Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Bilgi Kadar Tutarlı Davranış da İsteyen Öğretmenliğe Hazırlanıyoruz!

 

12 Ocak 1944 Çarşamba

 

Sami Akıncı iki saat konuşur düşüncesiyle Sosyoloji dersini yok saydım. Tarih dersinde kesin, Büyük Nutuk okunacak. Müzik salonuna da gitmedim. Öztekin Öğretmen dün akşama dek çalıştı, bugün dinlenir. Herkes gibi ağırdan alıp önce kitaplığa, oradan da kahvaltıya geçtim. Kahvaltıda bugün konu daha çok Sosyoloji dersi.

Sosyoloji öğretmeni İbrahim Yasa'ya gıpta edenler var. Tam sekiz yıl A.B.D' de kalmış. O nedenle Amerikalı gibi davranıyormuş. Örneğin pipo içiyormuş, sandalyede bacak bacak üstüne atıyormuş. Benim sevmediğim olayları söylenince karşı oldum:

-Bacak bacak üstüne atmak, özellikle derslerde hiç de güzel değil. Hele pipo tüttürmek güzellik şöyle dursun biraz çirkince. Öğrencilerin sigara içmesini önlerken, onları daha kötüsüne özendirmek doğru değil. Bizim köyde sık sık söylenir, sizin köylüler bilmez mi?

“İmam şey yaparsa, cemaat başka şey yapar! Benim “ŞEY”ler arkadaşların hoşuna gitmiş olacak “Şey!” şey, şey diye konuşma konusunu alıp başka taraflara kaydırdılar. Birileri geçen hafta “Şey'e” gitmiş, birileri bu hafta için düşünüyormuş. Özellikle Kamil Yıldırım bu tür konuşmalara bayılıyor. Ben konuyu derse döndürdüm. Liselerde Sosyoloji dersi okuyorlar. Öğretmen Okullarında Sosyoloji dersi yok, orada Öğretmenlik bilgisi sayılan psikoloji ile pedagoji okuyorlar. Biz de öğretmen olacağız, neden pedagoji değil de sosyoloji okuyoruz. Hatta Sosyoloji değil de onu andıran Toplumbilim okuyoruz? Arkadaşlar haklı olarak; "Bunu öğretmene sor! ”dediler. Oysa ben bunu birine sorarak onun yanıtını almak için düşünmedim, elbet bunun bir yanıtı vardır. Ancak verilecek yanıtların doğru olması gerekir. Herkesin bildiği gibi kimi sorulara doğru yanıt yerine savuşturucu sözlerle geçiştirirler. Milli Eğitim Bakanlığı liseleri gibi Öğretmen Okullarını da kurup denetliyor. Öyleyse bu dediğim ayrılığı o yapıyor, demektir. Bunun en doğru yanıtını Milli Eğitim Bakanlığı verir. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı başka olaylarda olduğu gibi, acaba birilerinin zararına uygulama yapmış olamaz mı? Örneğin yatılı lise öğrencileri ile Öğretmen Okulu öğrencilerine düzenli giysi vermesine karşın bizim okullara asker giysilerini vermektedir. Kitap konusu da öyle, söz konusu okullara tüm ders kitaplarını verirken bize kitap vermemektedir. Kitap vermemesi bir yana dersleri sürdürecek öğretmen de vermemektedir. Hiç kimya okumadan okulu bitirip öğretmen olduk. Kimya deyince şimdi köylerde öğretmen olan arkadaşlarımız, Hilmi Altınsoy, Hüseyin Serin, Ahmet Güner, Recek Kocaman, İdris Destan, İsmet Yanar, Mehmet Aygün, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Fettah Biricik, Sefer Tunca, Ali Önol ancak Kimyacı'nın Aşkı şiirini anımsayacaklardır. Müzik için de böyle düşünebiliriz. Cumhur Başkanı'nın söz vermesine karşın son sınıftayken atanan Müzik öğretmeni bile müzik öğretmeni değilmiş. Ne ilginç, müzik öğretmenimiz Asım Kaveller, Müzik Öğretmeni olmak için şimdi okulda okuyor. 3 yıl sonra okulunu bitirirse gerçek Müzik Öğretmeni olacak. Bunu bilerek yapan Milli Eğitim Bakanlığı benim soruma gerçek amacını açıklar mı? Bunları düşündüğüm için ben sorumu kendime soruyorum. Örneğin Kırklareli/ Kızılcıkdere köyünden dayımoğlu Necmettin Efe üç yıl Edirne Öğretmen Okulunda okuyup öğretmen oldu. Okula girerken belge imzalattılar. Okulda geçen üç yıla karşılık 4'5 yıl devletin gönderdiği yerde öğretmenlik yapacaktı. Necmettin'i sevmediği bir yere atadılar. Önce ayrılıp borcunu ödemeyi düşündü. Sonra da; “4'5 yıl çalışırım, ödeyeceğim para yanımda kalır! deyip gitti. İki yıl sonra onu istediği yere atadılar. Necmettin sevdiği öğretmenliğini sürdürüyor. Ben de okuluma girerken Necmettin gibi bir belge imzaladım. Ancak ben 6 yıllık okula giriyordum; o nedenle 9 yıl çalışmak üzere söz verdim. Öğrenciliğim sürerken öğrenim yıllarımdan biri kesildi, altı yıl beşe indirildi; buna karşın zorunlu çalışma sürem tamı tamına 20 yıla çıkarıldı. Buraya gelirken bunlar üzerinde durmadık. Zaten biz duracak durumda değildik, Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda hiç tınmadı. 5 yıla karşı 20, bu 3 yıla karşı da en az 10 yıl ekleyecektir. Böylece biz 30 yıl yasal bir yükümlülük altına girmiş olacağız. Milli Eğitim Bakanlığı, kendisine hizmet edecekleri böylesine dikkate almadan yetiştirirse, vatandaş-devlet ilişkileri üstüne okunacak derslerde ince eleyip sık dokumaz. İşte dersimiz Sosyoloji ilginç bir örnek. Amerika'da 8 yıl okumuş öğretmenimiz, dersin adına Sosyoloji diyor ama konusu, “ Köy olacak!” Sınırını koymaktan da geri durmuyor. Oysa Köy Enstitüleri Müfredat Programında bu dersin adı Toplumbilim. Toplumun köyü kasabası olmaz, toplum toplumdur. Ancak toplumun oluşundan kaynaklanan farklı özellikleri vardır. Bu özellikle, toplumun yer konumuyla, iklimiyle, tarihsel yaşayışıylailgilidir. İnsan ilişkileri açısından ancak şekilsel ayrılıklar vardır. Özüyle insanlar, buyruksal bir düzen içinde buyuranla buyurulan olarak yaşarlar. Bu bakımdan köyle, kasaba ya da devlet arasında büyük bir ayrılık yoktur. Öyleyse biz, neden salt köyler üzerinde duralım. Köy kalkınması, ya da köyleri kalkındıracağız! diye ortaya çıkıyoruz. Köylerimiz kalkınınca ne olacak? Olsa olsa modern birer küçük kasaba olacak. Öyleyse o zaman onları incelerken şimdi kenara ittiğimiz Sosyoloji derslerini de okuyacağız ya da okutacağız. Yazık ki o zaman da biz okutamayacağız, okutsa okutsa liselerde Sosyoloji okumuş kimseler okutacak. Bence, pozitif bir bilim olan sosyoloji bilgisi almadan toplumsal olayları, okumak ya da okutmak, bizim müzik çalışmalarımıza (Okul dışı alaturka müzik alanı) benzemektedir. Müzikteki sesler notalarla tıpkı söz-yazı olayı gibi (Söz, harflerle nasıl yazılarak kalıcı yapılıyorsa) kalıcı duruma getirilmektedir. Ne var ki bir takım insanlar bunu kavrayamamaktadır. Bizim halk müziğimiz böyle bir şey, bizim çoban Kamber sık sık Aşık Kerem'den deyip şarkılar söylüyordu. Öyle güzel söylüyordu ki kimi zaman çevresine insanlar toplanıp dinliyordu. Çocuk aklımla ben de zaman zaman dinleyip soruyordum:

-Bunları nasıl öğreniyorsun? Bir gün bana:

-Bunların çoğunu ben uyduruyorum, Aşık Kerem'den ezberlediğim dört şarkı vardır, ötekiler hep benim uydurmam! deyince ben inanmadım. Çoban Kamber beni inandırmak için örnekler verdi:

-Kerem, Aslı'yı bulmak için Halep şehrine gitmiş, Halep için ne söylediyse benzer sözleri ben de Şam ya da Tebris için söylüyorum; Kerem Halep için “Bağlık bahçelik! ”demiş ben de Tebris için çayır çimenlik! ”diyorum; ne fark eder, ben içimden geleni söylüyorum. Çoban Kamber'in söylediğini o zamanlar doğru gibi algıladımsa da sonraları kitap okumaya başlayınca düşüncelerim değişti. Çok çok eskilerde insanlar okuyup yazma bilmezmiş. Onbinlerce yıldan beri okur yazar olmayan insanlar, o dönemde neler yapmışlar, neler söylemişler bilmiyoruz. Onlar da bunu düşünüp, söylediklerini ya da düşündüklerini başkalarının da öğrenmesini istemiş olacaklar ki bir zaman sonra yazmayı, okumayı ortaya getirmişler. Daha önceleri, söylendiğine göre insanlar, hayvanlar gibi tek sesli yani hece hece anlaşıyormuş. Sonra sonra heceler şekline giren anlaşmalar sözleri doğurmuş, sözler de dilleri... Bir bölgede ağaca ağaç denirken çok uzaklardaki kimi insanlar ağaca başka bir söz yakıştırmışlar. Bu ayrı bölge yakıştırmaları ayrı dilleri oluşmasına neden olmuş. Daha sonraları da (İ. Ö. 4000) konuşmaları yazıya dökme dönemi başlamış. Yazı dönemi dillerin zaman içinde kolayca değişmesini önlemiş. Örneğin ağaç, belli bir dilin doğmasından sonra babadan oğula, dededen toruna ağaç olarak geçmiş. Böylece konuşulan diller değişmezlik kazanmış. Yazıya geçirildiği için Hamurabi yasaları hakkında fikrimiz var, 3000 yıllık Mısır piramitlerindeki yazılar okunuyor ama İsa'dan önce 200 yıllarında ilk Türk Devletini kuran Mete Han'ın söylediklerini bilmiyoruz. Çünkü yazılmamış. Oysa ondan 120 yıl önce yaşamış olan Makedonya Kralı İskender’in sözleri biliniyor. Daha önce yaşamış yazarların kitaplarını okuyor, ortaya koydukları geometri problemlerini biliyoruz. Sokrates, “Kendini bil!” demiş. Jül Sezar; “Sen de mi Brütüs?” demiş. Arşimet; “Eureka!” demiş. Yazı kullanmayan topluluklardan hiç mi kimse bir şey söylememiş, dilsiz oyunu oynayarak mı kurmuşlar o koca imparatorlukları (?)

Sanırım yazı deneyimden sonra geç de olsa (İ. S. 800) tıpkı konuşma gibi şarkıları ya da duaları da saptamak istemişler. Özellikle Hıristiyanlık kesimi sorumluları, duaların değişmezliği üzerinde durmuş, onları da tıpkı dil gibi bir söylem değişmezliği uğraş vermiş. İşte nota dediğimiz ses işaretleri böyle bir çaba sonunda doğmuş. Şekil benzerliği olmasa da harflerle işlev benzerliği vardır. A sesi nasıl A olarak kalıyorsa do sesi de ölçülü bir ses tınısını vermektedir. Alfabe dediğimiz harf dizisinde ölçüsüz ses uzatmaları olmadığından bir ölçü konmamıştır. Ancak müzik alfabesi sayılan notalarda incelik-kalınlık, kısalık-uzunluk işin içine girdiğinden bir tını sorunu çıkmış, bunu da kurala bağlamak için tını ya da frekans ölçüsü konmuştur. Bunlara uyularak söylenen şarkı ya da dualar, yüzyıllarca değişmeden sürmektedir. Bunları söyleyenler bizim Çoban Kamber gibi gönlünce değiştirememektedir. Geçen haftalar gelen soprano Rabia Erler Mozart'ın Don Giovanni operasından Zerlina'nın aryasını söyledi. Mozart o aryayı 160 yıl önce bestelemiş. Aryanın bestelendiği gibi söylenmesine dikkat edildiğini gördüm. Çünkü aynı melodi benim piyano metodumda da var. Bu birliktelik ya da değişmezlik notalar yardımıyla olmaktadır. 160 yıl önce yazılmış bir okuma parçasını da bulup, o günkü insanların okuduğu gibi okuyoruz. Öyleyse müzik çalışmalarında birilerinin nota yöntemine neden dönmediğini anlayamıyorum. İşin ilginci, müzikle hiç ilgisi olmayan kimseler bakıyorsun nota ile çalışanlara karşı çıkıyor. “Bizim geleneklerimizde nota yoktur! ”Bunu bizim arkadaşlardan duydum. Bizim geleneklerimiz dediği nedir? Sorsam doğru dürüst bir yanıt alamayacağımı biliyorum. Bir kaç kez bu tür konuşmalara katıldım, tek, değişmez soru; “Ezanlar, dualar nota ile mi okunmalı? Dua ya da ezan nota ile okunması, okunmaması değil sorun, güzel okunması. Okuyanın müzik eğitimi görmesi yararlı olmaz mı? Benim bu konuda iki gözlemim vardır:

1. İlkokulu okuduğum  yakın köyümüz Hamitabat, oldukça büyük bir köydür; iki bölüme ayrılmış gibidir: Aşağı Mahalle, Yukarı Mahalle. İki mahallenin imamları ayrıdır. İmamların lâkapları da ayrıdır: Kara Hafız, Sarı Hafız. Kara Hafız, Yukarı mahallenin hafızıdır. Bizim köyden bir çok kimse özellikle bayramlarda Kara Hafız'ın görevli olduğu camiye giderler. Önceleri ben bunu, bizim köye yakın oluşuna yordum. Daha sonra Aşağı mahalle insanlarının da yukarı mahalleye geldiğini gördüm. Sonra öğrendim ki Kara Hafız daha güzel anlatıyormuş, sesi güzelmiş, ezanları gibi duaları açıklamaları daha iyiymiş.

2. Bu örneğim de gene Hamitabat'la ilgili. Benden küçük sınıfta olmasına karşın ortak okul yolumuz nedeniyle yakından tanıdığım Rifat'ın babasıyla her sabah karşılaşırdım; güler yüzlüydü, gönül alıcı sözler söyleyip bizi okula uğurlardı. Evi köyün kenarında olduğundan olacak Kenar Sadık olarak anılırdı. Arada Hafız dendiğine de tanık olurdum. Sadık Amcanın güzel sesi varmış, arada ezan bile okurmuş. Sevilen biri olduğu için o yıl muhtar seçiminde köyün muhtarı olmuştu. Muhtarlığı sırasında bir kaç arkadaşıyla İstanbul'a gitmiş. İstanbul'da arkadaşlarıyla gezerken Yeni Cami'ye girmişler. Görevliler bunları iyi karşılamış. Nasıl olduysa arkadaşları Sadık Amcanın ezan okumasını önermişler. Görevliler bunu iyi karşılamış. Sadık Amca görevini yapmış. Yapmış ama daha kapıdan çıkmadan kalabalık bir grup Sadık Amcayı tanımak istemiş. Kısa bir sohbet olarak başlayan karşılıklı konuşmalar giderek pazarlığa dökülmüş. Kısacası o çevredeki insanlar Sadık Amcayı bırakmak istememişler. Köye döndükten sonra da bir süre Sadık Amcaya haberler, mektuplar gelmiş:

-Biz seni bekliyoruz, Yeni Cami minarelerinden sesini duymak istiyoruz! Sadık Amcanın yaşam düzeni elvermediği için gitmemiş ama insanların, ibadetlerini daha bilinçli, daha etkileyici sesler ya da söylemlerle sürmesini bekledikleri yadsınamayacak bir görüntüde ortaya çıkmış.

Bizim arkadaşlara bunları anlatınca, susuyorlar ama gene de müzik deyince eli kulağa atıp bağırmayı yeğlemekten öte gitmeye niyetleri yok.

Kahvaltıdan sonra doğrudan derslik salonuna gittim. Halil Dere gecikmiş, kendim bir yer seçtim. Bu derste Sami Akıncı'yı dinleyeceğime kesin gözle bakıyorum. Halil Dere geldi, kendisine neden yer ayırmadığımı sordu. Az önce yanıma oturan arkadaşım Yusuf Demirçin kalktı, Halil Dere'ye yer verdi. Biz tartışırken öğretmen İbrahim Yasa gülümseyerek geldi. Göz ucuyla Sami'ye baktım; işaret bekler gibi bir duruşu vardı. Sami, verilen ödevleri yerine getirmek için çalışır, sırası gelince de o ödevi ortaya dökmek ister.

Öğretmen, her zamanki gibi öteden beriden sözler etti. Gazete okuyor musunuz? diye sordu. Bir grup yüksek sesle:

-Okuyoruz! deyince öğretmen yüzünü ekşiterek:

-Bıktım şu savaş haberlerinden, bir birine zıt haberlere bakıp şaşıyorum. Artık; “Savaş bitti! denene dek gazete okumayacağım! ” deyince gazete okuduğunu söyleyenler biraz şaşkınca, öyle bakıştılar. Derse giriş beklediğim gibi olmamakla birlikte ben umudumu kesmedim, bir yandan da Sami Akıncı'yı gözledim. Sami dikkatli dikkatli öğretmeni bekledi. Öğretmen bu kez de:

-Geçen derslerin birinde, bizim derslerimizin konularıyla lise derslerinde okunan sosyoloji konularının ayrı olduğundan söz edilmişti. Bunu düşündüm; sizde yanlış bir kanı uyanmasın diye genel hatlarıyla Sosyolojinin ne olduğunu, Sosyoloji biliminin nasıl Pozitif bir bilim durumuna geldiğini açıklamayı düşündüm. Sosyoloji dediğimiz bilim, insan topluluklarının bireysel bağlarını, bireylerle topluluğun genel ilişkilerini, yönetenle yönetilenlerin yetkilerini, hakları, hukukunu inceler, korur ya da yapar! demiyorum; dikkat edin. Çünkü Sosyoloji bir inceleme, değerlendirme bilimidir. Bir yandan tarihe benzerliği ya da yakınlığı, bir yandan da psikolojiye bağlılığı vardır. Çünkü bu iki bilimin de konusu bir bakıma insandır. Ancak psikoloji, tek insanın, sosyoloji ise birden fazla insan davranışıyla ilgilenir. Sosyoloji biliminden söz edilmediği eski zamanlarda da sosyolojinin konusu vardı. Çünkü insanlar bir araya geldiği günden bu yana karşılıklı ilişki içindeydiler. Tarihin karanlık dönemlerinde bile insan topluluklarında yönetenle yönetilenlerin olduğu sanılmaktadır. Günümüzde, sayısız hayvan cinslerinin bir yuvası olduğu, gruplar olarak gezdikleri, göçtükleri bilinmektedir. Bu gözlemlerden sonra dikkatimizi insana çevirip tarihin derinliklerine inebiliriz. Avcılık döneminde insanların ailecek ava çıktığını düşünemeyiz. Bir aile oluşmuşsa kesinlikle bir işbölümü yapılmıştır. Avcılıkla yaşayan grupların, avları azalınca, avı çok olan yerlere göçlerini düşünebiliriz. Göç eden topluluk, kesinlikle bir düzen içinde göçmüştür. İşte bize bir sosyoloji konusu. Daha berilere, tarih çağlarına gelelim. Atalarımızın uzak Asya'dan buralara geldiğini biliyoruz. Ne denli ilkel olursa olsun belli kurallar içinde belli bir düzene uyarak geldiklerini varsaymak zorundayız. Bunlar hepsi birer sosyoloji konusudur. Bunlar o gün bu gün hep yaşanmış, yaşanmaktadır. Bu tür değişimler için kesinlikle kurallar konmuş, konan kurallar belki bozulmuş ama insanlar gene kurallar koyarak bir düzen kurup toplu olarak yaşamışlardır. İnsan toplulukları tarih süreci içinde giderek bilinçlenmiş, kendilerini koruyucu düzenler kurmuşlardır. Beylikler, krallıklar, siteler, imparatorluklar, daha sonra da cumhuriyetler sürüp gelmiştir. Ancak bu değişimlerde insan-toplum ilişkileri gitgide karmaşıklaşmıştır. Gene de anlaşılabilir bir yanları vardır. Bu yanları, insanlar, Felsefe düşünce düzeni içinde bir birlerine iletebiliyordu. Ancak yeni zamanlara gelindiğinde söz konusu karmaşık ilişiler giderek daha karmaşık bir duruma gelince, eski dönemlere yeni çağlarda, yönetenlerle, yönetilenler arasında kültürel yakınlaşma oluştukça, birey-toplum ya da yöneten-yönetilen ilişkilerin daha adil kurallar içinde olma düşüncesi ortaya çıktı. Daha doğrusu bu, önü alınamayacak kavgalara yol açtı. Oldukça acı deneyimlerden sonra yeni çağın düşünürleri bu konuları ele alıp pozitif ölçekler içinde inanılır-güvenilir bir bilimsel düzeyine çıkardılar. Bu konuda uzunca bir süre uğraş vermiş sayısız bilginlerden Fransız Auguste Comte, (Sosyoloji Pozitif Bilimin kurucusu sayılır) Üç Hal Kanunu denilen bir benzetme kuralı getirmiştir. Bu benzetmeye göre insanlık, tıpkı bir insan gibi üç devre yaşamıştır. Doğan bir çocuk, nasıl bir süre bilinçsiz olarak sanki yalnız, karanlıktaymış gibi yaşarsa, insanlık da başlangıçta bir süre öyle yaşamıştır. Bu sürenin bilinmesi sözkonusu değildir, ancak varsayımlarla açıklanabilir. İnsan türünün ilk varoluşundan, bilinen tarihe dek geçen zaman, tümüyle karanlık dönem. Doğan  bulanabilir ama yapıcılığı yönlendiriciliği söz konusu değildir. Çevresinde olup bitenlerin ayırdındadır. Onları birilerinin yaptığını sezer ama kendisi bir katkıda bulunamaz, Salt değişen olayları kendin kendi dışından bir gücün yapdığı bilincine ulaşmıştır. İnsanlığın ikinci evresi de böyledir. Bir çok şey bilinir ama niçinler nedenler onun açıklayacağı şeyler değildir. Sonuç olarak çocuk büyümüş yetişkin olmuştur. Çevresindeki olayların niçinini nedenini çözmeye başlamıştır. Kendi yaşamında, yanılma-deneme yöntemleriyle sayısız düğümü çözebilir. . İnsanlık da öyle son dönemde gözlemlerini deneylerini değerlendirip daha rahat bir yaşam düzeni kurmuştur. Uygarlık bunun sonucudur. Bu çağ bitmemiş, bitmesi de söz konusu değildir. (Kurabilen topluluklar) İşte Auguste Comte'a göre 1. İlk çağlar karanlık çağlardır, insanlar, kendilerini çevreleyen dışlarıyla bilinçsiz bir süreç yaşamışlar, bir yorum yapamamışlardır. (Çocuklar gibi) 2. Dönemde kesin yorumlardan çok bir güçlü (Öyle inandıkları için) nedene bağlamışlardır. Çevrelerindeki her olay bilmedikleri büyük bir güçten (Tanrı) gelmektedir. Böyle bilip susarlar. Sorgulama kesinlikle yasaktır. (Kendileri yasak etmiştir) 3. Dönem, çocukluk geride kalmış, kişi kendi aklı ile sorguladığı gibi ortaklaşa sorgulamalar da yapılmaktadır. Auguste Comte buna Pozitif Çağ diyor. Teolojik düşünceler dışında çocuk için de olay böyledir. Çocuk bir süre sonra çevresinde olanları sezmeye başlar, katılımlarda insan ilişkileri, eşit hakların kazanımıyla çözülür. Eşit haklar, tek yanlı değil ortak görüşlerle paylaşılır. Bu konuda daha açıklayıcı sözler de söylenebilir. Gelecek derslerimizde bu konuda biz de konuşacağız. İşte Sosyolojinin Pozitif Bilim olma hikayesi budur.

Öğretmen bundan sonra bir kitap açarak Sosyolojinin bölümlerini sıraladı:

Sosyoloji, Pozitif bir bilimdir, dünyanın tüm okullarında; üniversitelerinde bu ad altında okutulur. Konuları da değişmez, üç grup olarak kümeleşmektedir:

1. Sosyal Bilimler, 2. Sosyal Morfoloji, (Morphologie) 3. Morfolojik açıdan Toplumların gelişmesi.

Bu üç bölümün kendi içinde de bölünmeler olur. Biz de Sosyoloji Biliminin ilkeleri içinde çalışmamızı sürdüreceğiz. Ancak bizim çalışmalarımızın ağırlığı 2. Maddede gösterdiğimiz Sosyal Morfoloji (Morphologie) olacak. Açıkçası biz, teorik bilgilerden çok araştırmacı yana ağırlık vereceğiz. O nedenle ivedi olarak köylerimizden söz ettik. Siz öğretmensiniz, bilirsiniz ilköğretimde bir ilke vardır, Yakın Çevre ilkesi, çocuklar tanıdıktan başlarsa, yabancıya geçiş kolaylaşır. Bu düşünceleri de göz önünde tutarak biz, köylerimize öncelik vermek istedik.

Sosyal Morfoloji, ilk bakışta bir şekil bilgisi gibi algılanıyorsa da bu yanıltıcı bir algılamadır. Çünkü Sosyal Morfoloji, toplumun hem tinsel hem de tensel değerlerini inceler. Bunlar nelerdir? İşte bunları sırası geldikçe inceleyeceğiz.  Bunlar farklı toplumlarda farklı biçimde ele alınmakla birlikte pozitiflik özelliği değişmez.

Öğretmen, az duraksayıp son sözü tekrarlarken  zil çaldı. Tam bu sıra Sami Akıncı'ya bakmıştım. Sami; sağ elini bileğinden sallayarak dudaklarını kımıldattı. Bana göre “Tüh be!” demiş olabilir. Çünkü konuşmak için çok hazırlanmıştı.

Öğretmen çıkınca kimse yerinden kımıldamadı.

Mustafa Top, İngilizce bildiğini duyururca “İngilizcede Morfoloji diye bir söz yok!” dedi. Bir kaç kişi birden “Morf yok mu? diye sordu. Bu kez de öbür taraftan sesler geldi “Auguste Comte var mı? Mustafa Top dalgınlık etti :

-Auguste Comte Fransız! Dinleyenler hep güldü:

-Auguste Comte İngilizce bilmiyormuş!

Halil Demircioğlu şişik çantasıyla geldi. Gelir gelmez, kitabını açtı. Geçen derste okuduğumuz yerleri özetledikten sonra bir noktayı anımsattı:

- Erzurum Kongresinde büyük çoğunluğun Atatürk'ü istemesine karşın alttan alta birilerinin Atatürk'e engel olmaya çalıştığına tanık olmuştuk. Bunlar özellikle Atatürk'ün kongre başkanlığına seçilmesini önlemeye kalkmışlardı. Sivas Kongresinde bu gruba Rauf Orbay'ın da katıldığını görüyoruz. Rauf Orbay, doğrudan Atatürk'e:

-Sen kongre başkanı olma! diyor. Öte yandan birileri ise tam anlamıyla tuzak kurucu. Örneğin birisi, başkanlığı temsilcilerin adlarının harf sırasına göre sırayla yapılmasını öneriyor. Bu da yetmiyor, geldiği illerin de harf sırası olmasını istiyor. Atatürk bunu isteyenden kuşkulanıp araştırınca görüyor ki adam A ile başlayan bir ilden gelmiş, kendi adı da A ile başlıyor. Öğretmen gülümseyince biz de güldük. Mehmet Toydemir daha ileri giderek:

-Vay açıkgöz vay! deyiverdi. Öğretmen ona da gülümsedi. Hasan Özden başını kaldırmadan:

-Kesinlikle o Muğlalıdır.

Öğretmen başını kitaba çevirdi ama okumadan dikkatimizi çekti:

-Atatürk, salt düşmanla değil hatta düşmandan önce içerdeki düşmanlarla bizim şimdi pek görüp değerlendiremediğimiz bir başka Kurtuluş Savaşı vermiştir! dedi. Daha sonra Sivas Kongresinden bölümler okudu. Kongrede ele alınan konular dışında oraya gelen önerilerin kaynaklarını, İngiliz, Ermeni, Rum, Musevi, Amerikancı, Osmanlıcı, Kürt, Arap yanlı insanların gayretkeşliklerini anlattı. Tüm bu bozguncu girişimlere karşın Atatürk'ün tek başına direnmesi, Sivas Kongresinden güç alması, daha sonra Ankara'ya geçerek savaşı sürdürmesini onun olağanüstü inancına, Türk Ulusuna karşı sevgisine bağladı. Özellikle de Rauf Orbay gibi eski askerlerin yanında görünüp de içten içe karşı olmalarını bile bile onlara savaş boyunca yetkiler vermesi başlı başına üstünde durulacak, ders alınacak bir davranış olduğunu söyledi. Rauf Orbay'ın Başbakanlık yaptığını, Refet, Ali İhsan, Karabekir, Nurettin Paşaların 1925 yıllarına dek hem mecliste Millet Vekili olduklarını hem de orduların başında bulunduklarını anlattı.

Ders bitince azıcık düşündüm; “Ben Kurtuluş Savaşı olayını çok iyi bildiğimi sanıyordum. Öyle ki Celal Sahir Erozan'ın şiiri 19 Mayıs 1919'la Samsun'a çıkıp bir solukta Ankara'ya gelerek Önce Büyük Millet Meclisini kurup arkasından da Cumhuriyet'i getiriyordum. Erzurum sonra da Sivas Kongrelerinin bende salt adı vardı. Aylar süren o zorlu günlerin belleğimde hiçbir derinliği yoktu. Şimdi olayı daha doğru kavradım. 19 Mayıs günü başlayan yolculuk öyle “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar! ” sözleriyle Samsun/Kavak arasındaki kısa yolculukla bitmemiş. Bana göre o gün söylenen marş, 27 Aralık 1919 gününe dek sürdürülen; tamı tamına 301 günü kapsayan bir marş; neredeyse bir yıl dolacak. Bu 301 günün derinliğine- bilinçli olarak- ancak bugün inebildim. 27 Aralık 1919 gününden başlayıp 29 Ekim 1923 günü top sesleriyle biten 3 yıl 11 aylık süreci de bu bilinçle kavrayabilirsem, “ Kurtuluş Savaşı'mızı “ BİLİYORUM!” deme hakkını kazandığıma inanacağım.

Öğle yemeğinde de bir bakıma tarih dersimiz sürdü:" Halil Demircioğlu konuşur gibi okuyor. Kimi zaman kitaba bakar gibi yaparak konuşuyor!" Arkadaşımız Ekrem Bilgin iyi gözlemiş; hemen açıkladı, Atatürk'e gelen telgraflarla Atatürk'ün telgraflara verdiği yanıtları öğretmenin kitaptan okuduğunu, öteki taraflarda kendisi konuştuğunu anlattı. Ekrem'in özellikle öğretmen masasına yakın oturuş nedenini şimdi anladım, öğretmeni gözetliyormuş. Ekrem:

 Bunu özellikle uyanık kalmak için yapıyorum:

-Ne yapayım, kendimi bırakıversem kesinlikle uyuyacağım! deyip güldü.

Kemancıları zorlu bir gün bekliyor. Ortak görüş:

- Bölüm Başkanı dün sabah çalıştığı için öğleden sona gelmedi. Bugün, dünün eksiğini de tamamlamak isteyecektir! deyip kaygılanıyorlar. Gene de akşama plâk dinlemeyi önerdiler. Bu hafta da konser yok. Gene Halkevine gideceğiz; bu kez tiyatro. William Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedyası oynayacakmış. Komediyi öğrenmiştik, bir de komedya ortaya çıktı. Komedya da komedinin bir başka adıymış; güldürücü tiyatro oyunları.

Salona girer girmez Öztekin Öğretmen damladı. Ben, arkadaşların akşam için önerilerini, “ Nasıl söyleyeyim? ” diye tasalanırken öğretmen önce bana:

-İbrahim, bu hafta konserimizi de senden istiyoruz, hemen bu gece! diyerek güldü. Ben de saptamış oluğumuz 10 öbeklik plâk dizimizin sonu olduğunu söyledim. Öğretmen:

-Bir ara yeni bir dizi yaparız! deyip ellerini çırptı. Bu el çırpış, kemancıların toplanması komutuydu. Doğal olarak benim de Beringer'i alıp alt kata iniş işaretimdi. İndim önce geçmiş parçaları tekrarladım. Faik Öğretmenin pişmesini istediği parçaları bir kaç kez tekrarladım. Parmak eksersizleri yazılı bölüme baktım. Faik Öğretmen geçmiş günlerin birinde Beringerin yapraklarını çevirip bir yere geldiğinde:

-İbrahim hızlı gidiyoruz ama buralara geldiğimizde bu hızımız sanırım biraz kesilecek! demişti. O sayfaya geldiğimi gördüm. Finger-Übungen ya da Finger Exercises yazılı sayfaya gelmişiz. Tüm notalar numaralı parmaklarla basılıyor. Üçer bölümlü iki porteye, arka sayfayı çevirince daha da duraksadım. 2 saat çalışmama karşın hiç bir başarı kazanamadan piyanoyu Mehmet Zeybek'e devrettim. Kemancı arkadaşlar da serbest çalışmaya geçmişler, pikap köşesine çekilip plâkları hazırladım.

Değişiklik yapılmazsa:

1. Anton Dvorak, Si Minör Viyolonsel konçertosu, 5 plak

2. Cesar Frank, La Majör Keman -Piyano Sonat, 4 plak

3. Nikolai Paganini, Kapris (yalnız keman için), 1 plak

 

Plak listesini öğretmene göstermek üzereyken, ona konuklar geldi, Mustafa Güneri, Hidayet Gülen Öğretmenler. İkisi de beni iyi tanıyan öğretmenler. Mehmet Öztekin Öğretmene sırayla övdüler. Öztekin Öğretmense beni daha çok şımartacak bir şaka sözü konuklara söyledi:

-İbrahim'i bana övmeniz doğrusu beni üzdü. Ben onun başarılarını gördükçe ona bunları ben kazandırdım diye kendime övünç payı ayıracaktım. Siz bunları açıklayınca doğrusu plânların inkıtaa uğradı. Hidayet öğretmen hemen ekledi:

-İbrahim, sizin övüneceğiniz, bizim bilmediğimiz yeni başarılar kazanmıştır, buna inanıyoruz! dedi. Bizim bölüm başkanımız aynı zamanda Enstitü bölümünde yönetici durumundaymış. Enstitünün Sanat Başı olan Mustafa Güneri Öztekin Öğretmene özel olarak Enstitü üstüne bir konuyu konuşmak için gelmişmiş. Hidayet Öğretmen, bana takıldı:

-Gelmişken bir dinleyeyim, çok zaman geçmedi ama gene de merak ediyorum, piyanoya yaklaşımın nasıl? Aşağıdaki piyanoda çalışan Mehmet Zeybek gelince Hidayet Öğretmeni oraya götürdüm. Meğer öğretmen yukarıdaki karışıklıktan, konuşmalardan, keman, piyano seslerin sıkılmışmış, teşekkür etti, en doğru çaldığım parçalardan seçerek dinlettim. Hidayet Öğretmen çok onurlandırıcı sözler söyledi, Kepirtepe'den söz ettik. Eski Müdürümüz Nejat İdil'i (Hidayet Gülen Öğretmen Nejat İdil'in okul arkadaşıdır) andık. Bunları konuşurken daha önce sormayı tasarladığım Md. Yardımcısı Tahir Erdem'in Edirne'de çalışıp çalışmadığını sordum. Hidayet Gülen Öğretmen gülümseyerek bu soruyu kendisine neden sorduğumu sordu. Olayı anlattım, Trakya Genel Valisi Abidin Özmen'le okulumuza bir Erdem soyadlı kişi gelmişti, onun anımsadım!” deyince Hidayet Öğretmen yanıldığımı, o kişiyi kendisinin tanıdığını, onun adının Tahir değil Fahir olduğunu, Tahir Erdem'in başka yerlerde çalıştığını, ayrıntılarını bilmediğini anlattı. Güzel güzel giden konuşmamızı yanlış bir yöne çevirdiğimi anlayıp, içimden kendimi eleştirdim ama iş işten geçti. Neyse ki Hidayet Öğretmen sorumu doğal karşılamış görünümü içinde çalışmaktan başarıdan söz ederek kusurumu önemsememiş gibisine tavırlar içinde ayrılırken övücü sözlerini tekrarlayarak, kendi atölyesine çağırdı. Yazık ki ben Hidayet Öğretmenden utanarak ayrıldım. İçimden gelerek ayağımı yere vurdum:

-Sana ne elin nerede çalıştığı? Öğrensen ne olacak? Dışarı çıktım, hava iyice soğumuş burnumu çeke çeke kitaplığa gittim.

Kitaplıkta kimsecikler yoktu. Sami Akıncı'nın olmayışına şaştım. Az sonra topluca bir grup geldi. Aralarında Sami Akıncı da vardı. Grup toplantıları olmuş; bir süre kitaplıkta da tartıştılar. Konuları gene derslerle ilgili. Özellikle Matematik dersinde karşılarına hiç görmedikleri türden problemler çıkıyormuş. Sami Akıncı savunma yapıyor:

Biz de görmedik be kardeşim, ben problemleri çözüyorsam o konuları kendim çalıştığım için çözüyorum. Ben çözmesem, Halit Ziya Kalkancı onları istemeyecek mi sanıyorsunuz? Matematik Öğretmenlerini de duymuş oldum, “Halit Ziya Kalkancı!” Halit Ziya Uşaklıgil'i anımsadım. Geçen konserin birinde Piyanist bayanın adını öğrenince Halit Ziya Uşaklıgil'i anmıştım, onun bir öyküsünde de Ferhunde vardı: “Ferhunde Kalfa!” Yalnız oturduğumu görünce Sami geldi. Oldukça üzgün olarak:

-Vallahi o bölüme gittiğine iyi ettin, kendi kendine çalışıyorsun, bu tembeller taifesi bunaltıyor beni. Birlikte çalışmayı söylediğimde başlarını dönüyorlar. Tam diyemiyorlar ama dillerinin altındaki çok açık “Sen de bizim gibi çalışma!” Ben kalkıp verilen problemleri çözmesem öğretmenin derste susacağını sanıyorlar! Üzüldüm, Sami'yi böylesine tedirgin hiç görmemiştim. Kendi durumumu, genel olarak gözden geçirip, zaman zaman duyduğum pişmanlık duygularımın yersizliğini anladım. Yarınki ders için hazırladığım Yunus Emre ya da Halk Edebiyatı üstüne Burhan Toprak'ın yazdıklarını bir kez daha okudum.

Yemekte herkes sordu: “Nerdesin?” Önce telaşlandım, yoksa Bölüm Başkanı mı aradı? Arayan falan yokmuş, plâk dinleme olup olmayacağını kesin olarak bilmediklerinden soruşturmuşlar.

Değişik konularda bir dizi değişik şamatadan sonra Müzik Salonuna dönüp öğretmeni bekledik. Öztekin Öğretmen azıcık gecikerek geldi. Gelince de “Bir daha gecikirsem beni beklemeyin, nasıl olsa hazır bir program var, ona uyulsun. Gecikenler de haklarına razı olsunlar! deyip güldü. Muttalip öğretmene dik dik bakınca Öztekin Öğretmen Muttalip'e dönerek:

-Hadi sor sor, ne soracağını biliyorum; “Bu kural bizim için de geçerli mi? ”diyeceksin. Muttalip:

-Vallahi Öğretmenim bildiniz, sahiden bizim için de geçerli mi? Öztekin Öğretmen ciddileşerek Muttalip'e döndü:

-Ben senin gibi kesin, yeminli falan konuşamıyorum ama bana gene de inanmanı isterim “Bu koşul, senin için de geçerli olacak!

Öğretmene Dvorâk (Duvarjak) viyolonsel konçertosunu gösterdim. Öğretmen başıyla “Olur! ” işareti verince plağı koydum. Daha önce dinlendiği için arkadaşların yüzleri güldü. İlk dinlenen eserlerde yüzler oldukça gergin oluyor. Sanırım bu gerginlik dikkatle dinleyişten ileri gelmektedir.

Orkestra hafiften başlayınca hemen viyolonsel gelecek sananlar var, başlarıyla başlama işareti veriyorlar. Oysa  viyolonsel hemen girmiyor. Orkestra önce kendi sesleri arasında gel-gitler yapıyor. Özellikle öne çıkıp oldukça uzun sesler çıkarıyor. Ara ara da yaylılar çıkış yaparak bir süre ses yarışmasından sonra bir sakin süreç gelip sanki bitiyormuş izlenimi bırakırken orkestra birden sertleşip keskin akorlar basılıyor. Arka arkaya gelen bu sert akorlardan sonra  viyolonselin sesi duyuluyor. Öteki çalgılara “Ben de varım dercesine önce uzun seslerle girdikten sonra soru sorarmış gibi konuşmaya başlıyor. si-do -siii, si-do-siiii tekrarı, sahiden soru soruyor izlenimini veriyor. Sanıyorum tüm dinleyenler, sesleri algılarken bir yandan da benim gibi yakıştırmalar yapıyordur.

Konçerto bitince Ekrem Bilgin Öztekin Öğretmene sordu:

-Bizim bölümde viyolonsel bölümü neden yok? Öztekin Öğretmen soruyu yanıtlamadan olduğu gibi Ekrem'e çevirdi:

-Sen söyle, bizim bölümde viyolonsel bölümü neden yok? Ekrem, az durduktan sonra “Ben bilseydim sizden sormazdım! ” deyince öğretmen bu kez soruyu tüm arkadaşlara çevirdi. Konu geçen yıl konuşulmuş 2. sınıflar gülümsediler. Bu kez öğretmen, sorunun yanıtını onlardan istedi. Orhan Doğan açıkladı “ viyolonsel, bizim ülkemizin okul sistemine uygun bir çalgı değil. Müzik öğretmeni,  viyolonseli sırtlanıp derslikler arasında dolaşamaz. Bu salt taşımak, değil çalgının korunması bakımından da önemlidir.  Viyolonsel, ancak özel müzik salonunda kullanılabilir. Öğretmen gülümseyerek Ekrem'e sordu:

-Sen bu soruyu sorduğuna göre kendin de bir neden bulmuşsundur! deyince Ekrem açık yürekle düşüncesini söyledi:

-Siz viyolonsel çalmadığınız için, diye düşünmüştüm! Öğretmen güldü:

-Haklısın, ben viyolonsel çalsaydım doğal olarak onu öğretecektim ama burada değil, onun geçerli olduğu bir yerde. O zaman burada gene bir keman öğretmeni olacaktı. Çünkü müzik dersinde en rahat kullanılan geçerli çalgılardan biri kemandır. Biz bunun daha pratiği olarak mandolini öneriyoruz ama kemani iyi öğrenmiş bir öğretmen mandolin kullanırsa müzik sanatının inceliklerini öğrenciye daha ayrıntılarıyla iletebilir. Yoksa kulaktan dolma ses kaparak derme çatma öğrenilmiş mandolinle beklenen müzik zevki kazandırmak olası değildir. Uygar ülkeler, gördüğünüz orkestraları yüz yıllar önce kurup geliştirmiş, ona göre de besteler yapmış. 2500 yıl önce yaşamış Çinli filozof Konfüçyüs, “Bir ulusun uygarlığı müziğiyle ölçülür! demiş. Oldukça görkemli bir tarihimiz olmasına karşın görüyorsunuz müziğimiz gelişememiş. Bunun nedenleri için savunma yapılabilir ama savunmalar bizi ileriye götürmez, tersine daha da geride kalmamıza yol açar. Uygar ülkelerin hemen hemen her kentinde orkestralar kurulmuş konserler verilirken bizim ülkemizde tek Ankara'da bir orkestra bulunmaktadır. O da Atatürk'ün isteğiyle kurulmuş, devlet gücüyle ayakta durmaktadır. Oysa uygar ülkelerde orkestralar belediyelerin, sivil toplulukların desteğiyle yaşamaktadır.

Öğretmen, “Bu konu böyle kısa konuşmalarla savuşturulacak bir konu değil, bunu bir süre sonra araştırmalı çalışmalarla belgeleyerek inceleyeceğiz. Halkımız gerçek müzikten neden uzaklaşmış. Müzik öğretmeni olarak bunu bizim bilmemiz, önemli görevlerimizin başında gelmektedir. Öğretmen bu konuda çok duygulandı, kalkıp giderken durdu:

-Müziği, salt şarkı, türkü olarak düşünmeyin, uygar dünyada müzik çok büyük bir olaydır. Orkestralar, operalar, korolar, müzik endüstrisi içinde küçük birer olaydır. Danko Pista filmini gördünüz. Adam bir keman uğrunda ömrünü tüketiyor. Bir keman deyip geçmeyin, insanlar yüz yıllardır en iyi kemanı yapmak için yarışıyorlar. Olağanüstü keman üreten birimler kurulmuş. Piyanolara bakın, bir piyanonun çalar duruma gelmesi için yüz çeşit parça gerekli, onların her birini bir başka usta yapmaktadır. Bu çok önemli bir işbirliğidir. Orkestradaki nefesli sazları görüyorsunuz, her biri yüzlerle parçadan oluşmaktadır. Çok hassas sesleri çıkaran o çalgılar çok dikkatli ellerden çıkmaktadır. Onları yapan ellerin kulakları o orkestraları dinliyor. Onları dinleyenleri gören besteciler onlara göre eser besteliyor. Bunlar dünün bugünün işi değil yüz yılların birikimidir. 1685-1750 yılları arasında yaşamış Johann Sebastian Bach'ın viyolonsel için bestelerin yanında 1841-1904 yılları arasında yaşamış Dvorak'ın (Dvorjak) Viyolonsel konçertosu duruyor. Oysa aralarında tam 100 yıl var. Bu da uygarlığın ilkellikten ne denli farklı olduğunu gösteriyor. Öztekin Öğretmen biraz acımsı gülerek:

-İşimiz oldukça zor çocuklar, gene de iyi niyetimizle elimizden geleni yapacağız. Marşta söylediğimizi yaşamımızın her dakikasında yaşayarak uygulayacağız. Marş söylerken ne diyorduk “Ey vatan, göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz!” Öğretmen; “Haydi, iyi geceler!” deyip ayrıldı. Arkadaşların çoğu hemen gitti. Kalanlar da önce efkarlandılar, sonra sonra yumuşayarak ortak bir noktada buluştular:

-Elimizden geldiğince çalışacağız!

Yatınca uzun süre Öztekin Öğretmenin söylediklerini düşündüm. İnsanlar, daha doğrusu tembel insanların düşünceleri çalışanlardan farklı galiba. Müzik çalıştığım sürece arkadaşların çoğunda gördüğüm bir davranış sosyoloji dersinde İbrahim Yasa Öğretmenin anlattıklarını anımsattı bana. Auguste Comte ne demiş; İlkel çağ insanlarının düşünceleri yeni doğan çocukların geçirdiği süreç gibidir. Öyleyse günümüzde de o türlü insan bulunmaktadır. Çocuk gibi çevresinde olan bitenden habersiz, gördüklerini tekrarlayıp daha ileri gitmeyi düşünmüyor. Sayısız arkadaşa mandolin çalıştığımız sıralar nota öğretmeye çalıştım. Notalara bakınca karışık bulduklarını söylediler. Oysa ben hiç karışık görmemiştim. Alfabenin 29 harfini nasıl öğrendimse 7 nota ile onların değişlik durumlarını kavrayıp kolayca okuyup çalmaya başladım. Notaları harflere benzetince birçok arkadaş beni paylamaya kalkmıştı “Onunla o bir mi?” Ne biri? Alfabe notadan çok daha zor. Çünkü harfler seslere göre çok daha karmaşık şekillere giriyor. Söylediklerimi kanıtlamak için verdiğim örnekleri kimseye dinletemedim. Sahiden onların hiç birisi nota öğrenemedi. Şimdiki arkadaşlar içinde de o tipleri var. Çalıştıkları parçaların başındaki işaretlerin değerlerini bir türlü kavrayamıyorlar. “Allegro nedir? A ne anlatıyor? Bu noktanın burada ne işi var? Arkadaşım, eline yayı aldın, karşındaki notaları çalacaksın. Notaları tıpkı yolda yürüdüğün gibi bir zaman içinde sıralayacaksın. Bu hız otomobil hızı da olabilir, at hızı da ya da bir sporcu hızı da olabilir, bir ihtiyar hızı da. bu değişik hızlardan birini seçeceksin. Seçtiğin hız bir sporcu ise hızlı, yani allegro, ihtiyar gidişine uygunsa Andante diyeceksin! Besteciler bu hız işini daha da ayrıntıya indirmişler, Presto, allegro, allegretto, andantino, Andante, largo, largetto. grave v. b. Demişler. Bu, saate ya da dakikaya göre düşünüp sınırlandırabilirsin. Zaten onların da saat gibi ölçüleri vardır. Biz bilmiyoruz ama bilenler onları doğru kullanıyor. O seslerin yazılı olduğu parçadaki her bir vuruşluk notanın dakikada kaç tane geçeceğini usta çalıcılar bilirler. Birçok öğretici parçanın üstünde Allegro'dan sonra bir vuruşluk not yazılır hemen arkasından da 160-170-180 sayıları vardır. Bu sayılar ağır çalınmasını gösteren örneğin Greve'de 100-110 olabilir. Presto da bu sayı 200'e bile çıkabilir.

Bunları dedim ama, kendime sordum; “Bunları oturup yazdın mı? ”Hepsini değil! Otur hepsini yaz. Yazmazsan, yazmadığın bilgiler senin değil, senin geçici konuklarındır. Geçici konuklar, sürekli kalmadığı için geçici sıfatı verilmiştir. Şimdilik ancak bunları yazıyorum, başka ölçüler görünce ekleyeceğim. Bu ölçekler metronom denilen bir aletle ölçülür. Metronom, saat gibi ayarlanır, saate uyar. Örneğin dakikada kaç kez vuracak şekilde hızlandırılır ya da ağırlaştırılır. Örneğin andante dakikada 60 vuruş yapar ya da yapması gerekir. Ötekiler, hızlı ya da yavaş aşağıdaki ölçülere uydurulur.

1. Greve  çok ağır,  dakikada    40 vuruş

2. Largo, greve'den az hızlı    “     48  “

3. Larghetto, largodan az hızlı   “     50  “

4. Lento ağırca         “     52  “

5. Adagio, lentodan az hızlı    “     54  “

6. Andante, orta hareketli     “     60  “

7. Andantino, andanteden hareketli  “     66  “

8. Moderato, hareketlice      “     80  “

9. Allegretto, hareketli       “     100  “

10. Allegro, çabuk         “     116  “

11. Vivace, çok çabuk       “     126  “

12. Presto, en çabuk        “     144  “

Uygar ulusların kullandığı çok sesli müzik böylesi değişmez kurallar içinde olduğundan, çalışma birliği kolay kurulmakta yüzlerce kişilik büyük orkestralar, kalabalık korolar bir şefin işaretleriyle yönetilmektedir.

Bu sözler gibi bir de müzik şekilleri var, arya, serenat, sonat, konser v. b. Bir de onları yazmalıyım. Sanırım onlar daha çok.

Yarın perşembe, Hamdi Keskin Öğretmen bakalım yarın nelerden söz edecek!

 

13 Ocak 1944 Perşembe

 

Uyanır uyanmaz akşam kendime verdiğim sözü anımsadım. Gerçekte çok zor bir iş değil. Müzik işaretlerinin çoğu elimdeki Beringer metodunda var. Onları sıralayıp yazarsam bana bir yığın bilgi kazandıracaktır.

Hasan Üner, iki kesik getirdi, ikisi de Çamdeviren'den. Çamdeviren'in Faruk Nafiz Çamlıbel olduğunu biliyorum. Faruk Nafiz Çamlıbel'in defterimde Çoban Çeşmesi, At, Ali, Kalıtım (Veraset) şiirleri var, onlar ezberimde, sık sık okuyorum. Bunları da yazacağım ama pek beğenmiş değilim.

 

RADYO BAŞINDA

 

Bir radyom var odamda, sevimlidir, ufaktır

İşim gücüm her akşam onunla oynamaktır,

Ankarayı işitmez, çünkü yakındır bize.

Duymaz Amerikayı, çünkü bizden uzaktır.

Dolaşırım yakınla uzağın ortasında,

Yolumda her memleket bir adımlık konaktır.

Koltukta hem dinlenir, hem dinlerim cıkhanı,

Bütün gün çalışana gece dinlenme haktır.

Paris'te komediler, B erlinde haileler,

Londra'da dramlar artık kucak kucaktır.

Bazı gelir Peşte'den Çıgan orkestrası,

Kırım'ın türküşeri, yüreğimde bıçaktır.

Parazitler, sendloni yapmaya başlayınca,

Radyom artık başımda patlayan bir kabaktır.

O zaman İstanbul'a dönerim bir adımda,

Nerdeyse Mesut Cemil, karşıma çıkacaktır.

Belli ayak sesinden spikerin geldiği,

Bu radyo tarihine girecek bir ahyaktır.

Arkasından duyulur Rıfat'ın baygın sesi,

Okuduğu şarkılar takdire mustahaktır.

Münir Nurettin de bülbül mü kanarya mı?

Kıvrak edası gibi, sadası da kıvraktır.

Hele bir tane var ki, adını siz söyleyin,

Kendini bilmem ama, sesi ciyak ciyaktır.

Belmanın sesi bence, bugün sesten ziyede,

Bir bahar rüzgarıyla inleyen bir yapraktır.

Bayan Safiye'nin de ateş saçan nefesi,

Yerli an trasitle tutuşmuş bir ocaktır.

Radyonun demirbaşı bayan Vedia Rıza,

Gece mehtaba karşı, iç çeken bir ishaktır.

Bunlar neysene yalnız, o garip şarkıları,

Nerden bulup söylüyor, bana bu bir meraktır.

. . . . . . . . . . . . . . .

 

ESKİLERE GÖR YENİLER

 

Zamane şairleri Yaniye* Kani derler.

İki satır dizince adına mani derler.

 

Çaldıkları ıslığa saf şiir derler çoğu,

Çektikleri sıtmaya vahy-i rabbani* derler.

 

Altı saatlik ömrü olmayan şiire baki, *

Altı yüz yıl yaşamış gazele fani* derler.

 

Nazma yumruk atanlar ya dahidir ya şair,

Musiki, renk ve mana koyana cani* derler,

 

Eskilerin bir ölmez şiir peri vardı:

Yeniler böylesini görse zebani* derler.

 

Eskiler ilham* için gezerlerdi Adada,

Yenilere sorarsan, idrakim* ani derler.

 

Ahynı adam sanırlar bütün sakallıları,

Abdülhak Hamitd'e Hamid-i Sani* derler.

 

Devrin şairlerinde her kim mana ararken

Aklını oynatırsa, tesiri ani derler.

 

Eskiler böyle anlar yenilerin şi'rini,

Yenilere sorarsan, idraki mani derler.

 

Çamdeviren sorarsa, kimdir hakiki şair?

Memleket yollarında Veyselkarani* derler.

 

Çamdeviren (Faruk Nafiz Çamlıbel)

 

(*) Yani: bir ad, baki :kalıcı, yok olmayan, fani: Ölümlü, geçici, cani: Can alıcı, cana kıyıcı, İlham: Duygulanma, duygulandıran, etkileyen, zebani :Ürkünç, korkutucu, biçimsiz. Hamid-i sani. Padişah 2. Abdülhamit. Veyselkarani: Çok gezdiği söylenen bir kişi, yolculuk konusunda deyimselleşmiş bir benzetme: Veyselkarani gibi yollara düşmek. İdrak: Algılama, karşılaşılan bir olayı doğru kavrama, belleğe doğru geçirme. . . . Ani idrak: Çabuk kavrama .

 

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Salonun tavan ya da köşelerini gösterir gibi bakarak; “Salonunuz büyük olmasına karşın sıcak. Bana mı öyle geliyor? diye sordu. Sorusuna yanıt beklemeden, havanın soğuduğunu, Ankara'nın daha da soğuk olduğundan söz etti. Ellerini ovuşturur gibi yaptıktan sonra sözü derse getirdi:

-İlk konuşmalarımızda, Geçmiş dönemlerde edebiyatımızın iki öbekte toplandığını, okumuş ya da egemen katmanların Divan Edebiyatı çevresinde toplanmasına karşın halkın kendi yaşamları düzeyinde doğal bir Edebiyat geliştirdiğini söylemiştik. Divan Edebiyatı için yeterli olmasa da bir giriş yaptık. Bir de öteki kolu, Halk Edebiyatı cephesine değinelim. Daha sonra da zaman zaman ikisinden de örnekler seçerek günümüze doğru gelelim!

Hamdi Keskin Öğretmen, günümüzde var olan tüm devlet halklarının tarih içinde göçleri olduğunu, okullarında bunları okuttuklarını, bizim tarihimizin ise neredeyse tümü göç tarihi sayılacağını söyledi. Göçler nedeniyle yerleşik düzene geçilemediğinden kültürel gelişmelerin de dayanıklı olmadığını bu nedenle bizim yazılı tarihimizin, dolayısiyle de edebiyatımızın bazı ulusların yazılı kaynaklarından çok sonra başladığını anımsattı. Arkasında:

-Yunanistan, Mısır, Roma, İran, Çin yazılı belgeleri yanında bizimkiler çok yeni sayılır. Örneğin Yunanistan'ın Homeros destanları, İlyada ile Odise İsa tarih başlangıcında 900 yıl önce doğduğu söylenmektedir. Oysa bizim en eski yazılı belgelerimiz Orhun Yazıtları, İsa tarih başlangıcından 700 sonra dikilmiştir. Bizim dersimizi ilgilendiren belgeler için daha da yakına gelmek zorundayız, bunlar, 10-11 yüz yılların ürünleridir. Bu ilk kaynaklar dört öbekte toplanmaktadır:

1. Yusuf Has Hacip'in yazdığı Kutadgu Bilig,

2. Edip Ahmed bin Mahmut'un yazdığı  Atabetül Hakayık,

3. Kaşgarlı Mahmut'un yazdığı Divanü Lugatt-it Türk,

4. Ahmet Yesevi'nin yazdığı Divan-ı Hikmet,

Bu dört kitap içerik olarak değişik amaçlar için yazılmış olmakla birlikte Türk insanını aydınlatmak amacıyla kaleme alındıkları kesindir.

Öğretmen az duraksadıktan sonra bu dört kaynağı isterseniz teker teker ele alıp daha yakından tanıyabiliriz. Ancak, burada bir işbölümü yapmamız daha yaralı olur kanısındayım. Gönüllü dört arkadaş değişik tekrarlamamıza yardımcı olursa sanırım onları yeteri kadar tanımış olacağız. Öğretmen sözünü bitirince Veli Demiröz parmak kaldırdı, arkasından da:

-Ben Yusuf Has Hacib'i hazırlayacağım! dedi. Veli ile yan yana oturan Niyazi Kayhan da parmak kaldırdı, Edip Ahmet'i istedi. Az ileride, onların karşısında oturan Mehmet Kocaefe, Kaşgarlı Mahmut'u istedi. 4. Kişi çıkmadı, parmağımı kaldırmak üzereyken Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek Abdullah Erçetin'e takıldı:

-Biliyorum, isteklisin ama cesaretini az buluyorsun, hadi bunu dene, Ahmet Yesevi de senden dinleyelim! deyince Abdullah biraz şaşkın olmakla birlikte Ahmet Yesevi'yi tanıtma ödevini üslendi. Arkadaşlar ödev günlerini sordular. Öğretmen, “En erken iki hafta sonra, tanıtma sırasını da kendi aranızda anlaşın; yalnız, hepsi bir arada olmasın! ”

Öğretmen daha sonra her yazardan kısa örnekler okudu:

 

1. Kutadgu Bilik: Okuyana mutluluk veren kitap!

 

Kılıçla Kalem

 

Kılıç teper erken yağı tepremez,

Kılıç kınga kirse bey inçlik yemez

Kılıç il tüzer, hem budun kazganur

Kalem il tüzer, hem hazine urur.

Kılıç kan tamarsa, beyi il alur

Kalemden kara tamsa, altun kelur.

 

“Kılıç oynarken, düşman yerinden kalkamaz; Kılıç kınına girince hakan rahatsız olur. Kılıç, hem yurdu korur hem de halkın sevgisini kazanır. Kalm de yurdu düzenler hem de hazineyi doldurur. Kılıç, kan damlattıkça hakan fetihler yapar. Kalemden damlayanlar altın olur. ! ”

 

2. Atabetül Hakayık: Hakikatler kapısı ya da eşiği anlamına gelir.

 

Bilgi Üstüne

 

Bilig bildi boldu eren belgülüg

Biligsiz tirigle titük körgülüg

Biliglig er öldi atı ölmredi

Biligsiz tirik eröken atı ölüg

 

“Kişiler bilgileriyle ölçülür, bilgisiz kişi yaşarken ölmüş gibi kaybolmuştur. Bilgili kişi ölse bile adı yaşar. Bilgisizler yaşarken yok olmuş sayılırlar.

 

3. Divanü Lügat-it Türk: Türk Dilleri Sözlüğü. 7500 Türkçe sözün Arapça karşılığını vererek, Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra Arapçayı öğrenmelerini kolaylaştırmıştır. Dil öğrenmek, karşılıklı bir olay olduğuna göre bu aynı zamanda Arapların Türkçe öğrenmelerine de yararlı olmuştur.

 

4. Divan-ı Hikmet: Hikmetler ya da değerli sözler divanı ya da kitabı anlamını taşımaktadır.

 

Hikmet

 

Ol kadirim kudret birlen nazar kıldı

Hurrem bolup yır astıga kirdim mene

Garig bendeng bu dünyadan güzar kıldı

Mahrem bolup yır astıga kirdim mene

. . . . . . . . . . . . . . .

 

“Tanrım bana kudretiyle bakınca, mutlanarak yer altına indim. Garip kulun gizlerini öğrenerek bu dünyadan geçti dedim.

 

Öğretmen Ata yurdumuz Asya'dan söz açmışken daha sonraki dönemde ünlenen bir başka düşünür -şair bir kaç söz edelim deyince Ali Şir Nevai'den söz ettiğini anladım. Sevinerek dinlemeye başladım. Öğretmen yukardakileri. 10-12 yüzyıllarda yaşadığını, bununsa Fatih Sultan Mehmet döneminde yetiştiğini, 15. yüzyıl şairi olduğunu söyleyince durum kesinleşti Zaten öğretmen de Ali Şi'r Nevai dedi. 1441-1501 tarihleri arasında yaşamış. Fatih Sultan Mehmet'le oğlu 2. Bayazıt zamanlarını kapsamaktadır. Öğretmen bir gazel okudu, açıklarken zil çaldı. Öğretmen bu kez:

-Bunu da bir arkadaşınız hazırlasın deyince öğretmene baktım, öğretmenin gözleri üstümdeydi, elimi kaldırırken öğretmen:

-Arkadaşlarla anlaşın, sırayla arada onları bir daha görüşelim! deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca Abdullah Erçetin gelip boynuma sarıldı.

-Sen almasaydın ağlayacaktım. Şimdi seviniyorum, birlikte başarırız! deyip koluma girdi.

Almanca dersimizi kitaplıkta yapıyoruz.

Almanca dersim tamam ama yaptığım iyi bir çeviri çalışması değil, sıra savma, şiirin çevirisini buldum, biraz bozarak yazıyorum, oluyor. Doçent Niyazi Çitakoğlu da memnun ben de memnunum. Bu sıralar Emrullah Öztürk'le dalaşıyor. Kasıtlı olarak Emrullah'a Bulgaristan'daki ailesini soruyor:

-Geçen yıllar Almanlar gelmişti, şimdi de Ruslar geleceğe benziyor, ne yapacak onlar orada? Arkadaş zaten onun sıkıntısını çekiyor, bir de karşısındakine mi anlatsın? Adamın hiç mi insafı yok; ağlasın mı anlatırken?

Kitaplık, bizim büyük salona göre daha soğuk. Büyük salon binalar arasında olduğu için kutuya düşüyor; oysa kitaplığın bir tarafı doğrudan tepe üstü, rüzgara açık. Öğretmen soğuktan söz edince Emrullah kalkıp sobayı kurcaladı. Öğretmen nöbetçi olup olmadığını sordu. Emrullah her şeyi göze almış, bile bile yalan söyledi:

-Nöbetçiyim, öbür tarafta dersim olduğu için gelip yakamadım! deyip sobayı karıştırdı. Yusuf Asıl Emrullah'a odunların yerini tarif etti. Emrullah izin falan istemeden odun almaya gitti.

Öğretmen, her derste olduğu gibi Sami Akıncı'ya takıldı, nişanlısı, sözlü olup olmadığını sordu. Sami bu kez kesin kez daha on yıl evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Öğretmen bu kez de Sami'nin kesin kararlılığını beğendiğini söyledi. Kızının sekiz yaşında olduğunu, on yıl sonra 18 yaşında olacağını, onu Sami'ye verebileceğini söyledi. Sami'nin yüzü kızardı ama susar gibi durdu, teşekkür etti. Ancak bu tür şakalara alışmadığını, bu nedenle de arkadaşlarla zaman zaman tartıştığını anlattı. Öğretmen bu kez kendisinin bir baba olduğunu, şaka konuşmadığını, kızını iyi yetiştirip seçeceği bir damada vermeyi düşlediğini söyledi. Konuşmaları duymuyormuşum gibi suskun dururken, benden çevirimi sordu, hemen açıp okudum. Okuduktan sonra, kendi kendine konuş gibi:

-Böyle daha iyi oluyor, zaman kazanıyoruz! dedi.

 

. . . . . . . . . . . . . . Chor

 

Froch, wie seine Sonnen fliegen

Durch des Himmels praecht'gen Plan

Vandelt, Brüder, eueze Bahn,

Freudic wie ein Held zum Siegen.

 

Aus der wahrheit Feuerspiegel

Laechelt sie den forscher an,

Zu der Tugend steilem Hügel

Leitet sir des Dulders Bahn.

 

“Dostlar, gökyüzündeki parlayan güneş gibi doğru yoldan ayrılmadan gidin. Zafere koşan kahramanlar gibi aydınlık yollarda yürüyün. İnanın, ışıklı aynalarda gerçeği arayanlara, iyiliğin, güzelliğin sarp dağlarında yüreği yananlara kayıtsız kalmaz O. (Tanrı)

Öğretmen önce beğendiğini söyledi. Nedense sonra Himmel, Bahn, Hügel, Tugend sözlerinin anlamlarını sordu. Yanıtlarken karıştırdım ama çabuk doğrulttum. Bu kez de sözcük karşılıklarını nereden bulduğumu sordu. Almanca Büyük Lügatımı alıp gösterdim. Sanırım fazla bir kusurumu bulamadığı için üzüldü ama gene de teşekkür ederek bir de övütte bulundu. “Ayağını yere sağlam bas ki, düşmeyesin! ”

Arkadaşımız Mustafa Saatçı bıyık bırakmış, bir süre ona takıldı. Saç, bıyık, sakal, kaş sözlerinin Almanca karşılığını sordu.

Saç: Das Haar

Sakal: Burt

Bıyık: Schnurrbart

Kaş: Augenbraun

Tüy: Die Feder.

Mustafa Saatçı susunca öğretmen Sami Akıncı'ya sordu. Sami, kaş dışındakileri söyledi. “Kaş! ” deyip durdu. Sami konuşurken ben de Lügatten bakıyordum. İlginç bir raslantı salt kaşı bulmuştum, Sami susunca “Augenbraun!” dedim. Öğretmen bu kez de “Aferin, lügati değerlendirmeye başladın! ” deyince kendimi tutamadım:

-Ben bu lügati 3 yıldır değerlendirmeye gayret ettim. Bir yığın kitabımı evde bırakmama karşın onu getirmem de daha fazla değerlendirmek içindi, bunu arkadaşlarım da bilir! deyince öğretmen kaşlarını kaldırarak “Ama? ” diye başını salladı. Olayı büyütmemek için:

-Seçtiğim bölümün çalışmalarının tüm zamanlarımı aldığını görünce Almanca çalışmamı çaresiz tavsattım! dedim.Öğretmen yumuşak bir sesle:

-Aman ha, tümden bırakma! dedikten sonra gene Mustafa Saatçı'ya döndü. Mustafa Saatçı'nın yaşını sordu. Önce Türkçe sorduğu soruyu ikinci kez Almanca'ya çevirdi. İlkin Türkçe sorduğu için Mustafa Saatçı, Türkçe olarak yanıtladı. Öğretmen, Almanca söylemesini isteyince bu kez Mustafa Saatçı işi şakaya döktü:

-Yaşımı şimdiye dek hep Türkçe sorduklarından, ben de Türkçe yanıt verdiğimden Almancasını unutmuşum! deyince öğretmen kahkahayla güldü. Ders boyunca sürdürdüğü yöntemden o da sıkılmıştı besbelli. Arkasından Salih Baydemir'e takıldı:

-Almanca dilini sevmiyorsan İtalyanca dene! deyince Salih sinirlendi ama belli ettirmeden:

-İtalyanca istesem, siz çalıştırır mısız efendim, size alışmıştım (!) deyince Niyazi Çıtakoğlu:

-Bu benim için bir onur ama tek söz İtalyanca biliyorum! deyince arkadaşlar gülüştüler. Salih Baydemir:

-Olsun öğretmenim, biz de Türkçe konuşuruz! Öğretmen:

-Bak bu güzel işte, şimdi de zaten Türkçe konuşuruz! deyip güldü. Sami'nin bir soracağı varmış, onu sorunca öğretmen bir süre Sami ile fısıldaşır gibi konuştu. Zil çaldı. Öğretmen ayrılırken benim ödevimin bitip bitmediğini sordu. Laf olsun diye sorduğunu biliyordum. Ben de laf olsun diye:

-Bitince gene bir ödev verin öğretmenim, zorlansam da öyle daha iyi çalışacağıma inanıyorum! Öğretmen gülümseyerek:

Beraber bir şeyler seçeriz, senin azmine güveniyorum! deyip ayrıldı.

Öğretmen gidince arkadaşlar bir süre Salih Baydemir'i sorguladılar:

-Doğru söyle sen ne demek istedin? Salih, sözünden ne anlaşıldıysa onu söylemek istediğini tekrarlayıp sustu. Ancak arkadaşlar doğru -yanlış Salih'in sözünden anlam çıkardılar:

-İtalyancaya da siz gelecekseniz (!) Almancada yaptığınızı yaparsınız(!) . . v. b.

Birkaç ders önce benim düştüğüm durumlara bu kez tüm arkadaşlar düşmüş durumda; önce Emrullah odun almaya gitti, birinci dersin sonuna doğru geldi. Öğretmen yüzünü döndürüp:

-Nerede kaldın? demedi. Arkadaşın kasıtlı gelmediğini anlamamış olması düşünülemez. Sevilmediğini bile bile böyle davranması neden? Sami Akıncı dışında hiç birimize karşı bir öğretmen gibi davranmıyor. Hepimizin Sami gibi çalışkan olmamızı  mı bekliyor acaba? Böyleyse çok yanlış düşünüyor. Sami Akıncı onun dersinde çalışkansa öteki arkadaşların da başka alanlarda başarılı çalışmaları var. Sami Akıncı iş derslerinde Salih Baydemir'in gölgesi bile olamaz. Yapıcılıkta Halil Basutçu'nun, Müzikte Abdullah Erçetin'in, Resimde Harun Özçelik'in yanına bile yaklaşamaz. Sami gerçekten çalışkan, ancak belli konularda başarılı. O başarıları da iş derslerine katılmadığı sürede kültür derslerine bizden daha çok zaman ayırmasından oldu. Sami, Enstitü süresince tam beş yıl sanat-tarım çalışmaları katılmadı. Örneğin biz,1941 yılının 8 ayını Hasanoğlan'da hiç ders yapmadan inşaat alanlarında geçirdik. Sami Akıncı ise Md. Yardımcısı Hüsnü Baykoca'nın yazı işlerine yardımcı oldu. O yaz Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldiğinde yapmacık olarak bir çadırda ders için toplandığımızda bizim sıralar boşken Sami Akıncı'nın sırasında kitapları görünce Hasan Ali Yücel gitti, Sami'nin kitaplarını karıştırdı. Kitaplar arasında kendi yazdığı, liselerde okutulan Mantık kitabını (Biz orta 3. sınıftaydık) görünce:

– Bu kitabı şimdi okumanız biraz erken oluyor! demiş, bize övütler vermişti. Hasan Ali Yücel, kitabı bize göstererek; “Sizin için daha erken!” diyeceğine Sami Akıncı'ya “Sen bunu nasıl okuyorsun? diye sorsaydı önemli bir gerçek ortaya çıkacaktı. Örneğin Sami'nin yöneticilerin şemsiyesi altında korunduğu, bol bol zamanı olan Sami Akıncı'nın Hasanoğlan Köyünden Ankara Gazi lisesinde okuyan (Ali, İsmail) iki lise öğrencisiyle ilişki kurup çalıştığı, gösterilen kitabın bile onların olduğu ortaya çıkacaktı.

Yemekte de Almanca dersi konuşmaları sürdü. İngilizce okuyan arkadaşlar, bizi dinleyince şaşırdılar. Onlar da bilmiyormuş ama öğretmenleri, dersi sevdirmek için bir bakıma tiyatroculuk yapıyormuş. Doçent Niyazi Çitakoğlu'nun Salih Baydemir'e yaptığı öneriyi anımsayıp İngilizceye geçeceğimi söyledim. Niyazi Çitakoğlu İtalyanca demişti; İtalyanca olur da İngilizce olmaz mı? Bu bir şakaydı ama arkadaşlar önemsediler, yardımcı olacaklarını söylediler. Ben de sanki olacakmış gibi sevindim.

Yarın öğleye dek derslerimiz boş, sıcağı sıcağına Ali Şi'r Nevai'yi hazırlayacağım.

Bölüm Başkanımız çalışma proğramımıza yeni bir konu ekledi; kulaktan aldığımız bir melodiyi notaya almak; bugün ona başlayacağız. Piyano ya da akordiyonla bana kolay gibi geliyor ama kemancı arkadaşlar çok umutsuz. Onlardan bir bölümü de mandolin denemesi yapacaklar. Mandolinin perdeli olması işi kemana göre biraz olsun kolaylaştıracak.

Öztekin Öğretmen önce keman çaldı. Arkadaşların açık metotları vardı, onlardan iki parçayı örnekledi. Daha sonra Johann Sebastian Bach'ın bir parçasını (Plâkta süit olarak geçen bir parça)öğretmen ona “Er, eyr!” gibi bir ad verdi. Çok güzel bir parça. Daha sonra Haydn'dan bir serenad, Mozart'la Boccherini'den arka arkaya iki menuette çaldı.

Daha sonra yapmamız gereken çalışmalar üstüne bilgi verdi. Önce seçtiğimiz parça, oldukça kolay, dar aralıklı olacak. Oyun havası olarak Timurağı, şarkı olarak da Menekşeleri seçti. (Meneşke buldum derede, sordum evleri nerede-Üç beş güzel bir arada-Dilber dilber canım dilber-Canımın yaylası dilber-Gönlümün eylesi dilber. )

Kemancılar, daha önce konuşulan zorlukları öğretmene de anlattılar. Öztekin Öğretmen güldü:

– Alaturka şarkıcıları, eline hiç saz almadan şarkı yapıyorlar, sizin elinizde keman varken neden sızlanıyorsunuz! deyip bildiğimiz bir kaç şarkıdan örnekler verdi. Birini de yavrum birini, Meşeli Dağlar meşeli türkülerini seslendirdi. Öğretmen gülerek:

– Ben sizin bu sesleri bulacağınızı adım gibi biliyorum. Sizin sıkıntınız ses bulamama değil; sesleri değerlendirme kaygısı. Doğal olarak bunda zorlanacaksınız. Zaten bu çalışmayı bunun için yapıyoruz. Başlangıçta zor gelse de alışınca kolaylaşacak. Hadi, hadi çekingenliği bir yana itin! deyip bizi serbest bıraktı. Az önce öğretmene mızmızlık edenler kemanları alınca hemen türkü çalmaya başladılar. On kadar keman, pek doğru yapılmamış akorlu kemanlara denemeye kalkışınca salon iyice acayipleşti. Alt piyanoda Hüseyin Çakar çalıştığı için kitaplarımı alıp kitaplığa gittim. Ara vermeden Edebiyat ödevimi tamamlamak istedim. Ali Şi'r Nevai Köprülü zade Fuat Beyin kitabında olmadığı gibi Necmettin Halil Onan'ın Divan Şiiri Antolojisi'nde de yok. Elimdeki kitaplardan tek Agah Sırrı'nın kitabında var. Ondaki bilgilerle yetinmeye çalışacağım.

 

Ali Şi'r Nevai,

1440 Yılında, eski bir Türk kenti olan, şimdilerde Afganistan sınırları içinde bulunan Herat'ta doğmuştur. Genç yaşında şiir yazmaya başlamış, zamanının Türk Hakanı Hüseyin Baykara'nın dikkatini çekmiş, Ali Şi'r Nevai'yi koruması altına almıştır. Çok yetenekli bir kimse olan Nevai, şairliği yanında iyi bir yönetici olduğundan Hakan Hüseyin Baykara'nın yardımcısı olmuştur. O dönemde dağınık bir durumda olan Türk Boyların şiirleriyle sesini duyurarak Türkçe'nin üstünlüğünü kanıtlamıştır. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u alışına çok sevinen Nevai bu konuda övücü şiirler yazarak Fatih'e göndermiştir. Şiiri gibi anlatışı da üstün olan Nevai, otuzu aşkın kitap yazmıştır. Düz yazılarını o günlerin anlayışı içinde Tezkire olarak yazan Nevai, bir çok Doğulu şair gibi Leyla ile Mecnun, Ferhat'la Şirin mesnevilerini de yazmıştır. Ali Şi'r Nevai, kendisinden sonra gelen Türk-İslam şairleri üzerinde büyük etki yapmıştır.

Bir Gazel.

“Yardun* ayrı gönül mülkü durur sultanı* yok

Mülk kim sultanı yok cismi* durur kim canı yok

Cismdin ne hasıl ey Müselmanlar kim ol

Bir kara tofrag* dik* dur* kim gülü reyhanı* yok

Bir kara tofrag kim yoktur gülü reyhan ana

Ol karangu* gice dik dur kim mehi tabanı yok

Ol karangu gice kim yoktur mehi taban ana

Zulmetidür kim anın bir çeşmei hayranı yok

Zulmeti kim çeşmei hayvanı anın bulmagay*

Duzehidur kim yanında ravzai rıdvanı yok

Duzehi kim rav zai rıdvandan olgay naümit

Bir humaridür kim anda mestlik imkanı yok

Ey Nevai bar* ana mundak* ukubetler ki* bar

Hecrdin derdi vü likin vasldın dermanı yok.

 

“Sevgiliden ayrı kalınca sevenlerin gölü hakansız kalan bir yurt- halk gibidir. Yöneticiden yoksun bir yurt, görünüşte vardır ama, gerçekte o cansız gibidir. Ey Müslümanlar, cansız bir beden verimsiz toprak gibidir, orada gül-fesleğen çiçekleri açmaz. Gül, fesleğen açmayan bir yer aydınlık olmaz, tabansız, dayanaksızdır. Karanlık gece gibi yere kimse gönül vermez, sevenleri olmaz. Seveni, hayranı bulunmayan bir yerde cennet de bulunmaz. Cenneti bulunmayan bir yerde mutluluk da olmaz. Ey Nevai böylesi garipliklerin olduğu yerde sevgiliye ulaşılamaz, gönül derdine derman bulunamaz. ”

 

Ali Şi'r Nevai'den bir başka örnek:

 

Muhammes*

 

Ah kim valibmin ol servi hıramandın cüda

Gözlerim giryandur ol gülberki handandın cüda

Binevadur can dagi* ol huri rıdvandın* cüda

Ni nevasaz eylagay bülbül gülüstadan cüda

Eylamas tuti tekellum şekkeristandın cüda

 

Kılalı mahrum camı vaslıdın canan mini

Telhkan itmiş* tiriklik* badesidin can mini

Her zaman öltürür gam zehridir hicran mini

Hecr ölümden telh imiş mundin*son* ey devran muniş

Eylegil candan cüda kılgunca canandın cüda

 

Bağrıma ey hiarı hicran her zaman zançılmagıl*

Ey gönül yüz cevr yetse*gözga* gayrın* olmagıl*

Min bela yüzlansa* ey can yardın ayrılmagıl

Bulsa* yüzmin canım al ey hecr*likin kılmagıl

Yarnı midin* cüda yahut mini andın cüda

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

( * ) Beş dizeli kıtalar. Uyakları da aaaaa-bbbba-cccca- olarak gider.

 

Açıklama,

“Ah! o selvi boylumdan nasıl ayrıldım, nasıl katlandım perişanlığıma şaşıyorum. O gülen gülden ayrılmak, gözlerimi yaşlarla doldurarak görmemi engelledi. O cennet güzelinden ayrılmak, gücümü azalttı. Bülbül gülşenden ayrılınca şakıyabilir mi? Tutu kuşu da şekeristandan ayrılınca ötemez. Canan bana vuslat izni vermeyince, hayat içkisin den de mahrum kaldım. Ayrılık acısı beni ham zehriyle öldürecektir. Ayrılığın ölümden acı olduğunu anladım. Ey yaratan, bundan sonra beni yardan ayıracağına öldür. Ey ayrılık dikeni, bana bir daha batma! Ey gönül! Ne denli zorlansan da sakın gözün bir başkasında kalmasın. Ey can ! Karşına binbir bela da çıksa sakın sevgilinden ayrılma. Ey ayrılık! yüz bin canım olsa al da beni yardan, yari benden ayırma. ”

 

Ali Şi'r Nevai'nin nesir yazılarından bir örnek: (Ünlü tezkerelerinden biri sayılan) Muhakemetüllügateyn'den

 

“Bu bendega hem çün bu nevi azim devlet ki, Hak supanehu ve tealanın(elmükellem) ismiga mazhariyet bulgay. Ve halaik arasida tekellümde akran ve emsaldin imtiyaz ve itibar, ulu at bile avaze ve iştiharga kiş, ol Hazretnin* inayet ve ihtimamları bais buldu. Ve yukarı mezkür bulgan devaviv ve mesnevi vesair kütüp ve resaili manevi-ki ta alem binası dur bu taifedin hiç kimiga içtimaı dest birmaydur* ve ihtiraı muyesser bulmaydur*dest birdu ve müyesser kıldu. Eğerçi barçanı* ol Hazretnin şeri, f ismiga muhayyel ve humayun elkabıga müzeyyel kılup min bularni sayiri inayetler mukabelasida tutup. (elmükellim)ismiga mazhariyetim özrüga Türki ve Sart* lügati keryfiyeti ve hakikati şerhida bu risaleni cem kılıp bittim- ve ana (muhakemetüllügateyn) ad koydum.”

 

“Allaha yakarmak, alın akıyla O'nun adını anmak, benim için büyük bir şanstır. Ayrıca halk katında büyük bir sevgi-saygı kazanmış hakanın( Hüseyin Baykara) beğenilerini de kazanmış bulunuyorum. Çünkü yazdığım divanlar, mesneviler, dünya kurulalı beni hiç bir kulun başaramadığı üstünlüktedir ve bu şeref bana verilmiştir. Ancak ben bunları büyük hakanın (Hüseyin Baykara'nın) verdiği güçle başardım. Bunları göz önünde tutarak (Elmütekellim) Türk ve Acem lügatlerini de ötekilere katıp hepsine bir ad verdim: Muhakemetüllügateyn! ”

Not: Muhakemet-ül lügateyn, karşılaştırmalı lügat anlamındadır. Ali Şi'r Nevai Türkçe ile Farsçayı karşılaştırmış, bazı durumlarda Türkçe'nin Farsçadan daha üstün olduğunu öne sürmüştür. Bu üstünlük ne bakımdan acaba? Kendisinden 200 yıl önce yaşayan Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ı Türk'te 7500 sözcük olduğundan söz ediyor. Fikret Madaralı Öğretmen bize Türkçe derslerinde çevirilerden söz ederken:

-Bazı dillerden çeviriler kolay yapılamıyor. Çünkü kimi ulusların dillerinde çok sözcük var, onların karşılığı dilimizde olmayınca ortaya bir takım çeviri sorunları çıkmaktadır! der, İngiliz yazarı William Shakespeare'in 24000, Fransız yazarı Victor Hugo'nun kitaplarında 23000 söz kullandığını söylerdi. Kaşgarlı Mahmut 12. y. yılda, Ali Şi'r Nevai 15. y. yılda, W. Shakespeare de 16. yyılda yaşamıştır. Bu süreçte Türkçe sözler artmış olabilir mi? Ayrıca Almanca derslerimize gelen Ömer Uzgil Öğretmen de ara ara Almanca dilinin sözcük olarak çok zengin olduğunu, bu nedenle kitaplarını Almanca yazan Alman Filozofu Emanuel Kant'ın kitaplarının dilimize çevrilemediğini bir kaç kez söylemişti.

Fuzuli'nin Türkçe Divanı'nın da bile sözlerin yarısı Türkçe değil. Fuzuli'den de geçtim Yunus Emre bile Türkçe olmayan sözler kullanmış, bunun bir nedeni olsa gerek! Bunu kesin olarak öğrenmeliyim. . . . . .

Not: Hamdi Keskin Öğretmen ödevleri istemeden önce Ali Şi'r Nevai hakkında bilgi bulursam ekleyeceğim.

 

14 Ocak 1944 Cuma

 

Uyanıp başını kaldıran soruyor:

-Doğru mu? O denli çok tekrar edildi ki, hiç gelmeyecek! diye düşünmeye başlamıştık. Birileri gecikmenin nedenlerini haklı bulup insafa çağırıyor:

-Salon daha yeni bitti; bugün ayın14'ü! Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç için ilk geldiğimiz günlerden bu yana haber üretildi; geldi, gelecek. Doğrusu ben de beklememeye başlamıştım. İsmail Hakkı Tonguç'u kaç kez gördüğümü anımsamaya çalıştım. Anımsayınca gülümsedim; Alpullu'da kaldığımız yıl, Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel'i, İlköğretim Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç'u adlarını tahtalara yazarak öğrenmiştik. Bu ara Milli Eğitim Bakanımızın (o sıra Kültür Bakanı deniyordu) büyük boy resmi, Atatürk, Cumhur Başkanı İsmet İnönü'nün resimleri sırasına konarak okullara asılmıştı. Alpullu İlkokulunun alt katında kaldığımızdan, bizim bölüme resim asılmamıştı. Yukarı kata, İlkokul salonuna gittikçe görüyorduk. Genel Müdürün resmini görmemiştik ama onun da adını öğrenmiştik. Ya da biz öyle sanıyormuşuz. Bir gün tarım bahçesinde çalışırken benim ilkokul öğretmenim Ahmet Korkut'la bir konuk geldi. Bahçenin giriş kapısında oturdular. Bahçenin uzak ucunda çalışıyorduk. Orada evler vardı. Evlerin birinde oturan yapıcılık öğretmenimiz, Hasan Çevik, evine gelirken önce konukların yanına uğradı, sonra da bizim yanımızdan geçip evine yöneldi. Evine girerken de benim öğretmenin Ahmet Korkut'u tanıdığı için bana:

-İbrahim, öğretmenin gelmiş, görüş; bak yanında onun öğretmeni İsmail Hakkı Bey de var, onu da yakından tanırsın! dedi. İsmail Hakkı Bey, bize göre yarım söylenmiş geldi. “Her halde öğretmen Tonguç'unu unuttu! ” deyip Tonguç'u biz ekledik. Yanlarına gidince gördük ki, bu İsmail Hakkı Tonguç değil Baltacıoğlu imiş. Üstelik ben o sıralar Yeni Adam dergisi okuduğumdan Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun varlığından haberdardım. Böylece bizim ilk İsmail Hakkı Tonguç görüşümüz isabetli olmadı. Ondan 4 ay sonra Lüleburgaz'a taşındığımızda Kepirtepe'ye temel atıp inşaata başladığımızda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'le birlikte İsmail Hakkı Tonguç da gelmişti. Biz, marangozluk grubu okulun çatkı, kapı, pencere gibi ahşap işlerini Lüleburgaz Atatürk İlkokulu bahçesinde yapıyorduk. İşte o zaman, önce Hasan Ali Yücel, az sonra da İsmail Hakkı Tonguç ara ile gelip bizimle konuşmuştu. Hiç unutmam, İsmail Hakkı Tonguç köyümü sormuştu. Lüleburgaz'a 15 km. olduğunu söyleyince gülmüş:

-Öyleyse sen kendi köyünde okuyorsun sayılır, bir kaç saat yürüsen köyünde olursun! dedikten sonra:

-Seninle hemşeri sayılırız, ben burada doğmadım ama benim burada çok yakın akrabalarım, memleketim Silistre'den gelme hemşerilerim var, nerede biriyle konuşursan sor bak, o benim hemşerimdir; demiş bize Silistre'yi sormuştu. Silistre'yi Namık Kemal'in kitabından biliyorduk. Oynamadık ama oynamak üzere hazırladığımız piyes kitapları arasında o da vardı. Fikret Madaralı Öğretmen bir gün kendi memleketi olan Madara ile dolaylarını haritada gösterirken yakınındaki Silistre'yi de göstermiş, piyeste sözü edilen savaşın gerçek olduğunu anlatmıştı. Daha sonra 1941 yazı Hasanoğlan'a gidince Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç çok demeyeyim ama en az beş kez gelmiş en az dördünde benimle konuşmuştu. Birinde akordiyon çalışımı beğendiğini, tüm enstitülere akordiyon almaları için yöneticilere yetki verdiğini söylemişti. Birisinde de çatıya bayrak çekme günü için iddialaşmış, iddiayı ben kazanınca da Sili Usta bana bir albüm hediye etmişti. Sili usta bana:

-Bunu İsmail Hakkı Tonguç'tan aldığını düşünebilirsin! demişti. Albüme bakınca ben de hep onu anımsıyorum. Bu nedenlerle Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un gelmesini çok önemsemiyorum. Buna biraz da Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü kuran Müdürümüz Nejat İdil'e yazdığı mektup olumsuz etki etmiş olabilir. Çünkü ben tüm arkadaşlar gibi, müdürümüze haksızlık edildiği düşüncesindeyim. Tüm öğretmenler çil yavrusu gibi Türkiye'nin dört bucağına atıldı. Haruniye, İvriz, Pazarören, Çifteler, Akçadağ, Kastamonu vb.

Kahvaltıda birileri kuşkulu kuşkulu sordular:

-Acaba yeni bir inşaat sözünden dem vuracak mı? Ne evet, ne de hayır diyemiyoruz ama hiç birimizin istemediği kesin. Saat kaçta gelecek? Gelse gelse akşam saatlerinde gelir.

Bugün derslerimizin boş olduğunu biliyoruz. Malik Aksel-Veysel Erüstün Öğretmenler tatilde. Öztekin Öğretmen araya girmezse öğleye dek rahat çalışacağız. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un akşamüstü gelmesini istemeye başladık. Belki, onun geleceğini duyunca Binbaşı Nuri Teoman gelmez. Oysa ben Binbaşı Nuri Teoman'ın gelmesini istiyorum. Bana göre çok önemli konuları çok güzel anlatıyor. En sevdiğim tarafı da konuşurken “Ben! ” dememesi. Öteki asker öğretmenlerimi anımsıyorum hemen hemen hepsi anlattıkları olaylar arasına bir yolunu bulup “Ben! ”derlerdi. Geçen hafta Binbaşı Nuri Teoman'ın yerine gelen yüzbaşı Sıtkı Ulay da sık sık “Yegan , yegan dediği gibi araya da hemen bir “Ben! ” ekledi. Asker Öğretmenlerden hep çekiniyordum. Oysa Nuri Teoman Öğretmenden çekinmiyormuşum gibi bir duygu taşıyorum.

Kahvaltıda konumuz beklediğim gibi Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç oldu. Bir bakıma onun olması işime yaradı. Kızılçullu'dan gelen arkadaşların da pek öyle derinliğine ilgisi yokmuş. Onların da benim gibi çok sevdikleri müdürler Emin Soysal'ı okuldan ayrılması nedenini Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'a bağlamışlar. Onlarınki bizimki gibi kapalı kalmamış, ayrılan müdürleri Emin Soysal, ayrılış nedenini öğrencilere açıkladığı gibi yazılı olarak da karşı duruşunu tüm basına yansıtmış. Kızılçullulu arkadaşlar ayrıca Genel Müdürü bizden çok daha yakından tanıyorlar. Çünkü Genel Müdürün kardeşi Zekeriya Tonguç onların okulunda yöneticiymiş. Nihat Şengül:

-Tonguç adı bizim için çok tanıdık; biz o soyadını çok söyledik. Biraz da siz söyleyin! dilerim hayırlı olur! deyip noktayı koydu.

Mehmet Öztekin Öğretmen, önce bizi serbest bıraktığını söyleyip kendi odasına çekildi. Abdullah Erçetin'le yazı tura attık. Salondaki piyano Abdullah'a düştü, önce o çalışacaktı. Abdullah piyanoya oturmak üzereyken Öztekin Öğretmen çağırdı. Meğer Öztekin Öğretmen bugün kemancıları tek tek çağırıp ilgilenecekmiş. Piyango Abdullah'a vurmuş, ilk olarak o çağırılmış. Benim işime yaradı, Berstein'de çoktandır çalışmamıştım. Keman seslerine hiç aldırmadan tüm dikkatimle çalmaya başladım. Bir ara keman seslerinin azaldığını duyumsar gibi oldum. Arkamda sesler oldu. Öğretmenin gelmiş olabileceğini düşünerek, istemeye istemeye kalktım. Bir de ne göreyim, salondaki tüm kemancılar bir birini susturmuş, beni dinliyormuş. Kimisi alkışladı, bravo çekti. Özellikle de benim çok ilerletmiş olduğumu söylediler. Muttalip Çardak bilgiç bilgiç:

-Vallahi azizim, bizi düpedüz kandırıyorsun, (piyanoyu göstererek) sen bu mereti zaten biliyormuşsun da bizden saklamışsın! dedi. Ne derlerse desinler, önemli olan arkadaşların beğenmiş olması! Önemsememiş gibi gene oturup çalışmayı sürdürdüm. Bir süre sonra Hüseyin Çakar geldi. İlk iki saat Abdullah ile benimdi. Notalarımı kaldırıp dolabıma götürdüm. Yarım bıraktığım Müzik Terimleri sıralacım vardı, onu tamamlamak için oturdum. İnsan seslerini, orkestra çalgılarını, hareket bildiren sözleri tamamlamıştım. Batı ya da konser müziklerinin işlevleri, ritimleri, çağlarına göre aldıkları adları bilmek istiyorum.

Bestecilerin ürettiği müzik ürünlerinin, uzunluk-kısalık, hareketlilik, çalacak ya da söyleyeceklerin sayısal durumlarını düşünerek adlandırdığı müzik türleri:

 

Acapella (Akapella)

Bas, tenor, alto, soprano sesleriyle oluşturulan, çalgısız koro.

Air (Aire-arya):

Operalarda ara ara tek kişinin söylediği şarkı. Kimi besteciler, saz için besteledikleri tek çalgı için, seçkin parça. (Johann Sebastian Bach'ın suitindeki air gibi. )

Allemande:

Almanya kaynaklı bir oyun müziği.

Ballade:

Eski bir İtalyan oyun müziği.

Cadance (Kadans):

Konsertolarda virtüöz için bırakılan aralık. Çalan, o araları, eserin genel havasını bozmadan doğaçlama olarak doldurur.

Cantate (Kantat):

Genellikle dinsel bir müzik türüdür. Koro, solo, orkestra ya da org birlikte, aralıklarla çalar, söyler.

Caprice (Kapris):

Özel bir müzik türü. Daha çok besteci, eserinin çalınması için belli bir yöntem belirtmek için kullanılan bir ad. Örneğin Paganini keman kaprisleri, ya da Chopin'in si minör kaprisi. . . .

Cassasione (Kasasyon):

Sakin, duyarlı müzik; toplulukları, dinleyenleri etkilemek amacıyla yazılmış orkestra mzüziği. Josef Haydn ya da Wolfgang Amedeus Mozart'ın kasasyonları gibi.

Chaconne (Şakon):

Birden fazla bölümleri olan bir orkestgra parçasının bir bölümü; blli bir melodiyi değiştirerek tekrarlama.

Choral (Koral):

Koro tarafından söylenmek üzere yazılmış genellikle dinsel besteler.

Concerto (Konserto=konçerto):

Tek çalgının orkestra içinde, orkestraya uyarak çalması için bestelenen eser. Tüm orkestra çalgıları için yazılmış konsertolar vardır.

Concertino (Konçertino):

Küçük konçerto demektir.

Düo:

İkili anlamında kullanılır; Bir şarkıyı iki kişi söylerse düo yapmış olur.

Etude (Etüt):

Bir müzik çalgısını iyi öğrenmek için yapılacak çalışmalara koylık olması için hazırlanmış, yetiştirici parça ya da onlara çalışmadır. Frederic Chopin'in piyano etüdleri vardır.

Fantaisie (Fantezi):

Batı müziği denilen çok sesli müzik genelde kesin kurallara uyularak hazırlanır. Örneğin bir piyano sonatının bir giriş, bir gelişme, bir de sonu vardır. Bu üç bölüm kendine özgü biçimlere uymaktadır. Ancak kimi besteciler, bu kurallara uymadan da piyano için besteler yapmıştır. Sonata benzeyen ama geleneksel kurallara uymamış bu bestelere fantezi denir.

Philharmonie (Filarmoni):

Uyumlu, güzel, sakin, anlaşılır anlamına gelen eski bir Yunanca söz. Müzik çalışmaları için çevresindekilere uyan insanların topluluğu olarak çok eskilerde türetilmiş bir söz. Günümüzde de bu söze en uygun kurum orkestra olduğundan genelde orkestralara Filarmoni orkestrası denmektedir. Ancak orkestranın özel bir adı varsa buna filarmoni sıfatı takılmaz. Örneğin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası. . . .

Fugue (Füg):

Genellikle tek çalgı (Daha çok, org, klavsen? Bir kaç bölümlü eserdir. Daha çok eskiden kullanılmıştır. Her bölümün kendine özgü beceri özelliği olur.

Gavotte (Gavot):

Eski dönemlerin dans müziklerindendir. 3/4 oluşu valsleri andırırsa da, kendine özgü bölümleri vardır.

Harmonie (Armoni):

Çok sesli müzikte, ses örgüsünü ustalıkla kurmak için geliştirilmiş ses bilgisi. Örneğin iki sesli bir şarkıda bile seslerin uyumlu gitmesi çok kez sorun olur. Oysa 120 kişilik bir orkestra, (kimi zaman ona 100 kişilik koro da katılır.) 20-30 çalgı içermektedir. Böylesi bir ses fırtınasına uyum, olağanüstü beceri ister. İşte bu beceriyi kazanmak için geliştirilmiş bilime armoni denmektedir.

Impromptu (İmpromtü):

Genellikle piyano için bestelenmiş duygusal parçalara verilen ad. Chopin'le Schubert impromtüleri ünlüdür.

İntermezzo (İntermezo):

Duygusal, orkestra müziği, konserlerden çok tiyatro ya da opera perde aralarında çalınırken Romantik besteciler İntermezzoları operalara eklenmeye başlanmıştır. Örneğin Pietro Mascogni'nin KAVALLERIA RUSTIKANA'sında orkestraya org da eklenmiştir.

Quintete (Kentet):

Beş çalgı için yazılmış eser, ya da onları çalanlar.

Chore (Koro):

Çok sesli müzik topluluğu

Lied (Lid) :

Batı dillerinde bir besteci tarafından bestelenmiş şarkı. Schubert'in Röslein liedi gibi.

Madrigal:

Eski İtalyan şarkılarından; salt sesle söylendiği gibi çalgıyla da söylenebilir.

Mazurka:

Polonya kökenli bir müzik türü. Önceleri oyun müziği durumundayken özellikle Polonyalı besteci Frederic Chopin'in bestelediği ünlü mazurkalarından sonra tüm dünyada benimsenmiş kısa, piyano yapıt türü.

Melodi:

Tüm müzik eserlerinin özgün ses çizgisi.

Menuette (Menuet):

Eski bir dans müziği, çoğunlukla 3/4 ölçüsünde olur. Tek parça olduğu gibi kimi uzun eserlere bölüm olarak da eklenmektedir.

Messe (Mess):

Dinsel eserler. Hıristiyan dininin doğuşunu, doğuşu üstüne söylenmiş olayları dinsel bir anlatım içinde sunuş müzikleri. Büyük korolarla orkestralar birlikte genellikle kiliseler için bestelenmiş eserlerdir.

Nocturno (Noktürn):

Eski bir İtalyan müziği, serenad özellikleri taşıyan, daha çok melodi ağırlıklı, çalgı müziği.

Oda Müziği:

Düo (İkili), trio (Üçlü) kuartet (Dörtlü), kentet, (Quintette (Beşli)), sektet, (Altılı (Sextet) (Yedili) septet, (Sekizli) oktet, (Dokuzlu) Nonet (Onlu) çalgı toplulukları için bestelenmiş küçük oylumlu müziklerdir. Buradaki küçüklük, çalgı sayısının azlığı anlamındadır. Yoksa Oda müzikleri içinde bir çok senfoniden daha oylumluları vardır. . . . .

Opera:

Bir tiyatro eserinin tüm sözlerini sesli söylemek için yazılmış bir tür tiyatro.

Operet:

Operada olduğu gibi şarkılı bir oyundur. Ancak, arada konuşmalar da olur. Daha çok konuları, eğlenme, gülme ağırlıklı olur.

Oratorio (Oratoryo):

Dinsel ağırlıklı bir konuyu orkestra destekli bir koro tarafından salt sesle sunulmasıdır.

Orkestra:

Tınıları bilimsel ölçeklerle saptanabilir çalgılar topluluğunun tewk yönetim altında sunan çalıcılar topluluğu.

Partita:

Eski Alman dans müziklerinde geçen bir bölüm ya da kısa, özel bir melodi.

Pizzicato (Piçikato) :

Yaylı çalgılarda kimi besteciler, keman yaylarını durdurup elle seslendirme işareti koyarlar. İşte o yer geldiğinde yaysız seslere piçikato(Pisikato) denir.

Poeme (Poem):

Melodi.

Polonaise (Polonez) :

Polonya kökenli bir oyun müziği

Prelude (Prelüt):

Eski dans müziklerini andıran, ancak çalgı müziği karakteri taşıyan, çoğunlukla tek çalgı müzikleri.

Requiem (Reküem) :

Büyük ölçekli korolarla orkestraların ortaklaşa sunması amacıyla yazılmış dinsel eserler. Wolfgang Amadeus Mozart'ın Requiem’i gibi.

Rhapsodie (Rapsodi):

Küçük parçalardan oluşma anlamını taşıyorsa da, parçaları kaynaştırıp büyük bir eser etkisi yapan bestelere verilen ad. Franz Liest'in rapsodileri gibi.

Rondeau ( Rondo) :

Eski bir oyun müziği, sonraları başka eserlere de eklenmiştir. Orkestra eserlerinde görüldüğü gibi piyano sonatlarında sık sık karşılaşılmaktadır.

Sarabande (Saraband) :

Eski bir oyun müziği.

Scherzo (Şerzo) :

Genellikle sonatların sonuna takılan bir ek müzik.

Serenade (Serenad):

Gece müziği olarak anılır. Bir zamanlar(Eski İtalya'da delikanlılar, sevgililerinin penceresine gidip bir müzik çalarmış. İşte o gelenek Serenad türünü doğurmuş. Kısa etkileyici. Schubert, Toselli, Haydn serenadları ünlüdür.

Symphonia (Senfoni):

Orkestralarda çalınmak üzere bestelenmiş büyük eserlerdir. Genellikle 3 ya da dört bölümden oluşur. Her bölüm başlıbaşına bir konser parçası sayılır. Ancak, bölümler arasında genel olarak melodik bağ bulunur. Giriş genellikle gösterişli, hareketli olur. 2. bölümde bir yavaşlama ya da durgun bir hava verilir, benzer tekrarlar, yavaş-hızlı gelir gider. 3. Bölüm, başı andıran bir gösterişle başlar, giderek hızlanır ya da sık sık tekrarlar yaparak biter. (Dördüncü bölüm varsa onun da benzer bir sırası olur.

Sonate (Sonat):

Tek ya da içi çalgı için bölümlerden oluşan bestelerdir. Genellikle 3 bölümden oluşur. 1. Giriş, 2. gelişme. 3. final. Girişte sunulacak müziğin ana teması verilir. 2. Bölümde, ana tema oldukça yaygınlaştırılarak tekrarlanır. 3. Finaller genellikle hızlı başlar, ana tema sık sıkm tekrarlanarak giderek hızlanır. İkili sonatlarda genellikle çalgılar zaman zaman yarışır, zaman zaman da karşılıklı konuşur.

Sonatine ( Sonatin):

Sonatın tüm özelliklerini taşır, tek farkı kısa oluşudur.

Suite (Süit):

Eski bir müzik türü. Bölümlüdür. Her bölüm ayrı bir melodi gibidir. Johann Sebastian Bach'ın bizdeki süitleri dört bölüm.

Tambourien (Tamburin):

Eski bir dans müziği.

Toccata (Tokata):

Eski konser müziklerindeki bölümlerden biri. Çok eskilerde küçük org parçası anlamını taşıyorken sonraları başka eserler arasına da eklenmeye başlanmış

Vals:

Özellikle 3/4 ölçekli dans müziği. Johan Strauss'ın valsleri çok ünlü.

Variation (Varyasyon):

Belli bir melodiyi, genel havasını bozmadan değişik tonlarda çalma. Wolfgang Amadeus Mozart'ın “Daha dün annemizin” çocuk şarkısını yaptığı gibi. Şarkı en az on şekle giriyor.

 

 

Bitirince çevreme baktım, kimisi elinde kemanla karşısındakine film anlatıyor, kimisi bir türlü başaramadığı parçadan söz ediyor. Birileri de pencereden karşı tepelerdeki karlara bakıyor. Yazdıklarım önümde öyle dururken kapı tarafında bir hareketlilik oldu. Toparlandım, kalktım.

Salona girer girmez Mehmet Öztekin Öğretmen uyardı:

-Hakkı Bey, gelir gelmez kesinlikle bizim buraya uğrayacaktır. Çünkü, Köy Enstitüleri'ne en yararlı olacakların başında bizim bölümü düşünüyor. Yapmış olduğu gezilerde oralarda çalışan müzik öğretmenlerinin başarısızlığını görmüş, buna çok üzülmüş! bunu, beni gördükçe tekrarlıyor! dedi. Öğretmen sözünü bitirirken bahçe nöbetçileri Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un geldiğini duyurdular. Mehmet Öztekin Öğretmen bana parmağıyla salonu gösterdi. Bu, “Salonu düzene sok! ” demekti. Kadir'le Abdullah bana baktılar. Kalmalarını söyledim. Arkadaşlar birer ikişer çıktılar. Salon boşalınca biz üçümüz ortalığı topladık. Üçümüz daha önce bu konuda hiç konuşmamıştık, Kadir birden:

-Yahu bana ne Genel Müdürden, neden karşılayacakmışım onu? Okulun Müdürü, öğretmenleri var! Kadir sözünü tam bitirmişti bahçe nöbetçisi geldi. Mehmet Öztekin Öğretmen göndermiş:

-Salon kapatılsın, oradaki abilerin hepsi yukarı salona gelsin! Kadir güldü:

-Benim sözüm bunun için değil, çağırılınca gidilir! değil mi abi? deyince üçümüz de “Gidilir! ” deyip toplantı salonuna gittik.

Salon tıka basa dolmuş, herkeste bir suskunluk bir meraklı bekleyiş var. Kuşkusuz pek bilmediğimiz geleceğimiz için açıklamalar, sevindirici haberler bekleniyor. Uzunca bir bekleyişten sonra oldukça kalabalık bir yönetici-öğretmen grubu ile Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç geldi. Okul Müdürü Hürrem Arman kapıdan girince bize dönerek bir şeyler söyleyecekmiş gibi hazırlanırken Genel Müdür:

-Merhaba gençler! dedikten sonra Hürrem Arman'a:

-Biz onlarla muhtelif zamanlarda tanıştık, bu ilk karşılaşmamız değil! diyerek güldü. Bize “Otur! ” işareti verilince oturduk. Genel Müdür önce buraya daha önce gelmek istemesine karşın gelemediğini, gelememesinin nedenlerini anlattı. Bu nedenler arasında bizim okulun bir takım gereksinimlerin karşılanması bulunduğunu, bunların bütçe karşılıklarının tamamlandığını, önümüzdeki yıl okulumuzun mevcudunun ikiye katlanacağını, böylece Köy Enstitülerinin öğretmen boşluklarının bir an önce kapatılacağını anlattı. Okulumuzun, önce yetiştirme kursu olarak başladığını, böyle bir girişten sonra okula döndürüldüğünü, uzun uğraşlardan sonra benimsetilen okul fikrinin nihayet gerçekleştiğini söyleyip gülümsedi. Söylenenleri dikkatle dinlememe karşın tam olarak anlamadım. Olayın böyle olduğunu zaten biliyorduk. Bilmediğimiz yanı neydi? Neden bu tür yollar deneniyordu? Karşı olan kimdi? Genel Müdür bunların varlığını daha canlı olarak duyurdu ama kimliklerini açıklamadı. Okulumuza öğretmen bulmuş olmanın sevincini de belirtikten sonra “Gelelim size! ”deyip bir süre hepimizi süzer gibi baktı. Sonra da 3803 sayılı yasanın nasıl hazırlandığını, bunu yetkililere nasıl sunduğunu, Türkiye Büyük Millet Meclisinden nasıl geçtiğini ayrıntılarıyla anlattı. Yasa çıktıktan sonra yapılan çalışmaları, bölgeleri saptamayı, bölgelerde yer bulmaları, hoşgörüyle karşılanmalar yanında beklenmedik engellerle karşılaşmaları anlattı. Genel Müdür bunları anlatırken ben de Kepirtepe'deki o günleri anımsadım. Bir yıl önce geldiğimiz Kepirtepe'de binamızı tamamlamış içinde mutlu mutlu ders yapıyorduk. Bir emirle binamızın balkonundaki Trakya Köy Öğretmen Okulu yazılı levha kaldırıldı, yerine Kepirtepe Köy Enstitüsü kondu. Buraya öğretmen olmak için gelmiştik. Öğretmen olacağımıza göre okuduğumuz okulun levhasında öğretmen sözünün bulunması doğaldı. Okula tüm Trakya yöresinin çocukları alınıyordu, bu nedenle Trakya yazılması da doğaldı. Sonuç olarak burası bir okuldu. O nedenle okul sözü de vardı. Öğrencileri özellikle köylerden seçiliyordu. Bu da belirtilmişti. Sonuç olarak Trakya Köy Öğretmen Okulu içeriğini belirten bir simgeyken bu kaldırıldı; anlamı tartışmalı bir ad kondu. Kepirte Köy Enstitüsü! Kepirtepe adını biz koymuştuk. Lüleburgaz'dan okul yerini görmeye geldiğimizde, bize gösterilen yerin susuzluktan koca koca çatlaklar oluşmuş bir kepir kıraç olduğunu görünce bu adı koyduk. Dahası bu adı önce ben söyledim. Çünkü 15 km. uzaklıktaki köyümün bir bölgesi tıpkı böyle topraktır, oranın adı kepirliktir. O bölgedeki bizim tarlamızın adı da bizim ailede Kepirdir. Oraya benzettiğim için bunu söyledim. Öğretmenlerimiz, Namık Ergin, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren bu benzetmeyi şakalı sözlerle hoş karşıladılar. Ancak bunun okula ad olacağını hiç bir zaman akıllarından geçirmemiştiler. Aramızda konuşulan özel bir bölge adıydı. Oysa bir yıl sonra okulun adı oluverdi. Ancak Kepirtepe gene de dar bir bölgenin adı olmuştu. Trakya gibi geniş bir bölgeyi kapsamıyordu. Neyse köy yerinde kalmıştı. Enstitü ne anlama geliyordu? Enstitü sözü ile öğretmenlik gibi sınırlı bir meslek nasıl uyuşturulmuştu?

Bir yandan Genel Müdürü dinlerken bir yandan da bunları sorgulamıştım. Genel Müdür sözü Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulurken yapılan büyük imece çalışmalarına getirdi. Bu kez iyice şaştım:

-Her enstitüden seçkin 20 genç geldi, 20 gün zarfında bir bina yapıp, şarkı söyleye söyleye bir de yurt gezisi yapıp okullarına vicdan rahatlığı içinde döndü! deyince, elimde olmayarak, uykudan uyanır gibi derince bir soludum.İçimden:

- Genel Müdürün öteki anlattıkları da bu denli gerçek dışı yorumlara dayanıyorsa vay halimize! dedim. Bu kez de kulaklarım Genel Müdürü dinlerken bellek süzgecim 1941 yazını elekledi. Kızılçullu ile Çifteler dışındaki enstitülerinden gelen öğrencilere ikinci sınıfsınız denmişti ama onlar daha birinci sınıflarını bile tamamlamamıştı. 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen bir yasaya göre az önce bizzat Genel Müdürün anlattığı zorluklar içinde kurulan söz gelimi Malatya/ Akçadağ köy Enstitüsü içinde insan oturulur duruma gelmesi sürecinin sınırı nedir? Bingöl'ün Karlıova ilçesi, Kargapazarı köyünden gelen Kazım ya da Kiğı ilçesinden Şükrü Akçadağ köy Enstitüsüne hangi tarihte gelmiştir? O tarihle, söz konusu öğrencilerin 1941 Temmuzunda Hasanoğlan'da oldukları tarihler arasında bu öğrenciler nasıl ikinci sınıf olmuştu? Nasıl Hasanoğlan Hamurbasan düzlüğünde Akçadağ binasını tamamlamıştı? Neyse ki, Genel Müdür sözü kitaba, kitap okumaya getirdi. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin derslerinde sık sık değindiği kitap okumanın, seçkin kitapları sık sık okumanın yararlarına getirdi, yabancı dil öğrenmemizi önerdi. Sözü gene öğretmenlerimize getirip adlar saydı, o adların üniversitelerde saygınlıklarından söz etti. Öğretmen kadrosu olarak birçok fakülteden daha iyi durumda olduğumuzu tekrarladı. Bundan sonra sık sık geleceğini, yapacağımız etkinlikleri yakından izleyeceğini söyledi. Sormak, öğrenmek istedikleriniz varsa, yetkim içinde olanları yanıtlarım! ”deyince parmaklar kalktı. Süleyman Adıyaman. İsmail Tıknaz, Hüseyin Sezgin parmak kaldırdı. İsmail Tıknaz:

-Yabancı dile önem vermemizi söylediniz, derslerimizde en çok yabancı dillerde zorluk çekiyoruz. Bu da enstitülerde sıkı bir yabancı dil okumamamızdan ileri geliyor. Bizden sonra gelecek kardeşlerimiz için enstitülerdeki yabancı dil derslerinin boş geçmemesi derken Genel Müdür elini kaldırıp sözü kestirdi. “Bu sözü, onları düşünmeden mi söylediğimi sanıyorsun? Elbette onları da takviye edeceğiz; ondan kuşkun olmasın! deyip Süleyman Adıyaman'a söz verdi. Süleyman Adıyaman:

-Benim sözüm de arkadaşın söylediği konuydu efendim deyip sustu.

Hüseyin Sezgin:

-Buyurduğunuz gibi çalışıyoruz, çalıştığımız işlerle ilgili yazı denemeleri yapıyoruz efendim; bunları yayınlamak için bir dergi çıkaramaz mıyız? Genel Müdür gülümsedi, Hüseyin Sezgin’e:

-Sen benim gönlüme tercüman oldun; bunu ben söyleyecektim, ama bunu bir başka konuşmama bırakmıştım. Sorman iyi oldu; tüm yaptıklarımızı halkımıza duyuracağız. Çalışmalarımız kapalı kutularda kalmayacak! dedikten sonra yurdumuzda öğretmenliğin yanlış algılandığını, yetersiz yetiştirilmiş öğretmenlerimizin de bu yanlış algılanmaya kolayca uyduğunu bu yüzden de 20 yıldır iyi niyetle öğretmenlik konusundaki çabaların beklenen sonucu vermediğini. Bunda yapılanların, halka götürülemediğini anlattı. Yeni yazıya geçme sürecindeki heyecanın olağanüstü başarıdaki payını övdükten sonra iş okul sıralarına dökünce sürmediğini, bunun da basına yansımamasından sönükleştiğini söyledikten sonra bir dergi için bir şeyler düşündüğünü, bunu bir başka zaman konuşacağımızı söyledikten sonra bir sürer bir noktaya bakarak durakladıktan sonra:

-Dergi düşüncem gibi bu düşüncemi de bir başka zamana bırakmıştım. Ancak dergi konusu açıldığınca onu da ekleyip bu konudaki kesin düşüncemi duymanızı istedim. Sizlere yetiştiremedik; siz ondan yoksun ayrıldınız ama sizden sonra gelen kardeşleriniz onun ışığında yetişecek; Köy Enstitüleri Müfredat Programı'ndan söz ediyorum. Elinize geçmediyse, okumadıysanız kesinlikle bulup okuyun. Enstitü Bölümünün kitaplığında vardır. Orada göreceğiniz gibi özellikle eklediğimiz bir ilke vardır. Köy Enstitüleri, Türkiye'de köylerde yaşayan insanlarımızı çağın uygarlık düzeyine çıkarılması için vardır, bunun için var olmayı sürdürecektir. Bu nedenle, oralarda okuyanlar, kendi davalarını dışında bireysel düşler kurmaya kalkışmayacaklardır. Köy Enstitüleri ne yazar ne şair ne de herhangi bir sanat adamı yetiştirme yeri değildir. Dikkat edin bu ilke çok önemli olduğu için müfredat proğramına konmuştur. Az önce yazıdan, dergiden söz edilince hemen bunu anımsadım. Köylere giden sayısız öğretmen okulu çıkışlı arkadaşın çoğu, bu tür düşler arkasına düştüğü için köylerdeki gerçek görevlerinde başarılı olamamıştır. Halkımızın pek yerinde söylediği gibi “Bir koltukta iki karpuz olmaz! ” ya da sığmaz. Derslerinizde okumuş ya da öğretmenlerinizden duymuşsunuzdur; “Uygar ulusların benimsediği bir öğretmen simgesi Pestalozzi vardır. İşte bu Pestalozzi bizim için de bir öğretmenlik simgesi olmalıdır. Bu ruhla işlerimize sarılırsak çok önemsediğimiz bu davamızı kazanabiliriz.

Sizler, bir bakıma Köy Enstitüsü statüsüne sonradan adapte olmuş gençlersiniz. Sizlerin özel dosyalarınızı bir bir incelettim. Çoğunuz, ortaokullardan gelmişsiniz. İçinizde ortaokul 1, 2, hatta 3. sınıflardan dönenler var. İnsanların, geleceği üstüne kaygıları gibi düşleri de daha çocukluklarında oluşmaya başlar. Bu düşler gerçekleşmese bile uzun süre yüreklerde izleri canlı kalır. Çocukluğu gibi, ardından gelen gençliği de hep yaşadığı için yaşlılar bunu iyi bilir. Yüreklerde yeşeren bu ilk filizler, gelişmek için insanların beyninde uzun süre direnebilirler. Bu nedenle sizlerin de daha orta okullardayken düşledikleriniz bir köşede sıra bekleyebilir. “İstisnalar kuralları bozmaz! ” söylemine katılmakla birlikte Köy Enstitülerinin amacı tek yönlü bir yoldur, sağa, sola sapmadan doğru gitmek! Unutmayım ki o yola çıkacakları siz uğurlayacaksınız. Öyleyse sizin o yol hakkındaki düşünceleriniz berrak, bilgileriniz çok sağlam ve gerçekçi olmalıdır. Halkımız ne güzel söylemiştir “Kılavuzu karga olanın. . . . . . ! ” Genel Müdür burada durup güldü. . Sonra da:

-Bu konuları, daha ayrıntılı, zaman zaman da tartışarak gene konuşacağız. Bunu bir ilk tanışma sayalım! deyip kalkınca, yanındakiler hazırmış, hemen ayrıldılar.


 İsmail Hakkı Tonguç

 

Onlar çıkınca büyük bir sevinç gösterisiyle karşılaştık; her kafadan bir ses çıktı:

-Dergi çıkacak, yaptıklarımızı orada anlatacağız! Köy Enstitülerinde yönetici olacağımız, yönetimi ele alacağımız kesin! v. b. Sayıları az da olsa bu sevinçlere katılmayanlar oldu:

-Kim okuyacak sizin yazdıklarınızı? Kümeleşerek tartışanlara bakarken Yusuf Asıl'ın sesini duydum, karşısındakilere:

– Dergide çıkacak yazılacakları, köy Enstitülerindeki öğrenciler okusa o bile yeter! Yusuf Asıl, okuma dönemini atlamış, okutma heyecanı yaşıyor. Yusuf'un sözü bana Kepirtepe günlerimi anımsattı. Tarım nöbetimde boş kaldığım bir gün rafları düzeltirken yığınla kitap dergi olduğunu gördüm. Onları bir sıraya koymak için boylarına göre ayırırken kapaklarına baktım. İçlerinde, değişik yerlerden gelenler vardı ama çoğu Trakya Genel Müfettişliği yayınlarıydı. Trakya'da ekilen tüm ürünler, bu ürünlerin hastalıkları yanında koruyucu önlemleri anlatan küçük küçük kitapçıklar. Arıcık, ipekçilik, dokumacılık üzerine el tezgahları, yapılması, kurulması, kullanılması; her cins hayvan için özel kitap. Trakya Bölgesinde ağaç türleri, hastalıkları, korunma ilaçları, ilaçların sağlanması, Trakya'da yetişen ağaçlar, Hayvanlar için ayrı ayrı kitaplar. Bunları sıraladım. Öğretmenler bana teşekkür ettiği gibi beni arkadaşlara örnek göstererek onurlandırdılar. Bu denli açıklığa çıkmış bir olaydan sonra arkadaşlardan tek bir kimse o kitaplardan alıp okumadı. Yusuf Asıl da o arkadaşlar içindeydi. O kitapların tüm Trakya köylerine dağıtıldığını da öğrendik. “Köylüler okumuyormuş! ”denip duruluyor; köylü okumayabilir, o zaten okur-yazar değil; ya sen? Hani biz, sen-ben-o okur-yazardık! İçlerinde Yusuf Asıl'ın da bulunduğu 28 arkadaştan hiç birisi ilgi duyup o kitapçıklardan birini alıp karıştırmadı. . . . .

Şimdi burada çıkaracağımız dergide anlatacaklarımız, Trakya Genel Müfettişliğinin çıkardığı kitaplardan daha mı doğru yazacak?

Yorgun değilim, fazla bir beklentim de yoktu. Genel Müdür, kendi görevini yapıyor. Benim gibi binlerce öğrencinin Genel Müdürü. Hemen hemen hiçbir beklentim yoktu. Nedense kendimde bir umduğunu bulamama duygusuna kapıldım. Neyse Halil Dere geldi:

– Yarın tiyatroya geliyorum! deyince kendimi topladım. Sahiden yarın tiyatroya gidecektik. William Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedisini izleyeceğiz. Kral Lear, Hamlet, Julius Caesar, Antonius ile Kleopatra, Macbeth, Atinalı Timon, Romeo ile Jüliet kitaplarını okumuştum. Bunların hiç birisi komedi değildi, hepsi ya ölümle ya da çok acıklı olaylar içinde bitiyordu. Hamlet'te kaç kişinin öldüğünü sorsalar sayamam. Kral Lear'da da öyle. Julius Caesar' önce Caesar sonra tüm katiller, askerleriyle birlikte yok ediliyor. Macbeth'te çılgın kraliçe ile bir çok insan, Romeo Jüliet'de iki sevgili. . . . . .

Halil Dere William Shakespeare'nin adını çok duymuş ama kitapların okumamış. “ Ne var yani, yarın bir kitabını okuyacağım işte! ” deyip elini şıklattı.

Yatınca neden üzgün olduğumu bulmaya çalıştım. Bir isteğim vardı da onu mu alamadım? Özel olarak bir istediğim yoktu. Bölüm Başkanımız heyecanlı heyecanlı konuşarak Müzik salonunun tertipli olmasını istemişi. “Genel Müdür, bizim bölüme çok önem veriyor, kesinlikle gelecektir! ” demişti. “Hani, geldi mi? ”O da üzgün mü acaba? Belki de söylediğini unuttu bile. Ben şimdi bunları neden düşünüyorum?

 

15 Ocak 1944 Cumartesi

 

Kapıdan çıkarken Halil Dere yetişti, “Yahu, akşamdan beri suskunsun; benim gelişimden mi rahatsız oluyorsun. Tiyatro biletleri paralıymış, Halkevine uğrar alırım, canını sıkma! ”deyince şaşırdım:

-Benim durumunda bir başkalık varsa, bunun seninle ya da tiyatroyla bir ilgisi yok. Hemşerin Mehmet Zeybek gelmiyor, seni onun yerine alıyoruz. Buna kimse karışmaz. Hem sonra bende bir başkalık olduğunu nereden çıkarıyorsun? Dün çok çalıştım, belki onun verdiği bir durgunluk olabilir! Biz konuşurken Mehmet Zeybek geldi, durumu anlatınca o da sevindi:

-A, iyi olur, hemşerim gelince bana anlatır! ” deyince gerginlik düzeldi. Birlikte kahvaltıya gittik. Kumanyalarını almayanlar çoğaldı. Halil Dere bolca helva aldı bizim salona gittik. Öztekin Öğretmen gelir gelmez de yola çıktık. Halil Dere'nin çekingen durması bu kez de beni rahatsız etti. Treni beklerken Öztekin Öğretmen yanımıza gelince Mehmet Zeybek'in rahatsızlığı nedeniyle gelmediğini, yerine hemşerisi gönderdiğini söyledim. Öztekin Öğretmen Halil Dere ile ilgilendi, Muğla'yı çok görmek istediğini, İzmir'e gitmesine karşın oradan ötesini göze alamadığını anlattı. Öztekin Öğretmen Gemlik'li olduğunu o nedenle denizi sevdiğini, haritaya baktıkça Muğla dolaylarındaki denizin çok güzel olabileceğini hep düşündüğü için Muğla'ya ilgi duyduğunu anlattı. Bana da; (Sanırım söze katılmam için) “İbrahim, bu yazki ilk gezimizi Muğla'ya yapalım! ”dedi. Halil Dere rahatladı. Bu kez de benim çok şanslı olduğumu şeker gibi öğretmenim olduğunu, kendi öğretmenlerinin onlardan çok uzak durduğunu anlattı. Konserlere olduğu gibi gene önce konservatuvara gittik. Mahir Canova Öğretmeni araştırdık. Mahir Canova Öğretmen gelmemiş. Durum anlaşıldı. Mahir Canova Öğretmen tiyatroya geleceğimizi biliyor ama burada toplanıp konserlerde olduğu gibi açıklama yapılacağını bilmiyormuş. Fazla beklemeden dağıldık. Güzel filmler varmış, filmler sayılırken La Dam o Kamelya sözünü duydum:

-Hemen gidelim! Halil Dere beni kırmadı. Sinemanın önünde Nihat Şengül'le Kamil Yıldırım vardı. Birlikte girdik. Nihat Şengül, filmdeki Robert Taylor'ü çok seviyormuş, bir yığın ad söyledi. Filmin konusunu biliyorum. Gene de çekinerek söyledim:

-Benim okuduğum kitaba uyuyorsa. falan dedim ama; başlangıçta uyup uymadığını pek kestiremedim, unuttuğum olaylar varmış. Güzel bayanın hastalanmasını bekledim. Gerçekten hastalandığını görünce “Tamam! ”deyip rahatladım. Film bitince bir süre çıkmadık. Neredeyse 2. yarıyı yapmak üzereyken çıktık. Halil Dere de benim gibi yufka yürekliymiş, güzel bayanın ölümüne üzüldü. Biraz hızlı yürümekle birlikte Halkevi'ne zamanında vardık. Bizi kapıda gene bir süre beklettiler. Beklemeye razıyız. Çünkü yerlerimize kimse oturmuyor. Ayakta kalmadığımıza seviniyoruz. Az sonra taktaklar oldu, zil çaldı, perde açıldı. Eski tip ama şık giyinmiş bastonlu biri ile ona benzer giyimli az daha kısa boylu bir başka kişi çıktı. Bunların uzun boylusu, ötekinin efendisiymiş. Donkişot'la Sanşo Pansa'yı anımsadım. Bir şeyler konuştular, bir karışıklık oldu, bu kez de bayanlar çıktı. Bizim Sanşo Pansa ile Donkişot bayanlarla sıkı fıkı oldu. Dayanamadım, Halil Dere'ye sordum:

-Bunlar ne çabuk anlaştılar? Halil Dere daha dikkatliymiş:

-Bunlar onlar değil, onlar yok oldu! dedi. Gerçekten az sonra bizimkiler çıktı. Dikkatli bakmamışım, benzeşiyorlar ama gene de faklı tarafları var. Sanşo Pansalar tıpkı olmakla birlikte Donkişotların biri az ince yapılı. Sonunda iki grup da ortaya çıktı. Meğer ilk iki kişi, başka bir kentten buraya daha doğrusu bayanların bulunduğu kente gelmiş. Geldikleri kentte onların akrabaları varmış. Gördüğümüz bayanlardan biri gelen efendinin kardeşiymiş. Biz balkondan onları izleme sıkıntısı çekerken onlar da kendi aralarında bir yanlış kişi seçmemeye çalışıyorlar. Gene de yanlışlıklar oluyor ki, aralarında sürekli itişip kakışıyorlar. Çevrelerindekiler, benzerleri nasıl olup da seçemiyorlar, ben de buna takıldım. Benzeşik efendileri ben bile buradan ayırıyorum. Uşakların hareketleri sahiden benzeşik. Yusuf Demirçin arkadaşımız Ankaralı, benzeşik efendilerden biri de Ankara dolaylarındanmış, Yusuf tanıyormuş. İnce zayıf olan, adı da Nuri Altınok'muş. Biz bilet almadığımız için program vermiyorlar.

 


Yusuf  Demirçin

 

Girişte istemeye de gönlüm razı değil; nedense çekiniyorum. Bu arada sahnede yeni olaylar oldu, benzer efendilerden biri tartaklandı, bayanlardan birine sarkıntılık etmiş. Az sonra anlaşıldı ki, sarkıntılık eden o değil ötekiymiş, yakalanansa gerçekte şikayetçi bayanın kardeşiymiş. Uzaktan kötü haberler aldılar, herkesi keder kapladı. Meğer kötü haber de yanlışmış, battı denilen gemi neredeyse limana gelmişmiş. Sonuçta herkes gene neşelendi. Biz de “Neler oluyor? ” merakından kurtulduk. Sahnede olanları duymazdan gelip salt gözle izlesem belki daha güzel olacak ama; “O neydi, bu kimdi? ” derken ipin ucunu kaçırıveriyorum. Arkadaşımız Yusuf Demirçin'in hemşerim dediği benzeşiklerden birisi olan Nuri Altınok'un daha öğrenci olduğunu öğrenince iyiden iyiye şaşırdım. Belki de Mahir Canova'nın öğrencisidir. Bunu düşününce Mahir Canova Öğretmen adına üzüldüm; Nuri Altınok'un sınıfından çıkıp bizim sınıfa girdiğini görür gibi olunca irkildim. Özellikle kendim için söylüyorum; ben, istenen biçimde elimi, kolumu sallayamaz, giden birinin arkasından “İşt, işt! “ diye seslenemezken Nuri Altınok William Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedisinde baş rolü oynuyor. Bu zıtlığa Mahir Öğretmen nasıl katlanıyor? merak ettim. Bunu bir derste bize serbest rol yaptırırken (Rol gereği) soracağım. Sanırım, kahkahayla gülecek, sonra da elle tutulur, gözle görülür bir yanımı öne sürüp övgüler yağdıracak gönül alıcı güzel sözler söyleyecektir.

Halkevine girerken bir esinti vardı ama havada dikkat çekici bir durum yoktu; merdivenlerden inerken sert bir rüzgar, saçıp savrulan bir kar yağışıyla karşılaştık. Yanlışlıklar Komedisini daha kapıda unutup trene ulaşma telaşına kapıldık:

– İstasyona mı gidelim, yakın duraklara mı dağılalım (Yenişehir-Kurtuluş) Öztekin Öğretmen kendisi, İstasyona karar verdi. '. Sınıftaki arkadaşlar topluca öğretmene uyunca biz de onlara katıldık. Halkevi önünde doğruca İstasyona yol varmış, orasını seçtik ama orası da uzun geldi. Yolun çevresi açık olduğundan rüzgarla göğüs göğüse itişerek yürüdük. Trene binince önce kıştan söz edildiyse de az sonra Yanlışlıklar Komedisi anımsandı: İki Efendiden biri Nuri Altınok, öteki Cüneyt Gökçer. Cüneyt adını ilk kez duyuyorum. Önce tam algılayamadım; Cünyet, Cüniyet gibilerde söyledim. Sonunda yazarak doğrusuna ulaştım. Uşakları kolay tanıdım Salih Canar, Ragıp Haykır. Ragıp olan da öğrenciymiş. Bu. “Öğrenciymiş! ”sözümüze takılan Öztekin Öğretmen açıklayıcı uyarıda bulundu:

– Çocuklar, bu, başlıbaşına kurulmuş bir tiyatro değil, Devlet Konservatuvarının Tatbikat Sahnesi. Yani biz öğretmenlerin ders uygulamalarına benzeyen bir olay. Oradan çıkacak tiyatro sanatçıları, tiyatrolara gidip rol yapacaklar. Tatbikat Sahnesi bu iş için kurulmuştur. Orada oynayan hepsi bu sahneden yetişmiştir. Yalnız Nuri ile Ragıp değil bayanlar da ya öğrencidir, ya da yeni mezun kimselerdir. Opera da öyledir. Sahnede onları değişik kılıklarla, makyajlı, rol yapışlarına aldanmayın; bugün gördüğünüz o uşak Ragıp Haykır, yarın Hamlet'te kral, bir başka gün, bir başka eserde komutan olarak görebilirsiniz.

Öztekin Öğretmen bizim konservatuvar üstüne bilgilerimizin eksik olduğunu anlayınca:

– Bu konuyu bir gün ele alıp etraflıca konuşalım. Her hafta kapısını çaldığımız bir kurumu yakından tanımak bizim görevimiz. Ayrıca salt Konservatuvar da değil, öteki bölümler de fakültelere, Yüksek okullara gidiyorlar; oraları tanımadan ayrılırlarsa biraz ayıp olur. Sizler gittiğiniz yerlerde aydınlatıcı olacaksınız. Sizlerden bu bekleniyor. Üç yıl girip çıktığın konservatuvarı bilmeden gittiğin bir yerde senden konservatuvarı soran olursa ne diyeceksin? Konservatuvar yurdun her köşesinden öğrenci alıyor. Görüyorsunuz oradaki her öğrenci bir yanıyla yeteneklidir. Zaten aradıkları da olabildiğince yetenekli çocuklardır. Bulunduğunuz yerlerde seçilen bir öğrencinin anne babası sizden, çocuğunu isteyen konservatuvar için bilgi isteyebilir. Bu bilgiyi doğru verir insanları rahatlatırsanız önemli bir yurt hizmeti görmüş olursunuz.

Öztekin Öğretmenin konuşması oldukça etkiledi; konuşanlar, bakar körlükten, ilgisizlikten, cehaletten, kendini beğenmişlikten söz ettiler.

Trenden inince gene Ankara'daki gibi bir tipiyle karşılaştık. Tren durağı diz boyu kar dolmuş.

“Bizim için Yanlışlıklar Komedisi şimdi başladı!” diyerek önce kendi salonumuza, az sonra da yemekhaneye gittik. Oldukça geç kalmışız, yemeklerimiz soğumuş. Başkan Hüseyin Atmaca yetişti, ısıttırabileceğini söyledi. Buna sevinmekle birlikte soğuk soğuk atıştırdık. ”Kendin ettin, kendin buldun! ” türküsünü söyleyen oldu. Kalkınca hep birlikte Yapıcıların Orası'ya gittik. Büyük salonun adı, “Yapıcıların Orası! ”olarak algılanmaya başladı. Yapı Bölümünün gerçek çalışma yerleri henüz tamamlanmadığından geçici sığınakları, salona bitişik küçük bir yer. Binaları tamamlanana dek orada kalacaklar.

Bu nedenle onlar, serbest çalışmalarını salonda yaptıklarından orasını sahiplenmiş durumdalar. Ancak akşamları, salon genel olarak herkesin. İşte o herkes bir biriyle konuşurken o herkesin yerini “Yapıcıların Orası” olarak adlandırmış durumdadır.

Yatınca bir süre Yanlışlıklar Komedisini anımsadım. Doğrusu, dikkatle izlememe karşın hem anlamadım, hem de sevmedim. Operayı, Satılmış Nişanlı'yı da anlamamıştım ama gene de sevdiğim bir tarafı vardı; müziği. .. Tiyatrolar hep böyle mi? Adlarını öğrendiğim soylu kişi Nuri Altınok'la uşak Ragıp Haykır, kuşkusuz öteki adlarını bilmediklerim de güzel oynadılar ama (Genel olarak ) ben oyunu sevmedim.

Tatbikat Sahnesi'nde oynayanların adlarını ben daha önce almıştım, şimdi aklıma geldi; ona buna sorup duruyorum. Birden sevinip rahatladım.

 

16 Ocak 1944 Pazar

 

Kapıya yakın olanlar sık sık uyarıyor:

-Çıkanlar, lütfen kapıyı kapatın! Uyaranları da uyaranlar oldu:

-Çıkanları değil çıkacak olanları uyarın, çıkanlar sizi duymuyor! Kahkahalarla gülenler oldu. Dip köşedeki Rüstem Gündüz, çıkacak olanların uyarılmasını doğru bulmamış:

-Belki arkadaş, kapıya dek gidip dönecek, sabah sabah böylesi dürtülmek ister mi?

Enver Ötnü yüksek konuştu:

-Bugün sabredin arkadaşlar, yarın kapınız otomatik olarak açılıp kapanacak! Bravo sesleri yükseldi! Gülüşmeler arasında bu kez de bir başka ses bizim Kepirli Salih Baydemir:

-Kapanması istenirken açılması da otomatik oluyor, bunun ne anlamı var? Açılan kapıyı bırakırsın kendiliğinden kapanır. Kapalı kapı kendiliğinden açılırsa bunun ne yararı olur? Enver Ötnü açıkladı.

-Sözümün orası geçerli değildir Enişte. Geçerli olan açılmış kapının bırakılınca kapanmasıdır. Enver Ötnü arkasından da sordu:

-Tamam mı? Salih Baydemir bu kez de:

-Hayır, tamam değil, Ben senin neden enişten oluyorum? Enver Ötnü sözü öğretmenliğe getirip en güzel öğrencilerinden biri Salih'e vereceğini söyledi. Ooooo'lar, inşallahlar, maşallahlar arasında daha sert bir çığlık:

-Şu kapıyı kapatın yahuuuu!

Gerçekten hava soğuk, kar diz boyu. Üstelik bu olmuş. Kayma, düşme tehlikesi büyük. Önce kahvaltıya gittik. Bugün banyo falan yok. Kahvaltıda kimse ne dünkü tiyatrodan ne de tiyatroculardan söz etmedi.

Salona gider gitmez sobayı yaktık. Birer ikişer arkadaşlar geldi. Sık sık soruldu:

-Yarın ders olur mu? Olur, Ankara'dan gelenlerden kimse gelmese bile Öztekin Öğretmen gelir. Soba yanınca keman sesleri de başladı. Dün beni sevindiren Mehmet Zeybek gelince piyano sıramı ona verdim. (Dün o bana, yerine arkadaş götürmem için izin vermişti. Bunlar şaka sözlerdi ama gönül alıcıydı)

Tuttuğum notları karıştırdım; Tatbikat Sahnesindeki bay-bayan sanatçılar:

Bayanlar:

Muazzez Yücesoy

Melek Saltukalp

Nermin Elgül

Saime Caner

Meliha Yetilmedik

Türkan Tangör

 

Baylar:

Mahir Canova

Nüzhet Şenbay

Esat Tolga

Saim Alpago

Cüneyt Gökçer

Ahmet Evintan

Agah Ün

Cahit Irgat

Nuri Altınok

Salih Caner

Ragıp Haykır

Bunlardan Yanlışlıklar Komedisinde rol alanlardan yalnız dördünü tanımış oldum. Cüneyt Gökçer-Nuri Altınok iki seçkin ya da Soylu kişi ile iki uşak, Salih Caner-Ragıp Haykır oldu.

Bu konuda sanırım Mahir Canova Öğretmen konuşacaktır. Bakalım o neler söyleyecek. . . .

Mehmet Zeybek piyanodan çabuk ayrıldı. Hüseyin Çakar benim birkaç parça önümdeki Diabelli (Diyabelli) Rondo çalışıyor. Bu rondo Asım Öğretmenin kendisi için seçtiği sınav parçasıydı. Onun okulundaki giriş sınavlarında sınavdaki sorucular, soruları bitince aday öğrenciden bir de serbest olarak parça çalmasını istiyormuş. Asım Öğretmene göre bu çok önemliymiş, bu parçayı başarıyla çalanlar genellikle kazanıyormuş. Asım Öğretmen Kepirtepe'de kaldığı 8 ayın dördünde sürekli olarak bu rondoyu tekrarlamıştı. İlk karşılaşmamızda daha bunu sordum; Asım Öğretmen gülerek elini topaç yapıp ucu yukarı olmak üzere sağ elini bir süre oynattıktan sonra bana sormuştu:

-Burada karşılaşmamızı ona borçlu olduğumu tahmin etmedin mi sen?

Yutarca ezberlediğini biliyordum ama tek nedenle sınav kazanmayı hiç düşünmemiştim. Şimdi aynı rondoyu dinlerken bu kanım daha da güçlendi. Hele Hüseyin Çakar'ın çalışıyla sınav kazanılacaksa o sınavı veren müzik öğretmenin öğrencilerine acırım. Bizim Alpullu'da kaldığımız yıl müzik derslerimize gelen Adem öğretmen gibi, bir şarkıyla ders yılını tamamlar, ikinci şarkı için yeni senenin beklenmesini önerir. O bir şarkıyı öyle öğretir ki 6 yıl geçmesine karşın notalar rahatça tekrarlanır:Sii, do, miiii, re, do, si , laaa, si, do, si. la, sool, faa, mii, do, laa, sol, la, siiii. sii, do, miii, re, do, si, laaa, si, do, si, la, sool, faa, mii, doo, fa, sol, laa, miiii. Şarkının sözler de:

Kır atınla geçiver, şu dağlar inlesin efem! diye sürüp giderdi. . . . .

Abdullah Erçetin'in keman çalıştığını görünce alt piyanoya indim. Kapı açılıp kapanmadığı için oda ılıktı. Uzun süre salt gam, kromatik gam, birli, üçlü, sekizli atlamalar yaptım . 3 oktavı yanlışsız yapışıma sevindim. Kromatikleri çok ağır yapıyorum ama parmaklarımın giderek yumuşaklaşmasının ayırdında oldukça hevesim artıyor. Faik Canselen Öğretmenin yaptığı gibi sesler gümbür gümbür çıkmamakla birlikte gene de bir ustalaşma olduğunu seziyorum. Faik Öğretmenin pişmesini istediği parçaları bu kez tam anlamıyla pişirdim. Abdullah Erçetin uyarmasaydı öğle yemeğini kaçıracaktım. Birlikte gittik. Abdullah'ın yapması gereken bir ödev var, daha görevi yüklendiği gün birlikte yapmamıza karşılıklı sözleşmiştik. Abdullah'ın bana onu anımsatmaya çalıştığını bir ara anlar gibi oldum. Gene de kendisinin istekli olmasını, gelip beni uyarmasını bekledim. Arkadaş hiç oralı değil, benim defter, kitap karıştırdığımı görünce şaşırdığını söyleyip gülüyor:

-Nasıl çalışıyorsun böyle! Dinlenmek senin hakkın değil mi? Evet arkadaşım, dinlenmek benim hakkım ama ödevlerimi tamamı tamamına yapmak, sorumlu olduklarıma karşı mahcup olmamak da benim namus görevim. Hesap sorulduğunda boynumu büküp pısıracağıma o dinlenme hakkımı kullanmayıp ödevimi tamamlarsam daha mutlu oluyorum. Bu mutluluk beni daha çok dinlendiriyor.

Sevgili arkadaşımın sözünü tekrarlayarak ona verdiğim sözü de tutacağım. Hamdi Keskin Öğretmen Abdullah'tan Ahmet Yesevi hakkında bilgi istemişti, bulabildiğim kadarını yazmayı bir dinlenme hakkı olarak yazıyorum.

 

Ahmet Yesevi:

Günümüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları içindeki Türkmenistan' nın küçük bir beldesi olan Yesi' de doğmuştur. Yesi'de doğduğu için oralı olduğunu belirtmek üzere adına Yesevi, yani Yesili denmiştir. Yesi, Türkmenistan'ın Amu-derya, Siri-Derya adlı , Aral gölüne dökülen nehirler arasındadır. Ahmet Yesevi'nin ölüm tarihi 1166 olarak gösterilir. Bunun doğru olduğu bilinir. Buna karşın doğum tarihi söylenemez. Oysa Ahmet Yesevi kendisi “63 yaşımda toprak altına girdim” demektedir. Öyleyse 1103 yılında doğmuştur, denilebilir. Bunun denmemesi için inanılması güç bir olay anlatılmaktadır. Ahmet Yesevi yaşamı boyunca dürüst bir insan örneği vermiş, çevresindekiler üzerinde bu yönüyle örnek bir lider olmuştur, saygınlığı, Anadolu'dan Çin'e dek yayılmıştır. Giderek de kutsallaşan Ahmet Yesevi, yaşamı üstüne yaptığı bir konuşmada Hazreti Muhammet'den söz ederken, Peygamberimizin 63 yaşında öldüğünü söyledikten sonra salt ona kişisel saygınlığını göstermek için, “Eğer 63 yaşımdan fazla yaşayacaksam, bunu kendime haram sayar yer altına çekilir karanlıkta yaşarım!” demiş. 63 yaşını doldurunca, verdiği sözü tutup, yer altına inmiş. Ancak Ahmet Yesevi'nin yer altı yaşamının çok az kimse tarafından bilinmesi nedeniyle sonraki dönemlerde (Yazılı belge olmadığından) doğru söylemlerle yakıştırmalar bir birine karıştığından kuşkulu söylemler ortalıkta dolaşmaya başlamış, kimine göre Ahmet Yesevi toprak altında tamı tamına 63 yıl daha yaşamış, kimine göre daha az bir süre toprak altında kalmıştır. Durum böyle olunca, kendisinin yazılı sözü (63 yıl yaşadıktan sonra karanlığa girdim) de bir kesinlik kazanmamaktadır. Eğer 63 yaşında öldüyse doğum yılının 1103 olması gerekir. Söylendiği gibi, gerçekten 126 yaşamış da 1166 yılında ölmüşse gene 1103 yılında doğmuş sayılır. İşte bu karıştırılmış nedenlerle bir ölüm tarihi veriliyor ama doğumu kapalı geçiliyor. Gerçek olan Ahmet Yesevi saygın bir insan, ermiş bir kişiliğe ulaşmış bir din adamı olarak çevresini aydınlatmış. Onun fikirlerini benimseyenler dört bir yaya yayılarak insanlığı, özellikle de Türk boylarını uyandırmış, bu boylardaki kişiler bilinçlenerek Türk soyunu birliğe yöneltmiştir. Ahmet Yesevi'nin Anadolu'ya gönderdiği söylenen Hacı Bektaşi Veli, Osmanlı devletinin kuruluşunda Yeniçeri Ocağı için verdiği işmar tanrısal bir buyuruk olarak algılandığından Yeni Çeri ocağı o buyruğu etkisiyle 300 yıl harikalar yaratmıştır. Ayrıca Türk boylarının günümüze dek gelen Türklük bilincinin özünde Ahmet Yesevi'nin çaktığı çakmağın kıvılcımlar sürmektedir. Anadolu'da yeşeren Türk kültürünün fideleri, Ahmet Yesevi fikir tohumluğundan gelmedir. Mevlana Celalettin Rumi'nin babası Merv'den Anadolu'ya göçmüştür. Bilindiği gibi Merv yöresi de Ahmet Yesevi'nin Düşün şemsiyesi altındadır. Öte yandan bir Anadolu bilgesi olarak bilinen Yunus Emre, Ahmet Yesevi'nin Hikmet'lerinden beslenerek kendi Büyük Duygu Otağı'nı Anadolu'da kurmuştur. 8-10 yerde Yunus Emre mezarı oluşu ondaki Ahmet Yesevi esintilerine bağlanmaktadır.

 

Ahmet Yesevi'nin en büyük özelliği düşüncelerini, günlük modalara özenmeden, gösteriye kaçmadan yalın olarak halka iletmektir. Bu nedenle hikmetlerini, benzersiz bir yöntemle gerçekten halka ulaşmıştır. Bu bakımdan Hoca Ahmet Yesevi, çağdaşlarında başka bir özellik taşımaktadır. Örneğin çağdaşları, bir moda Divan akımına kapılıp, onun kuralları kıskacında sınırlı kişileri etkileme amacını güderken Ahmet Yesevi'nin Hikmet'leri, dağların-bayırların, yaşayan kırsal kesim insanlarının ışığı olmuştur.

 

Hikmetlerden örnekler,

 

İlahi batıl işlerdın* mına* birgil* peşimanlık

Adetsiz cürmü isyanalar yüregimni *kılıp kanlık

Günahım yadıma alsam sügekler* lerze eyleptür*

Cıhanda hiç kes bar* mu minimdek* cürmü isyanlık

Hudavenda* anuk* zatın eğer affetmesen nagah*

Laht* tarik* yolum barik* heme* işler peşimanlık

Didin (lataknetu minhrahmetlla I) bar ümidim köp*

Kıyamet tangı* atkanda* başıma salma hayranlık

Muhammet ümmeti kıldın yolum azgırmagıl* ya Rab

Şefaattın kılup mahrum araga* salma sersanlık*

Hevayi nefs cehlimdin azazil* daima hürrem*

Yolum eğri özüm gafil yürüyşüm cümle şeytanlık

Müselman oğlu min didim kani* taatta* boganım*

Günehtin özge hasıl yok kani dostlar Müselmanlık

 

Dın -den. Mına-bana. Birgil -ver. Yüregimni -yüreğimi. Sügekler-kemik-kemikler.

Lerze -çekilme, kasılma. Eyleptür-eylemek, kımıldamak. , yerinden oynamak. Bar-var, olan. Minimdek-bencileyin. Hudavenda -Tanı. bağışlayıcı. Aanuk-tanınmış, tanınan, ünlü, Nagah-ansızın, hemen, zamanında. Laht-kabir, mezar, karaanlık, zıdan, barik-dar, ensiz, heme- bütün, tam; hepsi. Köp-çok. tangı-aydınlık, şafak. aktanga-bile, olsa da. azgırmagıl-azdırma, şımartma, kışkırtma. araga -araya. Sersanlık-sersemlik, şaşkınlık, kendini kaybetme. Azazil -Şeytan, kandırıcı, acımasız. Hürrem, sevinme, senindirici, memnunluk. Kani-hani. Taatta-uymak, sözünü tutmak. Boganım-olunmak, öyle olduğunu söylemek; , öyle görünmek.

 

Şiirin açıklaması:

“Tanrım, kötü işler yapmaktan beni koru. Buyruklarına uymayan işler yapacağım korkusu yüreğimi karartıyor. Günah işlediğim düşüncesi beni ürpertiyor, kemiklerimin titrediğini duyuyorum. O anlar kendimi dün yanın en kötü insanı olarak düşünüyorum. Eğer ulu tanrım beni affetmezse mezarımın karanlık, yolumun çok dar, yaptıklarımın hepsinden pişmanlık duyacağım. “Tanrı'nın buyruğundan umudunuzu kesmeyin! ” buyurmuştunuz. Ben de umudumu kesmedim, kıyamet gününde benim cezamı ver. Ulu Tanrı'm beni, Muhammet ümmeti arasına aldın, Bundan böyle benim şaşkınlığıma izin verme. beni koruyuculuğundan yoksun bırakma. Cehaletimden dolayı dünyalık zevklerim peşinde koştuğum için şeytanlar seviniyordur. Biliyorum eğri, kendim haince duygulara kapıldım, şeytansı düşüncelere saptım. Gerçi ben Müslüman oğluyum diyorum ama gerçekten Müslüman mıyım? ? Yeterince ibadetimi yapıyor, kurallara uyuyor muyum? Durmadan günah işleyip bunun korkusu içinde yaşanırsa:

-Ey dostlar siz söyleyin; “Böyle Müslümanlık olur mu? ”

 

Ahmet Yesevi, içinde yaşadığı halkı uyandırmak, Türk'lük bilincini geliştirmek dinsel duyguları önemsetmek amacıyla, oldukça yalın sözlerle, kolay anlaşılır şiirler yazmıştır. Amaç halkın duyup söylemlerle yayılmasını kolaylaştırmak için halkın diliyle yazdığı gibi halkın kullandığı şiir biçimlerini kullanmıştır. Bunlardan, günümüzde de bilinen, yaygın olarak kullanılan “MANİ” biçimi önemli bir yer tutar. Genellikle dörtlük ya da dörtlüklerden oluşan öbekler olarak yazdıkları, sonradan Anadolu Halkı ile Halk Ozanlarının benimseyip vazgeçemediği dörtlüklerden örnekler:

“Kilür bir at eğeri yok

Başida hem yügani yok

Kayu künge kararı yok,

Yarağıng kıl eya gafil”

. . . . . . . . .

 

“ Hev-i kıyamet bar iken

Ah ü nedamet bar iken

Hırman ü hasret bar iken

Evvel nige boldım min e “

. . . . . . . . .

 

Dörtlüklerde geçen değişik sözler:

“Kılür-Gelir. Yügani-başlığı, yuları. Kayu-Kader, gelecek, alın yazısı. Künge-Gün, yaşam süreci. Yarağıng-Hayat, ömür, yaşama bağlılık. Kıl-ince balılık, çürük. Eya-Hey! Dikkat, sana söyleniyor, (gafil! )

Açıklama:

“Karşıdan, eğersiz bir at geliyor. Hem de başında yuları da yok. Besbelli nereye gideceği için bir karar da vermemiş. Başı boş dolaştığına göre bu gafilin yaşama bağlılığı da kıl kadar ince olmalı. ”

“Hevl-i kıyamet-korkunç kargaşa; hesaplaşma, ahret günü. Ah ü nedamet-Yalvarmak-yakarmak, Tanrı'dan af dilemek. Hırman ü hasret-Umutsuzluk ve özlem. Nige-Gene de, önce, sonunda”

Açıklama:

“Kıyamet denilen korkunç sorgulama varken. Bu sorgulamada yalvarmalar yakarmalar sürerken, büyük özlemler, ayrılıklar, kavuşma istekleri yüreklerde sürüyor.

Bir başka sekiz dizelik örnek:

 

Canığ çıkıp yatur tar lahidde

Sorguçilar kilip sorsa ol halette

Akar yaşim kiter huşim ol vakitte

Sorar bolsa min kul ande ne kılgaymin

 

Cenazemni arkasdin taşlar ating

Ayakımdin tutıp sütrep gürge ilting

Hakga kullık kılmading dip yancip titing

Ol sebeptin Hakga sığnip kıldim mine

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

“Ölünce ya da öldüğümde mezara girince, sorgucular gelip hesap sorunca ya da sorduğunda, işte o zaman gözlerimden yaşlar akacak, başım sıkışacak(Günahlarımın hesabını veremeyeceğim)

Cenazemi taşlayın (Taşlansın), isterseniz ayaklarımdan tutup sürükleyin, Tanrı'ya iyi kulluk etmediğim için kınayın(Kınasanız da) Ben gene Yaradana sığınacağım. (Sığınmak istiyorum. )

Bir başka örnek: Sonraları, Halk şiirimizde çok benimsenen 7 heceli söylemleri ilk örneklerinden biri:

 

Dervişler

 

Yol üstide olturup

Yolni sorgan dervişler

Ukbidin haber iştip

Yolga kirkan dervişler

 

Asaları ilginde

Himmet kuri bilinde

Zim yadı tilinde

Allah tigan dervişler

 

Hırkaları kiriçkan

Könglide yüz ming ıyan

Bilingiz iki cıhan

Kösge ilmas dervişler

 

Yazıkum köp yavlatmas

Eshap darusın tapmas

Közde yaşin kurutmas

Yaşi akgan dervişler

 

Sırrı birlan sözlerler

Tilge hikmet tüzerler

Aşk birlal can közerler

Rengi sarığ dervişler

 

İt nefsini öltürür

Kızıl yüzün solturur

Hoca Ahmet kultürür

Satıp yesin dervişler

. . . . . . . . . .

 

“Yol üstünde oturmalarına karşın yol soran Dervişler. Gaibden haber alıp yola çıkan Dervişler. Deynekleri (sopaları) ellerinde, gizli güçlerini bilirler(Farkındalar)Allah'ın adını dillerinden düşürmezler. Hırkaları eski-püskü-kirli(Perişan)gönülleri çok değerlidir. (Hoştur, güzelliklerle,

Allah sevgisiyle doludur) İki cıhan hakkında bilgisi olan, ikisini de umursamayan Dervişler. (Yaşamdan sonraki durumu da bilirler) Çaresizlere yardımcı olur, onları korur, giyim kuşama önem vermez, gözünde yaş kurutmaz(Bir deyim) göz yaşlarını akıtan Dervişler. Konuşmaları gizemlidir, kullandığı sözcükler değerlidir. (İnci gibi) Sevgiyle can yakarlar (Sözlerini çok sevdirirler) solgun yüzlü Dervişler. Dünyalık isteklerini it gibi öldürürler. Al benizlerinin (Bir deyim) solmasına bile aldırmazlar. Haca Ahmet onlara hayrandır. (Kurbandır) onu da satup yesin (Helal olsun) Dervişler. ”

***

Yazımı bitirdim. Abdullah, alıp yazarsa, yazmasına izin veririm, “Geri veririm!” diyerek (Tembel yanını göstererek) isterse, o zaman kesin kez vermemeye kararlıyım. “O kadar da değil, saatlerdir uğraşıyorum. Arkadaşlıksa arkadaşlık! !

Dışardan gelenler üstlerini silkeleyerek kapıdan girdi; gene kar başlamış besbelli. “Faik Canselen Öğretmen gelir mi? diye soracak oldum, Azmi Erdoğan yarasına basılmış gibi yüksek sesle “Ne Faik Öğretmeni yahu, sen çıksana birazcık dışarıya! ”Gerçekten üç saattir burada oturuyorum. Çıkanlar neden çıkıyorlar? ben de onu anlamıyorum. Azmi Erdoğan, benim burada yazdığım süreçte sanırım bu üçüncü kez geldi-gitti. İçimden Ahmet Yesevi'nin sözünü anımsadım “Ey gafil! yaptıklarının hesabını kendine ver, yaşama kılla bağlanma. Kıl çok çabuk kopar. Kılla bağlı olduğunu sezmeye çalış. Bunu anlayınca da, benim gibi sen de, o kılı hemen kalınlaştırmaya çalış! ”Böyle düşündüğüme sevindim, bir süredir boş duran Bernstein'e geçip hazırladığım parçaları çaldım. Çalarken düşler de kurdum “Ben çalarken Faik Canselen Öğretmen gelecek. Tren durağından buraya dek karda yürürken belki de aklından olumsuz düşünceler geçirerek kapıdan girecek. Kapıdan girdiğinde benim piyanomu duyunca sevinip, hakkımda daha olumlu sözler söyleyecek. Böyle düşünerek bir süre çalıştım. Arkama baktığımda salonun boşalmış olduğunu gördüm. Beni dinleyen adaşım Halil Yıldırım:

-Arkadaş, seni dinlemek için bekledim, ancak yemek zili çoktan çaldı, gidelim, gene geliriz' deyip kapıya yönelince ona katıldım.

Masada arkadaşlar, kar yağışından memnunlar. Hava soğuk değil, ancak kar lapa lapa yağıyor. Böyle sürerse sabaha dek bu meydanlarda kardan yürünmez. Hemşerim Kadir gene bir pot kırdı:

-Biz buradayken hiç böylesi kar yağmamıştı! dedi. Dedi ama arkasından da bana baktı. Yüzüne bakmadan doğruladım:

-Bugün ocağın 14'ü. Biz buradan tamı tamına 35 gün önce ayrılmıştık. Buna karşın buna yakın bir karlı günde ayrılmıştık. Üstelik bir gün sonra konuk kaldığımız Arifiye Köy Enstitüsü çevresinde de en az bu kadar kar vardı. Kadir Abdullah'a baktı. Sözümü uzattım:

-Abdullah'a bakma, o da Arifiye Köy Enstitüsü'nde salondan dışarı çıkmadı. Oysa ben yukarı tepelerde asker olan bir akrabamla Kalaycı Köy denilen karlı dağa çıktım, oradan tüm Sapanca Gölü çevresini gördüm. Zaten oradaki askerlerin görevi o bölgeyi tepeden gözetmekmiş! deyince masa bir süre sessiz kaldı.

Kamil Yıldırım'a Mahir Öğretmen ödev vermişti; Ünlü Çinli oyuncu Mai Lank-Fank. Mai Lank-Fa nk Çin'de çok ünlü olmuş bir oyuncu. 400 kadar oyunda rol almış. Bunu duyan Amerikalı sinemacılar Mai Lank-Fank'ın peşine düşmüşler. Oyuncu önce olağanüstü para verilmesine karşın Amerika'ya gitmemiş. Sinemacılar, Çin'e gelip yarım saatlik bir oyu niçin 4000 dolar verince Mai Lank-Fank fikir değiştirip Amerika'ya gitmiş. Bir süre Amerika'da geceliği 2000 dolar olmak üzere gösterilere katılmış. Arkadaşımız Kamil Yıldırım bu ünlü oyuncu ile oyunları hakkında bize bilgi, verecek. Kamil Yıldırım “Hazırım! ”diyor ama karın daha çok yağmasını hepimizden çok istiyor. Nedeni sorulunca da:

-Kar, çiftçiler için çok yararlı! deyip hepimizden çok gülüyor.

Halil Yıldırım:

-Yemekten sonra geliriz! demesine karşın mızıkçılık yaptı, arkadaşlara katılıp büyük salona gitti. Yalnız olarak bizim salona döndüm. Talip Apaydın, Mehmet Ünver, Yusuf Demirçin de bana katıldı. Onlar bir süre keman çalıştılar. Uzun süre yazı yazdığımdan olacak piyanoya oturmak istemedim, onun yerine plâkları karıştırıp yeni bir plâk grubu oluşturdum .

 

İkinci Plak Dinleme Listesi

 

1. Johann Sebastian Bach,Süit no: 3, 5 plak

2. Sergei Rahmaninoff, Rapsodi (Paganini), 3  “

3. Ludwig van Beethoven, Leonora üvertürü, 2  “

 

 

4. Johannes Brahms, Piyano Konçertosu, 6  “

5. Rimsky Korsakov, İspanyol Kaprisi, 2  “

6. Edvard Grieg, Peer Gynt Süit No:1, 2  “

 

7. Jean Sibelius, Senfoni no:3, 7  “

8. Maurice Ravel, Rapsodi İspanyol, 2  “

9. Franz Schubert, Moment Muzikal, 1  “

 

10. Wolfgang Amadeus Mozart, Jüpiter Senfoni, 4  “

11. Josef Haydn, Klavsen konserto, 4  “

12. Waugham Williams, Fantazia, 2  “

 

13. Franz Schubert, Senfoni 7, 6  “

14. G. F. Haendel, Sonat mi minör, 1  “

15. Tchaikovsky, Slav Marşı, 3  “

 

16. Johannes Brahms, Senfoni no: 1, 5  “

17. Josef Haydn, Kuartet no: 77, 4  “

18. Frederic Chopin, Scherso  no. 1, 1  “

 

19. Ludwig van Beethoven, Senfoni no: 7, 5  “

20. Franz Schubert, Kuartet-Ölüm ve Kız, 4  “

21. Felix Mendelsshon, Fingal Mağaraları Uvertürü, 1  “

 

22. Sergei Rahmaninoff, Piyano Konçertosu no: 3, 5  “

23. Maurice Ravel, Kuartet, 4  “

24. Frederic Chopin, Mazurka, 1  “

 

25. Dominico Scarlatti, Faurten Sonat, 6  “

26. Edward Elgar, Introduction and Allegro, 2  “

27. Felix Mendelsshon, Bir Yaz gecesi uvertürü, 2  “

 

28. Peter Tchaikovsky, Piyano Konçertosu No: 2, 4  “

29. Ludwig van Beethoven, Kuartet La Minör, 5  “

30. Johannes Brahms, Macar Dansı No: 5, 1  “

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Arkadaşlara göre hiç önemsenmeyen bu tür işler benim için önemli. Bu, bana verilmiş bir görev, yapacaksam doğru dürüst yaparım, yapmak istemiyorsam bu görevi bana verene özrümü söyleyip affımı isterim. Böylece yapılması gereken iş de ortada, sahipsiz kalmaz. Kendi kendime konuşarak yatakhaneye gittim.

Hasan Üner geldi, hemşerisi aynı zamanda akrabası olan(Aynı soyadını taşıyorlar) Fevzi Üner'den mektup almış, mektupta bana da yer ayrılmış gösterdi. Bir köşeye çizgi çekip Kooperatifçi Ağabeye, deyip kısa ama gönül alıcı sözler yazmış. Fevzi küçüktü ama çok anlayışlı bir çocuktu. Onu, buraya gelmeden önce (1941 Hasanoğlan'a göçmeden) Kepirtepe'de kooperatif kurma çalışmalarımızda tanımıştım. O çalışmalarımız kısa (4 ay) sürmesine karşın yakınlığımız ayrılışımıza dek sürdü. Bunda doğal olarak Hasan Üner'in de etkisi vardı. Ancak gönül bağı gene de Fevzi'de. Çok duygulandım. Oldukça sıkıntılı geçen bu günümün sonunda bu küçük mektup olayı beni çok rahatlattı.

 

17 Ocak 1944 Pazartesi

 

Fevzi'nin mektubunu, dolayısiyle de Kepirtepe'yi düşünerek uyumuştum. Uyanınca kendimi yokladım, Kepirtepe ile ilgili bir rüya falan yok. Kimi kez düşündüğüm gibi orası ile derinden bir bağlantım yok galiba! Bu iyi mi, yoksa gelecekte benim için üzücü mü olacak? Gibi olumsuz şeyler düşünürken Başkan Hüseyin Atmaca'nın sesi kulağımda tınıladı:

-Geldi, geldi! Gelmeyen tek Ferit Apa. Onun da gelmeyeceği biliniyordu. Orhan Doğan'ın sesini tanıdım:

-Bizimkiler? Hüseyin Atmaca tekrarladı:

-Hepsi geldi! Dedik ya!

Konuşmaları duyunca toparlanıp, Müzik salonuna koştum. Ekrem Bilgin'le İbrahim Şen de geldi. Önce sobayı tutuşturduk. Ekrem sobayı dürtüklerken adaşımla ben(İbrahim Şen'le öyle konuşuyoruz) sandalyeleri, öte beriyi düzene koyduk. Akşamki kar nedeniyle, bugün ders yapılamayacağı gevşekliği içindeydik. Oysa kar kesilmiş. Görünüş de pek farklı değil, esinti, süpürterek yolları bile açmış. Sobayı tutuşturunca bir koşu kahvaltıya yetiştik. Önce hemşerim Kadir gene bir numara yaptı. Beni yatakhaneden geldiğimi sanarak:

-Yandın hemşerim, öğretmenler gelmiş Bölüm Başkanı salona çoktan gitmiştir! dedi. Ben salt baktım, Ekrem Bilgin, durumu anladı:

-Gitsin, salon orada! deyince Kadir:

-Soba! deyince de “Bugün de kendisi yaksın! ”Bu kez de İbrahim Şen:

-Üzülmeyin sobayı ben akşam yanarak bırakmıştım! Öteki arkadaşlar, anladılar:

-Nihat Şengül:

-Ne oluyoruz arkadaşlar? siz hangi dilden konuşuyorsunuz? Söyleyin de bari anlamak için birer lügat taşıyalım. Kamil Yıldırım'ın sıkıntısını bildiğim için “Çin'ce! ”dedim. Kamil bugün Çin'in ünlü sanatçısı Mei Lang-Fang'ı anlatacak. Yapılan konuşmalardan, genel bir gevşeklik olduğunu anlayan Hüseyin Atmaca duyuru yaptı:

-Tüm öğretmenler gelmiştir, ilgililere duyurulur!

Kadir, yapılan şakalardan, takılmalardan nasıl bir sonuç aldıysa, geldi koluma girdi, birlikte salona döndük. Salonun ısındığını görünce bu kez:

-Aşkolsun Abi, bana ne söylemedin? Hemşerim, sen söyleyecek fırsat vermeden olumsuzlukları sıraladın. Kadir bu kez de:

-Ben ne dedim? Kadir'in koluna girdim, kemanını göstererek:

-Yayın kemanını özlemiş, ısınmak istiyor!

Öğretmenler gelince, ortalık önce bir karıştı. Öğretmenler gülüşerek sobaya yaklaştılar. Öztekin Öğretmen yüksek sesle Hasanoğlan'ın şiddetli kışından, baharınınsa doyumsuzluğundan söz etti. Hilmi Girginkoç Öğretmen hemen “Bahar, ilkbahar gelir korulardan yükselir, nağmeler ince ince, hafif hafif esince! diye bir dize bir şarkı okudu. Bu şarkıyı bilip bilmediğimizi sordu. Duyduğum vardı ama sesimi çıkarmadım. Biliyorum, hemen söyletecek. Abdullah, hiç beklemediğim bir cesaret gösterdi. Doğal olarak arkasından şarkıyı söylemek zorunda kaldı. Bir bakıma iyi oldu. Önce Faik Canselen Öğretmen Abdullah'a bir aferin çekti. Arkasından da Hilmi Girginkoç Öğretmene:

-Bak bu senin işine yarayacak gibi! dedi. Hilmi Girginkoç Öğretme de:

-Biliyorum, biz onunla tanıştık! deyip Abdullah'a gülümseyerek baktı.

Faik Öğretmen, benim için izin istedi, alt odaya geçip orada çalıştık. Faik Öğretmen önce azıcık Abdullah'ı çekiştirdi. “Yetenek var ama, yeteneği de geliştirmek için yetenek gerekiyor! Deyip kendi sözüne bir süre güldü. Sonra da bana dönüp tekrarladı:

-Yetenek var ama yeteneğin olması yetmiyor, o yeteneği geliştirmek için de yetenek gerekli. dedikten sonra da bana “İşte İbrahim, o yetenekten sende bolca var. Bende de öyle. Hiç bir zaman kendimi yetenekli bulmadım. Ancak ikinci yeteneğimi sezip üstüne üstüne vardım. Vardıkça da onu uyandırdım. Meğer o uyuyan bir yetenek de değil bir dinamit deposuymuş ben onu fitilledikçe beni istediğim yere götürdü. İnan ki bu sende de var, dikkat et, direksiyonu iyi kullanırsan seni istediğin götürecektir.

Faik Öğretmen, ailesinin göçmen olarak geldiğini, geçici olarak bir süre Kırklareli'de kaldıklarını, kendisinin orada doğduğunu, göçmenliğin verdiği sıkıntıların üstüne Balkan Savaşı'nın ardından da büyük Savaş'ın indirdiği ağır yaşam koşulları aileyi çaresiz bıraktığını, çok zor koşullar altında okuduğunu, kişisel çabalarıyla o günkü adıyla Musiki Muallim Mektebine girip öğretmen olduğunu, öğretmenliği yanında besteciliğe de heves edip küçük çalışmalar yaptığını, Çanakkale gibi küçük bir muhitte çalışmasına karşın bir gazetenin açtığı (Cumhuriyet Gazetesi) beste yarışmasına girip kazandığını anlattı. Gene gülerek:

-İşte o ikinci yetenek bana bunları yaptırdı, sonra da beni öyle sandığın gibi çekmedi adeta itekledi. Yaşım başım demeyip Konservatuvara girdim. Ne girmesi? Girdim, bitirdim, oraya öğretmen oldum. Benim yakamı bırakmayan o ikinci yetenek ki biz ona artık irade diyeceğiz, benim yakamı bırakmıyor.

Faik Öğretmen, yarışma bestesinden bir bölüm çaldı. Durdu biraz acımsı gülerek:

-İnanmalısın, bu kadarcığa bile razıydım. Beste yapıyorum ama ben ne yapıyorum? Bunu bir dinleyen olsa! diye gözlerim birilerini arıyordu.

Öğretmen bir süre tavanın köşesine bakarmış gibi başını dikip durdu. Birden kalktı gülerek:

-O ikinci yeteneğin de gene bizim tarafımızdan iteklenmesi gerekiyor, deyip Beringer'i açtı. “Bunu bitireceğiz! Zor da olsa bitireceğiz! deyip açtığı yerden bir parça dinledi. 58. Nolu parça, Clementi/A ndante. Faik Öğretmen çok beğendi, Clementi'nin hem büyük bir piyanist hem bir ünlü besteci olduğunu anlattı. Çaldığım parçanın bir sonattan alındığını, sonatın kendisini çalmamı önerdi. Bizde yoksa getirebileceğini söyledi. 62 Parçayı çalınca bu kez de az önce söylediğinden vazgeçip “Mozart Sonatı deneyelim, uzundur ama, azmin elinden kurtulamaz! ” deyip Mozart sonatın sonundan başlamamı, bu hafta onunla tanışmamı! söyleyip ayrıldı. Gerçekte ben Mozart sonatla çoktan tanışmıştım.

Yukarı çıkmakta gecikmişim, gittiğimde Kamil konuşuyordu.

Kamil'den sonra Mahir Canova Öğretmen bize Tatbikat Sahnesi ya da Konservatuvar Tiyatro Bölümü üstüne bilgiler verdi. Girişte bizim okulla bir benzeşiklik kurması hepimizi güldürdü. Mahir Öğretmen:

-Niçin güldüğünüzü biliyorum, siz dağ başındasınız, bizse şehrin, hem de Başkent Ankara'nın ortasındayız. Böyle görüyorsunuz ama kazın ayağı öyle değil. Benzetmeler, değişik açılardan yapılır, bilirsiniz. Öğretmen gülümseyerek birden:

-Yoksa bilmiyor musunuz? Hadi orasını karıştırmayalım. Kökü kökeni olmayan, yeni kuruluşlar biraz size, bize benzer. Gelecekte ne olacağı pek kestirilemez. İşte ben bu yönüyle böyle bir benzetme yaptım. Sahnede gördüğünüz arkadaşlarımın o görünüşlerine bakıp hüküm vermeyin. Onlar tiyatro yapıyorlar; bugün kral olurlar, yarın ya haydut ya da dilencilik ederler. Ama değişmeyen bir yanları vardır; “Rolü bitince kendileri olunca ne olacaklardır? Doğru dürüst bir evde oturuyorlar mı? Aldıkları para aile bütçesini karşılıyor mu? Sizler belki şimdilik bunu düşünmüyorsunuzdur ama bu er-geç herkesin karşısına çıkan bir sorundur. Sizin biraz farklı tarafını, mesleğiniz belli. Bizde yani tiyatro çalışanlarında bu yoktur. Bakın arkadaşınız anlattı Çin'deki tiyatro için 4000 yıldan söz ediliyor. Bakın bir Çinli tiyatrocuya bir saatlik oyun için Amerikalılar binlerce dolar ödemişler. Oysa bizde tiyatronun t'si bile yoktu. Olmayan bir sanatı var etmek için yola çıktık. Yola çıkanların hedeflerine ulaşması kolay olmaz. Cumhuriyet öncesi halkımız tiyatrodan habersizdi. . İstanbul'da bir tiyatro vardı ama oranın müşterisi azınlıklardı. Bizim yönetimimizde bulunan azınlıklar tiyatro kuruyor, Avrupa'dan tiyatro grupları getirip izliyor, sözde biz efendilere(Türk halkına) tiyatro yasak. Yasak eden Padişahımız, Halifemiz. Padişahımız bize yasak ederken azınlıklara izin vermiş, onlar da tiyatrolarını kurmuştu.

Gördünüz mü? Bizim kaygılarımız sizden fazla. Bu nedenle bir oluş, oturuş benzetmesi yapmıştım. Mahir Canova Öğretmen gülümsedi, yüksek sesle:

-Haksız mıyım? diye sordu. Hep birden “Haklısınız! Karşılığını verdik. Mahir Canova Öğretmen ellerini vurarak:

-Bugünlük bu kadar, umarım haftaya daha güzel işlerden söz edeceğiz. Olanak buldukça Mısır Tiyatrosuna bakın, bakalım Mısırlılar ne yapmış, Firavunlar onlara nasıl izin vermiş? dedikten sonra Mahir Öğretmen bana baktı:

-Trakyalı; daha doğrusu Rumelili hemşerim, bizim Rumelililer Firavunlara ne der?

Az düşündüm, “Firavunlara değil de yaramazlık ya da kötülük yapmış birini anarken firoon diye uzatarak söylerler.”

Mahir Canova Öğretmen:

- Bravo, sen gerçekten bizim Rumelilerdensin, anladım, hemşeriyiz! deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca arkadaşlar çevremi sardı:

-Nereden biliyorsun bunları? Bunları dedikleri bir söz. Firoon. Özellikle kadınlar daha doğrusu anneler çocukları zararlı bir yaramazlık yapınca çağırılırsa kaçar, çağrıya uymaz. İşte o zamanlar çok kez anneler:

-Seni yaramaz, zararcı yerine seni firooon seni, yakalarsam göreceksin günün! gibisine söylenir. Bildiğim bu. Daha sonraları Mısır Tarihini okurken Firavunları öğrenince sözün buradan geldiğini düşünmüştüm. Benim öyle yakıştırmam başka sözler de vardır. Örneğin, evliler eş anne babalarına; kayın baba-kayın ana derler; kayın ana, kaynana olmuştur. İlçe yöneticilerine Kaymakam deriz. Onun doğrusu, kaim makam'dır. Halkın dilinde Kaymakam olmuştur.

Arkadaşlar gülüşerek yemeğe yönelirken Halil Yıldırım sordu:

Valiler nasıl oldu? “Onları, kesinlikle anaları doğurdu”

Kapıdan çıkınca havanın sertliği konuşmaları kesti, yemek masasına oturana dek kimseden ses çıkmadı. Sıcak mercimek çorbasını kaşıklarken Mahir Canova Öğretmenin sözleri anımsandı:

-Konservatuvar öğrencileri de böyle mercimek çorbası mı yerler? “Ya ne yerler? ”Yeni bir tartışma başladı; “Kimler ne yer?

Aklıma Alphonse Daudet'den okuduğum bir öykü geldi aklıma. Çok ünlü bir aktör Paris tiyatrosunda her gece oynuyormuş. Çok ünlü olduğu için de oynanan oyunun baş rolünü üsleniyormuş. Bir gece Jules Caesar'ı oynarken bir süre sonra söz gelimi Hamlet, ya da Hazreti Muhammet rolüne çıkıyormuş. Bu ünlü oyuncu, Paris'te bir pansiyonda yaşıyormuş. Çoğu kez de yemeğini kaldığı küçük yerinde yiyormuş. Genellikle de tiyatroya gitmeden tenceresine peynir çorbasını hazırlayıp altını ateşliyormuş. Oyun bitince koşarak dönüp çorbasını kaşıklıyormuş. Ancak kimi zamanlar, halkın çok beğenisiyle karşılaşıp alkışlara, “Yaşa, varol! ” sesleri de katılıp tavanların titremesi süreci uzayınca ünlü aktör kaygılanmaya başlıyormuş:

-Eyvah, peynir çorbam taşacak!

Eyvah, peynir çorbam taşacak! sözünü söyleyip durdum. Hemşerim Kadir sabredemedi, sordu:

-Ne olmuş, çorbası taşmış mı? Arkadaşlar uzun uzun güldüler. Bir süre peynir çorbasının nasıl olduğu sorgulandı, mercimek çorbası ile bilinen öteki çorbaların karşılaştırılması yapıldı. Kadir sonunda, dalgınlığını anladı, öyküyü beğendiğini, okumak istediğini söyledi. Ben de yanıtladım:

-Alphonse Daudet-Pazartesi Hikayeleri! Kitaplıkta var, hemen al oku! Unutmaman için anımsatayım. Arkadaşlar ekledi:

-En iyisi, al kitabı sen oku, Kadir, bir zahmet, nezaket gereği dinler. Kadir alındı, kendi kendine:

-Kadir Pekgöz, bak dikkat et! çok candan arkadaşların var (!) Kamil Yıldırım hemen; “Ben hariç! ” dedi. Onu Nihat Şengül, Abdullah Erçetin izledi. Ekrem Bilgin:

-Biz  neden dahilde kalalım, biz de hariç! deyince Kadir bu kez güldü:

-Bak, Kadir Pekgöz gene yalnız kaldın! Bu kez de ben:

-Ben hemşerimi yalnız bırakmam; şimdi gidip Peynir Çorbasını okuyacağız.

Birlikte kalktık. Ancak Kadir'le ikimiz kitaplığa değil Müzik Salonuna gittik. Yarın Öztekin Öğretmenin Enstitü öğrencileriyle dersi olacak, ortalığı toplayıp kitaplığa döndük. Kitaplıkta bizim Kepirliler Sami Akıncı'nın çevresinde toplanmış Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin ödevini tartışıyordu.

Azgın tartışma nasıl olur? Konusuna göre tartışmalar gruplara ayrılır mı?

Platon (Eflatun), akıl ve de ruh yetersizi olanlarla tartışılmasını zararlı buluyormuş. Bunu nasıl saptarız? Bunlarla bunlara benzer soruları Sami Akıncı'nın basma kalıp yanıtlarla karşılamasını yeterli bulan arkadaşların durumlarına bakıp üzüldüm. Sami Akıncı haklı olarak böyle sorulara bir ayaküstü yanıtı veriyor. Öğretmen böyle, kısacık yanıtla karşılanacak soru sorar mı? Öğretmen, küçük denecek türden kısa bir metin seçiyor ama onun üstünde en az iki saat duruyor. Onun düşündüğü, o kısa metin içine sıkıştırılmış tüm fikirleri irdelemektir. Amaç bu olunca kısa soruya kısa yanıtla karşılık vermek bence yeterli olamaz. Oturur oturmaz söze karıştım:

-Akıl ya da zekâ yetersizliği nedir? Bunun belirtileri varsa biz bu belirtileri biliyor muyuz? Bu belirtileri başkasından aramaya kalkmamıza karşın, aradığımız biz olamaz mıyız? Arkadaşlar birden canlandı; Yusuf Asıl besbelli sıkılmış hemen:

-Ben aradığımı buldum “O benim işte! ” diye kahkahayı bastı. Sami Akıncı da sıkılmışmış, bana teşekkür etti. Zil sesi gelince gülüşerek yatakhaneye geçtik.

Yatınca kendi söylediklerimi ben de beğendim. Sabahattin Öğretmen bize düşünme yöntemlerini öğretmeye çalışıyor. Daha ilk derslerde bunu tekrar tekrar söyledi. Düşünmek olayı öğrenilecek bir olay değil, o zaten kendisi bir öğrenmedir. Düşünceyi devindirebilirsen öğrenme olur. Bunun dışındaki gelgeç algılamalar kalıcı olamaz; onlar, salt kulaklarda bir süre eylenen seslerdir. Tıpkı şarkılar, türküler gibi.

Bunları düşünürken giderek konuyu dağıttığımın ayırdına vardım. Baktım ki aklıma geleni arka arkaya dizmeye başlamışım. Esnemeye başlayınca aklımdan geçenler duralar gibi oldu. . .

 

18 Ocak 1944 Salı

 

Uyanmıştım, Yusuf Asıl geldi:

-Akşam yatarken güldüm, sanırım gülerek uyudum. Neyse gece rüya görmedim. Ancak kalkınca gene gülmeye başladım. Ne diyorsun? “Ben kendimi buldum mu? ”Yusuf Asıl işin şakasında biliyorum Ancak ben işi şakaya dökmeden açıklama yolunu seçtim:

-Kendini bulmak eğer kendini bilmekse, bu güzel bir olay. Zaten ünlü düşünür Sokrates 2500 yıl önce insanları uyarmış; KENDİNİ BİL! İnsanlar, bu ilkeye 2300 yıl uymuşlar ya da uymamışlar. Ancak hiç kimse bu ilkenin gerçekte ne olduğunu araştırmamış. 18. yy'da yaşamış Fransız bilgini Montesquieu (Monteskiö) ise şöyle demiş:

-Eğer insanları, önyargılarından kurtaracak bir yol bulabilirsem, kendimi ölümlülerin en mutlusu sayacağım. Ön yargı dediğim, bazı şeyleri bilmemek değil, kendini bilmemektir!

Yusuf, bir şey söylemek ister gibi yüzüme baktı, ne düşündüyse düşündüğünden vaz geçerek, her zaman yaptığı gibi koluma girdi, tartışmamızın şakaya dayandığını, beni ağabey bildiğini tekrarladı, yeğenim İsmet'i çok özlediğini, onun da Yusuf'u çok özlediğini, yazdığını tekrarladı. Öğretmen olan arkadaşlardan hiç bir kimse ikinci mektubu yazmamışken yeğenimin ona uzun uzun iki mektup yazdığını tekrarladı. Konuşa konuşa kitaplığa gittik. Kitaplık bugün bizim dersliğimiz, yer tutmak için yeni bir yöntem bulmuşlar; raflardan bir ya da iki kitap alıp sandalyelere koyuyorlar. Böylece oranın sahibi belirlenmiş oluyor. Elimde kitap vardı, Yusuf kitabı alıp sandalyeye koyunca birden telaşlandım:

-Kitabımı alırlarsa? Yusuf tuhaf tuhaf yüzüme baktıktan sonra gülümseyerek:

-Ne olur kitabını alsalar? Kitabın kapağını gösterdim. Yusuf önce algılayamadı:

Ne yani? deyince Denemeler-Montaigne yazılarını okuttum. Yusuf birden:

-Vay kurnaz vay, nereden buldun sen onu? Yusuf beni haklı buldu, raflardan kitap alıp iki sandalyeye koydu.

Kahvaltıda konu, Tartışma (Münakaşa) Ekrem Bilgin, Halil Yıldırım, Kadir Pekgöz, söz birliği etmişçe münakaşanın daha akla uygun olduğunu, tartışmanınsa daha çok iple çekişme, güreşe benzer bir anlam taşıdığını, tartışma sözünün münakaşa karşılığı olamayacağını öne sürüp sözü saptırdılar. Böylece gerçek konunun içeriği değil de başlığı kahvaltı boyu sürdü.

Sabahattin Öğretmen her zamanki gibi dersliğe gülümseyerek geldi. İçeri girince de, kitapları, kitaplıkları sevdiği için, sıcak olmasa bile her zaman hiç değilse ılık bulduğunu söyledi. Sonra da sordu:

-Ne dersiniz, bu bir alışkanlık mı, yoksa iyimserlik mi? Yoksa ikisi de mi değil! Bir çok parmak kalktı. Önce alışkanlığın ne olduğu tartışıldı. Sabahattin Öğretmen alışkanlık üstüne yapılan tartışmayı yetersiz bulduğunu, bu Psikoloji dersinde tartışmamızı, psikoloji bilimi ışığı altında bir sonuca bağlamamızı önerdi. İyimserlik için de psikoloji konusu olduğunu ancak, iyimserliğin her insanda olabileceğini, çekilen acılardan kurtulunca, özlemlerden kurtulunca insanların bir rahatlık duyduğunu, bunun tüm insanların yaşamında az-çok görülmesi nedeniyle bilimsellik dışında da birkaç söz söylenebileceğini, buna dayanarak biz de düşüncelerimizi söyleyelim! dedikten sonra Psikoloji dersinde üstünde duracağımız alışkanlıkla halk arasında algılanan alışkanlıkları karıştırmamamız uyarısı yaptıktan sonra Sabahattin Öğretmen masa üstüne bıraktığı kitabı alarak:

-Bakalım Öğretmenimiz Montaigne ne demiş? deyip bir parça okudu.

“Bir köylü kadın, yetiştirmek üzere bir inek yavrusu almış. Aldığı yavruyu çok sevdiği için zaman zaman kucağına da alıyormuş. Kucağa alınmaktan hoşlanan buzağı, kendini sevdirmek için iç güdüsel duyarlığını gösteriyormuş. Buzağı büyümüş dana olmuş. Kadın danayı da tutup tutup kaldırıyormuş. Dana kocaman okuz olmuş. Sabahattin Öğretmen gülerek:

-Montaigne Öğretmenimiz, kadının öküzü de kaldırdığını söylüyor ama biz buna katılmayabiliriz. Bu da bir alışkanlıktır. Bu, alışkanlığın dışa vuruşudur. Bizim istediğimiz, alışkanlık mekanizmasının beynimizle olan ilişkileri. ”

Yeni bir parça okuyacağımıza hazırlanırken Sabahattin Öğretmen birden:

-Tartışmalar'ın tam da önemli yerine gelmişken konuşmamızı kesmiştik. Gelin şu tartışmayı biraz daha kurcalayayım. Mesleğimiz, gerçekte tartışma ilkeleri üstüne kurulmuş bir meslek. Karşımızdakilerle tartışmasak bile onlara söylediklerimizin doğruluğu-yanlışlığı tartışması kendi belleğimizde sürecektir. Çünkü vereceğimiz bilgiler, meyve, sebze ya da yapay oyuncak türü nesneler değildir. Söyleyeceklerimizin büyük bir çoğunluğu sözler üstüne kuruludur. Bir rengi bile anlatırken yakın nesnelerden yararlanarak anlatmak zorundayız. O yakın nesneleri kendi belleğimizde oluşturmadan vereceğimiz konuyu ortaya koyamayız. O nedenle bizim mesleğimiz , “Tartışma ilkeleri üstüne kurulmuş bir meslektir! ”diyebiliyoruz.

Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmenin hemen önünde oturan Süleyman Karagöz, parmak kaldıracakmış gibi bir tavır takınınca Sabahattin Öğretmen:

-Konuşmak istiyorsun sanırım! deyince Süleyman Karagöz gülümseyerek:

-Montaigne Öğretmenimiz, zeka, ruh eksiği olanlarla tartışılmamasını buyurmuştu, efendim! Öğretmen, “Ya, evet deyip gülümsedi. Bu kez de Şükrü Koç, birden parmak kaldırdı. Süleyman Karagöz'ün söyledikleri genelde doğru gibi algılanmıştı. Öğretmen Şükrü Koç'a söz verdi. Şükrü Koç:

-Okuduklarımıza bağlı kalarak tartışacaksak, ayrıntıları gözden kaçırmamalıyız. Montaigne, bir yasadan söz ediyor ama o yasanın yetersiz olan kimselerin yetersizliği nedeniyle bir haktan yoksun bırakılmasını istiyor. Oysa arkadaşımız zeka ve ruhsal eksikliği olanlarla tartışma yapılmaması durumuna çevirdi. Öyle bir yasa yapılırsa bu yasa bir yanıyla koruyucu bir yanıyla hak sınırlayıcı olacaktır. Arkadaşın söyleyişinde zeki ve sağlıklı ruha sahibi insanların hakkı kısıtlanmış olur. Yetersiz insanlar için günümüzde de yasalar vardır. O yasalar sağlıklı insanlar için hiç bir kısıtlama getirmez. Örneğin akıl hastası olanlar özel hastanelere kapatılır. Zararsız olanlar, özgürce gezer ama onlar da devlet hizmetine alınmaz! Sabahattin Öğretmen gülümsedi:

-Ben mi dalgınlık ettim yoksa bir yanlış anlama mı oldu? Dedikten sonra Süleyman Karagöz'e söylediklerini tekrarlattı. Süleyman Karagöz, ilk söylediğini olduğu gibi tekrarladı. “Zekâ ve ruhsal eksikliği olanlarla tartışılmaması! ”deyince Öğretmen Şükrü Koç'a teşekkür etti.

Daha sonra zekâ geriliği ile ruhsal eksiklik konuları üzerinde sorular soruldu; yanıtlar verildi. Tüm konuşmaları giderek delilik üzerine yığıldı. Delilik konusu ilgi topladı. Hemen hemen tüm arkadaşların köylerin de en az bir delinin olduğu anlaşıldı. Deliliğin babadan oğula geçtiği savı öne sürüldü. Bu kez Yusuf Asıl parmak kaldırdı. Yusuf tüm arkadaşlara sordu:

-Hepimizin köyünde deli olduğundan söz ettik. Hangimizin köyündeki deli evlenip çocuk yetiştirdi? Öğretmen sesli sesli gülümsedi:

-İlginç bir soru, hem de rahatça bilimsel bir araştırmaya dayanıyor, denilebilir. Verdiğiniz bilgiler, aşağı yukarı 50-60 köyde yapılan araştırmaya demektir.

Öğretmen başka konularda da aranızda buna benzer konuları tartışmamızı, bir takım rakamsal sonuçlara bağlamamızı önerdi.

Öğretmen elindeki kitabı açıp Tartışmalar parçasından cümleler okudu. Öğretmen bir noktaya dikkatimizi çekti:

-Bakın bakın Öğretmenimiz Montaigne bir sıfat kullanmış “Azgın tartışmalar! ”diyor. Bununla neyi anlatmak istiyor? Biz yaptığımız konuşmaları, bu azgın sıfatını düşünerek mi yaptık? Bakın bakın bir de işin içine öfke katıyor; biz bunu da düşünmedik sanırım. Öyleyse tartışmaların bir de öfkelisi, azgını da oluyormuş. Öğretmen bu kez “Kitabı bir kez daha okumakta yarar olacak! ”deyip sordu:

-Ne dersiniz, bir kez daha okuyalım mı? “Okuyalım! ” sesleri yükseldi. Okuma alışkanlığını iyice geliştirmiş olan Mustafa Parlar'ın sesi farklı tınlamıştı. Sabahattin Öğretmen kitabı uzatır gibi yapınca Mustafa Parlar'ın önünde oturan Hasan Serinken, sanırım kitabı alıp Mustafa Parlar'a uzatmayı düşünürken kitabı almak için elini uzatınca Sabahattin Öğretmen:

-Siz mi okuyacaksınız? Hadi bir de sizi dinleyelim! deyince Hasan Serinken kızardı bozardı ama bir şey diyemedi. Kitabı alıp okumaya başladı. Hasan Serinken, beklemediği bir durumla karşılaştığından olacak tutuk bir sesle okuduğu gibi uzun cümlelerde ses bölüntüleri yaptı. “Platon, Devlet'inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmişti” cümlesini ise iyice karıştırdı. “Platon Devleti'nde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışma yasak edilmişti” deyince Öğretmen gülümseyerek sondu:

-Hangi devlet bu Platon devleti? Hasan sustu. Platon-Eflatun anımsatıldı. Hasan renkten renge girdi. Öğretmen oturmasını söyledi. Bu kez öğretmen Hasan'ın yanlış okuduğu cümleyi okudu. “Eflatun, Devlet'inde! diyerek vurgularını belirtti. Arkasından sordu:

-Eflatun ya da Platon'un devleti nasıl bir devlet? deyince parmak kaldıranlar oldu. Ben de oturduğum yerden “Kitap! ”deyiverdim. Öğretmen başını döndürerek:

-Nasıl bir kitap? deyince kalkıp anlattım. “Eflatun ünlü bir filozof, bir çok alanda ortaya yeni fikirler sürmüş, fikirleri, toplumsal sorunların çözülmesinde yararlı olunca kendine güveni artmış, bir süre gezip dolaştıktan sonra tanıdığı hükümetlerin yönetim kusurlarını saptamış, kendi düşüncelerine göre ideal bir devlet şekli düşünüp Devlet kitabını, daha doğrusu kitaplarını yazmış. Kitapları diyorum, çünkü Devlet Kitabının aslı 10 kitapmış. Ben dört tanesini okudum. Bunlar kitaplığımızda vardır. Öğretmen; “İşte bu kadar! ”deyip yüzünü kitaba döndürüp okumasını sürdürdü. Yazı biterken zil çaldı.

Öğretmen:

-Geçmiş konuşmalarımızda adı geçen önemli kişileri tanımamız gerektiğini konuşmuştuk. Onların arasında Platon vardı sanıyorum; yoksa bile ekleyin, Platon her konuda karşımıza çıkacaktır. o nedenle Platon'u tanıyalım, kitaplığımızda onun kitapları bulunduğuna göre, vakit buldukça alıp bakalım.

Öğretmen çıkınca gülenler oldu. Arkalarda oturan Ahmet Özkan, (Sakallı Ahmet, kendi arkadaşları Kızılçullu'da daha küçük sınıflardayken bu sıfatı yakıştırmışlar) “Vakit bulsam sigara içeceğim! ” demiş. Gülüşler o nedenleymiş.

Bu kez de Halil Dere, yüksek sesle:

-Efendim, derse geç kalmayalım efendim! dedi. Arkasında “Efendimler! ”başladı; “Koşalım efendim! ” “Geç kalmayalım edendim!

Geç kalmadan salona indik. Sakin sakin öğretmen beklerken Durmuş Ali Uğur bir öneride bulundu:

-Öğretmenimiz geçen ders gelmedi, bir hoşgeldin diyelim. Burhan Güvenir hemen sordu:

-Kim diyecek onu? Durmuş Ali Uğur:

-Ben derim! deyince; oooo, yuuuhhh, dalkavuuuuk! sesleri yükseldi.

Yunus Kazım Köni Öğretmen derse ara verdiğini hiç belli etmeden söze başladı. Önce “Ankara'nın ayazı buradan daha sert, Hasanoğlan köyü, göç insanlarının doğal sezgisiyle kuytu yeri bulmuşlar! ”dedikten sonra Ankara için bilgiler verdi. Ankara, kale ile hemen çevresindeki kuytulukta kurulmuş. Kent nüfusu arttıkça, çaresiz insanlar düzlüklere çıkmış. Öğretmen sesini değiştirerek:

-Nasıl saygıyla anmayalım! Atatürk, bir asker olmasına karşın bu olayı da düşünüp; değiştirilemez koşuluyla bir şehir plânı yaptırmış. Bu plân tüm doğa afetlerine karşı koruyucu incelikleri taşımaktadır. Yazık ki bu da kenarından köşesinden bozulmaya başlandı” dedikten sonra kendi kendine konuşur gibi “Ya efendim işte böyle! ”İnsanlar, başkalarını yaptığını ya da yapamadığını çok rahat eleştirirler. Halkımız bunu sözlerle anlatır; anımsayabilecek misiniz, bakalım! deyip durdu. . Parmaklar kalktı. Lâfla peynir gemisi yürümez, At binenin, Hodri Meydan. El elden üstün dür, Bozmak kolay, yapmak zordur, El, elden üstündür, Yap da görelim, Dışardan gazel okumak! Yunus Kazım Öğretmen kahkahayla güldü. “Kim söyledi bunu? ” diye sorunca nedense kimse sahip çıkmadı. Öğretmen üstünde durmadı ya da durmaz göründü. Sözü tekrarladı “Dışardan gazel okumak!” Nasıl bir olayı anlatmak için kurulmuş bilmem ama bizim halkımız bunu çok kullanır. Demek oluyor ki bizde işin yapandan çok akıl verenler var. İşte geri kalmış toplumların özelliği, bu salt bizim halkımızın değil tüm geri kalmışlığın, ilkelliğin özelliğidir. Günümüzün uygar sayılan insanları da bir zaman böyleydi. Ünlü düşünür Descartes, bunu şöyle anlatır:

-Yaratan, kullarına elçileri aracılığıyla haber göndermiş. “Sizlere elimden geldiğince, yetecek ölçüde akıl dağıttım. Dağıttığımla yetinmeyip biraz daha isteyen olursa, bir miktar elimizde var, başvursunlar, verelim!” buyurmuş. Kullar, akıllarından hoşnut olduklarını duyurmuşlar. Filozof Descartes bu nüktesiyle insanların akıllarından hoşnut olduklarını, bu inançlarından dolayı da durmadan başarısız işlere kalkıştıklarını anlatır. Öğretmen gülerek baktı, az duraladıktan sonra,

-Değil mi efendim, biz hepimiz biraz böyleyiz. İşte bu durumumuzu bir ölçüde denetim altına almamız için Psikoloji bilimine sarılıyoruz. Psikoloji bilgilerimiz bizim bir çok bilmediğimiz yanımızı bize bildirir. Onun bildirdiklerini iyi okur, okuduğumuzu değerlendirirsek kendi bireysel sorunlarımızın hepsini olmasa bile bir çoğunu defedebiliriz. Parmak kaldıranlar oldu. Mehmet Toydemir'le Veli Demiröz sanırım aralarında konuşmuşlar, parmakları havadayken bakışıp gülüştüler. Öğretmen Veli Demiröz'e söz verdi. Veli Demiröz, çok yumuşak bir sesle, özellikle de özür dileyerek söze başladı:

-Efendim, belki sözünüzü kestim, siz sözü oraya getirmiş olabilirdiniz, sabırsızlığımı hoş görün. Bu söylediklerinizi biz nasıl yapacağız? Psikolojinin pozitif bilim olduğunu duyuyoruz, bunun laboratuvarı olduğunu da okuduk ama, oralarda neler yapılıyor? Öğretmen gülümsedi “Haklısınız efendim! Deyip Mehmet Toydemir'e baktı:

-Siz de aynı soruyu merak etmiştiniz değil mi efendim? deyince Toydemir başını sallayarak “Evet! ” yanıtını verdi. Öğretmen, ilk derslerdeki konuşmaları anımsattı:

-Biz, psikoloji bilimi okumuyoruz. Biz bir psikoloji bilimi olduğunu konuşuyor, bu bilimin insanları, birey olarak birçok asalak dertten koruyacağını, bu dertlerin bir bölümünü kendimiz çözeceğimizi öğreneceğiz. Öğretmen çantasından bir kitap çıkardı. Kitabın kapağını gösterdi, arkadaşlardan da okumalarını istedi. “Niçin Sınıfta Kalıyorlar? ”Bakın bunu bir psikolog yazmış. Demek psikolog çocukların sınıfta kalmasının bir psikoloji sorunu olduğunu görmüş. Siz, hem öğrenci hem de öğretmensiniz. Bu konuda en rahat siz konuşabilirsiniz. Öğrenci niçin sınıfta kalır? Kalırsa ne olur. Mehmet Toydemir'le Veli Demiröz'den rica etti. “Bu konuyu düşünün, haftaya bize düşüncelerinizi açıklayın! ”Öğretmen bu kez At arabası sürenleri, otomobille yolculuk yapanları sordu. At arabası sürdüğüm için ben de parmak kaldırdım. Halil Dere de otomobille uzun yolculuk yaptığını söyledi. Öğretmen önce bana kullandığım arabanın yük mü yoksa süs arabası mı olduğunu sordu. Yük deyince ne yükü diye tekrarladı. Ben de “Pancar, demet, köyde ne yapılıyorsa hepsi” Öğretmen bu kez de yokuşlarda atları gözleyip gözlemediğimi sordu. Öğretmeni ne sormak istediğini anlamıştım, atların yokuşlarda çok zorlandığını kimi kez dizlerinden güç aldıklarını anlattım. Öğretmen bu kez arkadaşlara dönerek:

-Siz hiç bir işte yorulup terlediniz mi? “Oho! falan gibi sesler geldi. Öğretmen biraz ciddi olalım. O yorgunluk durumunuzla dinlenmiş olduğunuz durumların arasındaki farkı anımsar mısınız? İşte size bir psikoloji laboratuvarı testi. “Yorgun bir beden ya da dimağ, dinlenmiş beden ya da dimağ ölçüsünde başarılı olamaz. Birdirbir oynadığınızı biliyorum. Oyuna başladığınızla oyun sonundaki başarılarınız bir olmamıştır. Bunlardan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz. Salt insan değil tüm canlılar, belli bir güce sahiptir, bu gücün belli bir iş yapma takati vardır. Takat ya da güç, doğal ölçüsü geçilir beden çok yorulursa başarı düşer. İşte psikoloji laboratuvarındaki aletler bunları ölçmektedir. Öğretmen, “İçinizde sıtma hastalığına tutulan oldu mu? ”diye sordu, ardında da ateşiniz de ölçülmüştür! diye ekledi. İşte size bir Psikoloji deney aracı. Öğretmen daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü ile görüşeceğini, orada bir laboratuvar kurma girişimi olduğunu olumlu yanıt alırsa birlikte gidebileceğimizi anlattı. Gene psikoloji tanımına dönerek psikoloji, bizim kendimizi daha sağlıklı olmamız için yardımcı bir bilimdir, ona sırt çeviren yazık ki kendini tanıyamaz; kendisi önleyebileceği kusurları başkası önlesin beklentisi içinde yaşamını karartır! Aman dikkat edelim, burada konuştuklarımız yetmez, bunları genişletelim. Burada yapacağımız çalışmalar bize yürüyeceğimiz yolları açacaktır. Çalışmalarımız ilerledikçe birlikte okuyacağımız kitaplar da bize kılavuzluk edecektir. Biraz sabırlı olalım! Öğretmen sözünü bitirirken zil çaldı.

Öğretmeni dinlerken, geçen yıl Öğretmenlik Bilgisi derslerinde okuduğumuz Köy Enstitüleri Müfredat Programındaki konuları anımsadım, orada da Psikolojiden söz ediliyordu. Oradaki bilgileri bir daha gözden geçirmeyi düşündüm.

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ