaları’nı. Arkasından İzmir Marşı’nı, Macar Dansını, O Çiçorniya’yı, Güzel Ankara’yı sıraladım. Yanımda birden çocuklar toplandı. Onlara da “Daha Dün  Annemiz’le Yalancı şarkılarını sonunda da   sözlerini  plaklardan anımsadığım  “Yolculuk var yarına, sevenler diyarına  şarkısının ilk bölümlerini bastıra bastıra çalıp bıraktım. Toplananlar alkışladılar. Kızları görünce, benim için çıktıklarını düşünürken  çocukları yemeğe oturduğunu gördüm. Akordiyonu bırakıp son kez yemek masamıza oturdum. Yemeklerimniz de sık sık söylediğimize uygundu:Tas Kebabı-Pirinç Pilavı-Erik Hoşafı, Hilmi, ”Bre, bu Hasanoğlan’da ne çok erik varmış, bitiremedik gitti!”dedi. Mehmet Aygün Hilmi’ye katıldı, “Gerçekten görünürlerde erik ağacı yok ama, eriği çok!”Yusuf güldü, “Pirinç ağacı da yok ama, pirinç yiyoruz!”deyince, söz  cıvıdı, “Çay ağacı da yok ama, Bulur ağacı da  tok ama, Mercimek ağacı da yok ama…. . ”Namık Ergin Öğretmen duyuru yaptı. Her sınıftan bir arkadaş yolculuk süresince bana karşı sorumlu olacak. Bu nedenle bir arkadaşınızı seçin, o kendini bana bildirsin!”dedi. Bizim masa bana baktı, ben başımı attım, Halil Basutçu, Namık Öğretmenin  güvendiği arkadaşımızdır!”diye kestirip attım. Zaten tartışmaya gerek kalmadı arkadaşlar, ”Halil Basutçu!”dediler. Böylece  Yolculuk Başkanımız Halil Basutçu seçildi. Yemekten sonra nöbetçiler tabakları toplayınca Namık Öğretmen sorumlu sınıf başkanlarını topladı. Önce yemekhane masaları, tabureleri kaldırılıp taşındı. Orası boşalınca kocaman bir alan oldu. İlk okul çocukları için kapalı oyun sahası olarak düşünülmüş. Halil geldi, Mutfakta çalışacak iki arkadaş istedi. Kimse gitmek istemedi. . İş tartışmaya dönünşünce ben bir öneride bulunum:Zorunlu bir nöbet sıramız var. Bugünkü nöbetçi ile yarınki nöbetçi gitsin. Kepirtepe’ye gidene dek o nöbetçilik sürsün. İsmet bağırdı, “Ne yaptın dayı?Yarın nöbetçi benim!”Bu kez ben, Sen istemiyorsan, ben sözümden dönecek değilim, senin yerine ben tutacağım. ”Arkadaşlar   önerimi benimsediler, Mustafa Saatçı ile mutfağa gittik. Mutfakta otuz tane yiyecek paketi yaptık güzelce iple bağladık. Namık Ergin Öğretmen Mustafa'yla  beni görünce, “Geldiğinize sevindim, sizin sınıfınızı düşüncemden çıkardım, yol süresince beraberiz değil mi?”diye sordu. Olayı anlatınca da “Aman ne sevindim, ne uğurlu bir rastlantı, Kepirtepe’ye dek sürsün bu nöbet!”dedi. Biz de sevindik. Paketler akşam yemekleriyle birlikte dağıtılacakmış. Öğretmen akşam zil çalınca birkaç arkadaşı alın gelin sizinkileri dağıtın!”dedi. Arkadaşların yanına döndük. Hem sevinç hem tedirginlik. Neyse ki şakalaşmalar sataşmalar vakit geçirmeye yarıyor. Herkes kendi eşyalarını eline alıp alıp bırakıyor. Kimi arkadaşların çantaları küçük, çamaşırları torbalarda. Torbaları sırtlayıp çantaları ellerine alıp okul bahçesinde dolaşıyorlar. Benim çantaya, Namık Öğretmen kocaman bavul!”dedi. Benim  büyük çanta oldu bavul. Öyleyse İsmet’in büyük çanta da  Bavul çünkü o da benimkine yakın büyüklükte. . Ancak öteki küçük. Küçük ama o daha ağır. Nedeni de kitapları ona sıkıştırdık. Erken yatıp erken kalkacağız. Mustafa Saatçı, “Konuşan olursa boğazlarım!”diyor. Haydi bu kez sde “İmam boğazlayacakmış!”söylemleri  tekrarlandı durdu. Hava kararırken çağırıldık. Yusuf, Hasan, Mustafa paketleri almaya gittik. Paketler iki çuvala kondu, uçlarından tutup okul bahçesine getirdik. Masalar kaldırıldığı için lüsk getirilmemiş, yatakhane lüksünü asıp paket  bölüşmesini yaptık. Mustafa Saatçı :

-Arkadaşlar, küçük paketleri şimdi, büyük paketleri yarın yolda açacaksınız!dedi. İdris, Bekir, Abdulla Mustafa’ya sordular, “Büyükleri şimdi  küçükleri yarın açsak ne olur?”Hidayet Gülen Öğretmen gelmiş bir ayırdında değiliz, gülerek, “Yolda aç kalırsınız ne olacak?”dedi. Arkadaşlar şakalaşıyoruz!”deyince Hidayet Öğretmen, “Canım biliyorum, ben de  zaten şaka söylüyorum. Siz artık büyüdünüz, neyin ne olacağını pekala biliyorsunuz, hep biliyoruz . ama bilemediğimiz gerçekler de var;onlardan birisi de bu ayrılıklar, ben sabahleyin benimkilerle uğraşırken sizi kaçırabilirim, size topluca güle güle demeye geldim!”dedi. Sesi belli belli kısıldı. “Bu ayrılıkları oldum olası sevmem aba hep de başıma gelir. En hoş olayan da  sizden ayrılmak oluyor, bunu bilin. Haberleşelim, güzel yaşamlarınızı, başarılarınızı duyunca mutlu olacağım, bunu unutmayın!”dedi arkasını dönüp gitti. ”Öğretmen ağladı diyenler oldu. Ben  ağladığını görmedim ama sesi öyle gibiydi…Gene de  yiyeceklerimizi gülüşmeler arasında  yedik. Paketini boşaltanlar Mustafa Saatçı’ya çattılar, “Benim pakete az koymuşsun. Mustafa yorulmadan  her söyleyene, öteki yolculukta daha çok payı olacağını söyledi. Arada da “Öteki paketi aç çocuğum, yarın da ben yerken  bakarsın!”gibi sözler söyledi. Lüksün fırtladığı görülü. Lüks ustası Mustafa Saatçı, lüksü indirdi ama nasılsa  lüksün fitilinin yarısı düştü, karanlıkta kaldık………

 

4 Aralık 1941 Perşembe

 

Ben gene salonun bir köşesindeki masaya oturdum. Kaldığım yerden yazmak istiyorum ama bir türlü toparlayamıyorum. . 4 Aralık akşamı lüks sönünce uzun süre karanlıkta kaldık, yattık. Selçuk Korol Öğretmenin sesiyle kalkıp  eşyalarımızı çadırın önüne çıkardık, az sonra kamyon geldi, eşyaları kamyona yükledik. Ben akordiyonu vermek istemedim. Namık  Öğretmen bana “Al akordiyonunu atla kamyona!”dedi, Mustafa’ya da “Sen de Mustafa!”dedi. Biz kamyona atladık. Kamyon, kızların kaldı yerin önüne gitti. Namık Öğretmenin işareti üzerin atlayıp onların eşyalarını da alıp çeşme önüne indik. Orada  oldukça bir büyük  eşya yığını vardı, onları kamyona doldurup yola çıktık. Bir süre sonra da Lalabel İstasyonu önünde  durduk. Kendimi rüyada sandım. Meğer Lalabel’e tren yolunun öbür taradında  düpedüz yol varmış. Ben hep köyden  tepelere bakıp gitmeyi düşünüyordum. Arkadaşlar da öyle sanıyordu. Eşyaları kolay bulunacak şekilde sıraya dizdik. Arkadaşlar gelince sırayla önlerinden geçip  çantasını alacak. Namık Öğretmen, “Yanlışlık olur da biri  “Çantam yok!” derse, ortalıkta kalanı o alır, trende kontrol eder doğrusuyla  değişiririz!”Tenden 15 dakika önce arkadaşlar geldi. . Önce bizim sınıf sonra kızlar, 7. sını daha sonra da büyük grup 8. sınıflar  çantalarını aldı. Hiç bir sızlamnma olmadı. Namık  Öğretmen  bu kez Halil’i de yanına aldı, dördümüz en sonra bineceğiz. “Benim iki çantam var!”dedim. Öğretmen gülerek birini ben alırım!”dedi ama gerek kalmadı, tren gelince İsmet, Yusuf işbirliği yapmış, hepsini çıkardılar. Ben akordiyonu bırakmadım ama görevimi de iyi yaptım, Namık Öğretmendn bir önce trene ben bindim. İsmet akordiyonu da aldı. Ben pencereye dayandım, dikkatle bakıyorum, İsmet geldi gitti, “Dayım rahatsız oldu, kusacak galiba diyormuş!”Cebeci İstasyonu’nu geçerken Konservatuvarı  gördüm, sevinerek  bana ayrılan yere döndüm. Yusuf “Kustun mu?”diye sordu. Güldüm, “Ne kusması?”Anlattım, Süheyla Öğretmen şimdi orada öğrenci, giderken bakacağıma söz vermiştim, baktım!”dedim. Az sonra Ankara İstasyonunda indik “”İnmeseydik!”diyenler oldu. İndik, ancak  binince çevremizde bizden çok insan toplandı. İlginç, bakan insanların yanında biri bize kim olduğumuzu soruyor. Anlatıyoruz. yanındaki bir güzel dinliyor, hatta  gülümsüyor, çekilip gitmesini beklerken bu kez o soruyor. “Siz neredn gelip nereye gidiyorsunuz?Konuşmak isteyenler defalarca anlattılar. Sonunda  bizim vagonlar geldi, vagonlara rahat geçtik. Bundan sonra rahat olacağız, bizim taraflara yolcu geçmeyecek. Artifiye’ye dek öyle olacak. Ekmek aldık. İsmet çok istedi, köfte aldık. Ben gene de yufkaları yedim. Trenin kalkmasını beklerken birden hava karardı. Akşam oldu sandık, oysa saatler daha öğleyi gösteriyordu. Az sonra lapa lapa kar başladı. Karla beraber bizim tren de kalktı. Ankara arkamızda  dumanlar içinde kaldı. Ankara marşını söyledik. Kimisi Ankara’nın taşına bak, Kimisi Ankara Ankara güzel Ankara derken Namık Öğretmen geldi, “Rahat mısınız?”diye sordu. Halil’e Eskişehir’den önce buraya uğramayacağım, gene de önemli bir durum olursa bana haber ver!”dedi. Hasanoğlan’a giderken istasyonları doğru sıralayamamıştık. Ben bu defa  doğrusunu yazmaya kalklıştım. Ancak geçtiğimiz istasyonları hep karda geçiyoruz. Giderek de  soğuk  oldu. Koridorlara çıkmaktan giderek zorlaştı. Üşüyenler çıkıp pencerelerin açık olup olmadığını  kontrol etmeye başladı. Karanlıkta  Polatlıya geldik. Uzun süre de orada kaldık. Arkadaşlardan uyuyanlar oldu. Akşam yemeği düzenli yenmedi. Tren kalkınca elimdekileri yemek için koridora çıktım. Vagonun en ucunda cam önünde Sami Akıncı’yı gördüm. İlgimi çekti. Sami parmağı ile camı dürtüklüyordu. Önce soğuk mu  diye yokladığını sandım. Sami  yerine girince gittim baktım. Cam su gibi terli, camda bir yazı var. Sami, Necmiyeyi seviyor. Birden şaşırdım. Bu yazıyı başkaları da görsün istedim, ama kim görsün? “Ben bunu düşünürken tren sallandıkça sular aktı yazı bozuldu. Üzülüm. Kimseye de söylemedim. Söylesem inandıramayacaktım. Bunu düşünürken uykum geldi, uyuklamaya başaldım. Eskişehre gelince Namık Öğretme  bize uğradı, iyi olduğumızu gördüğünü söyleyip gitti. İyice uyuklamaya başlamıştım. Herkes uyanmış, gülüyorlar. Ahmet Güner dışarı çıktığında camda bir yazı görmüş, Sami, Necmiye’yi seviyor! Bu yazıyı benim yazacağımı düşünmüşler. “Kon uşmaları duyuyor  ama uyur numarası yapıyor!” diye konuşuyorlar. Gözlerimi açtım. Aynı sözleri söyleyince, bunu çirkin bir iftira olduğunu, bunu benim yapmayacağımı, ayrıca  saatlerdir dışarıya çıkmadığımı anlattım. Sonra da  daha önce ben Sami’nin camlara yazı yazdığını gördüğümü ama ne yazdığın görmediğimi anlattım. Çıkıp öteki uca da baktılar. Orada da benzer bir yazı varmış. Böylece ben iftiradan kurtuldum. Bu kez Sami kendisi niçin yazsın?sorusu ortaya atıldı. Uzun uzun tartışıldı. Ben, “Sevdiğini herkese duyurmak isteyebilir!”deyip kestim. İstasyonlar arası gene uzadı, uyur uyanık giderken galiba çok uzun bir süre uyumuşuz. Namık  Öğretmenin “Hazır olalım!”ünlemleriyle  toparlandık. Trenden kara indik. Ancak hava  neredeyse ılık, yüzümüze bir sertlik vurdu ama, pek etkilenmedik. Tren bizim vagonları bıraktığı için rahat inip okulun yolunu  tuttuk. Okul sıcaktı, gösterilen yataklara  arkadaşlar serildi. Okuldan görevliler bize tuvaletleri gösterdi. . Namık Ergin Öğretmen, “Biz de yatabiliriz!”deyince pestil gibi yattım.

 

5  Aralık  1941 Cuma

 

Arifiye Köy Enstitüsü büyük binanın salonundayım. Yüksek tavanlı, Pehlivan amcamın sinema salonu gibi bir yer. Dışarda kar yağıyor. Esinti falan yok, çok soğuk değil ama kar lapa lapa yağıyor. Ağaçların dalları  yerlere eğiliyor. Buraya dün gece geldik. Yattığımız yerlerde öğrenci yok. Öğrencileri izine gönderilmişler. Yeri yakın olan öğrencilerin gönderildiği söyleniyor. Ali Özer’le Selahattin Odabaşı’nı aradım, ikisi de izinliymiş. Kahvaltıyı da ayrı yaptık. Bu okulda çalışan  işçi kadınlar var. Belki bizim içindir. Bir teyzeyle konuştum, yanında  bir kız öğrenci vardı, kızın  kadına anne dediğini duydum. İlgiyle bakınca  teyze, “Kızım!” deyip öğrenciye sarıldı. Öğrenciye bu kez sordum. Öğrenci  son sınıftaymış, Ali Özeri de Selahattimn i de tanıyor. Ali ile aynı sınıftaymış. Bizim geleceğimizi öğrenince bize yer açmak için onları izine bırakmışlar.

Kar dün yağmaya başlamış. Burada kar çok kalmazmış. Gölü sordum, kız eliyle tarif etti, “Çok yakın, evimiz gölün kenarındadır!”dedi.

Bizim arkadaşlara derslik göstermişler, orada toplandıkÇevre aydınlık. Kar yağışına yabancı yabancı bakıyoruz. Doğrusu biz  üç yıldır bu tür bir kar yağışı görmedik. Arkadaşlar biraz şaşkın bakıyorlar. Şakalaşmalar, sataşmalar sürüyor ama, okulları karşılaştırmadan da geri kalmıyorlar. Bizim okul bakımından şanssızlığım bir kez daha ortaya çıkmış durumda. Demin oturduğum salona bizi çağırdılar. Okul Müdürü bizimle konuşacakmış, gittik. Müdür, güçlü, kuvvetli bir kişi gibi tavırlar içinde. Başçını ağıkr ağır çevirip dikkatle bakıyor. Süleyman Edip Balkır. Konuşmaya başlayınca gülümseyerek:

-Bize, beklediğimiz karı getirdiğiniz için teşekkür etti. Yağışların bereketinden, özellikle karın, temizliğinden söz etti. Bizim Hasanoğlanda kurduğumuz okulun önemi üzerinde durdu. ” “Örnek oldunuz, bundan böyle Köy Enstitüledri daima el ele tutuşarak çalışacaklarlar!”dedi. “Burası da   sizin okulunuz, eviniz, öyle bilin rahat edin!”dedi ayrıldı. Arkadaşlar gene okul içine dağıldılar. Okulda kalanlar çoğunlukla küçük sınıflar, onlara yaklaşanlara sıcak davranıyorlar

Küçük gruplar olarak okulun içini gezdik. Bizim okula benzemeyen tarafları var. Küçük bir odada duvarlara asılmış  mandolinler, notalar var. Bir köşede gazeteler dizili, bir çok yiyecek satan  dükkan büyüklüğünde kooperatifleri var. Kooperatifleri ilgimi çekti. Bir öğretmen bakıyormuş ama  çalışan öğrenciler  seçilerek belli süreçlerde değişiyormuş. Bizim geçen yıl başlattığımız gibiymiş. Müzik, Beden Eğitimi öğretmenleri varmış. Bunları dinleyince üzüldüm.

Yemek zili çaldı, yemekhanelerini gördük, tertemiz, birini az önce gördüğüm iki  bayan görevli ortalıkta dolaşıyor. Yemekleri pek farklı değil ama, bize fazladan elma verildi. Kavun, karpuz, üzüm biliyorduk ama  elma ilk kez yiyoruz. Yemekten kalkınca beni görüşmeye çağırdılar. Buna da şaşırdım. Aranılan öğrenci görüşme yerine gidiyormuş. Nöbetçi öğrenci önüme düştü beni küçük bir odaya götürdü. Şaşırdım, ”Salim Amcam. Adapazar’da asker olduğunu biliyordum ama burada ne işi var, benim geleceğimi nereden duydu?Sevindim, sarıldım. Oturup konuşabiliyormuşuz, oturup konuştuk. Salim Amca burada Kalaycı köy denilen yerde gözetleme birliğindeymiş. Buraya gelinse okulun  adının Köy Esntitüsü olduğunu görünce girmiş, birileriyle konuşmuş. Çok girgin tatlı dillidir, rüdbesi de çavuşmuş. Sık sık gelmiş, kooperatiften alışveriş yapmış, iki yıldır burada tanımadığı kimse kalmamış. Okul Müdürü ile de senli benli konuşuyormuş. Biz konuşurken nöbetçinin  gelip “Çavuş Amca isterseniz, salona geçin demesi iyice aklımı şaşırttı. Salim Amca nöbetçiye, ”Hayır oğlum biz biraz köye çıkacağız, kaldığım yeri ağabeye göstereceğim, benim rahatlığımı  köyde bizimkilere anlatmasını istiyorum!”deyip içeri gitti. Biraz sonra da Namık Ergin Öğretmenle döndü. Namık Öğretmen bana “Geç kalmazsın di mi?”dedi izinli olduğumu söyledi. Salim amca ile diz boyu karda(Gidiş geliş nedeniyle yol açılmış) Kalaycı köye çıktık. Okulun biraz yukarısında  ağaçlık içinde (Kardan ağaçlar arasınada)bir köy. Evler boşaltılmış, evlere asker yerleştirmişler. Gerçekten askerlerin kaldığı yer, atları, ahırları, telsizleri, cipleri olan bir yer. Askerler bana hoş geldin  dediler. Salim Amcam çocuk gibi konuşuyor, ne yapacağını  neredeyse şaşırıyor. Soruyor, Ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi gene gene sordu. Bu kez de ben ona sordum, “Geleceğimi nereden bildin, ”Salim Amca  “Benim orada çok  dostlarım var, merhabalaşırız, onların çoğu seni tanımıştır, adını söyle sana  seni anlatsınlar!”dedi. Bizim orada kalacağımızı onlar duyunca geleceğimiz günü söylemişler. Salim Amcam akşam geç vakte dek beklemiş. Biz konuşurken, bir asker bir tepsi ile geldi  kocaman iki çanak içinde bir birine benzeyen pekmez gibi sıvılar var. Amcam hemen anlattı. Burası elma memleketi, burada elmadan pekmez yapılır. Yemem demek yok, sen tatlı seversin biliyorum, ye bundan, bizim eve gidince yengene anlat, deki, bahçede elma yeri hazırlatsın, gelirgelmez elma bahçesi yetiştirecekmiş!”de. Pekmezden yedim. Çoktandır tatlı yemiyordun, çanağı yarıladım. Öteki daha tatlı gibi geldi ama yoğun değildi. O da kamış pekmeziymiş. Salim Amcam “Elma  pekmezi yenir, kamış pekmezi içilir!”deyip güldü. Kalktık. . Köy tepeler üstünde, okulu tap tepeden görüyor. Göl ayaklar altında ama kar rengine  benzediği için  salt bir  düz ayna görünümünde. Salim Amca, “Tam yaşanacak yer ama, öyle başka yerden gelip yaşamak zor, burada doğup toprağı olanlar için cennet. !”dedi. Salim Amcamı gördüğüme çok sevindim. Birlikte okula kadar indik. Salim Amcam ayrılırken  üzgün bir tavır takındı. “Ayrılıklar beni böyle yapar, sakın sen böyle olma, duygusallık iyi değil!”dedi sarılıp öptü arkasını dönüp asker adımlarıyla gitti. Arkasından baktım, uzun boylu, kaputuyla daha  iri, güçlü görünüyor, öyle uzaklaştı. Yanlarına gidince arkadaşlar, gene  mi birini buldun?O kimdi dediler anlattım. “Ne şanslısın?” diyen oldu. Bu benim şansımdan değil geniş aile bireylerinin çokluğundan, Edirne ya da Kırklareli köylerine gitsek en az on kişi ile karşılaşacağımı, çünkü a ileden asker olanların çoğu oralarda. “Gedliğini nasıl öğrendiği?”  sorulunca olayı anlattım. Mehmet Yücel:

-Amcası Dayı’yı özel olarak bekliyormuş, iyi insanmış demek, bunu herkes yapmaz!dedi. Az sonra, tanışma toplantısı yapğılacağı söylendi. 270 kişi biziz. Onlardan da yüzden fazla  öğrenci geldi, koca salon dediğimiz tıka basa doldu. Bir öğrenci “Hoşgeldiniz!”dedi. Bizden de  Sami Akıncı yanıt  verdi. Onlar ünlü oyunları Meşeli’yi  söyleyip oynadılar. Ben akordiyonla  onlara katıldım. Daha doğrusu çalmaya başlayınca onlar sesi kesip oynadılar. Yer darlığı nedeniyle az insan çıkmasını istediğimden Dağlı Zeybeği’ni çaldım. Ahmet’le Yusuf dışında kimse kalkmadı. Onlardan bir grup Dostluk diye bir şarkı söyledi. Şarkıyı çok güzel söylediler, İki sesli, söylemişler. Kapı yanındakiler gitmeye başladı. Ben ne yapılacağını bilmediğim için sustum. Bizim arkadaşlar da çıktı. dersliklere dağıldılar. Akordiyonu bırakırken, Namık Ergin Öğretmen akşam yemeğine girmememi söyledi. Niçinini sormadım. Ancak içimden içimden düşündüm. Acaba niçin?Yemek zili çalınca herkes gitti, Namık Öğretmen geldi, “Müdür Süleyman Edip Balkır’ın  konuğuyuz bu gece!” dedi. Öteki arkadaşlar hazırmış, bir kızla Nahide öğretmen de bize katıldı. Görevli bizi göle yakın bir yerde bahçe içinde bir eve soktu. Alt katta buyuk bir  salona  oturduk. Sabah konuştuğum kadınla kızı yemekleri getirdiler. Namık Öğretmen konuştu, şakalar söyledi. Okul Müdürü, şiir okudu, adlarımızı sordu. Namık Öğretmen benim asker amcamı anlattı. Okul Müdürü, “Aaaaaa, o sen misin?Biz seni hep tanıdık, bak bak bak”diyerek güldü. Bize  yemek getiren kız öğrencinin adını da öğrendik;Yıldız. Bizim kızlardan Yıldız adlı  kimse yok. Küçük görünüyor ama şirin. Bizim buraya getirilen kızı da pek bilmiyorum, Perihan dediler galiba, görüyorum ama hiç konuşmadığım biri. Gül gelseydi sevinecektim. İçlerinde tek bir Hasan  Arabacı yakından tanıdığım, Rafet Kurşun’u da şöyle böyle. . Şevki de pek yabancı değil ama Murtaza, yanındaki Hasan’ı, Selami’yi görmemiş gibiyim. . Biraz da   bulunduğumuz yerde sıkıldığımdan olacak. Çağırıldığıma sevindim ama sıkılmadığımı da söyleyemem. Ben hep Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır’a baktım. Süleyman Edip. Yakında kitabını okudum, Halide Edip. Edip, kadın adı  mı, erkek adı mı?Yoksa ikisi de mi oluyor. Galiba ikisi de oluyor. Bir de bizim müdürüümüzü düşündüm. Bekar, evi falan da yok. Sahi nerede oturuyor acaba?O kadar  dalmışım ki, herkes bana gülmüş, çok sonra toparlandım. Süleyman Edip bana sormuş, “Sen ağabey, okullara  ara vermişsin, belli, göçmen misin?diye  sorusunu tekrarladı. Köyümde 5. sınıf olmadığını, açılında da geç meç devam ettiğimi anlattım. “İyi olmuş, ”Kastamonu/Gölköy'ü ben kurdum, ilk öğrencilerin çoğunu ben seçtim, seçerken de böyle senin gibi okumaya  hevesli ama  geç kalmışları özellikle önem verdim. Sonra gördüm ki  doğru yapmışım, şimdi Gölköy’de onların hepsi yıldız öğrenciler, beni de unutmazlar, mektuplarını tebriklerini hep alırım!”dedi. Beni onurlandırıcı biçimde konuştu ama o sıra pek  sevinmedim. Okulu bitirince ne yapacaksın?”diye sordu. İyice şaşırdım. “Bilmem, önce bitirmeyi düşünüyorum!”deyince geniş geniş güldü, “Haklısın , önce okul bitsin, sonra düşüneyim, diyorsun, buna  “İstim sonra gelsin” derler. Ancak okul yaşamında bu  her zaman doğru olmaz. Geçmişinde isabet olmuş ama ilerki yıllarda yaş engeliyle karşılaşabilirsin. En iyisi sen şimdiden planlarını kur, ona göre hazırlan!”deyince bu kez konuşmaya karar verdim. “Aslında planlar kurdum ama   şansım yardımcı olmayacağa benziyor. Kültür derslerimi  ilerletip bu okuldan sonra yüksek okullara gitmeyi düşlemiştim. İlk yılım iyi başlamıştı. Okulumuz değişti, arkasından öğretmenleriz askere ayrıldı. Yerlerine öğretmen gelmedi. Sonra da Bildiğiniz gibi Hasanoğlan’a gittik. 9 aydır hiç ders görmedik. Sürekli okudum, çalıştım ama bir adım ileri gittiğimi sanmıyorum. Kepirtepe’deyken askerdeki Ahmet GürselÖöğretmenimle mektuplaşarak lise 1. sınıf problemlerini aşmıştım. Hasanoğla’da öylece kaldı. Almanca da öyle. Süleyman Edip Balkır, “Bak bak bak, ben bilmeden senin derdini depreştirdim. Sen benim dediklerimi aşmışsın, yaptıklarını yapmaya devam edersen seni kimse durduramaz. Yolunu çizmişsin, o yola devam edeceksin. Şimdi büyük bir savaş oluyor, biliyorsunuz, dünyanın iki güç devi  biri  öbürünü yutmak için didişiyorlar. Azgın Alman ordusunun büyük bölümünü durduran komutan, 30 yaşına dek fabrikada işçilik yapmış, zeki, çalışkan olduğunu görenler onu okumaya yönlerdirmişler. Okumuş, savaş çıkınca da orduya geçmiş. Alman Ordusu karşısına bozulmuş, parçalanmış birlikleri toplayarak çıkıyor, şimdilerde de Alman ordusunu durdurmuş durumda. Adam resmen Rus orduları başkomutanlığına koşuyor. Bu da gösteriyor ki, insan isterse  kendine yaş sınırı koymaz, hedeflediği yere dek koşar. İşte biz buna  başarı diyoruz. !”Ben bir şey diyemedim, Namık öğretmen  teşekkür etti, aralarında bir şeyler konuştular. Kalktık. Nedenini pek anlayamadım, çıkarken de Müdür Süleyman Edip Balkır, elini omuzuma koyup başarılar diledi. Kendi kendime  düşündüm bu ilgiyi, Salim Amcamın sık sık gelip okul uğraması, geleceğimi duyunca da canla başla ilgilenmesine bağladım. Salim Amcam beni çok sever, beni çok zeki olarak bilir. Okula gitmeden alfabe okuyuşumu hiç unutmamıştır. Bunu, bugün bile beni tanıttıklarına söyler. Yolda Namık Öğretmen takıldı, “İbrahim, seni getirdiğme sevindim, gelmeseydin biz Süleyman Edip Balkır’ı belki de hiç konuşturamayacaktık!”dedi. Ben, “Beni nereden tanısın, orada otururken  yaşlı oluğumu gördü, Kastamonuda yaptıkların anlatmak için  bana söz atmış olabilir!”dedim. Namık Öğretmen yok öyle değil, senin çalışkan bir öğrenci olduğunu onun kulağına biri fısıldamıştır. . Güvenilir bilgi almamış olsa  sana    ünlü mareşaldan söz edermiydi?Güzel konuştu, bunu unutma. Böyle güzel sözler insanların sıkıntılı zamanlarında anımsanınca rahatlamasına yardım eder!”dedi. Okula geldik. Arkadaşlar, yatmışlar, konuşuyorlar. Yarın öğlede trene biniyoruz. . Bu gece rahat uyku, yarın gece gene trende geçecek. Yattım ama kafam karışık. Rus mareşalı, Çavuş Salim Amcam, Elma ya da kamış pekmezi, Süleyman Edip Balkır, Arifiye, Sapanca, Sapanca Gölü, Kalaycı Köy, askerler, diz boyu kar, İstanbul, Lüleburgaz Kepirtepe. İyi de benim derslerimin iyi olduğunu Süleyman Edip Balşkır’a kim söyler?Kim , kim , kim?derken konuşmalar kesildi….

 

6  Aralık  1941  Cumartesi.

 

Ziller değişik geldi ama uyandık. Kar dinmiş, hava günlük güneşlikAğaçlardan karlar sesli, sesli düşüyor. Okulun çevresi bahçelik. Tren yolu ise tam da önünden geçiyor. Az ödeden de  otobüs yolu geçiyormuş. Yemeği erken yedik. Bayrak töreninden hemen sonra da  trene bindik. Adapazarı’dan gelen bir tren bizi aldı, sapanca gölüne baka baka yola çıktık. Gözlerimiz İstanbul’da. Ankara gibi işte İstanbul diyeceğimizi sanıyoruz. Daha doğrusu bazı arkadaşlar öyle düşlüyorlar. Oysa İstanbul uzaktan görmek değil içine girilince  uzun uzun içinde gidilen bir yer. İzmit’te tren  çok durdu. İsmet pişmaniye aldı. Yüzü gözü tatlı oldu. İstanbul’da kar var mı? herkesin merakı bu. Haydarpaşa’yı biliyoruz. Şimdiye dek gördüğümüz en görkemli bina. Büyük Millet Meclisi binasından bile    büyük. Çok kalabalık. Ağır ağır, merdivenlerden indik. Nazmi Aybar  Öğretmen Hasan gülümser, Süleyman Gege, Rıdvan Ateşer’le biletleri aldı. Merdivenlerde vapur bekledik. Gelenler geçenler bize bakıyor. Merdivende duruşumuz geçenlerin dikkatini çekti. Gerçekten  toplu olunca kılıklarımız şaşırtıcı oldu. Kimimiz  öğrenci kasketli kumaş giysili  kimimiz asker   giysileri içinde. Konuşulanları hep duyuyoruz. Birileri biliyormuş gibi yanındakilere analtıyor:

-Bunların yarısı asker yarısı öğrenci. Hepsi trnde Asker sülüsü ile gittiğinden böyle karışık duruyorlar!” Kadın bağıra çağıra yanıtladı, “Ee. . Bunların çoğu  güççük yaaa!”Güldük. Vapur geldi. Elimde iki çanta, İsmet’le kenara çekildik. Herkes bindi, arkalarında girdik. Vapur hoşumuza gitti ama, elimizde  çantalar pek bakınamadık. Köprüde vapurdan indik. Bir birimize vurmadan  topluca yürüyerek Sirkeci’ye ulaştık. Sirkeci’ye  varınca rahatladım, buradan öte nasıl gidildiğini biliyorum. Rıdvan Abilerin  dükkanını görüyorum. Bir saat kadar kalacak olsak, hemen gideceğim. İsmet’e de biraz gösteriş yapıyorum. Yazık ki, hiç zamanımız yokmuş. Üç vagon yerine iki vagona sıkıştık. Kızları, öğretmenleri yolcu tarafuna almışlar. Bizim sınıf üç kompartmana sıkıştı. “Buradan ötesi kolay!”dedik ama yolculuğumuzun en zoru da burada oldu. Her istasyonda bekledik biz sabırsızlandıkça  tren durdu. Öyle ki bir ara arkadaşlar, “Bu tren geri gidiyor diye sızlanmaya başladılar. Çerkez Köye gelince Harun, Muratlıya gelince de Salih yerlerini tanıyınca geri gitmediğimize herkes inandı. Lüleburgaz İstasyonuna  indiğimizde 10 Aralık 1941 Pazar günü  başlamıştı. Bizim kamyonla birlikte daha üç kamyon gelmişti. Küçük sınıflaradan başladılar, Kızlar, 7. sınıflar 8. sınıfların çoğu gitti. Bir kamyonluk kaldı. İsmet’le yükümüzün çokluğunu öne sürüp faytonla gitmeye karar vedik. Fayton 10 lira biz beş lira  öteki üç arkadaş da beş lira verdi(Yakup, Hasan, Ali Önol)kamyonu beklemeden yola çıktık. Ancak  faytonumuz umduğumuz gibi hızlı gitmedi, biz merdivenleri çıkarken  arkadaşlar da geldi. Okulumuza gelmesin sevincini pek duyamadık. Pestilimiz çıkmıştı. Üstelik hepimize yatak da hazırlanmamış ya da yanlışlık olmuş, biz yataksız kaldık. Sobası yanan bir yer bulduk, yakacağı boldu, doldurduk, sıraları yaklaştırarak uyumaya başladık. Bir süre sonra birisi karanlıkta geldi fısıltıyla konuşarak birer battaniye verdi. Battaniyeden sonra oldukça derin uyuduk.

 

7  Aralık  1941  Pazar

 

Uyandığımda saat 7’yi geçiyordu. Hemen hemen herkes uyanmıştı. Rüyada gibi bakışıp gülüşüyoruz. Kepirtepe’deyiz. Çok sevinemiyorum, Arifiye tertemiz, karlar içinde. Binaları sıvalı, köy gibi de olsa insanların  bulunduğu, yollara yakın bir yer. Kepirtepe’de kar yok ama daha soğuk, karanlık karanlık geldi bana. Dışarı çıktım. Kamber Amcamın köyü Yeni Bedir’e baktım;yakın, ancak birden içimdeki gitme isteğı azaldı. Hava da bulutlu, kara kara bulutlar yuvarlana yuvarlana yer değiştiriyor. Derslikleri gezdik; bir yıldır bu sıralara oturmadık. Bir yıl dedikçe arkadaşlar tepki göstgeriyor. “Daha bir yıl olmadı! “Ben de inadıma açıklıyorum:

-7  Nisan Cuma 1941 günü son  ders günümüz oldu. 8 Nisan 1941 Cumartesi günü izinli gittik, 15  Nisan1941 cumartesi günü  okula döndük, 16 Nisaan 1941 Pazar günü yola çıktık, 18 Nisan 1941 günü akşamı Hasanoğlan köyüne indik. Bugün “10 Aralık 1941. 12 iki ay olmamış ama 10  ya da 9 ay olmuş, ne fark eder? Üstelik  dersler, Göç söylemlerinin  çıktığı günlerde bitmiş gibiydi.

Küçük sınıflara da bakıyorum, Kepirtepe’ye dönüleceğini duyduklarında gösterdikleri sevinci yüzlerinde göremiyorum. Hasanoğlan’dakine benzer bir kahvaltıyla karşılaşınca iyice  durgunlaştım. Kamyon geldi, Kamyondan muhasebeci Hikmet Bey, Müdür Bey, Fikret Madaralı, Salih Ziya Büyükaksoy, Besim İyitanır Öğretmenlerle , Ahmet (Gökay) ağabey indi. Yağmur başladı. Yemekhanede toplandık. Müdür Bey, konuştu çok güzel sözler söyledi sonunda  bizim ailelerimizii, onların da bizi özlemiş olduğunda görüşmek özlemlerimizi gidermek üzere izinli olduğumuzu, yakın olanların bugünden, isteyenlerin yarından başlayarak gidebilecekleri söyledi. Gitmek istemeyenlerin de  bu süreçte okulda kalabileceklerini sözlerine ekledi. Dağılmadan dersliklerimize gitmemiz duyuruldu. Az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Hiç ayrılmamış gibi gülümsedi, “Ne yaptınız? diye sormayacağım sizi buradan adım adım izledik, yaptıklarınızı biliyoruz bununla da övünüyorz. Onun dışında nasılsınız?Geldiğinize seviniyor musunuz?Seviniyorsanız sizinle bu sevincinizi eğer üzüldüğünüz bir taraf varsa üzüntülerinizi paylaşmak istiyoruz;bu nedenle   biraz konuşmak istedik!”dedi. Arkadaşlar, öğretmenin söylemek istediği üzerinde durmadan, izinin kaç gün  olduğunu, yeni öğretmenlerin gelip gelmediğini öğrenmek istediler. Yakın olanlar hemen gidip gidemeyeceklerini sordular. Öğretmen durumu anladı, konuyu değiştirdi”Hemen gitmek isteyenleri sordu. İlk parmağı ben kaldırdım, Salih, Orhan, Kadir beni izledi. Daha sonra İsmet, Mehmet Aygün yazıldı. Öğretmen gideceğimiz yolları, araçları sordu. Ben, Yeni Bedir’e gideceğimi söyleyince, “Seninki kolay, hemen yola çıkabilirsin!”dedi. Adlarımızı yazdı. İsmet’le Mehmet trenle akşam gideceklerini söyleyince İneceli Arif, Yakup, Abdullah da yazıldı. İsmet’le ortak  çantamızı  ayırdık. Okulda bırakacaklarımızı dolaplara yerleştirdik. Köye götüreceğim çamaşır torbamla yanımda götüreceğim kitap paketimi hazırladım. Bugün  akordiyonu götürüp amcamlara bırakacağım, yarın onları alıp Lüleburgaz’a geçeceğim. Pazartesi pazarı için Ali Ağabeyim gelmiş olabilir. O olmasa bile gelen vardır, onlarla giderim. İçim rahat olarak özlediğim sırama oturdum. Herkes yolculuk telaşında. Bu arada şaka olarak da olsa, “Hasanoğlan ne iyi idi böyle izin telaşı çıkmıyordu!” diyenler oldu. “Nankörlük etmeyelim, biz böyle ikircil düşününce işilerimiz gittikçe kötüleşiyor!”sözleri söylendi. Bunu duyunca benim gibi düşünenler olduğunu anladım. Biz Kepirtepe öğrencileri, çok çalışmamıza karşın en yoksul durumdayız, bunu iyice anladım. Yağmur kesilir gibi oldu, yolda İstanbul tarafına giden bir at arabası gördüm, gitse gitse Yeni Bedir’e gider ya da oradan geçer, deyip akordiyor elimde yola çıktım. Araba yokuş aşağı hızla uzaklaştı. Gene de yola çıktım, yürüdüm. Araba  derede durdu. İşaretimi görmüş, ancak yokuşta atları durduramamış. Arabaya atladım. Bu arada yağmur da başladı. Kamber Amcamın evi önünde indim. Kamber Amcam çok sevindi. Gelir gelmez uğramama ayrıca değer verdi. Önce kısa kısa sorular sordu, sonra sonra  başımızdan geçenleri  tekrar tekrar  konuşarak gece yarını bulduk. Yatınca okulda kalmadığıma sevindim. Arkadaşlarla konuşmak sanırım canımı daha çok sıkacaktı. İçim rahat yattım ama  rüyalarım hep sıkıntılı oldu. İki kez rüya sıkıntıları nedeniyle uyandım. İşin ilginci gördüğüm rüyaları anımsamaya çalışırken unuttum. Sabah kaltığım sıralarda gördüğüm rüya ise gerçek gibi aklımda kaldı. Süheyla Öğretmen Arifiye’ymiş. Beni görünce uzaklaşmışArkadaşlar hep görmüşler ama beni üzmemek için söylememişler. Hepsine sinirleniyorm. Bağırıyoprum, Sizin haberiniz yok Süheyla Öğretmen Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın evindeydi, birlikte yemek yedik!”diyorum. Nahide Öğretmenin yanında oturan kız Süheyla Öğretmendi!”diyorum ama buna kendim de inanmıyorum. Kendi kendime , “Bu kızın yüzü o kadar güzel değil, kızın yüzünü görüyorum, yüzü benekli gibi bu olamaz;Süheyla Öğretmenin yüzü pürüzsüz güzeldi!”diyorum. Arada da bunları söylemem doğru mu acaba?diye kendimi sorguluyorum.

 

8  Aralık  1941  Pazartesi

 

Uyanınca biraz kederlenerek doğruluyorum. Kamber Amcam çoktan kalkmış. “Bugün gitmesen olmaz mı?” diye sordu. Gideceğimi kesin söyledim(Yarı yalan yarı doğru) “Komşu köylüm  Hamitabatlı Kadir Pekgöz arkadaşla bugün için anlaştık, beni şimdi okulda bekliyor!”dedim. Amcam, “O zaman hemen hazırlan, kışa güven olmaz, ”Yolcu yolunda gerek!”diyerek kendisi de gelmek üzere kalktı. Buna razı olmadım. Yengem “Akordiyon için”Çantanı  şuraya kendi elinle koy, gelince oradan al!”dedi. Ellerini öpüp ayrıldım. Akordiyonu bırakınca birden neşelendim. Koşa koşa okula döndüm. İsmet gitmiş, Lüleburgaz’a gidecekler hazır, kamyon gidecekmiş, onu bekliyorlar. Çantamla torbabı alıp onlara katıldım. Recep Kocaman, Ahmet Güner, Musa Güner, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Namık Yücel, Mehmet Karadeniz, Nedim Menekşe, Mürsel Dilek, Hamitabatlı Kadir Pekgöz, İrfan  Taşkın, Mehmet Özalp, aynı köyden kızla Kırıkköylü Gül’le yeğeni de var. Gül hemen akordiyonu sordu. Anlattım. ” “Ben olsam götürürdüm!”deyince bir yalan uydurdum, ailemde hasta olduğunu duydum gerçek değilse pazartesi günü aldıracağım, gerçekse zaten götürsem de çalamam, çünkü ev durumumuz buna elverişli değil!”dedim. Lüleburgaz Hükümet meydanında ayrıldık, herkes bir tarafa dağıldı. Ali Ağabeyim gelmiş, Enver Beyin hanında onu buldum. Geldiğimizi yeni duymuş, izinli olacağımı düşünmediği için üstünde durmamış. Hemen yola çıkacağımızı söyledi. Çocuklar için şeker, kahvedekiler için sigara aldım. Ali Ağabeyim durgunluğumu görünce, uzaktan geliyorsun anladım ama sen parasız pulsuz bir öğrencisin senden kimse bir şey beklemez, aldırma!”dedi. Arabaya atladım. Arabayı bekleyen köylüler varmış yola çıkarken onlarda katıldı. Bağlık içinden tepe doruğuna çıkarken önce  yağmur başladı. Ayvalı sırtında  hava hızlı bir rüzgarla sonra da kara  döndü, Küçük Göl’ü geçerken karda teker izleri kalmaya başkadı. Hamitamat tepesinden  köyü karlar altında gördük. Giderek rüzgar kesildi. Bizim köye girerken Arifiye’dekine benzer bir kar yağışıyla karşılaştım. Salim Amcamı anlattım. Gülüşerek beni dinlediler. “Salim  hep öyledir, kendi aleminde bir insandır!”gibi sözler söylediler. Kahvenin önünde durunca babam  kuşkuyla yüzüme baktı, “Ne zaman geldin?Nerelerde kaldın?”gibi sözler söyledi. Neden kuşkulandıysa kesik kesik sorular sordu. Olayı anlatınca rahatladı. Kahvedekiler sevinçle karşıladılar. Ama bu sevinçlerin  göstermelik olduğunu çok iyi biliyordum. Zaten çoğu daha sözlerinde   yakayı ele verdi; “Kimisi iki yıldır kendini özlettin, kimisi kaç yıldır görmedik, büyümüşsün!”türü sözler söylediler. Kahvede fazla kalmadan eve çıktım. İki yengemle büyük ablam bir aradaymış, çığlık atarak karşıladılar. Büyük ablam nedense ağladı. Yengemleri iki üç yaşlarındaki çocukları ablamın ağladığını görünce sesle ağlamaya başladılar. Tam benim istemediğim bır durum ortaya çıktı. Dışarda kar lapa lapa yağıyor. Gene de çıkıp  bir süre yürümek istedim. Ali Ağabeyim geldi, ”Üşüdüm deyip sobayı dürtükledi. Gazete almıkşım vermeyi unuttum,  deyip uzattı. Ben gazeteyi okurken Ali Ağabeyim sobanın yanında bir güzel uyudu. Ablam bana da  bir yaygı, yastık koydu ama uyumadım. Yalnız sırtüstü yatıp son üç gündür başımdan geçen olayları düşündüm. Hasanoğlan, karlı, ama hava açık. Ankara karsız ya da az kar ama soğuk. Polatlı-Eskişehir sert soğuk-kar. Adapazarı-Arifiye ılık bir metre kar. İstanbul, üşütecek derecede soğuk ama az yağmur. Çerkezköy-Çorlu-Lüleburgaz sert soğuk, yağmur-kar-yağmur-kar;sürekli soğuk. Düşüncelerrim de sık sık değişiyor. Hasanoğlan’ı anımsayınca geldiğime seviniyorum, Kepirtepe’yi anımsayınca karamsarlaşıyorum. Müdür Süleyman Edip Balkır’ın söylediklerini düşününce iyimserleşiyorum ancak bu çok az sürüyor. Onun dediklerini nasıl yapacağım?İşte gördüm, Okula gelen öğretmen yok. Ali Ağabeyim uyudukça ben uyumuşum gibi rahatladım. Ablam yemek getirdi. Ali Ağabeyim   kalktı, “Dinlendim!” deyip kahveye gitti, babam geldi. Babama  Kepirden gidişimizden başlayıp dönüşümüze dek her olayı ayrıntılarıyla anlattım. Babam, sevinerek dikkatle dinledi; izin süremi sordu, bilmediğimi söyleyince azıcık  duraksadı:

”İzin  süresini nasıl söylemezler?”Babam duraksadı, bir kuşku duymuşluğu besbelliydi. Gene de bana, ”Sen ayırdında değilsin çok bunalmışsın, gel beni dinle en az  bir hafta  dinlen, bir şey okuma, okulunu hatta arkadaşlarını da düşünme, gel benimle kahvede otur, sıkıldığında da gel  burada uyu. Ancak, böyle boş dururken gene okulunu, derslerini düşünürsen bu dinlenme olmaz!”

“Okuyacak kitaplarım var onları okuyacağım, onların dersle ilgisi yok!”dedim. Babam beni rahatlatmaya çalıştı ama, sanki kendisi rahatsız olmuş gibiydi. Giderken ablamla konuştular. Ablam bana süt getirdi, “Sütü sevdiğini biliyorum, sütümüz var, hergün bir bardak sütün olacak, zamanını sen söyle getireyim!”dedi. İsmet’i sordu, Zühre Teyzemle Muhittin Eniştemin dargın olduklarını, dargınlık nedenlerini gülerek anlattı. Sözü babama getirdi, “Babam çok alıngandır, sen ona bir şey mi söyledin?düşünceli ayrıldı!”dedi. Bir şey söylemediğimi söyledim ama nedenini anladım;babam benim izin  süremin belirsizliğini anlamlı buldu. Aslında bunu ben de anlamlı buluyorum. Devlet mevlet deyip duruyoruz ama  galiba Devlet söylendiği gibi herkes için koruyucu değil. Pekala “Okulunuzu kapattım”diyebilir. Böyle derse ne yaparım?bir an içinde bunu düşündüm ancak düşündüklerimi ablama söyleyemedim. Ablama, “Dönüşte biraz sıkıntı çektik, babama onları anlattım. ondan düşüncelidir!”dedim. Ablacığım inandı. Küçük ablam duymuş, geldi. Saim kocaman olmuş, isteyince konuşuyor, Ben bakınca saklanıyor, ben ona bakmazsam ilgiyle bana bakıyor. İçimden  “Tamam, işte sana bir  uğraş, Saim’le istediğin kadar oyna!”dedim. Ben yokken eniştem iki kez gelmiş, gitmiş. “Üç senesi dolanları bırakacakalar!diye bir tevatür çıkmış, ablacığım ona seviniyor. Eniştemin üç senesi dolmuş durumdaymış. Küçük ablam fazla kalamayacağını söyleyince hazırlandım, Saim’i gıdıklayıp sırtıma aldım, onlara gittik. Kar yağmaya başladı. Küçük ablamın evi oldukça çukurda Bir yanı  yüksek tepe, bir yanı orman gibi ağaçlık. Yağışlı havalarda  karanlık çabuk basıyor. Odalara da iki giriş kapısında geçiliyor. arka pencereler ağaçlarla kapatıldığı için karanlık çabuk çöküyor. Aydınlık ise gaz lambasıyla sağlanıyor. Babamın dadiğini burada zorunlu yapacağım. Yazın bahçe güzel ama kışın karanlığa uymak zorundayız. Saim’in uykusunu sordum, “Ablam,  “Saim için Uyku boncuğu dedi. Uyku boncuğu  yapma bir içi delik   boncukmuş. Onu birilerine okutup uyumayan çocukların giysilerine  takıyorlarmış. O takılınca çocuklar uyuyormuş. Ablam Saim için ona gerek yok, benim oğlum kendisi  “Uyku Boncuğu” diyor. Etrafıma bakındım, benim bildiğim durum ama genede içimden “Uyumayıp da ne yapacak çocuk, karanlıktan yorulup uyuyordur!”dedim. Saat 5'oo(17'oo) olunca  gece başladı. Ablam oturuğu odada soba da kullanmıyor. Ocak ateşinde iş gördüğü için, sobaya gerek kalmıyormuş. “Sen yatmadan önce öteki odadaki sobayı yakacağız’”dedi. Saim’in oyuncakları ilginç, el yapması topaçlar. Çeviremiyor ama çeviriyormuş gibi uzun uzun onları atıyor, yuvarlandıklarını görünce koşup yakalıyor. Birini alıp elimle  çevirdim, aldı getirdi. Bir daha bir daha derken  bana alıştı. “Dayı!” demeyi çoktan öğrenmiş. Ancak dayı dedi kişinin ben olduğumu bir türlü   denimsemedi. Ablam “Dayı nerde?”deyince elini kaldırıp uzakları göstermeyi sürdürdü. Topaçın büyüğünü iple döndürdüm. O  değişik geldi, birkaç kez yaptırdı. Bu kez kendisi yapmaya çalıştı, olmadı ağladı. Bir daha  yapmak için aldığımda ablam, uykusunu geldiği için ağladığını söyledi yanına gitti, anne oğul önce ayı ayrı sonra da birlikte  birilerine bağıra çağıra bir süre konuştular. Sesler giderek azaldı. Sonunda  ablam, “İşte bu kadar!”deyip Saim’i yatağına götürdü. Ablam, örgüsünü aldı, hem konuşa hem de  ördü. Ablam sormadıkça  pek bir şey anlatmadım. O köyde olan biteni sanırım anlattı ama benim pek ilgimi çekmedi. Zaman zaman Kepirtepe’ye inişimiz, sıra üstünde yatışım, gece birinin battaniye getirmesi aklıma takıldı. Kimdi acaba?Yoksa bu da bir rüya mı?diyesim geldi ama yatarken olmayan battaniye sabahleyin nasıl ortaya çıktı?Acaba Namık Ergin Öğretmen mi?Eğer oysa bunu kesinlikle öğrenmeliyim!” gibi düşüncelere saplandım. Ablam kalktı, içeri odaya gidince, gelmesini ben de Saim’le yatacağımı söyledim. Ablam”Sen bilirsin!”deyip bana da bir yer  yatağı hazırladı. Ateşin sıcaklığı uykumu getirmiş olacak, kolumda saate bakarken kolumun düştüğünü duyar gibi oldum….

 

9  Aralık  1941   Salı

 

Ablamın sesiyle uyandım, Saim’e  “Yapma, dayın kızar, onu baban gelince yaparsın!”Nedir diye sordum. Eniştem yatarken Saim'i  üstüne çıkarıp hoplatma yaptırırmış. Tututup  çektim, bir süre oynadık. Dışarıya çıktım. Burası da Arifiye gibi olmuş. Dize çıkacak ölçüde kar. Soğuk yok, kar yumuşacık , barınca ayaklar toprağa dek batıyor. Salim Amcamı gördüğümü ablama  anlattım. Ablam da Salim Amcam için, ”Ömür adam!”dedi, onun değişik tavırlarını anlattı. Ablamın anlattıklarını hep biliyordum ama  tekrarlanması da hoşuma gitti. Ablamın dediğine göre Salim Amca bizim köyde ilk kez Lüleburgaz Pazarında yer kiralayıp karpuz satmış. Yine Salim Amca ilk kez köyde sebze bahçesi  yapıp, domates, patyıcan, papates, havuç, lahana, pırasa, turp, kereviz türü sebzleri yetiştirip pazarda satmış. En güzel turşuyu o yapıyormuş, ektiği tohumları, seçiyormuş, Karpuz, k avun, kabak türü ürünlerin  çekirdeklerin seçiyormuş, buğday başaklarının  uçlarını kırıp tohumu  başakların ortalarından alıyormuş”Sonunda iyi oluryor mu?diye sorunca ablam gülerek “Şimdi insanlar, başımıza iş çıkardı diye ona söylene söylene aynı  yöntemleri uyguluyorlar!”dedi. Ablam, Salim Amca deyişime de takıldı:

-Neden Amca diyorsun, o senin amcan değil ki, deyince duraladım. Bu kez ablam anlattı. Salim Amca'nın babamla ilişkisi babamın annemden önceki eşiyle olan akrabalıktanmış. Baba bir ağabeylerimle beni bir tutan Salim Amca bana da yakınlık gösterirmiş. Esas akrabası ölünce de radaki iklişkiyi basbama bağladığı için, bize gelip gittikçe de bana  “Ben senin amcanım!”dermiş. Güldüm ben de “Öyleyse o benim anne tarafımdan akraba sayılır, ben de bundan sonra ona dayı derim!”deyip güldüm. Salim Amca-dayı ya da dayı-amcamın beni bulup Kalaycı Köye götürdüğünü, bana “Bunu köyde anlat, yengene git, bahçeye elma yeri hazırlasın!”diye  tembihini söyleyince ablam, “Kesinlikle dediklerini yapacaktır!”dedi. Ablam da sakın ihmal etme hemen git, çünkü  Salim  Amca (dayı) acelecidir; duramaz, sana söylediklerini hemen yengeye  yazar!”dedi. “Evleri yukarıya yakın, eve gidince hemen uğra, yalnız gitmekten çekinirsen Gülsüm’le git; o da olmazsa geleyim, birlikte gidelim, yengemi  görmeyeli çok  oldu, birlikte sevindirelim!”

Kürek alıp kapı önlerini  temizledim, samanlık yolunu açtım. Saim de çıktı ama, ağlayarak döndü. Kar kürürken Emine Abla görmüş, geldi. Ablamın susturmaya çalışmasına karşın Emine Abla  kendi algıladığı gibi konuştu, Ben zayıflaşım, eski neşemi kaybemişim. Ablamı gözetip, yavaşça aşık olup olmadığımı sordu. Olduğumu söyleyince “Ben anlarım, bakışlarından belli!”dedi. Ablam  gelince sözü değiştirdi. Saim’i  tartakladı. Az kalıp, gitti. Emine Abla hiç değişmemiş, daha neşeli gibi geldi bana. . Erkek kardeşi bizim köye gelmiş, onu evlendirmeye çalışıyorlarmış. Ablam alacakları kızı, iç güveyisi olacağı aileyi anlattı. Önce anlaşmışlar tam düğün günleri konuşulacağı sırada bozuşmuşlar kavgalar olmuş, Ali Ağabey izinli gelerek ortalığı  yatıştırmış. Bu kez de kız “İstemem!”diye tuttturmuş. Bu yakınlarda  işi ivedi kırıp sarma amacıyla, kış mış dinlemeden düğünü göze almışlar. Evlenecek erkek de kız da benden küçük. Ablam güldü, “İzinli geldikçe senden küçüklerin evlendiğini duyacaksın!”dedi. Ablama

“Onlar ne ki, benim yaşımda öğretmenlerim var!”deyince ablam benim adıma üzüldüğünü söyledi. Aynı yaşta başka arkadaşlarım olduğunu anlattım. Bazı derslerin öğretmenleri erken yetişiyor deyip Müzik, Resim, Beden Eğitimi öğretmenlerinin durumlarını belirttim. Ablam bu derslerin öğretmeni olabileceğini bile düşünemedi. Hele Beden Eğitimi Dersini  zor anlattım. Beden hareketleri deyince ablam, Kırklareli ya da Lüleburgaz’a giderken  gördüğü askerlerin yürüyüşleri olarak algıladı, onun için öğretmene ne gerek var?” diye sordu. Ablama, Alpullu’da, Kepirtepe’ne en çok Beden Eğitimi Derslerinden sıkıntı çektiğimi uzun uzun anlattım. Anlattıklarıma inandı ama söylediklerimi benim yapamadığıma  da inanmakta zorluk çekti. Çok küçükken ağaçlara tırmandığımı, atlara bindiğim tekrar tekrar anlattı. Uzun uzun konuştuk ama  gene de şaşkınlıklarımızı gideremedik. Ablam  başkalarını yaptığını benim yapamamama şaştı, ben de benim çok beceriksiz bir tafım olduğuna ablamın inanamamasına şaştım. Biz konuşurken Saim ablamın kucağına uyudu. Yatarken süt içiriyormuş. Bu gece sütünü içmeden uyumuş. Ablan dayanamadı, Saim’e sütünü  dudaklarını sıkarak kaşıkla içirdi. Saim, süt ağzına akınca uyanık gibi yutkunarak içti. Ablam bana da süt getirdi, sütümü içince ben de uyudum….

 

10  Aralık  1941  Çarşamba

 

Salim Amcama verdiğim sözü yerine getirmek için yukarı eve ablamla birlikte gittik. Kar dindi, yollar ezildiği için ıslaklık dışında bir olumsuzluk yok. İnsanlar ortalıkta. Saim’i büyük teyzesine (Büyük ablama) bırakıp gittik. Yenge önce  telaşlandı. Beni tanıyamadığı için biraz çekinik durdu. Ben Salim Amcamı gördüm, ”deyince birden   değişti, ”Allah canını almasın, çok sevap işledin mektubu gecikti, ben de ne oldu, hastalandı mı yoksa?telaşına  kapılmıştım, Asker işte, o zaten kendine bakamaz, özellikle, saçlarını kestiler, ona da alışamadı, sık sık nezleden yakınırdı!”yenge sözü uzatınca ben, ”Salim Amcam çok iyi, güzel bir köyle, köy Ağası gib, diyerek beni karşılamasını , okula gidişini, öğrencilerle bile  aykınlık kurduğunu bir çırpıda anlattım. Yenge rahatladı. ”Ay ben size oturun bile demedim!”deyip bizi içeriye aldı. Yenge bu kez de ablama sitem etti. Buyük ablamdan yakındı, hele hele Ayşe’ye çok kızdım, diyerek arkadaşı Ayşe yengeme verdi veriştirdi. Sonra da bana, bilmediğimi sanarak, Ayşe  yengemle çocukluk arkadaşı olduğunu,  bitişik denecek kadar yakın evlerde büyüdüklerini, evleninceye dek bir birlerinden hiç ayrılmadıkları anlattı. Ben boş bulundum bir ara “Biliyorum!”dedim, Bu kez de yenge sen nerden bileceksin?sen o zaman küçüktün!”dedi. Ben gülerek, ”Küçüklerin de bildikleri vardır!”deyince “Hadi hadi, senin bildiklerin sonradan duyduklarındır. Neyse, herkesin bildiği kendine, deyip Salim Amcamın  üstündeki giysileri sordu. Özellikle de kasketi üzerinde durdu. Amcamın çavuş olduğunu o birliği o yönettiğini giysilerini, çizmelerini özellikle de  kasketinin, kaputunun subaylardan farksız olduğunu  biraz da abartarak anlatım. Yenge bu kez de sevinçten ağladı. Amcamın beni alıp birliğine götürdüğünü pekmez yedirdiğini anlatınca, “Ha işte! Salim öyle işler için yaratılmış, bunları yaptığına inanıyorum ama, senin o anlattığın Asker Salim’e pek inanasım gelmiyor!”deyip güldü. Arifiye’nin güzelliğini, Sapanca’nın elmasını anlattım. “Gelirken fidan getirecek, bahçede yer bırakmanı istedi!”deyince, ”Aman, sağ salim gelsin de bahçenin hepsini elma doldurdun!”dedi İçini çekti, “Biliyor musun, ablan da anlatmıştır, iki yıl oluyor, galiba da geçti, usandık artık. Gelsin, sağ salim gelsin de istediğini yapsın, bitsin artık bu çile!”dedi, ağladı. Sanra da “Kusura bakma seni üzdüm galiba, ama kolay değil. Dayanılacak gibi değil, herkes öyle de (Ablamı gösterdi) bir birimize bakarak cesaret alıyoruz;o yapıyor da ben neden yapamayayım? diyerek  bugünlere çıktık ama bittik!”Yenge sustu. Ablama baktım ablam da ağlamaklı oldu. ”Gene geliriz, diyerek ayrıldık. Ablam, ”Sen biliyorum dedin ama bilmezsin yenge köyün en güzel kızıydı, babası onu, onun istediğine vermedi, Salim Amcamızı içgüveyisi olarak getirdi. Yenge gönlünü  Damgalı Mehmet’e kaptırmıştı. Onun başına  bir felaket gelince, yenge  o felakete  kendisinin  neden olduğuna inandı, bu duygu onun yüreğine oturdu. Güzelliği de neşesi de uçtu gitti. Salim Amcamız da biraz gözü  kapalı,  bunları  önemsemeden iç güveyiliğine razı oldu. Oldu ama o uysal Salim Amca, bu kez anne-baba ile anlaşamadı, ayrıldılar. Salim Amca evlenmeden önce bizim  köyde değildi, çocukluğundan beri dedesini yanındaydı. Salim Amca da şehit çocuğudur. Ablam tekrarkadı, ”Sen bunları bilmezsin!”Benim de  direteceğim tuttu. “Abla, benim “Biliyorum dediklerim bunlar değil, Mehmet Ağabeyle olan ilişkisini çok iyi biliyorum, Mehmet Ağabeyin başından geçen olayı da çok iyi anımsıyorum. Akşam bunları anlatayım, yanlışım varsa sen düzeltirsin!”. Ablamla anlaştık. Ancak onlar daha önce bu  akşam için Gülsümü  düşünmüşler. Bildiklerimi anlatmam yarın akşama kaldı. Anlatacaklarımı ablam da  ilgiyle beklediğini söyledi. Ben, ablamlardan izin alıp okula gittim. Mustafa Ağabey geldiğimi duymuş ama  beni arayamamış. “Kış zor oluyor, karşındaki çocukların titrediğini görerek bir şeyler öğreteceğini sanmak kolay değil. Çocuklar küçük. Sobayı yakmak da öğretmene düşüyor. !”diye  azıcık sızlandı. Mustafa Ağabey, Ankara’yı, okulun bulunduğu Hasanoğlan’ı sordu. Kendime göre  bildiklerimi, gördüklerimi anlattım. Hasan Ali Yücel’i, İsmail Hakkı Tonguç’u, Ferit Oğuz Bayır’ı gördüğümü, okulun Temel Atma Törenine Ferit Oğuz Bayır’ın geldiğini anlattım. Mustafa Ağabey, cumartesi öğleden sonra hergün okulda olduğunu, beklediğini söyledi. Muhtar Amcaya uğradım. Çok  sevindi. “Neden mektup yazmadığını sordu. Hiç unutmadığımı ama okulumuzun uzak bir köyde olduğunu, o köyün yanında bizim köyün kasaba sayılacağını, 300 hane denmesine karşın okulun 3 sınıflı olduğunu, köyde kahve-dükkan bulunmadığını, at arabasının bile biz gittikten sonra  geldiğini, köyde  kiremit  üç bina bulunduğunu, bunların, cami, okul, köy odası oluğunu anlattım. Çavuş  Amca gülü, “Bunları, kahvedekilere bıkmadan, yorulmadan anlat!”dedi. Ankara’ya  üç kez gezmeye çıktığımı, Birini tüm okulca Cumhuriyet bayramında yaptığımızı, Ötekilri ise Muittin Eniştemin oğlu ile ikimizin yaptığımızı anlattım. Çavuş Amca İsmet’i görmüş çok sevmişti, “O akıllı çocuk nasıl başarılı mı?”diye sordu. Çok çalışmıyor ama benden daha başarılı, deyince, Çavuş Amca, “Senden başarılısı olacağını düşünmüyorum, buna inanacağımı bekleme, bu denli alçakgönüllü görünmeye de çalışma, biz seni soruşturuyoruz, ben her gittiğimde Mehmet Salih Arı’ya uğrarım. O da  hal hatır sorduktan sonra sözü sana getirir. Okulunun tüm öğretmenlerini de tanır. O bizim kırk yıllık dostumuzdur!”dedi güldü. İzin alıp ayrıldım. Kahveye indim. Kahvede hep yaşlılar. Furtun Şerif, bizim yakın komşumuz, ben ona  enişte diyorum. Akrabalığımız  çok uzak sanırım, büyüdükçe ayırdına varmaya başladım, ağabeylerim enişte demiyorlar. Bunu ablama sordum. Ablam,  “Eşiyle annem yakın arkadaştı, onların çocuğu olmayınca  eşi seni çok sevdi, teyze dedirttiler. O senin teyzen, teyze kocalarına çocuklar dayı derler. Bu nedenle o senin teyzen, kocası da enişten. Bunlara başka köylerde “Sütanne” diyorlar. Annemler böyle dedirttiler!”diye açıklamıştı. Bana  çok yakın davravmaları, beni onlara akrabalarım ölçüsünde yaklaştırdı. Köyde, sevip saydığm insanların (Ailem dışında) başında onlar vardır. Şerif Enişteyi görünce sevindim. Bana takıldı, “Büyümüşsün, bilgilerin de büyüdü mü?”diye sordu. Arkasından da anlatmaya başladı. “İnsanlar, çocuk olarak doğar, sonra sonra hızla büyümeye başlarlar. Ancak büyüdükçe dal budak salarlar. Tıpkı ağaçlar gibi. Ağaçların dalları gözle görülür, insanların dalları saklıdır. Onların dalları yaptığı işlere göre ayrılır. Çocuk büyüyüp  iş görmeye başladığı zaman bu dallar da belli olmaya başlar. Hayırlıların dalları hayırlı meyveler verir, hayırsız evlatlarınsa dallarından meymenetsizlikler düşmeye başlar. Bu iki yaratığın ilk belirtisi vardır:

-Hayırsızın önce burnu  büyür. Senin burnunun büyüdüğünü biz nereden bileceğiz, biliyor musun? konuşmalarından, sen konuştukça elinde olmadan yakayı ele vereceksin. Hadi şimdi, anlat bize gördüğün yerleri. Burnun  büyümüşse saklamaya çalışma o saklanmaz. Kişi, gerçeği  namus sayıp doğruluktan ayrılmazsa  burnu da  büyümez. Büyümeyen burun da kolay kollay sürtmez. sürtmez. Burnu sürttü denilen insanların çoğunun burnu havada olanlar olduğunu çok gördük. Ulu Divan adildir(Şerif Enişte Bektaşi’dir)Kimin burnunun sürtmesi gerektiğini iyi bilir!”Abbas Amcam da kahvedeydi. Abbas Amcam gençtir ama köyde Dede’nin Abbas olarak anılır. Dede, ünlü Bektaşı dedesi Pullu Mehmet Dede’dir. Hakkında   çok sözler söylenir. Sıuk sık anlatılan da öldüğün gün söylediği son sözlerdir:

-Benim vaktim geldi, şuraya bir  kara posteki serin, (Kara koyun derisi) uyuyayım!

demiş. Gerçekten bir kara koyun postekisi sermişler, uyumuş, bir daha uyanmamış. Yüzü güler şekilde, yıkayıp gömmüşler. Köyde bir çok insanın rüyasına giriyormuş. Herkerse söylediği sevgi sözleriymiş. “Dünya  ruhların sevgi alanıdır!”diyormuş. İnsanlar böyle konuştukları için  Abbas Amcama değişik gözle bakıyorlar. O da bunu bildiği için  her yaş kesimiyle rahatça konuşuyor. Bu kez de Şerif Enişteme, ”Şerif Ağa, sözlerin hep doğru, bunu biliyoruz, gel  şu delikanlıyı da bir sigaya çekelim, bakalım eğrilerini doğrularını seçebilecek miyiz?  “Şerif Enişte gülerek,  “Ona siz başlayın, siz gençsiniz, ona daha yakınsınız!”deyip sustu. Gülüşmeler oldu. Abbas Amcam, ”Yeğenim, senin gördüklerini biz görmedik, sen gördüklerini anlat, biz anladığımız kadarını anlarız. Biz gene sorarız, sen bir daha anlatırsın. Biz, birbirimizin  bildiklerini hep böyle öğreniriz. Böyleyken gene gene aynı öyküleri dinleriz!Ben,  Kepirtepe’den trenle Ankara’ya oradan da Lalabel’ gittiğimizi anlattım. Köyde kaldığımızı söylemedim. ”Çadırlar hazırmış, yemekhane için , yatak için, derslik için ayrı ayrı çadırlarımız oldu!”deyince birkaç kişi birden “ Tıpkı askerler gibi!”dedi. Daha sonra bir süre ders  yaptığımızı, tatil başlayınca da iş derslerini sürdürdüğümüzü anlattım Doğru söylemek gerekirse ben, gönlümden geçenleri anlattım. Türkiye’nin. on iki bölgesinde kurulmuş olan bizim okul benzeri okul öğrencilerinin de geldiğini onlarla arkadaş olduğuımuzu birlikte şarkılar söyleyip oyunlar oynadığımızı anlattım. Şerif Enişte duramadı, ”Sahi mi, sen de oynadın mı?diye sordu. Yanındakilere bir dakika dedikten sonra “Aydın bölgesinden de gelen oldu mu?” diye sordu. Beklediğim de buydu, Kızılçullu Ekibi’ni ballandıra ballandıra anlattım. Şerif Enişte’nin Aydın’da askerlik yaptığını, efeleri  hayranlıkla anlattığını biliyordum. Aydın, İzmir yöresi zeybeklerini öğrendiğimi söyledim. Şerif Enişte daha da canlansı, ”Sahi mi?şu öğrendiklerinden azıcık göster!”dedi. Kalktım, Bengi Zeybeği’nin  zıplayarak giden bölümünden bir tur yürüdüm, çökerek bir sağ bir sol dizimi yere vurdum kalktım. Şerif Enişte çocuk gibi zıpladı, ”Beni 25-30 yıl  öteye götürdün, sen gerçekten öğrenmişsin, senden bekliyordum ama bu kadarını değil, sen benim sandığımdan da  uyanık bir gençsin. Ben bunu anladım, bu adamlar da anlar unarım!”dedi. Babama, “Çaylar benden benim bugün yüreğim coştu!”dedi;oturduğu yerden geriye giderek  belini duvara  yasladı, bir süre öyle yüzüme baktı. Uzun süre söze karışmadı. Bir ara konuşmalar durdu. Şerif Enişte gene bana, “Ne düşüğnüyorum biliyor musuın? Senin öteki öğrendiklerin hakkında hiçbir bilgimiz yok, bu nedenle onları ne denli anlatsan anlamıyoruz. Oysa bizin gerçekte onlara gereksinimiz var. Onları anlattığında bir şeyler kavrayabilsek biz asıl o zaman sevinçten hoplayacağız!”dedi. Bu kez ben, biz şimdilik ders kitaplarını okuyoruz, onların çoğunda sizi ilgilendirmeyen bilgiler var. Ama Tarım derslerinde öğrendiklerimizin çoğu sizin yaptıklarımnızın daha iyisi, daha verimlisi!”dedim. ”İnşallah köye gelirsin!”diyenler oldu. Bu kez de ben, “Böyle söyledim ama benim öğrendiklerimi, Mustafa Ağabey zaten yapıyor. Biz, Mustafa Ağabey gibi usta  meyceci, usta aşıcıların olmadığı yerlere gitmeyi düşlüyoruz. Türkiye’de  40000 köy var. Mustafa Ağabey gibisinin sayısı daha bini bile bulmadı. Ankara’da kaldığımız yerin yakınındaki köy 300 haneli, yani Hamitabat kadar ama  hala okulu  üç sınıflı. Oraya daha Mustafa Ağabey gibisi gitmemiş!”Bu kez, Türkiye’nin büyüklüğü, okulların azlığı, geçmiş savaşlar konu edildi. İşi olanlarn birer ikişer ayrılınca ben de eve döndüm. Eve dönünce azıcık düşündüm. Furtun Şerif Enişte benim işimi kolaylaştırdı. Bundan sonrası sanırım daha kolay olacak. Bir akşam da Salim Amcamın Kalaycı köyünü anlatacağım. Ondan sonrası sanırım daha rahatlayacağım. Bir de tatilin bitiş günü belli olsa Hiçbir kaygım kalmayacak.

Eve dönünce kitap sandığımı gözden geçirdim, yazdıklarımı okudum. Bir çok yerini karışık, sayısız yanlış buldum. Şimdiki durumda düzeltmem söz konusu değil; belki uzun yaz tatilinde olabilir.

 

11 Aralık  1941  Perşembe

 

Rahat olmam gerekirken zaman zaman tedirginleşiyorum. Dorusu bunun szağlıklı bir gerekçesini de bulamıyorum. Tatilin uzayacağını düşünmek bana acı geliyor. Babam görünüşte yanında olmamdan memnun ama sanırım, sormaktan çekindiği onun da soruları var. Beni üzmemek için sormuyorsa ki ben böyle varsayıyorum. İşte bu olasılık benim canımı sıkıyor. Ben kurcalasam, bu kez de doğru dürüst bir neden bulamayacağım. Sanırım bu, daha da büyük üzüntü yaratacaktır. Konuşurken Çavuş Amcaya, gitmeden  özel lolarak görmek için geldiğimi söyleyince o bana:

-Ne o hemen gitmeyi mi düşünüyorsun?Askerler bile senin gibi 8 ay evlerinden ayrı kalmıyor. Daha dün geldin, bari  kışın soğuk günlerini evinde geçir!”demişti.

Çavuş Amca haklı çıkacak sanırı. Ali Ağabeyim Milli Eğitim Memurluğuna uğramış, Mehmet Salih Arı Öğretmen  kendisine uzun uzun anlatmış. “Okulun ikiye bölünmesi bir çok işi aksattı, çocuklarla birlikte giden malzemenin çoğu geri gelmedi, “Yenisi alınsın!” dendi ama ödenek gönderilmedi, Maliye Bakanlığı sene sonu geldiği gerekçesiyle ödenek vermedi, Okul Müdürü çaresizlikten ayrılmaya  kalktı. Bu kez Vali Bey araya girdi, Müdürü durdurdu, şimdi yeni baştan birlikte  çare arıyorlar. Bu duruma döre çocuklar en az yılbaşına dek tatildeler, başka kaygılanacak bir durum yok, benim  de yeğenim, kızkardeşimin oğlu orada okuyor. Ben rahatım, okulun kapanması  kesinlikle söz konusu değil; bilakis  girerek sayıları artıyor, daha da artacak. Buradaki olay, bizim Trakya’nın özel durumundan ortaya çıkan bir aksaklık!“demiş. Parmaklarımla saydım, Yılbaşı’na yirmi gün var. İçimden çok değilmiş deyip “Bu arada İsmet’e gidip bir iki gün de öyle atlatırım!”diye düşündüm. İsmet’e gidersem bunu iki yolu var; ya salı günleri Kırklareli pazarına giden Ali Ağabeyimin arabasıyla giderim ya da bir başka gün yaya olarak Deveçatak yolundan Kızışcıkdere'ye kendim giderim. Ablama söyledim. Ablam:

- Kış günü gitme, bu yıl soğuk geçiyor, gelecek günlerin ne olacağı belli olmaz, yollarda sıkıntı çekersin! dedi. Sonra da:

-İlla gitmek istiyorsan, Ali Ağabeyinle Kırklareli’ye git, orada Kızılcıkdereli olacaktır onlarla takılır gidersin!Ablamın önerisi hoşuma gitti, Hasan Amcama da uğrarım. Ancak yarın Salı, Ali Ağbeyim bu salı gitmiyormuş. Kış olunca pazarları sıraya koymuş;bir hafta Lüleburgaz ‘a öbür hafta Kırklareli’ye gidiyormuş. Salı günü gider  perşembe günü de dönerim. Ablamla kararlaştırdık. Kendi kendime kalınca bu kez de gene kuruntuya kapıldım:”Salih Arı öğretmen “Yılbaşı!”demiş ama, yılbaşının neresinde?Belki de ay sonunu bulur. O zaman da iyice sıkılırsam!”İsmet’e bir daha gidebilir miyim? “O gelir, ben de Kamber Amcalara gider, okul uğrar durum  durumu  öğrenirim. Hüsnü Yalçın-Emrullah Öztürk orada…Kararlar verdim ama üzüntüm tam geçmedi. Gülsüm   benim gideceğimi düşünerek erkenden geldi. Ben de kalkıp  Saim’e gittim. Küçük Ablam bekliyormuş, okul  hakkında bilgi aldığımı sevindiğimi anlattım, sevinmiş göründüm ama içimden rahat değilim. Saim’le topaç oynarken teklifsiz komşu Emine Abla geldi. Emine Abla çok meraklı, bizim okulu iyice öğrenmeye çalışıyor. Sorularının çoğu da kızlarla ilgili. 20 kız oluğunu söyledim. Erkekleri sordu. Tam olarak bilmiyorum ama 250 kadar var, deyince Emine Abla, bir “Ohooooo!”çekti. ”O kadarcık kıza bu kadar erkek!”dedi, güldü. Bu kez ben de güldüm. Benim gülüşümü anlamlı buldu galiba bu kez, “Neden güldün?” diye sordu. Omuz silktim:

-Hiç, öylesine güldüm!”dedim. Ablam bizi sofraya çağırdı. Gözleme yapmış. sordu:

-Gözlemeyi çok severdin, orada yapıyorlar mı?deyince güldüm. Ağzım dolu olduğu için yanıtı biraz geciktirdim. Emin Abla takıldı, “Yanıtlamak istediğin soruları hep gülerek mi geçiştiriyorsun?”dedi. Bu söz ablamın gözünden kaçmadı,  “Siz ne konuşuyorsunuz Allah aşkına, söyleyin de ben de anlayayım?”dedi. Emine Abla göçmenmiş, ilkokula karışık başlamış, çoğunluğun dilini bilmedikleri için okul bahçesinde sinip kalıyorlarmış, 2. sınıftayken göç etmişler. 1. sınıfı bir daha okumuş. 2. sınıftayken babası ölmüş, dayısı yanına gitmiş, orada da  okul yokmuş. Böylece okuması orada kalmış. O yandan bu yana okumayla ilgili Hiçbir bağı kalmamış. “Harfleri tanıyorum ama, onları bir araya getiremiyorum!” deyince ablam” Üzülme, çocuklarımızla  biz de öğreniriz. Emine Abla aceleci, gibi;bir “Offff!”çekti, “Yok ya, ben o zamana kadar ya öleceğim ya da kocayacağım;ben sabırsız bir insanım!”deyip güldü. Ablama döndü, “Sahi bazen anneme bakıp şaşıyorum, o haliyle her işe dört elle sarılıyor, Dün sabah söylenip duruyordu, baktım sarı ineğin buzağısiyle konuşuyor. Neymiş efendim!Buzağı  emmek için annesinin memesine asılıyormuş. Buzağı asılınca inek ayağını oynatıp  memesini kurtarıyormuş. Bu birkaç kez tekrarlanınca bizimki buzağıya, “Yeter kızım, sen büyüdün, annen sana büyüdüğünü söylüyor, meme çağın geçti, ısrar etme! Öyle yaptığı için de annene darılma, sen de anne olacaksın, seni de göreceğiz, bakalım; yavrun isteyince izin verecek misin?” dedi. Dedikten sonra  da Emine Abla katılırca gülerek:

-Şuna bak! O buzağı büyüyüp inek olacak, bizim ki, onun da buzağı emzirmesini de görecek!Ben bunu asla bekleyemem!”deyip  gene kahkahayı bastı. Ablam:

-Senin  elinde mi?Ömrün  varsa, “Beklemem!” diye diye bekleyeceksin!Bunu sen de biliyorsun ama gene de konuşuyorsun! “Ne haber?”Emine Ablanın  başka bir köyden geldiğini biliyordum ama göçmen olduğu bilmiyordum. Ancak bizim köydekilerden  değişik bir tarafı olduğunu çok önceleri sezinlemiştim. Emine Abla, küçük ablamla yaşıtmış. İkisinin de 2. yaşları içinde çocukları var. Sanki  ablam yaşlı, Emine Abla    daha gençmiş gibi. Giyimi, saç taraması çok farklı. Emine Abla süslenemediğinden yakınıyor, ablamsa(Çoğunlukla arkasından konuşurken) onun süslenme düşkünü olduğunu söylüyor. Emin Abla gidince bugün de bir süre konuştukAblam sonunda “Emine’nin yeri köy değilmiş, onun gözü kasaba yaşamında kalmış ama geçmiş artık, bundan sonra İstanbul’a gitse ne fark edecek?”Karşılık vermedim. Esnedim galiba ablam “Saatine bak, uyku zamanın gelmiş olmalı” dedi. “Evet!”deyip yattım. Madam Bovary’yi okurken Emine Ablayı anımsıyordum, şimdi de  Emma’yı anımsadım. İnsanlar bir birine  çok benziyor. Davranışları çok değişik oluyor ama düşünceleri bir birine çok yakın. Emma, Emine Abla gibi evinde kapalı kalsaydı, tıpkı Emine Abla gibi konuşacaktı. Emine Abla da  Emma gibi dışarı çıkıp istediklerini yapsa Emma Bovary gibi  kandırılıp dile düşecekti. Emine Abla gelip konuşursa Emma Bovary’yi ona anlatacağım…. Yalnız onu değil, dinlerse Maksim Gorky’nin Cina’sını da(Gina) anlatacağım…. .

 

12  Aralık 1941   Cuma

 

Salı gecesi başlayan kar aralıksız olarak sürüyor. Ablamların bahçe çukur olduğundan kar doldu. Hayvanlara kuyudan su getirmek bile sorun oldu. Komşular kuyunun çevresini kürüyerek açıyorsa da  hafif esinti, karı süpürterek  açılan yerleri hemen dolduruyor. Samanlıkla ev arası 200 metre, o araya bir yol açmaya çalıştım. Hemen hemen  üç günümü aldı. Bugün iyice  sıkıldım, içimden Emine Abla  gelse, dedim ama gelmedi. İnanılacak gibi değil 3 gündür evde kapalı kaldım. Ablamı yalnız bırakamadığım için yukarı eve gitmedim burada gün boyu uzanıp yattım. Tek  oyalantım, Saim. İyi ki saatim var, o da olmasaydı, günlerin gelip geçtiğini bile unutacakmışım. İyi mi oluyor kötü mü? Akşam saat 8 olunca bir bardak süt içip yatıyorum. Bu akşam gene Hasanoğlan’ı düşündüm. Orası nasıl acaba?Böyle üç gün kar yağarsa orası daha da çekilmez olur. Biz oradayken yağan kar bu kadar sürmemişti. Üç gündür yağan kar, oralara düşseydi metreyi çoktan geçerdi. Orada kalsaydık gene çadırda olacaktık. Evler ne de olsa çok korunaklı. Orada ateş yüzü görmemiştik. Ne ilginç, geçen yıl nisan başına kadar sobalarımız yandı, sobalar sönerken Hasanoğlan’a gittik on ay sonra ilk sobayı gene Kepirtepe de gördük. Aklımdan atlaya zıplaya  bir çok şeyler geçiyor. Emine Abla’nın konuşmalarını düşündükçe Süheyla Öğretmen gözümün önüne geliyor. Ne denli ayrı insanlar!Süheyla Öğretmen güzelliğine güzel ama benim duygularım içinde erişilmez gibi bir uzak duruyor. Emine Ablaya dokunmak çok kolaymış gibi geliyor ama dokunulmuyor. Dokunma kolaylığı olayı çok yalınlaşırıyor da ondan  sanırım. Hele bu kolaylık tek yanlı olacakmış gibi  bir kanı uyandırınca oyun baştan bozuluyor. Oysa Süheyla Öğretmen ne veriyorsa gözleriyle veriyordu. “Alabilirsen al!dermişçe bakışı, zorlu olacağını bile bile insanı savaşa çağrı etkisi yapıyordu. “Ucuz etin yahnisi tatsız olurmuş!”Oldukça sıkılarak uyudum. Büyük bir kalabalık içindeyim. Kalabalık ama kimse bir biriyle konuşmuyor. Konuşanlar, dinlenmediklerini bile bile  kendi kendiklerine şarkı söyler gibi bağırışıyorlar. Dinledim dinledim sonunda “Öğretmen geliyor!”diye bağırdım. Adamlar hiç oralı olmadı. Kendi kendime konuştum, “Onlar benim yalan söylediğimi sanıyorlar ama gerçekten öğretmen geliyor!”dedim. Dedim ama bakındım öğretmen falan yok, kaygılanırken Fikret Madaralı Öğretmen göründü. Sevindim, “Şimdi konuşanları susturacak!”derken öğretmen, gülerek baktı, “İşte geldik, burada iniyoruz!, yoksa burası değil mi?diye bize sordu. Ben “Burası Karaağaç, işte eski okulumuz!”derken yapa yalnız olduğumu gördüm. Öyle üzüldüm ki. . Uyandım. Zifiri karanlık;az düşününce  olduğum yeri anımsayıp rahatladım. Bir süre gene uyuyamadım. Bu kez ezberlediğim şiirleri sıralamayı denedim. Röslein’ı denedim, karıştırdım, dizeler yer değiştirdi. Ötekilerin hepsi ters yüz oldu. Handuvarları'nın anımsayabildiğim bölümlerini sıraladım. “Meşin gırbaç şakları, araba durakladı, çelik yayalar, altın saraylar, Maraşlı Şeyhoğlu, şu  dağı falan derken arkası uçtu gitti. Sili Usta sırtına bir çimento torbası almış, çocuklara gösteriyor, “Bunlar böyle taşınır!”diyor. Bana işaret etti, bir tane de sen götür. Bir yuvarlak nesneyi  belime koydular. O yuvarlak nesne çimento torbası değil biliyorum ama gene de  götürmeye çalışıyorum. Düştü düşecek, son gayretimle düşürmemeye çalışıyorum…. .

 

13  Aralık  1941  Cumartesi

 

Bir ses duydum, “Dayın kızacak!”. Gözlerimi açtım, Saim sırtımda babasına yaptığını deniyormuş. Ters dönüp kucakladım, yuvarladım. . . Saat 9 olmuş, 13 saattir yataktayım. Kar kesilmiş. Dışarı çıktım. Esinti tüm açılan yerleri gene dolurmuş. Ancak dolgular kolay  atılıyor. Ablam  kuyudan su almaya çıkarken kovları alıp ben gittim. Kuyu başı  insan dolu, beni tanıyorlar, konuk saydılar kovalarıma  çekilen suları döktüler. Eve dönünce ablam çabuk dönüşüme şaşırınca, anlattım. Ablam bu kez komşularının nezaketinden söz etti. Az sonra bir sefer daha yaptım. Bu kez yalnız  Emine Abla vardı. “Daha gitmedin mi?diye sordu. Bu akşam daha burada olduğumu yarın gidip birkaç gün gelmeyceğimi söyledim. Kovaları doldurup  ev döndüm. Hava biraz kırılmış, herkes dışarlarda. Samanlık yolunu kürüdüm, arka pencereleri temizletim. Aklıma geldi, elimdeki kürekle kar toplayıp kocaman bir kardan adam yaptım. Samanlıktan  saplar getirerek çapka, sakal, bıyık taktım. Saim önce korkup ağladı ama sonra kucağımda tutunca hoşlandı, çıkıp çıkıp baktı. Akşamı  gene yaptık. Tam içeriye kapanırken ablama konuk geleceği söylendi. Az ileride oturan bir komşuya yakın köyden bir akrabası gelmiş, eniştemin yakınıymış, hal hatır sormak için gelmek istemiş. Ablam “Üzüldüm  ama, hayır da diyemezdim!”deyip, beni sobalı küçük odaya  geçirdi. Sobayı yakıp onlar gidinceye dek orada oturacağım. Saim uyudu. Sobayı yakamadım, kadınlar geldi. Bu sıra Emine Abla geldi, Annem, birşeyler yazdıracak, bizim ev sıcak, gelirsen annem sevinecek!”dedi. Ablam bana baktı, ben bir şey demeden ablam “İstersen teyzeyi sevindir!”dedi. Hoşuma gitmeyen bir durum ama  Emine Ablaya takıldım. Eve girdik, gerçekten sıcak. Az oturdum. Emine Abla üstünü değiştirip geldi. Saçlarını açmış. Gülümseyerek yüzüme baktı. Gülüşü de bir hoştu. İçimden “Oldukça güzelsin!demek geçti. Teyze nerede, yatıyor mu?diye sordum. Komşudan kağıt kalem alacak, çocuklasrı okula gidiyor, on larda vatdır!”dedi. Gene içeri gitti. Telaşlı gelgitleri gözümden kaçmadı. Yüzüne dikkatle bakıp gülümsedim;o da gülümsedi, yüzündeki gerginlik geçti” “Ben sana yalan mı söyledim, sanıyorsun yoksa?Benim annemin çenesi düşüktür, her gördüğüyle bir süre konuşur. Sen gelmişsin , sıkılmışsın onu düşünmez!” deyip  gene güldü, gelip karşı yakınıma oturdu. Bir an için bunun da bir yalan olabileceğini düşündüm. Ancak aklımdan geçeni açığa vurmaya da cesaret edemedim. Tüm cesaretimi toplayıp Emine Ablaya   gikkastlice baktım. Güzeldi, güleçti, ne sözlesem kızmayacakmış gibi geldi. Bu sıra kapı açıldı Teyze telaşlı telaşlı konuşuşarak:

-Emine, geldi mi o çocuk? Emine Abla kalktı, annesine söylenmeye  başladı:

-Geldiya, nerdesin anne, o çocuk neredeyse dönüp gidecekti. Teyze:

-Ay okadar çok mu geciktim?Yaşlılık nedir bilmez mi o çocuk?deyip içeri girince de bana :

-Maşallah o çocuk değil kaca adam olmuş! deyip  kağıtla kalemi uzattı. Teyzeye daha önce de mektup yazmıştım, anımsadığım basmakalıp sözleri yazdım. Onun söylediklerini de ekleyip okudum. Selamını yazmamı istedikleriinin altına benim adımı da yazdırmak istedi. Nedense yazmadım ama yazmış gibi okudum. Teyze çok  sevindi, bana ikramda bulunup bulunmadığı Emine Ablaya sordu. Emine Abla, gülerek:”

-Saatlardır burada ne yaptığımızı sanıyorsun? diye sorarak sözde ikramda bulunduğunu söylence teyzenin “İyi öyleyse!”deyip gülümsemesi dikkatimi çekti. “Burada saatlerdir ne yaptığımızı sanıyorsun?” sorsunun anlamı ne? Önce gülümser gibi oldum ama çabuk toparlandım. Kalkmak istedim. Emine Abla oturmamı istedi, teyze için:

-O şimdi gelmez, rahat otur!dedi. Ablamın bekleyebileceğini söyleyince de, gelenler için onlar saatlerce konuşurlar !”dedi. Öyle söyleyince nedense gene tüm bedenimde bir ürperti oldu. Bir iki yutkunduktan sonra toparlanıp kalktım. Ablamın kon ukları gitmemişse yukarıya çıkacağımı söyledim. Emine Abla çok rahat olarak beni uğurlatı. Yola çıkınca biraz şaşkın gibiydim. Benim aklımdan neler geçiyordu, geçiyordu ama sonununu düşünmek beni ürpertiyordu. Emine Ablanın aklından benim düşünmdüklerim geçse bu denli rahat olabilir miydi?Benim düşündüklerim onun aklından geçse annesine:

-Bizim burada ne yaptığımızı sanıyorsun? diyebilir miydi?Onun  rahat tavırları benim gibi düşünmediğinin   kanıtı olabilir mi?Öyleyse benim için  korkacak bir durum yok. Ben, o bana takılıyor sandığımdan heyecana kapılıyorum. Böyle düşünmekle birlikte konuşulanları a nımsayınca gene değişik yorumlar aklımı çeliyor. Annesi, kardeşinin düğün işlerini görüşmek üzere  yukarı mahalleye gece kalmak üzere gidecekmiş. Çocuk uyuyunca kendisi  hepten yalnız  kalıyormuş. Ne yapsınmış yani?Ben olmasaymışım bu akşam bile ablama gelecekmiş. Ben çıkkınca Emişne Abla da benimle birlikte çıkktı. Buna da biraz şaştım. “İşte buna gerek yok!” dememe karşın benimle hem de sesli konuşarak ablamların kapısına dek geldi. Ancak içeri girmedi. Kızmış olabileceğini düşündüm, göz ucuyla izledim; gülüşü çok  doğaldı. . Küçük odaya girdim, öyle ayakta durdum. Her şey bir anda değişebilecek gibi. Dişlerimi sıkarak öylece durdum. Kulağıma   sesler geldi. İçeride şamata sürüyordu. Kulak verdim;. konuk Ayşe Teyze  Ali Eniştemin çocukluğunu anlatıyordu. Eniştemin oldukça uzun çocukluğu olmuş, tanık Aşşe Teyze anlata anlata bitiremedi. Bir  süre kendime dineldim. Bir bakıma iyi de oldu;kendi kendimi tartar gibi toparlandım. Ablama  uzun süra orada kalışımı nasıl anlatacağım? Kesinlikle  soracaktır. Daha önceleri aynı teyzeye mektup yazdığımda olaylar olmuştu. Ablam beni gönderirken aynı kaygılara kapılmıştı, şimdi soracak:

-Neden o denli uzun kaldın? “Teyze uzun süre gelmedi!”desem ablam  bunu nasıl yorumlar?Beklediğim gibi olmadı;onlar gidince ablam pestil gibi devrilip uyudu. “Sadece  bana orada üşüdün mü? diye sordu. “Evleri sıcaktı!” deyince, ablam  “Hayır hayır öbür odada çok kaldın!” dedi. Uyudu…. . Ben uzun süre uyuyamadım. Şaka maka derken çok önemli bir olaya karıştım; şimdi ne olacak? Ya gidişim ya da dönüşüm komşularca görülüp yorumlanırsa? Neler konuştuk? Emine Abla  ilk tanıdığımdan beri neler söyledi. Hepsini kafamdan geçirdim. “Bu köyde o tür  gizli işler olmaz!” dediğimde, “Sen öyle  bil, bu köyde, kendi geliniyle………. bile var!” demesi. “Sen ne diyorsun?” diye sorduğumda yemin billah etmesi. O benimle böyle konuşuyormuş ama bana büyük güveni varmış. Bizim köylüler beni bu tür olaylara kesinlikle yakıştırmıyormuş. Bir ara iyice korkuya kapıldım. Yakıştırmamakla yakıştırmak iki kardeş; biri ötekinin yerine rahatça geçebilir. Çabuk toparlanıp rahatladım…. .

 

14 Aralık 1941 Pazar

 

Gene Saim uyandırdı. Ablamın yüzüne rahat bakamadım. Teyze o kadar uzun ne yazdırdı derse ne diyeceğim?Şansıma ablam sormadı. Emine Ablanın iyiliklerinden söz etti. Yakınlık kurduklarına içtenlikle sarıldığını, özveri sahibi oluğunu anlattı. Ablama “Öyleyse iyi bir arkadaşın var buna sevindim!”deyince ablam, “ O seni de çok sever!”diye ekledi. İçim “Cıızzz!”etti. “Ya ben davranışları tam değerlendiremiyorum ya da ablamın bir yanılgısı var!”

Beşinci kez Mustafa Ağabeye uğrayacağımdan  söz ederek, ablamdan ilk kez ayrı düşündüğümü  (içimden) gizleyerek ayrıldım. “Suçlu muyum?”Bir zaman buna benze bir durum daha olmuştu. Güzel Arzu, gelin gittiği evden  geri, evine dönünce, hakkında çok söylentiler yayılmıştı. Doğru mu, yalan mı, bunları hep dinliyorduk İmece köy harmanı günü beni su almak üzere onların kuyusuna göndermişlerdi. Gittiğimde evde kimse yokmuş, Arzu gülerek kuyuya geldi, neşeliydi, bir çok sözü arasına evde  yalnız olduğunu da ekledi. Bu da yetmedi beni üzüm yemeye içeri çağırdı, girdim üzümleri yedim. Ben üzüm yerken o iç odalara girdi çıktı. Az sonra”Çok sıcak!”diyerek apaçık bir şeyleri   giyinir gibi bedenine sarmış olarak geldi. Beni kandırmaya çalışacağını düşündüğümden, tetikte duruyordum. Tedirginliğimi hemen anladı öylece oturdu. Ben üzümleri yeyip kalkınca, arkamdan  kendi kendisdiyle konuştuğunu, (Sanırım bana) “Aptal!dediğini duydum. Bu olay, sonraları  aklımdan geçtikçe  kendime acaba o zaman “Aptallık mı ettim?” diye sorular sorduğum oldu. Ancak o zaman, gündüzdü, her an da kuyuya insanlar gelebilirdi. Küçük bir yanılgı, beni, ailemi dillere düşürürdü. . Şimdi öyle bir korku yok ama dedikodu gene de  ailemi  rahatsız eder. Yola hep bunları düşündüğümden eve biraz tedirgin girdim. Büyük ablama   neşeli gibi davrandım. Geçen  günlerin iyi geçtiğini, Saim’e kartopu yaptığımı, topaç çevirdiğimizi    anlattım. Gülsüm’ü gönderince kahveye indim. Kahve tıkabasa dolu. Kar kürümekten yorulanlar kahveye geliyor. Gerekçeleri de hazır, erkek kısmı evlerde dinlenemezmiş. Ocak başlarında oturmak, sandalyede oturmak kadar rahat değilmiş. Hele bizim kahvenin peykeleri onlara göre yapılmışmış. Bacaklarını sallayarakak rahatlıyorlarmış. Kimileri ekliyor, “Bir de şu gerçek kahve çıksa da gene ağız tadıyla kahve içsek!”Yemekten sonra Okula gittim. Mustafa Ağabeyde büyük bir değişiklik yok. 6-7 öğrencisi artmış. Devamsızlık diye bir sorunu yokmuş. Son mektubuma yanıt veremediğinden söz etti. “İşte geldim, iyi gördüm, en güzel yanıt!”dedim. Mustafa Ağabey, Eğitmen Kursu’na gittiğinde yönetici Ferit Oğuz Batır yöneticiymiş. Geçen yıllarda da ondan söz ediyordu. Ben, Ferit Oğuz Bayır’ın Temel Atma  Töreni’n geldiğini, törende bayrak taşıyan arkadaşa  öğrenci kasketi giydiği için çıkıştığını anlatınca Mustafa Ağabey, ”Şaşırmadım, iyi adamdır, ancak kendi beğendiklerinin dışına çıkmak istemez. Bizim devrede pek başarılı olamayan ama  ağzıyla  birkaç  kandırı lafı ustaca kullanan bir iki arkadaşı belledi, onlara sahip çıktı, onlar için yazılar bile yazdı. Bizler bu olaya güldük geçtik, onun takdirine bıraktık. Ancak içimizde  unutulmayan bir iz kaldı. Geçenlerde Muratlı’dan arkadaşım Ali gelmişti, sen tanırsın Ali Dinçer, oğlu da sizin okulda, Vehbi Dinçer, onun babası, onunla da bu konuyu uzun uzun konuştuk. Büyük bir haklsızlığa uğramadık ama niçin  öyle olsun?O arkadaşlar, onun söylediği gibi çıkmadı. Onun görmezden geldikleri daha başarılı çalışmalar yapıyor. Sen bunlara aldırma, insanların kendi ölçekleri vardır, ölçeceklerini onlarla ölçerler. Ellerin ölçekleri, gerçek ölçeklerin yanında bücür kalır. Onlar  da bir gün  bunun ayırdına varırlar. Ne diyelim, Allah insanları daha kötülerinden korusun!”Mustafa Ağabeye Hasanoğlan köyünü anlattım. Mustafa Ağabey, Anadolu olarak, Çanakkale dolaylarını, Bayramiç, Ezine yörelerini görmüş. Anlatıklarımı dikkatle dinledi. 300 hanelik köyde kağnıdan başka araba olmadığını, okul açılınca at arabalarının çoğaldığını anlattım. Mustafa Ağabey, sordu, “Hani araba gezemezdi?”Araba değil kamyon çalıştığını, otobobillerin gelip gittiğini anlatınca Mustafa Ağabey, “İnsanlar tembelleştikçe kendilerini kandıracak sayısız neden  buluyorlar!”deyip sözü bizim köye getirdi. “Gözleriyle görüp, elleriyle yokladıklarını bile kuşkuyla karşılayıp işi kolayca dedikoduya çeviriyorlar!”dedikten sonra Mustafa Ağabeyi çok üzen bir olayı anlattı. Öteden  beri bir köy deresi sorunu vardır. Seller kum getirip yığıyor. Su azalınca dere yatağını sık sık değiştiriyor. Derenin yatağını değiştirmesi ortaya bir köprü sorunu çıkarıyor. Şimdiki durumda iki yerde köpru var ama altları kuru, oysa su akan yerde köprü  yok. Köyden birileri, bunlara Mustafa Ağabey de katılıyor, diyorlar ki,  köyün  hemen önünden biraz kazılırsa su rahatlıkla köprü altından gidecek. İşlerin az olduğu zamanlarda çalışıp bir de bunu deneyelim. Çoğunluk karşı. Niçin karşı?Gerekçe  yok, “Allahın suyu kazmayla yönlendirilir mi?”Olay, kaymakamlığa  iletiliyor, jandarma gelip çalıştırılıyor, Allah’ın suyu köprü altına giriyor. Sonra da bu kahve konuşması yapılıyor. “Jandarma sopası dereyi bile doğrultuyor”. İkinci örnek ise  daha ilginç. Tahsildarlar her yıl vergi topluyorlar. Parayı alan tahsildar   borç ödenince makbus veriyor. Nedense her yıl onlarca insan  verdiği parayı bir daha ödemek zorunda kalıyor. Makbusunu gösteren kurtuluyor. Mustafa Ağabey, bunun kolayı şudur, deyip herkese bir zarf veriyor. Makbuslar bu zarflara konup saklanacak. Ertesi güz tahsildar gelince görülüyor ki zarf verilenlerin yarısında zarflar yok olmuş. Zarfı kaybedenlerin bir bölümü gene sızlanıyor. Mustafa Ağabey acı acı gülerek “Bu adamlar akşam olunca evlerinin yollunu nasıl buluyorlar, şaşıyorum!” deyip güldü.

Mustafa Ağabeyin dolabında yığınla gazete var, Ulus Gazetesi, sürekli geliyormuş. Köyden gideli beri Ulus Gazetesi görmediğimi söyleyince Mustafa Ağabey şaştı, “Nasıl olur, sözde Ankara’dasınız?Ankara’nın neresinde olduğumuzu anlattım. Gazeteleri karıştırdım. Aralık ayı gazeteleri, haberler benim için yeni. Son  radyodan duyduğum Alman ordusu Wehrmacht  Rostov’u almış Moskova’ya yaklaşmıştı. Son savaş haberleri daha çok Japonya üstün Uzak Doğu’da birçok yerleri almışlar. Filipinler, Malezya’yı Hindi-Çin’de bir çok yeri işgal etmiş. Almanya Amerika Birleşik Devletlerine de savaş açmış. Mustafa Ağabey gülerek Amerika’nın savaşa girmesi bizim işimize yaradı, savaş uzayacak ama Almanların burnu biraz kırılacak, bize sataşamayacak, hiç değilse bir süre. Bu nedenle askerlere çok izin veriliyor. Arkadaşların çoğunu  bekliyoruz. Kırklareli-Edirne yani Çakmak Hattı eratini bırakmaya başlamışlar. Çevre köylerden gelenler olmuş, biz de bekliyouz. 1300 tevellütlerden 23-24-25-26- doğumlular 3’er ay izinle geliyormuş. Ağabeylerin, enişten Ali Çavuş’u tutuyor. Mahmut 23, Bektaş 24, Ali Çavuş 26 doğumludur”. Sevindim. Akranlarımdan  kimseleri sordum, İlk askerliğini yapanlar bunun dışında tutuluyormuş. Köyden ötekileri birer birer sordum. Amacım  gerçekte birini öğrenmekti. O da geliyormuş. Üzüleyim mi, sevineyim mi?Konuyu değiştirip, Kızılcıkdere’ye gideceğimi söyledim. Mustafa Ağabey iyi yürekli bir insan, “Karışmak gibi olmasın ama, kış günü köylerde gezmek biraz sıkıntılı olur. Üstelik el köyü insanın kendi köyüne de benzemez!”Amacımı anlattım, ”Kırklareli’ye gidip dönüşte bir gene Kızılcıkdere’ye uğrayacağımı söyleyince, “O başka sen kalmayacaksın, benim sözüm uzun kalmalar için geçerli. Bir gece ne ki, hoşbeş derken gelir geçer. Hem senin Kızılcıkdere’de  akrabaların çoktur, hepsine uğrayamazsın bile!. Mustafa Ağabeyle olunca  vakit çabuk geçiyor, birlikte kalktık, evlere döndük. Yorgun, uykusuz olduğumu söyleyip yattım. İsmet’e gitmekten vazgeçmeyi düşündüm. Sonra da bunu hava durumuna bağladım, açık olursa giderim. Askerlerin dönüşüne sevindim, ağabeylerimi görmek istedim. Özellikle Ali Eniştemin gelmesi, üç ay da olsa  köyde kalması, ablam için çok yararlı olacak. Öteki askerleri düşünmemeye karar verdim. O iş öyle de kalabilir…. Bir bardak süt içip yattım. Rüyalarım nasıl olacak, bir süre onları düşündüm….

 

15   Aralık  1941 Pazartesi

 

Geç vakit ablam uyandırdı. Gülerek, “Çok uyudun, Saim seni uyutmamış galiba!”dedi. Saim’le birlikte  iki gece önce 9 saat uyuduğumuzu anlattım. Dün geceki uykusuzluğumu Ali Eniştenin akrabasına bağladım. Kahvaltı edip kahveye indim. Kuyu yolu açık, babama su taşıdım. C’yi uzaktan gördüm ama görmemiş gibi yürüdüm. C için de aynı düşünceleri taşıyıp taşımadığımı yokladım. Bu kez de  o işleri çağrılara bağlayıp kapattım. Dükkan bölümüne girip plakları temizledim. Çoktandır kullanılmamış gramofonu temizledim. Bir zeybek havası vardı, onu dinledim. Bir ara kahvede kimse kalmadı, babamla konuştuk. Babama Hasanoğlan’daki çalışmalarımızı anlattım. Babamın bir çok kez sustuğunu, sanki bana birşeyler söyler gibi durduğunu iyice anladım. Ama bu ne olabilirdi?Bunu kestiremiyordum. Sanırım bugün onu açıkladı. Babam, “Okulun umduğumuz gibi çıkmadı, bence öteki okullar gibi okumuyorsunuz. On aydır öteki okullar harıl harıl ders gördü, sizse  duvar ördünüz, kapı, pencere yaptınız. Doğrusu ben bunu pek anlamıyorum. Mustafa Hoca’nın Emin, derslerinde başarılı olamadı, geldi buralarda dolaştı, çalıştı, gitti sınavlara girdi, başardı. Sizde böyle bir disiplin yok gibime geliyor. Sonra ne olacak?Ben senin  köye gelip Mustafa gibi, bu edepsiz insanlarla uğraşmanı istemiyordum. Gidip şansını yüksek okullarda denemeliydin. Oysa şimdi ders bile okumuyorsun, şansını nerede deneyeceksin?Babam benim düşündüğümü söyledi, buna sevindim. Onu az da olsa sevindirmek için arkadaşlarımın çoğuna göre çalıştığımı, öğretmenlerimin bana güvendiğini, önümüzdeki yıllarda daha iyi çalışıp sınavlara katılma hakkı alabileceğimi anlattım. Müzik öğretmeni Süheyla Başokçu’nun adını vermeden söylediklerini anlattım. Babam oldukça rahatladı. ”Dur bakalım, ömrümüz yeterse bekleyeceğiz, ancak buraya köye dönüp çalışmayı kafandan çıkar. Bunlara yardım ederek yaklaşılmaz. Bunlara iş yaptırmak için  yetkin olacak ama o yetkiyi kullanıp ezmeyeceksin. Paran olacak, o parayı onlara koklatmadan  yararlarına sen kullanacaksın. Başka türlü senin yardımının hiçbir yararı olmaz. Aslında kötü değildirler ama iflah olmayacak derecede tembeldirler, bedenleri gibi düşüncelerini de  canlandırmak için büyük sabır ister;bunun için de en azından bir ömür gerekir. Bu da herkesin harcı değildir. Ben böyle düşünüyorum. Bunu da senin okulunun veremeyeceği belli oldu. Karakaçanlar gibi mevsimden mevsime yer değiştiren bir okulun öğrencileri sağlam bir eğitim  göremez, öğrendiğini pekiştiremez. Ben gençliğimde gemide çalıştım. Gemimiz sık sık yer değiştirirdi. Tuna Nehri’nin iki kıyısındaki kentleri hep gördüm ama inip içlerinde gezmedim. Benim gördüğümle o kentte  yaşayan insanlar arasında ne fark vardır?Sizin okulu ben biraz buna benzetiyorum. El yordamıyla birşeyler yapıyorsunuz ama pişirerek değil. Babam,  galiba birileriyle konuşmuş, biri ona bizim okulu  sanırım eleştirmiş. Kültür derslerinin boş geçmesinden ben de yakınıyorum ama  iş derslerinden kazandıklarımız da küçümsenemez. Babamsa iş derslerinden hiç söz etmiyor. Babama söz verdim, derslerime bundan böyle daha iyi çalışacağıma  sınavlara girip başarılı olacağıma, yüksek okullara geçip köye asla dönmeyeceğime söz verdim. Sili Usta gibi, Marangozluk Öğretmenimin, Müzik öğretmenimin, matematik öğretmenimin benim başarımdan kuşku duymadıkların, bunları ayrılanlar mektuplarında, ayrılmayanlar her zaman konuşmalarında bekirttiklerini tekrarladım. Babam çok sevindi. Sili Usta’nın armağanını, yazısını, Ahmet Gürsel Öğretmenin mektupları gösterdim, belli yerlerini okudum. Babam bir ara, Kamber Amcamdan söz etti. Kamber Amcam da zaman zaman bizim okuldan umutsuzca söz eder. Ancak onun umutsuzluğu kensi gözlemlerinden değildir. Kamber Amcam  gelip geçerken gördüğü  çalışmaları över. Ancak konuşmaları arasında kimi zaman da “Diyorlar!”gibilerde araya söz katmaktadır. “Diyorlar!”İsterdiğin kadar “Dediklerine bakma sen gördüklerine inan!”desen bile bu  geçici bir etki bırakıyor. Gerçekte de okulun değil, devletin kusuru büyük, dersler neden öğretmensiz geçiyor?Neden sınıf geçme  için koşul konmuyor?Sıfır durumundakini çıkarsa yeri boş mu kalacak?Bunları babama söylemedim ama benim aklımdan geçenler, başkalarının da aklından geçmektedir. Okulda başarısız olan bir kimsenin  öğretmen olunca başarılı olacağı umulur mu?Derslerde öğretmenlerin konuşmalarını anımsıyorum, acayip bir durum var. İşler yapılıyor ama kim yapıyor?Çalışan öğrenciler. Derslerde başarılar kimin?Çalışan öğrenciler. Pekiyi çalışanlarla çalışmayanlar neden ayrılmıyor?Onları ayır, sınıfta kalsın, çalışsın, geçsin. Bunu öğretmenler söylüyor. “Köyden alınan çocuk sınıfta bırakılıp köye gönderilmesi istenmiyorsa, bir yıl iki yıl daha fazla okuyup çalışmayı öğrensin. Bunu Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Sabit Soysal Öğretmenler ilk yıllardan beri hep söylediler. Ders okutan öğretmenler, “Bunlar yetişmedi demesine karşın öğrencilerin yüzünü görmemiş bulunan kimseler, onlara sınıf geçirtiyor. Babamın  konuşması bana bunları bir daha  anımsattı. Üstelik salt bizim okul değil ötekiler de öyle. Hasanoğlan’a gelen ekipleri gördük, içlerinde  rende tutmamış, planya nedir, su terazisinin ne olduğunu bilmeyenler var. Bunu Sili Usta kendisi söyledi. Beni usta olarak olarak Çiftelere göndermek istemesi de bundandı. Gerçi o bir şakaydı ama şakanın altında  kesinlikle saklı bir gerçek taraf vardı. Çiftelerden gelen son sınıf öğrencisi Abdullah Özkucur gelecek yıl öğretmen olacak. Onun iş derslerine girmediğini kendisi gibi arkadaşları da söyledi. Neymiş o, şiir yazarmış. Bizim Sami Akıncı da girmiyor ama Sami’nin kültür dersleri çok iyi. Kendi kendime bunları kurup söylendim.

Ali Ağabeyim yarın Lüleburgaz’a gitmeyecek ama gidenler bulunur, içlerinden biri olsun gazete getirir. Öbürsü gün Kırklareli'ye gidersem, Hasan Amcama uğrayacağım. Eve gidersem, notalarından bir iki parça yazarım. Şerif Baykurt adres vermişti, oraya da uğrarım. Ağabeyinden, eniştesinden söz etmişti. Karşılaşırsam Necmettin Efe’den de kendisini soracağım. Hanife Halamı ihmal etmiş gibiyim, kalkıp gittim. Gittiğime sevindim. Oğlu Hilmi’den çoktandır mektup almamış, ona üzülüyor. Gelini Şehriban uzun zamandan beri rahatsızmış, onun üzüntüsü de ayrı, deyip ağlamaklı oldu. Hanife Halamı hep neşeli görmeye alışık olduğun için, bu duruma oldukça üzüldüm. Halam, “Nasıl, kendini, başka insanlara uymaya alıştırabildin mi?Eller insanı dokuz dereden geçirir de bir damla su içirmezler”dedi. Çok iyi alıştığımı, kimseyi susuz bırakmıyorum ama beni susuz bırakmaya kalkışanların başlarını çamura sokabiliyorum!”deyince Hanıfa Halam, “Diline sağlık, beni güldürdün, işte öyle olacaksın!”dedikten sonra okulumu, izinimi sordu, yıllık tatile geldiğimi, geçen yıl tatil yapamadığımız için bu yıl iki izini bir arada kullanacağımı söyledim. Bu yalanımı kendim de beğendim. Başkalarına da bunu söylemeye karar verdim. Gerekirse ileriki günlerde, gelecek yılın izinini kullandığımı bile söyleyeceğim. Hanife Halamdan çıkınca dikkatımdan kaçmadı, Hanife Halam ilk kez benimle konuşurken C’den söz etmedi. Bu hem iyi hem de kötü. Neden iyi, neden kötü? Bunu bir süre düşüneceğim. Kahveye uğradım. Deveçatak Köyü’nden gelen var, askerde olanlardan bir çoğu gelmiş. İzin süreleri uzunmuş. Sorulunca, sevinerek “Kışı atlatacağız!”diyorlarmış. Babam  seviniyor. Bizimkiler de gelecek öyleyse!”diyor. Furtun Şerif Enişte ise hemen  bana bir pay ayırdı, “Ayağın uğurlu geldi. dedi, benim adımın konma öyküsünü bilmem kaçıncı kez anlattı. ”Halil İbrahim Bereketi!”diyerek sözünü bitirdi. Eve gene erken döndüm. Erken yatmaya alışmış gibiyim…Yatıyorum ama hemen uyuyamıyorum. Zaten bunun için erken yatmayı yeğliyorum. Fazla zamanda kuruntularımı atlatırım, böylece uykuma yetecek zaman kalır. Gene aynı konu, “O işleri yapanlar, karşılaşınca bir birlerinin yüzlerine nasıl bakıyorlar?”İki ikye değil, ilgili kimseler yanında. Bunu çok yakınlarında bulunanlar nasıl saklıyor?Kendime güldüm, Hanife Halama, kendimin, dereden susuz geçmem falan demişim, o da yalan. Ellerin rahatça yapığını bir türlü kafam almıyor. Oysa Emine Abla  o lafı ne kadar rahat söylemişti, Babalarla gelinler bile diye…

 

16 Aralık 1941 Salı

 

Evde kimse yok, dışarı baktım hava karanlık gibi, saate baktım saa 10’20 dışarıya bir daha baktım, lapa lapa kar yağıyor. Yerler düm düz olmuş. Hayvanlara böyle günlerde kuyu suyu veriliyormuş. Ablamla Ali Ağabeyim kovalarla su taşıyor. Ben de onlara katıldım. Giderken bastığımız izler dönüşte yok oldu. Ali Ağabeyim, “Kırklareli yolculuğu kalacak!”dedi. “Benim için çok önemli değil, haftaya gideriz, ben izini uzatabiliim, ”dedim. Son yalanımı  en yakınlarım ağabeyimle ablama yapmış oldum. İkisi de sevindiler. “Geçen yıl hiç izin kullanmadım, gerekirse gelecek yıl izinimi de  ekleyebilirim!”dedim. Ablam sevindi. ”İyi, bu kış kıyamet günlerinde okulda zor olur, yat, dinlen!”Ali ağabeyim, “Yat, dinlen, demekle olur mu ?Otursun derslerini hazırlasın!” Ben, “İkisini de yapacağım, yarın gitmediğimize göre derslerime başlayacağım!”deyip  konuyu  değiştirdim. Su taşıma işi bitince ablam iki kazak birden çıkardı, benim için örülmüş. Birisi  hiç görmediğim bir kazak. Bir tarafı  siyah bir tarafı beyaz. Siyah diyorum ama  gerçekte siyah değil bizim karakoyunların siyahı bir bakıma kahve rengi. Ablam, “Ceket içine giyerken bunu kullan, görüntüsü farketmeyecek, Şerife ablan böyle düşünmüş. Biz bunları ayrı ayrı örüp birleştirdik, dedi. Giydim, çok da hoşuma gitti. Büyüklük uydu. Zaten benim eski kazağıma göre örülmüş. Kolsuz, yelek gibi, tam bedenime göre. Gülsüm de çorap örmüş. Çoraplar, kalın sıcak tutacak türden. Öteki kazak köyde bir usta örücü varmış, ona yaptırmışlar. Beyaz kazağın göğüs üstünde   düz, kırık çizgiler var, kollu kazak. Biz konuşurken Komşu Ayşe teyze geldi, Furtun Şerif eniştenin eşi. Annemin iyi arkadaşlarındanmış. Kimi zaman gülerek kimi zaman da ağlayarak benim küçüklüğümü, özellikle annemin sağlığındaki yaramazlıklarımı en iyi o anlatır. Çok sık sorup anlattığı bir öykusu vardır, onu gene anlattı. Önce “Avcılık yapıp yapmadığımı sordu. Avcılığı sevmediğimi,  hayvanların canlarını almaktan hoşlanmadığımı söyleyince Ayşe Teyze, tıpkı Şerif Enişte gibi, “Ben o zaman daha anlamıştım!”diyerek olayı bir daha anlattı. Evin çevreleyen bahçe çok geniş, 10 dönüm olarak söylenir. Bir ucu da doğrudan, kıra, meralığa açılır. Şimdi çitle çevrili ama ozaman çit yokmuş. Annem beni bir  bahar gününde bahçeye oturtup  su almaya gitmiş. Döndüğünde ben  alışılmadık bir ses çıkarıp hopluyormuşum. (Henüz oturduğum sıralar). Annemin dikkatini çekmişim, annem yaklaşıp bakınca bacaklarım arasında kıpırdayan bir canlı görmüş ama ne olduğunu anlayamamış. Bir çığlık atıp Ayşe teyzeyi çağırmış. Bacaklarımın arasından binicik bir tavşan yavrusu çıkmış. O yavruyu bakıp büyütmüşler. Ayşe Teyze’nin  “O zaman anlamıştım!” dediği bu. Sözde o yavru benim yumuşak yürekliliğim için bana sokulmuş. Olayı çok dinledim ama Ayşe Teyzenin anlatışı kendine özgü olduğundan her defasında candan dinlerim. Annemle oldukları öteki olaylarda ağlamasına üzülüyorum. Ancak bende derin duygular uyandırdığı için kendim için yararlı bulduğumdan Ayşe Teyze ile konuşmayı ben de istiyorum. O da bunu duyumsadığından olayları tekraralamaktan çekinmiyor. Arada “Anlatmışımdır!” demekle birlikte anlattığını bile bile  tekrarlaması bence bundandır. Bu duygusal yakınlıktan olacak, Ayşe Teyze bana ablalarımın doğrudan soramadığı soruları çok rahat soruyor. “Ne zaman evlenmeyi düşünüyorsun? Sevdiğin biri var mı? Sevdiğin esmer mi, sarışın mı?Sakın çok esmer birini sevme, eğer seversen onunla evlenme! Sen sarışınları daha çok seversin ama, dikkat et çok sarışın olmasın, orta renklilere dikkat et, onlardan daha çok uysal imnsanlar çıkar. Evleneceğin insan uysal olsun. Çenebaz insanlarla geçim kurmak zordur, örnek Hasan  Amcan, Melek gibi  adam, Atiye yengenin çenesi yüzünden neşesinden oldu. Anasına bak kızını al düstürunu unutma!”yollu sözleri bıkmadan, usanmadan her karşılaşmada bana tekrarlar. Ayşe teyzeyi  ablamlar da çok sever, sanırım köyde onların da iki kardeş olarak ortak sevdikleri tek insan. İkisi de ondan  saygıyla söz ederler. Çocuğu olmamasına da  ayrıca hayıflanırlar. Sonunda  akrabalarından birinin çocuğunu  evlatlık almışlar. Akşam sabah, onun  süt emmiş biri  çıkıp  yaşlı günlerinde onları  üzmemesini dilemektedirler.

Geç vakitler kahveye gittim. Kahveye  girince , “Kar yağışı durdu!”dedim. Yaşlılardan Arabacı Ali, güldü, “Sen bakma onun durmuş gibi göründüğüne, azıcık nefes alıyor, Gece başlayacaktır!”dedi. Yanındakiler de   “Ya ya bu yıl fakir fukaraya  göz açtırmayacak!”dediler. Onları dinleyince, “Bunlar kışı, acımasız bir adam gibi düşlüyorlar herhalde?”dedim. Lüleburgaz’a gidenlerden biri geldi, Çançik Ali, geçerken gazeteyi kahveye bıraktı, Köroğlu. Üstünde  bir resim, iki pehlivan, başları bir birine dayalı gibi, elleri aşağıya  sar kar gibi ama açık, karşısındakinin elini tutacakmış gibi bakışıyor. Altında bir yazı;Moskova önünde”Elense!”Haber yazılarından birinde  Hitler, Stalin’in adını silmek için Stalingrad’a girdi. . Öteki  haberler hep Japonya üstüne. Japonya Çin’den aldıklarıyla doymadı, tüm Asya kıtasını istiyor. deniyor…Gazete bu kadar. Karikatür var. İtalya ile Almanya  Akdeniz üzerinde dönen bir yuvarlağa binmişler. İtalya’nın bir ayağı yuvarlakta bir ayağı İtalya’ya basmak üzere. Almanya’nın  ise bir ayağı  yuvarlakta öteki Afrika’ya basmış. Büyük başlıklı bir haber. Afrika’dan kaçan İtalya’ın yerini Almanya dolduruyor. . Haberde ‘de Tobruk düştü…Gazete bitti ama  konuşmalar daha yeni başlayacak, bunu biliyorum. Haberleri duyanlar gelenlere anlatacaklar, bu arada kendi düşüncelerine de katacaklar. Bu karışık bilgiler yorumlar daha sonra gelenlere gazete haberi olarak yansıtılacak. Yarın bunlar bir kitap dolusu söz olup  ortaya çıkacak. Bu arada sevindirici bir haber, beklenen askerlerden ilki gelmiş. Dede Ahmet Ali. Çanakkale taraflarından gelmiş. Babam sevindi. ”Ali Eniştenin kurasından o da gelecek, inandım!”dedi. Ben erken yatmaya karar vermiştim, kararıma uydum, yattım. Gerçekten kar yağmaya başlamış. Konuşanların bir bakıma hakları var, kar durup durup yağıyor. Her yıl bu denli yağmazdı. Sanırım bizim köye kar Kepirtepe’den çok yağıyor. Ben  üç yıldır orada böylesi kar görmedim. Bahçe içlerinde, ezilmemiş yerlerde derinlik bir metreye ulaşlaşmış durumda… Yattım. İçim oldukça rahat, deliksiz uyku uyuyabilirim. Askerdekiler geleceğine göre Küçük ablama yatıya gitmeyeceğim. Bu da benim işimi kolaylaştıracak. “Bir varmış bir yokmuş!”Bir öykü başlığı. Sinekli Bakkal’ı bir daha okuyacaktım, onun için getirmiştim, hemen başlamalıyım….

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ