Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

25 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yeni Söylentiler; Basına İlgi; Bireysel Direnmeler

 

20 Nisan 1940  Cumartesi …

 

Zil sesine uyandım. Mehmet Yücel’le Mustafa Saatçı tartışıyor. Mehmet Yücel Hilmi Altınsoy’a soruyor, ”Müdür Beyin bugün bize söyleyeceklerini bir daha söyler misin? ”Hilmi yanımda yatıyor, daha uyanmadı!”dedim. Mustafa Saatçı “Bak yatıyormuş, ben söylesem olur mu? ”diye soruyor. Birileri olur, dinliyoruz, diye bağırırken birileri olmaz, sen şimdi uyduracaksın!”diye  karşı durdular. Hidayet Gülen Öğretmen kapıdan “Haydi şimdi ayıkla pirincin taşını!”dedi. Tam yanından geçiyordum bana, ”Böyle güzel bir sözümüz vardır, duymuşsundur!”dedi. ”Duydum ama anlamını tam bilmiyorum!”dedim. Öğretmen “Böyle iddialarda denk güçler zıt fikirler öne sürerse dinlerenler, işin zorlaştığını anlatmak amacıyla”Ayıkla pirincin taşını!”derler. dedi elindeki çubukla   kapının  kenarına tıklattı. Öğretmenin benimle konuşması beni gururlandırdı. Kendimi azıcık toparladım. Etrafımdakilere biraz böbürlenerek baktım. Ya da benzer bir duyguya saplandım. Kahvaltıya oturduğumda Hilmi Altınsoy geldi, beni  azıcık payladı. Daha dorusu üzülmeme neden oldu. Yatakhanedeki tüm gürültülere karşın uyanmamışmış. Hidayet Öğretmen “Günaydın dostum!”diyerek üstünden yorganı kaldırmış. Hilmi çok utanmış. Bana”Sana güvenip  sere serpe yatıyordum, neden beni uyandırmadın? ”deyince çok üzüldüm. Hasan, Yusuf, Hilmi’nin yüm sevdiği arkadaşlar araya girdi, beni affettirdiler. Affedildim ama ben kendimi affetmedim. Kahvaltıdan sonra biz kendi atölyemizde toplandık. Naci İnan, Hamdi Bağ öğretmenler de geldiler. Az sonra tüm öğretmenlerin geldiğini gördük. Okulumuzun tüm öğretmenleri gibi  görevli memurlar, değişik işlerde çalışan görevliler hepsi okula gelmiş. Kümeler halinde geziyorlar, konuşuyorlar. İrfan öğrtetmenin önemli işiiz dediği çatıya bayrak dikmekmiş. Kimseye belli etmedemn ben çıkıp köşeye  çaktım. Yapıcılar inşaatin devam edeceği tuvalet yerini düzedltmeye başladılar. Biz de kiriş başları ile saçak altı tahtalarını hazırladık. Kiremit çekilip sıva vurulunca kolayca kapatabileceğiz. İşlerimiz bitmiş durumda ama kimse  boş durmuyor Aslında herkes zilin çalınmasını bekler durumda. . Sonunda zil çaldı. Biz hızlı, öğretmener ağır adımlarla tören alanına geçtik. Benim aklımda değişin olasılıklar geçti. İçimden, ”Bayrağı, belki son kez çekiyorum!”diyorum. Sonra “Hiçbir şey değişmeyecek, söylentiler geldi geçti!”denecek. Kafam durmuyor, ”Savaş nedeniyle başka yere gidiyoruz!” Dalgın dalgın dururken Hidayet öğretmenin komutunu  birden duydum. Hazı durumda olduğumdan aksatmadan bir çekişte bayrağı yerine ilettim. Belki de  en başarılı çekişim bu oldu. Hamdi Bağ Öğretmenin gözleriyle bayrağı izlediğini gördüm. . İp uçlarını yerlerine takıp esas duruşa geçtim. Rahat komutunra bende rahata geçtim. Müdür Bey yakınıma geldi, bana sen de yerine geç!”dedi. Koştum, arkada bir yerde durdum. Müdür Bey, ”Çocu. Okulumuz açılalı daha iki klar, arkadaşlar, dişinizi tırnağınıza takarak bu çamur deryası içine  okulumuzu kondurdunuz yıl bile olmadı. Burası dördüncü konak yerimiz. Anlatmakla bitmeyecek sıkıntılar çektik. Bunlarla başınızı ağrıtmayacağım. Üstüne üstük bir de tumturaklı yalan karşısında kaldık. Okul kapanacak, yok, kurs şekline döndürülecek, falan filan. Okulumuz şu bina gibi sağlam, kale gibi ayakta. Bütün yalanlar bitti, balonlar söndü. Okulumuz özel yasası olan bir okul oldu. İki gün önce T. B. M. Mde kabul edilmiş bulunan yasa ile okulumuz T. C. Devletinin öteki okulları arasında yerini aldı. Bunu müjlelemek için sizi  burada bir araya getirdim. Yasa çıktı deyip herşey mükemmel olacak demek istemiyorum. Dünyanın gidişatına  göre sıkıntılarımız olacak. Bu sıkıntılşara her yurttaş gibi biz de göğüs gerip yaşamımızı sürdüreceğiz. Ankara’dan aldığım bilgilere göre yeni yasamız kısa zamanda elimize geçecek. Haklarımızı, görevlerimizi oradan kendimiz okuyacağız. Ben şimdilik, gazetelerin bir inceleme yapmadan yazmış olduğu yanlışları  düzeltmekle yetineceğim. Okulumuzun öğrenim süresi 6 yerine 5 yıla indirilmiştir. Okulsuz  köylerimizin okul özlemi bir an önce bitsin düşüncesiyle  bir yıl kısaltma yapılmıştır . İlerde belki gene 6 yıl olabilecektir. Erkek öğrenciler buradan öğretmen olarak çıktıklarında askerlik görevleri yed ubay olarak yapacaklardır. Okulumuzun adı değişmiştir. Köy Öğretmen Okulu yerine, bundan böyle buraya Kepirtepe Köy Enstitüsü denecektir. Bu ad olayını  çok önemsemeyelim. Bildiğiniz gibi biz burada Öğretmen Okulları gibi sadece kültür dersi görmüyoruz. Bizim gördüğiümüz sanat dersleri başlı başına sanat eğitimini de içermektedir. Yeni yasanın ayrıca eklediği  yeni çalışmalar vardırBunlar hepsi size yüklenmeyecektir. Yeni öğrencilerin yeni seçenekleri olacaktır. Sizden sonraki sınıfların  kimileri demircik  görecek, kimileri arıcılık, kimileri tavukçuluk derslerini sizin duvarcılık, marangozluk yaptıüğınız gibi sürdüreceklerdir. Keza kızlarımız da çoğaldıkça, biçki-dikiş gibi, yemek, başka elsanatları, dokumacılık, halıcılık üstüne çalışacaklardır. Tüm bu çalışmaları anlatmaya Öğretmen sözcüğü  yetersiz bulunmuş, yurdumuzda az kullanılmasına karşın geniş anlam kapsayan enstitü sözü benimsenmiştir. Enstitü sözü yurdumuzda daha önce de kullanılmış, şu sılarda da kullanılmaktadır. Hıfsızsıhha Enstitüsü, Ziraat Enstitüsü, Gazi Terbiye Enstirüsü bunlardan bir kaçıdır. Daha önce yaptığımız konuşmalarda  özenle üstünde durduğunuz  iki  önemnli konu olan  okul süresiyle yedek subaylık hakkı sanırım sizi memnun ek s etmiştir. Öğrenciler için şimdilik söyleyeceğim bu kadar. Öğretmen arkadaşlarımla da ayrıca biz yöneticileri ilgilendiren konuları ayrıntılarıyla konuşacağız. Öğretmen arkadaşlar dersleri içinde de sizlere yeni durumları açıklayacaklardır. Başarılı çalışmalar dilerim!”.

Öğretmenler topluca Müdür Beyin odasına doğruldularsa da topluca dönüp yemeğe geldiler. Bizim masaların başlarına oturanlar oldu. Fikret Madaralı Öğretmen bizim masaya oturdu. Hilmi Altınsoy’dan başlayarak hepimize  sorular sordu. Ne düşündüyse beni en sona bıraktığı gibi soru da sormadı. . Daha doğrusu, bana  soru sormadı ama  sormuş gibi yaptı. Başladığı soruyu sonlandırmadan, kendisi benim için konuştu. Arkadaşlara, bu okul hepiniz için bir şanstır. Ancak bu, beni göstererek İbrahim için iki şan bile demek de   yetmez,   olağanüstü bir şantır, adeta bir bağıştır. Öyle ki  çok çalışırsa buradan başka okullara atlayarak ilk tasarılarını gerçekleştirebilir. Hasan Üner, öğretmene “Öğretmenim bize böyle bir şans tanımıyor musunuz? dedi. Öğretmen gülerek, ”Elbette hepinizin şansı eşit. Ancak sizin yaş sorununuz yok. Arkadaşınız 5 yılını  boş yere harcamış. Okuldan okula geçmelerde sınıf atlamalarda  okulların  sınır  çizgileri vardır. Kimi okullar bu konuda çok duyarlıdır. Mahkeme ile düzeltilmiş doğumları bile tanımazlar. Ben arkadaşınızın geçmişteki  durumunu  yakınlarından  dinlediğim için  iyi biliyorum . Bu nedenle  öyle söyledim!”dedi. Fikret Madaralı Öğretmen, yeni yasayla yeni bir ufuk açılacak, hepimiz daha hevesle çalışacağız. Yurdumuz için hayırlı olacaktır!”deyip ayrıldı. Öğretmenlerin toplanması öğrenciler içi, n yeni bir olay oldu. Özellikle 5. sınıflar pencerelere çok baktılar sanırım. Hidayet Öğretmen  bahçeye inip pencere önlerine nöbetçiler  koydu. Biz bir grup Lüleburgaz tarafındaki tepeye çıktık. Tepeden futbol oynan yere doru yürüdük. Biz oraları hala çamur olarak düşündüğümüzden  giden olmuyordu . Oysa çamur çoktan geçmiş. Arkadaşlar alanı temizleyip top oynamaya başlayacaklar . Hemen işbölümü yaptılar. Tarım  deposunun yanından okula döndük. Ben, tam bir hafta aradan sonra mandolini alıp uzun süre çalıştım. Çalabildiğim parçaları yazdım. 8 parçayı iyi, 11 parçayı şöyle böyle 7 parçayı ise yam yerlerini bulduramadan ezbere daha doğerusu uydurarak  çalmaya yaklaşıyorum. Marş Türk de bunlardan biri. Belli bir yerini  güzel çalıyorum ama  tiriririram, tiriririram, tiriririririririram, rampam pampam ram pam pampam rampam  pam pam ram pam pammmmm! Kolay olmuyor. Öğretmenler dağılınca İrfan Öğretmen geldi. Atölyeye kimsenin girmemesini söyledi. Elektriklerin üst düğmesini kapattı, açmamamı tembihledi, gitti. Arkadaşların konuşmalarını merak ettiğim için çalışmayı kesip dersliğe gittim. Kimsede yeni bir haber yok, öğretmenler topluca gitmişler. 6. sınıflardan bir haber çıkmış, galiba o ayrılmaya karar veren öğrenci söylemiş:Dersler yakında kesilecekmiş. Sözde ayrılacak çocuğa, yakında dersler kesilecek, istersen ayrılabilirsin!”denmiş. Bu mışmışlı konuşmalara katılmadan  Eugenie Grandet’yi okuyorum. Cimri babanın iyi bir huyu var:Doğum günlerinde kızına altın bağışlıyor. Kız büyüdüğünde bu altınların  sahibi olacakmış. Baba Grandet sözünde durursa Eugenie’nin  altınları olacak. Bu altınlar şimdiden birilerin ilgisini çekmeye başlamış. Onlarda evlilikler de başka. Evlenen kızın parası olmak zorunluluğu varmış. Oysa bizde bunun tam tersi. Evlenecek  erkeğin parası aranır. Kitabı okudukça yeni yeni bilgiler ediniyorum. M. Grandet kentli olduğundan belki farklı. Bizim kentlilerde de böylemidir? tam da bilemiyorum. Ancak bizim köy geleneklerine göre Fransa’nın  Saumur kentinin gelenekleri ters yüz olmuşça  zıt. Özellikle evlenmelerle akrabalıklar. Eugenie  Charles’le kardeş çocuğu olmasına karşın, ona aşık oluyor. Bu nasıl olur? Kardeş kadar yakınlık varken bunu nasıl yapar? Burada bir süre düşündüm. Acaba kitaplarda böyle olayları, olmadığı halde olmuş gibi göstermek. Makbul mü? Ya da bu bir kitap oyunu mu? Arkadaşlar, yeni yasa, okul adı, süre kısalması gibi sözlerden hiç etkilenmemişler, futbol oynamayı, derslerin kesilmesini   birinci  konu yaptılar, çoğunlukla   bunları konuşuyorlar. Oysa radyo haberlerine göre Fransa ile İngiltere Almanya’ya   karşı birlikte savaş  için karar almışlar. Yemekten sonra babama  unun bir mektup yazdım. Yeni yasa için Okul Müdürümüzün anlattıkları aynan naklettim. Fikret Madaralı Öğretmenin  arkadaşlara anlattıklarını da ekledim. Çok çalışacağımı, okuyacağımı, köy öğretmenliğinde  kalmak istemediğimi apaçık yazdım. Zaten babam bana bunu anlatmaya çalışıyordu. Okula ilk giderken  daha C ile ilişki sürdürmemin, eğer okuyacaksam beni için engel olabileceğini, daha o zamanlar söylemişti. Babamın o günkü konuşmalarını anımsayarak  bunları mektupta  anlattım. Zil çalınca biraz düşünceli olarak yattım. Ben babamı mutlu etmek için okuyorum. Oysa babam benim mutlu olabilmem için okumamı  istiyor. Biraz karışık bir olay. Ben babamı bırakıp köyden ayrıldım. Şimdi de “Okuyacağım, hem de okumamı uzatarak köye hiç dönmeyecek şekilde görevler  üslenebilecek  öğrenim yapacağım!”diyorum. Babam bundan üzüntü duymaz mı? Bir daha  beraber olamamak onu üzmeyecek mi? Babam  bunu salt anneme verdiği söz için yapıyorsa, ben babama haksızlık etmiş olmuyor muyum? Bir an için ağlamaklı oldum. Sanki hemen ayrılıyormuşum gibi duygulandım. Goriot babanın kızlarına karşı duygularını anımsadım. Öyle babalar da var, M. Grandet babalar da !. . . Banim babam da Goriot baba derecesinde duygulu bir baba. Benim için çok büyük özverilere hazır olduğunu duyumsuyorum. Ancak ben, onun bu konuda görünmeyen tarafında duyduğu acılarından habersizim. Acaba bu yanımla ona beklemediği bir acı daha duyuruyor muyum? Nasıl davranayım da babama daha fazla bir yük olmayayım? Bunları düşünüyorum, ancak  düşünmek yetmiyor, doğrusunu seçip yakmayı bir türlü başaramıyorum. Dönüp dolaşıp aynı yere çıkıyorum. Konu hep ben, oysa benim sorunlarımı göğüsleyen babam. Benim okulum yer değiştirdi, tedirgin olan babam. Benim okulum  ad değiştirdi, yollara düşen gene babam. Mektup göndermeme karşın  haftaya köye gitmeye karar verdim. Sanırım bu cumartesi-pazar günleri çalışma olmayacaktır. Babama sağlıklar dileyerek uyudum.

 

23 Nisan 1940 . . Salı. .

 

Arkadaşların sevinçli konuşmalarıyla uyandım. 23 Nisan bayramından söz ediyorlar. Öğleden önceki dersler yapılmayacakmış. Askerlik dersini bu hafta da atlatmanın sevincini duydum. Ders atlatmak sözüne en çok sinirlenen, bunu söyleyenlere  ağır sözler söyleyerek kınadığım halde  askerlik dersi için kendim seviniyorum. Üstüne üslük kendimi haklı da buluyorum:Çünkü ben dersten değil, dersi sürdürenden yılgınlık duymaktayım. Koskoca Binbaşı”Ben  adamı mimlediğim zaman, onun işi bitmiştir!”gibi korkutucu lafları tekrartlayıp duruyor. Anlayamadığım bir başka konu, bu gün dersler neden öğleye kadar kesik? Öğleden sonra  bayram değil mi? İş dersleri neden yapılıyor? . Bunun yanıtı hemen verildi(!)”İş dersleri iş , olduğu için yapılıyor!”Mustafa Saatçı arkadaşımız, bu tür sorulara . ”Elcevap iş, iştir!”diyor. İsmet Yanar, Mehmet Yücel, İdris Destan arkadaşlar üçü birden Mustafa Saatçı’ya bağırdılar:”Başka zaman söyleyince ifrit oluyorsun, şimdi ise  İmamlık yapıyorsun, iki yüzlü Hafız!”Mustafa Saatçı sert bir tavırla reddetti. ” İki yüzlülüğü asla kabul etmem!”Bu kez de kalabalık bir grup:”Öyleyse  İmamlığı kabul ediyorsun!”… Kahvaltıya    öğretmenlerin çoğu katıldı. Kahvaltıdan sonra bir süre derslikte bekledik. Zil çaldı bayrak töreni  yapıldı. Hidayet Gülen Öğretmen konuştu. Okul balkonunu göstererek, Okulumuzun yeni adıyla bu ilk  bayramımız olmaktadır, güzel günlere, nice bayramlara!”dedi. Sağol!diye bağırırken. . . Hepimizin gözleri  balkona  takıldı. Gerçekten  balkon alın duvarından  Trakya Köy  Öğretmen Okulu  yazısı kaldırılmış, Kepirtepe Köy Enstitüsü  yazısı konmuştu. Kısacası orada eski tabelanın  sadece Köy sözü kalmış. Öğretmen, okul, Trakya sözleri kaldırılmış, yerlerine   Kepirtepe, enstitü sözleri geçirilmiş. Arkadaşlardan “Aaaa!, İiii!, Iıııı! gibi sesler çıktı ise de bu tepki kısa  sürdü. Ben bir süre –içimden- kendimce  yorum yaptım. Kepirtepe bu tepenin adı. Karşıdaki tepe de Bedir Köy tepesi. Az ilerde de iki tepe görülüyor. Umurca tepeleri. Eski tabelada Trakya sözcüğü tümTrakya’yı kapsıyordu. Bence  beş ili kapsayan Trakya sözcüğü yanında  Kepirtebe çok cılız kalan bir ad olacak. . Trakya halkının bu adı  seveceğini  sanmıyorum. Hele benim köyümde bu ad iyice alay konusu olacaktır. Çünkü bizim köyle birlikte  yakın  dört beş köyün kepir toprakları vardır. Bu toprakların işlenmesi zordur. Ayrıca, sınırlı tarım yapılabilinen bu toprakları köylüler makbul de saymazlar. Bu nedenle okulumun adına kepir sözünün eklenmesi, benim  köylülerimle  karşılıklı ilişkimi biraz  grdirecektir. Köye gidince,  bir çok  boşboğazın  takılmalarına  karşı  okulumu savunmak zorunda kalacağım. Zaten öteki  yöre insanlarının  da  hiçbir özelliği olmayan bir kırlığa kurulmuş  bulunan okulumuza pek yakınlık duymadığını biliyorduk. Edirne-İstanbul arası  geçen bir iki otöbüs yolcusu dışında kimsenin inmemesi bunu kanıtlıyordu. Özellikle Lüleburgaz halkı, nedense bizim okulu, kendilerinden bir türlü sayamadı. Çarşıda-pazarda zaman zaman bunu  tüm öğrenciler duyumsayıp üzülüyordu.

 

*************************************************************************

 

 

Trakya Köy Öğretmen Okulu 5. 6. 7. sınıf öğrencileri o gün kü giysileriyle 23 Nisan 1940

 

Öğretmenler:Hamdi Bağ-İrfan Evren

*************************************************************************

 

Hidayet Öğretmenin konuşmasından sonra şiirler okundu. Akşam da ayrıca gösteriler yapılacağı, duyuruldu. 23 Nisan  Bayramı hazırlıklarını 5. sınıflara verilmiş. Gelecek 19 Mayıs Bayramını  da 6. 7. sınıflar hazırlayacaklarmış ….  Tören çabuk bitti. Okulumuzun tabelasına  törenden sonra   da   bir    süre     baktık.          Enstitu, enstitü, enstitü, enstitü, enstitü, enstitü…Ens. . ti. . tü. . Ens. . ti. . tü. . Ens. . ti. . tü….

Ens - ti - tü hecelerini ayırarak söyleme denemeleri yaptık. Tüm arkadaşların ortak  görüşü: Anne-babalarımız gibi köylerimizdeki insanlar da bu  adı uzun süre söyleyemeyecekler. Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığı köylü-asker fıkrası gibi gülünç söylemler ortaya çıkacak. ”General  tüfekli eğitim  yapan birliği teftiş ediyormuş. Tüfekleri iyi tanıyıp tanımadıklarını görmek istemiş. Elinde tüfekle duran bir ere  tüfeğin üstündeki önemli parçaların adını somuş. Er, sorulan  parçaları sırasıyla gözlerini yumup  sesinin çıkabildiği kadar bağırarak anlatmış. Sıra  namlı ucundaki Alev Örten Honi’ye gelince de er, Alafontenfoni”diye bağırmış. General bu sözü anlamamış;birlik komutanına dönerek:  Tüfek partçalarının ecnebi dillerdeki adlarını söylemeseler de olur;parçaları, Türkçe olarak öğretseniz yeter!”demiş. Biz buna çok gülmüştük. Ner var ki şimdi, bizim okulun adı da bir takım içtenlik yoksunu insanlara  sakız olacak, çiğneyip çiğneyip şekillendireceklerdir. …. . Öğle yemeğine dek bununla   ilgili yorumlar yaptık, olasılıkları konuşuk. . . Öğleden  sonra biz gene kendi atölyemizde  çalıştık. Yapıcılarla 6. sınıflar birlikte çalıştılar. Namık Öğretmen yanımıza gelince, 6. sınıflar için:  “Arı gibiler!”dedi; onların çalışmalarından çok memnunmuş…. Banyo üstünün kiremiti kapandı, iç betonu, perncere, kapı lentoları ile çerçeve kasaları betonlu harçla kapatıldı. Tuvalet bölümü de  yarı yarıya örülmüş durumda. Namık Öğretmen, ”Mayıs ayında banyo, tuvalet işleyecek, yatakhane yükselecek!”diyor. Yeni öğretmenler de gelecekmiş. Hasan  Çevik Öğretmen gideli çok oldu ama yerine kimse gelmedi. Bu söyleyinince Namık Öğretmen güldü. ”Ohoooo!dedi. Hasan Çevik’ten sonra bize iki yapıcı arkadaş atandı; ancak onlar buraya ulaşamadan askerlik şubeleri onların birini Erzurum’a birini de Lalapaşa’ya gönderdi!” Namık Öğretmen, elini  tezgahın kenarına vurarak, marangozluk atölyesinin şanslı olduğunu söyleyince, Hamdi Bağ Öğretmen birden “Etme iki gözüm, sen olsun bizi görmezden gel, şunun şurasında sessiz sakin  işlerimizi görüyoruz. Kimsenin gözüne batmamak için de boynumuz bükük dolaşıyoruz. Sen böyle dersen! Hamdi Öğretmen sözünü bitirmeden” Namık Öğretmen, ”Aman aman ben bir şey demedim, siz kaç kişisiniz? Bunu da ben sormadım. Ben kendimi aynada görmeye alışmışım zaten, aynalarla her zaman  iki Namık oluyorum. Üçlü ayna varsa verin, kendimi üçlü de görebileyim!”Bir süre gülüştüler. Biz hem çalışıyor hem de onların şakalarını izliyoruz. Geçen zamanlarda da bu tür şakaları yapıyorlardı. O zaman Hasan Çevik Öğretmen de ara sıra bu konuşmalara katılıyordu. Ancak Hasan Çevik Öğretmen  dinler dinler arada  bir söz söylerdi ama söylediği sözler  etkili oluyordu. Bir kez Hamdi Bağ Öğretmen bir olay anlatmıştı. Çağlayana yakın bir  sudan  karşıya geçerken arkadaşlarının biri düşmüş, suyla birlikte  aşağıya gidiyormuş . Öğretmen “Suyla birlikte aşağıya gidiyordu!”deyince Hasan Çevik Öğretmen”Bütün suya düşenler, nedense aşayıya gidiyorlar. yukarıya gideni pek olmuyor galiba!”demişti. Hamdi Öğretmen ise sözünü kesmeden anlatacağını anlatıp bitirdi. Sonra da Hasan Çevik Öğretmene bir başka çağlayan olayı anlattı. Balıklar, çağlayandan yukarıya  doğru giderlermiş. O nehrin balıkçıları en çok balığı çağlayanda, genellikle geceleri balıkların  yukarıya tımandıkları  sırada yakalarmış. Hasan Çevik Öğretmen bu kez de” Balıkların tırmanması” sözüne takılmıştı. Hamdi Öğretmen gülmüş , Hasan Çevik Öğretmene, Seninle söz düellosunu Naci İnan arkadaşa bıkıyorum!”diyerek konuyu değiştirmişti. Bizce, çok sessiz gibi duran bu iki öğretmeni, Hasan Çevik Öğretmenle Naci İnan Öğretmenin yaman birer tartışmacı olduklarını bu arada öğrenmiştik. Sanat çalışmalarımızdaki  yanlışlarımız gibi öteki davranışlarımızda da yaptığımız kusurları ustaca düzeltmeleri de belki bu  yanlarının gücünden kaynaklanıyordu. Hasan Çevik Öğretmen bir yıllık bir süreçte hiç birimize sert bir söz söylemedi.  Babasının ricası üzerine Alpullu’da evlerinin bahçesinde küçük bir yer kazmıştık. O sıra kendisinin, babasının özellikle de eşinin bize karşı  tavrını, çay, bisküi, poğaça  getirmesi, evlerimizi ailelerimizi sorması bizi çok sevindirmişti. . Hasan Çevik Öğretmenin ilk atölye çalışmalarında bizi işlere ısındırmak için gösterdiği yakınlığı hiç unutamıyorum. Özellikle ben, Hasan ÇevikÖğretmeni, öğretmenden önce bir ağabey olarak  tanımıştım. Kendi ağabeylerimden biriymiş gibi yakınlık göstermişti bana.

Öğretmenler, Namık  Ergin Öğretmenle birlikte çıktılar. Az sonra paydos zili çaldı. 5. Sınıfların söylediği 23 Nisan şarkısı takıldı kulaklarıma, onu mandolinle bir iki  uğraştan sonra çıkardım. Bu kez ilk okuldan  belleğimde kalan şarkıları anımsamaya çalıştım. Münevver öğretmenin öğrettiği, Zaman zaman karşılıklı söylettiği Yalancı şarkısını toparladım. A bunu çok söylerdi. Sorduğu soruya biraz  kaçamak yanıt verince hemen şarkıya başlardı. ”Yalancı, yalancı sana kimse inanmaz!” . Ben de “Başkasından bana ne, sen inan yeter!”deyip  olayı saptırmaya çalışırdım. ”Bugün  yirmi üç  nisan, neşe doluyor insan!” da güzel bir şarkı. Marş Türk’ü  tek vuruşla çalmaya başladım. Dersliğe gidince matematik defterlerimi  karıştırdım. . Baktım Halil de matematik ödevi yapıyor. Bir yığın daire, silindir çizmiş. Küre ile silindirin hacimlerini öğrenmiş, piramitlerle kesik koniklerde bocalıyormuş . ”İstersen beraber çalışırız!”dedim. ”Yoruldum, sonra  bir ara ben söylerim, istersen o zaman çalışırız!”Ben kendi ödevlerimi  tamamladım, konulara  baktım. Bir süre  Eugenie Grandet’yi okudum. Eugenie, ’nin sevdiği kuzen cılk çıktı. Babası çok zengin olduğu için  büyük dağları yaratmış gibi ortalıkta dolaşıyordu. Oysa  onun haberi  yok, babası çoktan  paraları tüketmiş, üstelik yığınla boç bırakmış. Bunları duyunca  birden, onu havada uçuran kanatları kırıldı, kendi bacakları da  bedenini taşıyamaz duruma düştü. Bu arada olanlar Eugenie’ye oldu. Hem fakir Charles’i iyi etmek hem de borçlarını ödeme işleriyle karşı karşıya kaldı. İşte  bu romanın da buralarını hiç sevmedim. Yarım bırakmış olmamak için okuyorum ama hoşlanmadığım bir davranış içinde olduğumu da saklayamıyorum. Yemekte arkadaşlar yeni öğretmenlerden söz ettiler. Tarım öğretmeni gelmiş, arkadaşlarla konuşmuş, kendini Tarla Ziraatı Öğretmeni olarak tanıtmış. Arkadaşların söylediği öğretmeni ben tanıyorum. ”Onu ben tanıyorum!”deyince uzun zamandır  bana  karşı susan Fettah Biricik birden, ”Ay bu da herkesi tanıyor!”diye bir  söz söyledi. Ben gülerek, ”Soyadın Biricik ama beynin, ne yazık ki  ufacık. Ufacık da değil. Ufak olsa gene bütün orur, birşeyler tutar;seninki yarım, yarımcık. O öğretmen geçen yaz  sık sık buraya geldi. İnşaatta çalışan eğitmenleri getirdi. Biz Hasan Üner, daha sonra da Hüseyin Orhan’la Evrensekiz Eğitmen Kursuna gidince bizi o öğretmen karşıladı, çay ikram etti. . Ayrıca okul binası önünde Okul Müdürümüzle öğretmenlerin çektirdiği, çoğumuzun da aldığı  fotaoğrafta  da bulunmaktadır!”dedim. Aynı fotağraftan Fettah da almışmış. Olaya arkadaşlarla birlikte Fettah da güldü. Sonra da “Ne bileyim ben aklımda onları mı tutacağım? dedi. Bana da “Sen ikide bir benim sözüme neden sinirleniyorsun? Ben sana  kötü bir söz söylemiyorum ki? ”Fettah’ın bana söylediği kötü bir söz değilmiş. O Fettah’ın Fettah’ça konuşmasıymış. Ondan kimse alınmamalıymış!”Herkes gülünce ben de güldüm. ”Bundan böyle  Fettah arkadaşın sözlerinden alınmayacağım!” diyerek hem Fettah’a hem de arkadaşlara   söz verdim…Derslikte herkes geometriye  yöneldi. Sami Akıncı’dan soranlar oldu. Sami bir ara  tahtaya doğru yöneldi ama geri döndü. Nedenini şöyle açıkladı: “Arkadaşlardan  bir kişi bile bizim konuşmamızdan rahatsız olsa buna ben üzülürüm. Bu nedenle kendisi çalışan arkadaşları rahatsız etmemek için, birlikte çalışmayı başka zamana bırakalım!”Bu belki bahaneydi ama  Sami Akıncı bunda haklıydı. Derslikte en az on kişi ondan hiç değilse bu akşam bilgi istemiyordu.   İsteyenler, daha daire çizimini, çevresini, çapını, yarı çapını hesaplayamayanlardı…    Ben gene romana döndüm. Nedense romandaki kişiler arasında  yakınlık duyduğum Eugenie oldu. Ancak o da umduğum gibi akıllı çıkmadı. Yaş günlerinde alıp  gıdım gıdım biriktirdiği altınlarını gönül verdiği Charles’e kaptırdı. Kurnaz M. Grandet bu durumu sezdi, Eugenie’den hesap sormaya başladı. Daha doğrusu Eugenie’den çok  suç ortağı saydığı  anne Grandet’e  ölüm azapları çektirmeye başladı. Anne yapılanlara dayanamadı, hastalandı, yataklara düştü. Böyleyken Baba Grandet  para peşinde koşmaktan vazgeçmedi. …. Goriot Baba’yı mumla aratan bir baba ile karşı karşıya kaldım. Ben “ Baba!”denince hep kendi babamı anımsardım. Arkadaşlar babalarından yakındıklarında da onlara şaşar  dediklerini bir türlü anlamazdım. C de babasından çok yakınırdı. O yakındıkça ben de onun babasından korkmaya başlamıştım. Geçen yıla dek C’nin babasından hep çekinmiştim . Geçen yıl iki ikiye konuşunca hiç de korkulacak bir insan olmadığını anlamıştım. A ise babasının, hep kendini düşünen bir bencil olduğunu, onun düşüncesine ters düşen hiçbir öneriyi kabul etmediğini yana yakıla anlatırdı. Ancak annesi A’yı çok sevdiği, ona kol kanat gerdiğini bildiği için babasının tavrından fazla  etkilenmezdi. Bildiğim kadarıyla  A’nın dayıları çok güçlü insanlar, sanırım  annesi onlara güvenerek, kızına arka çıkıp cesaretlendiriyordu. Nedense babalar hakkımnda başka arkadaşlardan kalan bir anım yok. Bunları neden önemsedim, bir süre bunu düşündüm. Kızlarına yakınlık duyduğum için çekindiğimden mi yoksa onlar mı babalarından  çekindikleri, için  bunu konu etmişlerdi? Okuduğum kitaplarda da  iyi kötü babalar  tanıdım. Örneğin Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale’sindeki baba ile Kuyucaklı Yusuf’taki Müzeyyen’in babasının  da belirlin özellikleri vardır. Ancak Goriot Baba, kızları için yaşayan, benzersiz özverilerde bulunan, unutulması zor bir baba olarak belleğimde kaldı. . Grandet Baba ise Goriot Baba’nın  tersine, kazanç, kazanç, para, para!. İnsan sevgisi yok, eş sevgisi yok, çocuk sevgisi yok!Özellikle karısını ezmesi, kızını mutsuzluğa  itmesi, M. Grandet’i , unutulmaz bir  hain  eş, şefkat yoksunu bir baba   olarak  anılacak. . . . Kendi kendime söylenirken sıra arkadaşım Halil bana takıldı. ”Ne o kitapla mı konuşuyorsun? ”Kötü bir kitap okuduğumu söyledim. Halil’e göre ben yanılıyormuşum. Kötü kitap olmazmış. Önce yazar kötü kitabı yazmazmış. Dahası kötü kitabı yazan olsa bile, basıcılar engeller, bastırmazlarmış. Basıldığı varsayılsa bile bu kez kötü kitabı insanlar okumazmış. ”Okunmadığını ne biliyorsun? Şimdiye dek okunmamış olsa bile ilk kez ben okumuş olamaz mıyım? ”dedim. Arkadaş, ”Orasını bilmem ama, sanırım  bu kitapla kavga eden  ilk kişi sen olacaksın!”dedi…. Zil çalarken kalktım, arkadaşa bir söz söylemeden ayrılamadım. ”Bu kitapla ilk kez kavga edeni gören de sen olacaksın!”  Arkadaş da durmadı, gülerek”Buna da bir kulp taktın!”dedi. Birbirimizi güldürerek  ayrıldık. Yatınca bir süre  yarınki matematik dersini düşündüm. Daha doğrusu Ahmet Gürsel Öğretmen okul yıllarının kısalmasını nasıl karşıladı. ”Matematikte hedefimiz lise düzeyi olmalı, en azından  lise son sınıfları yakalamalısınız!” diyordu. Yukardan bir yıl eksildiğine göre şimdi ne olacak? Bakalım Ahmet Gürsel Öğretmen  bu konuda  konuşacak mı? . .

 

24 Nisan 1940 Çarşamba. .

 

Uyanır uyanmaz irkildim. Gerçek gibi bir rüya görmüşüm . Gözlerimi açtığımda az önce rüyadaki olaydan yeni çıkmışım gibi toparlandım. Sanki uyanmasaydım hala rüyama devam edecektim. Kamber Amcam, okul kurulmadan önce, okul yerini saptamak için gelenlerle başlangıçta  tartıştıklarını, ancak sonraları Okul Müdürü Nejat İdil’in insancıl yaklaşımları nedeniyle anlaştıklarını, köyün tapulu  yerlerinden sayılan derenin ortak kullanılmasına izin verdiklerini, su için girişilecek arteziyen çalışmalara  köyce  katılma  kararı alıp ayrıca okula bir miktar toprak bile  verdiklerini anlatmıştı. Amcam anlattı ama ben olayın üzerinde durmadığım gibi derenin neresi, sınır neresi doğru dürüst öğrenmemiştim. Okulun Yeni Bedir tarafında  iki dere var, söz konusu olan hangi dere onu bile sormamıştım. Öyleyken olayı biraz saptırılmış olarak rüyamda gördüm. Sözde köylüler, okulun kurulmasına karşı çıkmışlar, kazma kürek okula geliyorlar. Askerlerin silah tuttuğu gibi  köylüler kazma -kürekleri omuzlamışlar okula gelip dayanmışlar. Biz de öğretmenlerle onlara karşı durmak üzere hazırlanıyoruz. Bizim arkadaşlardan bazıları, fısıltı olarak, benim için, ”Onu aramızdan çıkaralım, onun köyde akrabası var, o köylülere yardım edecektir”diyorlar. Böyle diyenlere bağıra çağıra yanıt veriyorum. ”Köyde akrabam olduğu doğru ama, ben okulumu bırakıp da onlara katılır mıyım? diye sorup dikeliyorum. Ben böyle derken bir de bakıyorum ki gelenler bizim köylülermiş. Beni görünce “Sen çağırdın, işte geldik!”diyorlar. Bunu duyunca bizim arkadaşlar başlıyor:”Biz demedik mi? Bu işte onun parmağı  vardır!”Kendimi toparlayıp, bizim köylülerin  ellerinde  sopa  mopa yok, bir yanlışlık var, onları ben çağırmadım!” diye bas bas bağırıp tepinirken uyandım. 0muzlarında kazma kürekli köylülerin yerine bizim köylüler geçmiş, her birinin yüzü  seçip tanıyorum. Hepsi de bana gülümsüyor. ”Bunlar kavga için gelmemiş, görmüyor musunuz? diye  çırpınışımın etkisini uyandığımda da  üzerimden atamadım. Bir süre  etrafıma bakındım. Arkadaşlar yerli yerinde. Rüyamda  beni dışlayanlar kimlerdi? Anımsamaya çalışıyorum. Belleğimde hiç bir iz  kalmamış. Bu kez, gelen köylüleri  seçmeye çalışıyorum, onlardan da açık açık kimse gözümde  belirgenleşmiyor. Kendimi zorladıkça da. rüyamda tanıdığım yüzler birer birer silindi gitti. Bir an  için, toplu bir fotoğraf  gibi karşımda oluyorlar ama fotoğraftaki yüzlere ayrı ayrı dikkatli bakınca yüzlerin hiç birini seçemiyorum. Tedirgin durumda kalk zilini bekledim. Neyse ki  kalkma vakti yakınmış. Üst komşum  kıpırdayınca  rahatlayıp  kalktım. Birlikte yıkanıp kahvaltıya katıldık. Öğretmenler gene topluca geldiler. Beni  çoğunlukla ders öğretmenleri ilgilendirdiği için  gözlerim  Ahmet Gürsel Öğretmeni aradı. Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel de  kahvaltıya az gelen öğretmenlerden biridir. Bu sabah  da  gelmedi. Kimi arkadaşlar, ”Matematik öğretmeni gelmedi!”diyerek tevatür ürettiler ama, az sonra yanıldıklarını anladılar. Ders zilinin sesi kesilmeden önce öğretmen gülerek  kapı girişinde  “Günaydın!”deyip durdu. Ahmet Gürsel Öğretmen beklentilerimizin tersine, okulumuzun değişikliği konusuna hiç değinmedi. ”Kesin bilgim yok ama derslerin erken kesileceğini duyumsar gibiyim!”diyerek, haftaya yazılı için hazırlanmamızı söyledi. Gülümserek  hepimize baktı:Sözlüye sizler  mi kalkarsınız, yoksa ben mi kaldırayım? ”diye sordu. Arkadaşlar önceden anlaşmış gibi, birlik olarak”Siz kaldırın!”dediler. Öğretmen, not defterine  bir süre baktı    28  İdris Destan’ı kaldırdı. İki yolcu. otobüsü  aynı  anda kalkıp ters yönde gidiyorlar. İlk mola verdikleri yerlerin bir birine uzaklığı 700 km. dir. Otobüsler  kalkışlarından kaç saat sonra mola vermişleredir? İdris, çok uzun bir süre uğraştı doğru sonucu bulamadı. Bekir Temuçin oturduğu yerden 700 km. dedi. Öğretmen tahtaya çağırdı, problemi nasıl çözdüğünü sordu. Bekir Temuçin de inandırıcı bir yol bulamadı. Öğretmen yapanları sordu. Sami Akıncı, İsmet Yanar, bir de ben parmak kaldırdık. Öğretmen İsmet’in defterine sonra da, hemen yakınındaki Sami’nin defterlerine baktıktan sonra, geldi benim defterime baktı. ”Öğretmen kendi kendine “Çok ilginç!”dedi. Sonra arkadaşlara açıkladı:Bir arkadaşınız bir yol bulmuş, sonucu almış, bir diğeri de başka bir yol bulmuş, o da doğru sonuç almış. Bir üçüncü arkadaşınız da öteki ikisinin yolunu da denemiş doğru sonuçları almış. Şimdi bu arkadaşınızı dinleyelim deyip, beni tahtaya çağırdı. Bana, önce birinci yolu göster, sonra ikinci yolu!”dedi. 1. 75+65=140 km. . . Ters yönde olduklarına göre her saatte gittiklerini toplar 700’ü tamamlayan saatte durdururum. 2. İki otobüsün bir saatte aldığı yol belli, 140 km. 140 kmyapan bir otobüs düşünerek  700’ü 140’ a bölerim.  Bu da 5’ çıkar. Ayrıca buradaki ölçüler bir birine çok yakın:65 ile 75. Biriinin  artısını eksik olana kolayca verebiliriz. Bir anlamda eşit olurlar. 70-70. Bu hızla gitselerdi, aynı sonuç çıkacaktı. Ancak kalkışları ayrı noktalardan olsaydı o zaman iş daha başka türlü olacaktı. Yani buluşma noktalarını bulmakta  biraz zorlanacaktık. Bu problemi geometri kuralları içinde de çözmek olasıdır. 65 ile 75 sayılarının en küçük kat ortakları 5 sayısıdır. 700’ü beşerli parçalara böldükten sonra, otobüslerin paylarını  ayırırsak yine 5 sayısı çıkacaktır. 65X5= 325, 75X5=375, 375+325=700…Öğretmen, çok memnun kaldığını söyledi ama gülerek “Sen gene de bizim kafamızı iyice karıştırdın. Biz ilk görüşü benimseyip geçelim!” dedi. Bu da, İlk saatte iki ötöbüsün gittiği yol140 km. 700 km. de kaç 140 var. 5 . Bununla yetinelim!”İkinci derste geometri yaptık. Üçgen-daire ya da çeber çizimleri. Daireler teğetler, teğetlere inilen dikmeler. İç-dış açılar, dik üçgenler, eş kenar üçgenler. Benim en sevdiğim konular. Üç kez tahtaya kalktım. Bir daire üzerinde alınan iki noktadan daire erkezinde oluşturuylan bir üçgen ile  aynı taban üstünden  eşit açılarla çemberin tepe noktasında  oluşan bir üçgen arasında ilişki vardır:Eşit açıları oluşturan kenarlar  küçük üçgenin iki katıdır. Bir daireye teğet geçen bir noktadan  daire merkezine çizilen  doğru başka bir deyimle daire merkezinden teğet noktasına çizilen  doğru bir dik doğrudur. İki taraf açıları da 90 derece olur. Bir başka kural. Bir dairenin çapının çemberi kestiği noktalardan. Çembererin   herhangi bir yerinde buluşacak kenarların açısı 90 derecedir. Bunu çember sözü ile de söyleye biliriz. Çemberin yarısını karşılayan  kenar  karşısındaki  açılar diktir. Öğretmen, örnekler çizdirdi. ”Aferin!”dedi. Arkasından “Seninle bu yılı da sorunsuz geçirdik, darısı birilerinin başına!”deyip defterini çıkardı, not yazdı ya da işaret koydu. Hemen  öğretmenin önünde  oturan Bekir Temuçin’e göre iki tane 10 yazdı. Öteki arkadaşlara göre de işaretler koydu. Yerime oturunca öyle yığılıp kaldım. Nedense sevinemedim. Daha çok  övgü sözleri de beklemediğimi bildiğim halde, böyle  tutuklaşmış olmamın gerçek nedenini ben de anlayamamaktayım. Öğretmen gidince  arkadaşlar öğretmenin beni nasıl ilgiyle izlediğini, gözlerinin içi güldüğünü anlattılar. Gene de ben, haksızlığa uğramışım gibi bir süre donuk durdum. Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Elinde bir yığın gazete vardı. Gazetelerden yazılar okudu. Bizim okula benzeyen okullar açılacağını söyledi. Bizim okul gibi daha üç okul varmış. Biz, İzmir-Kızılçullu ile Eskişehir Mahmudiye’yi biliyorduk ama Kastamonu-Gölköy’u bilmiyorduk. Orada da varmış. Yalnız oradaki henüz ilkokul durumundaymış. Şimdi ise  on tane daha açılacakmış. Gazetelerin bir bölümü  sayıların hemen çoğaltılmasını uygun bulmuyorlar. Savaş nedeniyle çekilecek sıkıntılardan söz ediyorlar. Öğretmen gazeteleri okudu ama kendisi, bu konuda konuşmadı. O da derslerin erken kesilebileceğini, bu yaz gene  inşaat işlerinin çoğalacağını, yeni yasa gereğince öğrenci sayısının iki kat artacağını anlattı. Öğrenci artışı arkadaşların ilgisini çekti. ”Ne kadar çok olursak o kadar güçlü olacağımızı savunanlar oldu. Ben onlara katılmadım”Nerede çokluk orada b…. . !”dedim. Kızıp söylenenler oldu. Beni şımarmakla suçlayanlar oldu. Güldüm, ”Çok öğrenci olunca size az iş düşeceğinizi sanıyorsanız yanılacaksınız. Öğrenci artışının asıl nedeni, işlerin çoğalacağından ötürüdür. Kalabalık insanın yiyeceğini çıkarmak için  işler o denli artacaktır. Arıcılık, Tavukçuluk, belki de çobanlık bile çıkacaktır. Ben böyle deyince”Sen çoban olursun!” diyenler oldu. Bu kez ben de biraz da gururlanarak, ”Çobanlık da yaparım ama burada sizin gibi iş bilmezler, beceriksizler varken beni sürü arkasına göndereceklerini pek sanmıyorum!”dedim. Konuşanlar pıstılar. İsmet yüksek sesle bağırdı:”Dayı helal olsun, söyle söyleyebildiğin kadar, matematik dersinde  yüzünü sıradan çıkaramayanlar, ders sonralarında bülbül kesiliyorlar. Onları gücendirmemek için susmak akıl işi değil. Yeri gelince  hak ettiklerini  vermek, onları susturmanın en kestirme yoludur. Onlar ancak bundan anlamaktadırlar!”Büyük bir sessizlik oldu. Halil yavaş bir sesle “Ha gayret, dayı yeğen ikiniz, bir sürü şımarığın üstesinden geliyorsunuz!”dedi. Öğleden sonra  fidanlıkta  kuşkonmaz köklerini çıkardık. Kuşkonmazlar ilginç bir diken türü. Toprak üstündeki görüntüleri küçük görünmekle birlikte kökleri çok derine gitmeke, üstünden kesilince gene göbekten  yükselmektedir. Biz de  gördüğümüz  kuşkonmazların kökünü kazımaya karar verdik. Hiç değilse en alt kısımlara kadar inip  köklerini kestik. Öğretmenler geldi, çalışmalarımızı övdüler. Salih Öğretmen Naci Öğretmene hepimizi ayrı ayrı tanıttı. Benim için “Kepir toplaklar üstüne  uzmandır dedi!”Naci Öğretmen de beni iyi tanıdığını söyledi. Elimde olmayarak Fettah Biricik arkadaşa baktım. Fettah azıcık bozuldu. Fettah daha önce, ben Naci Öğretmeni tanıyorum!” deyince, kuşkulu sözler söylemişti. Oysa şimdi Naci Öğretmen kendisi, beni tanıdığını söyledi. Bugün hem  çok çalıştık hem de çalıştığimızdan hoşnut kaldık. . Salih Öğretmen çalışırken bizi özgürce bırakığı için rahat konuşuyoruz. Konuşma özgürlüğümüzden olacak çok rahat çalışıyoruz. Fidanlığı bugün tertemiz yaptık. Paydostan sonra bir süre mandolin çalıştım. Mandolin çalışırken Nazmi Aybar Öğretmenle Ahmet Gökay Ağabey geldiler. Nazmi Öğretmen elektrikleri saptıyormuş. Ahmet Ağabey bana, ”Gel de hesaplaşalım, çoktandır para almadın!”dedi. Mandolin çalışımı dinledi, beğendi. O da müzikle ilgileniyor. Armonika çaldığını söylemişti. Onlardan sonra  dersliğe gittim. Herkes Türkçe çalışıyor. Okuma kitabımı gözden geçirdim. Kitaba bakınca hepsini bildiğim kanısına varıyorum. Eugeni Grandet’i okudum. Sonu hiç ummadığım şekilde geldi. Kötü baba ölüm halinde bile kızının parasıyla uğraştı. Sonun da öldü ama  büyük bir  sarsıntı geçiren Eugenie, babasını ölümünden sonra da  mutluluğu bulamadı. Çünkü o   Charles’ sevmişti. Charles ise asalet tutkusuyla soylu peşine takıldı. Eugenie bu kez  kendisini isteyen bir başkasıyla evlendi, daha varlıklı oldu ama mutlu olamadı. Romanı bitirince düşündüm, ”Bu roman  niçin yazılmış? ”Halil’e göre, ”Hayatta her zaman, herkes mutlu olamaz!”Bunu anlatmak için yazılmış, olabilir. Yatınca mutlu yaşamak için neler yapılmalı, neler yapılabilir, ben ne yapabilirim? Okuduğum kitaplara göre mutluluk genellikle, sevmeye, sevilmeye, aşklara  bağlanıyor. Bunları sağlayamayanlar mutlu olamayacak mı? ”  Bunu düşündükçe kararsız, tedirgin bir  duruma girdim. Sanırım böyle bir çıkmaz duygu içinde bunalmış olarak uyudum….

 

25 Nisan  Perşembe

 

Bekir Temuçin’in sesiyle uyandım, onun takımı kimlerden olacakmış, öyle olunca onları kimse yenemezmiş. Oyunculardan biri de 24 İbrahim Ertur. Onun takımı yok. Bekir’intakımını yenecek  onbiri bulabilirmiş. Onun  sakladığı onbiri merak edenler soru yor:Nerede bulacaksın o onbiri? İbrahim Ertur açıklamıyor. Bu kez de Bekir’in takımından adam çalacağı sürülüyor. Benim hiç ilgimi çekmeyen bu gürültüler arasında çıkıp dersliğe  gittim. Fikret Madaralı Öğretmenin dersi var. Ancak Müdür Beyin son konuşmasına bakılırsa öğretmenler gelecek ama ders yapılmayacak. Daha doğrusu durum iyi anlaşılmadı. Öğretmenler gelmezse mi ders yapılmayacak yoksa ders yapılmayacağı için mi  atölye çalışmalarına gidilecek? Atölye kaçakları, öğretmenlerin teker teker gelmesini, bir ya da iki saat ders yapıp gitmesi için dilekte bulunuyorlar. Böylece  yarım gün  işten kurtulacaklarmış. Bunları konuşanlar yürekten mi söylüyor, bir türlü anlamadım. Bu grubun içinde üstelik en yaygaracısı yeğenim İsmet. İsmet’e  ciddi ciddi sorduğumda:”Yok, dayı ben gır gır olsun diye konuşuyorum. ;esas iş kaçakları böylece kendini ele veriyor!”gibi ikircil bir tutum takınıyor. Kahvaltıya gelen öğretmenleri gözlüyoruz, “Hani yeni öğretmenler? ”Biz yeni öğretmen ararken beklemediğimiz Fikret Madaralı Öğretmen kahvaltıya geldi. Benden çok Hilmi Altınsoy sevindi. ”Sözlüye kalkıp notumu düzelteceğim!”deyince, Mehmet Aygün, Hasan Üner, Yusuf Asıl , üçü birden:”Yalancı, öğretmenin sözlü yapmayacağını biliyorsun, derse gelirse çalışmaya gitmeyeceğine sevindin;bunu saklamak içinde sözlü lafı ediyorsun!”Hilmi Altınsoy çok pişkin:”Doğru söze can kurban, ancak ben  sahiden ikisini de düşündüm, inanın!”deyip bir ölçüde kendini kurtardı. Öğretmen geldi ama biz gene de kuşkular içinde derslikte toplandık. Bizim kuşkularımızdan habersiz olan  öğretmen zil çalınca geldi. Günaydın!”dedikten sonra masa üstüne bir  t0mar gazete koyduCumhuriyet, Ulus, Akşam gazetelerini ayrı ayrı bakıp  masa üzerine koyduktan  bize:Sizler, kendiniz hakkında söylenen, bundan sonra da söylenecek olan bir çok sözü değişik değişik algılayacak, bir bölümüne sevinecek bir bölümüne de üzüleceksiniz. Bu ikisi arasında kalınca da gerçeği tam algılamayacaksınız. Bunu düşünerek gazete  haberlerinden  kendi gerçeğinizi öğrenmede işinizi kolaylaştıracağına  inandıklarımı getirip kendim okumayı düşündüm. Bunu Okul Müdürüyle de konuştum. Müdür Bey, önerimi çok  yerinde buldu. Bu nedenle arada gelip size kısa bilgiler vereceğim!”dedikten  sonra Cumhuriyet Gazetesinden  Köy Enstitüleri Teşkilatı başlıklı bir yazı okudu. Yazıda, ”Köy Enstitüleri yasası memlekette memnuniyetle karşılandı-12 İlde geniş kadrolu Köy Enstitüleri kuruluyor!”deniyordu. Daha sonra da  Köy Enstitülerine girecek çocukların kesinlikle köyden geleceğini, köy okullarını bitirmesi gerektiğini, özellikle de 13-15 arası olacaklarını  belirtmişti. Öğretmen başını bize çevirerek önce Sami Akıncı’ya sonra da bana:”Dikkat edin burası sizi ilgilendirebilir!”deyip “Tahsil esnasında üstün başarı gösteren yetenekli öğrencilerin liselerle yüksek okullara devamı sağlanır!” bölümünü okudu. Bundan sonraki bölümde öğretmen çıkacakların köylerdeki çalışmalarında yapacakları işlerle onlara yapulacak yardımlar anlatılıyordu. Ben az önceki haberi duyunca uçacak gibi oldum. Özellikle de öğretmenin beni de Sami Akıncı’yla birlikte  göstermesi, emeklerimin boşa gitmediği sevinciyle heyecanlandım. Öğretmen bundan sonra yazının  açılacak Köy Enstitülerinin  yerlerini, öğrenci alacağı illeri  tahtaya yazdırdı. ”İsterseniz yazın, bilginiz olsun!”dedi. Harun Özçelik tahtaya yazdı.

Bulunduğu   İl.  Adı                          Öğrenci alacağı iller

………………………….               ……………………………………………. .

1-Kars ,             Cılavuz                   Çoruh-Kars-Beyazıt-Erzurum

2-Trabzon          Beşikdüzü               Rize-Trabzon-Gümüşane-Giresun*Ordu

3-Malatya          Akçadağ                  Malatya-Urfa-Mardin-Diyarbakır-Elazığ-Tuncel-Muş

4-Kayseri          Pazarören                 Sivas-Kayseri-Niğde-Kırşehir-Yozgat

5-Samsun          Havza                       Tokat-Samsun-Amasya

6-Kastamonu      Gölköy                   Kastamonu-Çorum-Çankırı-Sinop-Zonguldak

7-Eskişehir          Mahmudiye            Konya-Ankara-Afyonkarahisar-Eskişehir-Kütahya

8-Kocaeli            Arifiye                    Bolu-Bilecik-Bursa-İstanbul-Kocaeli                                9-İzmir                Kızılçullu                Muğla-Denizli-Aydın-İzmir-Manisa-Balıkesir                10-Kırklareli       Lüleburgaz             İstanbul-Kırklareli-Edirne-Tekirdağ-Çanakkale

11-Seyhan           Haruniye                 Gaziantep-Hatay-Maraş-Adana-İçel-

12-Isparta            Gönen                      Isparta-Burdur-Antalya

Ben yazdım ama arkadaşların çoğu yazmadı. Bu arada konuşmalar oldu. Bizim okulun adı Lüleburgaz olarak geçti;neden Kepirtepe diyoruz? Öğretmen bu kez:”Bu bir gazete yazısıdır, bilgi için yazılmış, eksiği, yanlışı olabilir. Doğruları Milli Eğitim Bakanlığındadır. . Milli Eğitim Bakanlığı okul müdürlüğüne ayrıca  bağlı bulunduğumuz  Kırklareli iline gönderir. Geçerli olan bunlardır. Zil çalınca öğretmen, ”Bir başka gün görüşmek üzere!”deyip ayrıldı. Öğretmen gidince atölyelere dağıldık. Atölyede kalabalık bir grup kullanacakları araç gereci öğreniyorlar. İrfan Öğretmen yüksek sesle konuşarak birşeyler anlatıyor. Biz gelince Naci İnan Öğretmen bizi iki gruba ayırdı, iki grup dışarı birer tezgah çıkarıp, tezgahların başına toplandık. Hamdi Öğretmen elinde dosyayla geldi bir dosyayı bir  tezgaha bir dosyayı da öteki tezgaha koyup, ”Buyurun!”dedi. Naci Öğretmen bizim gruba geldi büyük bir kağıt açtı. Kağıtta  kenarları  çok değişik bir çokken vardı. Naci Öğretmen gülerek :İşte size bir arazi planı. Bu bizim üstünde  bina, bahçe kurup güzelleştireceğimiz Kepirtepe. Bu arazi üstüne yapacaklarımızı nasıl yerleştireceğiz? ”Bu arada  boşluğa ince çizgiler çizilmiş, bu çizgiler yükseklikleri gösteriyormuş. Sık çizgiler yükselen yerleri çizgiler aralıklaştıkça düzlük oluyormuş. Naci Öğretmen bizim gruba, Hamdi Öğretmen de öteki gruba durumu anlatınca geri çekildiler, Bize bir süre tanıdılar. Asfalt yol gösterildiği için  çizimi kolayca  yönlendirdik. Bir süre sonra öğretmenler bizi serbest bıraktılar. Tarım barakasından yukarı çıkıp okul alanını yukardan izledik. Dönüşte paydos oldu. Naci İnan Öğrertmen:

“Yemekten sonra  Konumuza  döneceğiz!”dedi.

Salih Baydemir, Harun Özçelik çizim işlerinde hepimizden usta ancak  şimdi istenen güzel çizimden öte  belli  birimlerin  alana yerleşimi. Arkadaşlar bunu düşünmeden Salih Baydemir’le Harun Özçelik’e sözü bırakıp geri çekildiler. Futbol, yeni kurulacak Köy Enstitülerinin yerleri gibi konulara dalıp düşünmeleri gereken konuyu bir yana ittiler. Öğleden sonra toplanınca bu kez, öğretmenlerle sabahki gezdiğimiz yerleri gezdik. Hamdi Bağ Öğretmen bize düşünmediğimiz yeni bilgiler verdi. Binaların dağılımı, tarım alanlarının sulanması, orman-park durumlarını etraflıca anlattı. Konuıyu çok güzel kavradık ama gene de  birimleri yerlerine koymak söz konusu olunca  duraksıyoruz. Bu kez  daha önce hazırlanmış daha küçük kağıtlar aldık. Okul alanını gösteren  yamuk alan üstüne on bina ile iki futbol alanı, iki sebze, iki meyve bahçesi ile bir çam bir de  karışık ağaçlı park-ormanı yerleştirdik. Öğretmenler bizi  rahat bıraktıkları için her türlü şakalı sözler içinde çizimleri tamamladık. Kağıtları  gruplar olarak iki öğretmene verdik. Naci İnan Öğretmen gülerek bizim kağıtları Hamdi Öğretmene verdi. Hamdi Öğretmen kağıtları yuvarlayıp eline aldı. Arkadaşlarda bir ilgi, ”Bunlar ne olacak? Sonunda Yusuf Asıl dayanamadı, Hamdi Öğretmene sordu. Hamdi Öğretmen gülerek. ”O kağıtlara ben bakmayacağım, Naci Öğretmene sordu, ”Sen bakacak mısın? Naci Öğretmen, yok, onların çizilmesini sen istedin!”İkisi de güldüler. Bizim amacımız, alanlar üstüne plan uygulaması için bilginiz olmasıdır. Bunu çok güzel kavradınız. Çiziler biraz usta işidir. Bunu da sırası gelince yapacağınızı biliyoruz!” Dikkatle dinlediğimizi gören Naci Öğretmen olayı açıkladı. ”Bizim okulumuzun temeli geçen yılın haziran ayında atıldı. Düşünülen, bir süre az öğrenciyle buraya yerleşmek, yerleştikçe de ek binalar yaparak genişlemekti. Şimdi ise durum değişti, çok öğrenci alıp, öğrenciye göre binaları çoğaltmak. Üstelik  yurt çapında  açılan benzer okulların  planlı yapılması istenmektedir. Bu okulların yerleşim planları Milli Eğitim Bakanlığınca sağlanacaktır. . Bunu bir gün duyacaksınız, merak edip ilgilenirsiniz düşüncesiyle, o zaman doğacak ilgiyi biz bu günden sağladık. Bizim üstünde durduğumuzu pek yakında birileri gelip yapacak. Onun yapacağı planlara biz uyup  binaları ola göre yapacağız. Böylece bir şey daha öğrendiniz, yapacağımız binalar, öyle kafadan oturtulmuyor!” Hamdi Öğretmen :”Ağzına sağlık!”deyip  Naci Öğretmene teşekkür etti paydostan  10 dakika önce atölyeden ayrıldık. Dersliğe gidince yarım bıraktığım Reşat Nuri Güntekin’in Tanri Misafiri kitabındaki öykülerden okudum. Öykünün adı:Bir Artist . Adamın biri lokantaya gider, bir masaya oturur. Yiyeceklerini söylemek için görevli beklerken daha önce gelmiş bir başkası, yemeğini yeyip hesabını vermek için beklemektedir. Bozuk parası yoktur. Çıkarır masa üstüne bir on lira koyar. Para yeni  gelenin  rahat görebileceği yakınlıktadır. Yeni gelen bundan yayarlanmayı düşünüp paranın numarasını alır. Görevli gelip parayı alır gider. Eski  müşteri de kalkıp  gider. Yeni müşteri gelen görevliyi inceler, davranışları hoşuna gitmez, ona bir ders vermek ister. Görevli de ağır davranan, bildiğini okuyan türünden biridir. Yeni müşterinin istediklerini keyfince yerine getir. Sonunda müşteri hesabını ister. Görevli, müşterinin verdiği parayı alıp  kasaya götürür, paranın üstünü de müşteriye getirir. Müşteri, görevliye çıkışarak, kendisine on lira verdiğini, on liranın üstünü getirmesini söyler. Görevli kendinden emindir, diretir:”Hayır siz bana bir lira verdiniz. Müşteri patronu çağırtır. Patron gelir, müşteriyi dinler ama kasasında fazla bir  on  lira yoktur. Kasada iki on lira vardır, onları da az önce kalkan müşteriler vermiştir. Sonuçta müşteri polir çağırtır. Polis gelip iki tarfı da dinler. Müşteri kendine  güvenir, verdiği on liranın numarasını bile kendisinde kayıtlı olduğunu, aynı numaradan başka kimsede olamayacağına göre, diyerek polise paranın numarasını verir. Polis numaranın uyduğunu görünce müşteriyi haklı çıkar. Böylece kurnaz müşteri hem yemeğini yer hem de fazla para alır. . Ben bu öyküdeki açıkgözlüğe güldüm ama öyküyü sevmedim. Bu öykü dürüstlüğü cezalandıran bunun yerine hileyi  onurlandıran bir öykü. Gerçi yazarı da sonunda buna benzer söyler söylüyor ama o zaman da öykü bitmiş oluyor. Öykülar kısa olduğundan bu kez de Biçilmiş Kaftan adlı öyküyü okudum. Doğrusu bunu da beğenmedim. Almanya’ya okumak için giden iki genç zamanla iyi arkadaş olurlar. Ancak birisi hastalanır, yaşamını kaybeder. Kalan arkadaşı okur okulunu bitirmiş olarak yurda döner. Ölen arkadaşın kız kardeşi vardır. Ölen arkadaşını seven kişi, bu kez onun kız kardeşine ağabeylik yapar. Gerektiğinde de bunu kıza;sen, benim de kardeşimsin gibi sözler söyler. Kız kardeş bir dairede görevlidir. O dairenin yönetici çok  yakışıklıdır, bekardır. Kız kardeş bu yöneticiyle evlenmek ister ama bunu o yöneticiye duyuramaz. Sonunda  ağabeyinin arkadaşına gelir, durumu anlatır. İstediği , ağabeyini arkadaşıyla dışarı çıkmak, eğlence yerlerinde görünmek kısacası kızı biriyle görünce yöneticinin bunu kıskanıp evlenme teklifi yapmasına zorlamaktır. Ağabeylik taslayan kişi  önce buna razı olmaz ama kız diretince  çaresiz boyun eğer. Bu kez   arkadaşının kardeşiyle onun istediği yerlere girip çıkar, eğlenir, danseder. Kısacası aslında bu, onun özlediği bir yaşam biçimidir. Tam özlediği yaşamın  tadını almağa başladığı bir sırada kız bir gün gelir, yöneticiyle evleneceğini söyler. Yönetici, bu ağabey kardeşi sevgili ıolarak algılamış, kıskenmış, kıza teklifte bulunmuştur. Arkadaş ağabey buna çok üzülür Çünkü kıza bu arada aşıl olmuştur. . Öykünün adı, aralarından geçen bir konuşmadan çıkmıştır. Kız gelip”Sen, bizim yöneticiyi kıskandıracak bir görünüştesin, senden başkası beni, ona kıskanmaz, kıskansa kıskansa ancak senden kıskanır;sen, bu iş için “Biçilmiş Kaftan’sın!”der. Öyküleri Halil’le Hüsnü’ye anlattım ikisi de çok beğendiler. Ancak,  “Alın okuyun!”deyince gülerek”Senden dinlemek daha güzel oluyor, ara sıra bize anlat!”diyerek kaytardılar. Yatınca “Biçilmiş Kaftan olan kişi adına üzüldüm. Adamın yüreği kimbilir nasıl yanmıştır. Kız düpedüz kendisini ona yakıştırmış, birbirlerine uygun olduklarını yönetici de görecek, görünce de kıskanacak!”demiş. Adamın bunu anlamaması oldukça düşündürücü. Sevmek nasıl bir duygu? O kız bu sözleri söylemeden önce  aklından neler geçirdi? Belki o da sevdi ama adamın oralı olmaması nedeniyle gönlü yanarak ötekine gitti? Sevmek işte böyle bir duygu. Sende doğar, duysan duysan sen duyarsdın. Bir başkası duyunca ya biter ya da uzar gider!

 

26  Nisan 1940 Cuma. .

 

Uyanınca anımsadım;Ahmet Ağabey beni çağırmıştı. Dün gitmem gerekirdi, gidemedim. Bugün kesinlikle uğramalıyım. İlk iki dersimiz boş. Yerinde bulursam Ahmet Ağabeye uğrayacağım…. Ben Ahmet Ağabeyi ararken  Fikret Madaralı Öğretmen derse girmiş, utanarak dersliğe döndüm. Dersimiz Tarih. Öğretmen, ”İlk derste konu işleyelim, 2. derste  isteyenleri sözlüye kaldıracağım!”dedi. Osmanlı İmparatorluğu’nun  gerileme dönemlerini; İran, Rusya, Avusturya, Venedik devletleriyle yapılan savaşları, özetleyerek anlattı. Kaybettiğimiz savaşları sayarken öğretmenin sesinin değişmesi benim de etkiliyor. ”Kaybettiğimiz yerler şimdi bizde olsa ne değişir? ”diye sorulsa ne yanıt veririm bilemiyorum ama, hiç değilse tarih derslerinde ne öğretmen ne de benim gibi düşünen öğrenciler böyle neşesiz olurlardı. İkinci derste öğretmen  İsmet Yanar’a takıldı. İsmet, daha önce  babasının  müteahhit olduğunu, askere erzak sağladığını anlatmıştı. Bu kez Öğretmen İsmet’e”Babanın işleri çoğaldı, Tüm Trakya’ya, özellikle Kırklareli dolaylarına asker yığıldı. Bunca askerin yiyecek gereksinimini sağlamak kolay  değildir. Baban, seni yardıma çağırmıyor mu? ”dedi. İsmet, kuşkulu bir sesle ciddi ciddi, ”Kardeşim var, başka yardımcıları var!”deyip durdu. İsmet, bu sözden sönra kendisini tahtaya kaldıracağını sandığından heyecanla bekledi. Oysa öğretmen defterini açıp on kadar numara okudu, ”Bunları kaldırmak istiyorum, ”Hazırım!” diyenler kalksın!”dedi. İsmet’i gözlüyordum, numaralar arasında kendi okunmayınca  gülümsedi, yan gözle bana da baktı. Sevindiği besbelliydi. Aslında İsmet’in tarih notu 7-8 dolaylarındaydı. Kaldırılacağını beklemediği için sanırım  hazırlıksızdı. Öğretmen takılınca baskına uğradığını düşünerek kısa da olsa önemlice bir  korku süreci yaşadı. Ben de İsmet gibi, notumun iyiliğine  güvenerek kaldırılacağımı  beklemiyordum. Tahminim doğru çıktı;okunan numaralar arasında benimki okunmadı. Numarası okunan arkadaşlar, yazılılarda  düşük not alanlar. 15 Hüseyin, 6 Ali, 79 Ahmet, 77 Emrullah, 78 Hüsnü, 63 Hilmi, 50 Abdullah, 28 İdris, 53 Ali, 7 Fettah. Öğretmen, kısa sorular sordu, yanıt alamayınca kapıya doğru geçmelerini söyledi. Böylece on kişilik bir  sıra oluştu. Öğretmen”Bundan sonra kaldırdıklarımdan doğru yanıt alamayınca burada bekleteceğim. Oturunca beyinleriniz uykuya yatıyor, ayakta olunca belki onlar da  ayakta olurlar!”dedi. Öğretmen bize-oturanlara- dönerek, ”Siz tanık olun, bunlara sorduğum sorular, yanıt verilemeyecek sorular mı? ” diye sordu. Sami Akıncı “Çok kolay!”dedi. Öteki arkadaşlar “Değil!”dediler. Ben, dalgınlık ettim, soruyu doğru anlayamadığım için sustum. Sonradan toparlanıp soruları anımsamaya çalıştım. Soruların bazıları  oldukça zordu. Örneğin ben, 63 Hilmi Altınsoy’a sorulan arkasından 28 İdris Destan’a ondan sonra da 50 Aptullah Erçetin’e tekraralanan sorunun yanıtını bilmiyorum. ”Venedik, küçük bir devlet. Üstelik salt denizcilikle geçimini sağlıyor. Osmanlı İmparatorluğu, koskoca bir devlet. Venedik devletinin yakınına kadar gitmiş, karadan yürüse bir iki günde Venedik’i yok eder. Bunu niçin yapmıyor? Tam tersine Venedik gelip Çanakkale boğazını kapatabiliyor . Bunun nedenlerini öğretmen bize anlayacağımız şekilde açıklamadı. Ya da ben orasını anlayamadım. Kitabımız da bu konuda   bir açıklama getirmiyor. Üç arkadaş da buna yanıt veremeden  kapı yanına dizildiler. Dersten sonra haritaya bakınca bunu düşündüm. Arkadaşlara da bir şey diyemiyorum. Ancak öğretmen bana bu soruyu sorsa, kesinlikle kurcalar, öğretmeni konuşturururum. Ya biz söylendiği kadar büyük değiliz ya da Venedik bize gösterildiğ kadar küçük değil. Öğle yemeğinde  bir ara Hilmi kendisi açtı, ”Abi ben böyle bir soru beklemiyordum, üstelik bir soru sorulup geçiştirileceğini de hiç düşünmemiştim!”deyince üzüldüm, arkadaşı biraz da  teselli etmek düşüncesiyle kafamdaki soruları sıraladım. Hilmi çok sevindi, ”Gelecek derste kalkıp bunu öğretmene soracağım!”dedi. ”Osmanlı İmparatorluğu’nda  yönetim yetersizliği nedeniyle savaşlar kaybediliyordu !”demek yeterli değil. Üstelik savaşları açan  çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu  kendisi. Tarih kitabı böyle yazıyor.

Öğleden sonra  bizim grup İrfan Öğretmenle  birlikte  tuvalet pencereleri ile kapılarının yapımını sürdürdük. Öteki arkadaşlar tuvalet kirişlerini hazırladılar. Naci İnan Öğretmenle çalışmadığım için üzgünüm. Harun Özçelik’le Salih Baydemir benim yerimi kaptılar, elektrikli tezgahlarda çalışıyorlar. Sık sık onlara bakıyorum, İrfan Öğretmen aklımdan geçenleri anlamış olacak, yavaşça, ”Yatakhane  çatısını da biz beraber hazırlayacağız!”dedi. Ben birden şaşırdım, ”Onun için değil!” falan dedimse de öğretmen, ”Canım  ne içinse? Haftaya o tezgahlarda biz olacağız!”dedi, güldü. Oldukça utandım. Kendi kendime kızdım:Neden dürüstçe davranamıyorum? Pekala öğretmene, ”Bunu duyduğuma sevindim, orada çalışmak istiyordum!”diyebilirdim. Olayın gerçeği buyken neden, kem küm ediyorum? Paydosta bir süre atölyede kaldım. Ahmet Ağabey deneme amacıyla bana armonikasını verdi. İlk kez böyle bir çalgıyı elime alıyorum. Bizim bir çobanımız Bulgar gaydası çalıyordu. Adı Süleyman’dı ama ona herkes Sülman derdi. Süleyman kendisi ise adını daha da kısaltır”Benim adım Sülüş!”derdi. Bulgaristan doğumlu, orada öğrenmiş gayda çalmasını. Gayda da  armonika gibi hava ile  çaldırılıyor ama  yapıları başka başka. Gayda üfleyerek dolduruluyor. Solukla dolan tulumdan iki borudan hava dışarı çıkıyor. Birisi değişmeyen bir  ses çıkarırken  öteki  borunun delikleri parmaklarla kapatılarak tıpkı kavallarda olduğu gibi şarkılar çalınmaktadır . Armonika ise iki elin açılıp kapanması sırasında hava doluyor, düğme şeklindeki yüksekliklere  dokunarak güzel sesler çıkartılıyor. Sol elle de ses çıkarılabiliyor ama ben onları denemiyorum. Armonikada düğme sıraları notalara göre olduğundan bildiğim  şarkıları kolayca çıkardım. Tuna Dalgaları’nnı, İzmir Marşı’nın yerlerini kolayca buldum. Okul şarkılarını bir çırpıda bulup çıkardım. Cumartesi-pazar günleri çalışabilirsem, daha doğrusu  armonikanın körüklerini düzenli çekmeyi öğrenebilirsem bildiğim tüm  havaları çalabileceğim. Armonikanın sesi mandolinden çok güçlü olduğu için çalınan parça daha gösterişli oluyor. Marş Allaturka’nın bir bölümünü buldurdum. Ahmet Ağabey, ”Çok uğraştım ama bir türlü çıkaramadım demişti. Ben daha önce mandolinle çok denediğimden armonikada seslerin  yerini kolayca saptadım. İçim içime sığmıyor:Arkadaşlara söylememek için kendimi zor tutuyorum, İstiyorum ki iyice öğrendiğimde görüp biraz şaşırsınlar. Onlar mandolin bile tıngırdatamazken ben mandolinden sonra armaonika  da çalacağım. Dersliğe gittim. Hasan’a Euganie Grandet’ verdim. Hasan bana iki kitap önerdi, bir süre kitap okumayacağımı söyleyip ayrıldım. Hasan kitap işlerini bırakacakmış. Fikret Madaralı  Öğretmen kitaplığı her sınıftan bir temsilciyle kurulacak Kitaplık kolu nöbetçileriyle  çalıştıracakmış. Hasan bir süre onlara yardımcı   olup sonra kitaplığı tümüyle  bırakacakmış. Üzüldüm ama, sözümden geri dönemezdim. Böylece ayrılan kitapları almadım. Kendi kendime karar verdim;armonika çalışacağım. Derslikte ise derslerimi dikkatle tekrarlayacağım  Dersler kesilinceye dek  kitap okumayacağım. Dersler kesilince de sürekli kitap okuyacağım. Bu nedenle Hasan’dan bir kitap listesi istedim. Onun okuduklarından yapacağı bir listeyi alıp oradan seçerek okuyacağım. Bu ara Beden Eğitimi dersi geldi aklıma. Yarınki derste öğretmen kesinlikle hareketleri yaptırıp not verecektir. Öğretmenler derslerin kesilebileceğinden söz ettiklerine göre Rukiye Öğretmen de bunu bilir. Sıra arkadaşıma bunu söyledim. O pek  önemsemiyor. ”Öğretmen nasıl uygun görürse öyle not verir. Sınıfta bırakacak kadar da not düşüreceğini, sanmıyorum!”deyip rahatlığını gösteriyor. Görünüş olarak ben de “Haklısın, yapacak fazla bir şey yok!”deyip Okuma kitabını açtım. Okuduğumuz parçaların altındaki soruları, açıklayıcı yazıları okudum. Çoğunu unuttuğumun ayırdına varınca şaşkınlaştım. Oysa ben  her şeyi bildiğimi sanıyordum. Kitabımızda  parçalarını okuduğumuz yazarların kitapları var. Biz onları neden okumuyoruz? Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Falih Rıfkı Atay, Reşar Nuri Güntekin. İşte, bir bundan, Reşat Nuri Güntekin’den Çalı Kuşu’nu okuduk. Bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan Yaban’ı okuduk. Yatarken dersleri kafamdan atıp, armonikayı düşündüm. ”Ne güzel sesi var. Kaç zamandır alıştığım mandolinin sesi armonikanın yanında  çok zayıf kaldı. Armonika daha kolay gibi geldi. Mandolin kadar  armonika ile çalışsam daha  çok parça çalmış olurum. Rüyamda da armonika çalacağımı umarak gözlerimi yumdum….

 

27  Nisan 1940 Cumartesi. .

 

 

Arkadaşların konuşmalarından uyandım. Zil çalmış, duyamamışım. Yakınımdakilere çıkışmaya kalkıştım:Kalk zili çalmadan neden konuşuyorsunuz? diyecek oldum. Bana güldüler:Konuşmasaydık, yatıp kalacaktın!” dediler. Birden toparlandım, beni uyandıranların çoğundan önce dışarı çıktım. Kahvaltı zili çaldı, doğrudan kahvaltıya gittim. Az sonra Ömer Uzgil Öğretmen bir duyuru yaptı. ”Yedinci sınıfların tüm dersleri boş olduğu için bugün öğleye dek atölyelerde çalışacaklar!”Sözde geçenlerde bir defaya  mahsus olmak üzere cumartesi günü çalışmıştık. Bu da sanırım gene bir defacık olacak. Ben bu kadar da bıraktım ama öteki arkadaşlar kahvaltı boyunca konuştuylar. ”Cumartesi günleri bizim dinlenme günümüz değil mi? Mustafa Saatçı yanıtını verdi:Bir defacık, o gün için söylenmiş bir sözdür. 27 Nisan cumartesi günü bir defacık öğleye kadar çalışılacak. Zaten istesen de iki defa çalışamazsın!”Arkadaşlar hem güldüler hem de  “Hafız sus, zaten canımız sıkılıyor, bir de sen saçmalama!”Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya sordu, ”Peki  pazar günü için ne diyeceksin? Yanıt hazır, “Pazar günü için de özel olarak, gene bir defacık Pazar günü olarak, yani akşama kadar çalışma!”Söylenerek, şakalaşarak atölyelere dağıldık. Ben içimden sevindim, Beden Eğitimi dersi için  kaygılanıyordum. Böylece bir hafta daha kazanmış oldum. Bakalım salı günü askerlik dersi nasıl geçecek? Atölyeye  yalnız Hamdi Öğretmen geldi. Bize açıklama yaptı, yapacağımız yeni bir işten söz etti. Bugünkü işimiz, Tarım bölümde yapılacak arılık korunağı. On tane arı sandığı var. Sandıklar öyle sıraya konmuş. Bunların   çevresine tel çekilecek. Hep beraber bir  şema çizdik. Öğretmen ölçüler verdi. Direkler   hazırlayıp Tarım barakasına gittik. Arılar vızıl vızıl uçuyor. Arkadaşlar, önce sakındılar. Ben, öncü gibi sokuldum. İçimden hep çekinsem de  bozulmadan sokuldum. Rastlantı, arılar da sokulmadı. Konuşa konuşa direkleri çakıp telleri gerdirip çiviledik. Kapı ölçüsü aldık. Salih Ziya Öğretmen bana takıldı, ”Kapının unutulmaması için seni görevlendirdim!”dedi. Hamdi Öğretmen bana, ”Salih Ziya  Öğretmen içimizde en çok sana güveniyor, dikkat et biz de seni kıskanabiliriz!”dedi. Salih Öğretmense “Hepinize  teraziyle eşit ağırlıkta  bal ikram edeceğini söyleyerek, kıskançlığa meydan vermeyeceğiz!” dedi. Oradan  futbol alanına indik. Hamdi Bağ Öğretmen, ”Futbol oynama zamanı geldi, yarın burasını biraz düzeltelim!”önerisinde bulundu. Arkadaşlar buna çok sevindiler. Kampana sesina koşar adımla Bayrak Töreni’ne yetiştik. Törene öğretmenlerle birlikte Okul Müdürümüz de katıldı. Genellikle Müdürümüz konuşma yapacağı zamanlar törene katılmaktadır. Ya da biz öyle algılıyoruz. Bu kez de konuşma yapacağı için onu beklediğimizi düşünüyoruz. Ömer Uzgil Öğretmen işaretlerle  birşeyler anlattı. Müdür Bey başını sallayarak söylenenleri dinledi. Okul Müdürümüz ilk günden beri alıştığımız  uzun saçlarını  kestirmiş. Hem de kısacık kestirmiş. Arkadaşların bazıları “Aaa, maaa!”dediler. Aralarında konuşmalar oldu. Yusuf Asıl, ”Müdür Bey, biz saçlarımızı uzatmayalım diye, kendi saçını bile kestirdi!”dedi. Sıra Ömer Uzgil Öğretmende, onun da saçları çok uzun. ”Herkes kestirse matematik öğretmeni kestirmez! ”diyenler oldu. En sonunda Mustafa Saatçı yorumunu yaptı. ”Kızlarımın kafaları kel, ben uzun saçla dolaşmışım ne fayda! deyip, Müdür Bey saçlarını kestirmiştir, şimdi bize de, erkekseniz kafalarınızı  usturayla kazıtın, diyecek!”Saç uzatmak isteyenlerden biri de İsmet Yanar . Hemen, ”Ben erkek değilim Müdür Bey!” deyip kurtulacakmış. Sessiz gülüşmeler, sıs pıslar uzayınca  Hidayet  Gülen Öğretmen bize dönerek “Burada bir şeyler oluyor, hayırdır!”dedi. Bir süre gülümseyerek baktı. Hüdayet Öğretmen yüzünü öbür tarafa dönünce, Yusuf Asıl duramadı, İsmet’e, ”Müdür Bey sana, erkek değilsen sen de kel olmuşsundur, hemen kazıt kafanı  Nahide Öğretmen bir bezle  sarsın!”der. Fısıltılar gene başladı. Ancak Müdür Bey, öğretmenlerin yanından hemen önümüze indi. Elinde  birkaç kağıt tutuyordu. Önce kağıtları  düzeltti. ”Çocuklar!”diyerek söze başladı. Havanın güzelliğinden, hava güzel olunca da doğanın canlılığından söz etti. Bütün bu güzelliklere bizim neler katabileceklerimizi düşündüğünü, ancak düşünmenin yeterli olmadığını, büyük işlerin parasal yanları bulunduğunu, bizim ise  harcayacağımız bir kuruşun bile devlet kasasından, fakir halkımızın vergilerinden geldiğini, bunun harcanması için de üst makamların onayı gerektiğini anlattı. Bu nedenle uzun süre gelgitlerin olduğunu, üst makamların hesap sorduklarını, ancak  iş yapılacağına inanınca yapılmasına izin verildiğini anlattı. ”İşte biz bunları yaparak, üst makamlardan belli işler için  hem izin hem de gerekli parayı aldık. Ancak gönderilen paranın sınırlı bir zaman içinde onaylanan  iş için harcanması gerekmektedir. İşlerimizde bu bakımdan zaman sınırlaması vardır. Öğretmen arkadaşlarla bunları düşünerek, bu yıl da dersleri  biraz erken keserek, başladığımız işleri yeni ders yılından önce tamamlamak istiyoruz. Böylece önümüzdeki yılın  ders proğramları aksamamış olacaktır. Bildiğiniz gibi okulumuz yeni bir yasa ile değişikliklere uğramıştır. Bunlardan birisi, öğrenci sayısının en az iki katına çıkarılmasıdır. Yuvarlak olarak şimdiki 140 mevcut bir sonra 280 olacaktır. Belki de bu sayı daha da arttırılacaktır. Onlara ivedi yer hazırlamak bize düşmektedir. Bu arada dersleriniz kesilme günleri arasında tatil günlerinizdeki dinlenmelerinizden, oyunlarınızdan da kırpmalar olacaktır. Bunları yapmak zorunda kaldığımız için ben üzülüyorum. Öğretmenlerinizim hepsi benden daha çok üzülüyor. Ancak üzüntüler gerçeği  ortadan kaldıramıyor. Öbür taraftan tüm yurttaşlarımızın bazı hakları, devletimizin almış olduğu savaş önlemleri yüzünden kısıtlanmaktadır. Kısacası, dünyayı saran savaş, giderek bizi de çok çalışmaya, tedbirli olmaya zorlamaktadır. Sizi işe sürmek bizim hevesimiz değil, çaresizliğimizdir. İş başında olduğunuz zamanlar tüm  yurt insanlarımız, kadınıyla, erkeğiyle, siviliyle, askeriyle işbaşındadır. Biz onlaro görmesek bile onlar çalışmaktadır. Sözü daha çok uzatmak istemiyorum. Öğüretmenleriniz de size bu konularda açıklayıcı konuşmalar yapacaklardır. Müdür Bey konuşmasının sonunda “İyi tatiller!” demedi. Bu, benim ilgimi çekti. Hidayet Gülen Öğretmen komut verince bayrağı çektim. Marşı dinlerken  aklımdan  Müdür Beyin sözlerini geçirdimHem sevinilecek hem de üzülecek sözler söyledi. Rahat olunca arkadaşların yanına gittim. Düşündüklerimi Halil’e söyledim. Halil, ”Bilmiyor musun? öğleden sonra   çalışma var, Namık Öğretmen bize duyurdu!”dedi.

Öğle yemeğinde öğretmenler neşeli neşeli konuşarak, şakalaşarak yemeklerini yediler. İrfan Öğretmen bana uzaktan  işaret etti, yanındaki nöbetçiyi de gönderdi. Yemekten sonra atölye açılacakmış. Arkadaşların konuşmalarını dinledim. Onlardan o denli değişik düşünüyorum ki bazen kendi kendime soruyorum, ”Acaba ben mi yanlış düşünüyorum? Derslerin erken kesilmesi, öğreneceğimiz bir çok bilgiden bizi yoksun bırakıyor. Örneğin geometride daire ile üçgenlerin, dörtgenlerin ilişkilerini tam olarak okumadık. Piramitlerle ilgili benim bilgim var ama arkadaşların çoğu bunu duymadı bile. Daha geçen derste matematik öğretmeni 20 arkadaşın yeterli not alamadığını yüzlerine söyledi. ”Bu yetersizlikle bir üst sınıfa geçerseniz orada başarılı olamazsınız!”dedi. Benim bildiğim bu arkadaşlar, geçen yıl da böyle geçtiler. Gelecek yıl ne olacak? Gene onlar yerinde sayacak, öğretmenler onlarla cebelleşirken dersleri ağır aksak yürütmek zorunda kalacak. Böyleyken  bu gruba giren arkadaşların çoğu, iş çalışmalarında kaytarıyorlar. Dahası içlerinden bazıları düpedüz işlerden kaçıyorlar. Nedense öğretmenler bunlara göz yumuyor. Atölyede toplandık. Hamdi  Bağ, İrfan Evren Öğretmenler geldi. Çatı kirişlerine devam ettik. Hamdi Bağ Öğretmene arkadaşlar sordu, ”Tatilde neden çalışıyoruz? ”Öğretmen açıkladı, ”İş mevsimleri vardır. Yağmurlar başlamadan, çatılar kapatılmalıdır. Donlar başlamadan sıva işleri bitirilmelidir. !”diyerek öğretmen kendi açısından açıklama yaptı. Para işleri için de, inşaat için gönderilen paraların, Mali Yılbaşı denen  güne dek yerine ulaştırılması, o sınırı geçince ödemelerin kesildiği. Harcanmamış paralar  geri çekilir. İş yaptıran kurum borçlu duruma düşer. Bu duruma düşen yöneticiler cezalandırırlır. Ben dinledim  ama pek anlamadım. Aslında ben sormayı bile gereksiz buldum. Bir bildiği olmasa

Müdür Bey çıkıp da konuşmazdı. Ne düşündüyse  Hamdi Öğretmen olayı bir örnekle anlattı. ”Bizim atölyede kullandığımız tüm keresteleri, büyük bir işletme olan Keresteci Naci’den alırız. Daha doğrusu biz isteriz, o bize hemen gönderir. Biz aldığımız kedrestenin tutarını  Mal Müdürlüğüne okul yönetimi aracılığıyla bildiririz. Maliye Bakanlığı daha önce  Mal müdürlüğüne para göndermiştir. Çünkü biz yapacağımız işin tutarını kendi bakanlığımıza bildirdiğimizden, bizim bakanlığımız da Maliye bakanlığına  başvurmuştur. Böylece Lüleburgaz Mal Müdürlüğünde bizim okul adına para vardır. Bunun  ne kadar olduğunu biz sürekli izleriz. Alacağımız kereste fiyatlarını da bildiğimizden, tıpkı cebimizdeki para gibi sürekli kontrol ederek alış verişimizi sürdürürüz. İşte önemli nokta burada:Mal Müdürlüğünde okul parası yokken alış yapılırsa, bunun parasını ödemek zorlaşır. Önce kendi bakanlığımızdan istenir. Bakanlığımız uygun görürse Maliye bakanlığına  yazar. Orası da uygun görürse ödenir. Ancan bu yazışmalar  üç-dört ay sürebilir. Satıcılar bu denli uzun zaman para beklemezler, arada sorunlar çıkar. Ya da bakanlıklardan biri ya da ikisi birden” Olmaz!” derse, alıcı borcu kendisi ödemek zorunda kalır. Bir başka önemli  yan da, bu alış verişlerin zamanında yapılamaması sonucu okul adına gelen para Mali Yıl denilen söz gelimi 1 Temmuz  tarihinden önce Mal Müdürlüpğünden alınamamışsa bu kez parayı Mal Müdürlüğü Maliye bakanlığına geri gönderir. Ya da harcama yetkisi kalkmış olur. Böyle ihmaller sonucu ödenmemiş borçlar da sorumlu yöneticilerin üstüne yıkılır. Bu tür harcamalardan dolayı her yıl yüzlerce yönetici  sorumlu tutulup göverinden alınıyor, mahkemelere verilip cezalandırılıyor!” Hamdi Bağ öğretmenin anlattıklarını iyi anladım. O zaman Okul Müdürümüz haklı, yapılacak işleri bir an önce yapmak istemesi yerinde. Arkadaşlar da benim gibi düşünüyorlar. Konuyu değiştirip futbol  alanı yapımına  getirdik. Benim dışımda herkes futbolla ilgileniyor. Hamdi Öğretmen futbolu seviyor. İrfan Öğretmen ise  futbolu, boyunun uzamasını isteyenlere öneriyor. Bizim grupta benden başka herkes boyunun büyümesini istiyor. Bunu söyleyenler olduğu gibi gizleyenler de var ama, boylarına bakınca bu anlaşılıyor;hepsinin boyu kısa. Gerçi yaşları da küçük ama, uzun boylu olmak istedikleri de besbelli. Zaten marangozluk bölümüne bir iki kişi dışında çoğunluk, marangozluğu sevdiğinden değil yapıcılığa gücü hiç yetmeyeceği kaygısiyle ayrılmıştır. Çoğunun yaşı da küçük, doğumlarını yeni tarihle söylüyorlar. 1924-1925-1926 oysa  öteki arkadaşlar, yani bizin yaşlılar grubu:  1337-1338-1339-1340  deyip duruyoruz. Cumartesi çalışması olduğu için bir saat önce paydos ettik. Arkadaşlar, öğretmenlerle  futol sahasına gittiler. Ben atölyeyi toplayıp armonika  çalıştım. Bugün  sol elimi de kullandım. Sol elimi hiç kullanamadığım için oldukça zart zurt ettirdim ama  yeni keşiflerde de bulundum. Sol tartaftaki düğmeler de sağ taraf gibi nota sıralamasına uyuyor. . Bir süre çalışınca kendimce yolunu bulmuştum. Sol taraftaki düğmeler, bizim çoban Sülüş  ağabeyin gaydasındaki ses borusunun  görevini yapmaktadır. Gaydadaki  boru sürekli bir  uuuu sesi çıkarmaktadır. Armonikada bu sesler daha da çoğaltılmış. Nota sıralamasına göre  istediğin sesi veriyor. Bunu sezişime sevindim, tekrar tekrar denedim. Mandolin gibi bunu  da kendi kendime öğreneceğime inandım. Zaten Hasan Amcam öyle demişti. ”Hevesli olanlar çalışırsa bütün çalgıları öğrenebilirler!”…. Arkadaşlar futbol  alanından dönerken onlara katılıp, dersliğe gittim. Arkadaşlar derslerin kesilmesine seviniyorlar. Şöyle bir baktım: Sevinenler hep başarısız olanlar. Onları haklı bulmadığım için, hoşlarına gitmeyeceğini bile bile  karşı durup, ”Doğru dürüst sınıf geçmeden nasıl öğretmen olacaklarınız? diye sordum. Sorumu sorduklarım  sus pus oldular, Yusuf Asıl, Bekir Temuçin gibi dersleri iyi olanlar, gevezeliklerinden yanıtladılar:”Sınıfını geçen öğretmenlerin arasında bir iki de  sınıf geçemeyen  bulunursa kıyamet kopmaz!”dediler. Buna da hepimiz güldük. ”Kıyamet kopmak !”ne demekse üstünde durmadık. Bu ara Sami Akıncı  arkadaşımız bir duyuruda bulundu. Dersler kesilinceye dek haftalık ders proğramı bu şekilde sürecekmiş. Pazartesi:2 saat Türkçe, 2 saat matematik. . Salı günü iş dersleri tüm gün. Çarşamba:2 saat Tarih, 2 saat Almanca, öğleden  sonra Tarım çalışmaları. . . . Perşembe:2 saat Askerlik, 2 saat Resim, öğleden sonra  iş dersleri. Cuma: 2 saat Türkçe, 1 saat, Yurttaşlık Bilgisi, 1 saat Beden Eğitimi. . Öğleden sonra  işi dersleri…Cumartesi öğleye dek sürekli iş dersleri. . Yerine göre öğleden sonra da  iş dersleri  sürdürülecektir…Arkadaşlar bir Sami Akıncı’ya baktılar bir bana baktılar. Benim  bundan   haberim olduğunu sananlar oldu. ”Kadir Pekgöz bana dönerek “Bilerek mi öyle konuştun? “ diye sordu. Ben, ”Benim sözlerimle bu programın bir bağlantısı yok. Ben kendi düşüncemi söyledim. Hem liselilerler yarış edeceğiz hem de ders görmeyeceğiz. Bu nasıl olur? Biz bu durumda ortaokullarla bile zor başederiz!”Sami Akıncı bana döndü, ”Vallahi doğru söylüyorsun, biz  ortaokul matematik  2 kitabının yarısında kaldık. Geçtiğimiz yerleri de tam anlayarak geçmedik. Doğru dürüst bir sınava girsek orta birden bile  geçemeyecek arkadaşlarımız çıkacaktır!”Sami dönüp yerine oturunca arkasından eller kalktı, keser gibi işaretler yapıldı. Mustafa Saatçı, ”Konuşmaları bırakın da pazartesi gününü düşünün, 2 saat Türkçe, 2 saat matematik. Bu dört saat nasıl geçer? Şimdi beni kaldıracak diye beklerken beynim duruyor, gözlerim kararıyor. Beni kaldırın diye bağırasım geliyor. Geçen günlerde iki saate katlanıyordum. Pazartesi ile Çarşamba günleri  bu süre 4 saate çıktı, o günlerde ben ne yapacağım, sizler ne yapacaksınız? ” Bütün arkadaşlar kahkaha ile güldüler. Hilmi Altınsoy başta olmak üzere bir çoğu “Ben de öyle, yaşa Hafız, benim için de konuştun!”diyenler oldu. Benzer konuşmalar yemekte, yemekten sonra  da sürdü. Durup dururken aklıma geldi,  Mavi Yıldırım   piyesini anımsattım, Hidayet Öğretmene gidelim, başladığımız piyesi sürdürelim . Hidayet Öğretmen, ”Siz isterseniz ben her zaman yardımcı olacağım!” demişti. Piyeste rolü olanlar bakıştılar. Çoğu bana güvensiz baktı. Birileri de benim için”Bir çıkar düşünmese böyle konuşmazdı!”dedi. Böyle diyenlere sordum, ”Nasıl bir çıkarım olabilir? ”Bir başkası. “Temsil gecesi mandolin çalmak isteyebilirsin!”dedi. Gülerek, ”Temsil gecesi olursa ben mandolin değil armonika çalacağım, mandolin ne ki? ”dedim. Birileri iyice şaşırdı. ”Armonika  nedir? Nereden buldu? soruları bir birini izledi. Soranlar oldu, olayı anlattım. Asıl amacımın Sinanlı deposundaki piyanoyu getirtmek olduğunu, er geç o piyanonun bu okula geleceğini, benim de onu çalacağımı anlattım. Kimisi gülüp geçti, kimisi  söylediğini yapar, dedi. Kimisi dediğini yapsa ne olacak? diye sordu. Onların dediklerinden çok, benim güvenle konuşmam benim hoşuma gitti. Böyle konuştukça daha çok çalışacağımı düşündüm. Alpullu’da Adem Gürçağlayan öğretmenin dersine çalışırken de bana, ”Neden çalışıyorsun? Çalışırsan ne olacak? ” diyenler vardı. Onlar iki yıl sonra da ‘do’ ya da ‘mi’den habersiz, bense hem mandolin  çalmayı öğrendim, hem de armonikayı öğreniyorum. ”Sen  yeteneklisin!”diyenler oldu. Onlara da karşılık verdim. ”Ben, yetenekli falan değilim, ancak çalışıyorum, başladığım işi yarım bırakmıyorum, öğrenmeye heveslendiğimi sonuna dek sürdürmeye çabalıyorrum. Öğretmenlerimiz derslerinde bize bunu  hergün böyle övütlüyor!”İsmet dayanamadı, ”Yaşa dayı, sen öğren, sonra da bana öğret! Ben de sana top oyunlarını öğretirim!”dedi. Söyleyecek sözüm kalmamıştı zaten, bir bakıma İsmet, konuşmamın sonuçlanmasına yardımcı oldu. Yat zilini bekliyordum zil çalınca oldukça rahatlamış olarak  yatıp uyudum…. .

 

28  Nisan  1940   Pazar

 

Kadir Pekgöz yüksek sesle konuşuyor. Kendi köyünden çok öğrenci gelecekmiş. Mehmet Yücel yanıt verdi, “Senin köyün büyük, elinden alacaklar diye korkma, Domuzormanı büyük köy on tane öğretmen de verseler karşılayacak öğrenci çıkar!”Arkadaşlar güldü. Kadir bir an durdu, önce “Haklısın!”dedi arkasından sordu:”Sen beni teselli için mi söyledin yoksa köyümün adıyla mı alay ediyorsun? ”Bu kez de başkaları. ”Neden alay etsin, senin köyünün bir adı da Dozurormaı değil mi? ”Kadir sinirlendi söylendi ama arkadaşlar sorularını sürdürdüler, Köyün çok mu ormanlık? Domuzlar ormanlarda mı yaşıyor? Domuz avına gittin mi? Kadir bana döndü:”Hep senin yüzünden bunların şımarıklığı, benim köyümün adının Hamitabat olduğunu biliyorsun. Bunu sen söylesen bunlar böyle şımarmazlar!”İsmet bana yardım için bir öneride bulundu:”Nasıl olsa o köyden çok öğrenci gelecekmiş. Onlar gelince, köylerinin adını tüm öğrencilere duyururlarsa ondan sonra kimse Domuzormanı demez!”. Kadir, İsmet’e de sinirlendi:”Şuna bak, salt Domuzormanı demek için laf üretiyor!”Bu söze de  çok gülenler oldu. Nöbetçi öğretmeni  gelmediğinden şakalaşarak dersliğe çıktık. Kahvaltıda günlük işler konuşuldu. Bundan böyle, cumartesi-pazar günleri sürekli iş yapılacak. Geçen yılı  anımsadık, 30 kişiydik, yaz boyu, günlerin ne olduğunu bile sormadan sürekli çalıştık. Gene çalışırız. Hilmi Altınsoy sinirlendi:”Ne diyorsunuz, geçen yıl başımızı sokacak yerimiz yoktu, onun için çalıştık. Şimdi yerimiz var!”Arkadaşlar,  Hilmi’yı konuşturmak için:”Var ama yeni gelenlerle dolduğundan, yetmiyor!”Hilmi Altınsoy bu kez de:”Yahu, elalem gelecek diye biz boyuna bina mı yapacağız? ”Konuyu değiştirmek için, ”Cumartesi  günü Beden Eğitimi Öğretmeni gelmemişti. Sanırım gelseydi not verecekti. ”O notlarını çoktan verdi!”diyenler oldu. Namık Öğretmen kahvaltıya geldi. Namık Öğretmenin gelişi, çalışma olacağının belirtisi, ama nasıl bir çalışma? Yapıcı arkadaşlar için sorun değil. Bu kez bizim marangozlar kaygılanıyor:Atölyede mi çalışılacak yoksa gene  yapıcılara mı katılacağız? Fazla beklemeye gerek kalmadı, nöbetçi geldi, bizim sınıfın derslikte toplanmasını söyledi. Hepimiz öğrenmiş olduk, yapıcısı, marangozluğu yok 8. sınıf var. Bu kez de bir soru:”Biz sahiden 8. sınıf olduk mu? Derslikte bir süre oturduk. Takılmalar başladı:”8. sınıfa geldin hala oturmasını öğrenemedin, Ortaokulu bitiriyorsun Ortaokul yazmasını bilmiyorsun, Öğretmen olacaksın, bir sevgili bulamamışsın, Ortaokul son sınıfa gelmişsin hala sıfır numara traş oluyorsun!”Namık Öğretmen geldi:”Güle oynaya iki saatlik bir işimiz var, öteki işlere başlamadan onu ortadan kaldıracağız!”dedi. Bana “Sen bu işleri biliyorsun, al şu anatarı 10 kazma, 10 kürek, 10 da tırmık ayır!”dedi. Tarım barakasının anahtarları alıp gittim. Az sonra arkadaşlar da geldi. Çalışır durumda 26 arkadaş çıktı. 2 rahatsız, bir nöbetçi bir de görevli varmış. Görevli sözüne herkes takıldı, ”Kimmiş bu görevli? ”Sami Akıncı görevli çıktı. Herkes bir “Çık çık çık!”çekti. . Ne göreviymiş bu? Toparlanıp dereye gittik. Suyunu kullandığımız dere oldukça kirli ya da içinde kirletici nesneler bulunuyor. Yatağını fazla kurcalamadan tırmıklarla dalları, çöpleri çekip ayıkladık. Yaptıklarımız ağır iş sayılmadığından, neşeli konuşmalarla su yatağını tertemiz bir görüntüye kavuşturduk. Bizi uzaktan gören Yeni Bedirliler, merak etmişler, geldiler. Sözde oradan geçiyorlarmış, bize kolay gelsin demek istemişler. Yaptığımızı görünce çocuklar gibi sevindiler. Yazları kurak gidince onlar da buraya umut bağlıyormuş. Ayrıca artezyeni de  özlemle bekledikleri söylediler. Kamber  Amcamın komşusu Şerif Dayı da vardı, beni tanıması, benimle konuşması iyi oldu. Namık Öğretmen, iyi çalıştığımızı söyleyerek  bir saat önce paydos ettirdi. Gülerek, ”Şimdi bir güzel dinlenin öğleden sonraki işlere dinlenmiş olarak katılırsınız!”dedi.

Dersliğe girince, Sami Akıncı’nın ders çalıştığını gören olmuş. Önce İdris Destan bir “Of!”çekti. Hem dersleriniz zayıf, diyorlar hem de pazarımızı alıyorlar!”dedi. İdris’e yanıt hazır, ”Sen de yolunu bul, sana da ders çalışma fırsatı versinler!”Sami Akıncı hiç oralı olmadı, her zamanki gibi sırasına çökmüş olarak okumasını sürdürdü. Gerçekte sanırım bu duruma en çok ben kızıyorum ama Sami’ye söz söyleme hakkımı kendimde bulamıyorum. Beni de  öyle korusalar, ben de oturur derslerimi çalışırım. Okul Müdürü, Müdür Yardımcısı salt onu işten kurtarmak için iş çıkarıyorlar. O da o işleri çabuk yapıp zaman kazanıyor. Örneğin Sami’yi kooperatife Okul Müdürü aldırmış, bunu Fikret Madaralı Öğretmen bir değil birkaç kez söyledi. Müdür Bey, kooperatif parası  benim sorumluluğumda ben o parayı başkasına emanet etmem!”demiş. Öğle yemeğine bu tartışmalarla girdik. Öğleden sonraki işleri beklerken, oldukça da tedirgin bir durumdayken, banyo haberi bizi derecesiz sevindirdi. Daha önce, gündüz gitmek istemeyenler vardı. Çarşıdan geçerken bakanlar varmış. Oysa şimdi öyle akşam falan da değil, güpegündüz, sevinç çığlıkları atıldı. Kadir Pekgöz’e takıldılar, ”Domuzormanlı bize iyilik etti, Domuzormanlı  Hamamcı Osman yaman adam, bizi düşünüyor. Elbet düşünecek, aramızda hemşerisi var!”Kadir bakıp bakıp söyleniyor. ”Bu konuşmalarınızın hiçbir anlamı yok, Osman Özalp beni köyden tanımaz bile. Şimdi de görse gene tanımaz;siz öyle bilin!”Bir süre kamyon bekledik. Kamyon gelince arkadaşlardan Kazım Ustaya tembih edenler oldu:”Bizi Hükümet Meydanında indir!”Hamam Hükümet Meydanının az ilerisinde. Kazım Usta, ”Hem olur, dedi hem de “Gene oradan alırım!”diyerek sevindirdi. Hamam sahibini göremedik. Kadir rahat. Takılan da olmadı. Bu arada yeni bir öneri ortaya atıldı:”Bugün temizlediğimiz derede yıkanamaz mıyız? ”Önce çok beğenilen bu öneri sonra ayıplanarak  reddedildi. Hayvanlar oradan su içiyor. Belki okul için bile zaman zaman oradan su alınıyor. Gerçi motor öteki dereden su çekiyor ama, kamyonla da su getirildiği oluyor. Belediye Bahçesi önünden geçerken parkın boş olduğunu görenler şaşırdılar:”Neden kimse yok? ”Mehmet Yücel yanıt verdi:”O eskidendi, çünkü o zaman biz vardık. Geleceğimizi haber verseydik gene toplanırlardı!”Gülenler olduğu gibi “İskelet!”diye bağıranlar oldu. Zil çalarken okul önüne indik. Bayrağı alıp taktım. Bir an düşündüm, geç kalsaydım ne olacaktı? Bir başkası yerime geçecekti. Belki  de bir daha bana kimse “Gel!”demeyecekti. Bu, nasıl olsa bir gün olacak!Yemekte, konuşmalar Lüleburgaz üstüne oldu. En güzel sözü Hilmi Altınsoy etti. ”Vallahi, neredeyse 3 yıl oldu, ben Lüleburgaz’ı tanımadım. Burasını bitirip gidersem, Lüleburgaz için  hiç kimseye bilgi veremeyeceğim!” Ben, ”Alpullu için verdin mi? ”diye sordum. ”Yoooo, ne Alpullu ne de Edirne, şimdiden daha diyebilirim ne de Lüleburgaz!”Salih Baydemir:”Al benden de o kadar!”deyince, bu kez özel gezi yapmamızı önerdim. Masadakiler  uygun buldu. Bir tatil günü birlikte gideceğiz.

Derslikte bir ara gene  Sami Akıncı sözkonusu edildi. Bu kez Sami yoktu. ”Kendisi olmadığına göre onu konuşamnın doğru olmadığını söyledim, konuşanlar durdu. Reşat Nuri Güntekin’den Tanrı Misafiri öykülerini okuyorum. İçlerinde beğendiklerim de beğenmediklerim de oldu. Ancak bir tanesini hiç beğenmedim desem bile az geliyor, şaştım, koskoca yazar bunu niçin yazmış anlayamadım. Yanakların Taksimi. Bir anne babanın tek çocukları vardır. Her anne baba gibi bunlar da çocuklarını çok severler. Belki de tek  sevecekleri, tek eğlenceleri çocuklarıdır. Sık sık okşayıp öperler. Ancak baba çok sigara içer. Öyle ki nefesi tümden  tütün koktuğu söylenir. Anne daha  titizdir;kocasına ikide bir:”Şu çocuğu öperken dikkat et, çocuk tütün kokusundan etkilenmesin!”Baba bundan alınır, karısının da  çocuğu sık sık   öptüğünü saptar. Bir süre tartışırlar:Sen çok öptün ben az öptüm!”derken bir anlaşma yaparlar:Her biri bir yanaktan öpecek. Sağ yanak annenin sol yanak babanın. Çocuk buna uyar, baba isteyince baba yanağı anne isteyince anne yanağını uzatır. Çocuk için de bu bir oyun olmuştur. Ancak çocuk sağ-sol diye ayırmaz  yanaklarına anne-baba yanağı adı verir, öyle sürdürür. Evlerinde çalışanlar vardır. Örneğin  aşçıları  yetişkin bir erkektir. Her ev gibi onlara da sık sık konuklar gelir. Gene konukların geldiği bir gün çocuk  sevimli sevimli ortalıkda dolaşırken  aşçının yanına gider, onu bunu sorarken aşçının sevecenliği üstündedir, çocuğun anne tarafı yanağını öper. Çocuk çığlıklar atarak  babasına sarılır. Konuklar, dikkat kesilir. Tekrar tekrar sorulduktan sonra çocuk tane tane söyler:Aşçı mutfakta annemin yanağından öptü. Görünüşte  güzel bir gülmece ama, bunu, okuduğum öteki öykülerle karşılaştırınca çok gerilerde kaldığını anlıyorum. Gene de yatarken bir süre güldüm. Ömer Seyfettin’in  Türbe öyküsüne de çok gülmüştüm. O uzun bir öyküydü;  orada  kadın Belediye arabasını tuvalet  sanmıştı….

 

29 Nisan  1940   Pazartesi

 

Pazartesi günü Türkçe dersinde öğretmen beni kitaplığa gönderdi. Halil Basutçu ile kitapları sıraladık. Daha doğrusu kitapları karıştırdık. M. Turhan Tan’ın Devrilen Kazan kitabını okumuştum. Halil’e okumasını önerdim. Halil, ”O kadar kalın kitapları ben okuyamıyorum!”dedi. Sıkılıyormuş. Ben de sıkılıyorum ama, etrafımdakilerin okuduğunu gördükçe kendimi zorluyorum. Böylesi  iyi oluyor. Kalın sayılacak kitapları bitirdimAncak kendime verdiğim sözü tam tutamadım. Yedi tanesi dışında 0kuduklarımın  kısa özetlerini yazmadım. Çalı Kuşu, Yaban, Kuyucaklı Yusuf, 80 Günde Devri Alem, Deniz Dibinde Yirmi bin Fersah. Üç Silahşörler, Monte Kristo’dan sonra nedense bir ara verdim, bu ara uzadı gitti. Gorio Baba, Madam Bovary, Eugenie Grandet. kaldı gitti. Bak şimdi anımsadım;Devrilen Kazan da yazılmadı. Yazılmayan kitapların adları var, onları birgün sanırım bir daha elden geçirip özetleyeceğim…. Türkçe dersinden  sonra  Matematik dersinde  de serbest kaldık. Ahmet Gürsel öğretmen, numaralarımızı okuyup  12 arkadaşı dışarıya gönderdi . ”Dinlenme sizin hakkınız!”dedi…. . Öğleden sonra atölyede çalıştık. Tuvaletlerin atölyedeki işleri bitti. Almanca dersinde öğretmen sorular sordu. Bir şiirle, bir  bilmeceyi Türkçe’ye çevirdim. Öğretmen “Aferin!” dedi. Askerlik dersimize üsteğmen geldi, hepimizin sınıf geçtiğini söyledi. Tek  kuşkum beden eğitimi dersine kaldı. Not alamamak değil de başaramadım için kötü sözler söylenebilir kuşkusu içindeyim. Kırık not alım sınıfta kalmak aklımdan bile geçmiyor. Ancak ben beden hareketlerinde bir çok arkadaşımdan geri durumdayım. Bugün 2 saat Türkçe var . Aslında Türkçe  haftada üç saatti, son proğramda   dört saate çıkarılmış. 1 saatte yurttaşlık bilgisi var. Fikret Öğretmen 3 saat ders yapacak. Son ders Beden Eğitimi. . Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmen yoktu. Masalardan fısıltılar geliyor, ”Belki gelmemiştir!” Zil çalar çalmaz öğretmen Müdür Odasından geldi. Halil’le beni gene kitaplığa gönderdi. yedi-sekiz arkadaşı da bahçeye çıkardı. ”Ben gülerek “Oh olsun!”dedim. Halil sinirlendi. ”Sen kızdığın birkaç kişi için bunu söylüyorsun ama bu doğru değil, iyi niyetle çalışıp da başarılı olamayanlar var. Onlar için “Oh olsun!”demek haksızlık değil mi ? ”Ben  düzeltme yaptım:Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk gibi arkadaşlara kesinlikle demem. Onlar, ben çok çalıştığım için bana bir şey demiyorlar. Benim kastım, sık sık benim çok çalışmama takılanlar var, çalışmayı doğru bulmayanlar var. Sözüm onlar içindir. Bunları sen de biliyorsun!”Halil diretmedi, gülerek öyleyse “Oh olsun onlara!” dedi. Kitaplığa gittik. Hasan, Mehmet Başaran, Hüseyin Orhan arkadaşlar da geldi. Okuyacak kitap listesi yaptık. Ben 20 kitaplık bir liste hazırladım. İçimizde en çok kitap okuyan Hasan Üner’e göre benim seçtiklerim  çok ünlü kitaplarmış1-. Mai ve Siyah2-, Eylül, 3-Dudaktan Kalbe, 4-Germinal, 5-Harp ve Sulh, 6-Anna Karanina, 7-Carmen, 8-Davit Copperfield, 9-Lord Jim, 10-Rüzgarlı Tepe, 11-Kazaklar, 12-Karamozof Kardeşler, 13-Suç ve Ceza, 14-Dorian Gray’ın Portresi, 15-Sefiller, 16-Kırmızı ve Siyah, 17-Penguenler Adası, 18-Aşkı Memnu, 19-Gösta Berling, Kim. Böylece bu romanların  yazarları olan Halt Ziya Uşaklıgil’i, Mehmet Rauf’u, Reşat Nuri Güntekin’i, Emile Zola’yı, Lev Tolstoy’u, Prosper Merime’yi, Charles Dickens’i, Joseph  Conrad’ı, Emily Bromte’yi, Lev Tolstoy’u, Fiodor Dostoyevsky’yi, Oscar  Wilde’yi , Victor Hugo’yu, Stendhal’ı, Anatole France’ı, Selma Lagerlöf’ü, Rudyard Kipling’i  de tanımış olacağım. Biraz zor gibi görünüyor ama başkaları yaptığına göre ben neden yapmayayım? . . . Zilleri karıştırmışız, 6. sınıflara sorduk, son derse girildiğini söylediler. Koşarak  derse yetiştik. Rukiye Öğretmen gelmiş bahçeye çıkacakmışız. arkadaşlara karışıp  bahçeye çıktık. Öğretmen güler yüzlü davranıyor. Önce çifter boy sırası olduktan sonra tek sıraya  geçtik. Belli aralıklarla teker teker tepeye dek koşup döndük. . Gidip gelen arkadaşıöğretmen yanına çağırıp konuşturdu. Koşup gelenlerin solumalarını  dinledi. Ben koşup gelince yüzüme baktı, ”Hayret!” dedi. Anlamadım, duraksayıp baktım. ”Koşmamış gibisin, ciğerlerin gelişmiş yoksa koşucu musun? ”diye sordu. Arkadaşlar, ”5 bin metrede ikinci oldu!”dediler. Öğretmen bana, ”Birinciliğin yok mu? ”diye sorunca  yanlış anlamış gibi davranarak, ”Çuval koşusunda birinci oldum ama Hamdi Bağ Öğretmen haksızlık etti, benim birinciliğimi başkasına verdi!” deyince, ”Doğal olarak sinirlenip yarışları bıraktın, değil mi? ”diye sordu. Bir an duraksadım biraz yapmacık da olsa gülümseyerek, “Hayır hiç sinirlenmedim, yarışı da bırtakmadım. Zaten yarış bitmişti. Söz konusu olay yarışlar sonunda olmuştu!”dedim. Öğretmen bu sözlerimden pek hoşlanmadı sanırım. Duymamış gibi  yana döndü benden sonra delen numaraları  okuyarak  arkadaşları  koşturdu. Benden başka hiç kimse ile  konuşmamış olması, benim gibi arkadaşların da  dikkatini çekmiş, hepimizde bir kuşku uyandırmıştı. . Ancak dersliğe dönünce kısa bir konuşma yaptı. Bize dilediğince yararlı olamadığını, bunun   bir çok nedeni bulunduğunu söyledi. Sözünü sürdürere:”. Ancak sizler sürekli hareket içindesiniz, dersimizin vermesi gereken  devinimleri sizler iş  etkinlikleri içinde alıyorsunuz. Bu nedenle eksikliklerinizi zaman içinde doğal olarak tamamlayacaksınız. Bu  dersimiz bu dönemin son dersiydi, dilerim gelecek yıl da birlikte koşarız. Ben size biraz sert davrandım ama siz bana karşı  hep saygılı oldunuz. Teşekkür ederim. Notlarınız için kaygılanmayın. Birbirinizden pek farklı değilsiniz. Bu nedenle bence hepiniz iyisiniz. Öbür derslerinizin de öyle olmasını dilerim, sağlıcakla kalın!” Öğretmenin arkasından bir süre sessizce bakışıp kaldık. Herkeste bir suskunluk oldu. Ben konuşmak istedim ama sonra sustum. Mehmet Yücel bana yardım etti:Dürriye’min güğümleri kalaylı, Fistan giymiş, etekeleri dolaylı. diyerek eski türkümüzü söyledi. Arkasında derslikte olanların hepsi türküye katıldı. Ben kalkıp kapıyı kapattım. Bana “Korkma duymaz, motosiklete binip gitti!”dediler. Aslında ben duymasında filan değil nasıl davranacağımı kesdirememiştim. Gerçekten son zamanlarda ben  Rukiye Öğretmeni sevmeye başlamıştım. Onun başlangıçtaki uzlaşmaz tutumundan  çok çekindim ama, bir kötülük yapmayacağını da  düşünüyordum. Böylece benim için 2. sınıf gerçekten  arkada kaldı. Bugünden  sonra ben 3. sınıf öğrencisiyim. Üstelik notlarım peki dereceyi  doldurdu. Toplam olarak notlarım bizim sınıfın en yükseği olması gerekir. Sami Akıncı’nın Tarım, Atölye Dersleri ile Resim’den benim çok altımda olduğunu biliyorum.

Öğle yemeğinde gözlerim birden  Rukiye Öğretmene takıldı. Arkadaşlar “Rukiye Öğretmen bindi motosiklete gitti!” demişlerdi. Oysa Rukiye Öğretmen karşımda, istyemeyerek baktım. Bir ara o da bana doğru  bakınca  nedense sallanır gibi oldum, çabuk toparlandım. Rukiye Öğretmenin gerçekte güzel bir yüzü var, derslerde bunun ayırdına varamamışım. Bir daha derse gelmezse buna üzüleceğim, demeğe kalmadı, şimdiden üzüldüğümü duyumsadım. Öylece durgun bir tavır içinde yemeğimi yedim. Arkadaşlar:Evli olduğuna göre çocukları  vardır, dedi. Sonunda Hamdi Bağ Öğretmenden sormaya karar verdik. Derken konu derslerin kesilme gününe  döndü. Rukiye Öğretmen son dersini yaptığına göre, denince bu kez  ben söze karıştım:”Benim derslerim bitti. Ne zaman kesilirse kesilsin, bundan ötesi beni ilgilendirmiyor. Aslına bakarsanız, hiç kesilmeden yaz boyunca böyle gitse sevineceğim. Birileri ders yaparken yan gelip yatmak nasıl bir şeymiş ben de öğreneyim. Ben, kış boyunca çalışırken  çene çalanlar şimdi çenelerini nasıl kapatıyorlar merak ediyorum. !” Hilmi Altınsoy, ”  Sen  zekisin Ağabey, başarıyorsun ama arkadaşlarla alay etmek doğru olmaz, onlar ancak bu kadar yapabiliyorlar!”Hilmi’ye hemen yanıt verdim. ”Ben zeki falan değilim. Zeki olmadığımı bildiğim için de çok çalışıyorum. Zeki olanın başarı kazanması gibi çok çalışan da başarılı oluyormuş. Bunu öğretmenlerimiz  her derste anlatıyorlar. Çalışıp da başarılı olamayanlara   zerrece sözüm yok. Benim sözlerim, çalışmayanlara. Arkadaşlar arasında böylesi var, siz de biliyorsunuz. Ben onları kastediyorum. Yeterince çalışıp da başarı gösteremeyenler bulunabilir. Ama bunlar bir  ya da iki dersten  başarısızdırlar. Tüm derslerden   başarısız olanların durumu zeka ile filan ilgili değil; onlarınki doğrudan doğruya haylazlık!” Bu tartışmamızı sonunda tatlıya bağladık. Benim kastettiklerimden zaten  hiç kimse aramızda  bulunmuyordu…

Atölyede geçici olarak yeniden işbölümü yapıldı. Yusuf Asıl, Hasan Üner, Salih Baydemir dördümüz Hamdi Bağ Öğretmenele birlikteyiz. Banyonun tahta işlerini yapıyoruz.  Benim karşımda  Yusul Asıl. Yusuf hem çalışıyor, hem de küçük fırsatlardan yararlanarak durmadan bir  şeyler anlatıyor. Hamdi Öğretmen bana, Yusuf’u  göstererek “Bu küçüğün sürekli konuşmasından sıkılmıyor musun? diye sordu. Ben, ”Biz bize kaldığımızda Yusuf genellikle konuşmaz!”dedim. Öğretmen biraz  hayret ederek, Yusuf’a sordu, ”Neden? ” Yusuf hemen yanıtladı:O kendi konuştuğu için bana sıra gelmiyor da ondan!”Hamdi Öğretmen  elleriyle dizlerine vurarak, ”Aman  Tanrı’m, bu ne incelik, ne nezaket!Demek biri konuşurken Yusuf susup, sırasını bekliyor. İşte  şimdi bir  “Aferin!” hak ettin. Yoksa korktuğun için mi susuyorsun? Yusuf, korkmadığını söyledi. Ancak beklediği  fırsatını da yakalamıştı. Daha önce konuştuğumuz konuyu, Rukiye Öğretmenin çocukları olup olmadığını soracaktı, beklemeden sordu. Böylece, Rukiye Öğretmenin bir çocuk annesi olduğunu hepimiz öğrendik. Paydostan sonra  yemek ziline dek atölyede  armonika çalıştım. Sol elimle tek olarak sağ elim gibi melodi çıkarma denemeleri yaptım. Sağ elimle  melodi çalarken sol eli istediğim gibi kullanamıyorum. Hasan Amcamın  notalarını armonikayla gayet kolay çalıyorum. Tuna Dalgaları, Karmen Silva, Macar dansı ile İzmir Marşı’nı ezberledim. Ben çalışırken küçük sınıflardan gelenler oldu. Ses okul binasından duyuluyormuş. Oysa aylardan beri mandolin çalıştığım halde kimse gelip bakmıyordu . Bugün çocukların biri geldi biri gitti. Hepsi armonikanın sesini seviyormuş. Satın almak isteyenler bile varmış. Nereden aldığımı sordular. Bilmediğimi, bunun da benim olmadığını , emanet  aldığımı anlattım. Akşam yemeğinde benim armonika  konu oldu. Çalmasını beğeni kazanacak  ölçüde  ilerlettimi  anladım. Söylendiğine göre sesi  de uzaktan çok güzel duyuluyormuş. Gerçekten armonika ile şarkılar  hem kolay hem güzel çalınıyor, çalışırken  ben de bunu  ayırdediyorum. İki elimi kullansam daha sesli olacak. Sülüş’ün gaydasını anımsadım: . Uuu borusunu kapatınca  sinirleniyordu. Nedeni sorulunca  da “Kulaklarım o sesi istiyor, o olmayınca  çaldıklarım tatsızlaşıyor!” derdi. Ben de yavaş yavaş soldaki sesleri katmaya çalışacağım. Yemekten sonra  Hidayet Öğretmen bizim dersliğe geldi. ”Sizinle hep konuştum ama  hepinizi tanıdığımı söyleyemem. Oysa ben  her gün karşılaştığım insanları yakından tanımak isterim. Bu nedenle geldim, tanıdıklarıma göre biraz  yabancı kalmışları konuşturup hepinize tanıdık gözüyle bakacağım. Bence bu yaptığım güzel bir davranıştır. Size de öneririm. Siz de küçük sınıfları, bugünden tezi yok, birer birer tanımalasınız. Nöbet tutuyorsunuz, yemeğimizi getirdiğiniz oluyor. İnsan işine yardımcı olan kimseye adını söyleyerek teşekkür ederse daha  rahat olur. Siz de küçük kardeşlerinizi adlarını numaralarını, hatta sevdiği konularını bilerek yaklaşıp konuşursanız, daha candan kaynaşırsınız. !”dedikten sonra gülerek Mehmet Yücel’e baktı, ”Seni tanıyorum, şakacı Mehmet, seni tüm öğretmenler böyle anmaktadırlar. Neşeli olmak güzel bir meziyettir ama bu kesinklikle bir Tanrı vergisi değildir. Her insan isterse neşeli olabilir. Şaka da neşeden kaynaklanır. İlginç olan da neşeli insanların şakaları ağır olmaz. Tersine neşeli olmayan daha doğrusu neşeye önem vermeyen kişilerin şakaları tatsızdır, kolayca kavgaya dönüşebilmektedir!”Hidayet Öğretmen”Benim sözüm boldur, ziller çalmasa  uzun uzun konuşabilirim. Ancak bizim buluşacak çok zamanımız olacak, şimdi ben kendi   tasarıma uygun sorularla hiç değilse birkaç arkadaşı daha tanıyayım, istiyorum !”deyip 4 Mehmet Aygün’le konuştu, küçük tefterine notlar aldı. 7 Fettah’ı nöbetinden tanıdığını söyledi. 11 Recep Kocaman’la konuştu. 15, 16, 18 numaraları atladı 24 İbrahim Ertur’la kon- uştu. 26 Mehmet Yücel’e seninle konuşmak  için uzun bir zaman gerekecek, ona göre hazırlan!”dedi. 28 İdris Destan’la konuştu. 42 Mustafa Saatçı’tı, 44 İsmet Yanar’ı atladı, 48 Yusuf Asıl’la uzun uzun konuştu. Yusuf’un köyünü, ilçesini bildiğini söyledi. Yusuf’a  müzik çalışmasını önerdi. Yat zili çalınca Hidayet Öğretmen güzel vakit geçirdiğini söyleyerek ayrıldı. Öğretmenden sonra yorumlar yapıldı, ”Okul yönetimince  görevli!” olduğunu  öne sürenler çıktı. Mehmet Yücel, Sami Akıncı, İsmet Yanar, böyle söyleyenleri kınadılar. ”Çok yerinde bir tanışma, hepimizi tanıması, hepimiz için onur verici bir durum!”deyip konuyu kapattılar. Bunu düşünerek yattım. Hidayet Öğretmen bizi tanıyınca  okul yönetimine nasıl yardımcı olacak? Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen, Fikret Madaralı Öğretmen hepimizi tanıyacak kadar ayrıntılı yazılar  topladılar. Ayrıca okul yönetimi hepimizin kayıtlarını daha ilk günlerde tuttu, bugünlerde  yeniden neyi saptalacak? Yatınca bir süre bunları düşündüm. Oysa Hidayet Öğretmen ne güzel söyledi:”Siz de küçük sınıfları tanıyın, onlar da sizi yakından tanısın. Böyle olunca daha iyi kaynaşırsınız!”dedi. Biz bunların hiç birini yapmıyoruz. Ben, bir Cavit Kafkas’ı, Bir Halil Mumcu’yu, Bir Hikmet’i, bir Doğan’ı bir de Gül’ü tanıyorum. Öteki arkadaşların bir çoğu  böyle bir tanışıklığa gerek görmüyorlar.

 

30  Nisan  1940  Salı

 

Köy Enstitüsü sözleri arasında uyandım. Gazeteler günlerdir Köy Enstitülerinden söz ediyor. Özellikle  yeni Köy Enstitüleri açılacağı üstüne türlü türlü haberler veriliyor. Geçen hafta  12 Köy Enstitüsü açılacağını okuduk, ben defterime de yazdım. Böyleyken  dünkü gazetelerinden birinde, ”Her ilde bir tane açılacak!” denmiş. 63 ilde 63 tane Köy Enstitüsü. Tekirdağlılar neredeyse açılacak yeri saptamaya  kalkışıyor. Edirneliler Kazım Dirik Paşaya baş vurup eski binayı alacaklarmış. Biz Kırklarelilere, ”Alın kepirinizi, dilediğiniz gibi çamur yapın!”diyorlar. Öyle konuşuluyor ki, neredeyse sahiliğine inanılacak. Kahvaltıdan sonra okul önünde toplanıldı. Okul Müdürü konuştu. Derslerin resmen kesildiğini, sürekli iş dönemine geçildiğini, bir  arkadaşımızı yönetici olarak yolluyoruz onun yerine 5 öğretmen birden atandı, bugün yarın göreve balşayacaklar. İlkokul dersleri kesildi ama onlar ayrı bir proğramla derslerini sürdürecekler. Bu proğram sonunda başarılı olanlar bir üst sınıfa geçme hakkını alacaklar. Okulumuz için açılmış sınavları kazananlar, yakın zamanda aramıza katılacaklar. Böylece öğrenci sayımız 250 ye tamamlanmış olacak. Bu nedenle bizler, bu yeni duruma uygun programlar uygulayıp önce yatacak yerleri hazırlayacak, sonra da genel projelere geçip okulumuzun gelişmesi için gereken işleri  tamamlayaklardır. Okulumuzun uzun uzun yaz tatili yoktur. Kısa süreli izinler verilecektir. Bundan böyle  her hafta pazartesi günleri burada toplanıp haftalık işlerimizi konuşacağız. Böylece yapılmış işler gibi yapılacak işlerimiz hakkında da hepimizin bilgisi olacaktır. Günlük çalışma saatleri yeniden dnmiştir. Akşam yemeği ile yatma saatleri arasındaki  okuma-çalışma saatleri aynen uygulanacüzenleaktır.

Hamdi Bağ Öğretmen bizim marangozluk grubunu çağırdı, atölyeye gittik. Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler yok. ”Onlar da mı ayrıldı? demek üzereyken onlar 6. sınıflarla geldilerHemen uyarma yapıldı:”Onlar 7. sınıf oldular!”Sürekli sanat ayrılığı yapılacağından  onlar da bizim gibi marangozlukta çalışacaklar. Bu nedenle öğretmenler yeni  işi bölümü yapmış. Bundan böyle bizim öğretmenimiz Hamdi Bağ, 7. sınıfların da Naci  İnan’la İrfan Evren öğretmenler. Bunu duyunca  üzüldüğümü söyledim. Hamdi Öğretmen, ”Beni beğenmedinse ayrıla bilirsin!”dedi. Söyleneni anlamadığım için “Nasıl? ”diye sordum. Hamdi Öğretmen, ”Basbayağı, ”Naci Öğretmenle çalışmak istiyorum!” dersin, bir dilekçe ile okul müdürlüğüne gidersin. Okul Müdürü seni kırmaz, bir gerekçe yazıp 7. sınıfa kaydını geçirtip oraya gönderir!”Gene anlayamadım, öylece baktım. Arkadaşlar gülerek “Böylece sınıfta kalmış olacaksın!”diye  gülüştüler. Hamdi Bağ Öğretmene nasıl baktımsa, ”Aman aman, şaka ettim, ayrılık yok hepimiz gene beraberiz, bazı işbölümleri gerekiyor, bunları  düzenledikten sonra gene birlikte çalışacağız. 7. sınıflar dediklerimiz, şu bizim küçükler. Onlar sizin gibi değil gerçekten küçükler. Çoğu daha keserle destereyi ayırdedemiyor!”dedi. Öğretmen, az duraladıktan sonra yapacağımız işleri açıkladı. 50 adet-Altlı üstlü -çift kişilik ranza. Hermen eski çizimleri çıkardık, parça sayımı yaparak iş bölümü yaptık. Öğretmen gözlemci, daha çok Salih Baydemir’le  Harun Özçelik yönlendiriyor. Kesme işleriyle planya işlerin İrfan Öğretmen beni önerdi. Bunun üzerine Hamdi Öğretmen gülerek, ”Bana baskı yaptırıyor, istediğim gibi irademi kullanamıyorum, dediğim dedik oluyor!”diye söylendi. Sonra da göz kırparak, ”Şakası bile çirkin, kıskançlık kötü şey değil mi? Sakın bulaşmayın böylesi mikroba. Açık yürekli olun, mutlu olun!”Kesmeye başlayınca Hamdi Öğretmen bana yardım etti. Aslında bana güvensizlikten değil, özellikle desteremiz biraz arızalı gibi. Sert budaklarda sallanma yapıyor. Sanırım o nedenle  arada “Sana yardım etmekten zevk alıyorum!”deyip kolonları tutuyor. Planya işlerini arkadaşlar el tezgahlarında yaptılar. Öğretmen, ”Acelemiz yok, günde  on ranza hesabıyla cumartesi günü teslim ederiz!”Yusuf Asıl, Ömer Uzgil Öğretmenin nerede okul açtığını  sordu. Hamdi Bağ Öğretmen gülerek, ”Daha okul falan açtığı yok, böyle bir çalışmada  bulunur musun? ”diye sormak üzere Ankara’ya çağırdılar. Gidip konuşacak, yapabileceği bir iş olacaksa  kalacak. Göze alamayacağı bir  teklifse özür dileyip geri gelecek!” dedi. Yusuf “Öyleyse özür dileyip gelsin!”deyince Hamdi Öğretmen”Yapma be oğul, Ömer Uzgil yönetici olmayı çok isyeyen, olursa gerçekten başarılı olacak bir arkadaş Varsın şansını denesin. Siz onu seviyorsanız geri gelmesi için değil başarılı olması için dilekte bulunun. Gitmesi onun için ilerleme olacaktır. Seviyorsanız ilerlemesini isteyin!”Hamdi Öğretmenden dinlediklerimizi yemekte arkadaşlara kendi fikrimizmiş gibi aktardık. Daha doğrusu ben öyle yaptım, Yusuf da beni  bozmadı, dahası bana uyuyormuş gibi davranarak destekçim oldu. Öğleden sonra durmadan çalışıp 20 ranzalık parçayı tamamladık. Hamdi Öğretmen futbol oyunlarının başlamasını önerdi. Bugünden başlayıp düzenli maç yapılacak. Takımları saptamışlar. Onların futbol oynamalarını ben de istiyorum. Arkadaşlar  futbol sahasına gidince  daha rahat kalıyorum, gelen giden olmuyor, istediğim gibi çalışıyorum. Bugün işte böyle oldu, iki saate yakın çalıştım. Akşam yemeğinde Hilmi Altınsoy, bizim masada gene  ortaya bir fit attı. ”Fikret Madaralı Öğretmen daha iyi müdürlük yapacak insan. Onu neden çağırmıyorlar? ”dedi. Bu söz tüm artkadaşların ilgisini çekti. Müdür olmak, öğretmen olmak konularında ileri, geri görüşler ortaya döküldü. Sonunda Fikret Madaralı Öğretmenin müdür olmaması onun çalıştı okul öğrencileri için daha yararalı olacağı  görüşü egemen oldu. ”Eğer müdür olursa okul işlerinden  ötürü öğrencilerle ilişkilerinin azalacağı, bu nedenle de   öğrencilere   zararı olacak bir değişikliğin istenemeyeceği kararı verildi. Bu karar, şaka değil, ilk günlerden bu yana uyum içinde, otuz arkadaşın almış olduğu ilk karardır. Bu arada Fikret Öğretmene bir çok yandan  övgüler sıralandı. Kızdığı ya da kızarmış gibi yaptığı zamanlar, sık sık “Sarsak!” demesine karşın arkasından rahatça  övücü sözlerle gönül aldığı, arkadaşlar arasında hiç ayırım yapmadığı, ailelerimizle bağlantılarımızın güçlenmesi için sürekli uyarılarda bulunduğu, tutumlu  davranmamız için bizi bilinçlendirme çabaları sayıldı, döküldü. Bana kalsa daha bir çok konuda  özellikleri  sıralanabilirdi. Ancak ben Fikret Öğretmene arkadaşların bu kadar  bile olumlu bakacağını düşünemiyordum. Biraz şaşırarak da olsa çok sevindim. Fikret Öğretmenin en çok üstüne gittiğini sandığım arkadaşlardan 7 Fettah Biricik’le 6 Ali Güleren’e sordum:Sahiden siz Fikret Öğretmeni seviyor musunuz? Yoksa herkese uymak için mi böyle konuştunuz? Arkadaşlar, yemin ederek Fikret Madaralı Öğretmene çok güvendiklerini, kendilerini koruduğuna, bundan böyle de koruyacağına inandıkları söylediler. Fettah Biricik, ”Ben tembel biriyim, zaman zaman da yaramazlık yapıyorum. Benim yaptığıma tüm öğretmenler kesinlikle karşılık veriyorlar. Bu karşılıklar içinde beni ençok etkileyen Madaralı Öğretmeninkiler oluyor. Bazan bu uyarılar ağır gelse de ben, ”Bunu hak etmesem, öğretmenim bu sözleri bana söylemezdi!”diyebiliyorum. Ancak bunu yalnız Fikret Öğretmenin sözlerinden sonra diyorum. Ötekilerin sözleri , kimi zaman zehir gibi içime işliyor, günlerce unutumadıklarım da oluyor!”6 Ali Güleren ise;hemşerisi 45 Mustafa olayını hiç unutmuyormuş. Okula girdiğimiz ilk günlerde arkadaşının okuldan ayrılmasından sonra sıra kendisinde olduğuna inanmış. İşte o sıralar Fikret Madaralı Öğretmen kendisi ile konuşup yatışmasını sağlamış. Bu nedenle Fikret Madadaralı Öğretmen onun için bir koruyucu imiş. Şaştım, oysa Ali arkadaşın anlattığını ben kendim için düşünüyordum. Sahiden benim de bu okula girmem, girdikten sonra bir süre orada kalacağıma inanmam, giderek ısınıp çalışmaya başlamam, çalıştıkça da, daha çok çalışabileceğime inanmam Fikret  Madaralı Öğretmenin yönlendirmesiyle oldu. Vahit Dede’nin bir sözünü hiç unutmadım, unutmayacağım da. Benim kaydımı yaptırdıktan sonra ayrılırken”Bu öğretmene dikkat et:Bu, öğretmen değil bu bir derviş, Bektaşi dedesi gibi biri, insanların olgunlaşması için çırpınan, özverisini esirgemeyen bir “PİR!”dir. Bu, yüreğiyle öğretmenlik yapıyor. Onun söylediklerini unutabilirsin, buna sakın üzülme. Ancak onun davranışlarını iyi gözle, gözlemlerini uygula, doğruluktan, dürüstlükten sen de  nasibini alacaksın. Bu eski  ancak tutarlı bir eğitim felsefesidir. Bizim tarikatın da sırrı buradadır. Seni, şansının karşılaştırdığı  bir “Rehber” yanında bıraktığım için  mutluyum. Mutlu olmakta haklı olduğumu ilerde sen bana kendin anlatacaksın. Bu anlattıklarımı köyde herkese anlat:Bu da benim “Kehanet’im. ”Onlar benden hep sorarlar:Vahit Dede, ”Hani senin kehanetin? derler. Kehanet, ”Yak bir sigara!”derce olmaz. O gelir, geldiği kimsenin –elinde beklemeden-gönlünden geçip hak sahiplerine ulaşır. Ermiş, bir iletkendir. Elektrik teli gibi bir şey. Düğmeyi büken büker. Hayırına bükülmüşse lamba bir yerde kendini gösterir. Senin lamban şimdiden ışıldamaya başladı. Gönül telini sakın hor kullanma!Haydi hoşça kal!”deyip Karaağaç’a yönelmişti. Gönül teli sözünü çok düşünmüştüm. Şimdi 3. sınıfa geçtim. Hiç ummadığım bir  ölçüde başarılı sayılıyorum. Vahit Dede’min  övütleri, arkadaşların övgüleri, Fikret Madaralı Öğretmenin saygınlığı. . Bunları birleştirip kendi payıma bir değerlendirme yapmaya çalışıyorum. Elektrik telleri, ışık veren lamba!. . . Vahit Dede ile bir kez daha konuşma zamanı çoktan geldi, sanırım…Onun elini öpüp teşekkür etmeliyim. Bunları, babamla bu konuda konuşmadığımız halde, babam sık sık “Vahit Dede’yi sakın unutma diye sürekli uyarıyor. Bu yaz daha düzenli çalışacağım. Türkçe için tasam yok. Sürekli okuyacağım. Ayrıca Fikret Madaralı Öğretmen pazar günleri bizimle gene  kitap okuma  çalışmalarımızı sürdürecekmiş. Yeni Adam gergisini alıyorum. Okuduğum kitapların eksik bıraktıklarımı da özetleyeceğim. Ancak, çalışmak istediğim Almanca için büyük bir boşluk oluştu. Almanca öğretmeni  bulmak çok zormuş. Kendisi Resim Dersleri öğretmeni olmasına karşın Almanca okutabilmesi bizim için bir şansmış. İşte bu şans elimizden gitti. Ahmet Gürsel  öğretmenimiz yazın Lüleburgaz’da kalırsa ya da kaldığı sürece okula uğrarsa ondan yararlanmayı düşünüyorum. O, ”Çalışanlara her zaman yardım etmek görevimizdir!” der. Bunlara çalışabilirsem, ötesini düşünmeyeceğim. Armonikayı gönlümce ilerleteceğim. Tarım nöbetim başlarsa bir ay iyice  rahatlayacağım. Tarım nöbetim süresince babamın gelmesini isteyeceğim. Gelip arılarımızı  görürse, tezek sıvalı örme sepetlerden vaz gerçip sandık kullanmaya razı olacaktır, sanıyorum. Bir Pazartesi Pazarına inince uğramaktan kaçınmaz. , benim çağrıma uyar. Oldukça rahatlamış bir durumda uykuya yattım. Sevimsiz bir rüya görmezsem derinliğine uyuyabilirim…. .

 

1  Mayıs  1940  Çarşamba

 

Mustafa Saatçı, zili bekliyormuş besbelli, çalarçalmaz sordu:”Arakadaşlar, Bir mayısta da yalan söylenir mi? İdris Destan ilk yanıtı verdi:İmam, sen zaten hergün yalan söylüyorsun!” gülmeler arasında Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya arka çıktı. ”Yok, arkadaşım, o sadece  Bir Nisan günü içindir. Mustafa Saatçı, söylenenleri duymamış gibi konuştu. ”Ben zaten mayıs ayından bunu beklemiyordum, adı bile hoşuma gitmiyor. Kim koymuş ona bu adı? Mayıs ne demek? Almanca söyleyenler oldu. Mai. . Mustafa Saatçı:”Bak adamlar, sonunu kesmişler, söylemiyorlar!”deyip güldü. Mayıs böceği sözü söylendi. Bunun Türkçesi nedir? derken Hidayet Öğretmen geliyor muştusu, konuşanların sesini kesti. Dersaneye çıkınca gene, Mayıs Böceği, yaptığı işler gülme konusu yapıldı. Dışarda hava çok güzel. Halil Basutçu gülerek sordu:”Bu güzel havada bunu mu konuışuyorsunuz? ”Mustafa Saatçı kendini savundu:”Ben bir soru sordum, sonra sustum, işleri karıştıranlara söyleyin!”Ay adları  herkesin dikkatini çekiyormuş, bu kez öteki ayların adları sıralandı. Mayıs, haziran, temmuz, ağustos, eylül  aylarının adları eleşitirildi. Ben,  ekim, kasım, aralık ocak aylarının eski adlarını söyledim. Çoğunluk şaşırdı. Ancak bilenler beni doğrulayınca bu kez kullanılan adları daha güzel bulup öyle kalsın, dediler. Kanunsani teşrinevvel, Teşrinsani, kanunevvel adlarının tekrarları  arasında kahvaltıya gittik. Kahvaltıda, Yusuf Asıl, teşrinsani, kanunsani sözlerini  tekrarlarken sanileri sami olarak söyledi. teşrinsami kanunsami. Gülmeler başladı. Hilmi Altınsoy bir söz anımsamış, bir süre söylendi:”Vallahi böyle bir başka söz var ama anımsayamadım!”dedi. İçinde sani geçen söz? Hilmi  anımsayamadığı için  sıkılıp konuşurken ben anımsadım, seçimler zamanında konuşuluyordu. Köylerden birileri seçilip seçim için  Lüleburgaz’a gidiyordu. Bunlara müntehib deniyordu. Köydeki seçime girenlere Müntehibi evvel, ilçeye gidenlere ise müntehibisani deniyordu. . Önceleri babam sonraları da Ali Ağabeyim müntehibisani  olmuştu. Hilmi boynuma sarıldı, ”Yaşa Abi, beni kurtardın, kafamda var ama dilime gelmedi, ben bu kafayla mı okuyacağım? ”diye de sordu. Derslikte bir süre Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni bekledik. Çarşamba günleri tümden tarıma ayrılmış durumda. Daha doğrusu biz öyle biliyoruz. Aramızda konuşurken öğretmen geldi. Ders yapacak gibi, girdi “Günaydın!”dedikten sonra havanın güzelliğinden doğanın değiştiğinden, kışın sert olammakla birlikte çok yağışından söz etti. ”Yeni yasanın getirdiği değişikleri iyi öğrenin, öğrenirseniz önünüze gelen yeniliklere daha  iyi uyarsınız!”uyarısında bulundu. Sami Akıncı, hiç birimizin aklından geçmeyen ancak hepimizi ilgilendirebilecek bir soru sordu. ”Yeni yasaya göre, buradaki çalışmalarında çok başarılı olanları daha yüksek okullara gönderilecek!”gibi bir madde varmış, sizin dersinizden çok başarılı olacak bir öğrenci olunca onu nereye göndereceksiniz? ”Öğretmen biraz yüzünü gerginleştirerek:”Bak bak bak, neler düşünüyorsunuz? Bu çok güzel bir ilgi, ancak ben önce sizlerin, benim derslerimden kaçar gibi olduğunuzu düşünüyordum. Zorla çalışır bir durum gözlediğimden büyük bir başarı ummuyodum. Ummadığım bir durumda da o söylediğini hiç düşünmemüştim. Hatta şimdi senin söylediğin olanağın da size tanındığını bilmiyordum. Bu söylediğin varsa, ki söylediğine göre sana inanıyorum o nedenle de var sayıyorum. Bu yeni duruma göre geçmiş çalışmaları bir daha gözden geçirip bir değerlendirme yapacağım. Gidilecek yerler sayılacak ölçüde çok değil. Belli başlı bir kaynakla o kaynağın  kolları var. Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü, onun bölümleri. Oraya öğrenci almaların  yasal bir düzeni var, bunlar düzenlemnince hiçbir sorun kalmaz, sınava girersiniz kazanırsanız, yolunuz açılır;biz de size “Güle güle yolunuz açık olsun!”deriz!”deyip güldü. Nedense hepimizde bir sevinme duydusu uyandı. Öğretmen az durduktan sonra Sami Akıncı’ya dönerek, ”Ne o sen seçeneklerin arasına bizim derside mi aldın yoksa? ”diye sordu. Sami “Hayır öğretmenim, ben sizin dersinize yeterince çalışmadığımı biliyorum. Sizin dersleriniz güçlü beden isteyen dersler, ben o denli güçlü değilim, daha hastalık geçirdim, korunmaya çalışıyorum!” Öğretmen, ”Haklısın, önce sağlık, bak ne güzel düşünüyorsun. ünlü sözdür, ”Herkes yorganına göre uzanmalı!” yorganı hesap etmeyenlerin ayakları açıkta kalır!”

Öğretmen başka sorunuz var mı diye sordu. Soru soran olmayınca bu kez, bizim sınıfla yapılacak çalışmaları anlattı. Daha çok ön işleri, kazma, çukur açma işleri küçük sınıfların yapacağını, ekme, çapalama, bakım işlerinde bizim çalışacağımızı söyledi. Sürekli bir Tarım  nöbetçisi olacağını, ayrıca öteki sınıfların çalışmalarında bizden bir  yardımcı olacağını, bu arkadaşların hem öğrencileri uyaracağını hem de öğretmenlerin işlerine yardımcı olacağını açıkladı. ”Bugünlük bu kadar, haydi şimdi bizim köşke!”deyip güldü. Birlikte Tarım barakasına gittik. Masa üzerinde bulunan bir çizimi gösterdi. Bu çizimde yeni ekilecek yerler gösteriliyordu. ”Bugünkü işimiz, arıları yönlendirmek!”deyip yüzlerimize baktı. Gruplara ayırdı. ”Arı çitlerinin dışında kalan yerler 10 metre alan olarak  bellenecek!”dedi sonra da sordu, ”Neden belliyoruz? ”Arkadaşlar değişik nedenler söyledi. ”Uçmaları için engel kalmasın, toprak altındaki böcekler zarar vermesin, yabancı otlar çıkmasın!”Öğretmen gülerek. Salt bunlar değil işin içine estetiği de sokabilirsiniz:Bu kadar çalışan insan varken burasının bakımsız kalmış gibi öksüz durmasına gelenler nasıl bakar? bunu da düşünün. Çalışkan arılar bize tatlı bal verecek, ama bal taşırken kuşkonmaz dikenleri arasında dolaşacak, bu olur mu canım !”deyip güldü. Bu kez arkadaşlar, ”Daha geniş alan açalım!”diye öneride bulundular. Öğretmen gerekirse onu da yaparız ancak o daha sonra olsun!”. İşaretlenen yerlerin bir bölümünü kazdık. Ancak  hiç işlenmemiş bir alan olduğu için eski bitki kökleri kepir çamurunda koca koca topaklı  bir görünüm oluşturdu. Öğretmen gülerek, ”Toprak sizi sevdi, kene gelip kendisini okşamanızı istiyor. Şimdi öyle bırakalım, iki hafta sonra o topakları tırmıklarla dağıtırız, üstü dümdüz olur, o zamana dek de arılarımız bal hazırlar!”dedi. Bal sözü hepimizi gülümsetti. Fettah, ”Sahiden bizim arılar bal verecek mi? diye sordu. Salih Ziya Öğretmen, ”Niyeymiş o bizim arıları kısır mı sanıyorsun sen,  onlar burada bir oğul değil iki oğul verecek. Buranın havası tam  arı kovanına uygun. Salih Arı’nın arıları Lüleburgaz içinde bile çoğalıp duruyor;burası arılar için cennet!”dedi. Salih Ziya Öğretmen, arıların niçin bal yaptığını bir kez daha anlattı. ”Arılar, biz yiyelim diye bal yapmaz, onlar yavrularını büyütmek için petek yapıp balla doldurur. Biz açıkgöz insanlar o yavruların hakkını alıp yiyoruz. Aslında bu bir haksızlıktır. Neyse ki insan oğlu bu  cinayetleri azaltmak için  sandık sistemini geliştirdi de zararlar kısmen önlendi. !”dedikten sonra eskiden  uygulanan sepet sistemini anlattı. Ben bizde böyle deyince öğretmen:”Bakın işte o zayiatlar bir yerlerde hala sürüyor. Bir bakıma çoğaltılmaya çalışırken arı türü telef ediliyor, yarı yarıya da bal kayıbı oluyor!”dedi. Arkasından ekledi:”İşte sizler bu  kayıpları önleyeceksiniz. Önlemek için de buraya sık sık gelip arılarla dost olacaksınız. Daha kocaman iki yılınız var bu on sandığı yüze çıkarırsanız ilk başarınız bu olacak. Buradaki deneyimleriniz sizi ilerde daha büyük başarılara götürecek!”

Bal yemedik ama yemiş kadar olduk. Yemekte konuşmalarımız arıcılık üstüne oldu. Ben bir kez daha şaştım. Arkadaşlardan hiç kimse “Bizde de arı var!” demedi. Neyse ki herkes arıların yararlı olduklarında söz birliği ettiler. Yemekte neden bal verilmediği konuşuldu. Ancak nedenini tam olarak bulamadık.

Öğleden sonra büyük bir grup gene  Tarım  çalışmalarına gitti. Biz marangozluk atölyesinde ranza işlerimizi sürdürdük. Yüz öğrenci geleceği kesinleşmiş, en az elli ranza yapılacak. Naci Öğretmen bize, Ranzalar tamamlanmadan buradan ayrılmak yok, bunu  böyle bilin!”dedi. Salih Baydemir, bize sorsalar biz hergün buraya geliriz ama kimse sormuyor öğretmenim!”. Naci Öğretmen gülerek. ”Biliyorum, bundan sonra biz engel olacağız!”Paydosa dek sessizce çalıştık. . Arkadaşlar gelince yeni haberler ortaya atıldı. Bir süre sonra fidanlar sulanacakmış. Her fidana en az bir teneke su. Fidanlar sayıldı, öğrenciler sayıldı, bir yığın olasılıklar öne sürüldü. Kimi arkadaşlar iş içinde değil konu konuşulurken bile kaçamaklık yapıyor. Durup duruken takıldım:”Salih Ziya Öğretmen sizi Yüksek Ziraat Enstitüsüne seçerken zorlanacak, o denli başarılı konuşuyorsuz ki, adamcağız birinciyi seçmekte zorlanacak. Sonunda hepinizi gönderecek!”dedim. Bana dik dik bakan oldu. ”Sen gidersin sen gidersin!”türü karşılık verildi. Susup kitabımı okumayı sürdürdüm. Tanrı Misafiri’nden  Bir Modern Genç Kız’ı okudum. Bu öykü de  bizim arkadaşların kimilerini anımsatıyor:Hep kendileri için, salt onlar var başkaları yok!”Balı onlar yesin, gölgede onlar otursun, ders onlar çalışmasın, başarılı onlar olsun. Genç kız trende yolculuk eder. Süslenmek için tren tuvaletine girer, saatlerce tuvalette süslenir. Yolcuların tuvalet gereksinimi olur, beklerler, sıkışırlar, kız oralı olmaz. Saatler sonra çıkar. Rahat süslenememiştir. Uzun süredir tuvalet bekleyenlerin önünden geçer. Kendisini neden rahatsız ettiklerini de bir türlü anlayamaz. ”İnsan, şunun şurasında rahatça kendine çekidüzen veremiyor, burada bile rahat bırakmıyorlar!”der.

Yatarken nedense bu aklıma takıldı. Bu kız bu kadarcığı neden düşünmüyor. Orası tuvalet, insanlar orasını kullansın diye yapmışlar. Öteki yolcular gelip, tak tak kapıya vuruyorlar, çıkmayı düşünmüyor. Üstyelik çıkında da söylenme hakkını kendinde buluyor. Bu olmuş mudur? Yoksa yazar bunu şaka olsun diye mi yazmıştır? Dermek böyle de öyküler yazılıyor!”Sınıfta kalacağını bile bile çalışmayan öğrenciler olduğuna göre böylesi neden olmasın?

 

2  Mayıs  1940  Perşembe

 

Nöbet  işleri  yeniden düzenlenmiş. Dün ayırdında olmadım, 4 Mehmet nöbetçiymiş. Bugün 6 Ali. Takılanlara yanıt veriyor:”Siz daha kalk zili çalınca ne yapıldığını öğrenemediniz mi? İsmet, Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel yalvarır gibi, soruyorlar:”Cık, cık!biz  öğrenemedik, bir de sen  anlatır mısın? Ali Aga’nın  şakacı tarafında gelmiş, ”Yazık, size  ben de öğretemem, çok geç kalmışsınız!”Bir başka grup, Hilmi Altınsoy, İdris Destan, , Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, ”Bak bak bak, ”Sen neymişsin be Ali Aga!Ne güzel ders verdin, aldılar boylarının ölçüsünü!”Ali Aga bu kez duraksadı, ”Ben onların boylarını ölçmedim!”Bu söz öteki sözü gölgeleyince gene sataşmalar Ali Aga’ya döndü. ”Senin nöbetçi görevin var onu yapacaksın. Biz seni nasıl kaldırıyorsak sen de bizi kaldıracaksın!” Ali Aga, ”Ne gününüz varsa görün!”deyip gitti. Herkes kalkmıştı, sırayla dersliğe çıktık. Gene bir soru:Dersler kesildi mi yoksa gelen öğretmenler olacak mı? Sami Akıncı yanıtladı:”Dersler kesildi ama, öğretmenlerin gelmesi kesilmedi. Öğretmenlerin not verme durumları tamamlanıncaya dek gelenler olacak. Daha önce öğretmenlere derslerin Mayıs ayı sonunda kesileceği bildirilmişti. Buna göre notlarını geciktiren öğretmenlere bir  olanak vermek için  dersler  uzatılıyor. Bu nedenle sabahları dersliklerde öğretmen bekliyeceğiz. Son öğretmen gelene dek bu böyle olacak!Sami sözünü bitirince  hep bir ağızdan:”Ondan sonra, sabah akşam, atölyelere!”Kahvaltıda çorba vardı. ”Bu güzel günde çorba olur mu? diyen oldu. Mehmet Yücel yanıtladı, ”Eee, size de yaranılmaz kardeşim, dün akşama dek bal sözü ettiniz, yağma yok arada çorba olursa  hemen  söylenmeyin!”Mehmet Yücel bunu söyledi ama, İskelet’liği, Ç iroz’luğu bir süre yüzüne vuruldu. Dersliğe geçince Fikret Madaralı Öğretmen geldi. “Günaydın!dedikten sonra “Size, sizin haklarınız konusunda sağlıklı bilgiler topladıkça aydınlatacağım üstüne söz vermiştim. Bu sözümü yerine getireceğim. işte bu nedenle bugün de bir yazı getirdim. Yazı, Ulus gazetesinde çıktığına göre güvenilir kaynaktandır. Çünkü Ulus gazetesi hükümetin yarı resmi gazetesidir. Aldığı haberler hükümet tarafından verilmektedir. Başlık. Bu yıl, Köy ensitülerindeki eski öğrencilere ek olarak daha 6000 öğrenci alınacaktır. Bunların  2000’i derhal 4000’i de Ekim ayı sonuna dek alınmış olacakltır. Köy Enstitülerinin sayısı bu yıl 12, gelecek yıl sonunda da 14’e çıkacaktır. Köy Enstitüleri hükümet desteğiyle çoğaltılacak 15 yıl içinde 20000 öğrenciye çıkarılacaktır. Yeni alınacak 2000 öğrenci için gazete haberleriyle özellikle de radyo yayınlarıyla duyuru yapıldığından şimdiden binlerce köylü çocuğu başvurmuş, Köy Enstitülerinde okumak için sıraya girmiştir. Köy Enstitülerini bitirip köye giden öğretmenlere, köye uygun her türlü donanım verilecek, devlet  her durumda yardımında olacaktır. Fikret Madaralı Öğretmen, yazının tümünü okudu. Ancak benim  gözümden kaçmayan bir tümce kafamı karıştırdı. Köye  giden öğretmenler, köye öyle alışacak ki, kentleri özlemek şöyle dursun, belki de hiç anımsamayacaklardır. Bir bu bir de ayda 20 lira  aylık. Bunlara takıldım ama öğretmene sormadım. Arkadaşlar kendilerine göre sorular sordular. Ben. ”Bu yazı sınava girip okuma olanağına değinmemiş!”dedim. Öğretmen”O size verilmiş hak, ona burada değinmemiş olabilir. o var onunu geri almazlar, aslında o bir genel ilkedir, yurttaşlar için genel bir haktır!”dedi. Sonra da gülerek, bana, ”Hadi gene bir kuyruk yakaladın!”dedi Sami Akıncı’ya baktı. Arkadaşlar hep güldüler. Arkadaşların gülüşüğnden ne anlam çıkardıysa öğretmen, ”Eeee, haklı, çalışanların hakkı biraz fazla olur, bu yaşamın değişmez kuralıdır!”. Zil çalınca öğretmen gitti. Bir süre başka öğretmen bekledik. Gelen olmadıBu kez de  derslikte kıpırdama, gezme, gürültü etmeme  tembihleri yapıldı. Ben matematik kitabını çıkarıp dersleri tekrarladım, şekiller çizip, üstlerinde yaptığımız işlemleri gözden geçirdim. Yemek zili çaldığında, büyük bir başarı kazanmışız gibi gülüşerek yemeğe gittik. Yemekte gene bir burukluk:”Her akşam mercimek mi yiyeceğiz. !”Şakalar gene başladı, ”Haksızlık etmeyelim, dün gece mercimek miydi? ”Yanıt kesin;dün değilse evvelki gece. ”İşte bak, ara arada bir gece olunca ona her gece denmez!Tartışmalar mercimekten başlayıp Köy Enstitüleri yasasına  geçti. ”Artık bir yasamız var, yasal haklarımız oldu. Belki yasada  bolca mercimek yemek de vardır. Ne sandın, ayda  yirmi lira maaş alacaksın, onunla baklava mı yiyecektin? Benim ayağımdaki(Hergün giymiyordum)ayakkabılar 12 liraydı. Arkadaşlar onu sordular, söyleyince güldüler:”Bak işte her ay bir ayakkabı bile alacaksın. Üstelik  bir gömlekle iki de çorap parası kalacak. . Salih Baydemir, vallahlı konuşmaya başladı:”Vallahi ben o hayvanları mayvanları alıp bakamam, çiftçilik de yapmam, bir atöyle açıp orada çalışırım!”Harun Özçelik de aynı şeyleri düşündüğünü söyledi. Hilmi Altınsoy bir “offff!”çektikten sonra, herkes bir çare buluyor, ben ne yapacağım? ” diye sordu. Topluca bir yanıt aldı:”Sen de of, çekersin. Masamız yanından geçerken Kadir  Pekgöz takıldı:”Siz neden gülüp duruyorsunuz? ”Kadir Pekgöz’e konuşma konumuzu anlattılar. Kadir hiç umursamadan:”Ben bunları hiç düşünmüyorum!”deyince  onun da yanıtı bulundu:”Sen, umursamazsın tabii, babanın mesleği var, onu sürdürürsün!Kadir’in babası  Hafız-İmam. ”Kadir’in en sinirlendiği de buydu, ”Hadi oradan!     “diyerek uzaklaştı. Dersliğe dönünce bir süre aynı konu tartışıldı, kimler çiftçilik yapacak, kimler yapmayacak. Benden başka yapacak çıkmadı. Çoğunluk verilen hayvanları alacak, babasına yaptıracak!Bu kez de kendi köyüne verilmezse ne olacak? Kendi köyüne verilmeme sözü iyice   yılgınlık yarattı. ”Niçin verilmesin? Sami Akıncı başını kaldırdı, bir süre gülümseyerek baktıktan sonra:”Yahu kardeşim, siz neden böyle hep kendinize göre düşünüyorsunuz? Bunun  en kolayı, nereye verilirsem verileyim, kendi işimi kendim göreceğim!”demiyorsunuz? Bunu için de oturup doğru dürüst çalışın, kendinizi yetiştirin. O zaman kendinize güveniniz artar, geleceğinizden  umutsuzlanmasınız!”Sen  köye gidip çiftçilik yapacak mısın? ”diye soran oldu. Sami bu soruya soruyla yanıt verdi:”Niçin yapmayayım? benim ailem çiftçi, biz dört kardeşiz, ailemizin toprağı dördümüze yetmeyeceği için içimizden birileri okumak zorunda. En büyüğü benim, önce bunu ben deneyeceğim;olduğu kadar olacak, kaldığı yerden kardeşlerim devam edecek. Bayramlı köyündeki ailemin çiftçiliği  sürecek!”Sami güzel söyledi ama arkadaşlar aralarında onun tarım derslerinden sıvıştığını fısıldaştılar. Sami bunları duydu:”Ben tarım derslerinde sizin kadar çalışmadımsa bu işi sevmiyorum anlamı çıkmaz. Ben el attığım işi yapacağım güveni içinde ona da sarılınca yapacağım, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Siz kendinize bakın, bir çok çalışmalara katılıyorsunuz ama oradaki başarınız ne durumdadır, bir de onları düşünün!”  Konuşanlar sustu. İsmet Yanar, Mehmet Yücel, Mustafa Saatçı Sami Akıncı’ya “Bravo, güzel konuştun, doğru söyledin!”dediler. Gerçekten Sami Akıncı, benim  ilk günden beri takıldığım bir duruma değinmişti. Arkadaşların birileri sürekli konuşuyor ama, çalışmaya gelince ne yapıyorlar? yaptıkları işlerin başkalarıbnın yaptıkları yanında  değeri nedir? ”gibi bir karşılaşma yapmıyorlar. Ortak yapılan işlerle övünüp en büyük payı kendilerine çıkarıyorlar. Okul binası yapılırken duvarlarına bir taş koymamışlar duvarlara bakıp bunu biz yaptık diyebiliyor. Çatıya bir çivi çakmak şöyle dursun yapılırken bir kez olsun çıkmamışlar, küçük sınıflarla konuşurken baş ustaymış gibi kendilerini anlatıyorlar. Bunları düşündüm. Derslikte iyice sesizlik olduğu bir sırada, izin isteyip Bir Modern Genç kız  öyküsünü anlattım. Önce   anlattığımız bir öykü olmadığını, bunu benim uydurduğumu söyleyen oldu. Hasan Üner tanıklık etti. Arkasından ben, kitabı gösterdim. Reşat Nüri Güntekin’i yazar olarak herkes tanımıştı. Büyük bir suskunluk oldu. Sami Akıncı, öykü için bana teşekkür etti. ”Öykünün anafikrini her arkadaş iyi anlarsa kendisi  için  yararlı olacaktır!”dedi. Her geceden biraz farklı duygularla yataklarımıza indik. Yatarken Kadir Pekgöz, yavaşça bana sordu:”Hemşerim, sen o öyküyü neden anlattın? Amacın Sami’nin bencilliği belirtmek miydi? ””Sen nasıl anladınsa öyle!”deyip sustum. Sahi ben o öyküyü neden anlattım? Hiç bir kimseyi düşünmedim ama dünyada çok bencil insanlar var. Bunlar gözünün içine baka baka öteki insanların haklarını yemeyi sürdürüyorlar. İçimden Kadir’e de teşekkür ettim. Ben öyküyü anlatmadan önce Sami için de bir uyarı olacağını düşünmemiştim. Hatta Sami’nin teşekkürünü değişik yorumlamıştım. Sami kendine bir  uyarı payı çıkarmış olacak;bunun için teşekkür etmiş olabilir.

 

3   Mayıs   1940      Cuma

 

Sefer Tunca  dürtükledi;”Uyan artık uyan, tembel olur çok uyuyan!. Sefer, arkadaşı Fettah’a hep yardım ediyor. İkisi hemşeri olarak çok iyi anlaşıyorlar. Dikkatimi çekiyor:”Öteki arkadaşlarla çok değişik, bir çokları bir birine zıt ilişki kuran bu iki arkadaş, nasıl oluyor da kendi aralarında bu denli uyuşuyorlar? ”Sefer kimseyle kavga etmez, kimseye sataşmaz, yanlış bir anlam olduğunda özür diler, gönül alır, herkese karşılıksız yardım eder. Oysa Fettah, sözün tam anlamıyla bencildir. Herkese takılır, kendisine yapılan takılmalarda kesinlikle işi kavgaya dönüştürür. Böyleyken son anda birden bire pısırır, kendini  sürekli zor durumlarda bıraklır. Sefer’in de dersleri çok iyi değildir ama kurtarmak için sessiz sakin çalışır, sorar, çalışmaları izler, ucu cuna da olsa derslerini kurtarır. Fettah bunları yapmaz, sürekli konuşur, azar yer, ağlamaklı olarak tahta başlarında bekler. Dersten sonra ise sanki bir kahramanlık yapmış gibi, konuşmaya başlar. Bilmediğini, öğrenemediğini de  bir övünme  tavrı içinde anlatır. Çalışanları yermesi ise başlı başına  ona özgü   olumsuz  bir tavırdır Geşmiş nöbetlerinde Fettah sürekli sorun yarattığından Sefer yardım etmek gereğini duyuyo;, çatışmaları elinden geldiğince önlemeye çalışıyor. . Çünkü Fettah ne yapıp yapıp birine takılır, alacağı yanıt ağır olunca bu kez katlanamaz iş kavgaya dönüşür. Fettah herkese kulp takıyo ama r bunun yanıtını da alır. Ne var ki yanıtlar  onun açısından gerçekten incitici oluyor. Geçmişte yaptığı ölçüsüz davranışlar Fettah’a  unutturamayacağı söylemler, yakıştırmalar yamamıştır. Şimdilerde bunlar söylenince , Fettah  çileden çıkıyor. Bilir ki işi uzatırsa bu yakıştırmalar tüm okula dağılacak, gittikçe kalabalıklaşan okul öğrencileri arasında boynu iyice bükülecektir. Sefer Tunca da bunları düşünüp arkadaşını korumaya çalışıyo. Ancak koruması  karşılıklı anlayışlar içinde, dostça olmaktadır. Daha çok Fettah’ı dizginlemektedir. Zaten Fettah bir çıngara neden olmazsa hiç kimse kalkıp doğrudan ona sataşmıyor. Örneğin ben, oldum olası Fettah’a doğrudan hiçbir sataşma yapmadım. Buna karşın ilk günden bu yana en çok ağız dalaşı yaptığım Fettah’tır. Asramızda geçmiş her olayda  söze Fettah başlamıştır. N zaman bir olay anlatsam ya da sorulan bir soruyu yanıtlasam, Fettah:”Gene mi  sen? ”der. ”Gene o, ”Gene mi? gibi anlamsız sözleri söyleri diline takmış, bol bol söyler. . Başka arkadaşlara da aynı sözleri tekrarllıyor ama onlar benim kadar alınmıyorlar. Öyle ki, bir derste parmak kaldırsam, Fettah’ın Gene’sini duyarım. Kasıtlı yaptığ bellidir. Bu belli tavra ben de acımasızca karşılık veririm. En küçük bir  çıkışında nesi var nesi yok ortaya çıkarır, ağlatıncaya dek sözümü kesmem. İşte bu nedenle Sefer arkadaş özellikle beni kolluyor. Buna seviniyorum;çünkü benim Fettah’a bir kinim yok. O sustuğu sürece, zaten benim  ilgi alanımın dışında kalıyor. Bu ndenle Sefer Tunca’nın yaptığını bir bakıma  kendim için yapılmış olarak algılıyorum. Derslikteki konu: “Üsteğmen bugün  gelir mi, gelmez mi? ”Bana göre gelmez, niçin gelsin? Gelmesini isteyenler belli kişiler:Üsteğmen gelirse, “Ders  var” sayılacak. Böylece iş kaçakları atölyeden kurtulunacak. Benim atölye işim bir sanat işi. Ben o işi severek yaptığımdan, boş yere dersikte oturmak yerine, gidip çalışmak istiyorum. Bunu deyince başta yeğenim İsmet, Hilmi, Ahmet Güner, Abdullah Erçetin bozuldular. İsmet, dayanamadı, daha ileri giderek Binbaşıyı beklediğini söyledi. Bu kez ben  de”Dilerim Binbaşı gelir. Binbaşı gelirse, izin alıp sizi birkaç kez sıralara oturtup kaldıracağım. Binbaşım siz gelmeyeli bunlar iyice cıvıttılar, üsteğmene doğru dürüst ayağa bile kalkmıyorlar!”deyip, sizi oynatacağım!”deyince  bu sözüm Mehmet Yücel’in hoşuna gitti, ”Yaşa dayı, bu dediğini yap, oturup kalkma yetmez, kırpırtama de, İsmet’i sıranın  altına sok!”Benim dediklerim gürültüye gitti. Mehmet Yücel’in söylediğine tüm arkadaşlar katılasıya güldüler. Ben, yeğenim İsmt’i Binbaşının önünde sıra altına sokuyorum. Ençok gülenlerden biri Abdullah Erçetin. İsmet ndense salt ona bozuldu, ”Dayı o dediğini asıl buna yap;bakalım sıra altına nasıl girecek? Gülmeler değişti. Bu kez de Abdullah küplere bindi. Abdullah, boyuna göre kilolu; şişmanlar arasında  sayılıyor. Zaten bu nedenle ona bir de ad taktılar. İsmet onu anımsattığı için tartışma başladı. Neyse araya girenler oldu kahvaltıya gittik. Kahvaltıda Hidayet Gülen Öğretmenle Nahide öğretmenden başka kimse yok. Belli ki atölyelere gideceğiz. Bizim masada Hilmi’den başka öğretmen bekleyen zaten kimse yoktu. Çay, peynir olunca söylemler daha ılımlı oluyor. Bu kez de bardak sözleri ediliyor. Ekmeklerin rengi değişti. alıştık mı yoksa giderek  ayırdında mı olmamaya başladık!? Kızların giysileri dikkatleri çekti, onlara yaz erken gelmiş. Ne var ki başları örtük. (!)Salih Baydemir uyardı, evde analarınız başları örtük değil mi? Hilmi Altınsoy çıkıştı, ”Anamın başı örtükse kelliğinden değildir herhalde? ”Kellik üstüne bilmem kaçıncı kez açıklama yaptım:”Kel olan başta bir daha saç çıkmaz. Kızların başları kel değildir, kel olsa  başka önlemler alınırdı, yoksa çocukların başları iyice saçsız kalır!”deyince gene gülmeler başladı. Yusuf Asıl başı kabak bir kız nasıl olur? Başı kabak erkek nasıl olursa kızın da öyle olur. Başını usturayla kazıt, tam kabak olursun. Kabak sözü Yusuf’un  hoşuna gitmedi, ”Sen şimdi kabaksın!”dedi. Ben aldırmadım, güreşlerde ustura ile kazınmış kafalı pehlivanları anlattım. Kızların saçlarının kazınmadığını, sarmaları arasından saçları göründüğünü söyleyenler oldu. Kızlaın saçları üstüne  kahvaltı boyu  konuşulmasına karşın yanlarından geçerken arkadaşların çevirip başkarını bakmamaları ilgimi çekti;utanıyorlar mı? yoksa  içten bir ilgi duymuyorlar mı? ”

Gelen öğretmen olmadığına göre atölyedeyiz, deyip gittik. Hamdi Öğretmen bizden önce gelmiş, ”Herkes işine, öğretmenler az gecikecek, kamyonun bir arızası çıkmış!”dedi. Arkadaşlar kaygılandılar:”Öğretmenler gelirse çağırılır mıyız? ”Hamdi öğretmen, ”İşinize bakın, sizi bugün kimse çağırmayacak!”dedi. Geç vakitler Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler geldi. Naci Öğretmen gelince “A, işte böyle, işini bilenler kendiliğinden çalışır, kolay gelsin!”deyip bizi alkışladı. ”Yarın akşam, öğrenciler değil paşalar gelse bu ranzalarda yatabilir!”dedi. Öğretmen, şaka olarak “Yahu çocuklar bana da bir iş verin çalışayım biraz!”Hamdi Öğretmen duymuş, ”Aman efendim tüm işlerimiz emrinizdedir, nereden buyurmak istiyorsanız, buyurunuz!”dedi. Naci İnan  Öğretmen Hasan Üner’in elinden planyayı alıp sürmeye başladı. Zil çalıncaya dek aralıkız beş uzun parçayı planyadan geçirdi. Hasan biraz mahcup, ”Ben üçtane yapmıştım!”deyince, Naci Öğretmen “Eee, okadar olacak, üçe karşı beş fazla değil, neredeyse  eşit!”deyip Hasan’ın  başına dokundu. Recep Kocaman’la Orhan parçaların tamamlandığını duyurdu, sıra çatmaya kaldı. Hamdi Öğretmen, ”Öğleden sonra başlayalım mı? ”diye sordu. Yanıt beklemeden “Hadi öyleyse yarım saat önce bırakalım. Akşam da bir saat geç bırakırız!”diyerek Yusuf Asıl’a baktı. Yusuf ses çıkarmayınca, ”Bu çocuk büyüyor, görüyor musun? büyüdükçe de susacak. Eyvah o zaman da ağsından bir söz almak için yalvaracağız!”Yusuf  bir süre baktı, güldü. ”Yarım saatimizi alıyorsunuz!”deyince, Hamdi Öğretmen, ”Vah vah vah! Sen onu mu düşünüyordun? ”Sözümü geri ardım, akşam tam zamamnında pavdos edeceğiz, hadi konuş şimdi!”Yusuf ciddi ciddii”Sağolun!”dedi. Hamdi Öğretmen bu kez:”Heyyyy, şaka söyledim, sen bu kadar bencil olamazsın, yarım saat neymiş, cumartyesi günü tüm gün çalışacağız. Sanırım bu pazar da gene çalışmalar gün boyu sürecek!”Öğretmenler ayrıldı, Biz de bir süre  oratalığı toplayıp atölyeyi kapattık. Daha önce söylenmişti ama  bu denli üstünde durmamıştık;dersliğimiz bir süre kaldırılacakmış. Yatakhane tamamlana dek bize derslik yokmuş. Dersliklerde yeni gelen öğrenciler ders yapacakmış. Ayrıca, bu yıl 6. sınıf olan Hidayet Öğretmenin öğrencileri de yaz boyu ders okuyup yeni gelenler gibi bir yılda iki sınıf atlayacaklarmış. Yeni bir  tartışma konusu, Edirne’de biz 6. sınıfken 4. sınıfta olan küçükler, gelecek yıl bize bir yıl yaklaşacaklar. Olur mu, olmaz mı? Yaparlarsa niçin olmasın? Sami Akıncı bir başka olay anlattı. Edirne’deki 5. sınıflar şimdi 7. sınıfa geçti. Onlar 8. sınıfa geçerken, kendilerinden bir sınıf aşağıda olan 4. sınıflar da 8. sınıf olacaklar. Anlamadım, Alpullu’da tanığım iki öğrenci vardı, biri 5. sınıftaki Cavit Kafkas, öteki 4. sınıf öğrencisi Doğan Güney. Bunlardan Cavit şimdi 7. sıf, Doğan 6. sınıf. Bunlar gelecek yıl ikisi birlikte 8. sınıf  mı olacaklar? Burada Cavit Kafkasın sınıfındakilere haksızlık yapılmıyor mu? ”Sami Akıncı, yukarıdan gelen emirler böyleymiş. Üstelik bunları yeni atanan  ilkokul öğretmenleri yetiştireceklermiş. Yepyeni bir tartışma konusu. Ben beş seneye indirildiğine üzülürken küçük Doğan dört yılda öğretmen olup çıkacak. Sami Akıncı  ekledi:Salt Doğan Güney ya da sınıfı değil, bu yıl gelecek 100 kişi de aynı  durumda, 4 yıl sonra öğretmen olacaklar. ”Öyleyse Köy Enstitülerinde  4 yıl okuyanlar öğretmen oluyor densin!”Arkadaşlar  dönünce bir süre bu konuşuldu. Sonunda: “Bu, bizim sorunumuz değil, biz 5 yıl okuyacağız. Başkaları ne yaparsa yapsın!”kararında birleştik. Akşam yemeğinde gözlerim eski küçük öğrencileri aradı. Onlar şimdi büyüdüler, beni onlardan büyük gösteren 6.  sınıfı gelip geçtiler bile. Cavit Kafkas  7. sınıf. Ben  o sınıftayken  büyük binanın çatısını yapmıştım. Cavit neden yapmasın? Sanırım onlar daha iyi yetişeceklerÖyle ummakla birlikte, sanırım onların  atölye çalışmaları bizim gibi düzenli olmayacak. Bir yıldır, benim onların sınıfındayken yaptığım çalışmalara benzer bir çalışma yapmadılar. Arkadaşlar başka  konularda tartışırken ben bunları düşündüm. Bizden sonraki sınıflar  zaman zaman   karlı görünseler bile çoğunlukla bizim kadar  kültür derslerinde de atölye çalışmalarında da  gisiplinli çalışamayacaklar. Marangozluk bölümü öğretmenleri şimdiye dek. Başarılı iş gören bir 7. sınıf öğrencisinden söz etmedi. Naci İnan Öğretmen geçen gün, 7. sınıfları  göstererek “Onların adlarını bir türlü benimseyip öğrenemedim!” bile demişti.

Derslikte önemli konu, ”Dersliğimiz elimizden alınınca ne yapacağız? Mustafa Saatçı gidip kızların odasına oturacakmış. Herkes gülüyor. O ise “Ne varmış bunda, sessiz, sakin otururum!”İsmet, ”Buna çok sevinirim. Ben kızların yanına nasıl gideceğimi diye düşünüp duruyordum. Şimdi çok rahat, İmam burada mı deyip, girerim!”deyince  bir gülmedir başladı. Başkaları da gidecek, ”Hqfız Mustafa burada mı? diye soracakmış. Mustafa Saatçı dert yandı, ”Sizinki arkadaşlık değil, hatta insanlık değil, insanı hiç rahat bırakmıyorsunuz!”Son okuduğum öykü tam bizim arkadaşlara göre, başımı kaldırıp güldüm. Halil Basutçu, ”Susun arkadaşlar burada birisi  size bir şeyler söyleyecek galiba!Yutkundum, bir an söylememeyi düşündüm. Bir kaç kişi söylememi isteyince anlattım. Bir okulla yeni bir Türkçe dersi öğretmeni gelmiş. Gençmiş, öğrencilerin  iyi yetişmesi için canla başla çalışıyormuş. Aynı zamanda öğrencilerinin çok iyi birer yazar olmasını da istiyormuş. ”Birden arkadaşlar, tam bize göre bir öğretmenmiş. Bir gün öğrencilerine bir yazma ödevi vermiş. En mutlu olduğunuz bir gününüzü yazın!”Çocuklar, soruyu tam anlayamamışlar;içlerinden biri, ”Öğetmenim, ben düşündüm, en  mutlu olduğum günü seçtim ama doğru seçtiğimden emin değilim!”deyince öğretmen konuyu açıklaması istemiş. Öğretmen, anlatmasını isteyince çocuk:”Benim en mutlu günüm, babamı hapse tıktıkları gündür!”deyince Öğretmen, ”Aman oğlum o nasıl söz? ”Öğrenci devam etmiş:Benim babam çok zalimdir, annemi hergün döver, beni 4 yaşındaki kardeşimi sürekli aç bırakır. Kardeşim hastalıktan kurtulamaz. Ben yaşam herhalde böyle bir şey derken bir gün bir haber geldi. Babamı hapse atmışlar. Önce bir şey anlamadım; ancak evde bir sessizlik oldu, annem gene tüm işileri yaptı, karnımız doydu, kardeşim iki üç gün içinde değişti. Hep ağlarken gülmeye başladı. Bu değişikliği düşünürken babam çıktı geldi. Cezası on günmüş, tamamlamış çıkmış. Gelir gelmez annemi gözümüzün önünde dövdü. Korkan kardeşim baygınlık geçirdi, ben bahçeye kaçtım. Ondan sonraki günler bitmeyecekmiş gibi hep aynı  kavgalarla geçti. Babam sürekli içkili, sürekli saldırgan. İşte bu sıralar babam bir  başka suç işlemiş, bu defaki cezası yıllarca sürecek türündenmiş. O gidince anneme sordum:Bu doğru mu anne. Annem üzülerek doğru dedi ama ben aldırmadım, ”Oh!deyip kendimi yatağa attım, rahat bir uyku uyudum. İşte benim en mutlu günüm. Öğretmen birkaç kez yutkunduktan sonra:”Böyle  istisnalar olabilir, ben başka mutluluklar bekliyordum!”deyince bir başka öğrenci, ”Ben de  anlatayım benimki daha başka bir mutluluk!demiş. Öğretmen anlat oğlum ama gerçekten bir mutluluk olsun!”Öğrenci:”Ben küçük yaşta fıtık oldum, Ameliyat ettiler. Ailem çok fakirdi, bana yardım edemedi. Çok canım yanmıştı, öleceğimi sanıyordum. Ameliyattan sonra beni beyaz gömlekli ablalar temiz yataklara yatırdılar, yarama baktılar, bana çukulata-şeker verdiler. Çok acı çekmeme karşın orada  mutlu idim. Öğretmen yüzünü ekşiterek konuşmalaraı kestirmeye çalışırken, gürce sesli bir başka öğrenci:”Olmaz efendim, bunlar mutluluk olamaz asıl mutluluk benimki der konuşmaya başlar:Bir subay çocuğudur, Babası Anadolu’nun uzak yerlerinde görev yapar. Aydan aya gönderdiği paralarla eşi evini çocyklarını ayakta tutmaya çalışır. Ancak bir  zaman sonra  aylık paralar gelmez olur. Borç harç bir süre direnirler. Sonunda birgün, anne çaresiz kalır:”Ben bittim çocuklar!”deyip yataklara serilir. Çocuklar tam üçgün   bir lokma bile yemeden serilip kalırlar. Üç gün sonra birileri sıcak bir çorba getirir. Çocuklar çorbayı içerken babasının eşyaları getirilir, tabancası, kılıcı, şapkası. bunları görünce ötekiler ağlayarak gelen eşyalara bakarlar. Çorba kasesi orada durmaktadır, anlatan çocuk  sevinçle kalan çormayı kaşıklar. O an onun en  mutlu anıdır. Öğretmen şaşırmıştır. Çocuklara öyle bakarken bir başkası oturduğu yerden kısaca mutlu anını söyler:Büyükannesi öldüğü gün onun çekmelerini karıştırmış, Bir çok karışılşık içinde kavurma bulmuştur. Kimse görmeden kavurmaları yemiş. . Bunu duyan öğretmen ellerini kaldırıp öğrencileri susturur, kimseye söz vermez. Birden arkasını döner derslikten çıkar. Öğrenciler, öğretm4enin  arkasından sorarlar:”Ödevler kaç sayfa olsun öğretmenim? ”Öğretmen bunu duyar, yanıt vermez ama kendi kendine konuşur:”Kaç sayfa olursa olsun!”Öğretmen elinde bir  kağıtla  Müdür Odasına girer. Öğretmenliği bırakacaktır. Müdür, Öğretmenin ayrılışı için gerekçe sorunca, öğretmen:”Öğretmenlik yapacak kadar yumuşak kalpli  değilim, bir süre polislik yapmam gerekiyor!”der.

Arkadaşlar bu öykümü can kulağıyla dinledilerÇoğunluk çocukların afacanlığına yordu ama, gene de insanların türlü yaşamları olduğun, çocukların en fazla zarar gördüğü, büyüdükleri zaman da bunların acı anılarını unutamadıkları konuşuldu. Bunları nasıl bulduğum soruldu. Aynı kitabı, Tanrı Misafiri’ni gösterince  bu kez okayacaklar sıraya girdi. Kitaba adını veren öyküyü anlatmama razı olurlasa kitabı vereceğimi söyleyince, arkadaşlar, anlatırsam dinleyeceklerine söz verdiler. Bu kez de Tanrı Misafiri üstüne varsayımlar başladı. Yatarken yeni bir düşünce ürettim. Bizim arkadaşlarla da  belli düşüncelerde anlaşmak olası. Bunu değişik alanlarda deneyip yararlanmak elimizde. Bu konuda ne yapılabilir? Şimdiye dek hemen hemen böyle bir deneme yapmadık. Hepimiz hazır yöntemler bekliyoruz. Oysa hazır yöntemler, çoğunlukla kurulmuş düzenlere göre kotarılmış. Rukiye  Öğretmen  İstanbul Liselerinde yaptıklarını iyi buluyor ama Kepirtepe’de  bildiklerini yapamayınca şaşırıyor. Yaşar Binbaşı askerin düzenine alışmış, öğrencilerin düzensizliğne  sinirleniyor. Öğretmen olunca bizler ne yapacağız acaba. Burada da kendine göre bir düzen kurulmuş durumda:Ziller çalıyor, dersler ya da atölyeler açılıp kapanıyor. Bizim köy okulundaki Eğitmen Mustafa Aağabey bunları kendi yapıyor. Ben bunları nasıl yapacağım? Uykucu Hilmi Altınsoy ya da tembel Abdullah Erçetin, uyumsuz Fettah Biricik böyle bir düzeni nasıl kuracak? ”

 

4    Mayıs  1940       Cumartesi

 

Recep Kocaman nöbetçi. ”Sen gelmezsen ranzalar bugün bitmez!”diyorum. Recep gülüyor”Sen varsın ya benim olmama gerek yok!Recep, gene de bir ara geleceğini söyledi. Ranzaların tüm parçaları tamamlandı, tutkallanıp çatılacak. Orhan söze karıştı:Zaten bugün bitirmeyelim;bitirirsek yarın gene yapıcılara yardıma gideriz. İyisi mi, kendi işimizi ağrdan alıp temiz yapalım. Ranzalar belki yıllarca kullanılacak. Kadir hemen anılara geçti:”Neydi o Edirne/Karaağaç’ta karyolalar!Sahiden saraylardan mı gelmiş onlar? ”Bir birimize soruyoruz:”Onlar şimdi neredeler? ”Ben, Sinanlı’da olduğunu söylüyorum. Sinanlı’ya iki kez gittiğim için arkadaşlar gerçekten bilerek söylediğimi sanıp susuyorlar. Oysa ben Sinanlı’ya gittiğimde karyola falan görmedim. Piyanoları, kemanları görünce gözüme başka hiçbir şey  takılmamıştı. Onları almayınca da birinci gidişimde neredeyse küsmüştüm. İkinci gidişimde  mandolinlerle kemanları aldık;bu kez de sevincimden uçmuştum. Bu nedenle Sinanlı deposu üstüne söyleyeceklerim sağlıklı olmayacaktır.

Kahvaltıda Recep Kocaman topa tutuldu, Mercimek çorbasını gören:Akşam mercimek, sabah mercimek, diye söylenmeye başladı. Hilmi Altınsoy  önce sordu:”Mercimek ne zaman ekilir? ”Tam zamanı!”diye yanıt verdik. Hilmi:”Öyleyse mercimek etmeyelim arkadaşlar!”diye bir öneride bulundu. Öğretmen, ektirince nasıl önlenecek? Hilmi Altınsoy’un yanıtı hazır, mercimek yerine toprak saçıp mercimekleri çukurlara gömmek. Arkadaşlar karşı durdu:”O zaman da sürekli bulgur çorbası verilir. Hilmi:”Sahi arkadaşlar ben orasını düşünmedim. Gelin öyleyse daha çok çeşit ekelim de şu mercimek hiç değilse haftada bir olsun!”Bu kez çorba çeşitlerini çoğaltmaya kalkıştık:Mercimek çorbası, Nohut Çorbası, Fasulye çorbası, Un  çorbası, Tarhana  çorbası. Hilmi saymayı durdurdu. ”Yahu, hep çorba mı olacak, çay-peynir, zeytin-çaya da yer kalsın. Un çorbası çıkarılı. Tarhana çorbası  tartışılırken Hilmi  bir açık verdi:Tarhana ne zaman ekilir? Bu soru  tartışmaları bitirdi. Tarhana ekimini sorması Hilmi Altınsoy’un  Çiftçi çocuğu olmadığı, üstelik izinli gidince “En çok anama yardım ediyorum!”demesi türü  sözlerinin de  kuşkulu olduğu sonucuna varıldı. Hilmi gene sinirlendi:”Siz beni dışlamak için söz birliği etmişsiniz, kusurumu kolluyormuşsunuz, bunu anladığım için sizi sınadım, ben tarhananın nasıl yapıldığını da biliyorum;süt yumurta daha başka şeyler karıştırırlır!”deyince “O senin söylediğin tarhana değil, aşure yanıtı verildi. Hilmi bu kez  sahiden sinirlenip kalktı. Biz de arkasına takıldık. . Derslikte barış yapıldı. ”Yemek masasında yaptığımız şakaları başka yerde konu etmeyeceğiz!” Hilmi Altınsoy başarı kazanmış gibi sevindi. Zaten onun yapılmasın dediklerini içimizde kimse yapmıyordu. Hilmi dışında hepimiz marangozluk grubundayız, bizim konuşacak daha güzel konularımız oluyor.

Bizden az sonra öğretmenler geldi. Yeniden işbölümü yapıldı;tutkalcılar, çiviciler, işkenceciler olmak üzere üç grup oluştu. Ben gene İrfan Evren Öğretmen grubuna düştüm;Ranzaları gönyeleyip sıkıştırıyoruz. Sıkıştırma araçlarına işkence dediğimiz için  bu işi yapanlara da işkenceciler diyoruz. Her ranza en az altı işkence ile sıkıştırılıyor. Hamdi Bağ Öğretmen bir ara:”Akşama bitirmek gibi bir iddiamız yok, yarın da  çalışacağımıza göre yarın bitiririrz. . Bugün için koyduğumuz sınır, yarın çalışılmayacağı üzerine idi. Şimdi durum değişti;yarın çalışacağımızı biliyoruz!”Yusuf Asıl, Fikret Madaralı Öğretmenin okuduğu yazıyı anımsattı:”Bizim okullara çok öğrenci alınacakmış, elli ranza yetecek mi? ”diye sordu. Hamdi Bağ Öğretmen gülerek:”Nasıl olsa biz bu işe alıştık, isterlerse gene yaparız!”dedi. Bu kez Naci İnan Öğretmen sordu. ”Nasıl nasıl? ne zaman alacaklarmış o çok öğrenciyi? Arkadaşlar düzeltme yaptılar;bu yil 2000, gelecek yıllarda bu sayı 4000’e çıkacakmış. Naci İnan Öğretmen:”Susun, aman bunu Namık duymasın, çıldırır. Tek başına 200 öğrenci, bir o kadar iş!Bu yetmiyormuş gibi zamanlı zamansız öğrenci al!”Öğretmenler bakışıp, gülüştüler. Ben, ”İşkencemiz yetmeyecek!”dedim. Öğleden sonra  ilk bağlantıları sökebiliriz dendi. Öğle paydosuna  15. ranzayı yetiştirdikÖğretmenler:”Çok güzel, adam başına 5’er ranza iyi mi? ” diye Hamdi Öğretmen Naci İnan Öğretmene sordu. İrfan Evren Öğretmen de söze karıştı:”Adam başına 5’er ranza çok iyi, dediler. Hamdi Öğretmen bu kez Yusuf Asıl’a :”Sen ne diyorsun, çok iyi değil mi? Yusuf yutkundu, ”Ama öğretmenim biz onbeş kişiyiz, adam başına birer tane düşüyor!”Öğretmenler üçü birden”Bize ne? daha çok çalışsaydınız da siz de 5’er çıkarsaydınız!”Yusuf duraksayınca öğretmenler katılasıya güldüler:”Gördün mü? Şakayı biz de yaparız!” diyerek çıktılar. Olayı duymayan arkadaşlar sordular. Yusuf, öğretmenler öyle söyleyince şaşırdığını söyleyerek tekrar tekrar gülerek anlattı. Öğretmenlerin şakası derslikte de  bir süre konu oldu.

Bayrak Töreninde Hidayet Öğretmen, havanın güzelliğine kapılıp uzaklara gidilmemesini, özellikle asfalt üzerinde durulmamasını yoldan gelip geçen  araçlara el sallanmamasını, kesin kez yoldan karşıya geçilmemesini tembihledi. İstiklal Marşı çok güzel söylendi. Söylenen marşı  beğendiğini Hidayet Öğretmen de tekrarladı. Rahattan sonra doğrudan yemeğe gidildi. Öğretmen masalarında yabancılar vardı. ”İşte yeni öğretmenler!” diyenler oldu. Recep Kocaman, onların bir iş için Lüleburgaz’dan geldiğini söyleyince gülüştük. Neredeyse  insanlara sormaya başlayacağız:”Siz bizim okula öğretmen olarak mı geldiniz? ”İşbaşı çalınca atölyede toplandık. Öğretmenlerin izniyle önce yaptığımız ranzalardan  işkenceleri söktük. Akşama  daha onbeş ranza yetiştirmek üzere işe koyulduk. Önce Hamdi Öğretmen geldi. İşkenceleri söktüğümüz ranzaları  yokladı:”Akşama dek oynatan olmazsa ondan sonra topla bile dağılmaz!”dedi. Yusuf Asıl, Hamdi Öğretmene, yarın orada top oynayabilir miyim? ”diye sordu. . Hamdi Öğretmen hiç duraksamadan:”Tabi tabi, küçük çocukların topuna şimdi bile dayanırlar;beni göstererek, ”Ben ağabey orada futbol oynar diye düşündüm de o söçzü söyledim!”deyince, arkadaşlar güldüler:”Siz kapalı konuşuyorsuz öğretmenim. Önce  kullandığınız top, bir deyimdi, bildiğimiz asker ya da savaş topları. Oysa şimdi sözü çevirdiniz çocuk oyunlarında kullanılan oyuncak toplardan söz ediyorsunuz!”öğretmen  tavrını değiştirmeden: “Eee, ne yapacaktım yani karşımdaki çocuk ne bilsin savaş topunu!”dedi, sesli olarak ha ha ha haaa diye güldü. Yusuf Asıl’a “Nasıl kandırıyorum gördün mü? Şakalar hep senin yaptığın gibi gülerek söylenmez. En usta şakacılar kesinlikle kendileri gülmezler. Salon dolusu insan gülmekten kırılırken şakacı, sahnede ciddi ciddi  sözlerini söyler. Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler geldi. Sahne, şaka derken söz Sihirbaz-Hokkabaz Zatı Sungur’a gitti. Harun Özçelik Çerkezköyde görmüş, ”Kuş uçurdu, kağıt yırttı, resim yaptı, mendil yuttu!”dedi. Hamdi Bağ Öğretmen Zatı Sungur için Naci İnan Öğretmeni gösterdi:”Bu konuda uzman odur!”Naci  İnan Öğretmen gülerek:Ben çok laf etmekten hoşlanmam”Zatı Sungur Lüleburgaz’a gelince sizi götürürm, görürsünüz, söz veriyorum!”dedi. Hepimiz çok sevindik. 31:ranzayı sıkıştırıken paydos zili çaldı. Yusuf Sabahki şakayı unutmamış, Hamdi Öğretmene:”Öğretmenim 10. ranzanız tamamlandı!”dedi. Güldü. Hamdi Öğretmen hiç duraksamadan:”Yok öyle şey, o bir taneyi bizden saklayamazsın, 30 değil 31 adet tamamladı!”dedi. Naci İnan Öğretmen Hamdi Öğretmene:”Canım o kadar da sıkıştırma çocuğu, varsın bir tane de kendine saklasın, en on tanesine sahip oluyorsun, varsın o da  kendine bir tane fazla ayırsın!”Yusuf baktı kaldı. Biz Yusuf’a bakıyoruz. Hamdi Bağ Öğretmen gülmeden konuşuyor. Naci İnan Öğretmen Yusuf’u savunuyor. Konuşmaları susarak dinleyen İrfan Evren Öğretmen sonunda kendi payını Yusuf!a verdi”Benim payım Yusuf’un olsun!”dedi. Öğretmenler gülerek ayrıldılar. Bir süre sessiz kalan Yusuf’ a arkadaşlar takıldı:”Nasıl ama susturdular seni!”Arkadaşlar gidince armonikayı alıp bir süre  çok yavaş seslerle çalıştım. Kimsenin duymasını istemiyorum. Ne var ki atölyenin çevresi öğrenci dolu, gelip gelip bakıyorlar. Nedense bundan rahatsız oluyorum. Çalışmayı bırakıp dersliğe gittim. Derslikte  gene yeni öğretmenler sözleri ediliyor. Bugün gördüğümüz yabancıları da yeni öğretmen sandık, gelip dersliğimize girmeden kimseye yeni öğretmen gözüyle bakmayacağımı söyledim. Arkadaşlar önce güldüler sonra da birer ikişer bana katıldıklarını söylediler. ”Yeni gelecek öğretmenler zaten bize değil, yeni gelecek öğrenciler için. Bana gelecek olsaydı ders yılı başında Fizik, Coğrafya, Müzik derslerim için gelirdi. Bunlar şimdi gelse ne olacak? Şimdi dört ay bana öğretmen gerekli değil!”Öteki arkadaşlar  güldüler. Yalnız Sami Akıncı, ”Haklısın, ben de senin gibi düşünüyorum!”dedi. Ne ilginç, benim de beklediğim bu;ders konusunda sanırım en doğru düşünen Sami Akıncı, o onaylayınca benim de  içim rahatlıyor. Sami ile konuşunca da nedense matematik özellikle de Almanca çalışma gayretim depreşiyor. O, bu derslerde çok ileri olduğu için sanırım onu kıskanıyorum:”Neden ona yetişmeyeyim? Matematik kitabımı açtım. Bu akşam   yalnız aritmetik çalışacağım. Bir bilinmeyenli denklemler. Ahmet Gürsel Öğretmenin verdiği özel örnekler:100’den   8 katı çıkarılınca 12  kalan sayıyı bul: 100- 8 X=12, 100-12=8X, 88=8X 88/8=11 X=11, 11X8=88, 100-88=12. Çok kolay bir işlem. Bir başka örnek:Anne yaşının   üçte ikisinden 10 çıkarılınca kızının yaşını buluruz. Kız 12 yaşındadır. 2/3 X-10= 12,  2/3X=22,  X=33. . 33/3=22-10= 12…. Benzer yapılmış soruları tekrarladım. İkinci derecelere  geçerken  yemek zili çaldı. İlginçtir, Matematik çalıştığımı görünce hemen Sami yakınlık gösteriyor. Önce yapılmış çalışmaları gözden geçirdiğimi söyledim. O da geçen gün bakmışmış. Oysa Sami sürekli onları yapıyor. Yemekte öykü anlatıp anlatmayacağımı sordular. Matematik çalıştığımı söyledim. Anlatacağım öyküyü Hasan Üner daha iyi biliyor, o anlatsın!”dedim. Hasan  birlikte anlatmamızı önerdi. Arkadaşlar ötekileri gibi gene sessizce dinlerse anlatmaya karar verdik. Tanrı Misafiri. Ancak arkadaşlar bu öyküyü de ötekiler gibi kısa biraz da  güldürücü olarak bekliyorlar. Oysa öykü çok uzun( 25 sayfa) hem de güldürücü değil acındırıcı. İşin ilginci bu öykü nedeniyle Mustafa Saatçı’ya çok sataşanlar olacak. Bunu söyleyince Hasan duraksadı, ”Ben bu işte yokum ağabey!”dedi. Dersliğe döndüğümüzde olayı bir daha konuştuk. Öykünün içeriğini bilmeden, ”Başka zamana bırakalım diyenler oldu. Ben de Hasan’a uyup vazgeçtim. Oysa geri bırakacak zamanımız yok, bugün yarın dersliğimiz elimizden alınacak. Ya ranza konacak ya da derslik olarak yeni gelenlerce kullanılacak. Bizim için derslik ancak yatakhane bitince açılacak. Bunları karıştırmadım. Arkadaşların çoğu için derslik çok önmli değil zaten çalışmıyorlar. Çalışanlar da bir yer  bulacağına inanıyorlar. Matematik defterimi açtım. İkinci derece denklemlere  baktım. On kadar örnek var. Deftere bakınca  anlıyorum ama kendim denklem kurmakta zorluk çekiyorum ya da anlamsız sayıları sıralıyorum: 2x+y=36, x-y=12, 3 x= 48, x=16 gibi anlamsız denklemlerle uğraşıyorum. Pazar yerinde  gezen arkadaşlar, orada belediyenin baskülünü görünce tartılmak istemişler. Baskül çıktıklarında  göstergenin oynamadığını görmüşler. Birisi baskülün bozuk olduğunu düşünerek “Tuh be!”demiş atlamış. Atlayınca gösterge oynamış. Bu kez de öteki  sıçramış. İkisi çıkınca baskül görtermiş. Arkadaşlar düşünmüşler. İkişer ikişer tartılmışlar. İsmet’le  Sefer 148 kg, İsmet’ Mehmet Yücel, 142, Mehmet Yücel’le Sefer de 144 kg. gelmiş. Okula gelince İsmet kasıtlı olarak bana sordu. Sami Akıncı’yı göterdim. İsmet bunu onur sorunu yaptı:”Dayı bunu sen yaparsın!”Aldım, bir süre düşündüm. Benzer örneklerde üçüncü denklemler  özellikle ikiye indirilmiş. (y-z=2)+(z+z=144)=146, ½  146= 73=Y, olunca, X= 148-73=75=x. . 142-73=69=z    x+y= 148  ,    x+z=144,  y+z=142  x= 75, y=73, z=69        x+y= 148= 75+ 73,   x+z=144= 75+69    y+z=142=73+69     Sefer 75 kg. İsmet 73 kg. , Mehmet Yücel 69 kg. Arkadaşların kilolarını söyleyince neredeyse üstüme geleceklerdi. Onlar bu kadar kilolu olamazmış. Önce duraksadım. Bana verilen kilo toplamlarına göre yaptım. Onlar daha az soyleselerdi az çıkardı!”diyerek dikkatlerini çektim. Yaptığım bilinmeyenli hesaplarına bakmadılar da söylenen  kilolara karşı çıktılar. Bu kez de ben, ”Buradaki adları değiştirip başka adlar yazarım!”dedim. Buna da kimse razı olmadı. Sami akıncı da yaptı, o da aynı sonucu çıkarınca herkes sustu. İsmet’e sordular, bu anlattığın doğru mu? İsmet bunu başkasından duyup yazmış. Yat ziline dek benim  matematik çalışmam sürdü, gelip bakanlar oldu. Bekir Temiçin matematik çalışmayı bıraktığı için üzüldüğünü söyledi. Bu arada Mustafa Saatçı da aynı sözleri söyleyince gülmeler başladı. Sami Akıncı gülerek Mustafa Saatçı’ya:”Yanılmıyorsam sen matematiği yeni bıraktın, kaldığın yerden başla!”deyince bir kahkaha koptu. Mustafa Saatçı, hiç  etkilenmemiş gibi, ”Öyle mi? Dur, defterime bir bakayım!”deyince, İdris Destan, ”Düzenli biriymiş gibi bir de poz yapıyor deyince bu kez Mustafa Saatçı İdrise karşılık verdi:Düzenli olmak için moruklamayı mı bekleyecektim!”dedi. İdris’in en ağırına giden de bu sözdü. Boynunu büktü. Buna da ben üzüldüm. İdris Destan, Bekir Temuçin gibi bir iki arkadaş var onların ezilmelerini istemiyorum ama, onlar da  dillerini tutmuyorlar. Zil çalınca İdrisle birlikte indik. Orhan, Kadir, Mehmet Aygün, İdris’i güldürdüler. Yatınca matematik çalışmalarımı bir süre düşündüm. Bu arada Sami Akımncı ile arayı kolay kapatamayacağımı da iyice anlamış oldum. Tarım barakasına nöbete gidersem orada çalışacağımı düşledim.

 

5   Mayıs  1940      Pazar

 

15 Hüseyin Nöbetçi. sordular, ”Aretlik, çay mı yoksa çorba mı veriyorsun? Kızdırmak için sordukları besbelli. Hüseyn’e Aretlik demek için kavgayı göze almak gerekir. Oysa bu kez kızmadı, ”Erken gidene çay, geç kalana çorba!”Derken Namık Öğretmenin sesi duyuldu. ”Kendinizi alıştırmayın, yaz sıcakları sizi gevşetmesin’diyerek merdivenden indi. Halil Basutçu ile birkaç arkadaşı  çağırdı. Beton işlerine hemen başlanacakmış. Dersliğe çıktığımızda Vabis okulun önüne yanaştı, bizim öğretmenler de geldi. Naci İnan, İrfan Evren öğretmenler doğru atölyeye gittiler. Anatar bendeydi, koştum kapıyı açtım. Hamdi Öğretmen pencereden öğretmenleri yukarıya odasına çağırdı. Kahvaltıdan hemen sonra çalışmaya başladık. Recep Kocaman benim grubuma katıldı, tüm  işkenceleri söktük. Neden erken geldiler? ” diye  merak ettiğimiz öğretmenler uzun süre gelmediler. Yusuf Asıl:”Öğretmenler kaytarıyor!”dedi. Kaytarma sözü üzerinde tartışmalar yapıldı. Kaytarma nedir? soruları soruldu. . Öğretmenler gelince konu değişti. Öğretmenler  daha önce bize anlattıkları okul alanlarını gösteren  planları gene çıkardılar. Mimarlar gelip  inceleme yapacakmış. İncelemeden sonra plan çizip verecekmiş, Bundan sonra tüm yapılan binalar o plana göre yapılacakmış. Büyük bina dışında yapılan öteki yapılar hep değişecekmiş. Salih Baydemir, 0nlar yapılıncaya dek biz okulu bitiririz!”deyince Naci Öğretmek, ”Yok yok, mimarları yakın zamanda bekliyoruz, bu yarım işleri bile durduruyoruz, yeni  binalara başlayamıyoruz!”dedi. . Namık Öğretmen geldi öğretmenler birlikte çıktılar. Biz  işi gevşetmeden  çalıştık. Öğleden sonraya  üç ranzamız, kaldı, onları da erkenden bitirmek için yemekten sonra hemen işbaşı yapmaya karar verdik. Yusuf Asıl çok konuşuyor ama hem çalışıyor hem de düşünüyor. Yemeğe giderken, ”Ranzaları yaptık ama gelen çocuklara sıra da gerekecek!”dedi. Böylece bize sıra işini muştuladı. Salih “Yere orursun keratalar, babaların evlerinde sıra mı vardı yollu konuştu. Yusuf, ”Ben inşaat ya da ziraat gibi toprak çalışmalarına gitmemek için iş düşünüyorum, sen karşı oluyorsun!”diye Salih Baydemir’e çıkıştı. Yemekte. öğretmen masalarında gene iki yabancı vardı”Yeni öğretmen sözleri dolaştı. Çevirip başımı bakmam bile!”diyerek tepki gösterdim. ”Bana ne yeni öğretmenden? ”Biz çıkarken İrfan Öğretmenle karşılaştık. Öğretmen bir saat dinlenme zorunlu, ivedi işler olmadıkça bu öğle dinlenmesi uygulanacak!”dedi. Dersliğe gittik. Derslikte gelecek öğrenciler üzerine olasılıklar:”Yarıdan çoğu kızmış!”Mehmet Yücel güldü:”Hepsi kız olsa ne olacak? Onlar ilkokulu yeni bitirmiş çocuklar. şimdi işler değişti bizim gibi kartalozları almazlar bundan sonra. Biz eleştiriyoruz ama insanlar bu yasadan sonra bizim okula daha çok güvenmeye başladı. Çocuklarını güvenle gönderecekler. O nedenle kendiniz gibi yaşlı başlı kimselerin geleceğini ummayın!”Mehmet Yücel’in  gerçeği yansıtan sözleri bir çoğunun işine gelmediğinden tepkiler oldu. ”Toplama sensin, ortaokuldan atılan sensin!”gibi sert  sözler söylendi. Mehmet Başaran hemşerisini savundu:O okuldan atılmadı, sınıfta kalacağını anladığı için buranın sınavına girdi, tıpki bizim gibi ortaokuldan ayrılıp geldi!”dedi. Ayrıca okul açıldığında ortaokuldan gelenlerin çoğunlukta olduğunu, şimdi bile yarı yarıya olduğumuzu, ayrılan üç arkadaşımızın da ortaokuldan geldiğini anımsattı. Üstelik bizim ortaokluldan geldiğimizi bile bile buraya aldılar. Bunu yabancı dillere ayrılırken Müdür Beyin anımsattığını, ”Sizi ortaokullardan aldık, oralarda üçer beşer İngilizce, Almanca, Fransızca gördünüz;şimdi de benden bunu istiyorsunuz!”demişti. Bu nedenle ortaokullardan gelenler toplama falan değildir!”Mehmet Yücel “Yaşa benim hemşerim, işte böyle savun bizi, bırak onlar kendilerine göre kartoloz kızlar beklesinler!” Bu kartoloz kızlar sözü çok tuttu. Gelenler gerçekten daha küçük olacaksa kartolozluzluk bunlara kalacak. ”Kampana çalınmayacak!”dediler ben kalktım, arkadaşlar da kalktılar, tam zamanında atölyede olduk. Öğretmen olarak yalnız Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Öğretmen gene  masasına oturdu, birşeyler inceledi, birşeyler çizdi. Çizdiklerini Harun Özçelik’e büyütmek , çin verdi. Daha sonra çizdiğinin büyük bir gölgelik olacağını, bahçenin uygun bir yerine  yapılacağını söyledi. . Üstü yuvarlak. Direkler üstünde duracak. Gölgelerde masalar olacak, isteyenler orada kitap okuyacak, satranç oynayacak. ”Kağıt oyunları olacak mı? ” sorusuna:”Yok oğlum kahve yapmıyoruz, gelen giden oturup nefes alsın diye bir dinlenme yeri düşünüyoruz, ağacımız yok, ağaç yerine bir gölgelik!”Bu kez öğretmen “Kağıt oyunları biliyor musunuız? ”diye sordu. Ben, bildiğimi söyledim. Hamdi Öğretmen:”Kuzum sen köye, tam adapte olmuşsun, nasıl kopacaksın o köyden? ”diye sordu. Yusuf Asıl benden önce, ”Yeni yasaya göre hiç birimiz kopmayacağız, öğretmen olursak 20 yıl  köyde kalmak zorunda olacakmışız. !”Öğretmen, ”Ben onları biliyorum, benim ağabeye dediğim başka, o, bu denli köye uyum sağladıktan sonra nasıl bırakıp geldi. Bakın hepinizden daha sessiz çalışıyor, okulun kurallarına uyduğu gibi tüm derslerinde de çok başarılı!”Bu söz üzerine arkadaşlar sustu. Az sonra Yusuf , ne düşündüyse benim akşam derslikte  çözdüğüm problemi anlattı. x, y, z, dedikten sonra iki bilinmeyenli deyince, Hamdi ÖğretmenYusuf’a çıkışı:”Bak bak bak, anlatırken bile yarım anlatıyorsu, o üç harfin değerlerini bulmak için üç bilinmeyenli deyimi kullanılır. !”dedi. Bu kez öğretmene sordular:”Siz  cebir okudunuz mu? ”Öğretmen, okuduklarını söyledi. ”Ancak bizim okumamız belli konuları, belli formülleri, kısacası  yapacağımız işlerimizi yürütecek ölçekte bir cebir çalışmasıdır!”Matematik öğretecek türden derinliğine bir bilgimiz yoktur. Sizin gibi, öğrenciyken öğrendiklerimizden kalanlarla yetiniyoruz!”Arkadaşlar, onların derslerinin de bizim gibi boş geçip geçmediğini sordular. Onların öğretmenlerinin çoğu Almanya’dan gelmiş, konularını bitirmeden teneffüse bile çıkarmıyorlarmış. Bir konuyu kavrayamayan öğrenci gördüklerinde saatlerce o konuyu anlatıp, öğrenciyi öyle bırakıyorlarmış. Öğretmen gülerek:”Biz atölye grubunda öteki öğretmenlerden farklı bir taraf görüyorsanız, bilin ki o  öğretmenlerin etkisindendir!”Bir taraftan öğretmeni dinledik bir taraftan da  işimizi sürdürdük. 50. ranzayı tamamlayınca öğretmen, ”Gülerek, ”Sıra nelerde? ”diye sordu. Yusuf birden “Sıralarda!”diye bağırdı. Hamdi öğretmen, Yusuf’a takıldı:”Beni korkuttun, nedir bu heyecan? ”Yusuf, ”Biz bunu  tahmin etmiştik!”deyince öğretmen:”Size duyurmadık mı, bizim planımızda vardı, duyurmayı unutmuşuz!”dedi. ”Elli de sıra yapacağız! deyip, toparlanmamızı söyledi. Gölgelik için, yuvarlak mı yoksa gene  çatı biçimimi olsun kararını veremedik. Kiremit ya da sac oluşuna göre şekil düşüneceğiz!”diyerek ayrıldı. Oldukça erken paydos ettik. Arkadaşlar ayrılınca çok yavaş olarak bir süre mandolin çalıştım. Armonikanın sesi çok çıktığından çalışma saatlerinde çalışamıyorum. Az ileride yapıcılardan bir grup çalışıyor. Alt tarafta da 7. sınıflar tarım bahçesindeler. Derslikte, Tanrı Misafiri’nin öteki öykülerini okuyup özetledim. Tören zili çalınca bayrağı hazırladım. Hidayet Öğretmenin komutuyla bayrağı çektim. . Törenden sonra bir süre dışarlarda bekleştik. Arkadaşlar, yapacağımız GÖLGELİK için yer seçtiler. Seçtikleri yer, okul önünden az yukarı Lüleburgaz tarafı, düzlüğü. Neden orası, diye soranlara? ”Gelen geçen görsünmüş. Oysa orasının ağaçlanrırılacağını Salih Ziya Öğretmen  kaç kez söylemişti. Planımızda var, orası gelecek yıl çam  ormanı olacak!”demişti. Yemek zili çaldı. Yemek olasılıklarını sayarak gittik, hiç birimizin dediği çıkmadı, etli nohut, pirinç pilavı. Bol sulu iyi pişmiş nohudu çok seviyorum. Bunu söyleyince İsmet bana kızıyor. İsmet’e, annesi için, ”Zühre Teyzemin pişirdiği  etli nohutları özledim!”deyince İsmet. ”Yanlışın var dayı, onu elif teyzem yapar!”diyor. Böylece İsmet evde nohut yemediğini anlatmaya çalışıyor. . Yemekten sonra, Yarın Fikret Madaralı Öğretmen gelir düşüncesiyle Türkçe kitabımı açtım. Bir süre  karıştırdım. Öykü, roman, Seyahat yazısı, makale, başmakale, fıkra yazılarını  gözden geçirdim. Gramer olarak cümleler seçtim, Benim bildiğim, fiil, fail, meful, Yüklem, Özne tümleç örnekleri seçtim. Tüm fiil çekimleri biliyorum. Türkçe çalıştığımı görmüş Hüsnü Yalçın geldi, bir süre birlikte çalıştık. Hüsnü Yalçın’ın Almanca’sı iyi bana  İnfinitiv: Partizip Perfekt değişimlerini anlattı. Machen-gemacht, Sprechen, gesprochen. Zil çalınca gene çalışmak üzere ayrıldık Türkçe Dilbilgisini daha iyi bilsem Almanca’yı daha iyi öğreneceğime inanmaya başladım. Schlafen, geschlafenYatınca bunları düşünürken uyudum.

 

6   Mayıs  1940     Pazartesi

 

Sefer Tunca nöbetçi, Zil çalınca “Kalkın arkadaşlar, bugün erken  uyananlar  yıl boyunca  başarılı olurlarmış. Hilmi Altınsoy çıkıştı:”Yaa, sen geçen sene de öyle söyleyip beni kaldırdın ama, hiç de başarılı olamadım;yazık oldu o sabahki uykuma!”Sefer gayet rahat, sabırla konuşuyor:”Bir daha dene be kuzum!”Sefer Tunca’nın bu yumuşak söyleyişine Hilmi gene karşı durunca bu kez Sefer:”Besbelli sen o zamanda kalkmamış yattığın yerden konuşmuşsun. Geçen yıl kalkanlar hep başarını oldu. Hilmi susmadı:”Sen kalkın da başarılı oldun mu yani? ”deyince Sefer, kalkım ama senin gibileriyle şamata yaparken yatakhaneden çıkamadım. Hıdrellez sabahı kalkmak değil erkenden kalkıp temiz havaya çıkmak gherekir. Böyle yatakhanede pinekleyeni kim ne yapsın!”Sesler duyuldu Hilmi Altınsoy. ”Haydi kalk pinekleme!”derken Hidayet Öğretmen”Kimmiş o pinekleyenler, görelim bakalım!”diyerek geldi. İlk çıkanlardan biri Hilmi oldu. Pinekleme sözü uzadı. Sözde Hidayet Öğretmen Sefer’den sormuş, Sefer de pinekleyenin Hilmi olduğunu söylemiş. Öğretmen merak etmiş, gönderin ben de tanıyayım!”demiş. Hilmi, kesinlikle gitmem!”deyip diretiyor. ”Gitmezsen Hidayet Öğretmen gücenir!”diyorlar. Hilmi iyice inanmaya başladı, neredeyse kalkıp gidecek. ”Şaka burada bitsin!”diyerek Hilmi’yi rahatlattık. Fikret Madaralı Öğretmenin geldiği söylendi. ”Geldiyse  derse gelir!”diyenler oldu. Ben dersliğe gittim. Ders varmış gibi hazırlandım. Beni görenler yan yan bakıp yerlerine oturdular. Benim birşeyler bildiğimi sandılar. Bir rastlantı, Fikret Madaralı Öğretmen çıktı, geldi. ”Günaydın!”dedikten sonra açıkaldı: “Bize, Mayıs ayının  15. gününe dek derslerinizi sürdüreceksiniz!”dediler. O nedenle geliyoruz. Ders yapmasak bile konuşarak bu haftayı geçireceğiz!”dedi. Yeni Adam dergisi gelmiş bana onu verdi. Kendisi  getirdiği gazeteler arasından seçtiği Tan Gazetesinden   bizim okullarla ilgili bir yazı okudu. . Yazı oldukça uzundu, öğretmen bir çok yerini kısaltarak kendi anlattı. Yazıda, tüm  yurtta okur yazarların sayıları veriliyordu. Eğitmen yetiştirmenin 4. yılında oluğumuzu, şimdiye dek 4000 Eğitmenin yetiştiğini, bunların  nüfusu 400’den az olan köylerde çalıştığını belirtiyordu. Öğretmen durdu bize baktı, arkadaşlardan 4000 sayısını çok bulanlar oldu. Fettah Biricik, İsmet Yanar, Bekir Temiçin arkadaşlar gülerek:”Bize yer kalmayacak!”dediler. Öğretmen: “Yazının arkasında bunun yanıtı var!”dedi, orasını okudu:”Türkiye’de 40000 köy var. Bunların 32000’i 400 nüfusun altındadır!” Bekir Temuçin’e sordu. :”Her yıl 4000 eğitmen verilse kaç yıl sonra bu köyler okula kavuşur? ”. Bekirden önce Sami Akıncı yanıtladı:”Yedi yıl. Öğretmen devamla”İste sorun bu;eğitmenlerin sayısını azaltıp, daha iyi yetişmiş öğretmenler olarak oralara sizleri göndermek!İş bununla da bitmiyor. Okullar en az beş yıl olacak. Böylece söylenen sayıları beşle çarpacaksınız. Bu da yetmedi, nüfüsü 400’ün üstündeki 8000 köy daha var, onları da sizler dolduracaksınız. Böylece çok sayıda öğretmene gereksinim var. Bir yandan da Yurdumuzu yönetenler, halkımızın bir an önce uyanmasını, yaptıkları tarımın daha modern duruma getirip üretimin arttırılmasını istiyorlar. Buna da sizler önayak olacaksınız!”dedikten sonra öğretmen bir süre bize baktı:”Ya, işte böyle çocuklar, şimdiden sonra işler tümüyle sizin çabalarınıza kalıyor. Karşılaşacağınız  sorunları çözmeniz için  sağlığınız kadar kafalarınınzın içini de düşünüp doldurmak zorundasınız. Ayrıca derslerinde, seçmiş olduğu sanat dallarında çok başarılı olanların daha ileri gitmesi için yasal haklar tanındığını tekrarlayan öğretmen gazeteleri masa üstüne koydu, Hasan Üner’e isteyenler okusun, sonra kitaplığa bırakırsın!”dedi. Daha sonra öğretmen bundan böyle önemli bir çağrı yapılmazsa salt pazar günleri gelmek istediğini, istersek gene kitap okuyabileceğimizi, bunu da ötegi sınıflarla anlaşarak yapacağımızı anlattı. Dersleri sürecek sınıflara derse gireceğini, pazar günlerini ise dersleri kesilen 7. 8. sınıflar içinayırmayı düşündüğünü söyledi. Bana, ”Senin derginde de  aynı konuda yazı var, Köy Enstitüleri basında çok ilgi çekti, herkes büyük umutlarla sarıldı, yazarlar yakanızı bırakmayacaklar;bunu da iyi, bilin!”deyip güldü. Öğretmen çıkınca Yeni Adam’ı açtım. Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu  yazmış: KÖY ENSTİTÜLERİ-HEM KEMİYETİN HEM DE KEYFİYETN ZAFERİDİR. Yazıyı okumadan önce bu iki sözü öğrenmek istedim:Kemiyet, keyfiyet. Küçük  Osmanlıca-Türkçe Cep Kılavuzuma baktım;nicelik, nitelik yazıyor. İşin ilginci ben bunları da bilmiyorum. Halil Basutçu’ya söyledim, o güldü. Sonra da “Ne kaygılanıyorsun? Salih Zira Öğretmene sorarsın, o sana ayrıntılarıyla anlatır!”Gerçekten iyi bir uyrarı. Yazıyı dikkatlice okudum. Yazıyı okuyunca anlar gibi oldum ama, sözcük olarak tam yerine koyamadım. Ancak yazı çok hoşuma gitti. Üstelik benim daha önce okuduğum yazarların yazılarına da değiniyor. Necibali Küçüka, Falih Rıfkı Atay, Yusun Nadi. Bunların üçünün de yazılarını okumuştum. Özellikle Necibali Küçüka’nın ünlü bir yazar olduğunu bilmiyordum. Öteki ikisini yazılarından tanıyordum; Yunus Nadı’ninkileri gazetesinden, Falih Rıfkı Atay’ınsa okuma kitaplarından . . Necibali Küçüka’yı yeni tanıdım. Yazarın ilginç bir adı-soyadı var. Necip ile Ali’yi birleştirmiş, olmuş Necibali, küçük sözüne bir a eklemiş, olmuş Küçüka. . Daha önce takıldığım yazar adları vardı:Va-Nu=Vala Nurettin. Tahsin Til, Necibali Küçüka…. . Sözcükleri kimseye sormadan anlamlarını bulmaya çalıştım. Yazar önce kemiyet sözünü kullandığına göre önce bunu anlatyacaktır. Böyle olunca dikkatle  bir daha okudum. Yazar, yırmı yıl içinde tüm köylerin okula kuşkusuz öğretmene  kavuşacağını söylüyor. Öyleyse bu sözcük sayısal ya da çokluk anlamı taşıyor. Ancak yazar, ”Böyle olmakla birlikte!”deyip bir de  pedagoji yeniliğinden söz ediyor. Demek ki kemiyet, sayısal bir artış, bir görünen varlık anlamını taşıyor. Keyfiyet ise pedagoji yeniliği, bilgi artışı, çalışma anlayışı karşılığı kullanılmıştır. Biri görünen, öteki gözle görülemeyen ama var olan değerlerdir. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmene gene soracağım ama, kendi kendime yakıştırdıklarımı da söyleyeceğim. Arkadaşların bir bölümü İsmet’in tarafına dönmüş onu dinliyordu. Baktım İsmet, onların köyünde Hıdrellez kutlanmalarını anlatıyor. İsmet’in köyü ile bizim köy arasında büyük bir ayrılık olmamakla birlikte onların köyünün bizim köyden  büyük(Dört katı) olması ayrıca Kıerlareli’ye çok yakın bulunması nedeniyle onların kutlamaları daha görkemli olur. Örneğin giyimleri daha kentli  benzeridir. Yedikleri de öyledir. Hele dışardan gelenler orasını daha da canlandırır. Oyunlar, şarkılar bizim köye göre hem çoktur hem de daha yenidir. Bizim en yeni plak şarkılarını ben ortaya gidince delikanlılardan çok dinlemiştim. Kadınların, kızların giysileri de çok farklı. Ne var ki İsmet olaya bu açıdan bakmıyor. Yaptığı karşılaştırmalarda oyuna oyun, şarkıya şarkı deyip benzeşiklkiği kuruyor. Sonunda da arada bir fark olmadığını söyleyip geçiyor. İsmet’i biraz ben de dinledim. . Beni görünce İsmet, ”Buradan ötesini dayım anlatır!”deyince ben de farkları açıkladım. Ancak dinleyen arkadaşlar, kendi köylerinde böyle bir kutlama ya da  eğlenceli toplantılar yapılmadığını söylediler. Hıdrellez adını hep duyuyorlarmış ama, Çarşamba, Perşembe denir gibi söylenip geçiliyormuş. Bu kez ben, Hıdrelle’in yaz başlangıcı sayılığını, bunu altı ay sonra tam karşılığının 6 kasım olduğunu. Bu iki altılı günün ayrıca  paralı işçi çalıştıranlarla, sürekli çalışanlar işin önemli günler olduklarını anlattım. Örneğin bizim köyde sürü sahipleri, çobanlarını bu iki 6 tarihlerinde tutarlar. Yıllık tutacaksa, ya 6 kasımdan öteki 6 kasıma dek anlaşır, ya da  yarım yıllık tutacaksa 6 kasımdan 6 Mayısa sözleşir. Genel olarak yıllık anlaşmalar 6 kasımda yapılmakla birlikte  yaz aylarındaki artan özel işler için çalışıcılar  6 aylık bağlantı yaparlar. İşte bu tür bağlantıların ilk günü 6 Mayıs yani Hıdrelez’dir. Hıdrellez’lin bir de inanç tarafı vardr: Sözde, doğru dilekte bulunan günahsız insanların dilekle o gece yerine getirilirmiş. Evlenecek kızlar, çocuğu olmayan genç bayanlar  5 mayıs gecesi dilekte bulunurlar, bir yere birşeyler gömerler, sabah erkenden dilek yerlerine bakarlar. Çok önemli bir işi olmayanlar o gün dinlenirler. Adağı olanlar da kurban keserler. Kadınlar, kızlar korunaklı bir yerde toplanıp kendi aralarında eğlenirler. Mani yarışması yapılır. Salıncaklar kurulur, salıncakala en çok yükselen yarışmaları gibi eğlendirici oyunlar tekrarlanır. Bizim köyde, tam köyün ortasına gelen bir meydanda çok büyük bir meşe ağacı vardır. Yaygın büyük dalları olduğundan birkaç salıncak birden kurulur. Bu nedenle  her  hidrellez  tüm köy bayanları  orada toplanır. Bu nedenle ağacın adı da Hıdrellez ağacı olarak anılır. Dinleyenlerden Orhan, İdris, Ertur arkadaşlar üçü birden:Bunların hiç birisi bizim köyde yapılmıyor. Bayram olarak, Şeker bayramı ile Kurban bayramıbı biliyoruz;onlarda da böyle oyun moyun yoktur!”deyip kestiler. Öğle yemeğinde yemeklerimiz güzeldi, Yanıklı pilav, etli nohut üzüm hoşafı. . Hıdrellez yemeği adı verildi. Hilmi Altınsoy bana sordu:”Abi, biz bu yemekleri şimdi bir daha 6 Kasım’da mı yiyeceğiz? ”Önce güldük sonra ben:”Hayır bir  6 aylık anlaşmalı işçi değiliz, biz beş yıllık olduğumuz içinHıdrellez’le bir ilgimiz yok. Bizim olsa olsa sene sonlarında  not defterleriyle ilgimiz olabilir!”

Atölyede yeni sıralara başladık. İrfan   Öğretmen eski şemaları çıkardı, çizimler yapıldı. Hasan Üner, Yusuf Asıl, Recep Kocaman biz dördümüz kesiciyiz. Uzun süre parça ayırdık. Yusuf yeni bir kurnazlık düşünmüş:”Bu sıraları güzel yapalım, kendimize ayıralım!”diyor. Bunu gülerek tekrarlarken İrfan Öğretmen duydu:”O sizin hakkınız, kaç sıra istiyorsunuz, onları, biraz daha özen göstererek yapın dersliğinize götürün!”dedi. Yusuf’un önerisi güzel ama yapacağımız sıraların nesi farklı olcak? Daha büyük mü, yoksa renk falan farkı mı isteniyor. . Neyse Salih Baydemir buldu:”Cilalı olun!”Güzel, cilalı olması için gürgen tahta olması gerekmez mi? İrfan Öğretmen duydu, ”Çamlar da cila tutar, yeter ki kuru olsun!”Cilalı olsun, çam olsun, gürgen olsun, derken paydosu bulduk. Kerestelerin büyük bir bölümü seçilmiş oldu.

Paydostan sonra kısa bir süre mandolin çalıştım. Çalışmamı  başkasının dinlemesini istemiyorum. Yakında bulunan çocukların kulak verdiğini duyunca bıraktım. Derslikte nasıl olduysa Hüsnü Yalçın Almanca çalışmaya devam edelim mi? ”diye sordu. Ben hep istiyordumHüsnü kendi çalıştığı yeri açtı:Stück Einundzwanzıg. Yarı şiir(Bilmece) yarı düz yazı. Hüsnü  bir hayli uğraşmış, çevirdi. Ben sözcüklerin çoğunu bilemedim. ”Hı mı dedim ama zevksiz bir şey oldu. Son ders, arkasındaki sözlüklere baktım. Biraz karışık olmakla birlikte tüm sözler var. Bir kaç kez bakarsam alışacağıma inandım. Yemekten sonra yeni bir kitaba başladım Kazaklar. Yazan Tolstoy. Bu kitabı babamın anlattığı çok acı bir anısını unutmadığım için okumaya karar verdim. Kazaklar, babama göre, en gavur insanlarmış. Atları ayakta alınlarından vurarak öldürüp yiyorlarmış. Rusların da tam anlamıyla uşaklarıymış. Osmanlı Ordusu Plevne’de yenilince tüm Bulgaristan bölgesini  Ruslar işgal etmiş. Köyleri, kentleri dolaşıp halkı soyanlarsa Kazaklarmış. Dedemin boynuna paraların yerlerini söylemesi için önce işkence yapmışlar, sonra da sacayağı kızdırıp boynuna geçirmişler. Kazaklar bunu sözde Rus çarı için yapıyormuş. Halktan gelen tepki üzerine Rus komutanlığı işe el koyunca durum anlaşılmış. Bu insanlık dışı  davranışların uşak ruhlu Kazakların kendiliğinden yaptıkları anlaşılmış. Bu nedenle başlığı görünce istemeyerek alıp okumak istedim. Yazarı da ilginç Tolstoy. Toy bir kuş. Çok kuş ya da  aç kuş anlamımı taşıyor acaba? Beğensem de beğenmesem de okuyacağım.

Babamın acı anısı yatarken bana gene köyü  düşündürdü. . Hıdrellez geldi geçti. Kimler geldi, kimler gitti. Ağabeylerim Ali Eniştem geldiler mi acaba? Ablam, Saim ne yapıyor. Babam, Kahvenin etrafını çiçeklendiriyordur. Güvercinlerin uçuşlarını görür gibi oldum. Rüyamda görürürm umuduyla gözlerimi kapadım.

 

7   Mayıs  1940      Salı

 

Mustafa Saatçı, ”Sami Akıncı’nın sesi kısılmış, sizi benim kaldırmamı istedi!”deyince  sesler yükseldi!”Olmaz, biz gerçek nöbetçinin sesiyle  kalkacağız!”Mustafa Saatçı güldü, ”Avanak şeyler, ben size zaten kalkın demiyorum, uyandırıyorum. Bakın uyandınız işte!”dedi  çıktı. Az sonra da kapıya  birileri vurdu. Kimin vuruğu görünmüyor ama her zamanki ses. ”Saatçı yapıyor!”diyen oldu. Hidayet Öğretmen, ”Bilmem kim yapıyor, saatçımı, demirci ama ben sizin hemen yatakları terketmeniz istiyorum!”deyince, ranzalar  sallandı, hık, mıklar arasında  yatakhane boşaldı. Hidayet Öğretmen bu kez kapıda bekledi, utanarak önünden geçtim. Baktığını  ürpererek duyumsadım. Neyse ki bir şey demedi. Uzaklaşınca rahatladım. Oysa ben daha önce kalkmıştım, konuşmalara da katılmamıştım. Boş yere öğretmenle karşı karşıya geldim. Ben bunu üzülerek söyleyince gülenler oldu:”Ohoooo, başkaları her sabah bu durumda onlara bir şey olmuyor, sana bir defa da mı ceza verilecek? ”Ceza verilmesi değil benim sorunum. Ben bugüne  dek hiç böyle bir duruma düşmemiştim. Düne göre bugün, kendime karşı saygınlığım sarsıldı. Bunun Hidayet Öğretmenle bir ilgisi yok, değişen, değer yitiren benim, benim kendime karşı güvenim sarsıldı!”Karşıdan bu kez bir “Ohoooo o!”daha geldi, bu da yeğenim İsmet!””Hidayet Gülen, nasıl olsa bizim ders öğretmenimiz değil!”İsmet’e baktım. ”Ama ben Hidayet Gülen Öğretmeni seviyorum, ona çok büyük saygım var. O bana çok yakınlık gösterdi, müzik çalışmalarımda hep destekleyici sözler söyledi. Ben ona o piyes rol dağıtımında terslik yaptığım zamanlar bile hiç üstünde durmadı da mandolin çalışmalarımı sordu, ”Az ilerle, birlikte konser verelim!”diyerek beni hem özendirdi hem de onurlandı!” Kahvaltıda durup duruken Hilmi gene bir Tekirdağ sözü ortaya getirdi:”Okul, Tekirdağ’da olsaydı, bol bol balık yiyecektik!”İşin ilginç yanı ben balık yemem. Böyleyken, olsaydı iyi olurdu ama olmamış!”dedim. Hilmi bu kez bana Tekirdağ’ı övmeye başladı:Masmavi deniz, iskelesi, gemileri, bağları;derken Mehmet Aygün:”Öyle öveceğine davet et, götür göster!”dedi. Bir süre bunu konuştuk. Benim Tekirdağ’da akrabalarım var. Gitmedim ama onlar bize gelir. Bilal  Dayım Tekirdağ içinde  kahveci, çarşı içinde kahvesi varmış!”deyince bu kez hepsi bana döndü:Senin de ne çok amcan-dayın var hepsi de kahveci türü sözler söylediler. Oysa ben böyle bir şey söylemedim. Kahve olarak salt kendi kahvemizden söz ettim. Sık sık söylediğimden akıllarında yanlış kalmış. Hasan Üner araya girdi:”Abi senin akraban olduğuna göre git Tekirdağ’ı kendin gör. Hilmiye kalırsa çıkmaz ayın son çarşambasında bile Tekirdağ’ı göremezsin!”Hilmi ayrıldı bir Tekirdağ’dan söz ederek atölyeye gittik. İşlerimiz belli öğretmenleri beklemeden çalışmalara başladık. Sıra sevdasından da  vazgeçtik. Yaptıklarımızdan kendi sinifimiza yeni olarak alacağız. Öğretmenler geldi. İrfgan Öğretmen müjde çocuklar, Naci İnan Öğretmenin  vaadi gerçekleşecek!”dedi. Hepimiz şaşırdık, bir birimize baktık:”Ne vaadi? ”İrfan Öğretmen anımsamadınız mı? öyleyse hakkınızı kaybettiniz!”dedi. Bir süre karşılıklı sorduk, soruşturduk, sonunda Naci Öğretmenin bize verilmiş bir sözü yok!”deyip durduk. İrfan Öğretmen gülerek:”Lüleburgaz’a kim geliyor biliyor musunuz? ”Zatı Sungur!”deyince hepimiz:”Aaaaaaa!” diye bağırdık. Tam bu sıra Hamdi Bağ, Naci İnan Öğretmenelr geldi. Naci İnan Öğretmen”Sözüm söz, ancak ben tüm öğrencilerin gitmesi için olanak  arayacağım, herkesin  görmesi gerekir!”dedi. Zamanı henüz belli değil, geleceği için  ilanlar asılmış. Zatı Sungur konuşma konumuzu değiştirdi. Harun Özçelik görmüş fazla bir şey anlatmadı ama anlattıkları bana inandırıcı gelmedi. Şapkalı olarak oturan adamın şapkasından  güvercin uçuruyormuş. Yumurtayı kırıp karıştırdıktan sonra cebine döküyormuz. Bir iki. Söz söyledikten sonra yumurta cebinden sağlam olarak çıkıyormuş. İnanmadım. Hamdi Bağ Öğretmen bana inan, inanmadığın için sonra mahcup olursun!”dedi. Hamdi Öğretmen gördüğünü değil de duyduğu bir olayı anlattı. Zatı Sungur bir  manav satıcısına gitmiş. Satıcının dükkanında elma, ortakal, armut, şeftali, erik, kızılcık , iğde, kavun karpuz türü yiyecekler satılıyormuş. Zatı Sungur fiyatlarını sormuş. Satıcı  fiyatları söyleyince, ”Olmaz, çok pahalı, almam!”demiş. Satıcı da “Demek sevmedin, sevseydin alırdın diye bir söz söylemiş. Zatı Sungur bu söze karşı:”Önemli olan benim onları sevmem değil onlar, kendilerini benim yememi isterse arkamdan geleceklerdir!”deyip yürümüş. Bütün meyveler sandıklardan atlayıp Zatı Sungur’un arkasından  yuvarlanmaya başlamış. Hamdi Öğretmen bana sordu:”Nasıl, inandın mı? ”İnanmadığımı söyledim. ”Eğer dönüp o yuvarlanan meyvaları  elle toplamadan sandıklarına çıkarttıysa inanacaktım!”dedim. Hamdi Bağ Öğretmen arkadaşlara, ”Bunu sakın Zatı Sungur‘a götürmeyin, adamın numaralarını açığa çıkarır!”Öğretmen neden böyle dedi anlamadım ama gene de kendime  olumlu olarak bir pay çıkardım. Sıraların parçalarını keserken Zatı Sungur aralıklarla anıldı durdu.

Öğle yemeğinde gene iki yabancı vardı. Ahmet Gökay Ağabey yabancılarla konuşıyordu, birlikte kalktılar. Bu kez gidip sormaya karar verdim. Sorarsın-soramazsın diyerek yemeklerimizi yedik. Gidip sormaya gerek kalmadı, 6. sınıf çocukları yeni öğretmenleri gösterdiler. Esmer oldukça tombul biri, öteki de hemen hemen aynı boyda  sarışınca güleç yüzlü biri. Biz atölye önünde oturup konuşarak vakit tamamlarken öğretmenler geldi. Gene üç gruba ayrıldık. Hazırlayıcılar, geçmeciler, alıştırıcılar. Her işi tamam olunca birlikte tutkallayıp temizleyerek, cilacılara devredilecek. Benim grubum hazırlayıcı, nedense İrfan Öğretmen beni bu gruba ayırıyor. Biz dışarda çalışırken, yeni öğretmenler bizim atölyeye geldiler. Öğretmenlerle bir süre konuştular. Biz ne konuştuklarını duyamadık ama öğretmenler  yakın arkadaş gibi konuşa konuşa okul binasına gittiler. İrfan Öğretmen bana  paydosta toparlayıp kapıyı kapatıver!”dedi. Esmer Öğretmenin Okul Mudürümüz gibi konuştuğunu anlattılar. Bir takım varsayımlar öne sürerek  çalışırken Paydos oldu. Söyleneni yaparak dersliğe gittim. Hiç ara vermeden Kazakları okumaya başladım. Ne var ki okuduğum yerlerde sık sık Kazak sözü geçmesine karşın hep Ruslar anlatıldı. Yemeğe dek Rus  gençlerini, çok zengin  Rus beylerini, görkemli konaklarını, yüzlerce köyü içine alan büyük çiftliklerini öğrendim. Bizim padişahlar gibi geniş toprakları olan Rus beyleri varmış. Babam anlattığına göre, bizim köy kurulmadan önce oraları padişah 2. Abdül Hamit’in çiftliğiymiş.  Padişah devrildikten sonra o çiftlik üzerine Kızılcıkdere, Bayramdere, Kavakdere, Erikleryurdu, Deveçatağı, Çeşmekolu, Hamitabat, Kumrular, Müsellim, Çavuşköy, Ayvalı, Kırıkköy adlı on iki köy kurulmuş. Eni 30 km. Boyu sanırım 40 km. olacak bir dik dörtden çitlik. Çok büyük bir alan. Bu kitaba göre Rus  varsıllarının çiftlikleri daha da büyük. Yavaş yavaş kitabın değiştiğini anlamaya başladım. Bir çok genç arasından birisi  Olenin, bıktığı kent yaşamını bırakıp uzak yerlere gidiyor. Çevresinde de görevli kazaklar var. Ne var ki Kazaklar burada da gene uşak durumunda. Akşam yemeğinde Yalnız Namık Öğretmen vardı. Belki bizim dersliğe de uğrar. Kitabımı okuyorum. Sonunda kazaklara vardım ama  umduğum gibi çıkmadı, yazar neredeyse kazakları övüyor:. Haydutluk yapanları, insan öldürenleri örneğin dengesiz Yeroşka’yı, , at hırsızı Lukayı  sevimli birer mahluk gibi önümüze seriyor. Yeroşka yaşlı, geçmişi kırlı bir haydut. Ne varki burada kızların sevgilisi, tuttuğunu açı açık öpüyor, açık saçık , gıdıklayıcı sözlerle gönül eğliyor. Genç Olenin de kimsesiz biri olarak Kazakların arasında yalnız kaldı. Olenin kentlerin, içki, kumar, kadın dalaverelerinden kaçarken, kadınların daha  bol olduğu, üstelik kaçı göçü olamayan bir  yöreye gelince biraz şaşkın olmakla birlikte giderek Mariyanka’ya gönlü akmaya başladı. Olenin’in  kaldığı köy  yaşamı bizim köyü andırıyor. İnsanların çalışması, yaptıkları günlük işler, bir ölçüde yeyip içtikleri, hele kadınların yaşamları tıpkısı. Yalnız bizim erkekler kazaklar gibi hırsızlığa, haydutluğa gitmezler ama onlar da kahvelerde toplanıp günlerini geçirirler. Bir de bizim köyler oradaki gibi karışık değildir. Anlayabildiğim kadarıyla Olenin’in  kaldığı yörede Kazak, Gürcü, Çeçen, Rus, belki de daha başka  değişik ulus insanı var. Hepsi de bir birine düşman. Gün geçmiyor birbirleri arasında olay olmasın. Rus birlikleri sözde olay önlemek için bulunuyor ama, onlar olayları kökünden çözümlemek niyetinde değiller. Olenin okumuş bir insan olarak olaylara biraz şaşkın bakıyor. Onun için yaşam, biraz  bireysel istekler doğrultusunda kişiye mutluluk verirse anlam kazanır. . Bu da önce, gösterişten uzak ama gerçekten bir güzel  sevgiliyle, dahası karşılıklı sevişerek  kurulursa mutlu geçer. Bu düşüncelerle Luka haydunun sevgilisene  göz koyuyor. Marianka’nın  zorlu yaşamını kendi varsıllığı içinde kurgulayarak başaracağına inanır. Ağırdan alarak Mariank’ya yaklaşmaya çalışır. Bir ara Olenin başarılı olacak mı acaba diye merak ettim. Kitabın sonuna elim giderken hileli bir şekilde sonuç öğrenmekten vazgeçtim. Bu tür kitap okumayı namusluluk saymadığımı söyleyerek kitabı kapattım. ”Marianka at hırsızı Luka’dan vazgeçmez!”diye  bir  sonuç çıkardım. Olenin iki yaşamı görüp öyle düşünüyor ama Marianka Olenin’in gerçek yaşamını bilmiyor. Ona varırsa  neler kazanacağını düşünemiyor. Belki de haklı, gerçekten hiçbir şey kazanamayacak. Babamın bir öyküsünü anımsadım. Olenin’in  isteğiyle doğrudan ilişkisi yok ama gene de  bir ildi kurulabilir. Bir padişah oğlu avlanırken kırlarda çadırlarını kurmuş göçebelere rastlar. Göçebeler padişah oğluna yakınlık gösterirler. Çeribaşı(göçebelerin muhtarı)  ikramlarda bulunur. İşleri   göçebe kızlar görürler. İçlerinden biri   Dünya Güzelidir. Padişah oğlu bu güzele gönül verir, eşi olmasını ister. Kız razı olmaz. Ancak işin içinde padişah vardır, tehditlerle falan kız kandırılır, padişahın gelini olur. Padişah oğlu çok mutludur. Padişah ölür, oğlu yerine padişah olur. Padişah eşi olan güzel kız için mutluluk sonsuza dek açılmıştır. Padişah işleri için gidince koca sarayda yalnız kalan kadın sultan sıkılır. Padişaha durumu anlatır. Padişah karısına güvenir, kötü bir iş yapmayacağını bilir. Bu nedenle kendine olalanacak birşeyler bulmasını söyler. Kadın sultan gerçekten bir  oyalanacak yol bulmuştur. Bir süre sonra Padişah gittiği yerden     umduğundan daha erken dönmüştür. Sarayına gider. Şevgili eşiyle yalnız kalma sevinci içinde sarayın ev bölümüne girer, ”Ben geldim!” deyip eşini sevindirecektir. Bakar ki kapılar örtük, içerden     bayan sultanın sesi geliyor ama gelen garip bir ses, korkulu, ürperti verecek şekilde hoşt, yapma, bırak beni!”türü sesler sürüp gidiyor. Padişahın aklına önce korkunç bir aldatılma duygusu gelmişse de az sonra durum değişiyor. Az bekliyor bu kez gene tak tak sopa sesleri, hoşt moşt gene  feryatlar arkasınsan sessizlik. Padişah geri dönüp bir plan kurar. Sabredecek, Bayan sultanı hiç  kuşkulandırmadan uzaklara gittiğini söyleyecek ama   sarayın o bölümüne  gizlenecek, eşinin kiminle nasıl buluşup ne yaptığını kendi gözleriyle görecek. Planını tam uygulayıp beklemeye başlar. Eşi şarkı söyleyerek gelip üstünü değiştirir elin aldığı bir deyneklele sağa sola “Hoşt, hoşt diyerek dolaşmaya başlar. Her pencere önünde durup, ”Komşu, bir lokma, lütfen gibi sözler söyler bu kez öteki pencereye  geçer. Açıkçası  bayan sultanın içindeki o  ırksal duygu  gizli gizli yaşamaktadır.

Babam bunu ilk kez anlattığına sorar. ”Öyküyü dinledin, Padişah sen olsaydın ne yapardın? Babama göre anlattıklarının  9/10’u kadını kovarmış, 1/10’u da hiç belli etmeden ortalıktan çekilir, insan alışkanlıklarının kolay değişmeyeceğini öğrenip gerçeği kabul  edermiş. Öykünün aslında ise Padişah ülkenin  hekimlerine danışarak çocuklarını olmasını sağlamış. Kadının çocuğu oluncai o yalnızlık oyalantısı ortalıktan kalkmış, Mutlu olarak yeni padişahlar yetiştirmişler. Olenin bu öyküyü bilseydi Marianka  arkasına takılırmıydı? Böyle bir ilgi kurdum ama yatınca bir süre düşündüm, bu ilişki doğru oldu mu? Göçerli güzelle Marianka bir birinden daha farklı  niçin olmasın?

 

8  Mayıs   1940    Çarşamba

 

24 İbrahim Ertur Nöbetçi, kampana çalınca , ”Haydi arkadaşlar, beni üzmeden kalkın!”dedi. ”Aman ne kibarlık, ne incelik gibi sözlerle karşılık verildi. Arkadaş, ”Ben nazik olmak istiyorum, siz bunu nasıl algılarsanız öyle algılayın!” deyip gitti. Az sonra kapıya gene bir çıt çıt vuruldu. Hidayet Öğretmenin vuruşuna o denli benziyordu ki hepimiz koştuk. Gerçekten Hidayet öğretmenmiş. Neyse bu kez ben en önde gidenlerden biri olduğum için çekinmeden öğretmene “Günaydın!”dedim Hidayet Öğrtetmen  gülerek”Teşekkür ederim, bana surat asmayanlar da bulunuyormuş bu beni mutlu etti!”dedi. Arkamdan “Günaydın sesleri çoğaldı, sevinerek dersliğe gittim. Derslikte  arkadaşlar tahtadaki bir yazıyı gösterip soruyorlar:”Bu yazıyı kim yazdı? ”Ben girince bana da sordular. Bugün tüm sınıf Sebze bahçesinde!”Çarşamba günleri öyle olacağı daha önce söylenmişti. Kahvaltıda sürekli bu konuşuldu:”Yazıyı kim yazdı? Yazıyı yazanı bulmak için  uzatılan soruşturmalar son bulmadan Salih Zeki Öğretmen beni çağırdı, arkadaşların, 10  bel, 10 çepin, 10 tırmık alıp okul altındaki bahçeye gelmelerini söyledi. Hepimizin gitmesine gerek görmedim 10 arkadaş alarak gidip istenenleri getirdik. Öğretmen çizgiler çizerek yapılacak işleri gösterdi. Önce belciler belli alanları belledi, tırmıkçılar güzelce tırmıkladı. 60 cm. aralıklı  2 X4  m. alanlı 10 adet tarh hazırladık. Öğretmen sürekli başımızda durdu ama  pek karışmadı. Arada Alpullu’daki çalışmalarımızı anımsattı. Oranın toprağının sebzeye daha uygun olduğunu söyledi. Tarhları öğleye yetiştirdiğimiz için Salih Ziya Öğretmen çok teşekkür etti. Gülerek:”Bugünün işi hemen hemen bitti gibi, öğleden sonra tohumları serpip kapatacağız, ondan sonra da sulama, arkasından da tatlı tatlı yemek gelecek deyip güldü. Bana baktı, birden”Sen ne diyorsun? ”diye sordu. . Ben, ”Kemiyet, keyfiyet bakımından mı? diye sordum. Arkadaşlar  biraz yadırgayarak baktılar. Öğretmen”Aaa, her ikisinden de, İşte ekiyoruz, bire on verse bizim için mutlu bir olay, ama biz bunu 20 yapmak için çalışacağız. Keyfiyete gelince, bu her zaman tartışılabilir. Ekceğimiz tohumlar bu toprağa uygun mu değil mi. Elimizdeki toprak bu, . deneyeceğiz;hangisi bizim için  daha kazançlıysa bundan sonra onu ekeceğiz. İşin keyfiyeti bundan ibaret!”Öğle paydosu çalınca okula döndük. Öğretmen bana tohumları tarif etti. küçük torbalar  dizilmiş iki sepet içinde olduğu gibi getirirsin!”dedi. Yemekte arkadaşların ilgiyle beklediği o kemiyet keyfiyet sözleri niçin di? Öğretmen neden öyle konuştu. Anlattım, yazıda bu sözler geçiyor. Nerede geçtiğini iyi biliyorum ama anlamlarını tamı tamına yerine koyamıyorum. Tıpkı buradaki gibi bir durum vardı. Getirip burada sordum. Öğretmen soru sorduğumu anlamadan bana sözleri açıklamış oldu. Yazıdaki kullanılışını da anlattım. Arkadaşlar biraz yadırgamakla birlikte  genelde bana hak verdiler. . Yemekten sonra Arif Kalkan’la Tarım barakasından tohumları aldık. Üstü yazılı kese kağıtları içinde tohumlar. Arkadaşların çoğu  hayretle baktılar. Soğan yazıyor. Kese kağıdında  beyazımsı darı gibi  tohumlar. Patates diyor, kesilmiş patateslerBiber, patlıcan türü sbzelerin tohumlarını görmeyenler bir hayli şaştılar. Alpullu’da böyle ekmemiştik diyenler oldu. Öğretmen  bana “Bu soruyu sen yanıtla!”dedi. ”Orada kendimiz fide yetiştirmemiştik, bu nedenle hazır aldık. Burada kendimiz fide yetiştirip ayrıca ekeceğiz!”dedim. Öğretmen  gülerek “Bu iş de sizin çalışmalarınıza benziyer, dikkat edenleriniz işi öğreniyor, öğrenemeyenlere anlatıyor, sonra da siz bu işi yapıyorsunuz!”dedi. Daha sonra, bazı ürünler için gene fide alacağımızı, belki bu ektiklerimizden de iyi netice alamazsak hazır fide ekleyeceğimizi anlattı. ”Bu bizim için denemedir!”dedi. Çepinlerle  yataklar açarak tohumları bıraktık tırmıklarla kapattık. Öğretmen, beş tarhı tamamlayınca sordu. Biz şimdi neler ektik, bundan sonra ne işlemler yapılacak? Bir çok arkadaş doğru yanıtlar veremedi. Örneğin soğanlar  için benden başka doğru yanıt veren olmadı. ”Soğanlar iki yıllık!”dedim. Öğretmen gülerek, ”Eeee, bu yıl soğan yiyemeyecek miyiz yani? diye sordu. ””Bir de tarh da  soğancık ekersek, yeriz!”dedim. Öğretmen evet, boş tarhların biri onlar için deyip kalan beş tarha ekilecekleri anlattı:Soğan, Lahana, pırasa, havuç, havuç diye saydı. Salih Ziya Öğretmen çalışmalarımızdan memnun kaldı, bizi alıp fidanlıkları gezdirdi. Fidanlara yapılacak bakınları anlattı. Henüz  çubuk gibi olanları göstererk bunları gövderindeki yaprakları kısa zamanda alacağız, onlar  öylece kalırsa  güç dağılır fidan büyüyemez, bunları konuşup  bir gün de onları temizleyeceğiz!”dedi. Kampana çalınca  toparlanıp Tarım barakasına döndük. İş kaytarıcıları da bugün sızlanmadılar. Bildiğini  sandığı bilgileri bilmediğini görünce şaşkın şaşkın bakanlar bir hayli suskun durdular. Ben de onları inceliyorum. Çiftçi çocuğu, soğandan, patatesten, pancardan belki de buğdaydan habersiz. Derslikte Kazaklara sarıldım. eniş toprak sahibi geleceğin Çar  Yaveri Olenin geceleri  Marianka’yı gözetliyor Luka ile  buluşmasını da doğal karşılıyor. Tek dostu da sarhoş Yeroşka. Hüsnü Yalçınla  sözleşmiştik bir süre geçmiş parçaları tekrarladık. Lügattan  sözler aradıkHayret adı büyük Lügat ama aradığım bir çok sözü bulamıyum. Yemekte benim kemiyet-keyfiyet sözlerimin anlamını soran oldu. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun yazısı anlattım. Doğrudan söz olarak değil de bir soruyla öğrenmek istediğimi anlattım. Yemekten sonra gene Zatı Sungur olayı ortaya geldi. . Okulca nasıl gidileceği derken neden sinemaya gidilmediği tartışıldı. . Uykumun erken gelişine şaştım. Güneşte çalışmış olmamızdan kaynaklandığı söylendi. Ben güneşte çalışmaya alışık değilmişim:Zil çalar çalmaz yattım. Sanırım yatar  yatmaz da uyudum.

 

9   Mayıs   1940    Perşembe

 

Uyanınca, gece gördüğüm rüyamı anımsadım, belli belirsiz olaylar. Bilmediğim bir yerdeyim. Yakınımdakilere bakıyorum, hepsi yabancı. Sıkılır gibi oluyorum:”Nerden düştüm bu yabancılar içine!”diye düşünürken yabancılar bana:”Bak baban geliyor!”diyorlar. Hepsi babamı tanıyormuş. Bu kez kendime şaşıyorum:”Babamı tanıyan bu insanlar neden yabancı olsun? ”diye soruyorum. Hepsinin yüzüne bakıyorum, ben bakınca yüzler kayboluyor. Babamı gösterdikleri tarafa bakıyorum, uzakta bir ağaç:”Bu ağacı ben tanıyorum!”deyip bizim köyün Lüleburgaz yolu gidiş sağ, dönüş sol yönünde hep  gördüğüm ağacı anlatmaya başladım. Bir de baktım  ortalıkta kimseler yok;ağaç ise çok yakınımda gibi karşımda duruyor. Birden korkar gibi oldum, etrafıma bakınırken  uyandım. Kamkaranlıkı, sanırım hiçbir yorum yapmadan gene uyudum. Yatakhanemiz kampana tarafında olduğu için rahat duyuluyor. Çoğunlukla kampana sesine uyanıyorum. Bugün de uyandım. 26 Mehmet Yücel nöbetçi, ”Kimseyi kaldırmam, artık koca şeyler( O, kendi kendine eşekler, diye tekrarlıyor) oldunuz, sizi dürterek mi kaldıracağım? ”diye konuşunca herkes güldü. Gülenler de  birer ikişer neşeli bir şekilde dışarı çıktı. Derslikte gene  varsayımlar başladı:”Ahmet Gürsel Öğretmen gelecek, o da gelip konuşacak!” Başka türlü düşünenler de var:”Ahmet Gürsel Öğretmen gelirse konuşmaz ders yapar!”Kahvaltıya bu tür konuşmalarla gittik. Öğretmenler geldi. Öğretmenler kapıdan girerken nöbetçi Mehmet Yücel bizim masanın yanındaydı, eğilerek:”Alın size bir vabis dolusu öğretmen!”dedi. Çok önemsiz olmasına karşın arkadaşlar bu söze kahvaltı boyunca güldü. Sorular bir birini izledi:”İskelet ne demek istedi? Önemsemedi mi, yoksa değerlendirdi mi? ”Ben, ”Arkadaş öğretmenlere karşı her zaman saygılıdır, burada öğretmenlerin sayısının arttığını söylemek istemiştir!”dedim. Söz öyle kapandı. Ömer Uzgil Öğretmen yok, yerine kim  bakıyor? diye soranlar oldu. ”Ortalıkta en çok kim geziyorsa odur!”. Ortalıkta en çok  görülen Hidayet Gülen, Namık Ergin, Hamdi Bağ Öğretmenler. Bunlar okulda kaldıkları için çok görülüyorlar. Nahide Öğretmen de eklendi. Dersliğe gittiğimizde ders mi, atölye mi? derken beni Hamdi Bağ öğretmenin çağırdığını söyledilerBöylece bize atölye olduğu anlaşıldı, koşup atölyeyi açtım. Öğretmenlerimizin üçü de geldi. Hamdi  Bağ Öğretmen bize “Özledik sizi, ne o öyle tüm gün bahçelerde geziyorsunuz, bari bugün biraz erken işbaşı yapın!”dedi. Ben  hiçbir şey düşünmeden   dirseğimi kırıp saate baktım. Öğretmen, ”Bak bak beni yalanlamak için kontrol ediyor, şimdi de erken değil, diyecek!”Arkadaşlar gülüştüler. Yusuf Asıl, dünkü tarım çalışmalarını anlattı. Aklına gelen sebzeleri söyledi, lahana, turp kereviz!”deyince Hamdi Öğretmen:”Aman aman, kerevizi pek sevmem, ötekileri say!”   Yusuf, konuşmasını kesti. Gruplar değişmeden çalışmalarımızı sürdürdük. Naci İnan Öğretmen eski sıralardan bir örnek getirtti, bizi çağırıp sordu:”Bunları kullanıyorsunuz, eklenmesini istediğiniz bir eksiklik var mı? ”Yusuf Asıl, kalemlerini düştüğünü söyledi. Öğretmen kanalın  az büyütülmesini önerdi. Başka bir  istekte bulunan olmadı. Öğle paydosuna 3 tam üç de yarı yapılmış sıra ile çıktık. Akşama 9 sıra tamam olacak. 50’de kaç dokuz var hsapları içinde yemek yedik. Pazar günü de çalışırsak Salı günü sıraları tamamlayacağız. Hilmi Altınsoy, bizim parmak hesaplarımızdan sıkılmış:”Yaa , şu  sıraları azıcık geç yapsanız ne olacak sanki, gelenler geldi de sırasız mı kaldı? ”diye sordu. Geleceklerin, gelir gelmez ders yapmayacakları konuşuldu. Biz, toplandıktan kaç gün sonra derslere başlamıştık? Bunlar anımsanmaya çalışıldı. Yemekten sonra atölye önünde bir süre konuştuk. İrfan Öğretmen gelince işbaşı yapıldı. Akşama 9 sıra tamam olacak. 2. Üçlüyü tamamlarken nöbetçi geldi beni Hidayet Öğretmenin çağırdığını söyledi. Azıcık kaygılandım, Hidayet Öğretmen beni atölyeden niçin çağırıyor? İçimden, ondan mı, bundan mı? diyerek ikinci kata çıktım. Hidayet Gülen Öğretmenle Kambr Amcam konuşuyordu. Birden rahatladım”Kamber Amcam istemiştir!”Kamber Amcama hoş geldin, demeden Hidayet Öğretmene baktım. Öğretmen. “Bak amcan seninle konuşmak istiyor!”deyip, Ömer Uzgil Öğretmenin odasına girdi, çıktı, bize de girin orada rahat konuşun!”dedi. Benim çekindim ama Kamber Amcam çok doğal olarak içeriye girdi, oturdu. Bana üç gün izin aldığını, Ali Ağabeyimle Ablamın onlarda olduğunu, hemen yetişip onlarla Kılavuzlu köyüne gideceğimizi söyledi. Birden şaşırdım, ”Niçin miçim demeye kalktımsa da Kamber Amcam, ”Yeğenim ben  elçiyim, bilirsin “Elçiye zeval olmaz !”derler, izinlisin, gel gidelim, kendin konuş, gitmem dersen, dön okuluna gel. Ben, onlar istediği için geldim izin aldım!”dedikten sonra, ”Hadi hazırlan ben bekliyorum, daha uzunca yolunuz var!”dedi. Şaşkın şaşkın  aşağıya indim, giysilerimi değiştirdim, atölyeye uğrayıp durumumu anlatım. Yalnız İrfan Öğretmen vardı. İrfan Öğretmen sevindiğini söyledi, dönünce daha iyi çalışacaksın, gibi sözler söyledi. Arkadaşlar biraz  tedirgin baktılar:Harun Özçelik sordu:”Hastan falan mı var? ”Başımı atarak, olmadığını söyledim, ayrıldım. Yeni Bedir’e  vardığımda Ali Ağabeyim atları koşmuış bekliyorlardı. Ablamın özlemle sarılması, Ali Ağabeyimin  ivedi yola çıkmak istemesi konuşmamı engelledi. Dönüşte görüşmek üzere Kamber Amcam bizi uğurladı. Ali Ağabeyim yolları biliyormuş, kestirme köy yolarından bir süre gittik. Bir köye gittiğimizde orasını anımsar gibi oldum. Daha önce oraya gitmiştik. Bizim köylülerin Arzılı, gerçek Adı Arzulu   olan köy burasıydı. Ali Ağabeyim burada da akrabalarımız var ama buraya dönüşte uğrayacağız deyip atları sürdü. Ablam bu köye geldiğimde kaç yaşında olduğumu hesaplarken bir yokuştan sonra bir  başka köye indik. İşte  bizim  gideceğimiz köy!”dediler. Az sonra bir evin önünde araba durdu:Veli Efendi olarak anılan kişinin evi. Evden  çıkanlarçevremizi sardı. Benim yaşımda biri, Ali Ağabeyime yardım etti, atları  kalacakları yerlere çektiler. Hoş beşten sonra  benim yaşımdaki arkadaşın adını öğrendim:Mehmet. Mehmet’i yıllar önce bize geldiğinde tanımıştım, sık sık da ondan söz edildiğini duyuyordum. Bu nedenle konuşmamız zor olmadı. Önce o bana birşeyler sordu. Ben de ona, orduklarından da çok şeyler anlattım. O da bana köyünü anlattı. Derken Tekirdağ’ın sözü geçti. Tekirdağ’ın buralara yakın olacağını sanıyordum ama bu denli yakın olacağını hiç düşünmemiştim. Mehmet “Yarın gideceğiz!” deyince  geldiğime çok sevindim. İçimden Tekirdağ’ı  gördüğümü söylemek, Tekirdağlı arkadaşlara özellikle Hilmi Altınsoy’a sorular sormak için şimdiden sabırsızlanmaya başladım. Yalnız kalınca ablam, Mehmet’in dedesi ile gene bu köyden bir başka dedenin benim adımı koyan dedeler olduğunu anlattı. Benim ad dedelerimin birinin iki oğlundan birinin evindeymişiz: Büyük oğul Veli Dede’nin. . Öbür kardeş Hasan Ağa’nın  evi de  yakındaymış. Ad dedelerimin  birisi birkaç yıl önce, birisi de geçen yıl ölmüş. Bunları ablamdan öğrendim. Bu arada bizim köyden birini anımsadım:Güzel Arzu. Sahiden o buralara bir yere gelin gelmişti. O köy, Kılavuzlu mu yoksa Arzulu mu? Ablamdan sormayı düşündüm, vazgeçtim;öğrensem ne olacak? Gidip konuşacak  bir neden yokBuna  zaten cesaret edemem. Belki de o benimle konuşmaz. Köyden ayrıldıktan sonra bir daha köye  gelmediği gibi kendi ailesiyle bile görüşmemiş. Gene de ablamın onu anımsayıp bir iki söz etmesini bekledim. Ev sahibi Veli Efendi geldi, yüzünü görünce tanıdım, bize kaç kez gelmişti. Bir keresinde güpe gündüz konuşarak odaya girdiğimde içerden yatan birini görmüştüm. Durup baktım, adam düpedüz horlayarak uyuyordu. Başının tepelerindeki  saçlar dökülmüş, çıplak başı parlıyordu. . O görünüşü  gözümde öylece kaldığından adı geçtikçe o görüntüğü anımsıyordum. Bu kez, güleç yüzlü, çok konuşkan bir insan, başı şapkalı, tepesi görünmüyor ama kenarlardan çıkan saçlar beyazlaçmış. . Abbas Amcam onu çok sever, çok bilgili bir insan, ermiş derdi. İşte  Abbas Amcamın ermişi şimdi bizimle oturuyor. Durumumuzu yolculuğumuzun iyi geçip geçmediğini tekrar tekrar sordu. Bana “Seninle ayrıca konuşacağız, ben oğlumu okutmak istiyordum ama okutamadım, nasip seninmiş, sen okursan bizim ailenin tılsımını bozacaksın. Hoca Dayıdan(Hoca Dayı dediği Müderris olan amcam) sonra savaşlar, göçler ailenin alın yazısını değiştirmiş, okumaktan nasibimizi alamadık, inşallah sen öncü olacaksın!”dedi. Yemeğe oturunca uzun süre konuşuldu. Köylere dağılmış akrabalardan söz edildi. Babamın, annemden önceki eşinin ailesi de bu köydenmiş. Onu konuştularDerken başka gelenler oldu. ”İyi insan sözü üstüne gelirmiş diye takıldılar. Gelenler onlarmış. Köyde lakapları Pamuklar’mış. Konuşmalar uzayınca, Mehmet beni çekip kaldırdı, babasından izin aldı bana da “Ben onların konuştuklarını sana anlatırım!”dedi. Kalanlar gülüştüler. Kahveye gittik. Kahvedeki konuşmalara baktım herkes Tekirdağ’dan söz ediyor. ”Bugün  çarşıda şunu gördüm, Hüseyin Pehlivan kahvede oturuyordu, Hüseyin pehlivan’ın evinden aşağıya inince karşılaştım, Beşevlerin tam önünde sandal devrilmiş, iskelenin karşındaki ev. !” Türü  konuşmalardan, Tekirdağ’ın yakın olduğunu iyice anladım. Gençler oyun oynadılar. Oyun oynayanların da sorunu askerlik. Son yoklamaları olmuş olanlar var onlara takıldılar. Sayılar söylediler ama tam anlayamadım, asker kışlalarının numaraları varmış. Onları söylediler. Yusuf 82. alaya gidecekmiş, O alayın kışlası onların yolu üstündeymiş. Mehmet şansızmış çünkü onun kışlası aşağıda deniz kenarındaki  159’uncu alaymış. Bir başka olay da beraber oturduklarımız öğrenci olduğumu duyunca “Askerlikten kurtuldun!”dediler başka hiçbir soru sormadılar. Bu bir bakıma hoşuma gitti ama nedenini de merak ettim. Geç vakit eve döndük. Ablam beni beklemiş. İyi olduğumu söyleyince sevindi, yattı. Mehmet’le  aynı odada yattım. Mehmet yatar yatmaz uyudu. Uyur uyumaz da tıpkı babası gibi sesli solumaya başladı. Uykum olmasına karşın bir süre uyuyamadım. Sabahleyin nasıl kalkmıştım. Öğleye dek neler yaptık, neler konuştuk. Dokuz sıra  bitirmek ya da otuz sıra  tamamlamak derken arabaya atlayıp buraya gelmemi düşündüm. . Tekirdağ, Pehlivan’ın  evi. Bu olsa olsa Tekirdağlı Hüseyin pehlivanındır. Tekirdağlı Hüseyin  Pehlivan’dan başka pehlivan var mı acaba? Bir çok soru aklımdan geçti. Tekirdağ’ı yutar gibi öğrenmek istiyorum. Ancak bu istek çok  derinliğine bir istek değil gibi geldi bana. Sonunda gene Güzel Arzu’yu anımsadım. Yolda karşılaşsam ona ne derim? Gene öyle güzel mi acaba? Sanki Tekirdağ’ı görmek için değil Güzel Arzu için gelmiş gibi üzüntülü bir duygu içinde uyudum.

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ