Çıkarılacak Dergi Üstüne Öneriler, Yorumlar, Bağlayıcı Koşullar!
1 Aralık 1944 Cuma
Malik Aksel Öğretmenin gelmediğini akşamdan duyanlar olmuş. Veysel Öğretmen soruldu:
-O da gelmemiş, efendim, ellerin okullarında sömestr tatili oluyormuş hem de bir öğretim yılında on beşer günlük iki defa. Onlar hem şimdi hem de Mart 1945 ayında on beş gün gene dinlenecekmiş. İhsan Güvenç:
-Ne var bunda şaşacak? Bizler, maaşlı olarak dört ay dinlenmedik mi? Onların yarısı sınıflarda kaldı, yarısı ikmallerle uğraştı. Bizde böyle bir dert var mı?
Sen kimden yanasın borazancı başı? Sabah sabah gene ötüyorsun!
İhsan Güvenç kendine güvenen, konuşmasını seven; konuşunca da oldukça düzgün konuşan bir arkadaş:
-Teşekkür etti. Bu kez de sordular neye teşekkür ediyorsun?
İhsan:
-Ötme sözü, horozdan gelir. Arkadaşın, tavuklar arasından beni seçebilmiş olması, onun dikkatli biri olduğunu gösterir. Buna teşekkür ettim.
Abdullah Ön seslendi:
-Hak ettiniz, size bir okuyacağım:
-Günaydın horozlar, tavuklar! Bu kez büyük bir ses kargaşası oldu:
-Sabah sabah nedir bu anlamsız tartışmalar? Birisi el çırptı:
-Susun şiiri dinleyelim! Abdullah Ön bu kez şiirin tamamını okudu.
“Günaydın tavuklar, horozlar
Artık memnunum yaşamaktan
Sabah erkenden kalktığım zaman
Siz varsınız
Gündüz, işim var, arkadaşlarım,
Gece, yıldızlar var, karım var.
Günaydın tavuklar, horozlar!”
“Böyle şiir mi olur?” sorusu, olayı gene karıştırdı:
-Sen ne anlarsın şiirden? Hayvan bakıcısı!
-Horozlar, tavuklar da hayvan! Sözleri arasında yatakhaneyi terkettik. Söz kargaşası arasında Necati Cumalı adı geçti. Necati Cumalı’nın Varlık Dergisi’nde çıkan şiirlerini görüyordum. Önce adını Ahmet Necati olarak yazıyordu, sonraları Necati Cumalı oldu. Onun bir de Kızılçullu Yolu adlı şiiri var, Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar bundan söz etmiyorlar, şiirden habersizler sanırım:
Kızılçullu Yolu
Hıdrellez günü, Kızılçullu yolu
Beni herkes severdi çocukluğumda
Arabacı yanına oturtur
Kırbacı bana verirdi.
Ben Fıtnat Hanımın oğlu,
Zayıf bir kızı severdim
Gözlerinin içi gülerdi.
Hıdırellez güneşi,
Beraber tırmanmadık mı ağaçlara?
Siz kanatmadınız mı ellerimi
Elma çiçekleri?
Kahvaltımız şenlikli geçti. ”Yağmur yağdı, çaktı şimşek, sen de mi şair oldun, koca eşek!” Sözde “Koca!” var mı yok mu? “Eşek sözü, yeterli anlamı veriyor, koca sıfatına gerek yok!” diyecek oldum. Sıfat sözü ortalığı iyice karıştırdı:
- Ortaokulda mı okuyoruz ki, sıfatlarla uğraşıyoruz? Dondum kaldım! Bunu söyleyen hemşerim Kadir. Küçümsenen söz de Koca sıfatı. Kullanılan cümlede geçen sıfata sıfat demek ortaokul öğrencilerinin işiymiş (!) Ekrem Bilgin hemen ekledi; “Zamir!” demek de lise öğrencilerinin görevi (!).. Neyse iş iyice şakaya döküldü de “Sen–ben!” çatışması çıkmadan masadan kalkarken asıl sorun takışmaları çabuk sildi:
-Boş olan iki derste, Bölüm Başkanı, bizi rahat bırakacak mı? Bırakmayacağını adım gibi biliyorum. Çünkü Bölüm Başkanını görevi, bölüme derse gelen öğretmenleri izlemek. Gelmeyenleri daha akşamdan haber alıyor. Arkadaşların kimileri bunu konuşup duruyor:
-Öğretmenlerin gelmediğini nereden bilecek?
Az sonra Öztekin Öğretmen geldi, bugün olduğu gibi gelecek cuma gününü de birlikte çalışacağız! deyip el çırparak kemancıları topladı.
Alt odadaki piyanoda çalışırken aklıma takıldı. Ben akordiyonu nasıl ya da niçin almıştım? Param vardı, aklıma esti aldım, kör-topal çalışırken okul Hasanoğlan’a göçtü. Oraya yardımcı (İmece) ekipler gelince bölgesel oyunları türküleri getirdiler. Onları çalmak benim akordiyon hevesimi körükledi. Özellikle de Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç:
-Senin akordiyonun çok işe yaradı, beni iyice ikna ettin, tüm enstitü müdürlüklerine akordiyon almaları için ödenek ayırttım! demesi beni akordiyona iyice bağladı. Güzel Sanatlar kolunda okuyan her öğrenci bir çalgıyı, Köy Enstitülerinde öğrencilere öğretecek düzeyde çalması koşulu var. Piyanoya ayrılan öğrenciler, gittiği enstitüde piyano olamayacağı düşünülerek, kemanı da yeteri kadar öğrenmek zorunda. İşte benim şansım; akordiyonu çok iyi kullandığım için keman zorunluğundan kurtuldum, tek piyano olarak rahat rahat çalışıyorum. Mehmet Zeybek, Abdullah Erçetin de sözde piyano öğrencileri ama, bendeki rahatlık olmadığı için hâlâ Beringer 1.piyano metodunun ortalarında pinekliyorlar. Onların henüz önüne konmayan Oskar Beringer 2, ya da Hanon Etütlerle uğraşmam bundan. “Sakla zamanı gelir zamanı!” sözü gibi, “Yap çalışmanı bir gün alırsın hasılatını! (Karşılığını-Ürününü)!” Bu da Ali Ağabeyimin sözü! Ali Ağabeyim, babamım eleştirisinden korunmak için çok uyumlu davranmaya gayret eder. Çok uyumluluk, sanırım biraz insanları taklitçi yapıyor. Ali Ağabeyim de babam gibi sık sık övüdümsü sözler söyler. İşte bu onun o sözlerinden biri:
-Yap çalışmanı, bir gün alırsın hasılatını! Tümü çiftçi olan bizim köylüler, hasılat olarak ekip-biçtikleri ürünler karşılığı olarak düşünürler. Onu bir başka olaya kolay kolay yakıştıramazlar. Örne ğin Ali Ağabeyim, Mustafa Güvener’in Eğitmen Kursuna katılıp başarılı olduktan sonra köye Eğitmen olarak döndüğünde:
-Yaparsan çalışmanı, alırsın hasılatını! dediğinde gülüşmeler olmuştu:
-Tarlada mı çalıştı ki hasılat alsın?
Hanon 60 Etüdü’nü 40.parçaya dek ara ara dinleyen Faik Canselen Öğretmen:
- Bundan sonra bana gelme, buradaki son yirmi etüdü ben de çalışmadım, bir gerçek piyano öğretmeni bulursan onunla çalışırsın! demişti. Kromatik çalışmaları çok sevdiğim için onları burada görünce gönlümce çekiçliyorum. Tek parmaklıları oldukça rahat oluşurdum. Ancak 50. Etütte çift parmak başlayınca biraz savsakladım. Gene de direniyorum. 51 ile 53’ü sevdim, beş parmak, bilek çalışması, bileklerim yorulasıya çalışıyorum.
Doğan geldi, gülerek:
-Yukardan duyuluyor; piyanoyu iyice dövüyorsun! Birlikte salona çıktık. Yüzbaşı Sıtkı Ulay gelmemiş, herkeste bir sevinç:
-Savaş bitiyor, ne gerek var askerliğe? Abdullah Ön, ortaya konuşmasına karşın birilerini payladığı beyliydi:
-Biten savaş bizim savaşımız değil, unutmayalım. Biten savaşın sonunda ne olacağını kim kestirebilir? Savaş bitti sanılırken bir başka savaşın başlamayacağını söyleyebilir miyiz? Abdullah Ön ara sıra konuşur ama etkili konuşur. “Yaşa!” sesleri arasında Kocebey! de diyenler oldu.
Kocabey, Abdullah Ön’ün güzel söylediği bir türkünün adı:
-Kocabeyim, çok diyarlar gezmişem-Nice nice alayları bozmuşam!
Broyyyyy! diye sürer. Halk Türküleri içinde Yiğitleme denilen türkü türü..... Abdullah Ön öyle deyince hemen diyesim geldi:
-1911 yılında Trablusgarp’ta İtalyanlarla savaşı bitirdiğimizi sanırken Balkan Devletleri 1912 yılında bize ansızın saldırmıştı.
Demedim ama bunları düşündüm. Balkan Savaşı, babamın büyüğü Ali Amcamı almış götürmüş. Evinin yeri, tarlaları konuşulurken adı geçtikçe babamın yüzü değişiyor; ben de onu unutamıyorum. Balkan Savaşı’nın ardından gelen Büyük Savaş da babamın küçüğü Bektaş Amcamı götürmüş. Onun yerleri de bizim evde adlarıyla anılır. Ali Amcamın, Koruluğu, Bektaş Amcamın, Yamacı!...Bunları biz, hemen öyle söyleyiveriyoruz ama babam onları anımsayınca hemen değişip durgunlaşıyor. Bilemiyoruz, o an içinden neler gelip geçiyordur!... Bunları düşününce savaştan söz etmek, öteki günlük konuşmalardan çok daha farklı bir olay. Şimdiki savaş bizim dışımızda olmasına karşın o bile büyük zararlar verdi. Bizim aile için- Bana göre- çok büyük zarar verdiğini rahatça söyleyebilirim. İki ağabeyim işlerini bırakıp askerlik için üç yıl evden ayrıldı. Hanede üç çift yerine bir çift çalıştı. Öte yandan çıkarılan ürün fazlası satılamadı. Hububat fazlası Toprak Ofisi denilen Devlet Kurumuna teslim edildi. Devletin verdiği fiyat üzerinden yapılan değerlendirmeler, verilen emekleri karşılamadığı gibi karşılıkları da ertelenerek ancak iki yıl sonra ödendi. Bu bizim olmayan savaşta, bizim aile ¼ oranında küçüldü.(Bu, babamın sözüdür)
*
Yemekte yarınki konser tartışması, öteki konuları gölgeledi. “Kimden eser dinleyeceğiz?” Bu soru çok yanlı algılanıyor, çalınması istenen, şansına çıkan, konserde çalınan. Çalınması istenenler, besteci olarak, Beethoven, Mozart, Schubert, Bach! olası besteciler ise, Haydn, Mendelsshon, Dvor’ak, Tschaikovsky, Schumann! Bakalım kimleri dinleyeceğiz?
Kitaplığa uğradım, Kepirli arkadaşların çoğu orada. Mehmet Başaran gelmemi işaret etti. Belli ki gene çıkacak dergi sözü edilecek. Gittim. Sami Akıncı yok, onu soruştururken az öteden Bekir Semerci, seslendi:
-Bu Kepirliler, böyle toplanıp toplanıp neler konuşuyorlar! diyerek geldi. Bekir Semerci’yi, Yapı Kolunda olduğu için benden çok aynı kol arkadaşı Halil Basutçu sahiplendi. Elinden tutup yanına oturttu. Bekir Kepirtepe hakkında bilgi aldı, arkadaşlar Çifteler üzerine sorular sordular. Konuştukça konu açıldı. Çoğunlukla dinledim ama sonunda sözün bana geleceğini hep bekledim. Çünkü arkadaş Dergi Kolu sorumlusuydu. Benim eleştirim ona iletilmişti, benden soracağı olmalıydı. Beklediğimin tersine bir gelişme oldu. Harun Özçelik, daha önce duyduğumuz, Çifteler Köy Enstitüsü Öğrencilerinden birilerinin mahkeme olaylarının gerçeğini sordu. Bekir kendisini olayın dışında tutup tarafsızca söz konusu arkadaşların adlarını da sayarak anlattı. Saydığı adlar arasında bizim bölümden Talip Apaydın’la Mehmet Ünüvar’ın oluşuna üzüldüm. Ancak, olaya karıştığı söylenen arkadaşları bir yıldır yakından tanıdığım için bir türlü inanasım gelmedi; olsa olsa onların bu olaya karıştırıldığı inancına saplandım. Talip çok candan, okumasını seven üstelik benim gibi şiir seven biri. Şinasi Özden’in şiirlerini okuyup seven biri için kim ne diyebilir? Şinasi Özden,Varlık dergisinde sürekli yazan biri. Ayıca, aralarında bizim öğretmenlerimiz, Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni gibi, Behçet Kemal Çağlar, Kemalettin Kamu, Falih Rıfkı Atay, Hasan Ali Yücel olmak üzere ünlülerle ilişki kuran bir şair. Onu seven biri benden farklı düşünebilir mi? İki arkadaşım için de üzüldüm. Sanılacağın tam tersine, ikisine de güvenim arttı. Bekir Semerci ayrılırken bana takıldı:
-Başlangıçta ikimiz de Dergi koluna seçilmiştik. Sen sonra bizi bıraktın. Ayrılırken geleceğine söz vermiştin, bekliyoruz; Kepirli arkadaşlarla sık sık senden söz ediyoruz!
Köy Enstitüleri için komünistler, dendiğini Lüleburgaz’da da duyuyorduk. Ancak bu, böyle mahkemelere uzanacak türden bir söz değildi. Geçen yıl, Asım Öğretmen:
-Sizden bir grup, Komünist şair Nazım Hikmet’i görmek için Çankırı hapishanesine gitmiş, doğru mu? diye sormuştu. Bizim arkadaşlardan büyük bir grup Zonguldak’a gitti ama, onların başında doç, Ferruh Sanır’la Öğretmen Hidayet Gülen vardı. Onlar böyle bir harekette bulunur mu? Başka arkadaşlar da bu tür tevatürlerden söz etmişti. Zaten Yüksek Bölüme geldiğimiz ilk günlerde bu Eskişehir/ Çifteler olayını duymuştuk. Ancak bunun yurt düzeyinde önemsenen bir olay olacağını sanmamıştık. Fısıltılar, giderek yaygınlaştığı gibi yönetime de bulaştırılmaya çalışılır bir duruma dönüştü. Sözde Çiftelerli zanlı arkadaşları koruması düşüncesiyle Rauf İnan buraya Müdür olarak alınmış. Mantıksız, söylentiler; mahkemeler Müdür Rauf İnan dinler mi? Çelişik duygular içinde uyudum.
2 Aralık 1944 Cumartesi
Hava açık, kar soğukluğu var ama ona aldırmıyoruz. Üç sınıf bir arada otuz arkadaşız. Oldukça büyük bir grup; kendiliğinden gruplaşmalar oluşuyor. Son sınıflar iyiden iyi ağabey durumuna girdiler. Bizim sınıktakilerle tek tek karşılaşınca senli benli bir hava esiyorsa da 1.sınıflar araya girince farklı bir durum seziliyor. Yeni arkadaşlar bunu sezdiğinden kendiliğinden onlara uzak duruyorlar. Bizim grup neredeyse oluşmuş bir durumda. Yıldız, Necmiye, Halise, Ahmet Yol, Abdülkadir, Doğan, Abdullah Erçetin. Yıldız, bize kız arkadaşlarının bağı. Durumu uzaktan izleyen Bölüm Başkanımız bana:
-Senden bu ağabeyliği bekliyordum, beni rahatlattın! dedi. Bölüm başkanımız, konserlere başladığımız ilk günlerde, kızların sığınacağı bir yer bulunamadığından, onları bir eczaneye götürmek zorunda kalmıştı. Biz onu bu sıkıntıdan kurtarmış olduk.
Günlerdir güneşi görür gibi olduk, Elmadağları, kar dağları olarak güneş sıcaklığı ile değil güneş ışıklarıyla parlıyor. Okulumuzu n bulunduğu, Hasanoğlan köylülerinin deyimiyle Hamurbasan platosu iki dağ zinciri arasında. Bir yanı, Lalahan deresinden doğuya doğru dümdüz yükseliyor. Besbelli dağlık ama dağlar düz olarak sıralandığından birmişçesine yükselen bir kardan duvar izlenimini veriyor. Öbür taraf bunun aksine girintili çıkıntılı tepeler olarak yükseliyor .En yakında İdris Dağı. Tek tepe olarak görünüyorsa da arka arkaya sıralanmış tepeler olarak arkadaki Hasan Dağlara katılıyor. Karşıki Elma Dağların tersine girintili çıkıntılı bir görünüm veriyor. Elmadağlar ile Hasan Dağları arasında yaşıyoruz. Güneş Elmadağlardan geldiğinden daha çok gözlerimiz orada. Sırtımız Hasandağlar’a dönük.
Her cumartesi tren durağına inerken onları gözleyip bu tür düşüncelere dalıyorum.1941 yılında da bunları düşünmüştüm. Nedense Elma dağları olduğu gibi kaldı da İdris Dağı dışındaki öteki büyük kitlenin görünümünü unutur gibi olmuştum.
Lalahan da bana hep Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca kitabını anımsatır. Kitaptaki anlatılanların burayla ilgisi olmadığını bilmeme karşın böyle bir saplantıyı da romanda duyduğum tiftik keçisini Lalahan’ daki bir tiftik çiftliğinde görmeme yoruyorum. İşin ilginci Yaz ar Sadri Ertem’i Lalahan tepelerinde görür gibi olurum. Oysa yazarın geçen yıllar öldüğünü biliyorum. Hatta Cahit Sıtkı Tarancı’nın onun ölümü üzerine yazdığı şiiri de okumama karşın, onu başında şapka olduğu halde buralarda görmeyi düşlememe şaştığım oluyor.
Başına Şapkayı yakıştırmam da onun o ünlü hikayesinden gelmektedir. Silindir Şapka Giyen Köylü! Söz konusu hikâyeyi anımsadıkça sanırım ömrümde silindir şapka giyemem!
*
Öztekin Öğretmenin önerisine uyarak Cebeci Durağında indik. Hava bize, Ankara’da daha ılıkça geldi. Faik Öğretmen gelmiş, bizi kapıda karşıladı. Alt salon boşmuş ,oraya geçtik. Okuldaki sessizlik dikkatimizi çekti. Bunu anlayan Faik Öğretmen gülerek:
-Kentlerde oturmanın bazı avantajları vardır. Onlar, bayramları hesaplayıp plânlar yapar. Bu yıl kurban bayramı iyi geldi. Pazar, pazartesi, salı, çarşamba...Eh, “İki de bizden olsun!” deyip haftayı tümden tatile çevirdiler. O nedenle bugün Konservatuvar tümüyle bize kaldı! Faik Öğretmen, “Adı üstünde pek durmadığımız bir Fransız besteci dedikten sonra Eduardo Lalo’dan sonra da onun İspanyol senfonisi’ inden söz etti. ”Adı senfoni olan bir keman konçertosu, hem de oldukça başarılı bir keman konçertosu dinleyeceğimizi söyledi. Üstelik çalanı geçen yıl dinledik o da usta bir kemancı, oda orkestrası kurmuş; Avrupa’da oldukça ün kazanmış bir kemancı, Lico Amar!
Eduardo Lalo için, “Bir 19.y,y, Fransız bestecisidir!” deyip geçti. Öteki besteci Tschaikowsky, onun bir konser üvertürü olarak nitelediği 1812 adlı eserini anlattı. Rusların, hiç bir düşman ayağı basmayan, basamayacak olan kutsal şehir saydıkları Moskova’ya 1812 yılında Napolyon Bonapart’ın girmesi, o günkü Ruslar gibi sonra yetişenleri de çok derinden etkilemiş. Sonuç olarak kendisini bir Rus olarak kabul eden Tschaikowsky de 1812 acısını bir eserinde dile getirmiş.
Faik Öğretmen müziği anlatırken ben de Tolstoy’ün romanı Harp ve Sulh’u anımsadım. O Fransız-Rus savaşı ne savaşmış! Özellikle Borodino denilen yerde yapılan meydan savaşında yaralanmayan tek asker kalmamış, romanda öylesi canlı anlatılır. Romanın ünlü kişilerinden Prens Andrew de orada yaralanır. Hele Piyer, asker olmadığı halde savaş içine düşmüştür. Kurtulur ama perişan olmuştur.
Faik Öğretmen üçüncü ad olarak Mendelsshon! deyince kendimi toparladım. Mendelsshon’dan bir senfoni. Onun beş senfonisinden biri Op:90 La Major, İtalyan Senfonisi... Daha önce dinlemiştik, başlangıcı ilginçtir. Faik Canselen Öğretmen:
-Senfoninin adına bakıp ritmik, yalın, uçarı bir İtalyan müziği dinleyeceğiz sanmayın, senfoni düpedüz koyu bir romantik Alman bestecinin eseridir. Bestecilerin, öteden beri. böyle adlandırmaları görülmüştür. Daha önce koşuşmuştuk, Büyük Bach’ın bile İngiliz, Fransız, İtalyan süitleri vardır. İşte bunlar da böyle bir geleneği sürdürmüşler!
Alın işte İspanyol Senfonisi, İtalyan senfonisi. Garip bir ad benzerliğine rağmen bir biriyle zıt eserlerdir. İspanyol Senfonisi bir konçerto ama İtalyan Senfonisi yumuşakça bir Alman senfonisidir.
Faik Canselen Öğretmen:
-İyi, dikkatli dinlemeler! dileyerek sözlerini bitirdi.
Konservatuvarda sahiden kimsecikler yoktu. Kapıdaki şişko bekçi bile uyukluyordu.
Hava, yüzleri yalar gibi ama gene de sevinçliyiz büyük esinti yok. Esentepe’den Anafartalar’a yönelince azıcık ağırlaştım. Bizim gruba katılanlar olmuştu. Baktım bizimkiler grubumuzdan olmayanlarla konuşarak grubu kalabalıklaştırmışlardı. Sümer Sineması’nın yakınındaki eski kitapçıya saptım. İçimden, grup yürüyüp giderse rahat kalırım, beni görüp bekleyen olursa onlara katılırım! diye düşünerek Çukur Kitapçıdaki kitaplara baktım. İsmail Habib Sevük’ün yepisyeni iki ciltlik bir kitabı var. Yeni, hiç okunmamış gibi ama yenisinden daha ucuza satılıyor. Avrupa Edebiyatı ve Biz. Azıcık karıştırdım, kitabını okuduğum yabancı yazarların adları var. Moliere, la Fontaine, Montaigne, büyük ressamlar, Shakerpeare, Schiller, Goethe.......derslerde duyduğum ünlü adların hemen hemen hepsi var. Kitapları alıp sevinerek yola çıkınca, beni bekleyenler olduğunu gördüm. Yıldız, Necmiye, Halise. Yıldız açıkladı:
-Senin gelmediğini görünce durduk! Ben de:
-İyi ettiniz, ancak ben size zaten yetişecektim! Gibilerde saptırma yaptım. Kitapları birleştirmek için Tavukçu Lokantasının Ana cadde tarafındaki Üstünel Ciltçisine verdim. Kapıdan çıkınca ciltçinin tabelasına baktım. Üstünel Ciltevi-Anafartalar Cad. No:82-Ankara.
Yıldız sordu:
-Neden yazıyorsun? Kitaplarımın çok değerli olduğunu anlattım. Milli Eğitim Bakanlığı binası tam karşımızda. Yıldızlar, Bakanlığı görmek isteyince oraya saptık. Bu ay staja başlayan son sınıflardan Mustafa Barış, Rahmi Özdemir, Mustafa Ersoy bizi görmüş, karşılayıp gezdirdiler. Ben kitaplığa rahat gidiyordum ama öteki daireler tarafına geçmiyordum. Benim için de iyi oldu.
Bakanlıktan çıkınca arkadaşlar Postaneye gitmek istediler. Orada da biraz oyalandık. Çarşıya çıkınca Ahmet Yol’la Doğan bizi aramış, hep birlikte gene Tavukçuya uğrayıp yemek yedik.
Yeni Sinema’da Lady Hamilton adlı film oynuyor. Girdik, Türkçe alt yazılı, İngilizce film. Alt yazılı filmlerde yazıları okuyup birleştirmeye çalışırken olayı kaçırdığım için filmi, dikkatle izlemeyi yeğliyorum. Film oldukça gösterişli başladı. Karanlıklardan gelen bir bayan sanırım yasak bir yere girdi. O yasak ya da gözetim altındaki yerin, bir içki deposu olduğu zannı uyandırdı. Çünkü bayan oradan bir şişe alıp giysilerinin arasına sakladı. Ancak şişe aşırıcı bayanı görenler oldu. Bir kovalamacadan sonra yakalanan suçlu bayan yakalayanlara vahşice saldırdı. Bayanı kovalayanlar çokluktu, aynı vahşet bu kez bayanın kendisine uygulandı. Şişe aşırıcı bayan yerlerde yuvarlandı, acımasızca sürüklendi, fena halde hırpalandı. Öldü ölecek derken birileri bayanı korunak altına aldı. Bir süre sonra bayan kendini toparlayınca, bakıcılarından bir ayna istedi. Kendisine iyi bakılıyordu. Bir genç bayan kendisiyle candan ilgi kurdu. Bu sıcak ilgi nedeniyle ölesiye dayak yiyen bayan hikayesini, bakıcısı cici genç bayana anlatmaya başladı. Bayanın anlatacaklarını beklerken film de birden olağanüstü büyük bir konağın görünüşü, belki de yeni donatılarla donatıldığı ilk şekliyle karşımıza çıktı. İnsanlar koşuşuyor, birileri buyruklar veriyor derken heykeller büyük tablolar gösterildi. Söz sahibi olduğu besbelli biri bir büyük tabloyu gösterip yanındakine bir şeyler anlattı. Belli ki o tablo tablodaki bayan, filmin geleceğinde söz konusu olacaktı! Derken iki bayan geldi; birisi, (Bence,)tablodaki bayandı ya da çok benzeriydi. Ortalıkta dolaşan neşeli bayın da konak sahibi olduğu anlaşılır gibi oldu. Hiç değilse ben öyle yorumladım. Debdebe içinde yaşayan Hamilton ile ona eş olan Lady Hamiltonlar bundan sonra 1800 yıllarının olayları içinde yerlerini aldılar. Fransa, Napolyon Bonapart sayesinde İngiltere’nin karşısına geçmiş denizlerde cebelleşiyor. (Buraları, tarih bilgimle tamamlar gibi oldum.) Napolyon, İngiltere’yi kendi yemliği saydığı Kara Avrupa’sından uzaklaştırmak için deniz savaşına kalkışmıştır. Ancak İngiltere beklemediği bir dirençle Napolyon’a meydan okumaktadır. İngiltere genizlerde güçlüdür. Napolyon’un bir iki yoklamasında, İngiltere üstün gelmiştir. İşte bu savaşlarda başarı gösteren bir Amiral(Nelson)İngilizlerin millî karamanı olmuştur. Trafalgar Kahramanı olarak tarihe geçen Amiral Nelson’a bir çok İngiliz bayanı gibi Lady Hamilton da gönlünü kaptırmıştır. Amiral Nelson, görkemli bir görüntüyle İngiltere’nin kıyı kenti Calas’a uğrar. Lady Hamilton’u gören Amiral Nelson bigâne kalamaz. “İlk nazarda etti zalim, bana dünyayı haram!” şarkısını anımsatan iki sevgili bundan sonra sık sık karşılaşırlar.
İngilizlerin benimsediği toplumsal kurallar içinde buluşurlar. Ancak Fransa, Avrupa kara kıtasını tümüyle denetimi altına almıştır. Yalnız kalan İngiltere tüm gücüyle dayatmak, Napolyon’a boyun eğmemek kararındadır. Amiral Nelson sevgilisini bırakıp yeni savaşlara çıkar. Yıllar süren bu savaşlar, Napolyon Bonapart yönetiminde Fransa, neredeyse Avrupa İmparatorluğuna dönüşürken, sırtını geniş sömürge kaynaklarına dayayan İngiltere de pes etmek niyetinde değildi.1805 yılında iki büyük donanma Trafalgar ’da bir kez daha hesaplaştı. İki taraf da büyük kayıplar verdi. Ancak savaşı İngiltere kazanmıştı. Savaşı kazanan gerçekte Amiral Nelson, bu savaşta yaşamını kaybetti. (Filmde, yaralı durumu gösteriliyor, tüm çabalara karşın kurtarılamıyor.)Olayı öğrenen Lady Hamilton büyük bir bunalım geçirir. Bu arada Bay Hamilton da sahneye çıkar.
Filmden çıkınca gene bilgiçliğimi gösterdim, bayan Film Yıldızını daha önce Vaterlo Köprüsü filminde görmüştüm. Onda da gene böyle talihsiz bir rol oynamıştı. Üstelik onda, genç yaşında düpedüz kendini nehre atıyordu.
Cebeci yoluna doğrulunca biraz hızlandık. Gene de kafamda tarih bilgilerimi bir sıraya koymaya çalıştım.
Benim bilgilerime göre Alexandre Hamilton Fransız asıllı bir Amerikalı politikacıdır. Birleşik Amerika Devletlerinin İngiliz boyunduruğundan kurtulması savaşına New-York delegesi olarak katılmış, Georg Washington’un iki dönem başkanlığı ile ikinci başkan John Adams’ın dört yıllık hükümetinde bakan düzeyinde görev yapmıştır. (MaliyeBakanı) Bu, on iki yıllık bir süreçtir. Böyle bir uzun süreci bir bakanın bir başka devlette yaşaması düşünülemeyeceğine göre bu filmdeki Hamilton, ünlü A.B.D kurucularından Alexandre Hamilton olması kuşkuludur. Böyle olmakla birlikte ben filmi A.B.D’li Alexandre Hamilton’a yaslayıp önüme gelene filmi öylece anlattım. Notlarıma da o anlattıklarımı yazmışım. Yıllar sonra notlarımı düzeltip bilgisayara geçirirken hem sevindim hem de şaştım. Alexander Hamilton A.B.D kurulduğunda uzun süre bakanlık yapmış biridir. Onun A.B.D.’den ayrılması söz konusu olamaz.. Sevindim, geç de olsa bir yanlışı düzeltiyordum. Şaştım:
-Öğrenciliğimde A.B.D ile bu denli bilgim varmış, bunları, nereden, hangi nedenlerle toplamışım? Örneğin Alexandre Hamilton A.B.D’nin toplanmasında on yıllarca süren Kurtuluş Savaşında ön planlarda bulunan, A.B.D kurulunca Genereal Gerorg Washington’un en yakınında bulunan General’in 2 dönemlik görevinden sonra en güçlü Başkanlık adayı olan Hamilton, politik bir oyun nedeniyle başkanlığı bir oyla kaybetmiştir. Onurlu bir kişiliği olan Hamilton, politik tartışmalardan çok A.B.D. sağlam ekonomik temeller üzerine kurulmasını istemiş, bunda da başarı kazanmıştır. Bu gerçek bilgilere o zamanlar ulaşmama şaştım!
Konservatuvar kapısında kalabalığı görünce dikkat kesildik. ”Yoksa bizim yerler de mi doldurulacak?” Gereksiz bir kaygıymış, üst salon her zamanki gibi. Yer beğenmede Halise egemen:
-Kenarda olsun, kolay çıkılsın!” Onlar topluca balkon sol kanada yerleştiler. Ben, alıştığım köşeme gidip sıkıştım. Mahmut Ragıp Öğretmen rahat bir şekilde serilmiş, besbelli kendisiyle konuşulsun istiyor. Selâm verince elindeki program kağıdını salladı:
-Bugün, güzel bir program bu, her zaman böyle olmaz!
Alkışlar başladı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, oldukça kalabalık bir grupla geldi. Yerleşme uzamadı, ikinci alkış başladı. İsmet İnönü alkışa katıldı. Az sonra şef .Prof.Ernst Praetorius her zamanki gibi arka kapıdan orkestranın ortasından kemancı Lico Amar’la kürsüsüne geldi. Selâm verip orkestraya döner dönmez tüm orkestra hazırdı . Sol elini havaya kaldırarak kemancıyı uyardı. Senfoninin ilk güm gümlerinden sonra keman başladı. Önce sert başlayan keman da orkestraya uyarak yumuşaklaştı. Bir keman, bir orkestra al-ver ortaklaşması. Biz buna ne diyoruz? “Keman konçertosu!” Oysa Faik Canselen Öğretmen kaşlarını çatarak:
-Biz öyle diyoruz ama bestecisi ona İspanyol Senfonisi demiş. Bu, bir ad verme oyunu değil, sezmeye çalışalım, çok dinlediğimizi söylediğimiz Beethoven ya da Mendelsshon konçertolarını anımsayarak aradaki farkı sezmeye çalışalım!
Faik Öğretmenin sözüne uyarak Beethoven keman konçertosunu belleğimde canlandırmaya çalışırken gözüm kemancı Lico Amar’a takıldı. Kemancı kolunu havaya uçururca kaldırdı, tiz bir mi sesi (Sesi tam kestiremedim.) Alkışlar başladı. İspanyol Senfonisi bitmiş.
Şef Praetorius Lico Amar’ı götürüp hemen geri geldi.
Tschaikowsky 1812 Üvertürü. Üvertür, çok sakin başladı. Böyle gitmeyecek derken birden bir top sesi geldi. Top sesi beni rahatsız etti:
-Ha şimdi bir daha patlayacak! Derken müziği izleyemez oldum. Eseri daha önce dinlediğimden, ayrıca Harp ve Sulh kitabını okuduğumdan sanki yabancım değilmiş gibi dinliyorum. Fransız Milli Marşı anımsatılınca gülümseyerek çevreme bakıyorum ama beni izleyecek tanıdık kimse yok. Üvertür sürerken bu kez tek değil grup top sesleri başladı. Babamın anlattıkları aklıma takıldı. Babam, Plevne savaşında 10 yaşlarındadır. Sokaklarda arkadaşlarıyla top sesi dinlerler. Gelen top sesleri içinde biri seyrek gelir ama ötekilerden çok etkilidir. Çocuklar, o topu, daha savaş başlarında kahramanlığı ülkeye yayılmış olan Osman Paşa’nın attığı düşler, atılınca da sokaklarda çığlık atarmış:
-Yaşa Osman Paşa!
Ben de öyle bir duyguyla bir koca top daha beklerken öteki sayısız toplar, güzel müzik geldi geçti. Top yerine önce alkışlar sonra da sandalye takırtıları geldi. Üvertürden, La Marsiesse kırıntılarından başka bir şey alamama da şaşırdım. Oysa ben, Piyer’leri, yaşlı kontları anımsayacak, romanı okuduğumda öksüz kalışına çok üzüldüğüm Küçük Prens Andrew, ile ona sahip çıkan güzel Nataşa’yı, yenge Helena’yı,Lisa’yı,Maria’y soruşturacaktım.
1812 Üvertürü’nü ara vermeden, hemen dinlemeyi kurdum.
Mahmut Ragıp Öğretmen ya konuşmadan edemedi ya da benim tedirgin bir şekilde yalnızlığımı düşünüp konuştu:
-Kuzey insanı daha çalışkan, müzik konusunda Germen ırkı fersah fersah öne geçmiş. Bak dinledik, Tschaikowsky Rus’tur ama Alman Müziğini özümsemiştir. Dinleyince bu anlaşılır. Çılgın Fransızlar Can Can ‘larından bir adım öne gidemediler. Bak şimdi bir gerçek Alman dinleyeceğiz, Eserin adının İtalyan olmasına bakma eser sırılsıklam armoni örgüsü, kaliteli üzüm salkımı gibi... deyip güldü, sonra da üzüm, bağcılık konusunda bilgimi sordu. Ben de böyle bir soru bekliyordum. Bağ, üzüm, şarap diyerek sözü Vahit Dede’ye yamayıp sık sık ondan söz ettirmek. Olay, beklediğim ölçüde olmadı ama kapı açıldı. Bağlarımız olduğunu babamın izinli şarap yaptığını, satış izini olduğunu anlatırken müzik başladı....
Triiram, triiram, triiiiiiram, tam, tam, tam, tam, triiiiiram!......Mendelsshon mi minör tondaki keman konçertosunu arkadaşlar ezberlemiş durumdadırlar. Mendelssohn denince o anımsanır. Oysa onun senfonileri, güzel üvertürleri, 2. bir keman konçertosu, piyano konçertoları,(Tek piyano, çift piyano) hele hele düğün marşı çok ünlüdür. Düğün Marşı deyince Bella gözümün önüne geliyor. O gelince de orkestra gözlerim gibi kulaklarımdan da siliniyor. Neyse ki, ara ara tekrarlanan triiram, triiram, triiramlar toparlanmama yardım ediyor.
Konser bitiminde şarap olayını nasıl sürdüreceğimi düşünürken, alkışlar başladı. Alkışlar başlayınca bizim balkon dinleyicileri birden ayaklanıyor. Gene öyle oldu, besteci-piyanist olarak tanıdığımız Sabahattin Kalender, üstümden eğilerek:
-Aman Hocam, geç kalmayalım, sen gelmezsen bizi de kovarlar! diyerek Prof. Mahmut Ragıp’ı uyardı. Her zaman en son çıkan, oldukça ağır hareketli Mahmut Ragıp Kösemihaloğlu, güleç bir yüzle selâm vererek benden önce yürüdü.
Serince bir rüzgârla karşılaştık ama fazla yakınmadan grupçuklar oluşturarak Ulus’a yöneldik. Yıldız bana ciltçiye verdiğim kitabı anımsattı:
-Ciltçiye uğrayacak mısın? İçimden güldüm:
-Yıldız’ın amacı, kitap bahane edip gürültücü büyük gruptan ayrılmak. Bugün verilen kitap hemen ciltlenir mi? Gene de bir olasılık umuduna kapılarak Üstünel Ciltevine uğradık. Kitap paket edilmiş, usta:
-Sizi sevindirmek için elimizi çabuk tuttuk! deyip paketi uzattı. Paketi Yıldız aldı, oldukça şaşırmış olarak borcumu ödeyip ayrıldım. İsmail Habip Sevük’ün kitapçıda ikisi ciltsiz olarak altı liraya satılan Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı kitabı bana ciltli olarak altı liraya geldi. Yıldız şaka yollu da olsa yararlanacağını söyleyip kolunun altına aldı. Bizim arkadaşlar bu saatte boş olan Kızılırmak Kıraathanesine doluştu. İstanbul Pastanesi de tenhaydı. Adını birden anımsayamadığım, ancak geçen yıl bizi T.B.M.M’de karşılayan bayanı tanıyınca selâm verdim. Arka duvar sırasında iki bayan, karşılıklı oturuyordu. Gülümseyen bayan bizim kızlara, parmağıyla Kızılırmak Kıraathanesini göstererek takıldı:
-O tarafa gidemiyorsunuz değil mi? Öteki bayan ekledi:
-Gidecekler gidecekler, bir süre sonra o da olacak! Bayanlar, bizim kızları oldukça sorguladılar. Doğulu olan Halise ilgilerini çekti. Halise de bize olduğu gibi kısa cevaplarla karşılık vermedi, açıklayıcı, uzun cümlelerle inandırıcı açıklamalar yaptı. Onlar konuşurken bayanları anımsadım, Tezer Taşkıran, Hasene Ilgaz. Tezer Taşkıran, geçen yıldan beri zaman zaman aklıma takılır; acaba, opera sanatçısı Nurullah Şevket Taşkıran’ın eşi mi yoksa kardeşi mi? Bunu neredeyse bir konuşmada Mahmut Ragıp Öğretmenden soracaktım. O, bir yazısında Nurullah Taşkıran için; ”Yakın dostum!” demişti. Hasene Ilgaz’ın soyadı, bizim Kepirli, biçki-dikişçi Pesent Ilgaz Öğretmen soyadı nedeniyle bir çağrışıklık yapıyordu. Konuşan bayanlar erken kalktı. Onlar kalkınca yerlerine oturduk. Bu kez garson ağabey gelip sordu:
-Taze kazandibi geldi! Param var, işaret verdim. Ancak kazandibi denilen nesnenin ne olduğu hakkında sağlıklı bilgim yok. Ben bunları düşünürken Yıldız, kendi paralarını ödeyebileceklerini söyledi. Bu ara küçük çanaklar içinde kabak yanığını andıran bir yanı kararmış yudumluk tatlılar geldi. Halil Dere’nin çok sevdiği bir tatlı, birlikte yemiştik.
Saat yaklaşınca Kızılırmak’tan çıkanlar oldu, Doğan Güney aralarında, bize işaret etti. Gruba katılarak istasyona yürüdük.
Trende ilgi odağı, son sınıf Bakanlık görevlisi arkadaşlar. Biz bir şans eseri öğleden önce azıcık bilgi almıştık. Öteki arkadaşlar daha dikkatli, etraflarını sarmış, dinliyorlar. Yıldız, Necmiye, Halise bayanların yanında yer bulup oturdular. Dikkatle bakmamıştım, oturanın biri Rahmiye Tarıman Öğretmenmiş, o bana selâm verince yakınında ayakta durdum, kısa bir konuşma yaptık. Nebahat, Etimesgut yolcusuymuş! O kadarı bana yetti:
-Bu nasıl bir yolculuk?
Hasanoğlan gene soğumuş, yemek masasında üşlüdüğünü kanıtlamak için hıtıtlayanlar oldu. Hemşerim Kadir dün Ankara’da İsmet Akın’ı görmüş. İsmet Akın, bizim Kırklareli Milletvekili Zühtü Akın’ın oğlu, Benim de bir dönem ilkokul arkadaşım.Babası Zühtü Akın milletvekili olunca Ankara’ya taşındıklarından, İlkokul 4.sınıfta ayrılmıştık.Yıl,1934.On yıldır okuyor.1935 ‘te İlkokulu bitirdi. Üç yıl, orta okul, üç yıl lise, üç yıl da Üniversite!...Ancak bu hesap doğru olmasa gerek; öyle olsaydı Karabiberler Askerlik Kampında görüşecektik. Belli ki İsmet üniversitede çakmış. Umarım bu yıl karşılaşırız. Kadir, ders durumunu sormadığı için hayıflandı. Arkadaşlarsa Kadir’i teselli etti:
-İyi ki sormamışsın, belki sene kaybından dolayı sormanı hoş görmeyecekti. Ben sözü saptırdım:
-Duyduğuma göre İsmet Akın avukat olacakmış. Sık sık karşılaştığım bir söz vardır:
-Genellikle çok konuşanlar için hep öyle denir:
-Avukat olmalıymışsın ya da avukat olacak biriymişsin! Çok konuşanlar avukat olurmuş. Bana göre bu söz yanlış söyleniyor. Çok konuşan avukat değil avukatlar çok konuşmak zorundadır. Bildiğim kadarıyla İsmet Akın konuşmayı sevmez. Bunu söyleyince hemşerim Kadir yetişti:
-O zaten hâkim olacak! Bu da aklıma takıldı; hâkimler konuşmaz mı? Öyleyse mahkemelerde avukatlar konuşur, hâkimler susar, kararlar; da bu susan, konuşan kişiler arasında verilip davalar kapanıyor, olmalı!
Avukat olarak, eski ilköğretim müfettişi, şimdiki Lüleburgaz Ortaokul Müdürü Yalçın Bilguvar’ı tanıyorum. Babamın tanışı olduğundan mı ne, kendisine pek uzak bakmıyorum. Zaten o da beni gördükçe:
-Bu yıl karpuzlar nasıl? diye takıldığından avukatlığını gösteren bir tavır sezmiyorum. Hâkim olarak çok yakından kişiler tanıdım, ancak iki ikiye konuşmadım; gördüklerim hep lâcivert ceketli, gergin yüzlü insanlardı.
Yatınca, önce filmi yer yer anımsadım. Güzel bayan Waterlo Köprüsü filminde daha inandırıcıydı. Bence o rol ona daha yakışmıştı. Film fazla oyalamadı. Nebahat’ın yolculuğu nasıl bir yolculuk olabilir? Üstünde durmak istemedim, uzaktan gelen konuşmaları dinlerken uyumuşum.
3 Aralık 1944 Pazar
Muttalip Çardak, ranzalara vurarak uyardı:
-Oidipus! Söz değiştirilerek uzatıldı:
-Bu dedi pus,şu dedi sus! Muttalip arkadaş biraz sabırsız:
-Vallahi benim diyeceğim, kısaca Mahir Öğretmenin duyurusu, ister susulsun ister pusulsun! Abdullah Ön sordu:
-Hemşerim, susulmayı anladık, ya şu pusulma ne anlama geliyor? Herkesin bildiği gibi biz de Konyalıyık, neden habersiz olalım bu yeni sözden? Azmi Erdoğan karşılık verdi:
-Pusulanmak! Orhan Doğan, Azmi Erdoğan’ı susturdu:
-A çocuk, sen kaç gün kaldın Konya’da. Konya’nın safkan delikanlıları varken sana söz düşer mi? Şakalaşmalar birden tartışmaya dönüştü. Safkan, Arı kan, Irkçılık, Turancılık.
Kahvaltıda konu tekrar irdelendi. Meğer bu konu bir süredir, öteki bölümler arasın da oldukça gerilim yaratan bir konuymuş. Salt bizim değil Ankara’daki fakültelerle Yüksek Okullar arasında da olaylara neden oluyormuş. Özellikle Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi kaynıyormuş. Bunu duyunca kamptaki olayları anımsadım. Süleyman Alkan’ın tartakladığı Nurettin, kesinlikle ortalardadır. Ya davulcu şair, Selahattin Ertürk? Arkadaşlar güldü:
-Onları unutmuyor musun?
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi (1944)
Neden unutayım? İnsanlar, karşılaştıkları bazı acı olayları hatta tatsız bile olsa kimilerini unutulabilirler. Bu olağan sayılabilir. Tüm anıların unutulması insanın geçmişini karartmasıdır. Oysa unutmamanın bir çok güzel yanı vardır. Unutmamanın güzelliklerine Atatürk’ten bir örnek verdim. Giriftzen Asım olayını anlattım. Arkadaşlar, gönül alma kabilinden dinlediler. Giriftzen Asım’ın oğlu Selahattin Yücesoy’dan söz ettim. Büyük bir ilgisizlikle dinlediler. Sözü kızına, yakınlarda tiyatronun baş oyuncusu olarak izlediğimiz Muazzez İlgin’e getirince birden canlandılar:
-Aaaa, onun kızı mı? Onun kızı, başka oğlu kızı da var. Atatürk, gençliğinde tanıdığı Giriftzen Asım’ı Amasya’da görüp Ankara’ya çağırmasaydı o kardeşler buralarda okuyamayacaklardı.
Salonda toplandık. Son sınıflar Aralarından Mehmet Yelaldı’yı görevlendirdiler, yönetim onda. Kitap, topluca okunacak, okuma koşulları:
-Akla takılan sorular,not edilip Mahir Canova Öğretmenin dersinde sorulacak.
Fahri Yücel okumaya başladı.
OİDİPUS!
Not: Arkadaşlar dikkatle okunanları dilerken ben Varlık Dergisinde daha önce çıkan Nihal Yalaza TALUY’un çevisi Kral Oidipus Trajedisinin özelliklerini olduğu gibi aldım.
Yazının aslı:
“Bütün eski yüksek edebî eserlerde olduğu gibi, Sofokles’in Kral Oidipus’unun konusu da bir hayal ürünü değil, tarihten alınmış ve herkesçe bilinen bir konudur.
Bununla birlikte yazar, eserinde Oidipus’un kişiliği, hayatı ve geleceği hakkında açıktan açığa bilgi vermiyor. Kral Oidipus bu açıdan eski edebiyatın öteki eserlerine göre farklıdır. Çünkü klâsik trajedinin esaslarından biri, herkesçe bilinen konun ayrıntılara varasıya ortaya getirmesidir. Kral Oidipus’un konusu bilinmiş olmasına karşın yazar, Bilgisini doğrudan doğruya açıklamaz, bu noktada eserin sonuna dek titizlikle bir giz sürdürür. Böyle olmakla birlikte konuyu bilmeyenler kitabı rahatça okuyabilirler. Çünkü eser, teknik kuvveti nedeniyle gerekli olan bilgiyi mısralar arasında yedire yedire okuyucuya sunmaktadır.
Sofokles, Kral Oidipus’un plânanını o zamanın okuyucusu ve seyircisine göre çizmişti. Bu nedenledir ki, Kral Oidipus’u sevenleriyle yerenleri, karşılıklı olarak ortak noktalarda buluşmaktadırlar. Örneğin Teiresias (Thebaili bir Kahin) “Gören Kör!” adını verdiği Oidipus’un sakin ve güven içinde duruşuyla acıklı sonu arasında ne zıt bir durum vardır. Bu zıtlık Trajedi boyunca sürer.
Eserde en çok etki yapan taraf, Oidipus’un sakin ve kendine güvenli duruşuyla karşıtlarını şaşırtan onun içinde bulunduğu acıklı durumu bilmiyormuşçasına direnmesidir. Oysa o bilmediği sanılanları bilen Oidipus ona karşın direnmektedir. Burada usta yazar Sofokles’in trajedi anlayışını da düşünmeliyiz. Çünkü Sofokles trajedi olayını kendi akışına bırakmıştır.
Oidipus, sarsılmaya başlamış olan huzur ve güveni duygularının çemberinde oluğunu görmezden gelir. Salt görmemek değil, öyle olabileceğini bile aklından geçirmez havasındadır.
Sofokles’in görünüşte anlamları açık olan şiirsel anlatımının bir özelliği de bunca acının bir arada şiirsel bir hava içinde dinleyiciye sunmasıdır. Trajedinin konusunu bilenler de o şiirsellik içinde olayı bir daha zevkle izlemektedir.
İşte bu zıtlıklar içinde Kral Oidipus, trajedi tekniğinin estetik bir ZAFER ŞAHİKASI olmaktadır.
Varlık-Sayı:
Kral Oidipus, ara ara kasıtlı engellemelere ara ara da haklı sorular sorulmasına karşın öğle yemeğine dek okundu. Sorular daha çok yeni arkadaşlarımızdan geldi. Oidipus’un mitolojik konusu, uzun uzun açıklandı. Köy Enstitüleri’nde düzenli tarih okunmamasının eksikliği burada ortaya çıktı. Bir süre de bunu tartıştık. Nedense Çifteler çıkışlı arkadaşlar bu eksik kitap bilgisini bir türlü benimsemiyorlar. Tartışmalar dönüp dönüp o noktada düğümleniyor. Ben bir örnek verdim; Geçen yıl Oidipus’u okuduğumuzda ben, böylesi hayrete düşmemiştim. Çünkü, ilk yıl çok ciddi bir öğretmenden ders görmüştüm. Fikret Madaralı Öğretmen gerçekte Tarih öğretmeni değildi ama, belli tarih olaylarını çok önemsiyordu. Örneğin Dünya Tarihi’nin çok önemli bir yeri olan Roma Tarihi’ni okuturken, Roma şehrinin kuruluşunu( İ.Ö.753) çok önemseyerek Romus- Romülüs efsanesini inandırarak kavratmıştı. Bir kurdun, insan yavrusu emzirip büyütmesine inanmak, gelecekte de böyle bir durumun olabileceğini benimsemek için yeterliydi. Romus-Romülüs’u anımsayınca Oidipus’u okuduğumda hiç de yadırgamadım. Ancak, arkadaşların takıldığı noktaları ben de düşündüm. Götürüp ıssız dağlara bırakılan bir çocuğu bakacak insanlar var o ıssız dağlarda. Bir yerde krallıkla yönetilen bir kent. Ne kadar uzak olursa olsun, insanların yürüyerek erişebileceği bir kırsal kesimden biri çıkıp kente geliyor. Burada önemli olan, yeterli bir tarih bilgisini, özümsemek. Onun üstüne, tarihin derinliklerinden gelen insan türünün geçirdiği inanç evrelerini bilmek. Kuşkusuz bunları tarih öğretecektir. Bu devrelerin ayrı özellikleri vardır. Bu özellikler dinsel inançlarla da ilgilidir. Ancak dinsel inançlarda gelişme kolay kolay sezilemez. O nedenle geçmiş çağların fikir değişimleri, kültürel gelişmeler irdelenebilir.
Bu konuyu bir başka zaman ele almak üzere kitaplığa gittim. Kitaplığı benimseyen yeni arkadaşlarımız var; Kızılçullu çıkışlı Haşim Kanar, bizim Kepirli Tevfik Uğurlu, el birliği etmiş, tüm rafları bir düzene koymuşlar. Varlık Dergilerini raflara koymaları güzel olmuşsa da benim hoşuma gitmedi. Nedense onları birilerinden saklar gibiyim. Böyle düşünerek bir deste çekip karıştırmaya başladım. Geçtiğimiz yaz Askerlik Kampında, sık sık arkadaşları tarafından tartaklanarak şiir okutmaya çalıştıkları, mız mız şairin adına rastladım. Bülent Ecevit. Ünlü politikacılardan prof.dr. Fahri Ecevit’in oğlu. Şiiri güzel okuyan bir arkadaşı vardı,(Nezihi Nezir) onu bir iki zorladıktan sonra vazgeçip onun şiirlerini kendi okuyordu.
Bülent Ecevit, çok sıkıştırıldığında Tagor’dan bir iki şiir okumuştu. O zaman da ne okuyuşunu ne de şiirlerini sevmiştim. Zaten arkadaşları da daha çok Hintli şair Tagor çeviricisi diye onu öne sürüyordu. Buradaki şiirini ise hiç sevemedim.
“Güneş ışığı az sızdığı için, bir gölgeyle dolan deniz dibinin, sessizdir ve hürdür hükümdarlığı..... Ne demek isteniyor burada?
Sessiz ve hür hükümdarlık olur mu? Hükümdar, zaten sessiz olmayan, olamayan, bağıran haykıran bir olayın simgesi. Balıkların bir birine dokunmadan yüzmesi olanaksızdır. Biraz gözleyenler bilir ki balıklar, sürekli bir biri ile dalaşırlar. Şair Bülent Ecevit, “Büyük balıklar, küçük balıkları yutar!” Ata Sözünü bile duymamış sanırım. Beğenmedim ama gene de işime yaradı: bahaneyle üç güzel şiiri defterime katmış oldum.
Dört Şairden birer şiir.
Bahar Gibi
Bilmem ki şu yalçın dağlar mı gönül,
Zaman buz tutunca çağlar mı gönül,
Hasretin sorması karanlıkları,
Akşama kendini bağlar mı gönül.
Dolmuşum yokluğa sen varsın diye
Bir yaprak gibiyim rüzgarsın diye
Bazı bir şarkıda görünce seni
Bir sükân* olurum uçarsın diye
Hasrete dünyanın hepsi dar gibi
Sevginin göklerde rengi var gibi
İncesin, bir çiçek, bir çiçek kadar
Sarhoşum, sarhoşum bir bahar gibi
Fazıl Hüsnü
(*)Sükân- Sükkân: Sessizleşmek, sakinleşmek, sinmek, ürkütmemek için tavır takınmak!
Ağlar ve Balıklar
Güneş ışığı az sızdığı için,
Bir gölgeyle dolan deniz dibinin
Sessizdir ve hürdür hükümdarlığı...
Kavgasızca gider gelir balıklar;
Bir birine yol verir balıklar;
Tek şüphe ürkütmez tek bir balığı.
Yollardan kurtulmuş bu ülkenizden
Hepiniz hükümdar gibi geçerken
Çevrenizi ateş bir çember gibi
Sarınca ağların sayısız ipi
Söyleyin balıklar ağlar mısınız,
Sessiz, hıçkırıksız; gözünüz yaşsız?
Balıkçılar ağır ağır çekiyor
Balıklarla ağırlaşmış ağları...
Ağlarda balıklar acap ağlar mı,
Sessiz, hıçkırıksız, gözleri yaşsız?
Bülent Ecevit
Ay ışığı
Yüzün beyaz, abajur yeşil, gece mor
Ve sarhoş kalbin şarkısını söylüyor.
Her yanın avuçlarına dökülüyor
Çeşmeden akan suyun berraklığında.
Dolaşan bir dudak mı var saçlarını?
Ay tırmanıyor zeytin ağaçlarını;
Sürü bulutlar gece yamaçlarını
Otlayıp yayılıyor gök kırlığında..
Dizlerinden örtünü mü çekti bir el?
Gece ayaklarından akıp giden sel:
Seyrine doyulmuyor güzel
Bir manzara gösteren ay ışığında.
Ahmet Muhip
Hatıralar
Bu tatsız akşam saatinde
Görünmez kanatlarınızla,
Cama vurmayın hatıralar.
Sessizliğine doymadığım
O eski sesleri, yeni
Baştan kurmayın hatıralar.
Suda yıldızlara uyarak,
Siz de uzaktan, bir çıkıp bir
Sönüp durmayın hatıralar.
Bu tatsız akşam saatinde,
Başımda pervaneler gibi
Dönüp durmayın hatıralar.
Cahit Sıtkı
Şiirleri, başka bir amaçla yazmak istemiştim; ayrı ayrı okuyup değerlendirecektim. Oysa Askerlik Kampı anılarına dönüp birisine saplanıp kaldım. Birinci, Fazıl Hüsnü’nün şiiri ne güzel, sorular soruyor ,okuyanlar sussa bile o soruların karşılığını buluyordur. ”Zaman buz tutarsa, çağlar mı gönül?” Zamanın buz tutması, şaire göre özel bir süreç, onun ne olduğunu araştırmak istemiyorum. ”Dolmuşum yokluğa sen varsın diye!” Yoklukta sevgilinin olması ne demek? Bunları soruşturursam ,şiirin güzelliği bozuluyor. Oysa tümünü okuduğumda kendi kendime:
-Bu şiir güzel diyebiliyorum. Hamdi Keskin Öğretmen de sürekli bunu tekrarlıyor:
-Şiirde size kapalı olan taraflara saplanıp kalmayın, bütününden bir anlam çıkaramıyorsanız o şiiri sık sık okuyun, okudukça ayrıntılar birer birer kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Ahmet Muhip’in şiiri bana çobanlık günlerimi anımsattı. Değişik sözler söylense de hepsini anlar gibiyim. Dizlerinden örtü çekmek, akan seller benim hiç de yabancım değil. Sanırım bu nedenle ben bu şiiri sevdim.
Cahit Sıtkı’nın şiirlerini sık sık okuduğumdan olacak daha kolay benimsiyorum. Hatıralar şiiri bana hiç yabancı gelmedi, yoksa daha önce okudum mu? Şair, sanki karşımda konuşuyor” Yapmayın, etmeyin! diyerek güzel sözler ediyor.
Yatınca da aklıma takıldı. Güzel Şiir nasıl olur? Yüz yıllardır beğenilip okunan Fuzuli’nin gazelini anımsadım:
“Meni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânan,devâ-yi dert ider ihsân
Niçin kılmaz mana derman meni bîmâr sanmaz mı
Şeb-i hicran yanar cânım, döker kan çeşm –i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Gül-i ruhsârına karşıuîgözümden kanlı akar su
Habibim fasl- i güldür bu akar sular bulanmaz mı
Gamım pinhan tutardım ben dedileler yâre kıl rûşen
Desem ol bî -vefa bilmem inanır mı inanmaz mı
Değildim men sana mâil, sen ettin aklımı za’il
Mana tâ’n eyleyen gâfil seni görgeç utanmaz mı
Fuzuli rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
Fuzuli(15.16.y.y)
Gevherî’nin Koşması:
Ala gözleri sevdiğim dilber
Her gülün sözüne bülbül uyar mı
Ben bir divâneyim çok şey bilmem ya
Güzel olmayanı gönül sever mi
Belendim toprağa yasladım taşı
Neyleyim silinmez gözümün yaşı
Seni can u dilden sevmeyen kişi
Geçer de karşına boyun eğer mi
Irak yoldan arzulayıp geldiğim
Ferhat gibi karlı dağlar deldiğim
Ala gözlerine kurban olduğum
Tatlı dillerine adam uyar mı
İnansınlar Gevheri’nin özüne
Beliğ deyip uydu yârin sözüne
Nokta benler konmuş ol mah yüzüne
Göz katlansa bile gönül doyar mı
Gevheri (17-18.y.y.)
Bu da Faruk Nafiz Çamlıbel’den:
ALİ
Namluya dayanır yola dalarsın
Duruşun, bakışın yaman, be Ali!
Boşuna tetiği ne kurcalarsın,
Var daha atışa zaman be, Ali !
Yıllanmış bir çınar pusuluk yerin
Neredeyse gelecek beklediklerin.
Var iki atımlık canı kederin
Desene işleri duman be, Ali !
Onu sen büyüt te söğüt boyunca
Kendini ellere versin o gonca
Sözüme kanmadın bunu duyunca
Gönlündü gözünü yuman be, Ali !
Geldiler beklenen çiftler ormana
Duruyor iki genç ne hoş yan yana.
Bir kurşun kadına, bir de çobana
Çınlasın yıllarca orman be, Ali !
Görünce uzanmış yar kucağına
Boynunu dolamış zülfün bağına
Kurşunu kahpeye atacağına
Kendine çevirdin... Aman, be, Ali !
Faruk Nafiz Çamlıbel
Bu şiirler güzel mi? Bunu kimse ile konuşmadım, ancak hoşuma gittiği için ezberlediğim şiirler arasında yerlerini aldılar. Fuzuli’de konuşurken kullanmadığım sözler var. Öyleyken onları benimsedim. Bu gazeli okudukça da olsa o sözler benim işimi kolaylaştırdığından, onları unutmuyorum. Örneğin, Şem, Kamu, bimâr, pinhan, sözleri gibi,deva-yi dert, şeb-i hicran, çeşm-i giryan, gül-i ruhsâr, rind-i şeydâ tamlamaları da aklımda kalıverdi. Bu konuda kendime teselli de buldum:
-Hiç kullanmadığım Almanca sözler gibi sayısız film, adları ile yıldızlarını nasıl belliyorsam onları da öyle bellerim.
Bir özelliğimi de saptamış bulunuyorum, sanırım ben Yunus Kazım Köni Öğretmenin anlattığı görsel tiplerdenim. Gördüğüm ya da görür gibi yakından benimsediğim olayları daha çok aklımda tutuyorum. Yunus Kazım Öğretmen:
-Bir görüşe göre deyip insanları duygularına gör ayırmıştı. Görsel, işitsel, dokunsal, devinsel, düşünsel, tipler olarak gruplara ayırmıştı. Kimi insanlar, duyduklarını, kimileri, gördüklerini, kimileri de düşündüklerini belleğinde daha çok tutarmış. Ben bunu şiirlerde denedim, görür gibi olduğum olayları anlatan şiirleri hem çabuk ezberliyorum hem de kolay kolay unutmuyorum. Faruk Nafiz Çamlıbel’ın At, Ali hatta Han Duvarları şiirleri birer örnek oluşturuyor. Okuduğum hikâye ya da romanlardaki kişiler de öyle! Roman ya da hikâyeyi okurken karşılaştığım kişiyi tanıdığım birisine benzetince o kişiyı kolay kolay unutmuyorum .Bu olayın tersi de beni çok oyalamaktadır. Özellikle Türkçe roman ya da hikâyelerde geçen kişilere benzettiğim kişileri gördüğümde o roman ya da hikâyedeki kişi ile karşılaşıyorum. İşte bu, Ömer Seyfettin’in Koca Ali’si, Efruz Beyi ya da Çiroz Ahmet’i. Bu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Şeh Yusuf ya da Mehmet Ali’si. Bu Sabahattin Ali’nin, Hacı Etem’i. Bu, Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal mahalle İmamı, bu da, oldukça haylaz Tevfik’i, Sabitbey Ağabeyi. Bu ,Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Dehri Efendisi. Bu, bu! Şu, şu! diyerek karşılaştırma yapmaya ya da benzerlik bulmaya çalışırken uyumuşum.
4 Aralık 1944 Pazartesi
Geçen gün eski Varlık Dergilerinden birinde Kral Oidipus ile ilgili bir yazı görmüştüm. O yazıda Kral Oidipus değil Kral İdipus yazıyordu. Üstelik yazı, Kral Oidipus’un çevirisiydi. Aklıma takıldı ama dergiyi tam olarak anımsamadım. Konu edince Mahir Canova Öğretmen dergiyi görmek ister! Konuya Oidipus’u karıştırmak istemedim ama kendime de kızdım, okuduğum derginin tarihini, sayısını neden almadım?
Kahvaltıda konu Kral Oidipus. Kral Oidipus rolüne bizim masada oy birliği ile Ekrem Bilgin aday gösterildi. Ekrem “Olmaz!” dedikçe arkadaşlar üsteliyor:
-Uzun boylusun, yakışıklısın! Sonunda Ekrem bir koşul ortaya sürdü:
-O role ancak, gözlerimi, kör etmeden çıkarım! Anlamsız bir söz ama gene de güldük. Oidipus Trajedisi yeni baştan yazılacak!
Geçen haftaki dersimizde Aydın Gün Öğretmen kendi adı üstünde durmuş, güldürücü sözler söylemişti. Onu düşünerek gene benzer bir durum bekler gibiydik. Yanılmamışız, Aydın Gün Öğretmen:
-Aydın Gün’den Günaydınlar! diyerek geldi. Ancak, olayı bu kez uzatmadan sordu:
-Ses renklerimiz konusunda çalışma yaptık mı? Soruyu sordu arkasından bana baktı. Daha önce bu konuda özellikle bana tembihlemişti:
-Piyano başındasın, bunu önce senden isteyeceğiz! demişti. Bu denli tembihata karşın kimse gelip piyanoda çalışma yapmadı. Ancak ben, daha önce Faik Canselen Öğretmenin armoni ödevi nedeniyle Beringer Piyano metodundaki Robert Schumann’ın Choral parçasını çalışmıştım. İki vuruşluk notalarla sıralanan bu parçayı hem piyano olarak sevip çalışmış hem de sesle söylemiştim. Bunu, Aydın Gün Öğretmene de anlattım. Aydın Gün Öğretmen:
-İdeal bir çalışma, dinliyoruz! deyince neredeyse ezber olarak önce piyanoda çaldım sonra da sol anahtarı 1. sıra notalarını tek tek okudum. Parça üzerinde çalıştığım gerçekti, ancak Aydın Öğretmenin istediği çalışma değildi. Buna karşın Aydın Öğretmen beğendi. Üstelik parçayı da bir ölçü olmak üzere tahtaya yazdırıp arkadaşlara örnek gösterdi:
-Herkes sesine uyan dizi üstünde çalışacak! Tahtaya yazılan notalar, karışık göründüğünden, çalışacak arkadaşların sesine uygun diziyi yazması istendi. Öğretmen dört sesi de okudu. Kendi sesinin özelliklerini (Tenor) anlattıktan sonra:
-Şan dersi okuyan bir kimsenin kendi sesinin rengini seçmemesi düşünülemez! deyip kesin bir tavır koyduktan sonra gülümseyerek, haftaya devam edelim! deyip ayrıldı.
Mahir Canova Öğretmen elinde kitapla geldi. Günaydınlaştıktan sonra:
-Gene mi Kral Oidipus? demeyin, Kral Oidipus, daha doğrusu Sofokles bize Kral Oidipus’u değil Yunan tiyatro anlayışını bütünüyle öğretiyor. İşte bir Kral Oidipus daha deyip Oidipus Kolonos’ta kitabını gösterdikten sonra:
-Dinliyoruz! deyip okumaya başladı. Ara ara okumayı kesip açıklamalar yaptı. Oidipus Kolonos’ta kitabı, Kral Oidipus’a neler katıyor? deyip sorular sordu:
-Kral Oidipus kitabında, belli bir mekan yok. Anlatılan olayların bir yerde olduğunu düşünüyorduk ama o yeri biz, bildiğimiz haritada bir noktaya koyamıyorduk. Gerçi ikide bir bir Thebai sözü ediliyorsa da Thebai’yi Atina gibi belli bir yere konduramıyorduk. Oidipus Kolonos’ta belli bir mekân
görüyoruz. Kolonos, bildiğimiz Atina yakınında bir kent. Öyle ki, oradan Atina görülmektedir. Ayrıca, Kral Oidipus’n belli bir insan tarafını burada iyice belirginleşiyor. Kayın biraderi Kreon’la hesaplaşması, bu konuda söyledikleri, Kral Oidipus bölümünde yoktu ya da kısa değiniliyordu. Burada ayrıntılı olarak anlatılıyor. Ayrıca Kral Oidipus, kendini Tanrılara karşı da burada açık açık savunmakta hatta karşı çıkarak Tanrıları sorgulamaktadır:
-Onlar ki ölümlü insanları yönlendirmektedir, öyleyse bu bahtsız durumlar ölümlü insanların başına neden geliyor?
Mahir Canova Öğretmen bu kez:
-Gelecek dersimizde de bir Sofokles daha okuyup sonra işimize başlayacağız! muştusunu verdi. Besbelli Antigone okunacaktı. Üç kitabı da daha önce okuduğum için çok rahatladım. Piyeste rol almayacağım ancak konulara da yabancı kalmayacağım.
Arkadaşların çoğu piyeste rol almaya hevesli.
*
Öğle yemeğinde gene Kral Oidipus konuşuldu. Bu kez de Kral Oidipus’un ölümü anlaşılamamıştı. Ölüm olayı da doğumu, yetişmesi gibi oldukça karanlık bırakılıyor. Mitolojik olayların anlatımı genellikle böyle. Euripides’in Medea’sını örnek verdim, orada da sonuç belirsiz, Medea ile çocukları öldü mü, uçup gittiler mi tam olarak açıklanmadan kitap bitiyor.
*
Faik Canselen Öğretmen armoni dersinde oldukça yumuşak davrandı. Önce kendi çalışmalarını anlattı. Müzik Öğretmen Okulunu bitirip öğretmen olarak atanınca bizim durumumuzda olduğunu, bir armoni sözü edildiğini ancak kendisinin bunun dışında kaldığını gülerek anlattı. Okul şarkılarını iki sesli yapmaya kalkışınca eksiklerini anlayıp işe yeni baştan başladığını, yaza boza yaza boza bir yarışmaya katılacak cesareti gösterdiğini, birinciliği kazanınca da bu işe iyice gönül bağladığını anlattı. İlk denemelerinden örnekler verdi. İleri Marşını söyletip, çok seslilik durumunu sorguladı. Arkadaşların isteği üzerine kendi bestesi olan Bir Köy Düğünü süitinden bölümler çaldı. Ödev olarak da birer türkü seçip iki sesli yapmamızı istedi.
Öztekin Öğretmen kemancıları toplu çalışmaya alınca, alt odadaki piyanoda çalıştım. Faik Öğretmen Chopin parçaları için geçen hafta olumlu konuştu ama gene de “Tam olmuş!” dememişti, onları baştan sona bir kez daha tekrarladım. Kendi kendime de sordum:
-Parçalar olmuş ama Chopin olmamış! Chopin olmak için, onun gibi çalmak gerekecek! İçimden:
-Al sana Chopin! deyip gene gene tekrarladım. İyiden iyiye bıktığım bir sürede Doğan geldi, bana bir Maşallah! çekti. Onların memleketinde(Edirne-Havsa) başarılı iş yapanlara böyle deniliyormuş. Bizim köyde de “Maşallah!” çok kullanılır ama daha çok, çocukların büyümesi ile ilgili konuşmalarda:
-Maşallah oğlunuz büyümüş, maşallah, kızınız çok becerikli falan denir.
Yemekte Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, dergi kolu toplantısına çağırdı. Özellikle de gelmemi beklediğini göz kaş işareti yaparak belirtti.
Daha önceki toplantılarda, dergi yazılarında kullanılacak dil için uyarılarda bulunduğumdan bu konuda beri destekleyen yazıları gördükçe, ya yazıyı aldığımı ya da kaynak gösterdiğimi arkadaşlar biliyordu. Bu konuda hazırladığım iki yazıyı alıp Dergi Odasına gittim. Toplantıya benim gibi yönetim kurulu dışından on kadar arkadaş katılmıştı. Gölköy/Rasim Köktürk, Akçadağ/Arif Gelen, Beşikdüzü/Cesarettin Ateş, Cilavuz/İsa Öztürk, Haruniye/İbrahim Toprak, Kızılçullu/Haşim Kanar, Aksu/Fahri Özçelik, Arifiye/Hasan Ayaz, Hasanoğlan/Galip Gürler. Kepirtepeli olarak da ben seçilmişim. Katılanlar içinde 2.cı sınıflardan tek ben olduğumdan ilk söz bana verildi.Konuşmaları yönlendiren Hüseyin Atmaca’nın tavrından benim yapacağım konuşmamın önemseneceğini anlamıştım. Sözü uzatmadan Ahmet Emin Yalman’a getirip devrimlerin karşısında olanlara destek olunmamasını, kullanılacak dilin Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy’ü, Köy Enstitüleri Müfredat Programı başta olmak üzere bizlere derse gelen öğretmenlerin kullandığı dilin kullanılmasını, T.D.T.C’nin önerdiği sözlerin benimsenmesini, bu konuda çok titiz davranan Varlık Dergisi’nde çıkan yazıların izlenmesini önerdim. Bu arada Varlık Dergisi’nden aldığım iki yazıyı da Dergi Kolu sorumlusu Bekir Semerci’ye verdim.
Basın Kurultayı
Dergimizi basılmaya verirken Basın Kurultayı açılmış bulunuyor. Türkiye’de toplam gazeteci, dergici, dizici, kitapçı ve yazıcı, bütün basın emekçilerini bir araya toplayan bu ilik Kurultaydan Türk kültürünün genişlemesi için büyük sonuçlar bekliyor ve umuyoruz.
Basın işlerini düzenlemek için memleketimizde gerçekten yapılacak pek çok iş vardır. Her şeyden önce dağınıklığı ve başıboşluğu ortadan kaldırmak, kuvvetli bir örgüt yapmak, sonra çok önemli olan “bayiler” işini her ne bahasına olursa olsun bir yoluna koymak lâzımdır.
Hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de pek çok gazete, pek çok dergi, pek çok kitapevi, dağıttığı yayımların parasını toplamak imkânını bulamadığı için kapanmıştır.
Basıcı göndermek, okuyucu çevresinde kitap ve gazeteleri bulmak ihtiyacındadır. Ancak bu işte ortacılık eden kimselerden bir çoğunun dürüst hareket etmemesi yüzünden ne basıcı eserlerini memlekete gerektiği derecede yayabilmekte ne de okuyucu, istediği eseri elinin altında bulabilmektedir.
Kuvvetli bir dağıtma örgütüyle bugünkü basım rakamlarının, bir kaç ay içinde iki üç katına çıkabileceğine inanıyoruz.
Ayrıca, bir takım gazete ve dergilerin satışlarını artırmak için kamusığa uygunsuz yazılar ve resimler neşretmeleri, kitapçılarımızın basacakları eserleri bilmemeleri, batı dillerinden yapılan çevirilerden bir çoklarının pek dikkatsiz ve
Baştan savma yapılması hakiki kültür yayımlarının, kötü maksaklara âlet olanların rakipliği altında ezilmesi, gazetelerimizin kitap reklamları için özel şartlar koymamaları ve kitap tenkitlerine yer ayırmamaları....bütün bunlar ve daha bir çok meseleler basın kurultayında görüşülmeli ve büyük dertlerimizin çareleri bulunmalıdır.
Geniş halk yığınları için en büyük eğitim araçlarından biri olan basın işlerinin bugünkü başıboşlukta bırakılması halk asığlarının savsanması demek oluyor.
Her sahada büyük devrimler yapmış olan genç Türkiye yayım işi gibi birinci plânda bir meseleyi daha uzun zaman kendi haline bırakamaz.
Bu bakımdan, basın kurultayını, yeni atılmalara doğru ilk adım olarak görüyor ve alkışlıyoruz.
Önemli sözler: Dergi-mecmua, dizici-mürettip, Sonuç-netice, örgüt-teşkilat, önemli-mühim, ortacılık-mutavassıflık, basımı-tabı, kamuasığ-genel menfaat, özel-hususi, eğitim-terbiye, araç-vasıta, asığ- menfaat, savsanmak-ihmal etmek, yayım-neşir.
Varlık Dergisi
Yazar Sadri Ertem’in yazısı:
Dil Değişmesi bir Oluştur!
Dilimizin özleşmesi, ayaklarımızın altındaki kayalardan tepemizdeki görünmeyen yıldızlara kadar, iki durak arasında sıralanmış başsız ve sonsuz “Oluş”dan bir parçadır. Kayadan, ışık parçasına, kuş kanadına ve düşünceye kadar süzülüp gelen “Oluş” karşımıza hep yeni ile eskinin savaşından kazanılmış kanlı bir doğuş gibi görünür.
Heraklit ne kadar haklıdır? Bu bakımdan Türk dilinin coşkun bir dere gibi yeniye doğru akışı, yeni dalgalarla acuna karışışı ileriye, daha ileriye gidişin ta kendisidir.
Türk dilinin değişmesi, ağaçların ilkyazda çiçek açması, yemiş vermesi, kuşların yavrulaması, tırtılın kelebekleşmesi gibi bir şey...
Şimdi artık bu değişmenin tutacağı yolları arayabiliriz. Yağmur iyidir, sel korkunçtur demekten bir şey çıkmaz. Yağmurun nasıl yağdığını, selin niçin coştuğunu tanımak gerektir. Dilimizin amacını da böylelikle tanıyabiliriz...........
Siz istediğiniz kadar:
-Senin ölen arkadaşının mezarıdır. Bir zaman gelecek ki sen çok hasta olacaksın, seni bu mezarları darmadağın ederek,kemikleri ezip toz haline getirerek havaya savurduktan sonra bu topraklar üstüne yapacakları bir hastaneye getirmek isteyecekler. Eğer gelirsen, bu mezarlar üstünde yapılmış hastanede yatarsan, yemin ediyorum ki gecelerin kabuslarla dolacak. Ve sana hayat yerine ölüm hakim olacak.
Doktorun sesi yine akisler yaptı:
-Yarın sabah gelirim, hastaneye kaldırınız.
Gözlerimi açtım, boğazımın çıkarabileceği bütün sesi kullanarak bağırdım:
-Hayır hastaneye gitmek yok!
Kalkmak istedim; iki kol beni zorla yatırdı.
Büyük anamı uçurmak için kırk yıl evimde düşündüm, deyiniz. Hiç düşünmeyen kuşlar sizin büyük ananızdan daha önce kanatlanacaklar. Makineyi kullanmasını bilenler ellerini şakaklarına koyup arpacı kumrusu gibi düşünmekle bir şey elde edemezler. Düşünce ile realite, Lindberg’in isteği ile tekniğinin birleşmesi gibi birleşmedikçe düşünce kafadan çıkmaz. Düşünceleri kafalarının zindanında kalmış nice adamlar vardır.
Bizim dilin geçtiği yol, geçeceği yollar bizim topluluğumuzun tarihi ile aydınlanabilir.
Arkada bıraktığımız yol, kültür değerini Arab kutluluğundan, sosyallik ölçülerini Acem sarayından alan İslâm İmparatorluğu’nun açtığı yollardır.
İslâm-Türk İmparatorluğu, her şeyden önce Türk diline bir sürü Arab sözü verdi. Çünkü Türk ve Arab düşünceleri arasındaki ayrılık yüzünden İslâm-Türk düşüncelerini anlatabilmek kendi dillerinde karşılık bulamazlardı. Arab düşüncesinin kökü İbrani düşüncesidir. İbrani düşüncesine göre Acunun temelini Yahova kurmuştur. Yahova, eti, kemiği, gövdesi olmayan bir varlıktır.O Acunun dışındadır. Acunun dışından bütün varlığa buyruk verir. Bu yüzden İbrani ve Arab düşüncesi, bu düşünceyi anlatan dil, Acunun temelini elle tutulan, gözle görülen, varlığın evreni kurmuştur diyen natüralist Türk düşüncelerini anlatamazdı. Türkler ise islâm olmuşlardı. İslâm olunca ve Acunu görüşleri de İslâmlaştı. Onun için felsefe sınırına giren düşünceler Arapçalaştı.
Düşüncenin biçimi bakımından İbrani düşüncesi ne kadar Türk sitelerinde yaşayanların düşüncelerine, görüşlerine aykırı ise Akdeniz, hele Yunan düşüncelerine de o kadar aykırıdır.
İslâm düşünceleri İslâm orta kurumunda, ki bu orta kurun bir takım yerlerde hâlâ sürüp gitmektedir. Hıristiyan orta kurunu Yunan düşüncesi yeniden doğuncaya kadar acuna buyrukluk ettiler. İkisi de İbrani düşünce temeline dayanıyorlardı.
Bizde bir de orta kurunda bir soysallık dili olan Farsçanın yeri vardı.
Şimdi biz, dil temizliği ile iki şey yapıyoruz:
1.Düşüncemizde orta kurundan kurtuluyoruz. Rönesans Garp Avrupa’sında bu işe beş yüz yıl önce yol açmıştı.
Derebeylikten ulusallığa geçiş bir yönden de İbrani görüşünden kendi görüşüne
Geçmekti. Dil böylece kilise adamlarının, daha doğrusu İbrani görüşünden kurtuldu.
İbrani görüşünden kurtulmak Acunu itopilerden değil, gerçekliği ile görmeğe başlamak demektir. Nitekim eski Yunan düşüncesinde realitenin ve kritiğin büyük bir yeri vardı. Çünkü varlığı kendi sınırları içinde gören bir kafa hem realiteye uygun düşüyordu hem de ütopik varlığın dışında buyrukluk eden Allah’ın istibdadından kendini koruyordu.
Biz dil temizliği ile Türk tarihinde öz Rönesans’n ta kendisi ile karşılaşıyoruz .”Klâsik” Türkçe böyle doğacak.
2.Rönesans’ın dilekleri bizim de dileklerimizdir. Fakat bizim 1934 ü 1534 olmaktan kurtarmak, sözün kısası Rönesans’ın doğurduğu Acun görüşüne, ileri teknikli soysallığa kavuşmak boynumuzun borcudur.
Yalnız öz dile değil, Acunun teknik yarışına, teknik düşüncelere kafamızda ve ulusumuzda yer bulacağız. Bunun nasıl yapacağız? Bunun karşılığı şudur:
İnkılâbı seven yayar.
Özdili seven, özdille inandığını yazar, yarı inkılâpçı ve kaytak azmanı Osmanlıca düşünür ve lügata bakar, geri düşünceye yeni etiket atar.
Varlık Dergisi-15 Ocak 1935 sayı 37
Az kullanılan sözler: Acun, dünya. Yahova, İbrani peygamberi. Heraklit (Heraklitos) İ.Ö 535-475 yılları arasında yaşamış,(İzmir) Efesli bir filozof. Hayatı bir akış olarak nitelemiş, bunu ”Bir suda iki kez yıkanılamaz!” deyişiyle özetlemiştir. Lindberg, Atlas Okyanusu uçakla ilk geçen pilot (A.B.D) İtopi, ütopi, düşe dayanan, gerçek dünya dışında düşsel dünya düşlemek. Kurun, çağ, (Orta Çağ) bir dönem. Sosyal, toplum, toplumcu. Kaytak, kaypak, dönek, sözünde durmayan. Azman, kendi türünün özelliklerini kaybetmiş canlı varlık, iri, soysuz.....
Yatınca bir süre düşündüm. Çağrıya uyup Dergi Kolu toplantısına katıldım. Anladığım kadarıyla sorumlu arkadaşlar uyum içinde çalışıp ortak bir ürün üretmek istiyorlar. Bunu ben de istiyorum. Öyleyse çağırılınca gitmeliyim. Böyle deyip rahatlar gibi oldum ama gene toplantıya dönerek, katılanların tavırlarını anımsadım. On kişilik Dergi Kolu üyeleri içinde ben konuşurken bir kişinin yüzü hep buruk durdu. Dokuz arkadaş bir şeyler sordu, bir şeyler eklemek istedi. O bir kişi gözlerini tavanın karşı köşesine çevirip sanki köşeyi delerek havaya uçtu. Neden? Kendimi bir an Kepirtepe günlerine geri döndürdüm. Sanki iki yıl geçmemiş, senin köy benim köy, senin köylü Hüsnü Dayının kızı, sen şusun, ben buyum! türü çocuksu gibi ama kindar tavırlar. Bunda suçlu bensem, Tevfik Uğurlu ondan neden rahatsız oluyor. Giderek eskiye döndüm. Okul Müdürüne yapılan imzasız adressiz şikayet ciddiye alınsaydı, başıma kimbilir neler gelecekti. Öğretmenlere ad takıldığı doğruydu. Kimin taktığını kim arayacak? Şikayette anlatılan varsa, bunun hesabı benden sorulacaktı. Bunu yapan eğer burada ise neden bir daha denemesin? Uzun uzun düşündüm...
5 Aralık 1944 Salı
Akşamki düşüncelerim etkilemiş olacak sabahleyin oldukça neşesiz kalktım.Arkadaşlar La Fontaine üzerine yakıştırmalar yapıyordu.Okul Müdürü Rauf İnan Çiftelerdeyken La Fontaine’den sık sık söz edermiş.Değişmez örneği de Karınca ile Ağustos Böceği imiş.Bunu eleştiren oldu,Kızılçullu çıkışlı Mehmet Kocaefe yüksek sesle:
-Karıncanın çalışkanlığı insanlar için çekici bir örnek olamaz, onun yerine arı konsa daha ilgi çekici olur.Çünkü insanlar arının emeği ürününün değerini biliyor. Karıncanın ne yaptığını kaçımız biliyor? diye sordu. İhsan Güvenç karşılık verdi:
-Sizin Kızılçullu Müdürü arıları mı örnek veriyordu? Bir grup birden:
- Kızılçullu hangi müdürü, eskisi mi yenisi mi? Farketmez !diyenler oldu. Bu kez farkettiği, çünkü iki müdür arasında dağlar kadar fark olduğu, yeni, müdür Hamdi Akman’ın Çiftelerden geldiği gülümsenerek anımsatıldı. Konuşmalar giderek gerginleştiyse de her kafadan ses çıktığım için yatakhane boşaldıkça olay yatışır gibi oldu.
Kahvaltıda konu gene açıldı.”Ağustos böceğinin yararsız zırzırına karşı arı mı yoksa La Fontaine’in yaptığı gibi karınca mı karşı konmalı? Hem güldük, hem tartıştık. Ekrem yepisyeni bir öneri getirdi:
-İkisine de gerek yok, ağustos böceği yerine biz kendimizi koyalım.Tembellik yönünden bir benzeşikliği hep benimsedik ama, fable yerleştirmede anlaşamadık. Arkadaşlar şakalı konuşmalar yaparken birden anımsadım.Ünlü Fransız Eğitimci yazar Jean Jacques Rousseau, La Fontaine Fablerinin çocuklara okutulmasını eleştirmiş:
-Çocuklar, bu fablleri okurken kendilerini hep kurnazların yerine koyar, böylece yaşamlarında kurnazlık yolunu seçerek toplumun zararlı birer bireyi olurlar!
demiş.Yeni aldığım İsmail Habip Sevük’ün Avrupa Edebiyatı ve Biz kitabında,La Fontaine için ayırdığı bölümde bunları yazıyor. İsmail Habip’in bildiğini Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen bilmez mi? Biliyorsa bunu bilgi olarak neden söylemiyor? Bir süre ortaya çıkıp bilgiçlik taslamayı düşündümse de sonra vazgeçtim. Bence bu konuda Jean Jacques Rousseau haksız. Çocuklar, kurnazları değil olayda başarını olanları seçer. Peyniri kapamayan tilkiyi neden seçsin? Çocuk için tilki ile tavuk eşdeğerdedir. Tilkiye yüklenen kurnazlık büyüklerin işidir. Çocuklar henüz büyüklerin hayvanlara yakıştırdığı sıfatları benimsememiştir. O nedenle kurdu atlatan kuzu, ya da tilkiyi atlatan karga çocuk gözünde aldananlardan üstündür.
*
Sahahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. Elinde kitap, teksir kağıtları vardı. İlk söze, Montaigni öğretmeni konuşurken bir nebze üzerinde durmuştuk. Bizim tarihimizin de geç de olsa benimsediği Rönesans, Reform hareketleri belli bir süreçte aydın insanların diretmesiyle ortaya gelmiştir. Bizim dersimizi kişiler üzerine fazla yıkmayacağız ama gene de onların çabalaqrını anacağız, ya da ben sizden sorayım analım değil mi? deyip Montaigne’nin doğum, ölüm tarihlerini söyledi.(1533-1592) Tam anlamıyla 16.yüz yıl adamı.... dedikten sonra La Fontain’e geçti. La Fontaine öğretmenimiz de (1621-1695) tamı tamına 17. yüz yıl adamı. deyip gülümsedi. Az düşünür gibi durduktan sonra:
-Batı uygarlığını hazırlayanlar böyle arka arka tek tek gelmemiş. Biz öyle örnek seçiyoruz. Bu iki öğretmenimizle dirsek dirseğe yaşamış binlerle insan var.Ne dersiniz, bizim birlikte görmezden gelip geçtiğimiz öteki Montaigne’leri, La Fontaine’leri bulup okuyalım mı? Okumazsak bence yarım kalacak bir durum var.
Örneğin Montaigne Öğretme Fransa’nın Bordo kentinde yaşamış. Bu kentte yetişen bir başka Fransız görüyoruz. Montesquieu. (1689-1755)İçinizden birileri bir gün Hukuk konusuna eğilirse karşılarına Montesquieu çıkacaktır. İsterseniz kendi işimize öğretmenlik mesleğine dönelim:
-Jean Jacques Rousseau diye birini duymuş olmalısınız. Çocuk eğitimi için çırpınan bir insan .1712-1778 yılları arasında yaşamış. Öne sürdüğü fikirler kendisinden sonra yaygınlaşarak uygulanmaya konmuş. Aynı doğrultuda İngiltere’de de gelişme görülmektedir. Daha önca bir nebze değindiğimiz Francis Bacon 1561-1626 yıları arasında yaşamış. Bizim en güçlü olduğumuz döneme rastlar. Hemen hemen yaşıtı William Shakespeare 1564- 1626 yıllarında yaşamış.
Bu saydıklarımızı daha çoğaltabiliriz. Daha doğrusu bunları siz çoğaltacaksınız, çoğaltmak zorundasınız. Atatürk’ün bir önemli buyruğu da budur, biliyorsunuz. Bunları tanıdıkça göreceksiniz, onların öne sürdükleri fikirlerin, kendilerinden önce tamı tamına değilse bile bir ışık olarak yakıldığını söylemektedirler. Bunların her biri bizim Montaigne öğretmenimizin yöntemini uygulamıştır. O nedenle örneğini daha çoğaltmadan ortak noktalarını söyleyip bugünkü konumuza dönelim. La Fontaine Öğretmen de demin saydığımız dizi arasındadır. İşte güzel bir örnek. La Fontaine,tıpkı Montaigne Öğretmen gibi yararlandığı kaynağı söylüyor. Öğretmen elindeki kitaptan Fransızca olarak, La Fontaine’in söylediklerini okudu. La Fontaine, eski Yunan filozoflarından (Aisopos,İ.Ö 620-564) Ezop’tan yararlanmış.
William Shakespeare Francis Bacon
Sabahattin Öğretmen bundan sonra La Fontaine fabllerinden nelerin anımsandığını sordu. Geçen derste söylenenlerden farklı bir sonuç alınmayınca Sabahattin Öğretmen hayıflanıcı bir sesle:
-Ya işte, umut çeşmeleri ne tümden kesiliyor ne de gürül gürül akıyor! Şip şip diyerek damlamasını sürdürüyor! deyip elindeki kitabın arasından kağıtları karıştırıp seçim yaptı. Seçtiği yazının bir yerinde duraksayıp güldü. Bize bakarak:
-İşte size güzel bir örnek. Bunu çeviren demeğe dilim varmıyor, adeta yeni baştan yazan genç bir şair arkadaşımız. 27 yaşında .Orhan Veli Kanık, bizim Tercüme Bürosunda çalıştığı için yakından tanırım.
Horozla İnci
Horozun biri bir gün inci bulur;
Alıp onu kuyumcuya doğrulur.
Kuyumcu ne istediğini sorar.
O da der ki:”Bu galiba mücevher;
Al da bunu, bana biraz darı ver;
O benim daha çok işime yarar.”
Bir cahile bir kitap miras kalır;
Cahil de hemen, bu kitabı alır,
Yol üstündeki kitapçıya uğrar;
Der ki:” Bu kitabı vereyim sana,
Yerine sen üç beş kuruş ver bana;
O benim daha çok işime yarar.”
Orhan Veli Kanık
Sabahattin Öğretmen fablın Türkçe söylenişini sordu. Arkadaşlar çok beğenmişti, hemen çeviren üstüne sorular sır5alandı. Ancak öğretmen, soruları karşılamak yerine:
- Önce, bir dilden bir başka dile o dilin tüm özelliğini taşıyan şiirin çevrilmesi beklenmemeli. Çünkü bu kesinlikle olamaz! dedikten sonra bir süre düşünür gibi duraksayarak:
-Hepiniz az çok şiirle ilgilendiniz; şiir hatta şairler üstüne konuşmalar dinlediniz. Bizim geçmişimizde bilimsel çalışmalar olmamıştır ama alabildiğine bir şiir yarışı sürmüştür. Büyük şairlerimizden söz edilir. Size sorsam hemen bana büyük şair olarak Fuzuli, Baki, Nef’i, Nedim hatta Yahya Kemal diyeceksinizdir.Böyle bir konuşma yapsak ben size:
-Hayır, siz büyük şairleri sıraladınız; oysa onlardan da büyük anlamı taşıyan şairimiz de vardır. Şair-i Muazzam! Böyle birini duymamış olamazsınız. Ben parmak kaldırdım. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın bir tane de olsa tanık çıktı! dedikten sonra Abdülhak Hamit! deyip sözünü sürdürdü:
-Vereceğim örnek size, Türkiye Cumhuriyeti’nin, bizim tarihimizde nemene bir büyük yenilik olduğunu da gösterecek. Abdülhak Hamit, iyi öğrenim görmüştür. Ancak, Osmanlı eğitim düzeni içinde yetiştiğinden içinde bulunduğu kabuğu kıramamış, dünyaya o kabuk içinden bakmış. Gerçekten çok yazmış, tiyatro alanında bizim edebiyatımızda rakipsizdir. Onu, İngiliz yazarı William Shakespeare ile karşılaştıranlar bile olmuştur. Uzun yıllar Avrupa’da yaşamış, orada evlenmiştir. İngilizce, Fransızca ana dili gibi konuşur. Bakın, sözünü ettiğim Şair-i Muazzam bizim La Fontaine’e de el atmıştır.İşte bir örnek:
Horoz ile İnci
Serseri bir Horoz-ı hâne harâb
Uğrılar her nasılsa bir dür-i nâb.
Gösterip bir kuyumcuya güheri
Der ki”zannım ziyâdedir değeri....
Bulabilsem biraz darı ammâ
Görülürdü işim daha âlâ!”
Bir kitâb-ı nefis’e bir cahil
Oldu irsen, kazâ bu ya, nail:
Car’ı sahhâfe arzedip eseri,
Dedi:”zannım, çok olmalı hüneri!
Veren olsa fakat beş on mangır
Bence on kerre ondan âlâdır!”
Sabahattin Öğretmen güleç bir yüzle bize baktıktan sonra:
-Bu şaşırtıcı örneklerden zaman içinde başkalarını da göreceğiz! dedikten sonra elindeki kağıttan Horozla Tilki fablını okudu:
Horozla Tilki
Görmüş geçirmiş anasının gözü bir horoz
Tünemiş bir ağacın dalına.
Kurnaz tilki, sesini yumuşatarak, ona
Dedi ki:-“Kardeşçiğim artık dostuz;
Barış oldu hayvanlar arasında.
Müjde getirdim sana, inde bir öpüşelim;
Ama Allah aşkına oyalanma;
Çünkü bilirsin ya,başımdan aşkın işlerim.
Oysa ki siz serbestsiniz daima;
İşleri düşünmeyebilirsiniz;
Hem artık size yardım da ederiz.
Şenlik yapın bu akşam; en tezidir.
Ama, kuzum,in de aşağıya bir
Doya doya öpeyim gözlerinden.
-Kardeşim, dedi horoz, bu mutlu haberinden
Daha mutlu bir haber alamazdım, şüphesiz.
Bu nefis
Bu mutlu haberinden.
Üstelik bunu senden öğrenmekle
Sevincim iki kat oldu. Ama, dur hele...
Bunu müjdelemek için olacak,
Bak iki tazı geliyor, koşarak.
Hızlı da koşuyorlar, haydi ben ineyim de
Hep birden öpüşelim, tazılar geldiğinde.
-Hoşça kal, dedi tilki, yolum biraz uzunca.
Kutlarız bu barışı yeniden buluşunca.
Çabuk toplayıp tası tarağı,
Külhani bir anda tırmandı dağı.
Bir iş çıkmamıştı numarasından
O sıra çalının arkasından
İhtiyar horoz kıs kıs gülüyordu.
Oyunbazı oynatmak pek tatlı oluyordu.
La Fontaine. Çeviren -Orhan Veli Kanık
Sabahattin Öğretmen bitirince beğenip beğenmediğimizi sordu. Büyükçe bir çoğunluk, beğendiğini söyledi. Kitabı soruldu. Şairin çeviri işine yeni başladığını çeviriler bir kitaplık olunca yayınlayacağını umduğunu söyledikten sonra Balıkçıl’ı okudu.
Balıkçıl
Bir gün uzun bacakları üstünde balıkçıl,
Uzun boynuna takılmış upuzun bir gaga,
Dolaşıyordu bir su kenarında.
Su en güzel günlerdeki gibi pırıl pırıl.
Güzel turana kardeş fır dönüyordu içinde,
O nefis yayın kardeşle birlikte.
Balıkçıla o kadar yaklaşıyorlardı ki
Uzansa hepsini yakalayıverecekti.
Ama hiç bir şey yapmadı,bekledi;
Karnım biraz daha acıksın dedi.
Muntazam yaşardı,vakitsiz yemek yemezdi.
Nelerden sonra hazret acıktığını sezdi.
Yavaşça kıyıya doğru yaklaştı.
Bu sefer de sazanlar dolaşıyordu suda.
Bekleyecekti,hoşuna gitmemişti bu da.
Nedense biraz nâmizaçtı.
Beğenmezdi öyle değme yemeği;
“Sazana mı kaldı, diyordu kuşların beyi?
Bunula doyacağım! Beni ne sanıyorlar?”
Sazan da gitti, şimdi bir kaya balığı var;
Onunla da koskoca balıkçıl nasıl doyar?
“Allah korusun!diyordu,kımıldamam bile.”
Ama sonra daha azı için kımıldadı.
Kalmamıştı suda balığın adı.
Acıkmıştı; bir sümüklü böceğe rastladı;
Bir anda yaladı yuttu lezzetle.
Pek o kadar müşkülpesent olmayın.
Bu dünyada en fazla uysallar rahat eder.
Aç gözlülük ederseniz eldeki de gider;
Hiç bir şeyi küçük görmeyin sakın.
La Fontaine, Çeviren-Orhan Veli Kanık
Zil çalınca öğretmen gülümseyerek:
Devam edeceğiz, ilginizi azaltmayın! deyip ayrıldı.
*
Salı günleri iki ders için iki yer değiştiriyoruz. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen, sıkışık da olsak kitaplıkta ders yapmayı yeğliyor. Oysa büyük salonda rahat oturmak bizim işimize geliyor. Dersler arasındaki kısa zamanda yer değiştirmek bize zor geliyor. Öğretmenden sonra derse girmek ise utanç verici geldiğinden koşuşturmak zorunda kalıyoruz.. Bu koşuşturma kimi zaman abuk subuk söylemlere yol açıyor:
-Dersi dinlerken gevşiyoruz; rahatız, hoşnuduz ama, ders sonunda bu eziyet olmasa! Bu söz, bugün de tekrarlandı. Koşuşarak solona dolduk. Yunus Kazım Köni Öğretmenin de bugün erken geleceği tutmuş; kargaşayı görünce sordu. Olayı öğrenince acıyımsı bir yüzle öneride bulundu:
-Bundan böyle derse on dakika geç başlayalım! Arkadaşlar çok sevindi. Yunus Kazım Öğretmen kısa zamanların genel çalışmalarda önemsenmemesi gerektiğini, zaten yapılan müfredat programlarını insanların yaptığını anlattı. Müfredat Programları hakkında sorular sordu. Aldığı cevaplara kendi de eklentiler yaptı. Sonunda da sözü dersimize, psikolojiye bağlayarak konuyu çocuklar (yaşlara göre)açısından irdeletti. Büyüklerin davranışları ile çocukların davranışlarının en çok nelerde, nerelerde çatıştığını sordu. Bir ara ders değişik bir havaya büründü. Altmış kişilik sınıfta kalkıp konuşmayan kimse kalmamıştı. Sonunda hepimize bir soru yöneltti:
-İlkokul çağınızı anımsayın, belleğinizde iz etmiş bir konuda anne-babanızla uyuşamadığınız bir sorunu, anne-babanız yerine kendinizi koyarak nasıl sonuca bağlayabileceğinizi bir kez daha gözden geçirin. Vardığınız sonuçtan sonra bu kez de yine kendinizi o yaşta varsayıp bir kez daha irdeleyin. Kurduğunuz bu düşsel olaylardan sonra kendi yaşadığını olayı bir de şimdiki değerlerinizle bir süzgeçten geçirin. Göreceksiniz ki, silinip gittiğini sandığınız bir olay size ummadığınız bir sonuca götürecektir. Bir kez olay neredeyse başkalaşacaktır. Nedeni şu:
-Ne kadar olmaya çalışsanız, anne-babanın psikolojik durumunu tutturmanız olası değildir. Burada, psikolojik bilgi değil, kişisel değerler de farklıdır. Kişisel değerler, alınan eğitimle değişir. Eğitim derecesinde içinde yetişiler ortam da etkili olur. Tiyatrolarda baba rolüne çıkmak gibi baba baba olmaktan söz etmiyoruz. Gerçek babanın kendine özgü bir tensel-tinsel uyumu vardır. Bu uyum onun yaşam konusunda kendine özgüdür. Bu özgülük içinde yaşamını sürdürür, kararlar verir, verdiği kararları uygular.
Bu arada öğretmen bir noktaya dikkatimizi çekti. Psikoloji ya da ruhsal sözleri arasına can sözünü katanlar oldu.”Canı öyle istemiştir!” ya da “Canı nasıl isterse!” diyenler oldu. Öğretmen bu konuda titizlik gösterdi:
-Dersimiz psikoloji, konumuzda yetişkin, çocuk ruhsal farklılıklarını irdeliyoruz. Canlı-cansız ayırımı söz konusu değil, elbette canlılar üstünde duruyoruz. Psikoloji bilimine sırtını çevirmiş üfürükçü ruhiyatçıların (Dinsel yorumcuların) dilini konuşmamız söz konusu değil. Psikoloji bilimi doğup gelişirken (1850-1890 yılları arası) Avrupa’da da bu ruh- can ikilemi öne sürülmüş, Giderek de “Can!” savunucuları oldukça taraftar kazanmışlardır. Ancak Psikoloji bilimi ile sırt sırta gelişen Fiziyoloji bilimi bu konuda son sözünü söylemiştir. Can, canlının yaşam gücüdür. Ne tartılır ne de deneye gelir. Can, canlıda hareketi sağlar. Ruh ise canlıya tavır takındırır. Aynı canı taşıyan bir cins, örneğin insan yani bizler,çok farklı tavırlar içindeyizdir.İşte bu farklılıkların nedenleri, niçinleri bizim konumuzdur. Bunları daha yararlı bir yöne nasıl yöneltiriz?Bunu gözden kaçırıp safsataya saplanırsak geçmişin hatasına düşeriz. Fizyoloji Biliminin kurucusu Claude Bernard’ın (1813-1878) bu konuda bir de deneyi vardır. Claude Bernard laboratuvarında, gözleyicilerin önünde canlı bir hücre ile cansız bir hücreyi tartmış, terazinin kıpırdamadığı göstererek can olayının bir kıvılcım güç olduğunu kanıtlamıştır. Not olarak da şu bilgiyi belleğinize alın:
- Büyük Fransız Bilgini, Fizyoloji Biliminin kurucusu Claude Bernard, bilginler arasında pek az rastlanan türden koyu bir Katolik Hıristiyandır. Onun şu sözü de Bilim Tarihine geçmiştir:
-Laboratuvarımı kaparım mabedimi açarım-Mabedimi kaparım, laboratuvarımı açarım!
Yunus Kazım Öğretmen:
-Dersimizin konusu, bize yüklediği ödev, insanın ruhsal davranışları, özellikle yetişmekte olan çocukların doğal eğilimlerini fazla zedelemeden doğal mecrasında gitmesine yardımcı olmaktır. Bakın, “Yardımcı olmaktır!” diye bastırarak söylüyorum. Bazı kimselerin yaptığı gibi onun kendi emellerimize döndürmek değildir. Bunu yapmaya kalkarsak yetiştireceğimiz gençler, sirklerdeki hayvanlardan farksız olur. Öğretmen sirk’ in ne olduğunu sordu. Mehmet Toydemir, İzmir Fuarı’nda gördüğü maymunlardan söz edince öğretmen gülerek:
-Tek maymun değil, aslanları, kaplanları, atları, filleri o duruma getiriyorlar ki La Fontaine’nin kurdu ile kuzusu kardeş kardeş aynı kafeste yaşıyorlar. Yunus Kazım Köni Öğretmen:
-Ya işte böyle efendim! deyip durduğunda zil çaldı. Bu kez de gülümseyerek bir kez daha:
-Ya işte böyle efendim! deyip gülümseyerek ayrıldı.
Ali Bayrak ilk çıkışını yaptı:
-O büyük bilginin adını hiç unutmam! Ahmet Allı takıldı:
-Sende bellek var mı? Birileri söze karıştı:
-Ali Bayrak, işine gelenleri unutmaz! Sonunda gerçek ortaya çıktı, Ali Bayrak Claude sözünü külot şekline çevirmiş. Külot pantolonları çok sevdiğinden onu aklında tutacakmış.
Fakı Yörük sordu:
-Ulan oğlum siz sirklerden mi geldiniz? Karşılığını beklemeden Mehmet Toydemir’e:
-Doğru söyle bunları sirkte gördün mü?
*
Yemekte sirk üzerinde duruldu. Sirk filmleri görmüşler. Kızılçullu İzmir içinde olduğundan sık sık filmlere gitmişler. Ancak Ekrem Bilgin sirk olayını kendine göre yorumladı:
-Ben sirk gördüm ama oradaki hayvanları insanların terbiye ettiğini değil, terbiyeli olan hayvanların oraya nasıl toplandığını merak etmiştim! Nihat Şengül dayanamadı:
-Eh yani Ekrem, tam Sirk’liksin!
*
Öztekin Öğretmen kemancıları topluca alacağını söyledikten sonra bana da:
-Akşama plâk dinleyelim,bir kaç isim ayır, içinden seçelim! dedi.
Senfoni olarak Hector Berlioz-Fantastik Senfonu ile Anton Dovar’ak Yeni Dünya Senfonisi,
Keman Konçertosu olarak Ludwik van Beethoven, Felix Mendelsshon keman konçertoları,(Piyano istenirse) Tschaikowsky ile Brahms 1.piyano konçertoları, gerekirse,Mendelsshon Bir Yaz gecesi ile Prokofieff’in Lieutenant Kije’si....Bu sıralamayı yapınca sevindim. Akşama seçilenler dinlenir bir başka akşam da ötekileri.....
Alt odaya indim uzun bir süre Hanon çalıştım. Faik Canselen Öğretmenin:
-Hanon 50. etütten sonrasını ben bile çalışmadım! Demişti. Ben, kendi ölçülerime göre 55’ dek sürdürdüm. Ancak Faik Canselen Öğretmenin söylediği bir başka söz daha vardı:
-Gelecek yıl gerçek bir piyano öğretmeni gelirse çalıştıklarını ona çalarsın! Bunun anlamı ne? Yoksa bu, olmuyor! Demek mi? Gene de ben zevkle çalışıyorum.
Yemekte konu plâk dinlemek oldu. “Plâk dinlemek konserlerden hem daha rahat hem de daha etkili!” diyenler oldu. İkisinin de kendine özgü güzelliği var. Ben hemen Mahmut Ragıp Öğretmenden söz ettim. Hemşerim Kadir de duramadı:
-Sen ne buluyorsun o şişman ihtiyarda? Neyse ki bana söz düşmedi, Nihat, Kamil, Ekrem; gereken karşılığı verdiler. Gerçekte ben daha fena bir karşılık bulmuştum. Ancak babasına saygım nedeniyle sustum:
-Senin baban da yaşlı biri ama ben onu da saygıyla dinliyorum. Hatta “Benim oğlum hayırsız bir!” dediğinde ona seni övüyorum.
-Kadir iyi bir arkadaş, evde size nazı geçtiği için çocuklaşıyordur! diyerek gönül alıyorum! demeyi düşünmüştüm.
Yemekten sonra tam kadro, otuz arkadaş toplandık. Parçalar söylenince büyük bir grup hemen keman konçertosu önerisinde bulundu. Beethoven mi? Mendelsshon mu? yazı tura atıldı, Mendelsshon çıktı. Bölüm Başkanı gelir gelmez, senfoni olarak Berlioz’u söyleyince bu kez Mehmet Yelaldı bir öneride bulundu:
-Senfoniyi Bölüm Başkanımız seçtiğine göre bari üçüncü parçayı da biz seçelim! Öztekin Öğretmenden önce arkadaşlar bir ağızdan:
- Üsteğmen Kije! dediler.
Berlioz Fantastik Senfoni için Öztekin Öğretmen yeni arkadaşları kısa bir açıklama yaptı. Beethoven’in Başlattığı pastoral özellikli müziğinden sonra (6.Senfoni) bu alanda yapılan müzikli tasvir denemelerinin en başarılısı sayılan Fantastik Senfoniyi oldukça övdü. Ayrıca Berlioz için övücü sözler etti. Onun Büyük Roma ödülünü kazanmasını anlattı. Roma ödülü, Kiliseler birliğinin kurduğu bir ödül. Onu kazanan büyükçe bir para aldığı gibi Roma’da oturma hakkını da alır. Öğretmen ayrıca senfonideki bölümlerin anlatmak istediklerine değindi. Öztekin Öğretmene göre Hector Berlioz, bir Romantik Dönem bestecisidir. Romantikliğin gereklerini düşüncelerine duygularına yansıtmıştır. Örneğin burada bir genç, sevgilisini düşünmektedir. ”Acaba sevgilisi ola bağlı mı?”Bunu müzikle nasıl anlatacaktır? Aşık genç, daha duygulu olacağını düşleyerek afyon alır. Afyon insanların duygusal yanını arttırır. Besteci böyle düşünür. Ancak genç kahraman afyonu yeteri kadar almıştır. Gene de aldığı düşler kurmasına yeter.1.Bölümde bu düşler anlatılır. Genç aşık, sevgilisinin kendisine bağlı olup olmadı düşleyerek huzursuz, kıskanç, dinsel teselli duygular içindedir.2.Bölümde durum değişir, genç sevgilisini bir baloda görmüştür. Balonun neşeli, neşeli olduğu kadar karmaşık,çok değişken duygulu durumunu anlatır.3.Bu bölümde bir kır havası yaşanır. Koyunlar çobanlar, tam anlamıyla pastoral bir havadır. Aşık huzur bulduğunu sanırken birden sevgilisini görür gibi olur. Sevinmesi gerekirken sevinemez tersine ruhu daralır. Acaba sevgilisi onu aldatıyor mu? Bu soruya karşılık verememenin acısını duyar.4.Bu acı onun kıskançlığını kamçılar, dayanamaz, sonunda sevgilisini öldürür! Bu cinayet, onu ölüme götürür. İdam edilecektir.
5.İdam öncesi tümden dinsel bir hava yaratılmıştır. Melodiler sık sık değişir. Sanki besteci, yarattığı üzücü olaylardan, kendisine takıldığı afyonlu kahramandan kurtulmuş gibi eseri bitirir. Öğretmen,sözüne başlarken örnek olarak söylediği Beethoven’in 6. Pastoral Senfonisi’ni sordu. Pastoral Senfoni daha önce hem konserlerde hem de plâktan çok dinlenmiş ayrıca filmi, ünlü Fantazya’da izlenmişti. Değişik açılardan anımsamalar oldu. Özellikle Mitolojik olarak Baküs’ün Altıncı Senfoni eşliğinde dans edişine değinildi. ”Kısa bir “Öyle mi idi, böyle mi idi?” tartışmasından sonra Fantastik Senfoni dinlendi.
Senfoni bitince, arkadaşlar; müzikten mi yoksa anlatılardan mı etkilenmişti, gerçekten bir durgun seziliyordu. Mendelsshon konçerto laa, la laaa, la, la, laaaa! deyince yüzler değişti.Bu kez de ben, içimden içimden kurgulara kapıldım;kemancı arkadaşların çoğu şimdi,az önceki Berloz’un afyonlu kahramanı gibi bizim kemancılar da kendi düşlerinde Mendelsshon keman konçertosunu çalıyordu. Kimilerinin yüzünden bu iyice belli oluyordu. Konçerto bitince bildiğim tüm yüzler gerçek şeklini aldı.
Üsteğmen Kije, çok özel bir ilgi topluyor. Daha doğrusu topluyordu. Geçen yıl bir olay bu ilgiyi azıcık tavsattı ama sanırım sonraki gelişmeler durumu düzeltti. Müzik kendine özgü bir melodi, Onu oluşturan seslerle ilgi çekiyor. Eserin adına karışan üsteğmen bir kahraman olsa gerek. Ne var ki biz bu kahraman üsteğmeni kendi düşlerimizde kendimize göre özel tavırlar içinde kurarken Öğretmenimiz Binbaşı Nuri Teoman’ın davranışlarını da elimizde olmayarak model alıyormuşuz. Bir rastlantı o günler, Binbaşı Nuri Teoman derse gelmedi, yerine bir üsteğmen geldi.(Üsteğmen Sıtkı Ulay)Ne olduysa bizim düşlerimizdeki üsteğmen Kije’de de bir değişme oldu. Dişlerken müzik gene o müzikti ama müzik bitince Üsteğmen Kije neredeyse sırılsıklam bir başka üsteğmen oluyordu. Bu değişme başka nedenlerle bize yarımcı oldu:
-O üsteğmen Yüzbaşı olarak bizim öğretmenimiz oldu. Bu fark, bizi gene eski Üsteğmen Kiji ile birbirimize ısındır.
Üsteğmen Kiji’yi geç saatte dinlediğimizden üstünde konuşma olmadı. Böylece benim söylediklerim şimdilik yeni arkadaşlarıma anlatılmamış oldu. Hiç değilse onlar bir süre daha Askerlik Dersleri’nde Sergei Prokofieff’in Üsteğmen Kije’si ile kimseyi karşılaştırmaya çalışmayacaklar.
Arkadaşlar gidince Doğan benimle birlikte kaldı. Doğan, bizim Bölüm Başkanımızın genel bilgisine hayran kalmış:
-Elinde yazılı bir şey olmadan ne kadar çok şey anlatıyor! dedi. Ben de Doğan’a şaştım. Öztekin Öğretmenin anlattıklarını ben bile biliyorum. Üstelik Öztekin Öğretmen, salt müzik okuyarak okul bitirmiş Müzik Öğretmeni olmuş. Ayrıca çalışıp Cumhurbaşkanlığı orkestrası sınavlarını kazanıp, bir süre orada çalışmış. Bu da yetmemiş gene sınavla Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’ne girip okumuş. Bu başarı az bilgiyle yapılır mı? Birden Doğan üstüne bir fikir yürüttüm:
-Doğan okumayı sevmiyor! Müziği de salt bir alet çalmak olarak düşünüyor. Tıpkı Behire Bil ya da Süheyla Başokçu öğretmenler gibi. Böyle olmayan öğretmenler düşündüm. Hidayet Gülen Öğretmen böyle mi? Sorunca,ben:
- İlkokul Öğretmeni’yim diyor. Diyor ama, Roma Şehri kuruluşundan Roma İmparatorluğu’nun batışına dek Roma Tarihi’ni biliyor. Karagöz oynatıyor. Zeybek oynuyor. Olağanüstü mandolin çalıyor. Hele yazısı, yaptığı resimler, ağaç işleri!...Fikret Madaralı,Ahmet Gürsel, Selçuk Korol, Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenleri düşünürken uyumuşum....
6 Aralık 1944 Çarşamba
Kar, fırtına sesleri arasında uyandım. Bugün bizim için de önemli bir gün. Geri dönüp dönmeyeceğimizi bilmeden geldiğimiz Hasanoğlan’ da adeta kaçarca Kepirtepe’ ye dönüş günümüz. O günden neler anımsıyorum? Kepire dönünce bize uzun bir tatil vermişlerdi. Tüm olayı ayrıntılarıyla yazmıştım. Matematik, Türkçe derslerim için özene bezene hazırladığım defterlerime başımızdan geçenleri yazmıştım. Şimdi onlar da benden uzak, Ablamın özel olarak ayırdı bir sandık içinde korunuyor. Harun Özçelik geçerken anımsattı:
-Gene böyle bir karlı gündü değil mi? Nasıl unuturum:
-Daha önce Cumhuriyet Bayramı’mda döneceğimiz söylenmişti. Bugün yarın, derken aralık ayını bulmuştuk.
Kahvaltıda, bizden çok Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar bizim göçten söz ettiler.
Arkadaşlar ilgi gösterince olayı ayrıntılarıyla anlatınca arkadaşlar yanımdaki iki Kepirli arkadaşa özellikle sordular:
-Siz o zaman yokmuydunuz? Vardılar, vardılar ama uyurgezer gibi ortalıkta dolaşıyorlardı. Kepirtepe’ye dönmemiz için benim de aralarında bulunduğum bir grup arkadaşın, üst makamlara yaptığımız başvurulardan zaten onların haberleri olamazdı. Onlar son sınıftı ama kendilerinden küçük sınıftaki Cavit Kafkas, Hasan Gülümser benim yanımdaydı. Onlara, o günlerde şimdikinde daha küçük olduğundan pek güven duyulmazdı.
Arkadaşlar güldü, takılmalar başka yöne dönünce bana karşı gelen olmadı. Bu kez de doğum tarihlerimiz söz konusu oldu. Kızılçullu grubunun en yaşlısı olarak Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca gösteriliyormuş. O da bunu saklamıyor üstelik övünüyormuş.1919 yılında doğduğu için:
-Atatürk Samsun’a çıkınca ben de dünyaya gözlerimi açtım! dermiş. Ne ilginç ben de bizim Kepirtepe’de böyle konuşmalarda:
-Atatürk T.B.M.M.’ni 1920 yılında kurunca ben dünyaya geldim! derdim. Hemşerim Kadir, hemen yapıştırdı:
-Bunu ben hiç duymamıştım! Neyse ki Abdullah Erçetin var. Abdullah Kadir’e sordu:
-İbrahim için, ”O benim ağabeyimin arkadaşı !” dedin mi demedin mi? Abdullah Erçetin doğru olarak Mustafa Saatçi ile benim, sınıfın değil öğrenci olarak okulun en yaşlıları olarak tanındığımızı anlattı. Ekrem Bilgin sordu:
-Hüseyin Atmaca,19 Gençlik Bayramı törenlerini kendi yaş günü sayıp övünüyordu. Sen de 23 Nisan Bayramını yaş günü saydın mı diye sorunca Nihat güldü:
-Ne yaş günü, baksana arkadaşın doğduğu yılı kabul etmiyor, yaş günü sözü ettirir mi? Kısa bir sessizlikten sonra masadan kalktık.
*
Kar lâpa lâpa yağıyor. İbrahim Yasa Öğretmen kapıda göründü, piposunu söndürüp ayaklarını silerek girdi. Günaydın demeden:
-Kar güzel yağıyor! dedi. Hazır durumdaki bir grup arkadaş ise” Günaydın! karşılığını verdi. Öğretmen gülerek, özür dilerce, karın güzel yağışına takıldığını anlattı. Öğretmen, köylerde kar yağışlarını köylülerin nasıl karşıladığını sordu. Bir benzetme yaparak:
-Çocuklar dışında kar yağınca benim gibi sevinenler olur mu? deyince bir çok parmak kalktı. Veli Demiröz kalktı. Veli Demiröz, yoksul insanlarla varsılların farklı davrandıkları anlatmaya başlayınca öğretmen yüzünü buruşturur gibi yaparak:
-O dediğin bütün olaylarda öyle. Kardan geçtik, yağmur yağsa, rüzgar esse kimi insanlar sevinç yerine hüzün duyar! deyip Veli’nin sözünü kesti. Bir süre bedbin insan, nikbin insan sözü etti, örnekler verdi. Öğretmenin verdiği örneklerin psikoloji ile ilgisi olup olmadığı soruldu. Öğretmen:
-Ben bu konuda bir araştırma yapmadım, ancak okuduğum A.B.D üniversitelerinde çoğunlukla Sarı ırktan, siyah ırktan olanların bedbin tavırlar sergilediğini söyleyince Şükrü Koç başta olmak üzere bir grup parmak kaldırdı. Öğretmen Hasan Serinken’e söz verdi. Hasan Serinken konuşma hakkını Şükrü Koç’a bırakıp bırakamayacağını sorunca öğretmen gülerek:
-Çok demokratik bir tavır, buna sevindim deyip Şükrü Koç’a işaret etti. Şükrü Koç:
-Bedbinlik, nikbinlik insanlarda geçici tavırlardır. İnsanlar içinde bulundukları durumlara uymaya çalışır. Bu uyumlar zorlaşırsa kişiler içine düştüğü sıkıntıyı atlatıncaya dek neşeli olamazlar. Bir şan eseri umduğunun üstünde bir yaşama ulaşan insanlar da sıkıntıdan kurtulur. Genel olarak bunlar içinde bulunulan durumlara göre takınılan tavırlardır. Bunların beyaz ya da siyah ırklıkla bir bağlantısı olamaz. Bedbinlik, nikbinlik aynı koşullar altında bulunan kişiler arasındaki bireysel farklılıklardır.Bunu daha iyi anlatabilmek için iki kardeşi ele alabiliriz. Anne-baba bir, eşit koşullarda yetişmiş iki kardeş belli olaylar karşısında farklı tepki gösterirler. Bu sıfatları buralarda kullanırsak konu daha iyi anlaşılmış olur.İbrahim Yasa Öğretmen Şükrü Koç’un söyledikleri dinlememiş gibi gülümseyerek Hasan Serinken’e dönerek bu konu üzerinde daha önce durulup durulmadığını sordu. Hasan:
-Hatırlamıyorum! deyince bu kez de:
-Arkadaşının bu soruya senden daha inandırıcı cevap vereceğini nereden bildin? dedi. Hasan Serinken:
- Yedi yıllık arkadaşım, bu konular üzerinde benden çok durduğunu biliyorum! Öğretmen teşekkür etti.
Öğretmen:
-Kimi zaman yerinde kullanılmayan bir söz, büyük tartışmalara yol açabilir. Bakın işte bize güzel bir örnek. Söz gitti ırkçılık tartışmasına girdi. Günümüzde kırasıya tartışılan bir konu. Kimine göre ırk inşaların ayırıcı özelliği kimine göre de ırk diye bir olay yok. Onu insanlar, kendilerini üstün göstermek için ortaya koymuştur. Doğrusu benim bu konuda tartışma yapacak kadar bilgim yok. Olsa bile bu tartışmaya girmem. Çünkü bu tartışmanın bir ucu büyük devletlerin politikalarıyla işbirliği durumundadır. Almanya bu son savaşa böyle bir iddia ile başlamıştır. Adolf Hitler salt ırk değil, Üstün Irk olduğunu öne sürerek Almanya’yı savaşa sokmuştur. Görünen o ki, o üstün ırk, onlara göre üstün olmayan ırklara karşı duramamakta, gün günden geri çekilmektedir. Almanya bu savaşı kaybedince sanırım bu konu bir süre daha konuşulacak, belki de başka bir şekle dönüşecektir. Çünkü insanları renklerine göre ırklara ayırmanın bilimsel bir tarafı yoktu. Asya kıtası için Sarı Irk denmişti. Neye göre? Çin esas alınmıştı. Hindistan ‘da yaşayanlar sarı ırktan sayılamıyordu. Ayrıca çok büyük bir kesime yayılan Türk kökenli insanların Avrupalı beyazlardan farkı yoktu. Öğretmen:
-Bu konu bizim dersimizi doğrudan ilgilendirmemekle birlikte salt bilgi edinmek için bir başka derste tekrar ele alalım! dedikten sonra:
- O güne dek, kendinin bu konuda bir çalışma yapacağını söyleyip ayrıldı.
*
Dış kapıdan ayaklarını yere vurarak giren doç. Halil Demircioğlu’nu karşılayan İbrahim Yasa, piposu elinde bir eliyle işaretler yaparak bir şeyler anlattı. Doç. Halil Demircioğlu, başını sallayarak onun sözlerini benimsediğini belli ediyordu.
Kadir Aytekin:
-Gelin arkadaşlar, ırkçılığı buna da soralım! Kadir son sözünü söylerken Doç.Halil Demircioğlu girdi.” Acaba duydu mu?” Duyduysa sormaya gerek yok, o kendi söze başlar.
Halil Demircioğlu, gülümseyerek “Günaydın! dedi. Çantasını masaya koyduktan sonra:
-Savaşçı Almanya’nın doğu yanındaki çürük tabanlı komşularını konuştuk. Bu çürük topluluklarla savaşan Almanya kendisi nasıldı acaba? Bunu da biraz irdeleyelim. Bizim, Almanya dediğimiz devletin ilk izlerini Roma döneminde görüyoruz. Roma’ya göre kuzey sayılan, özellikle Baltık kıyılarına yayılmış, akraba ancak bir birine uzak duran Cermen kabileleri yaşamaktadır. Romalılara göre iri yapılı, cesur, savaş sever insanlardır. Akdeniz’i sınırları içine alan Roma Cermenlerin bölgesini gönlünce alamamıştır. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra güneye sarkan Cermenler belli bir birlik kuramamış ya da kurmamış; ancak öteki kabilelerden daima üstün görünmüşlerdir. Aynı ırktan olmalarına karşın değişik adlar alan Cermen Kabileleri, Cermen adı yanında Loton, Töton olarak da anılırlar. Haclı Seferleri sürecinde onları büyük bir güç olarak görüyoruz. O sıralar bir imparatorluk kurmuşlar, imparatorları Friedrich Barbaros Anadolu’ya dek gelmiştir. Orta Çağ başlarında güçlü bir krallık olarak Orta Avrupa’ya yerleşen Fransa gibi Kuzeyinde güçlü bir birlik sağlayan İsveç ile doğuna gelişen Rusya, Cermenleri kısmen uyandırmış, Baltık Denizinin alt uçlarında bir birlik kurmalarına neden olmuştur. Sonrada Prusya adını alan bu devlet. Birey olarak güçlü Cermen insanları nedeniyle disiplinli bir ordu geliştirmiş kısa bir dönemde savaş sahnesine çıkmıştır. Avrupa, din kavgaları (Yedi Yıl Savaşları, Otuz Yıl Savaşları)içinde kıvranırken Prusya genç bir devlet olarak kısa sürede kendini benimsetmiş, kuzeyde İsveç’i durdurduğu gibi doğudaki Rusya’ya da kendisine denkliğini kabul ettirmiştir. Güçlü bir Prusya doğmasına karşın, güney Cermenleri Prusya dışında kalarak parça-buçuk yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak, Fransa’nın işgalci tutumu ağır basınsa güney Cermenleri de birer ikişer Prusya’ya katılmıştır.1870 yılında Fransa’nın son bir isteği üzerine çıkan savaşı kazanan Prusya tüm Cermenlerin sembolü olmuş, Alman İmparatorluğu böylece gecikmeli olarak da olsa gerçekleşmiştir. Ancak büyüyen Almanya birden kendisi dev aynasında görüp tüm Avrupa hatta A.B.D. karşı savaş açınca sonuçta yenilip imparatorluğu tarihe gömmüştür. Devlet olarak böylece özetlediğimiz Almanya’nın bir de insan gücü özellikleri vardır. İki bin yıl önce Romalıların koyduğu teşhis doğruydu, Cermen soylu insanlar çalışkandı, üstelik aile kurmada da öteki topluluklardan öndeydi. Eş bağı onlarda öteki kabilelere göre çok güçlüydü, eş terkedilemezdi. Bu özellikleri onları sonradan kabul ettikleri İsa dinine kolay ısındıramadı. Nitekim Marten Lüther’in Kiliseye başkaldırmasıyla başlayan dinsel protesto sonunda Protestanlığı doğurdu. Günümüzde protestan denince önce Alman insanı gelir. Oysa bugün A.B.D.’deki rotestan sayısı Almanya’dakilerden çoktur. A.B.D. halkının girişimciliğini de buna bağlayanlar vardır. Lüther’in açtığı çığır Katolik Kilisesince acımasızca önlenmeye kalkışılmış, büyük katliamlar yapılmıştır.1572 yılında Saint Barthelemy olarak anılan büyük katliam gecesi binlerse insan öldürüldü.Pariste öldürülenlerin sayısı için 3-5 bin denmekte ise de küçük,daha bağnaz bölgelerde öldürülenler yüz binlerle ifade edilmektedir. Bu vahşetten kaçanlar A.B.D’de soluğu almıştır. Canını kurtaran bu insanlar, gittikleri yerde yeni bir anlayışla yaşama sarılmış, bireysel güçle ayakta kalmayı sürdürebilmiştir. Bu insanların böylesine çalışmaya sarılmaları giderek günümüz Amerikalı tipini doğurmuştur. Yeni dünyada takındıkları bireysellik onları, eski Cermen toplumsal anlayışından uzaklaştırmışsa da çalışma gücünü daha da kamçılamıştır. Yüz yıllar içinde başka göçmenleri de kendileri gibi çalışmaya zorlayan Protestanlık ruhu gerçekte tarihsel Cermen yaşama biçiminin yeni bir görüntüsüdür. Bunu söyleyenlere hemen sorulur:
-O Cermenler, A.B.D kuruluşunda neredeydi? Neden A.B.D insanları İngilizce konuşuyor? Oysa A.B.D’ye can havliyle gidenlerin yaşama dışında bir emelleri kalmamıştı. Cermenlik onlara ancak direnme gücü vermişti, örgütlenmeleri söz konusu olamazdı. A.B.D’ye örgütlü olarak gelenler de vardı. Örgütlü olarak gelenler amaçlarına ulaşmak için örgütlü olarak çalıştılar. Elbette ki sonuç onların leyhine olacaktı, nitekim öyle oldu.
Dinsel savaşlar, miras yoluyla kazanılan, kaybedilen taçlar bilinmeden, Avrupa Deyletleri’ni sağlıklı tanımamızın mümkün olamayacağını anlatan öğretmen, gelecek derste İspanya-Felemenk-Avusturya üstüne bilgiler vereceğini söyleyip ayrıldı.
*
Yemekte, film yıldızları anıldı. Clark Gable neden öyle sert bakışlı? Henry Fonda nasıl ata biniyor.?Herkes bildiği adları saydı. Ben de salt konuşmuş olmak için Turhan Bey’i örnek verdim.Bizden biri de gitse pekâlâ A.B.D’ye gidince ünlü olabiliyormuş. Meğer Turhan Bey Türk değilmiş, söylenenlere inanamadımsa da sustum. Türk olmasa Türk adı neden alsın? Arkadaşımız Turhan Aydoğan karşı masada, şair. Filmlerde Turhan Bey’i görünce nasıl bir duygu değişimi geçiriyor acaba? Bunu sorunca Kamil Yıldırım kestirdi attı:
-O arkadaş sinemaya gitmez bile! Neden gitmesin? Sordum ama karşılık beklemedim. Zaten arkadaşlar kalkmıştı.
Kamil Yıldırım bunu, bilerek mi söyledi? Kızılçullu- Çiftelerli gerginliği giderek artıyor besbelli. Kızılçullu çıkışlı Kamil Yıldırım’a göre Çiftelerli Turhan Aydoğan sinemaya gitmez! Turhan Aydoğan arkadaşla pek konuşmuyorum ama gene de merak ettim, sinemaya gidiyor mu? Henri Fonda’nın at binişini, Kızı Jane Fonda’nın 7.yaşına girdiğini, Fran Sinatra’nın şarkı söylediğini, ayrıca kızı Nancy’nin bugünlerde 3 yaşını doldurduğunu, güzel yıldız Ava Gartner’in Bücür Mickel Rooney’den ayrıldığını biliyor mu (? )
MickeyRooney Ava Gardner
Öztekin Öğretmen, son sınıfları serbest bırakıp 1.2. Sınıflar bir arda ders yaptı. Ders, hemen hemen Aydın Gün Öğretmenin dersine yardımcı gibi oldu. Herkes, kendi sesine göre bir şarkı ya da türkü seçti. Ben, 1938 yılından beri tekrarladığım Efe şarkısını seçtim. Bu şarkının notalarını bile ezberlemiştim. Bir çok arkadaşın seçtiği şarkı ya da türküler eleştiriye uğradı. Ziller türküsünü öğretmen hepimize tekrarlattı. Sonunda da genel bir kural koydu:
-Ziller türküsünü bayanlar söylemeli!
Öğretmen bu arada son sınıflardan söz etti:
-Geç kaldılar, hazırlayacakları tezleri bir ön elemeden geçirmek üzere en geç bu yılbaşında, yani yirmi gün sonra bana vermeliydiler. Versinler ki ben ya da görevlendireceğim bir yetkili gözden geçirip yapılan iş hakkında olumlu ya da olumsuz fikrini söylesin. Olumlu olursa önümüzdeki zamanda üstünde daha işleyerek başarı şansını artırır. Ya olumsuz olursa? O zaman ikinci bir tezi hazırlaması olasılığı azalır. Size de şimdiden duyurayım:
-Hemen başlayın demiyorum, bir kaç konuyu seçin, o konuları düşüncelerinizde detaylandırmaya başlayın. Konular, okuduğunuz dersler üzerinedir. Sanat Tarihi, Müzik Tarihi, Türkü Derlemek, Türküleri Çok seslendirmek, Beste, keman için, piyano için-keman-piyano için, yurdumuzda çok sesli müziğin gelişmesi bir seçim yapabilirsiniz. Sanat Tarihi için Malik Aksel Öğretmenin yıllardır uyguladığı bir yöntem var. İsterseniz ondan fikir alabilirsiniz. Bu konular, oldukça uzun zaman alacak konulardır. Ne kadar erken işi ele alırsanız o kadar rahatlarsınız. Şevki Aydın bana bir zaman bunu anlatmıştı. O, türküleri çok sesli yapmaya çalıştığı için sık sık gelip piyanoda akor denemesi yapıyordu. Yaptıklarını bir yerde yayınlarsa işi, kolaylaşacakmış. Köy Enstitüleri Dergisinin çıkmasını bunun için dört gözle bekliyor.
*
Yemekten sonra Kitaplıkta toplandık.17 arkadaş olarak Geldiğimiz Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde bir arkadaşımız (Mehmet Yücel) geriş dönünce 16 olarak birinci yılı tamamladık. Ders bitiminde sınıfını geçmiş bir arkadaşımız (Yusuf Asıl) hastalanarak ayrılmak zorunda kaldı. Şimdiki durumda 2. Sınıf olarak 15 arkadaşız ama, bu yıl da 3 arkadaşımız katılınca 18 olduk.Arkadaşlar,1941 yılı olaylarını anımsamak, anıları karşılıklı tazelemek için Hasanoğlan’dan Kepirtepe’ye dönüş tarihimiz olan bugün,(6 Aralık 1941- 6 Aralık 1944) bir arada olmak istemişler. Arkadaşımız Sami Akıncı rahatsızlığı nedeniyle katılamadı. Böylece geçen yıl geldiğim sayısı olan 17 arkadaş toplandık. Önce Sami Akıncı Arkadaşımız için açıklama yapıldı. Arkadaş rahatsız ama, kış rahatsızlığı ya da öyle sanılıyor. Böyle teselli olduk.
1941 yılı nisan ayında (18 nisan) Hasanoğlan köyüne gelmiştik. Çoğunluk bizim sınıf olduğundan olacak ilk günler hep bizim arkadaşlarca anıldı. Buna biraz da gerçek ortam neden oldu denebilir. Bizim sınıf, buraya önce 30 kişi olarak gelmişti. Bu otuz kişiyi ilgilendiren olaylarda adı geçen arkadaşların kimileri şimdilerde köyünde çalışmaktadır. O arkadaşın adı araya girince durumu, kendiliğinden ortaya başka olayları anımsattığından oldukça ilgi uyandırıcı anılar ortaya geldi. Harun Özçelik Recep Kocaman’la birlikte yaptığı bir işi anlatırken Recep Kocaman’dan mektup alan Hüseyin Orhan Recep’in çalışmalarını anlattı. Söz sözü açtı, bu kez de kim kimden mektup aldı? Sorusu soruldu. Meğer köylerde çalışan arkadaşlardan hep mektup alınmış.Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu Abdullah Erçetin’e, İsmet Yanar, bana, Sefer Tunca, Sami Akıncı’ya, Baba Ali,( 53 Ali) Bekir Temuçin’e, Hilmi Alrınsoy, Hasan Üner’e, Fettah Biricik, Hüseyin Serin Mustafa Saatçı’ya, Mehmet Aygün, Harun Özçelik’e, İdris Destan, Halil Basutçu’ya, Ahmet Güner (Aşık Ahmet) Hüseyin Orhan’a ,Kepirtepe’de kalan Mehmet Yücel, Mustafa Saatçı’ya mektup yazmış.
Bunları bir süre konuştuktan sonra gene Hasanoğlan anılarına döndük. Hasanoğlan’daki ilk anılarımız oldukça karmaşık. İlk günlerin o acıklı durumları sonraları unutulmuş. Anılar daha çok öteki Köy Enstitülerinin gelişiyle başlıyor. Oysa onlar, temmuz ayının ortalarında gelmeye başladılar, eylül ayı ortalarında da ayrıldılar. Nisan, mayıs, haziran-temmuz ortası- eylül ortası-ekim-kasım ayları biz bizeydik.
Bir araya geldiğimize herkes sevinmişti. Tevfik Uğurlu bize teşekkür etti. Ancak kendi adına da yakınmadan edemedi:
-Siz otuz kişiydiniz, kolay bağlandı kurdunuz; biz 180 arkadaşız, nasıl haberleşeceğiz? diyerek hayıflanınca hem üzüldük hem de sevindik! Onlar adına üzülmemek elde değil, hangi nedenle olursa olsun bizim bağlarımızın sürmesi çok mutlu bir olay.
Yatınca da aklım takıldı, numaralarımız yan yana olduğu için 63-66 bir çok ortak çalışmamız olan Hilmi Altınsoy’u anımsadım; Hilmi, okumama kararı verince kendi köyü olan (Tekirdağ) Sırınsıllı’yı sık sık anardı. Köyünü sevdiğini söylüyordu. Ancak Sırınsıllı köy halkı uzun yıllar önce bir araya gelip bir köyde oturmalarına karşın bir türlü kaynaşamamış, giderek aralarında görüş ayrılığı şiddete dönüşmüştür. Hilmi ,daha öğrenciyken bunun nasıl çözüleceğini düşünür,bir çare bulamayınca da:
-Eeere, bana ne ben gider, anamın tatlı yemekleri yer tarafsız kalmanın yollarını bulurum! deyip gülerdi. Hilmi, nedense sıradan konuşmalarda anne, demesine karşın özellikle yemek konusu açılınca bu kez anne değil “Ana!”derdi. Arkadaşım “Ana!” dedikçe ben de Maksim Gorky’nın Ana romanını anımsardım.Palegeya Ana ya da sadece Ana! Biricik oğlu olan çilekeş bir ana.Yaşamı boyu yokluklar içinder kıvranmış,üstüne üslük bir de dedim dedik tipi eşe uyum sağlamış.Eşi ölünce o güne dek babasının gölgesinde büyüyen oğlu birden bire ölen babanın tavırlarını takınıp anasına yüklenen oğulu bağrına basan ana. Hilmi de Pavel gibi olur mu? Pavel ne yapmıştı?Babası ölünce,babasının yaptıklarını yapmıştı.Sigara içmek, içki içmek, ağır, küfürlü konuşmak, hepsi bir yana çalışmamak! Hilmi öğretmen olunca eline tespih alıp kahveye, çantasını alıp okula gitmenin ötesinde bir de annesine kibirli davranır mı? Böyle olduğunu bilsem, okuldaki anne severi ona nasıl anlatırım? Hilmi Altınsoy, ilk yılların çocuksu yüzüyle karşımda durdu. Öylece uyumuşum.
7 Aralık 1944 Perşembe
Ne ilginç, yatınca uzun süre arkadaşım Hilmi Altınsoy’u düşünmüştüm. Rüyama girdi. Arkadaşa nedense:
-Sen yalancısın! diyorum. Hilmi yakamdan tutup:
-Vallahi doğru, ben sana yalan söylemem, sen benim abimsin! diyor. Yürüyüp gitmeye çalışıyorum, önüme çıkıyor. Vallahi bırakmam!
Arkadaşın aleyhinde konuşmadığım için rüyayı hayra yordum.
Kar durmuş ama ayaz donduruyor. ”Dikkat, yerler buz! Uyarıları sık sık yapılıyor.
Kahvaltıda Hamdi Keskin öğretmen anıldı:
-O, hiç ders aksattı mı? O, hiç sınavdan söz etti mi? O, hiç kimseyi payladı mı? Ekrem Bilgin konuştu:
-Bunları yapmamışsa demek bunlar yapılması gereken şeyler, öyleyse bunları bekleyelim! Halil Yıldırım Ekrem’e dönerek:
-Günaydın, şimdiye dek beklemedinse hemen sıraya gir. Bizler bunu hep bekliyoruz. Bu kez de ders irdelendi. Edebiyat Dersi. Edebiyat Dersi ne öğretir? Şiir başta olmak üzere tüm Edebiyat türlerini öğretir. Roman, hikaye, makale, fıkra, gazel, kaside, koşma, mesnevi, mersiye, mani v.b.
Bunlar, tarım dersleri okutacak öğretmenlere gerekli mi? Arkasından sıralandı:
-Demircilik, Hayvan Bakımı, müzik öğretmenlerine gerekli mi? Cevap vermeden masadan kalktık.
*
Hamdi Keskin Öğretmen ilk kez paltosuyla derse girdi. Paltosunu çıkarırken yakınında oturanlardan Mustafa Yüksel yardım etmek istedi. Öğretmen, eliyle işaret edip arkadaşı durdurarak, kendi işini kendi gördü.
Son okuduğumuz Serveti Fünûn’cuları anımsattı. Geçen yıl kısa da olsa değindiğimiz Tanzimatçılardan Ziya Paşa ile Namık Kemal’i andıktan sonra bu, oldukça farklı iki Edebiyat anlaşışı arasında köprü kuran bir ünlü şairimizi analım! deyip Abdülhak Hamit’in Tarık adlı kitabından bir bölüm okudu. Okuduktan sonra da kısa bir açıklama yaptı.
Hazreti Muhammet, İslam dinini başarıyla insanlığa benimsettikten sonra, bir İslam Devleti kurulmuş, bu devlet hızla genişleyerek Asya ortalarından Afrika kuzeylerine dek yayılmıştır. Fas’ı sınırlayan Atlas Okyanusu’na ulaşan İslâm ordusu, günümüzde Tarık Boğazı olarak bilinen boğazdan İberik Yarımadasına geçti.Bu boğazın, şimdilerde Tarık ya da Cebeli Tarık olarak adlandırılması da bundandır. Avrupa’ya ayak basan İslâm ordusunun başındaki genç komutan Tarık bin Ziyad, gerçekte bir Suriye köylüsüdür. Yürekli olduğundan savaşlarda başarılı olmuş bir asker, boğazı geçen orduya komuta etmektedir. O dönemde İspanya’da egemen olan Kral Rodrigo’yu yendiği gibi, Kral Rogrigo’nun başını bizzat kendisi keser. Muzaffer kir komutan olarak da Rodrigo’nun sarayına girer. Saray göz kamaştırıcı güzellikte, Tarık’ın o güne kadar görmediği bir şahane mekândır. Kahraman Tarık, zafer kazanmıştır ama, kendisinin hâlâ Suriye Köylüsü Tarık’tan farklı saymadığından bu görkemli saraya girince kendi kendine söylenir:
-Tarık-(Kendi kendine konuşur) Endülüs Hükümdârınının hazîneleri içindesin Tarık! Sen nereden gelip nerede durmuşsun?.. Azîmetin ne tarafa?..
Sen ta Sûriye’den gelip Tuleytule’de durmuşsun, yarın sana bir fâtih diyecekler! Bununla beraber, sen bir kulübeden çıktın, bir saray hazînesindesin, bir mezâra gireceksin!.. Şu gözünün önünde parıl parıl yana şeyler nedir? Bir takım hükümdârân-ı mâzînin ser-nigûn olmuş efserleri. Bu şehir bir tahtgâh-ı saltanat olmasa bile bu oda bir tâç-gâh-ı musahhardır. O kralları teşhîs eden taçlar senin pençende. İktidârının kemâline yirmi beş şâhid. Bununla beraber, ey serdâr-ı gaalip! Sen yalnız türbedârsın. Sen bu tâçların eshâbı olan hükümdârâna imtisâl etme. Onlar gaafil ve mağrûr imişler.Zül- celâlin kudretini, beşerin aczini, zamânın inkılâbını düşünmemişler. Hep birbirlerinden intikaam alarak gelip gitmişler. Sen onların sarây-ı saltanatına girdin, hazîne-i servetine mâlik oldun, define-i esrârını keşfettin. Rogrik sana onların istikbâlini gösterdi, sen de âleme Rodrig’in âtîsini tasvîr ediyorsun. İşte koca bir milletin âlem-i istikbâli ayağının altında yuvarlanıp duruyor!.. İşte dâhilinde cereyân eden nehr-i ikbâle bir başka mecrâ açıldı. Bununla berâber sen hiç bir şey değilsin, İbni Ziyâd, sen mücerred hiçsin!..Ne olur? Rabbim! Bana da biraz gurûr gelse!..Gurûr ile çıksam çıksam da sonra birdenbire düşüp ne kadar âciz, ne kadar iktidârsız bir mahlûk olduğumu bir kerre daha öğrensem!.
Oku, İbni Ziyâd, oku!..Şu efserlerin her biri bir hükümdâr-ı bedbahtın ser-güzeştidir ,oku İbni Nasîr’ın kölesi! Rodrig halka zulm etmiş, o kadar zulm ki tebaasında kinden, intikaamdan başka arzû kalmamış. Efâzıl ve ukelâ , meclisinden istikrâh eylemiş; o derece istikrâh ki, işi, nâ ehiller elinde, kendi müdâhinler içinde kalmış. Ne tebaa onu, ne o tebaayı düşünmüş; bir mektep, bir hasta –hane yok, şehrin ebniyesi mahbesle kiliseden, bir de kendi saraylarından ibâret. O mahbeslerde yatan hep zulmü ile mahkûm olmuş bîçâreler. Saraylarda hizmet eden hep canının düşmanları. O kiliselerde ise, zikr-i Ma’bûda bedel kendi nâmına takdis ettirmiş. O nâmı takdîs edenler değil, hatta kaale alanlar bir takım cühela, veyâhut bir sürü hayvânâttır. Rodrig hiç düşünmemiş ki, hükümdârı zulümkâr, sekenesi cehl içinde olan bir memleket elbette bir başak devletin nasîbi olur. Hiç düşünmemiş ki, cem’iyet-i insâniyyenin bir zâlim elinde her şeyden mahrûm ve mazlûm ölüp gitmesine insâniyyet tahammül etmez. İnsâniyyete hâdim olan devletler ise böyle güzel bir kıt’anın bir takım hayvânât ile meskûn ve muattal kalmasına hiç bir vakitte râzı olamaz. O canavar kendini şu Tajo-Taje nehrinin timsâhı yerine koymuş, hazînelerine bakmış da ejderhâ kesilmiş. Onun kellesini bir Arap sipâhî götürdü!...
Hamdi Keskin Öğretmen elindeki kitabı kapatıp yazarı için “bir iki not!” dedikten sonra yazarın sanat anlayışı üstüne konuştu:
Abdülhak Hamit büyük şairdir ama, kendine özgü bir sanat anlayışı vardır. Tarih konularını yazmayı sever de tarihin gerçeklerine pek aldırmaz. Örneğin burada anlatılan görkemli sarayların İspanya’da olduğu hep biliniyor Elhamraları, Alkazarları, Endülüsleri, Sevillaları ve de başkalarının dillere destan olduğu hep biliniyor. Ancak onlar ne zaman yapıldı? Tarık oraları aldığında o saraylar var mıydı? Yoksa onlar, Tarık oralarını aldıktan sonra kurulan İslâm Emevî Devleti tarafından mı yapıldı? Çünkü tarih, İberik Yarımadasında uzun süre yaşayan, zamanına göre üstün bir uygarlık geliştiren bir Endelüs Emevî Arap devleti vardır.
Yazarımız, Tarık eserinde olduğu gibi, kökü tarihte olan bir çok olayı tıpkı İngiliz yazarı William Shakespeare benzeri tiyatro biçiminde anlatmıştır. Bizim bir çok yazarımız, şairimizi William Shakespeare’den bile üstün tutmaktadır. Ancak şairimiz, tarih olaylarını gerçek tarihe uygun olup olmadığına pek bakmamış olacak ki, kendisinden yüzyıllar önce yaşamış olan Shakespeare ne yazık ki aşamamıştır. Şairimizin, Tarık gibi konusunu tarihten almış başka eserleri de var demiştim. Bunlar; İbni Musa, Nesteren, Eşber, Finten, İlhan, Turhan, Liberte, Zeynep, Kanunî’nin Azabı v.b. Bunların konuları hep tarihten alınmıştır. Tiyatro türü olarak yazılmasına karşın mekâna bağlanmamaları açısından tiyatroda oynanmaları söz konusu değildir.
Abdülhak Hamit Osmanlı Sarayı tarafından sürekli takdir edildiğinden Avrupa ülkelerindeki elçiliklerden görevlendirilmiş uzun yıllar İngiltere’de Fransa da kalmıştır. Ayrıca Mısır’da doğup büyüdüğünden hem Arapçayı hem de Batı ülkelerin dillerini bilmekte, o yerler hakkında bilgi vermektedir.
Örneğin Paris’in ünlü Champs-Elysee (Şanzelize Meydanı) için:
Şanzelize
1
Git de bir kerre gör seyâhatle
Ne kadar hoştur âh o Şanzalize!
Anda gerdûne-yi zarife süvâr,
Ne kadar hoş geçer Alis Hüvar!
Yalınızdır gider iken her bâr,
Akşam üstü döner cemâatle!
İltifat eylemezdi önce bize.
2
Kavuşur herkes anda sevdiğine:
Gündüzün gölgelik, gece pür-nûr.
Günüzün daimâ şebîh-i seher;
Gece bir burcu andırır ol yer.
Var o burcun içinde bir de kamer
Ki rekabet eder semâdakine;
Kim bakarsa olur hemen meshûr!
Theatre Français
1
Öyle irfâna ya’ni can verilir.
Bilirim başkadır Sarah Bernhardt (*)
O Theatre Français’de oynar,
Seyr edenler yine ölüp dirilir
Her ne söylerse bir meseldir o!
2
Hüsnü gayrette hiç değil, ancak
Yine gayet güzel gelir nazara!
Şimdi çirkinleşir gelince sıra,
Sonra âdet hilâfına olarak,
Ne zaman istese güzeldir o!
Öğretmen, şiirlerde geçen sözleri açıkladı:
Theatre François, Fransız tiyatrosu, Komedi Franses, komedi Tiyatrosu, Sarah Bernhardt, olağanüstü başarı göstermiş bir tiyatro oyuncusu. Champs Elysee, Paris’in ünlü meydanı. Devam ederek:
-Büyük şairimiz, hem usta bir şair hem de uzun süre siyaset alanında (Elçiliklerde, Hindistan-Bomba, İngiltere-Londra, Fransa- Paris v.b.) çalışmış biri olarak örneğin Paris’in ünlü meydanını ya da Komedi Franses’in bir sanatçısını anlatmaya değer görmüş ama o günlerin dünya çapında büyük olaylarına hiç değinmemiştir. Sözgelimi, hem de bizim topraklarımız üstünde bir Süveyş Kanalı açılmış bu büyük sevinciyle o günler, bir söyleme göre; yer yerinden oynamıştır. Onun ardından bir Panama Kanalı açılmış, okyanuslar birleştirilmiştir. Bunlar, dünyanın şeklini değiştiren büyük olaylardır. Hele söz, Paris ya da sanattan açılmışken hiç değilse Eyfel Kulesi’nin yapılış nedenlerini ya da A.B.D. New-York’a dikilen Hürriyet Anıtını anlatılabilirdi. Yasaklarla bunaltılmış insanlarımız, onun kaleminden bunları sıcağı sıcağına duysaydı fena mı olurdu?! deyip acımsı acımsı gülümsedi,
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Büyük şairimizin, eserlerini lâyıkıyla değerlendiremesek bile kültürümüzün direklerinden biri olduğu için tanımak durumundayız.
Öğretmen “Hoşça kalın!” deyip ayrıldı.
Champs Elysee (Şanzalize) birilerine Çarliston anımsatmış.”Çarliston’u Paris’te sanıyormuş. Çarliston, bir semt değil bir A,B,D oyunu olduğu açıklandı. Bilgin, cahil atışları arasında Kitaplığa koştuk.
Doç. Niyazi Çitakoğlu oldukça geç geldi. Gelince de önce Sami’yi sordu. Sami’nin sık sık rahatsız olmasını, onun Hasanoğlan havasına uyum sağlayamadığına yordu. Küçük kağıtlara Almanca metinler yazdırmış, hepimize dağıttı. Bana sordu:
-Lili Marlen’i biliyor musun? Lili Marlen filmini bildiğimi, filmde şarkıyı dinlediğimi anlattım. Bu kez Lili Marlen’in Almancasını öğrenip söylememi istedi. Piyanoda çalmaya söz verdim. Mustafa Saatçi bir öneride bulundu:
-Arkadaş piyanoda çalarken öteki müzik bölümündeki arkadaşların Lili Marlen şarkısı söylemesini önerdi. Bu doğrudan arkadaşımız Kadir Pekgöz’e sataşmaktı. Ancak Mustafa Saatçi ad vermemişti. Kadir duramadı:
-Derste öğretmenden izin almadan konuşmanın terbiyesizlik olacağını söyledi. Doç.Niyazi Çıtakoğlu birden doğruldu:
-Bu ne biçim konuşma? Size gösterilen iyi niyeti anlayamayacak kadar saf mısın, yoksa karşınızdakileri mi saf sanıyorsunuz?
Mustafa Saatçi özür diledi:
-Ben iyi niyetle, Abdullah Erçetin arkadaşımızı düşünerek, arkadaşımız, güzel şarkı söyler, İbrahim’le birlikte çalışırlar! diye düşünmüştüm. Doç.Niyazi Çitakoğlu birden Mustafa Saatçi’ye sana inanıyorum, onu ben de istiyorum! deyip bana:
-Var mısınız, hadi gelin güzel bir şey hazırlayalım. Perşembe günleri hep buradayım, Bölüm Şefiniz benim arkadaşımdır, bize yarım saatliğine salonu boşaltır! Hııııı! dedi. Benden önce Abdullah gülümseyerek, benimsediğini belirtince öğretmenin yüzü güldü. Arkadaşlar ellerindeki kağıtları göstererek, sorular sordular. Öğretmen bundan sonra her arkadaşla tek tek ilgilendi. Parçalar, çoğunlukla Çocuk Masalları üstüne kurulmuş masalımsı hikâyelermiş. Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın bunları küçük Alman çocukları okuyor, Almanca’nın o katı gramer kuralları bunlarda yoktur. Bana, Lili Marlen’in Türkçesini sordu. Abdullah biliyormuş, söyleyince öğretmen:
-A aaaa! dedikten sonra:
-Ömürsünüz vallahi, insan bunu daha önce söylemez mi? diyerek Abdullah’a bir süre dikkatle baktın.
Zil çalınca kağıtların çevirilerini haftaya toplayacağını söyledi bana da:
-Sana haftaya başka bir ödev veririm. ”Bile bile lâdes olmaz! derler. Baksana arkadaşın Lili Marlen’i biliyormuş! deyip ayrıldı.
Öğretmen çıkınca Kadir Pekgöz arandı. Meğer Kadir arka kapıdan çıkmış.Mustafa Saatçi’yi sakinleştirmek isteyen arkadaşlar:
-Ona söyleyeceğini bana söyle, ben ona iletirim! deyip takıldılar.
*
Kadir Pekgöz yemeğe de gelmedi. Üzüldüm, arkadaşlığımı bir yana Hafız Amcanın oğlu, okul arkadaşım Kara Hüseyin’in de kardeşi, onu nasıl yalnız bırakırım?
Yemekte Kadir konu oldu:
-Neden gelmedi? Sorular da daha çok bana yöneldi. Abdullah ile bakıştık. Abdullah susunca ben olasılıklar öne sürdüm:
-Az sonra gelebilir. Derste birlikte idik, öğretmene soru sormuş olabilir!
Öztekin Öğretmen serbest çalışma izni verdi. Notalarımı alıp alt odaya indim. İndim ama aklım Kadir’de kaldı:
-Ne olabilir? Bir yandan bunları düşünüyor bir yandan da Hanon 55’le cebelleşirken Kadir geldi. Bizim tüm olasılıklarımız hava-cıvaymış, Kadir öteki kapıdan çıkınca doç. Niyazi Çitakoğlu ile karşılaşmış. Çitakoğlu onu koluna takıp Öğretmenler Lokaline götürmüş, birlikte yemek yemişler.
Kadir’in anlattıklarını duymadım bile. Benim korkum uçtu gitti, ben ona sevindim.
Sevinmek güzel bir olay, Kadir’i kınarken bu kez boynuna sarılasım geldi. Gerçekte Kadir yok olduğunda ne düşündümse onların olmaması(Onlar neyse)beni mutlu etmişti. Kadir ayrılınca, bir süre duraksadım:
-Değişen ne vardı? Mustafa Saatçi ya da öteki arkadaşlar susacaklar mıydı? Bir süre sonra tüm dikkatimi piyanoya bağlayıp rahat rahat çalıştım.
*
Akşam yemeğinde konu Kadir Pekgöz’dü. Almanca öğretmeni ile yemek yiyişi, arkadaşların ilgisini çekti. Ekrem Bilgin önce bana sordu:
-Öğretmen seni yemeğe çağırdığında neden gitmemiştin? Böyle bir şey yoktu, önce anlayamadım. Karşımda oturan Halil Yıldırım ayağını dürtükleyince kendimi topladım. Ekrem konuşmuştu, işin içinde bir iş olmalıydı! Susmadım:
-Öğretmen beni çağırdığında öğretmeni de Okul Müdürü çağırmıştı, benim çağrım sonraya, çıkmaz ayın son gününe bırakıldı. Çıkmaz ay olup olmadığı tartışması öteki olayın büyümesini önlediğinden konuşmalar giderek yeni bir sevinç gösterisine yöneldi:
-Yarınki dersler gene boş geçecek!!...
Çoktandır konuşmadığım Halil Dere geldi, beni bir yere davet etti. Önce bir anlam veremedim takılıp gittim. Gittiğimiz yer Yüksek Bölüm Öğretmenleri Lokali. Meğer o lokalin altını bizim için, Yüksek Bölüm Öğrencileri Lokali olmuş. Lokal mokal deniyor ama şimdilik bir kahve. Gene kümeleşerek oturma var ama, satranç takımları var, ilgilenenler ayırım gözetmeden oynuyorlar. Şevki Aydın-Mustafa Barış, Muhittin İlhan-Süleyman Koyuncu. Onları kızıştıranlar Süleyman Karagöz, Ziya Fikri Özlen, Hasan Gülel, Harun Özçelik, Hüseyin Orhan. Beklediğimiz, özlediğimiz kaynaşma!..
Halil Dere bir grup Muğlalı hemşerisi ile anlaşarak gelmiş. İçlerinde Ekrem Ula, Kemal Karadeniz var. Ekrem Ula bana sahip çıktı, geçen yaz birlikte yaşadığımız olaylardan, uyumlu arkadaşlığımızdan söz etti. Hüsnü Yalçın’dan, Hasan Çakı’dan, Aşık Veysel’den söz ettik.
Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca geldi. Lokalin açılması izni için Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a çıktığını, özellikle Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin çok yardımcı olduğunu anlattı.
Konuşmaları dinlerken hep gruplaşma olayını düşündüm. Öteki salonda ya da kitaplıkta kesinlikle belli gruplar oturuyor. Burasını oradan farklı gördüm. Hemen bunu sordum. Hüseyin Atmaca:
-İşte ben de bunu öne sürerek, buranın bir an önce açılmasını istedim. Genel Müdürümüz de dahil tüm yetkililer:
-Orası iki günde Köy Kahvesine döner! dediler. Ben de onlara:
-Sizin küçümsediğiniz köy kahveleri şimdiki bizim salondan çok daha yararlıdır. Çünkü kahvede taraf tutmak olmaz, yeni gelene, daha önce gelmiş olanlar selâm vermek zorundadır. Selâma katılmayanlar ayıplanır dahası hemen dışlanır!
Hüseyin Atmaca, kısa zamanda lokalde kahvaltı edebileceğimizi, ders olmadığı sürelerde gündüz de oturabileceğimizi, lokal işletiminin Öğrenci Başkanlığı gözetiminde olduğunu anlattı.
Halil Dere bana sordu:
-Çağırdığıma iyi ettim mi? Halil Dere’ye teşekkür ettim, haftada bir akşam ona katılacağıma kesin söz verdim.
Yatınca da bir süre lokal işini düşündüm. Bizim kahveyi anımsadım. Çocukluğumdan beri bir türlü akıl erdiremediğim bir olaydı:
-Kahveye gelenlere oturanların selâmı. Genellikle gelen yabancı kapıdan girince bir selâm verir:
-Selâmün- aleyküm! Duyanlar, saygılı bir tavırla karşılar:
-Aleyküm- selâm! Adam geçer oturur. Az sonra kahvede bulunun herkes, tek tek birer ”Merhaba!” eder. Ben bunu bizim köylülere özgü bir tavır sanıp(Yanlış bulduğumdan) gülüyordum. Hüseyin Atmaca’yı dinleyince bunun çok yaygın bir anlayış olduğunu anladım.
Lokali düşünce düş kurmadan da edemedim:
-Enstitü bölümü öğretmenleri de gelebilecek mi acaba? Belki gelecek yıl, biz son sınıf olduğumuzda o da olur!....