Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

16 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yeni Yasamıza Göre İlk Yıllık Dinlencemiz

 

14  Temmuz  1940 Pazar

 

Yatarken duyduğum korkunun tersine çok rahat uyuduğumu anladım. Bu nedenle de zil çalmadan  uyandım. Ne geç, ne erken; gözlerimi açtım, zil çaldı. Uyananlar “Kalkın arkadaşlar, bugün dinleneceğiz, yarın da dinlenmiş olarak evlerimize gideceğiz!” diyorlar. İçimden sahi mi acaba? Sorusu geçti. Bugün belki de bize duyurulmamış bir iş  verilebilir. Örneğin Salih Ziya Öğretmen  zaman zaman “Elimiz değse de şu yol  kıyısını bir adam etsek !”deyip duruyordu. Adam edilmesi gereken yol kenarı, okulun tepe noktasından su akağına dek uzanan bir km.’lik hendek. Gerçekten hendeğin iki tarafı da çöküntülü, yabanıl, dikenli otlarla kaplı bir durumda. Yoldan geçenlerin  dikkatini çekecek olumsuz bir görüntü. Kahvaltıya giderken  birileri ”Bize bugün izin verecekler!” diye ön sezilerini açıkladı. Kimse inanmadı. Aynı konuşmalar daha yaygın olarak kahvaltı sırasında da konuşuldu. Sanki gerçekten söylenmiş gibi inanmak içimden geldi. Ben, “İzin verilirse hemen yola çıkarım!” dedim. İsmet duymuş, ”Dayı ben de seninle geliyorum!”diye yüksek sesle bağırdı. Bu kez arkadaşlar biz bir şeyler biliyormuşuz da böyle konuşuyormuşuz gibilerde  yorumlara kalkıştılar. Bu tür yorumlar ya da tartışmalar  yaparak dersliğe gittik. Çok geçmeden nöbetçi arkadaşımız Arif Kalkan:Yasrın banyo sırasının bizde olduğunu duyurdu. Banyo işi, izin  sözlerini tavsattı. Ama arkadaşların  dilleri durmadı. Bu kez, ”Bizi evlerimize temiz göndermek için, sıramızı öne aldılar!” diyerek konuyu canlı tuttular. Banyo konusu konuşulurken öğle yemeği zili çaldı. Bu kez yemekte, küçük sınıflar bize izinli gidiyorsunuz, biliyor musunuz? gibi sorular yöneltmeye başladılar. Yemek sonuna doğru nöbetçi öğretmeni Selçuk Korol gür sesiyle , ”Beni dinleyin!”dedikten sonra “Sekizinci sınıf yaz iznine çıkacaklar. Üstünde  okul  araç-gereci olanlar ilgili yerlere teslim etmeden izin kullanamayacaktır. Köyü yakın olanlar, şimdiden izin kağıdı alabilirler. İzin kağıdı almadan gidenler suç işlemiş sayılır. İzin kağıtları Müdür vekili Hüsnü Baykoca Öğretmenden alınacaktır!”Öğle yemekleri güzeldi. Hiçbir konuşma ya da yoruma katılmadan yemeğimi yedim. Atölye anahtarlarını çıkarıp bir an düşündüm. Verecek öğretmen yoksa Hüsnü Baykoca Öğretmene bırakırım!”deyip dolabıma gittim. Gerekli düzeltmeyi yaptım. Mandolini sahibine verdim. Armonikayı zaten Ahmet Ağabey kendileri arasındaki bir eğlence neniyle iki gün önce almıştı. Alırken de “Pazartesi günü kesinlikle getireceğini söylemişti. Bu kez böyle oluşuna ben sevindim. Köyde hem çalışamayacağımdan, hem de akordiyon için bir yoklama yapma yollarını arayacağımdan zaten armonikayı götürmememin  daha iyi olacağını düşünüyordum. Hüsnü Baykoca Öğretmene gittim. Hamdi Öğretmeni bulamadığımı, gelince sizden alacağını söylerken , o, sözümü kesti “Sen yarın gitmiyor musun? Sizin köylüler yarın gelir!”dedi. Yeğenim İsmet’le birlikte gideceğimizi. Daha önce de çok gittiğimi anlattım. İsmet’in soyadını , numarasını sordu, ”selam söyleyerek izin kağıdını verdi. İsmet’in tam olarak haberi yoktu Söyleyince inanmadı, kağıdı gösterdim. Çılgınca sevindi, fazla duraksamadan okuldan ayrıldık. Yola çıkınca İsmet  laf olsun diye bir kamyona işaret etmişti. Kamyon önce geçti. Tam tepeye çıkınca durdu, bize işaret verdi. Sonra da özür diledi. Yükü çok olduğu için yokuşta duramazmış. Sevindik, sürücünü yanına sıkıştık. İşin en ilginç yanı, kamyon Lüleburgaz’a değil Tatarköy’e gidiyormuş. Böylece biz, yolun büyük bir bölümünü kamyonla gitmiş olduk. Tatar Köye girince köprü üstünde indik. Oradan,  konuşa konuşa  yokuşu aşıp, daha kese patikalardan Hamitabat karşısına çıktık. . Hava oldukça sıcakmış. Biz sevinçten  koştururken  giderek adımlarımızın ağırlaştığının ayırdına varmaya başladık. Hamitabat’a varınca kahveler meydanı denilen yerde durduk. Köylüler beni hep tanıdıkları için, ”Hoş geldin, hoş geldiniz!” diyerek çay, gazoz ısmarladılar. Biraz dinlenince daha rahat yürüyerek zamanında köy vardık. Kahvede otururken  Hamitabatlılar  Kadir Pekgöz’ ün neden gelmediğini sorması üzerine ben, ”Kadir arkadaşlarıyla  yarın gelecek!”dedim. İsmet’e açıklama yaptım:”Gerçekte biz  ivedi olarak ayrılırken Kadir Pekgöz’le görüşmedik. Bunun bir nedeni yok. Ancak 15 gündür tatil sözü ediliyor, Kadir bugüne dek bana beraber gidelim, demedi. Hatta Mehmet Yücel’le olsun, seninle olsun  “Tatilde buluşalım!” diye konuşurken dinlediği halde bana , hiçbir öneride bulunmadı. Tepeden bizim köyü görünce konumuz değişti. İsmet bizim köyü böyle  güpegündüz tepeden görmemişti. ”Çok yeşillik ama bizim köye göre çok küçük !”dedi. Bizim köy 6o hane olarak kurulmuş. Bu sayı günümüzde de bu civardadır. İki hane göçmenle birkaç hane de ayrılmalar nedeniyle artmıştır. Ancak konuşmalarda hep 60 hane olarak söylenir. İsmet’in köyü Kızılcıkdere,  200 hane dolayındaymış. Bizim köyün üç katı. Hamitabat ise 300 hane. Bizim köyün  5 katı. Konuşa konuşa dereye indik. Ramazan’ın babaannesin  görmesin düşüncesiyle alt yoldan  küçük ablamın evine girdik. Ablam hiç beklemiyordu, birden şaşırdı. Saim yeşil çimenler üstünde oynuyordu, bizi görünce korkup ağlamaya başladı. Çok az kaldık. Hava kararırken yukarı eve çıktık. Evdekilerin geleceğimden haberi yoktu. Yalnız, geleceğimi daha önce Kamber Amca  muştulamışmış. ”Geleceğini biliyorduk ama bugün beklemiyorduk!”dediler. Ayrıca İsmet’e sevindiler. Ablam ansızın İsmet’e “Evleneceğini duyduk, öğrenciyken bu nasıl olacak? ” diye sordu. İsmet renkten renge girdi, ”Kim söyledi? Bu büyük bir yalan!”dedi. Ancak İsmet oldukça bozuldu. Sanırım benden bir sakladığı var. Kahveye indik. Kahve oldukça tenha ama gene de bildiğim konuşmalarla söyleşiler eskisi gibi sürüyor. Almanya taraftarları daha çoğalmış, bunlar açık açık;İngiltere de yıkılsın!”diye konuşuyorlar. İsmet bizim köylülerin bu savaş tarafı olmalarını yadırgadı. ”Bizim köylüler bu denli savaş yanlısı değildirler!”dedi. Babamsa “Sizin köylüler Kırklareli’ye çok yakın. Onlar kentlilerden çok şeyler kapıyor. Bizimkiler daha yaban, . bugün böyle, yarın başka türlü söyleyebilirler!”dedi. Ali Ağabeyim İsmet’e bir öneride bulundu:”Ben , salı günü Kırklareli’ye gideceğim, yarın burada kal, salı günü  seni köye bırakayım!”. İsmet razı oldu. . Gece de oldukça sıcak. Dışarıda yatmaya karar verdik. Ancak ablam “dışarıda yatarsanız sabah gürültülerden  erken uyanırsınız!”deyince İsmet vazgeçti, gene içerde yatmayı yeğledik. İsmet yatar yatmaz uyudu. Sanırım İsmet benden daha rahat. Ben gene  kaygılı. Sanki geldiğime pişman olmuşum gibi bir tedirginliğim var. Bir türlü karar veremiyorum. Bir buçuk ayı nasıl geçireceğim, diye ilk gece daha düşünmeye başladım. Arkadaşları düşündüm. Onlar şimdi gene o bildiğimiz konuşmaları yapıyorlar. Belki de benim için “Gene ilk gün gitti!”diyecekler. Kadir aklıma geldi. Herhalde azıcık kırılmıştır. Kapı tıkırdadı, uyandım. Ablam, yavaşça “Daha uyuyacak mısınız? Öğle oldu!”dedi. İsmet pestil gibi açıkta yatıyor. Başı yana düşmüş, azıcık  horluyor.

 

15  Temmuz  1940 Pazartesi…

 

Ben kalktım. Ablam, çekinerek söyledi:”Gece bir ses duydum, kaygılandım. Birinizin rahatsız olabileceğini düşündüm. Sonradan  sesin İsmet’ten  geldiğini anladım:Genizlerindeki etler büyümüş sanırım. Uyurken fazla ses çıkaranların öyle bir sorunu oluyor, bilirsiniz herhalde!”dedi. Biz konuşurken İsmet  uykusunu sürdürüyordu. Dürterek uyandırdım. Kahvaltı ettik. Evde büyük bir sessizlik var. İsmet’in ilgisini çekmi”Ağabeylerin askere gidişi evi sessizleştirmiş!”Gerçekten öyle, tavuklarla  arılar da ses çıkarmasa!”dedik güldük. Ben açıkladım:Yengelerim çalışıyor, çocukları çoğunlukla kahvede babamın tanında, kahve bahçesindeler Onlar daha çok küçük ama gene de bana çocukluğumu anımsatıyorlar. Ayrıca ben yalnızdım;onlar  hiç değilse iki arkadaş. İsmet’le önce bahçede dolaştık. İri taneli dut var, tam olgun zamanı. İsmet dut severmiş, merdivene çıkarak dalından dut yedi. Bir süre de kahvede oyalandık. İsmet sıkılmasın düşüncesiyle, dereye, bostanlara inmeyi önerdim. Derede balık tutan küçük çocuklarla da bir süre oyalandık. Oradan dönerken Halamoğlu Hilmi ile karşılaştık. Bizi çağırdı. Onlarda  süre kaldık. İsmet Hilmi ile iyi anlaştı. Hilmi çok konuşkan, Özellikle makinelere karşı  sonsuz bir tutkusu var. Kadınların köyde kullandığı  çıkrıklarda değişiklikler yapıyor. Alışılagelen kuyu çıkrıklarına  da yenilikler getirmiş. Genç yaşına karşın köydekilerin Hilmi Ustası olmuş. Pulluk, karasaban demirlerini o yapıyor, tüm koşum hayvanlarına, atlara nal hazırlıyor. Tezgah diye adlandırdığı demircilik  atölyesindeki  görüğü kendisi  çekiyor. Makaralı bir  iple  bir eliyle çektiğinde körük iki kez açılıp kapanıyor. O, bu arada elindeki demire çekicini aralıksız vurabiliyor. Oysa  benzer başka atölyelerde bu işler kesinlikle iki kişi olmadan yapılamamaktadır. Hilmi’nin bir  merakı da bisikletlerdir. Hasan Amcamın(Hasan amcam Hilmi’nin anne kardeşi yani dayısıdır. ) eski bisikletlerini onarıp üç tekerli olarak kullanmaktadır. Yakın yerlere, yolu elverişli tarlalara onunla gider, taşıyacaklarını  onunla götürüp getirir. İsmet  çok ilgilendi. , genel konulardaki konuşmalarını da sevdi. Ayrıldıktan sonra İsmet’le aramızdaki konuşma konuları hep Hilmi üstüne oldu. Okulda İsmet’in en çok tartıştığı arkadaşımız Mustafa Saatçı’dır. Gene de İsmet onu çok sever. Mustafa saatçı da makinelere, teknik işlere çok  ilgi duyar. Okulun elektrik işlerine salt kendi  isteğiyle girmişti. Şimdi de içimizde o işten en iyi anlayan odur. İsmet Hilmi ile Mustafa Saatçı arkadaş arasında bir benzerlik kurdu. Okula dönünce  Hilmi’nin buluşlarını ona anlatacağını söyledi. Geç vakte dek kahvede oturduk. İsmet gençlerden bir grupla  kağıt oyunu oynadı. Eğitmen Mustafa ağabey geldi. Hüsnü Baykoca’nın bizim okula yönetici olduğunu söyleyince önce güldü sonra da buna şaşmadığını söyledi. ”Hüsnü Baykoca, ben bildim bileli Kırklareli’dedir. Okul işlerinde çok emeği var ama iyi ders vereceğini sanmıyorum!”dedi. Bizim köye geldiğini anımsayanlar “Şu bodik yürüyüşlü müfettiş mi? ” diye sorup gülenler oldu. Şaştım  kaldım, İsmet, kağıt oyunlarını benden daha iyi oynuyor. Köy gençlerini birer birer yendi. Geç vakit yattık. İsmet’in gelişine bir daha sevindim. Köye ilk gelişimde  genellikle sorulan sorulardan çoğu kez  çekiniyordum. Verdiğim yanıtlara kuşkuyla bakıyorlar gibi geliyordu  bana. Bu kez, sorulanlara İsmet  yanıt verdi. Böylece  yanıtların sevabı da  vebali de İsmet’e  yüklenecek. İsmet genellikle ortadan konuştu. Özellikle bizim okul hakkındaki soruları  devlete yıkı yıkı verdi. ”Devlet öyle istedi, öyle yaptı, Devlet isterse biz ona uymak zorundayız, Size yüklenen vergiler ya da angaryeler için ne yapıyorsunuz ki? Elinizdeki  ürünleri  gönlünüzce satamadığınızı söylüyorsunuz. Devlete  neden hesap sormuyorsunuz? İşte bu nedenlerle biz, ”Okulumuzu neden 6 yıldan 5 yıla indirdiniz? , Güzelim  Edirne-Karaağaç’taki oklumuzdan  ettiniz? Öğretmenlerimizi neden askere alıyorsunuz? Bunca güzel yerler, ovalar dereler, kentler varken kurak kepire neden getirdiniz? Bakın bizim de bu tür sorularımız var ama, bunları kimselere soramıyoruz. Duyduğumuza göre  Salih Omurtag paşa bizim Karaağaç’taki okulu almak isteyince koskoca Trakya genel valisi Kazım Dirik, ”Olmaz!”demiş. Öyle demesine karşın işte oldu. Bizim köyün meraklıları susarak dinlediler. Ne çok dertleri varmış, bu kez onlar kendi sorunlarını sayıp döktüler. Pancar tartılarından, tütün tarlalarının ölçümüne, yıllık vergilerden pazara gidince kesilen  avanta makbuzlara( Bu makbuz işine onlar bu adı takmışlar)dek sıkıntılarını sayıp döktüler. Eve dönerken İsmet’e teşekkür ettim. İsmet’se bana “ Dayı insafsızlık etme sizin köylüler kuzu gibi, doğru sözden anlıyorlar. Sen gel bizim köylüleri dinle, her biri Makro Paşa. Çarşı pazarda duyduklarını hem yanlış algılarlar hem de yanına bir şeyler katarak, çıkıp otaya konuşurlar!”deyince şaşırdım. Oysa ben Kızılcıkderelileri daha  bilgili sanıyordum. Evde herkes uyumuş. Ara ara horozlar ötmeye başladı. Ne ilginç, değişik seslerle  ötüşleri müzik sesi gibi oluyor. Bir süre  onları dinledim. Nedense ötüşler birden kesiliyor. Kesilen seslerin sonunu beklerken  uyumuşum.

 

16  Temmuz  1940 Salı…

 

Rüya gördüğümü sandım. Birileri kendi kendine konuşuyor. Tanıdık bir ses. Rüya değil,

Ali ağabeyim yol hazırlığı yaparken  yüksek sesle atlarla konuşuyor. Bu seslerden  uyandım. İsmet, öyle dalgın uyuyordu ki, dürtükleyince, ”Dayı, bırak biraz uyuyayım!”  “Öyleyse bugün de  burada kal!”dedim İsmet, hemen toparlandı. Güneş doğmak üzereyken onları uğurladık. Ablam, “İsmet, boyca büyümüş, o senden  yaşça küçük. Sen, ablası Ayşe ile akransın. Duydun mu ? Ayşe evlendi. Zühre teyzemiz, yalvar  yakar olmasına karşın Muhittin eniştemizi  durduramadı. Ayşe bir askerle, bir gedikli çavuşla evlendirildi. Çavuş Ayşe’yi aldı gitti. Şimdi de teyzem “Benim yetişmiş kızımı ellere verdin, ben evde  yalnız kaldım. Ben de oğlumu evlendirir kendime yardımcı yetiştiririm!”deyip  Muhittin enişteye veryansın ediyor muş. İsmet’e bir kız peydahlamış. Köyde herkesin dilinde. Muhittin eniştem “Olmaz!molmaz!” diyormuş ama, Zühre teyzem İsmet’i yanına çekmiş durumda. Eniştemin kaygısı;”Okulda duyulursa  İsmet  ayrılmak zorunda kalır!”O nedenle çok gizli tutuyorlarmış. Gene de ellerin ağzında Biz de ellerden duyduk. !”Biz konuşurken babam geldi, Ali ağabeyimin yarın döneceğini söyledi. Köyde Göçmen Üzeyir diye tanınan, çalışkan, işbilir biri bizde yıllık anlaşmalı çalışıyormuş. Babam, ”Çok çalışkandır ama o denli de nazlıdır. İşleri kendi bildiğince sürdürüyor. Ali  onunla iyi anlaştığı için işleri bırakıp gidiyor!”dedi. Babamla  birlikte ben de  kahveye indim. İş zamanı olduğundan kahvede kimse yoktu. Babam  bir süre çiçekleriyle  ilgilendi. Benimle konuşmak ya da bir şey  sormak istediği belli oluyordu. İki kez arka arkaya “Ablana gidecek misin? ” diye soruşu bundandı. Babam asma dallarının sarkanlarını düzeltti, Qasmanın bu yil  coştuğunu üzümlerin çokluğundan söz etti. Bana doğru döndü;birden: “Ben, onlara  aldana aldana  hiç birinin sözüne inanmamaya başladım. Üçü de bana, çok yalanlar söyleyip akıllarınca beni kandırdılar. Ama beni değil kendilerini kandırdılar;işleri iyi gitmedi, bundan böyle de gitmeyeceğe benziyor. İkisini askerlik köstekledi. Ali şimdilik burada ama  oda işleri eğreti tutuyor. Üzülüyorum ama yapacak hemen hemen bir şey de yok gibi. Ben seninle bir konuda konuşmak gereğini duydum. Buna , bir takım kuşkular sonunda vardım. Biliyorsun ben tarlaları dört kardeşe  böldüm. Senin payını, Ali aldı, o sürüyor. Sana  yıllık payını verecekti. Gücendirmemek için sormuyorum. İki yıldır sen de bir şey söylemedin. Doğru söyle sana para veriyor  mu? Bu para belli bir ölçüde olacaktı. Köyde geçerli rayiç ne ise onu vermek zorundadır. Bunu sen istemezsen kesinlikle biliyorum ki o bunu vermez. Araya Havva ablanı koyup seni yumuşatır, vaatlerde bulunarak geriye bıraktırırsa bir daha alamazsın. !”Bir süre durduktan sonra bana aldıklarını bir kenara yaz, bir döküm yap, sene sonu, yani harman sonunda kendisine  bir pusula ver, o miktarı  al. Şimdiye dek böyle bir şey yapmadığını sanıyorum. Ali çok kurnazdır, arada bir beni susturmak için, ’Kendisi istemiyor, ben istedikçe verirsin ‘diyor deyip konuyu geçiştiriyor. Bundan da anladığım, senin gerçek payını kesintiye uğratıyor. Böyle mi, değil mi? bana dosdoğru söyle? ”Aldığım paraları defterime yazıyorum. Tarihlerine göre anlattım. Okula ilk giderken aldıklarım da dahil bir hesap çıkardım. Babam  sevindi. ”Tamam, sen gene bir şey deme ben kendisiyle konuşacağım. Ne şiş yansın ne kebap, onu fazla incitmeden senin  hakkını alalım. Bundan sonra da aksatmadan borcunu versin!”dedikten sonra babam, ”En güzel zamanda geldin. Bu kez tatilin oldukça uzun, hemen hemen yazı burada geçireceksin. Küçük ablan neredeyse bunalmış durumda hiç değilse ona arkadaş olursun. Onun evini buraya taşımaya çalışıyoruz ama, askere almalar planlarımızı iyice bozdu. İnşaatta çalışacak adam bile bulunmuyor!”Biz konuşurken gelenler oldu, konu değişti. Ben eve döndüm. Küçük ablam gelmiş, onunla birlikte gidip  kendime bir yer hazırladım. Ablam yalnız ama yardım edenler oluyor. Köyün güzel geleneklerinden biri asker eşlerine  gönüllü yardım etmelerin yanında köyde imece  yöntemleriyle ayrıca  işlerin tamamlanmasına  destek olma var. Bu yöntemler sonunda zaten kısıtlı olan orak biçme tamamlanmış tahıl demetleri harmana taşınmış. Harman büyük bir sorun değil. Alı ağabeyim, atlarla harmanı kolay  geçirecek. Benim kaygılandığım gibi bir kasvetli iş yığılması yok ama gene de ablamın huzurlu olduğu söylenemez. Eniştem bir haftalık izinli gelmiş gitmiş ama teskere için hiç umut verememiş. Ablam  iki de bir eniştemi suçluyor:”Kafasını kullanıp Eğitmen Kursuna katılsaydı, şimdi evinde olacak çocuğuna babalık yapacaktı!”diyor. Son kez söylediğinde  hiçbir art niyet düşünmeden güldüm. Bu kez ablam, gülüşüme anlam verdiğini söyleyip bana “Sen de içinden, senin de kafan olsaydı böyle yalnız bir kocaya varmaz, bu sıkıntıları çekmezdin, diyorsundur. Hiç bile böyle bir şey düşünmediğimi, tam tersine, eniştem burada olsa hiç de böyle düşünmeyeceğini, o gelince her şey düzeleceğini, söyledim. Ablamın evi , yakınından  geçen bir dereciğin kıyısında. Yazın suyu kesiliyor ama sık ağaçlık. Deliksiz gölgeler var. Saim’le oturup serin gölgede oynamaya çalışıyoruz. Bana, yabancı olarak, soğuk bakıyor. Saim’e “Unutkan!” diyorum. Ablam ne düşünüyorsa, benim sözüme ekler yapıyor:”Dayısı, benim oğlum vefasız olacak!”. Ablamın evi çukurda, üstelik gölgede  kaldığı  için  akşam çabuk oluyor. Saim erkenden uyudu . Ablam da çok yorulduğundan erkenden uyuklamaya başladı. . Onu öyle görünce ben de yatmak istedim. Okulu düşündüm. Daha doğrusu düşünmek istedim. Aslında düşüncelerimde  daha köye gelmiş gibi değilim. Okuldayken, ”Köye gidince C’ yi görürsem ne diyeceğim? gibilerde bir şeyler düşünürken, şimdi köydeyim, aklımdan hiç böyle düşünceler geçmiyor. Neredeyse “C de kimmiş? Var mı öyle biri? diye soracağım. A için de öyle diyesi bir tavrı içindeyim. Hamitabat’a karşı tepeden bakınca eskisi gibi bir telaş duymadım. Yalnız  yeni evinin yanından geçerken İsmet’e benim ilkokuldaki en iyi arkadaşım bu evde oturuyor!”dedim İsmet kurnaz, önce kız mı erkek mi? ” diye sordu. ”Kız!”deyince  ekledi “Onu çok mu sevmiştin? Bunu da  nereden çıkardın ? ” deyince İsmet, kendi kanısını  söyledi”İnsan bir kere severmiş. bu sevdiğine kavuşamazsa bir daha kolay kolay sevme olayına yaklaşmazmış!” dedi. . Benim kızlara ya da kızlı konuşmalarına kayıtsız kalışımı buna bağlıyormuş. Bunları düşünürken  üst üste esneyince sevindim. Saim akşam erkenci olduğu gibi sabahları da geç kalkıyormuş. Ancak onun bir çiş olayı varmış, ablam bu nedenle belli bir saatte yoklamasını yapıyor. Bu zamanda da  uykusundaki oğluyla konuşarak iş görüyorlar. Bu seslere gözlerimi açtım. Onlar susunca gene uyudum. Dikkat ettim, bizim evde bizim tavukların sesi egemendi, burada ise tüm mahallenin  horozları bizim baş ucumuzda gibi. Üstelik burası dereye yakın olduğu için  kaz sürüleri var, onların da  zırıltıları duyuluyor. Bunların arkasından öteki sesler başlıyor. Ev çukurda olduğu için çevredeki tüm evler yüksekte, onların sesleri burada yankılanıyor. Bunu ablama söyledim, ablam güldü, ”O dedeğin gece için geçerli gündüzleri evin içine kesinlikle ses girmez, rahat rahat uyursun!”dedi. Oysa ben gündüz uyumağı hiç düşünmemiştim. Çok sıkılırsam deneyebilirim.

 

17  Temmuz  1940 Çarşamba …

 

Uyandım. Ablam sordu, ”Uykunu aldın mı? ”Uykumu almak ne demek, iki günlük uyudum!”dedim. Ablamla konuşurken Ramazan’ın babaannesinin bizim okula geldiğini, annem hakkında konuştuğunu anlattım. Ablam, Annemle iyi konuştuğu insanlardan biri de oydu. Biz onlarla pek gelip gitmeyiz ama karşılaşınca o insancık hep annemden söz eder, konuşma uzarsa ağlamadan da edemez!”dedi. Ona geldiğimi duyurmak istediğimi söyledim. Ablam, Komşumuzun kızı Cemile her gün onlara gider, onların tarak işlerine yardım eder, onunla haber verir bir gün beraber gideriz!”dedi. Biz bunları konuşurken Cemile bahçe kapısı önünden geçiyordu. Ablam, seslenip durdur. Cemile benim köy okulundan sınıf arkadaşımdı. Ağabeyi Ahmet’le de, onun benden yaşlı olmasına karşın arkadaşlığımız vardı. Görünce geldi, konuştuk. . Cemile yakında bir başka köye gelin gidecekmiş. Bana çekinmeden sordu, ”Sevgili tuttun mu? ”Gülerek anlattım:”Ben asker gibiyim, sevgili falan düşünecek durumda değilim. Daha üç yıl da öyle şeyleri düşünemeyeceğim!”dedim. Ben Cemile’ye bunu şaka olarak söyledim ama o gittikten sonra ablam, ”Sahi  o derece sıkıntı içinde misin? ” diye sordu. Ben  bir ara gene harman içinde çalışırken Ramazan’ın babaannesi çıktı  geldi. Güler yüzle, ablamı kutladı, akıllı işçiyi buldun, boş bırakma, onlar okulda da çalışıyorlar, gözlerimle gördüm. . Kardeşim okuyor, deyip işten alıkoyma onlar kalem efendisi olmayacaklar. Köylerine dönünce de böyle çalışacaklar!”dedi. Kapının önünde oturdu. Ramazan’ı sordu. İyiliğini, rahat olduğunu anlattım. Sinemaya gittiğimizi, eğlence yaptığımızı anlattım. Bunlar sanki hep oluyormuş gibi sıraladım. Memnun oldu. Ramazan’dan biraz yakındı, mektup yazmazmış, onlara okulla ilgili hiçbir bilgi vermezmiş. Bunları söyleyince ben bir yalan uydurdum. Bu yalanımı Bektaş ağabeyimin ilk askerliğinde öğrendiğim bir mektuplaşma olayından esinlenerek yaptım. Şimdiki Eğitmen Mustafa ağabey, Bektaş ağabeyime, bizim mektupları açıp okuyorlar, ondan sonra bize veriyorlar, ona göre yaz, demişti. O aklıma geldi, ona ek olarak ben, Mektupları  okula veriyoruz, okul yönetimi giden mektupları da okuyor. Bu nedenle  evlere bir şeyler yazmaktan hepimiz çekiniyoruz!”dedim. Tanıklık için de kendimi örnek verdim. ”Ben de bu nedenle mektup yazmıyorum!”dedim. Oysa bana babam, ” Her gün insan gelip gidiyor, gerektiğinde haber gönder, sağlığını bilelim yeter. Sen derslerini iyi çalış, o bize mektuptan daha  hoş gelecektir!”dedi. Bu nedenle  çok zorunlu olmadan mektup yazmayı hiç düşünmedim. Babaanne bana inandı. Bir buçuk aylık iznime de çok sevindi. Ramazan’ı da gönderirler herhalde dedi. Onların şimdilik dersleri olduğunu sınavlardan sonra  sanırım gönderirler!”dedim. İşimizden alıkoymamak için izin istedi, bir akşam onlara çağırdı. ”Ablama, ” Sen de şeytanın ayağını kır gel, çok uzak değil, bekliyorum!”dedi ayrıldı. O gidince rahatladım. Gene ağlarsa ya da ağladığımı söylerse ne diyeceğim? diye sıkıntıya  girmiştim. Babaanne bir kez daha beni şaşırttı. Bu kez de rahat, bana  güvenerek bakan, beni büyümüş olarak gören biri idi. Kimi yaşlı komşular gibi anlamsız sorular sormadı. Dediklerimi kesmeden dinledi. Ramazan için söyledikleri de çok doğruydu. Gerçekten Ramazan çok ürkek. Beni görmek için bizim dersliğe yalnız olarak bir kez olsun gelmedi. Onu yalnız olarak, babaannesi geldiği zaman bizim atölyeye  beni çağırmak için gelişinde gördüm. Yalnız kalınca. bir süre gene Saim’le  ağaçların altında oynadık. Saim otururken uyudu. Oturduğumuz yer  düz ama az ötesi biraz yokuş bu nedenle ablam yastıklardan korunak yapıyor. Bir de bakım Saim bakarken göz kırpar gibi  gözlerini oynatıyor. Dikkat ettim, gözler kırpmadan farklı hareketler yapıyor. Başını eğdi, gözler kapandı. Ablam, düzeltip daha düz bir gölgeye çekti. Saim ayni saatlerde her gün uyuyormuş. Ben harman temizleme  işinin bitirmek üzere  ciddi ciddi uzun süre kazıdım. Büyük ablamın kızı Gülsüm geldi. Gülsüm bana dayı değil ağabey diyor. ”Nöbet değişmeye geldim!”dedi. Bu dayı deme işini ablama sorduğumda, aynı evde büyüdünüz. Dayı sözü azıcık uzaklaştırıyor. Bu nedenle ağabey demeyi yeğledik!”demişti. Bir süre daha bekledikten sonra üst yoldan eve döndüm. Köy odasının önünde muhtar amcayı gördüm Beni gördüğüne sevindi. Gündüzleri gelmemi, bazı yazı işlerinde ona yardım etmemi söyledi. O zaten eve gitmeye hazırlanmıştı. Ayrıldık. . Eve uğradım, Ali Ağabeyim gelmiş. Kızılcıkdere’ den, Kırklareli’ den haberler getirdi. İsmet adına üzüldüm, ablası Ayşe eşiyle Süleoğlu dolaylarında bir yere gitmiş. Bir küçük köyde kalıyorlarmış. Bunu duyan Zühre Teyzem Muhittin Enişteme  ateş  püskürüyormuş. Muhittin Eniştem, ”Artık dayanma noktasını aştık, eve dönmek  işkenceye dönüştü!”diye Ali Ağabeyime dert yanmış. Gidip Ayşe’yi geri getirmeyi düşünüyormuş. Zühre Teyzemse  sürekli ağlıyormuş. İsmet, tatilde dinlenmekten çok tartışma dinleyecek. Ali Ağabeyim birden sözü değiştirip bana “Paran var mı? ”diye sordu. Birden babamın söylediklerini anımsadım. ”Yoksa babam, gelir gelmez Ali ağabeyime  bu konuda bir şeyler mi söyledi? ”Kısa bir duraklamaktan sonra neden soruyorsun? Buraya gelinceye dek vardı, şimdi ise köydeyim;paraya gereksinim yok, giderken söyleyecektim!”dedim. Ali Ağabeyim, gülümseyerek:Sen nasıl istersen, bende 200 liran birikti, bunu  sana ayırdım, saklaması için  ablana verdim. Para ablanda. İstersen hepsini alabilirsin!”dedi. Daha çok şaşırdım. Hık mık, demeye çalıştım ama ancak ”Sağol!”diyebildim. Biz konuşurken  üstümüze ablam geldi. Konuşma konumuzu bildiğini anladım ama nedense ablam bilmiyormuş gibi sözü İsmet’e getirdi. ”Çocuk dinlenmek için evine döndü, kavgalar içine düştü. Anne –baba anlaşmazlığı, Sakal-bıyık hikayesi, hangisinin yanında olacak ya da ortasını nasıl bulacak? Ali Ağabeyim, kahveye gitmek üzere ayrıldı. Ablam  evin işlerinden, ağabeylerimin olmayışı nedeniyle işlerin çoğunlukla ellerle yapıldığını, bunların ek yüklerinin kendi işlerini arttırdığını, yevmiyecilere yemek yetiştirmek için ateş başlarında ömür tükettiğini, söyledi. Ağabeylerim için, ”Onların da şansları buymuş, bilselerdi ayrılmazlardı. Şimdi sözde ayrı evlerde ama bir ayakları da burada. Ancak kendi paylarına razı olmak durumundalar. Babam, onlardan tümden vazgeçmediği için ayrılmamış gibi kanat geriyor, Ali ağabeyin tüm işleri bir tutup birlikte sürdürüyor. Ancak  tüm işlerin gönlümüzce yürüdüğünü de söyleyemiyoruz. Alım-satımlar durdu. Ne koyuna bakan var ne de kuzu isteyen. Bu yıl sütleri bile bedavaya yakın ucuzlukta verdiler. Onların paraları da ne zaman alınacağı belli değil. Pancarlar da öyle. Geçen yılın pancar paralarını geçen ay alabildik. Buna da ”Şükür!”diyoruz. Ablam konuşurken, bana ayrılan 200 lirayı düşündüm. Demek pancar paralarını alınca ayırmayı düşünmüşler!Geç olmasına karşın gene kahveye indim. Kahvedekilere bakınca bile askerlik olayı anımsanıyor. Bir yanda yaşlılar, öbür yan da  çok gençler, daha doğrusu çocuk gençler. 20-35 yaşları  kahve de yok. Küçük Ali, Melek Mehmet, Çançik Ali, Köse Mehmet, Kır İsmail, Poyraz Ahmet, Tabak İbrahim, Yoluç Hasan, Şişman Hüseyin. Dede Ali, Ahmetağa Salim, Kara Ahmet yoklar. Bunlardan bir büyük  kura 1315’lilermiş. Bunlar da sıra bekliyormuşçasına tetikteler. Ali ağabeyim de bunlardan. Bunlar bir birlerine  bir türküden dizeler söyleyerek takılıyor. ”Ay on beşli on beşli, Yarin gözleri yaşlı… diye uzatıyorlar. Bizim kahvenin sürekli  müşterisi olan Furtun Şerif, aynı zaman da en çok konuşanıdır. O da on beşli gruptanmış. O bu şarkıyı söyleyenlere kızıyor. ”Nerden duymuşlarsa duymuşlar, haksız olarak bu şarkıya sarılıyorlar!” deyip açıklama yapıyor. Ona göre iki türlü on beşli varmış. Biri, gerçek on beşli, kurası gelince askere gidenler. Öteki de , gene on beşli ama bunlar askere zamanında gitmemişler, o nedenle savaşa da katılmamışlar. Bunlar özürlü on beşlilermiş. Bu özürlü on beşlileri Şerif Furtun şöyle anlatıyor. Eskiden doğum kayıtları  pek titizlikle yapılmıyormuş. Yazılı kayıtlara göre askerlik şubelerine gelen adayları bir heyet gözden geçirip bedenleri askerliğe uygun olanları seçip orduya sevk ediyormuş. Yaş kaydı tuttuğu halde bedenen  yeterli görülmeyenler evlerine döndürülüyormuş. Seferberlik  denilen 1. Dünya savaşı sonlarında  askere toplanan 1315’lilerede de  buna benzer bir durum olmuş. Toplanan 1315 doğumlular savaşa girmiş, yetersizliği nedeniyle evine dönenler savaşa girmemişler. İşte bu savaşa girmemiş 1315’li olanların bu şarkıyı sahiplenmesi haksızlıkmış. Şerif Furtun askerlik yapmışlardan. Ali Ağabeyimle köyden daha iki kişi  askerliklerini savaş sonrası yapmışlar. Bunlar için 1315’li şarkısı söylendiği zaman Şerif Furtun bu öyküsünü usanmadan tekrarlıyor. O sussa bile onun bu konudaki duyarlılığını bilenler, onu uyarırlar. Öykünün bir yerine dokunup konuşma olanağı veriyorlar. Böyle istek karşısında o da  öyküsünü ilk kezmiş gibi ayrıntılı olarak anlatıyor. . Kimi zaman özellikle babam kahvede yokken Ali Ağabeyim karşı durup. ”Askerlik askerliktir. Ne yani biz asker ocağında bulunmadık mı? ” diye sorar. Bu kez de Furtun Şerif Ali Ağabeyimin  bireysel askerliğine takılır:”Ne yani sen şimdi askerlik yaptığını mı söylüyorsun? Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü, deyip;”Cafer Tayyar Paşayı Yunanlıya nasıl teslim ettiğinizi anlatayım mı? ” diye sorar. Ali Ağabeyim güler ama kahvedekiler bir ağızdan, ”Anlat anlat, kahveci bunu hak etti(!) derler. Böylece Cafer Tayyar paşa’nın Edirne yakınındaki bir köy harmanlığında saklanırken Yunan askerleri tarafından tutulduğunu anlatır. Ali Ağabeyimin buradaki  suçu, paşanın kolordusunda asker olmasıyla 1315 doğumlu olmasıdır. Ama buradaki gülüşmelere bakılınca sanki Cafer Tayyar paşa’yı Ağabeyim tutup yunanlılara vermiştir. Furtun Şerif askerliğinin  bir bölümünü İzmir yöresinde yapmıştır. Bu yöredeki Efe öykülerinin bir çoğunu bilir. Onu bilmem kaçıncı kez dinlemek isteyenler, Ali Ağabeyimin  Cafer Tayyar Paşa’yı Yunanlılara tesliminden sonra  Şerif Furtun’ un kahramanlık öykülerine geçilir. O, kesinlikle kendisi bir kahramanlık yapmamıştır. Kendi deyimiyle  oralarda hep korkarak gezmiştir. Ama anlattıklarına bakılırsa  gözünü budaktan çekinmeyen bir efe pozundadır. Özellikle efeleri anlatırken  şaşılası bir öykünmeyle anlatır. Efeler, dize  dek  kısa  cepken poturu giyermiş. Kurulup oturunca çıplak baldırlarına sinekler konarmış. İşte efeler o sineklere kızınca öyle bir şamar atarlarmış ki, onu görenler korkudan titrermiş. Bu sinek öyküsünü dinleyenler kuşkusuz martini düşmana çeviren efelerin görkemli pozlarını görür gibi olurlar. Ben bunları  çocukluğumdan beri dinlerim ama gene de onlar konuşurken dikkat kesilirim. Onlar bunlardan zevk alıyorlar ki biri anlatıyor, ötekiler de dinliyorlar. Bu gece  birilerini  izleyip ödev yapmak için seçmeye çalıştım. Dinleyiciler gülmekten, arada bir söz etmekten başka bir şey yapmadılar. Üstelik sorular ya da tavırlar arasında  fazla bir ayrılık yok. Şerif Furtun, bizim kahvede  ötekilerden az farklı olmakla birlikte bu anlattığımdan daha değişik bir özellik taşımıyor. Gene de aday olarak seçtiklerimden biri. Herkesten sonra Ali Ağabeyimle birlikte eve gittik. Giderken sordum:”Bildim bileli Şerif Futun’la tartışıyorsunuz, birbirinize kızmıyor musunuz? Ali Ağabeyim, ”Konuştuklarımızda kızılacak ne var ki? Cafer Tayyar Paşa’yı kucaklayıp Yunanlıya ben vermişim gibi anlatıyor. Bunu olmayacağını oradaki herkes biliyor. Bu nedenle kızacak bir taraf göremiyorum. Zaten öteki söyledikleri de doğrudur. Ben !315’liyim ama  beni askere almadılar. Bunlar kahve konuşmalarıdır. Bu konuşmalar olmasa kahvelerde insanlar sıkıntıdan patlar ya da kavga edecek konulara  saplanırlar. Bu nedenle Şerif enişten(Ben, Furtun Şerif’e enişte diyorum, eşi, annem tarafından  akrabamız oluyor) bizi  neşelendiriyor. O aslında iyi bir insandır. Ne var ki biraz  çok konuşur, hele gelen yabancılara soru sorması bıktırıcılığa kadar gider. Ne var ki bu  sorular, çoğu kez de  bize yeni bilgiler kazandırır. Tarım uzmanları ondan bucak bucak kaçarlar. Kimi  sorularına cevap  bile veremezler, ”Gelecek defa anlatalım!”deyip kaçanlar çok olur. Kahvedekileri düşünerek yattım…. İsmet’i, Zühre Teyzemi, Muhittin Eniştemi, Ayşe’yi, İsmet’in küçüğü Sabri’yi düşündüm. Kavgalı, gürültülü bir ortamda nasıl  yaşıyorlar? Onlara gitmeye söz vermiştim, gider miyim, gitmez miyim? Kırklareli’ ye giderim, İsmet o gün gelirse görüşürüz. Zaten Mehmet Yücel’le de öyle konuştuk 29/7/1940 Salı günü  tam öğlede Arasta’da buluşacağız…Neden Arasta’da. Park için sözleşseydik. Bu hiç aklımıza gelmedi, .

 

18  Temmuz  1940  Perşembe.

 

Herkes kalkmış, bir yerlere gitmiş. Ablam, ”Ben de bugün adaya gideceğim, istersen benimle gel, rahat olursan orada kalırsın!”dedi. Ablamın önerisine sevindim. Ada dediğimiz yer aslında köy altında dere kenarındaki çok verimli, iki bitişik tarla. Suya yakınlığı nedeniyle sebze  yetiştiriliyor. Ayrıca  büyük  bir kesimine  karpuz-kavun ekiliyor. Sebze, biber, domates, patlıcan, hardal, turp, lahana, kabak türü daha başka sebzeler ekiliyor. Bunlar  birkaç gün ara ile sulanıyor. Karpuz-kavun bölümünü sulamaya gerek yok. Taşkınlarda seller toprakları götürmesin, düşüncesiyle  dere tarafına  sık olarak, kavak ağacı, söğüt ağacı dikilmiş. Bunlar şimdilerde koca koca ağaçlar. Gölgeleri tam kitap okuyacak gibi serinlik. Ayrıca bostan tarafında iki ahlat, bir ceviz ağacı var. Ceviz ağacının gölgesi ilginç, yapraklar örülmüş gibi sık:Gök yüzünün görmek olası değil. Su taşıdım. Ablam bazı ayıklamalar yaptı, Fasulyeler, biberler arasında arsız otlar çıkmış. Ablam “Sulak olduğu için  hafta sekiz olmadan bu arsız otlar  büyüyor!”deyip yakına yakına ot yoldu. Bulunduğumuz yer evden de kahveden de görünmektedir. Az sonra babam da geldi. Erlinde  bir küçük testere bir de keskin  kasap bıçağı var. Bana cevizi göstererek buna ekildiği tarihi yazalım!”dedi. Önce anlamadım. Babam anlattı ama bu kez yapamayacağımı anladım:Ceviz ağacının gövdesi çok kalın kabuk bağlamış. Çıkıp yukarılara yazmak da anlamsız olacak. Sonradan başka bir yöntem düşündük. Hilmi’2nin demir işliğinde bir   saca yazdırıp ağaca çakacağız. Babama göre ceviz ağacı 1340 yılında dikilmiş. Babam: “Büyük kıtlıktan iki yıl sonraydı!” diyor. Ablamla babam gittiler. Ben bir süre kavakların, bir süre de cevizin altında oturdum. Durup dururken eski duyarlığım depreşti. ”Buralarda yılanlar ya da  zararlı böcekler olabilir!”!”diyerek, rahatımı kaçırdım. Dere kıyısına inip bir süre karşıdaki kumlukta oturdum. Geçenler oldu, bir süre onlarla konuştum. Kavakların önünde su derinliğine göl oluşturmuş. Eskiden de kimi zaman böyle olurdu. Hilmi arkadaşımla gelip burada balık tutardık. Gene balık var, ”Bunları tutmuyorlar mı? diye düşünürken *

iki çocuk geldi. Onlar beni tanıdılar ben onları tanıyamadım. Birisi, ”Ben Yaşar’ ın, kardeşiyim!”dedi, paçaları sıyırıp suya daldı. Öteki bana biraz yan baktıktan sonra bir şey demeyeceğimi anlamış olacak o da suya girdi. Ellerinde küçük birer yumurta sepeti var. Sepetleri sürüyerek  kenarlarda gezdiriyorlar. Çocuklar, küçük müçük demeden  beş on balık tuttular. ”Bugün bu kadar yeter!”deyip gittiler. Ben de fazla kalamadım, önce kahveye sonra da eve gittim. Ablam, beni görünce sevindi. Meğer o da benim gibi sonradan kaygıya düşmüş. Onun kaygısı da benim ceviz ağacı altında uyuyacağım kuşkusuymuş. Ceviz ağacı altında uyuyunca insanlarda baş ağrısı olurmuş. Ceviz ağacının yapraklarında bir koku insanları zehirliyormuş. ”Biliyorum abla, uyur muyum? diye  karşılık verdim ama içimden de kendime güldüm. ”Ne bilmesi, düpedüz korkudan uyumadın!”dedim. Yemekten sonra  yerde, kaldırılmamış yatağımın üstüne uzanıp  yanımda getirdiğim  Yeni Adam dergisini açtım. Dergiyi daha önce karıştırdığım için okuyacağım yazıyı da gözden geçirmiş, . Fikret Öğretmenin son uyarısı doğrultusunda bir daha dikkatle okumak için yanıma almıştım. Okumaya başlar başlamaz da. dışındaki insanlar pek benimsemiyormuş. Yazar. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu Eğitmen kurslarını  bir yenilik olarak benimsiyor. Köy Öğretmen okullarını ise onların olgunlaşmış içimi olarak görüyor. Köy enstitülerini ise en gelişmiş  okul olarak  öne çıkacaklarını söylüyor. Yurdumuzdaki okulları iki grupta topluyor:. Kitaba dayanan okullar, Hayata dayanan okullar. Kitaba dayanan okullara aynı zamanda “Ananevi okullar” diyor. Köy Enstitüleri bu okullardan ayrı olmalı, onların dayanağı kitap değil hayatın kendisi olmalı değil olacaktır diyerek kendi fikirlerini ekliyor. Bundan sonra  da Köy Enstitüleri yasasını çıkarttığı için  Milli Eğitim Bakanlığını kutluyor, ”Bu bir eğitim zaferidir!”diyor. Ben bu yazıyı okudum okumasına ama sevmedim, çünkü  anlayamadığım görüşler var. Kitap olmayacak mı? Fizik matematik, kimya olmayacak mı? Sınav olmayacak, sınıf geçme kalkacak mı? Bunlar kalkınca  oradaki öğrenciler çalışır mı? Ben şimdi okulda  okuyorum. Dersliğimde otuz arkadaş var. Sınıf geçme, sınıfta kalınca okuldan kovulma varken bile  sınıfın yarısı kılını kıpırdatmadan  yedi içti, yılları geçirdi. Onlar şimdiden sonra   gene kesinlikle çalışmayacaklar. Kitaplardan geçtik, bu tür arkadaşlar, ne tarım bahçesinde ne de atölyelerde hayırlı bir iş tutmuyorlar. Öğretmenler bunları benden daha iyi biliyorlar. . Sene sonu yolcu olacaklarını neredeyse  belirttikleri halde bunlar  durumlarını düzeltecek bir çaba göstermediler. Hele kültür derslerindeki durumları daha acıklı. Ahmet Gürsel Öğretmen iki yıldır, ”Gitti gidecekler gözüyle bakmasına karşın onları ders yılı başında derslikte görünce, bakışlarından, “Tanrım sen sabır ver!”dediğini duyar gibi oluyorum. Türkçe dersinde fiil, sıfat  sözlerini bir türlü  öğrenememiş, matematikte dört işlemi kavrayamamış insanlarla aynı sınıflarda oturuyor, onlarla birlikte olduğum için sevinerek değil, üzülerek sınıf geçtiğimi gene üzülerek söylüyorum. Daire ile çember kavramlarını bir biri yerine kullanan, elips ile daireyi bir gören, kare alanını bulamayı bir türlü beceremeyen, “Tarlada çalışacak olsam buraya gelmezdim, marangozluk öğrenmek isteseydim bir marangoza çırak girerdim!”  diyerek biz çalışanları küçümseyip laf çakıştıran insanları Hayat okulunda  kim eğitecek? İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun çıkardığı dergiye iki yıldır  aboneyim. Düzenli geliyor. Tiyatrodan, sebze yetiştirmeye dek sayısız yazılar çıktı. Alpullu’da okurken kendisi de okulumuza, özellikle de Tarım bahçemize gelmişti. İnanır mı ki kendisinin adı anılsa bu belirttiğim türdeki  öğrenciler söylediklerini değil, kendisini anımsayacaklar!Hele bu iki yıl içinde dersliklerinde kimi öğrencilerin elden ele alıp okuduğu bu dergiye hiç el sürmemişlerin bilgisi nasıl artacak? Bunları çoğaltabilirim…. Dersler başlayınca Fikret Madaralı Öğretmene sunmak üzere bu notlarımı çoğaltacağım. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ nun önerdiği yazarların yazılarında belki bu konuda bilgiler vardır. Onları bulup okuyacağım…

Gülsüm dönmeden bu kez ben küçük ablama gittim. Zaten Gülsüm de dönmek üzere hazırlanmış. Ablam bu gün  yakın kuyudan su çekip harmanı ıslatmış. Şimdi yuvarlak çekerek  baskı yapmak gerekiyor. Yuvarlağı kendimiz çekiyoruz. Hayvanların ayakları daha çok kazdığından insanların  yapması yeğleniyor. Yarın bir daha ıslatıp yuvarlakla  baskılayacağız. Sanırım bir süre  yalnız köy işleriyle ilgileneceğim. Ayrıca akordiyon işini de düşüneceğim. 150 lira vereyim mi vermeyeyim mi? Hasan Amcamla görüştükten sonra kesin karar vereceğim. Müdür Beyin konuşmasını anımsayınca kesinlikle akordiyon almak istiyorum. Ancak 150 lira verince gene param kalmayacak. ”Olsun!” diyorum-diyemiyorum, işte kararsızlık burada!…. Saim beni görünce sevindi, bacaklarıma sarıldı, elimi tuttu. Öpecekmiş. konuşuyor ama ben bakınca utanıyor. Yavaş yavaş alışacakmış. Ablam öyle söylüyor. ”Çocuk insan görmeden büyüyor, ne yapsın dayısı? ” deyip  oğlunu savunuyor……Ablamın  komşusu geldi, Ablam yaşında. Onun  eşi de asker. Ali eniştemin de arkadaşıdır. O da yalnız gibi, yaşlı bir annesi var. . Konu:askerlik, savaş, anne-babalardan   ya da daha yaşlılardan  aktarılan söylentiler. İkisi de geçmiş savaşın acılarını çekmiş ama, çok küçük oldukları için  ayırdına pek varamamışlar. Gene de savaşın  ürkütücü  etkisini  kolay algılıyorlar. Ablamı iyi tanıdığım kadar gelen ablayı da bir ölçüde tanıyorum. Eşlerinin birinci askerliklerinde de  onları dinliyordum. O zaman şimdiki kadar tedirgin değillerdi. Onları dinleyince  çok kederleniyorum, ancak  teselli edecek bir söz bulamıyorum. Dünyadan habersizmiş  gibi sustum. Bir  ara,   komşu  abla benim için, ”Onun dertsiz başına  bizim sıkıntılarımızı sokmayalım!”bile dedi. Oysa ben, en rahat günümde bile ablamı anımsayınca içimde sızı duyuyorum. Bu sızı salt ablam için değil, onun gibi eşlerini, oğullarını  askere göndermiş tüm  anneleri düşünüyorum. Bana göre askere gidenler özellikle savaş olunca  bir çok insan kolsuz, bacaksız kalır: Hamza Amca gibi, ya da yersiz yurtsuz dolaşır;Yaban romanındaki Ahmet Celal  gibi. Ablamların konuşmaları çok sürdü. Ben, biraz da  onları rahat bırakmak için yatacağımı söyleyip ayıldım. hayal kurarken uyumuşum.

 

19  Temmuz  1940 Cuma…

 

Dinlenmiş olarak  uyandım Bu gece  deliksiz uyumuşum. Ne horoz sesi duydum ne de ablamların anne-oğul konuşmalarını…Ablama söz verdim, bugün harman işi bitecek. Harmanda çalışırken alt komşu  gördü. Çit ağıl üzerinden “Hoş geldin!”dedi. Az sonra da dolanıp kapıdan geldi. Kendisi oldukça  sarışın olmasına karşın lakabı Karaahmet Ahmet. . Mahmut ağabeyimin de ahretliğidir. Bir süre konuştuk. İki oğlu var. Birini kesinlikle okutacakmış. ”Ama sizin okullar gibi iş okullarına göndermem, diyor. . Ona ters gelmesin diye  bizim okulu övücü sözler söylemedim. Elimde olanak olsaydı ben de  öteki okullarda okurdum!”deyip kestim. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ nun yazısına göre yurdumuz insanlarının çok büyük bir bölümü o tür okulları istiyormuş. Belki de onlar haklıdır. Sınavsız, sınıf geçiren okullardan bilgili insan çıkacağını ben, hiç mi hiç düşünemiyorum. Tüm okullar böyle olunca , doktor, subay, hakim  nasıl yetişecek? Karaahmet Ahmet, kendi anlattığına göre ilk askerliğinde kaza geçirmiş, uzun süre hastanede yatmış. Sonra da kendisini raporlu  saymışlar. Köye dönünce bu konu üzerinde hiç durmadığı gibi başka hastalık da   geçirmemiş. . Geçen yıl gene askere çağırmışlar. O da hazırlanıp gitmiş. Ancak kendisini  şubeden geri çevirmişler:”Sen,  zaten gazi durumundasın, şimdilik evine dönüp bekle, sana iş düşerse  biz  seni gene çağırırız!”demişler. Köye döndüğüne sevinmiş ama sevinci kısa sürmüş. Köyde birileri hemen, ”Askerlik şubesine para yedirdi!” diye söylenti çıkarmış. Bu söylenti ayyuka çıkarılınca o da takmış tabancayı beline “Hangi namussuz bu sözü söylerse leşini askerlik şubesine sürükleyerek götüreceğim!” demiş, üstüne  üslük bir de yemin etmiş . Söylenti durmuş ama, Karaahmet Ahmet’in  keyfi kaçmış bir kere. Bu yüzden de çok kimse ile selamı kesmiş. Öyle ki, aradan bir yıl geçmesine karşın bu iftirayı  içine bir türlü sindiremiyormuş. Bana anlatırken bile elleri titriyordu. Kahvelerde ileri geri konuşmalara tanık oluyorum ama böylesi incitici  iftiraların olacağını düşünmemişim. Şaşkınlığım iki yönlü oldu. Önce Karaahmet Ahmet bu sözden niçin bu denli  öfkeleniyor. Mademki raporu var, güvenilir birkaç komşuya göster raporunu. Onlar gerçeği söyleyince  kem sözler kesilir. Ya da  “Parayla askerlikten kurtulmak varsa sen de ver paralı kurtul!” deyip geç. Nedense bu yolları denemeden o, daha öfkeli bir savaş açmış. Ancak sanırım şimdiler de o da yaptığından pişman. Besbelli , yalnızlıktan yakınır gibi bir durumu var. Askerdeki arkadaşlarını dört gözle beklediğini söyledi. Bostanı yetişmek üzereymiş, beni bostana çağırdı. Bostan tarlasını anımsıyorum. Aralıklı olarak oraya hep kavun, karpuz eker. Köyde sayılı karpuzculardandır. Karaahmet Ahmet komşu gittikten sonra  konuştuklarımızı ablama anlattım. Ablam, olaya başka bir açıdan  bakıyor. Neredeyse Karaahmet Ahmet’i haksız çıkaracak. ”Gördün işte sağlıklı insan, öyleyse neden onu almadılar? Ablama raporundan söz ettim. Bu kez de ablam “Peki raporunu parayla almışsa? ”diye sordu. Sonunda tartışmamak için olacak:”Nedenini ben bilmem, eller onu sapasağlam ortalıkta dolaşırken gördükçe belki de kıskandıklarından huzurunu kaçırıyorlar!”Ablacığımın dilinin altında da  benzer bir kanı var:”Benim eşim, onun kadar sağlıklı değilken ilk çağrıda alınıyor, ben burada  çocuğumla  ter toprak içinde çalışırken Karaahmet Ahmet Ağa işlerini tıkırında yürütüyor, hak mı bu? ”Üzüldüm. Ablam da haklı. Askerlik konusu kutsal mutsak derken bu sıralar acılı bir konuya dönüşmüş. Ben tek ablamı görüyorum. Tek ablamla  açıklamak yeterli olmayabilir ama onun durumu beni  çok olumsuz etkiliyor. Ablam güzel şarkı söylerdi. Ağabeylerim içinde Mahmut ağabeyim, ablalarımdan  da küçük ablam şarkıcıydı. Çok iyi anımsıyorum, belli zamanlarda kahveden gramofonu eve getirir hem dinlerler hem de plaklardan şarkılar öğrenirlerdi. Ağabeylerim,  yengelerim, ablalarım arasında en iyi şarkı öğrenip söyleyenler, Mahmut Ağabeyimle küçük ablamın olduğu tartışılmazdı. Oysa geldiğimden beri  ablamın ağzında tek bir ezgi var. :Çalışırken de o, oğlunu uyuturken de o, ninni yerini almış: eski bir  asker   türküsü:  Trampetler çalınır, düğün mü sandın-Al-yeşil bayrağı gelin mi sandın? . . Askere gideni gelir mi sandın? Bu tek şarkının bile arkası gelmiyor. Herhalde, askere gidenin gelmezliği inancı yüreğine oturmuş, gün günden de umut filizlere ökse otu gibi kederlerisarmalıyor, olmalı…Konuşurken bile, bakışlarıyla bunu sorduğu kuşkusuna kapıldığım oluyor…. . Anlamazdan gelip konuları değiştiriyorum. İçimden de “Acaba  onu anladığımı söyleyip söylemlerine katılsam daha mı yardımcı olurum? diyekendimi sorguluyorum. O zaman da onu daha çok kışkırtmış, dayanıklılığını zedelemiş olurum, kuşkusu ağır basıyor……

 Saim’e nasıl yararlı olurum diye düşünürken Saim  bana  kendisi ip ucu verdi. Elindeki taşı göstererek, dilince                        benden taş  istedi. Taş vermek kolay da taşları ne yapacak? diye düşündüm. Çocukların taşları ağzına aldığını duymuşum. Hatta bazı çocuklar toprak bile yermiş. Önce kaygılandım. Taş verdim, aldı yürüdü. , bahçenin kenarından  aşağı çukurluğa attı. Meğer  oradan aşağıya taş atmayı seviyormuş. Saim’e bir yumurta sepeti taş topladım. Yoruluncaya dek attı. İki eliyle de atması ilgimi çekti, Sağ eli mi kullanıyor, sol eli mi? Ablam ne düşündüyse bana, ”Çok sıkıldınsa git, yarın gelirsin!”dedi. Sıkılmamıştım. Daha doğrusu sıkıntım burada olmaktan değil genel durumdan. Bu sıkıntım, bir yere gitmekle geçeceğe benzemiyor. En iyisi gene burada  olmak. Saim’i alıp harmana götürdüm. Tozlarla biraz  oynadı. Yumuşak yerlere tekme atarak toz kaldırmaya bayıldı. Çocuğun böyle oyunlara gereksinimi varmış, uzun süre yuvarlandı, atladı, zıpladı. Eve girince de esneyerek uykusu geldiğini muştuladı. Saim, düzenli olarak süt içiyor. Sütünü içip yattı. Yatar yatmaz da uyudu. Ablamın evi  biraz çukurda düşüyor. Ayrıca girişte  kapalı bir örtü olduğu için akşam olur olmaz evin içi kararıyor. Nedense karanlık benim de uykumu getiriyor. Bir süre sonra ben de uyudum…. .

 

20  Temmuz  1940  Cumartesi…

 

Çok geç kalktım…Saim açık kapıyla oynarken elini sıkıştırmış, ağladı. Ablam telaşlandı. Korkulacak bir şey olmadığını  çabuk anladık. Bir iki ufla pufla atlattık. Saim bir süredır, kendisi uf, puf yapıyor. Ablam küçük sebze bahçesini suladı. Biz Saim’le gene taş attık. . Bugün kendimi hiç üzmeyeceğim. Bu nedenle bir şeyler de yazmak istemiyorum. Yazacaklarımı düşünürken kesinlikle üzücü durumlar anımsayıp sonunda  gereksiz dertleniyorum. Ablamla konuşurken de buna dikkat edeceğim…. . Saim’e salıncak yaptım. Ayrıca giriş kapısındaki  kırık sökük tahtaları çıkarıp   yerine  daha dayanıklı parçalar ekledim. Lüleburgaz  ortaokulunda okuyan Emin Özdil geldi. Onların evi az ileride, oldukça yüksekte bahçeden beni görmüş. Geldiğine  çok iyi etti. Ortaokul hakkında oldukça bilgi aldım. Ortaokullarda tüm gün ders olduğu için onların dersleri çok iyi olur diye düşünüyordum. Emin’i azıcık yokladım. Hiç de sandığım gibi değil. Okuduğu konuları tam anımsayamadı bile. Hele  matematik  bilgisi çok zayıf. Benim soruşumdan bir şeyler anlayınca da hemen  yan çizdi. Kendi söylediğine göre   bazı  dersleri iyi izleyemiyormuş. Ortaokul 3. kitaplarını bulmak için çaba harcayacağını söyledi. Bu pazartesi Lüleburgaz’a gidecekmiş. Ben de anımsadım:Gelecek salıya da ben Kırklareli’ ye gideceğim……Saim’ den hemen sonra    ben de  yattım. Giderek çok  uyumaya alıştığıma seviniyorum…

 

21  Temmuz  1940 Pazar….

 

Saim’le birlikte kalktım. Tüm gün Saim’le beraber olduk. Saim bana iyice alıştı. Bu pazarım çok iyi geçti……Ablamın komşusu olan Cemile geldi. Gelin olmaya hazır gibi konuşuyor. Gideceği ev biraz kalabalıkmış ama o bu konuda  kötümser değil. Ablam  “Çeyizini  hazırladın mı ? ” diye sorunca  Cemile, gayet rahat, ”Biz öyle uzun boylu çeyiz düzecek kadar varlıklı değiliz. Onlar kendilerini varlıklı olarak tanıttılar. Ben de kendim için bir şeyler hazırladım!”dedi. Cemile okuldayken hiç konuşmayanlardandı, büyüdükçe açılmış. Eve dönerken, geçtiğim yola yakın  bahçelerinde Emin Özdil’ i gördüm. Bahçeleri alt yola doğru eğimli. Aynı zamanda  orada kovanları var. Babasıyla kovanlardan bal alıyorlarmış;beni çağırdılar, gittim. Emin’in babası Mustafa Hoca, iyi bir arıcıdır. Köyde  sepetten  sandık kovana ilk geçen kişi. Böylece öteki arıcıları, babam da dahil  geride bırakarak köyün modern arıcısı  ününü kazanmış durumda.  Arıların bulunduğu bahçeleri de arılar için çok  elverişliymiş. Mustafa  Hoca, hemen oğlu Emin’den yakınmaya başladı;Emin, arıları sevmezmiş. Bal sevdiğine göre, arıları sevmemek ne demek? ” diye soruyor. Bana “Arılarla aran nasıl? dedi. ”İyi!” dedikten sonra Salih Arı ile ilişkilerimizi, okuldaki arılara öğrencilerin   baktığını, öğretmenlerin birer gözetmen olduğunu anlattım. Mustafa Hoca oğluna, “Bak , görüyor musun ? ” dedikten sonra arada bizim okula gitmesini, oradan bir şeyler öğrenmesini salık verdi. Salih Arı Öğretmeni çok iyi tanıdığını, Lüleburgaz’a gittikçe  ona uğradığını, arıları sevmesinde, özellikle  sepetten arıları kurtarmasında onun önemli katkısı olduğunu anlattı. Salih Arı Öğretmene  “Mehmet Salih bey demesi dikkatimi çekti. Meğer soyadı yasasından önce ona Mehmet Salih Bey diyorlarmış. O da aynı alışkanlığı sürdürüyormuş. Geçen gün Emin’le konuştuğumuzda bu pazartesi Lüleburgaz’a gideceğini, arkadaşlarından bana Orta 3. sınıf kitabı soracağını söylemişti. Bu kez sezinlediğime göre yarın Lüleburgaz’a gitmeyecek. Belki haftaya gider, gene sorar. Zaten bu gidişle benim de köyde çalışmam sanırım kolay olmayacak. Mustafa Hoca bana özel olarak beyaz bir petekten parça kopardı, ”En tazesi, en genç arıların balı!”dedi. Gerçekten  tertemiz, beyaz pırıl pırıl pırıldayan bir petek. Babam da anlatırdı:”Kalın , çok mumlu olan petekler yaşlı arıların  balı ya da eskimiş peteklerde  bulunur!”derdi. Mustafa Hoca’nın bana ilgisini  düşündüm:Neden? Oysa o, bizim aileden hemen hemen kimse ile konuşmaz. Bunun nedenini bizim evde çok konuştular, iyice anımsıyorum. Babam dışında kimseye selam bile vermezmiş. Babama da tek  yaklaşımı, selam, nasılsın, iyi misin? gibilerde basma kalım sözlermiş. Sözde Mustafa Hoca bizim aileye tümden kırılmışmış. Ona göre nedeni, Ayşe yengemmiş. Ayşe yengem Mustafa Hoca’nın ağabeyinin kızı. Ağabeyi  şehit olmuş. Dedesi torunu Ayşe yengemi büyütmüş. Ayşe yengem gelinlik  yaşına geldiği günlerde dedesi vefat etmiş. Bu sırada bizim aile Ayşe yengeyi Mahmut Ağabeyime istemişler. Evin büyüğü Mustafa Hoca hiçbir gerekçe göstermeden “Olmaz!”demiş. Oyca Ayşe Yenge ile Mahmut Ağabeyim, ölümüne kararlarını çoktan vermişler. Bir iki yoklamadan sonra Mustafa Hoca’nın “Nuh deyip Peygamber demeyeceği anlaşılınca, Ayşe Yengem bir gece kendiliğinden bize gelmiş. Bizim ailenin haberi olduğundan olay çok doğan sayılmış. Gene de babam arabulucular koyarak Mustafa Hocanın gönlünü almaya çalışmış. Köyde çok söylendiği üzere Mustafa Hoca, ”Nuh demiş ama Peygamber dememiş. Mahmut Ağabeyimle Ayşe yengem evlendi, Mahmut Ağabeyim askerliğini yaptı, iki de çocukları oldu. Buna karşın  Mustafa Hoca  yumuşamadı. Eski kinini sürdürmekte. ”Benim yeğenim beni kırdı!” deyip başka bir şey demiyormuş. Ben bizim ailenin bu konudaki düşüncesini çok dinledim. Üstelik kahvede zaman zaman komşular arasında da bu konu dan söz edildi. Bu olaydan sonra köyde çok kız kaçması oldu. Üstelik bunlardan kimileri zorla kaçırıldı. Kimisinin de yaşı küçük olduğu için daha büyük sorunlar yaşandı. Böyleyken bu aileler bir süre sonra barıştılar. Hele çocukları  doğduktan sonra dargın olan hiç görülmedi. Bu örnekleri verenler, ki bizim aile  tam anlamıyla böyle düşünüyor. ”Mustafa Hoca  gönül kırgınlığından falan değil miras  kaygısından kıvırmaktadır. Babadan kalan oldukça yüklü mal iki kardeşe bölünecektir. Yani  Mustafa Hocanın  yarı mülkü Ayşe yengenin olacaktır. Bunu  tümden önlemek değilse bile bir süre geciktirmek için Mustafa Hoca  numara çevirmektedir. Mahmut Ağabeyim, ”Ne olursa olsun, dargın olalım, hiç değilse susuyoruz, elin diline düşmüyoruz. hakkımız varsa, adalet varsa, bizim olan her zaman bizim olur!”diyerek bugüne dek bu konuyu  geciktirmiş. Ancak çocuklar ikileşince bu kez yengem dayatmış:Ben hakkımdan vazgeçmiş gibi davrandım ama çocuklarımın hakkına sırt çeviremem!”deyip diretince Mahmut Ağabeyim tam  mahkemeye hazırlanırken 2. kez askere alınmış. . Ben bunları düşünerek Mustafa Hoca’yı dinledim. Çok  tatlı dilli. Okumuş insan. Ona  köylüler, boşuna Mustafa Hoca ya da Hoca Mustafa demiyorlar. Bugünkü tatylı fili dinletyince ben de  oldukça etkilenmiş olarak izin isteyip ayrıldım. En eski, ilk birinci sınıf okuduğum okulumun önünden bizim kahve  yoluna yöneldim Köyde, Kolsuz Hazma  olarak anılan benimse Hazma amca dediğim Çanakkale gerçek gazilerinden  Hazma Durmuş’un evinin arkasındaki köşede, hiç beklemediğim, hele burada  karşılaşacağımı aklımdan bile geçirmediğim C ile  burun buruna geldim. Karşıdan görünce benzetmeme karşın tanımadığımı zannettirerek  geçmeyi kurarken onun gülerek “Hoş geldin, geldiğini duydum ama hiç görünmedin!”şeklinde konuşması, bütün kuruntularımı bozdu. Yüzü açık, tıpkı eskisi gibi rahat. İlk bıraktığı etki ise biraz daha güzelleşmiş görünmesi oldu. Kendi kendime karşılaşınca yumuşak davranacağım ama kesinlikle kırgınlık gibi bir saçmalık göstermeyeceğimi, her şeyi doğal  sayıp, çocuk arkadaşlığımız gibi  selamımızı sürdürmeyi tasarlıyordum. Birden bu tasarılarım havalandı. Gergin bir  duruma girdim. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi kestiremez bir durumda onun sözlerine uymaya çalıştığımı  bir süre sonra anladım. Yüzene bakarak, yüzündeki gülümsemenin sürdüğünü görerek doğru konuştuğumu, bozulmadığımı anlamaya çalışıyordum. Yürüyüp gitmek, onu üzmeden ayrılmak tek isteğimdi. Çok uzun bir süre geçmediğini bildiğim halde  çok uzatmış gibi  ayrılma hesapları yaptığımı utanarak anladım. C gene rahat, gene güzel, gene ne söyleyeceğini bilerek konuşuyor, Okula ayrıldığım zamanki kaygılı durumu geçmiş. Tam benim o zaman, onun olmasını istediğim rahatlığa  kavuşmuş gibiydi. Birden daha çok konuşma isteğine kapıldım Dilimin döndüğü kadar söz söylemeye hazırlanırken o, benden önce davrandı, kucağındaki bebeği gösterdi “Bak!, güzel değil mi? ”dedi. Bebeğe baktım, . Onu mutlu etmek için Güzel!”dedim ama  çıkardığım ses tam anlamıyla akortsuzdu. O ayırdında oldu mu olmadı mı? bilmem ama ben sesimi bilirim, berbat bir  tınısı vardı, ya da tam bir öksürük sesiydi. C de  biraz heyecanlı olmalı ya da benim kusurlarımı görmek istemediğinden olacak, çok doğal davranarak, bu kez de “Bana benziyor değil mi? diye sordu. . Bebeğe bir daha baktım, sesimi yumuşatmaya çalışarak, ”Pek benzetemedim, ”Sen sarışın, beyaz, oysa  o biraz daha kara gibi bir şey söyledim. C gülerek, ”Evet ben kumralım, o biraz esmer olacak!”dedi. Bu kez kız mı, erkek mi? diye sordum. Kız! bu kez de adını sordum. Adını söyleyince sanırım düpedüz ekşidim ki, ”Beğenmedin mi? diye sordu. Bizim köyde daha doğrusu bulunduğum yerlerde, okuduğum kitaplarda, tam bu sıra aklıma geldi biraz da koltuklarımı kabartarak sinemalarda gördüğüm filmlerde böyle bir ad  hiç duymadım. , nerden aklına geldi bu ? deyince “Babası öyle istedi!”deyiverdi. Birden ilk kasılmalar bende gene başladı, dilimde  titremeler, söyleyeceğim sözleri bozacak diye kaygılyakapıldım. C ile her türlü konuşmaya hazır olduğumu hep düşünüyor, başka türlü bir durumu hesaba katmıyordum. Bu “Babası!”sözü tüm kararlılığımırı bozdu. Beni olumsuzluğa iten kıskanç duyarlığımı yeni baştan ortaya getirmeye yetti. ”Bebek yorulmasın, sonra rahat büyüyemez gibi anlamını düşünmeden söylediğim sözlerle onlara uyan  el, kol hareketleri  yaparak  yana çekildim. Benim yol açtığımı görünce C’ de yürüdü. Gene  görüşmek üzere sözde  bir birimizden memnun olarak ayrıldık. Ben kesinlikle C’ yi üzdüğümü, belki de çok çok kırdığımı düşünerek yürüdüm. Oysa kesinlikle kırmak aklımdan geçmiyor, daha doğrusu bunu kendime yakıştıramıyordum. Karşılaştığımız yerin az ilerisinde yol azıcık büküntü yapar. Oradan bakınca C’ in döneceği köşe rahatça görülür. Dönüp baktığımda  C in de bana baktığını gördüm, sevindim üstelik gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. Tüm bedenimde bir rahatlama oldu. Az ileride Gazi Hazma amca tek koluyla kendi açtırdığı kuyudan su çekiyordu. Gerginliğimi atmış bir sesle, ”Kolay gelsin !”dedim. Kovayı bırakıp yanıma geldi. ”Beni böyle  tek kolla su çekerken görenler hep, bağıra çağıra, ”Tek kolla sen nasıl su çekiyorsun? ” diye sorarlar. Onlara nasıl çektiğimi anlatma yerine, en can alıcı yerlerine içimden küfretmek geçer. Hoş hiçbir zaman bu küfürleri etmem ama onlara gülüp geçerim. İşte bu gülüşlerim benim  içten gelen küfürlerimdir!Bak, sen bu soruyu  sormadın. Sorsan bile içinden kendine sormuşsundur. Bunu ben anlatmak isterim ama böyle bir soru bana  bir anda gençliğimi anımsatıyor. Arkasından Çanakkale-Gelibolu yarımadasındaki Domuzboğazı  Çukurunda  kalan kolumu anımsatıyor. Yüreğim yanıyor. İçimden, ”İşte gör be insan, sen iki kolunla ben de bir kolumla bu işi yapıyoruz!”der kendi kendime söylenirim. İnan ki sormayanları ilgisiz değil daha duyarlı sayıp kendime yakın bulurum!”.

Kuyunun yanından kahveye giderken C’nin evine rahatça baktım. Onunla konuştuğuma göre artık içim rahatlamıştı. Korkum ilk karşılaşmadaki durumdu. Yanlış anlamadımsa  her şeye karşın ilk karşılaşma iyi geçti. Babamı kahvede yalnız buldum. Çiçeklerini ayıklıyor, kurulukları temizliyordu. Yardım etmek istedim. O da bana ”Çayı yeni demledim, kendine bir çay  al!”dedi. Kendim hazırlayıp içtim. Babam geldi, yanıma oturdu. Doğrudan, Ali ağabeyimle para konusunda konuşup konuşmadığımı sordu. Durumu anlattım. Ali ağabeye de para konusunda güveni kalmadığını anlattı. Bana, ” Alacağını lacsakın, para olarak bir kuruş bile alacağın kalmasın. Onların hepsine borçlu kal ama onlardan alacaklı kalma!”diyerek beni uyardı. ”Paranı al, alacaklarını tamamla, isterse paran kalmasın. Zaten onlarda kalacak para dipsiz kuyuda sayılır. Belli ki babam bu konuda çok zarar etmiş. Bu kez ben sordum ”Sen ne yapıyorsun, nasıl geçiniyorsun? ” Babam kendine iki tarla ayırmış. O tarlaların yıllık buğday gelirini ölçüp ununa dek izliyormuş. Nakit para olarak da pancar paraları alınınca bir hisse ayırtıyormuş. Ucun ucun da kahveden bir şeyler geliyormuş. Babam, ”Sen beni düşünme ben kendi evimde yurdumdayım!”dedi. Alacaklarımı sordu, ayakkabıdan başka bir şey almayacağımı, belki kitap alacağımı, kitap alışımın nedenlerini anlattım. ”Paran varsa almalısın!”dedi. Biz konuşurken Hilmi geldi. Hilmi babama Koca Dayı, babam da Hilmi’ye Hilmi Usta diyor. Bu kez Hilmi’nin adını  anlattı. İstanbul’da Hilmi Dede Baba  olarak tanınan bir ünlü Bektaşi dedesi varmış. Babamın bir büyüğü Mehmet Amcam da  Bektaşi dedesi olduğu için çok saydığı o  Dede Babanın adını koymuşlar. (Mehmet Ali Hilmi Dede Baba)Yaşadığı dönemde çok ünlü bir kilşiymiş.

Hilmi’ye  Askerlik şubesinden ikin duyuru yapılmış. ”Üçüncüde apar topar götürecekler!”deyip gülüyor. Hilmi benden çok  değil  bir yaş büyük. ”Benim de askerlik yakınlaştı !”dedim. Babam telaşlandı, ”Okuldan seni alırlar mı? ” diye sordu. ”Savaş olursa alırlarmış!”dedim. Babam birden  dikkati dağıtmak için, ”Olsun, Elle gelen düğün bayram!”derler. Askerlik bir vatan borcu. Onu ödemek  görevimiz. İnşallah  savaş olmaz. !”Babam bizi bıraktı, ev tarafına gitti. Az sonra döndü, bizi çağırdı. Kahvenin arkasındaki arsayı gösterip, ”Buraya ablan için bir ev düşünüyoruz. , Hilmi, buna sen ne dersin? ”diye sordu. Hilmi, ”Çok iyi olur bize bir komşu gelir!”dedi. Kahveye gelenler oldu, konu değişti. Hilmi ile bahçe peykelerine oturduk. Hilmi, C ‘in  evini göstererek hiç karşılaştın mı? ” diye sordu. Az önce  karşılaştığımı, ayaküstü konuştuğumuzu anlattım. Hilmi bir “Oh!”çekti, ”Biz de bunu evde hep  konu yapıyoruz. Annem, “Çocuklukları ne güzel geçti, büyüdükçe o günleri anacaklar. İşin içine küsüşme girerse çocukluk günleri de gölgelenmiş olacak. Oysa kaderlerine  razı olup pekala  yakınlıkları sürebilir. Köylerde böylesiyle az karşılaşılır ama  uygar insanlar bunu pekala yapmaktadırlar. !”diyerek bizi tekrar tekrar, size yardımcı olmaya çağırıyor. Biz de  zaman zaman ne yapabiliriz? diye kendimize soruyorduk. Sizi karşılaştırmayı bile planlıyorduk. Konu komşuya karşı da çekiniyoruz. En küçük bir hata köyün diline düşecek biçimlere sokulabilir. Buna çok sevindim. En iyisini siz yapmışsınız. Dayım oğlu, o kız evlendi, şimdi bir de çocuğu var. Üstelik şimdi kocası askerde. !” Hilmi M’ in asker olduğunu söyleyince şaşırdım. Ben bunu bilmiyordum. Birden  C in  karşılaştığımızdaki rahatlığını buna yordum. Hilmi onlarla yakın ilişkili, komşulukları sürüyor. Söyleyecekleri benim için önemli, dikkatle dinledim. C çok uyumluymuş. M de ona çok yardımcı oluyormuş. Ancak damat-kayın peder anlaşmazlığı varmış ama, onlar da idare ediyormuş. Bunları dinleyince  içimde daha da bir rahatlık oldu. Az önce düşündüklerimi bir çırpıda   kafamdan  çıkarmayı düşündüm. . Hanife Halamın dediklerini anlamaya çalıştım. ”Neden gene arkadaş olarak kalmayalım. ? ”Hilmi gidince eve çıktım. Ali Ağabeyim yarın Lüleburgaz’a gidecekmiş, bir şey isteyip istemediğimi sordu. Sabah erken çıkacakmış. Bir Ulus, bir de Cumhuriyet gazetesi istedim. Fikret Madaralı Öğretmen, bu gazetelerde okulunuz hakkında çok yazı çıkıyor!”demişti. Yemek yedikten sonra gene kahveye indim. İyi ki inmişim, Ağa Salim ya da Salim Ağa diye anılan benim de nedense Salim Amca dediğim, köyümüzde ilk pazarcılık yapan, gezen, okumayı seven konuşkan kişi askerden izinli dönmüş Lüleburgaz da  çok kaldığı için oldukça uyanık bir insandır. Salt benim için kahveye çıkmış, beni görünce gülerek:”Seni hergün nımsıyorum, bir karşılaşsam da, aklımdan  geçenleri anlatsam, diye heyecanlanıyorum.

İşte şimdi istediğim oldu!” diyrek söze başladı. uyduklarımı ben de şaşkınlıkla dinledim.  Ben niçin acaba diye içimden sorarken o anlatmaya başladı. Asker olarak Adapazarı’na göndermişler. Ancak birliği Sapanca’daymış. Daha doğrusu Sapanca’nın bir köyü olan Kalaycı Köy’deymiş. Kalaycı Köy’ün hemen altında da Arifiye Köy Enstitüsü bulunuyormuş. Salim Amca her gün oradan geçerken ya da  oralarda Köy Enstitüsü öğrencilerini görünce beni anımsıyormuş. İşte bu haber çok hoşuma gitti, böylece bir Köy Enstitüsü daha öğrenmiş oldum. Amcamın anlatışına göre Arifiye çok yeşillik bir  beldeymiş. Sapanca gölünün hemen kıyısında olduğu için çok sulak, verimli toprakları varmış. Sebze, meyve hele elmanın da ana vatanı sayılırmış. Okulun binaları hakkında bile açıklama yaptı ama ben o denli  dinlemeye  hazır değildim. Ancak Salim Amcanın  bir karşılaştırması ilgimi çekti. Salim Amcanın bir ayağı Lüleburgaz’dadır. Her Pazar pazara gider  sergi açar. Yakın köylere karpuz, kavun götürür. Bu nedenle bizim Kepirtepe’ yi de yakından bilir. Bu nedenle “Sizin Kepir ne denli çorak, susuz, kaplumbağa kaçıran meymenetsiz bir yerse, Arifiye o denli hayat dolu, yaşamaya elverişli bir yer!”dedi. Böylece onun , bizim okul hakkındaki olumsuz düşüncesini de öğrenmiş oldum. Ne denli haklı olursa olsun, bizim köylülerin yanında bu söz benim zararıma olacaktır, bunu biliyorum. Gene de hiç bozuntuya vermedim. Ancak sözün uzamaması için soru sormadım. Zaten  kahvedekiler bizim konuşmamızın bitimini bekliyormuş, Salim Amcaya sorular yöneltmeye başladılar. Ben bilmiyordum, olayın geçmişi varmış. Adapazarı’ndan daha önce izinli gelenler ilginç olaylar anlatmışlar. Onlar için özellikle askerlik anıları en vazgeçilmez  öykülerdir. Bu kez de öyle bir öykü kaynağı yakalamışlar. Her gelen bir şeyler anlatmış. Olay kahramanı ise  değişmeyen bir kişi. Böylece  yeni anlatılar eskilerin devamı olarak süre gelmiş. İşte şimdi de Salim Amcadan en yenileri bekleniyormuş. Olayların kahramanı tümen komutanı Fikri paşa. Adı Deli Fikri olarak  yayılmış. Deli Fikri bizim köyde herkesin tanıdığı biri. Salim amcaya dikkat ettim. İsteklere gülerek, ”Benden bu konuda bir şey beklemeyin, ben de o tümene bağlıyım ama ne Fikri Paşa gördüm ne de anlattığınız gibi bir olaya tanık oldum. Gördüğüm en büyük rütbeli subay yüzbaşıdır. !”Salim Amca ne derse desin onlar başkasında duyduklarını ona anlatıp, gülüyorlar. Anlatılanlar hep bir başkasından duyulmuş. Çoğu da eskilerde de anlatılar asker  öyküleri. Sözde Del fikri, sabah elinde  kırbacı ile çıkar yollarda gezrmiş. Kendisin selam veren subaylardan selamını beğenmediği olursa kırbaçla dövermiş. Kırbaçla subay dövme olayı dinleyenlerin öyle hoşlarına gidiyor ki, biri vuruyormuş dediği zaman ötekiler “Babana  rahmet vur bir daha diyorlar. Bu sözlere Salim Amca  bakıp susuyor, ya da vallahi ben bunları görmedim. Bizim subaylarımız küçük rütbeli, sağ olsunlar hepsi kardeş gibi, bizi yaşlı bulduklarından “Koş!”bile demiyorlar. !”Konuşmaları biraz dinleyince, söze karışmak istedim:”Eskiden bu kahvede Salih Omurtak için de buna benzer sözler söylenirdi. Ben Salih Omurtak’ı çok yakından gördüm. Salih Omurtak etrafında  en az 20 subayla birlikte geziyor. Bir şey söyleyince en yakınındakine söylüyor, onlar çevreye duyurup yapılacağı yapıyorlar. O subaylar arasından çıkıp da birini dövmesini hiç düşünemiyorum. Büyük rütbeli ya da makam sahibi insanların adam döveceğini de sanmıyorum. Ben 1. ordu komutanı Fahrettin Altay’ı çok yakından gördüm. Hemen önümde İsmet İnönü il konuştular. İsmet İnönü geçen yıl bizim okulun önünden geçerken durdular. Arabalarından inince etraflarını sardık, resimler çekili. Arkadaşlar İsmet İnönü’yü okula davet ettiler. İsmet İnönü, ”Davetinize teşekkür ederim ama şimdi gelemem, Fahrettin Altay’ı göstererek Fahrettin Paşa beni apar topar götürüyor, ona hayır diyemedim. Ama ondan izin alır almaz okulunuza geleceğim!”gibi şakalı konuşmalar yaptılar. Fahrettin Altay Paşa’nın bir insanı tokatlayacağını asla düşünemiyorum. Askerlik derslerimize bir binbaşı bir bir üsteğmen geliyor. Çok sertler ama dövmekten, sövmekten hiç söz etmiyorlar. Bir tüm generalin   sokakta adam döveceğini sanmıyorum!” dedim bir sessizlik oldu. Salim amca beni doğruladı ama bakışlardan anladığım kadarıyla ötekiler pek etkilenmedi. Nitekim kısa bir  duraklamadan sonra söz gene Deli Fikri’ ye geldi dayandı. Salim Amca yarın yolcuymuş kalktı. Ali Ağabeyimle birlikte gidecekmiş. Uğurladım, ayrıldık. Arifiye, Sapanca, Kalaycı Köy, Adapazarı, Arifiye Köy Enstitüsü sözlerini tekrarlayarak eve döndüm. Evdekiler uyumuş. Fazla tıkırtı yapmadan  yattım. C gene aklıma takıldı. Ona söylediğim değil de söylemeye çalıştığım sözleri kendime açıklamaya çalıştım. Biraz saçma buldum. Sonunda  yaptığım saçmalığın nedenini ansızın karşılaşmamıza vererek bir daha karşılaşınca kırıcı tavırlardan saçma sözlerden kaçınacağımı, barışık olduğumu  tavırlarımla anlatmaya çalışacağıma kesin karar verdim. Salim Amca, Arifiye Köy Enstitüsü… “Salim Amca, Kepirtepe’nin  çorak günlerini söylüyor. Oysa şimdi bile yeşermiş durumda. Bir kaç yıl sonra orası da yemyeşil olacak!”dedim ama aklım Salim Amcanın  ballandıra ballandıra anlattığı elma bahçeleri acaba nasıl? Lüleburgaz bağlığuındaki  ceviz ağaçları gibi elma bahçeleri varsa, Kerpirtepe’de öylesi sanırım on yıllarca sonra olur. Benim doğumumda ekilmiş olan cweviz ağacı bile ötekilere göre daha yavru gibi. 18 yılda ancak o kadar olmuş. Oysa az ilerideki  ceviz ağaçları onun on katı büyüklükte. Böyle olunca onlar en az  180-200 yaşındadır. Kepirtepe’nin o duruma gelmesini düşünmek biye kimsenin aklından geçmez. Umarım Salim amcamın Arifiye Köy Enstitüsü o tür elma bahçeleri içindedir. Niçin olması? Bizim okulu, Lüleburgaz bağlığı içinde kursaydılar, bizim de 200 yaşında cevizimiz olacaktı. Bu arada Kırklareli bağlığını da anımsadım. Orası da ceviz ormanı. Saatlerce içinde gezilen ceviz ormanı…Böyle düşünürken karamsar olmadım. Lüleburgazın bu tarafında yetişen ağaçlar öbür tarafında da olabilir. Vaktiyle orasına da ekselerdi, şimdi orası da bağlık bahçelik olacaktıSarımsaklı Çiftliğini anımsadım, insanlar çalışınca neler yapıyorlar!

 

22  Temmuz 940  Pazartesi….

 

Uyanınca gördüğüm rüyayı yarım yarım anımsadım. Asker geçiyor. Bando çalıyor. Ben bir yerde yalnız kalmışım, tanıdık arıyorum. Karlı bir dağ başında bir okul. Hiç  yazı mazı yok. Adlar hepsi aklımda ama hiç birini söyleyemiyorum. öyleyse ben bunları rüyamda daha  unuttum? Ablam  kapıdan uyandın mı? diye sordu. ”Uyandım!” deyip kalktımBüyük Ablam, yarın ablanın harmanına başlanacak, elbirliğiyle onu toplayalım. Zaten onun işi çok az!”dedi gitti. Ben kahvaltı ettikten sonra yanımda getirdiğim Orta 3. sınıf Matematik kitaplarını açtım. Birinci bölüm  geçen yılın bir tekrarı  gibi. Dairelere bakarken aklıma geldi. Harmanlar birer dairedir. Çevresi, çapı ölçerek bulunur. Acaba bu harmanlara kaç demet seriliyor? Harmana gidip ölçmeyi düşündüm. Yakındaki komşuların dikkatini çekmemek için vazgeçtim. Kim bilir ne anlam verirler. Yarın ablamın harmanında  denememi yaparım!”deyip vazgeçtim. Fırsat bulursam babama Lüleburgaz bağları hakkındaki, fikrini soracağım. Bu arada arıları anımsadım. Beş sandık olmuş. On kadar sepet  eskisi gibi duruyor. Ablama sordum. Sandıklar çok pahalı geliyormuş. Babam, ”Nasıl olsa biz bal satmıyoruz, kendi yediğimizi nasıl olsa olur demiş, sandık almaktan vazgeçmiş. ”Mustafa Hoca’nın hepsi sandık!”dedim. Ablam sordu, ”Sen gördün mü  Hoca’nın  arılarını ? Anlattım. Ablam üzülerek, ilginç insanlar, bir husumet yarattılar, yıllardır sürdürüyorlar. Darıldıysa  kendi  kardeşine darıldı, bizimle ne alış verişi var ki bizimle de konuşmuyor. !”dedi. Babam bir sepet dut toplamış getirdi. Dut derken bizim bağcılık ödevimizi söyledim. Babam , ”Sizin çözeceğiniz bir durum değil Lüleburgaz bağları. Yalnız Lüleburgaz değil Kırklareli, Edirne, Tekirdağ’da öyle. Hepsindeki bağlar bozuldu. Bozulmadan değil bakımsızlıktan!”dedikten sonra  daha ilerlere giderek kendi düşüncelerini anlattı. Babama göre bağcılığı azınlıklar yapıyormuş. Lüleburgaz, hele Kırklareli  fi tarihinden beri bağcı kentiymiş. Üzüm özellikle papaz karası tüm Avrupa’da  anılıyormuş. Bu nedenle Kırklareli’nin bir adı da Lozengrad’ mış. Üzüm  şehri anlamına geliyormuş. Kırklareli şarabını Avrupa’ya taşımak için özel yol yapılmış. Adı  günümüzde de öyle anılırmış Şarap yolu. Kırklareli, Ergene üstünde Sinanlı köprüsünden Tekirdağ’a ulaşıyormuş. Tekirdağ’da’ da özel Şarap İskelesi varmış. Bunları anlattıktan sonra babam Lüleburgaz-Kırklareli halkı üstüne bildiklerini anlattı. Burada oturanların çoğu  eski  dönemlerde gayri müslümmüş. Yani Rum, Ermeni, Bulgar, Musevi. Bunlar hemen hemen eşit sayıda bulunuyor, bir biriyle çok dengeli yaşıyorlarmış. Örneğin  toprak sahiplerinin çoğu Rum olmasına karşın onların topraklarını Ermeniler işliyormuş. İşte bağcılık bu iki toplumun ortak çalışmasıyla  ün yapmış. Onları gören Bulgarlar da  bu yarışa girmiş. , onlar da hatırı sayılır başarı kazanmışlar. Ancak Balkan Savaşı’nda Bulgarlar, düşmanlarla işbirlikçi olunca savaştan sonra   kaçmak zorunda kalmışlar. Böylece bağcıların bir kanadı zayıflamış. Bu kez, Museviler Bulgar bağlarına sahip olmuş. Bağcılığın karlı bir iş olduğunu anlayınca,  yeniden bir yarış başlamış. Kurtuluş savaşında da  Rumlar işbirlikçilik yaptığından onlar da  yarış dışı kalmış. Museviler, tüm başlara sahip olmuşlar. Çünkü para  yalnız onlarda varmış. Türkler savaşlarda, göçlerde  çok fakir duruma düşmüş olduğundan toprak alacak durumda değillermiş. . Böylece bağlar  bir dizi el değiştirmiş ama gene de Musevilerin elinde sağlıklı olarak ayakta kalabilmiş. 1934 yılına gelindiğinde bu kez de Museviler her nedense bir gecede tüm Trakya’dan kovulmuş.

Babam, bastıra bastıra  “1934 yılı  Lüleburgaz’la Kırklareli bağcılığının sonu oldu!”deyip sözlerini sürdürdü:. Devlet bağlara el koydu. Ancak bağlar, sürekli bakım ister, öteki taşınmazlar gibi değildir. Devlet görevlileri aradaki  özel ayrılıkları göz ardı ederek, Bağları hanla hamamla bir tuttu , kimini ucuz  değerlerlerle sattı, kimini kiraya verdi. Bilgisiz, beceriksiz insanlarla bağın “B” sinden habersiz  memurların elinde güzelim bağlar böylece  yok oldu. Bu nedenle, ortada  sizin inceleyeceğiniz bir hastalık yok, bilgisizlik, insafsızlık  bir de memleket sevgisizliğini bunlara ekleyebiliriz!”dedi. Az durduktan sonra da “. Eklemeye unuttum 1934-35 yıllarından sonra Ermeniler de ya kovuldular ya da   birer ikişer sıvıştılar. Oysa onlar özellikle cevizlerin yetişmesinde ön büyük pay onlarındı. Böylece bağcılığa gönül vermiş olsa bile uzman bulamayan bağların yeni  sahipleri çaresiz kaldı. Onlar da bağların bozulmasını üzülerek  seyrettiler. Bundan sonra da zaten kimse bağ, bostan  sözü etmedi. Zaten  savaş derdine düşen devlet, bir çok yer gibi oralara  da asker yerleştirdi. Onlar da  kuruyan  bağ kütükleri gibi, güzelim  ceviz ağaçlarını  da söküp yaktılar…. . Babam, Lüleburgaz bağlarıyla Kırklareli bağlarını  denk değerde sayıp, kapladığı alanların bile eşit olduğunu söyledi. İki bağlık da , babamın ölçülerine göre adım hesabıyla bir uçtan bir uca, doğudan batıya, kuzeyden güneye asker yürüyüşüyle iki saat sürüyormuş. Lüleburgaz Bağları için verdiği ölçü bizim köy yolu, Ayvalı sırtında başlayan bağlık, aralıksız sürer, derede biter. Bu uzaklık tam iki saat sürer. Gene  Tatarköy yolundan başlayan üst yol Edirne –İstanbul şosesinde kesilir. Burası da tam iki saattir. Kırklareli bağları  da tıpkı Lüleburgaz bağları gibi kasabanın  bir yönünü tümden kaplamıştır. Orada da bir taraf bizim köy yolu üzerindedir. Asılbeyli  köyü kenarından başlayanan bağlar, kasabanın bahçelerinde biter. Burası tam iki saat sürer. Kavaklı tarafına giden kanatta o kadar uzar. Kuzeye, Sazara tarafın da  iki saat uzar. İki bağlık da  benzer üzümleri verir. Ancak Kırklareli papazkarası daha çok, daha  kaliteli sayılır. Babamın verdiği bilgileri Salih Ziya Öğretmene aktaracağımı düşünerek sevindim. Küçük ablama gideceğimi düşünerek eve döndüm. Gülsüm gelmemiş, onu göndermek üzere küçük ablama gittim. Bir de baktım ki ablamlar harmana başlamış. Ortada demetler yayılı, kendileri birer sopa almışlar demetlerin uçlarına vuruyorlar. Ablama “Harmanın böylesini bilmiyordum!”dedim. Ablam “Harmana yarın başlayacaktık, yarının salı olduğunu düşündüm. Salı günü işe başlamak uğurlu olmazmış, biz de bugün başladık!”dedi. Yaptıkları da  özel bir  işlemmiş. Uzun boylu çavdar demetlerinin ucuna vurularak taneler düşürülüyor. Böylece saplar ezilmeden kalıyor. Bu saplar samanlık  çatısı üstüne  yayılacakmış. Böylesi  diri saplar  suyun  akmasını kolaylaştırıyormuş. Gülsüm’ ü eve gönderdik; yerine  ben kaldım. Bugünkü komşu yardımcı Cemile. Cemile ince uzun, güçsüz gibi görünüyor ama şaştım, demetleri ustaca  sopadan geçirip taneleri dağıtmadan akıtıyor. Elden geçirilecek demetler bir yığın. Ablama sordum, bu yığın . da kaç demet vardır. Ablam güldü:Biz, yığınları demet  sayarak yapmayız. Demetlerin azlığına çokluğuna göre tahmini bir alt sıra hazırlar onların üstüne döne döne öteki demetleri sıralarız. Demet çok gelirse yığın yüksek olur. Yığının tepesini kalan demetlerin yeteceğine göre bağlarız. Bunları dinledikten sonra harmanın çapını, çevresini ölçmek aklıma geldi. Ablama sormadım ama, sanırım harmanın ölçülerini hiç kimse ölçerek yapmıyor. . Yarın harmana kaç demet  atılacağını hesaplamayı tasarladım. Cemile ile yarışa girdim, kısa bir  bocalamadan sonra yarışı ben kazandım. Demeti tutmak, diz üstünde  çevirerek dövmek, az da olsa bir  deneyim işiymiş. Çabuk öğrendim. Cemile pes etmedi ama sonunda bana “Sen erkeksin!”diyebildi. Ablamın küçük harmanında 6 yığından birini çavdar yığınını ilk günde  ortadan kaldırdık. Daha doğrusu yerini değiştirdik. Demetleri bozmadan  Samanlığın yan tarafına gene yığdık. Dört büyükçe buğday bir de arpa yığını  kaldı. Yarın buğdaylardan başlanacak. Arpayı da son güne bırakacaklar. Benim sorularıma alışan ablam bu kez sormadan, bir teneke çavdar ektiğini, on teneke çavdar aldığını, bunun da çok iyi olduğunu, buğdaylar da böyle  olursa yılı rahat geçireceklerini anlattı. Bire on almak  fena değil!”deyince ben, ”Bire on değil ki, bire dokuz!”diyerek düzelttim. Cemile bize bakarak, ”Siz ne konuşuyorsunuz Allah aşkına, köyde kim düşünür bunları, bana size okulda bunları mı öğretiyorlar? Siz oralarda çavdar , buğday hesabı mı yapıyorsunuz? ”diyerek azıcık çıkıştı. Erkenden toparlanıp harmanı sabaha hazırladık. . Ablam çok yorgun, Saim biraz  mız mız etti. Baktım  ablamın sabrı yok, beklenmedik bir tepki gösterdi Saim’ i azıcık tartakladı. Saim’ i alıp harman yerine çıkardım. Hava kararıyor. Ay yüksek ağaçların  arasından çok parlak çıktı. Saim’ e gösterdim. Çocuk hiç görmemiş gibi dikkatle baktı. ”Ay dede, ay dede!”diyerek harman içinde bir süre koştu. Sabah Ali ağabeyim gelmeden demetleri dağıtmaya karar verdik, erken kalkacağız. Saim uyur uyumaz, biz de yattık. Uyuyamayacağımı sanıyordum, yatar yatmaz esnemeye başladım, İçimden bu iyi dedim, öbür tarafıma döndüm. .

 

23  Temmuz  1940  Salı…. .

 

Ablamın konuşmasıyla uyandım. Ablam “Böyle erken kalkmaya alışkın değilsin!”dedi. Güldüm. Ben gülünce ablam “Çoktan beridir!”demem lazımdı, eskiden nasıl kalktığını biliyorum, pancar taşıdığınız zamanlar ne işkence çekmiştiniz. O iki yıl gerçekten çok soğuk olmuştu. Kaç yıldır o tür soğuk olmadı. İnşallah bu yılda olmaz. Enişteni, onun gibi askerleri düşünüyorum. Çadırlarda kış geçiriyorlar. Konuşa konuşa harmana çıktık. Ben merdivenle  yığına tırmanıp tepeyi bozdum. Daha sonra yığının  üstüne çıkarak demetleri aşağıya attım. Yığını bir boya indirince de aşağıya atlayarak yerden demetleri sürükleyip çözdüm. Ben demetleri bozuyorum ablam elinde bir dirgenle demetleri bozup karıştırıyor. Yaymayı tamamlayınca bu kez dirgeni ben alıp terleyinceye dek  karıştırdım. Ali Ağabeyim arabayla geldi. Atları araban çözüp  önce yuvarlağa  bağladı. Bir süre ara vermeden yuvarlak döndü. Belli bir ezilmeden sonra dövenlere takıldı. Bir süre de dövenler döndü. Bir moladan sonra ağabeyim sıkı bir  turlama yaptı. Erkenden saplar samana dönüştü, buğdaylar  başaklardan ayrıldı. Ali Ağabeyim atları aldı gitti. Bu kez de Fatma Yengem geldi. Az süre rüzgar beklendi. Belli bir esinti çıkınca savrulma yapıldı. Ben toplamaları taşımaları hep yaptım ama  savurma dedikleri  buğdayları havaya atıp  çevirmeyi bir süre denedimse de beceremedim. . Attığım karışık  samanla taneler gene karışık düştü. Zaten Fatma Yengem usta bir  savurucuymuş, kısa zamanda  bitirdi. Hava kararmadan taneleri ambara, samanı da samanlığın ağzına kadar  sıyırdık. Makbul olan harmanı boşalmış olarak sabaha hazırlamaktı. Samalık önüne sıyırdığımız samanı, yarın gündüz gözüyle samanlığa yerleştireceğiz. Eve girdik. Ablam çok yorgun. ”Yağmur yağmadan  harmanı atlatsak!”dedi. İlk günün telaşı içinde biraz  ihmale uğrayan Saim, gündüz uykusundan da oldu. Bir ara dövende oturdu. Sanırım o sıra sıcağın etkisinde kaldı. Akşam oldukça mızmızladı. Bu da ablamı telaşlandırdı. Bir ara, ”Aman Saim, bir de hastalık çıkarma başıma!”dedi. Ablamın durumuna üzüldüm. Yokmuş gibi çekildim. O bu durumumu yorgunluğuma bağladı. Yüzüme baktı, ”Çoktandır  bu işlerin dışındasın, ”Hemen yat!”dedi. Ben de öyle yaptım. Benim için de oldukça sıkıntılı bir durum. Çevremdeki sorunlardan fazla etkilenmemeye çalışıyorum. Deliksiz uykularımdan birini uyumak dileğiyle  yattım.

 

 

24  Temmuz  1940  Çarşamba.

 

Erkenciyiz…Saim uykuda, ben onu bekliyorum. Küçük ablamın evinde uzun uzun oturup düşünerek yazamayacağımı anladım. Öteki günlerden farklı bir durum olmadı…. Saim’le daha iyi anlaşıyoruz. Saim bazen yaramazlık yapıyor. Elimi kaldırıp” Hııııı!” diyorum. Az sonra o da bana  elini kaldırıp beş parmağını açarak “Hıııı!”diyor. Bugün dünden farklı olarak büyük ablam da geldi. Gülsüm evde dinlenmeye kalmış. Büyük ablam bana “Sıkıldınsa kahveye git biraz, konuşacaklarınla konuş!”dedi. Ablamın harmanı bitene dek burada kalacağımı, isteyerek kaldığımı tekrarladım. Bu kez de uyumamı önerdi. Saim’le birlikte yattık. Kalktığımda Üzeyir’in saman attığını gördüm. Dışarkadı samanları ona doğyu kürümeye katkıda bulundum. Yorgun değilim ama  salt ablama engel olmamak için erken yattım. Ben yatmasam ablacığım yorgun yorgun oturacak. Buna  gönlüm razı olmadı. İyi ki yatmışım. Uyumama  uzamadı.

 

25  Temmuz  1940 Perşembe…

 

Erken uyandım ama gene Saim’le beraberim. Bugün erkenden Üzeyir geldi. . Düne göre bir buçuk kat demet yaydı. Önce  döven yerine yuvarlak  kullandı. Sapların ezilmesinden sonra dövenleri taktı. . Esintinin de uygun gelmesi nedeniyle, Çok demete karşın işler erken bitti. Kuyudan su taşıdım. O da bir asker eşi olan ablamın arkadaşı E. yenge  su çekerken bana yardım etti. Bu yenge, bizim köye başka köyden gelme olduğu için çok yakından tanımıyorum ama sanırım o da beni tanımıyor, Kovayı kaldırırken falan , ”Aman dikkat et, alışık değilsin !”diyor. Oysa ben  daha iki yıl önceleri iki teneke dolusu suyu bana mısın? . demeden taşıyordum. Akşam yatarken  yenge aklıma geldi. Onun  köye ilk gelin gelişini biliyorum. Düğünü  capcanlı belleğimde, gelin olarak hanımlar bölümünde oynayışını bile  unutmadım. . Yanımda arkadaşlar vardı. ”Gelin ne güzel kıvırıyor, dediğimde yanımda birisi bana o benim ablam, sen ona öyle söyleyemezsin demişti. O zaman yabancı saydığım bu çocuk sonra bizim köylü  Hüseyin olup çıkmıştı. Yenge acaba  gene oynuyor mu? O beni ablamın kardeşi olarak tanıyor. Mektuplarını okutuyor, iki kez de  mektubunu yazmışım. Değişik iysiler içinde bekli de çok daha güzel görünecektir. Ne güzel saçları var!Böyle düşündüğüm için kendime kızdım. O bana iyilik olsun diye yardım etmek istiyor. Böyle şeyler düşündüğümü bilse belki de arkasını dönüp gider. Su çekip benim kovalarımı neden doldursun? Üzeyir, iki kişinin işini yapacak kadar çalışkan o denli de güçlü. Bugün daha erken bitirdik. Ablam da  daha az  yoruldu. E. Yenge geldi. Ben konuışmalarına katılmadım ama ablama baktım, daha çok konuşan oydu. Demek, E:Yengenin gelişine  memnun oldu. Ben Saim’in yanına uzandım, onlar bir süre konuştular. Uyumadan önce kendimi düşündüm;okulda yatınca  çok kez köyü anımsıyorum ama bu tür ayrıntılara inemiyorum. Oysa şimdi köydeyim;küçük Saim   az ötemde, ablamla arkadaşı az ileride konuşuyorlar. Ben  yere  yazılmış bir yer yatağında uyumaya çalışıyorum. Okulu, arkadaşları hep düşünüyorum ama hiç birisi rüyama girmiyor. Köye gelince içine girdiğim köyle, okulda kendi kendime düşlediğim köy sanki aynı köy değil. C ile konuştum. Çok doğal bir karşılaşma oldu. Okulda böyle olacağını kesinlikle düşünemiyordum. Okuldaki  varsayımlarım okuduğum kitaplara benzeyecek gibi geliyordu. Oysa köyde olaylar başka başka oluyor. E. Yenge az ilerimde oturuyor. Gündüz  su çekip kovalarıma su koydu. Teşekkür ettim, gülümsedi:”Teşekkür edecek ne varmış bunda, sen bizim konuğumuzsun!”dedi. Okula gidince bun bunları  nasıl anımsayacağım? Düşümden geçen anılar bu denlı doğal mı oalacak? Öyle olacaksa ben ne C için ne de A için dertlenmemeliyim. E. Yenge nasıl doğal bir rastlantı ise onlar da öyle sayılmalıdır. C’nin bebeğinin adı beni neden ilgilendirsin? E. Yenge kalkarken gözlerimi iyice yumdum. Uyanık olduğumu görürse ablam, konuştukları nedeniyle uyuyamadığımı sanıp üzülür. Gözlerimi sıkarken uyuduğumu sanıyorum.

 

26 Temmuz  1940 Cuma…

 

Gene Üzeyir geldi…Tüm buğday demetleri atıldı. Önce yuvarlakla erzildi  sonra dövene geçildi. Üzeyir çok iş görüyor ama bence atları biraz hor kullanıyor. Sanırım, yuvarlak çekmek atlar için daha yorucu oluyor. Ablamın işlerinin bitmesi açısından, bunu konu etmemeye çalışıyorum. Günün çoğunu Saim’ le  dere içinde gölgelikte geçirdik. Gündüz kısa  da olsa  uyudu. Bugün ben uyuyamadım. Tınaz için gene Fatma yengem geldi. Fatma Yengem az konuşuyor ama güçlü, işlerde çok becerili. Fatma yengenimi izledim. Geçen gün de bunu düşündüm ama bu denli üstünde durmamıştım. Faatma Yengem bu eve gelince neler düşünüyor acaba? Çünkü o bu evde doğdu, sanırım 18 yaşına dek bu evde büyüdü. Evlenme yaşını tamamlayınca Bektaş Ağabeyimle anlaşarak, asilesine sormadan, daha doğrusu ailesi bize gelmesine izin vermeyince  kaçıp geldi. Ondan sonra da ailesimnden salt ağabeyi, Ali Eniştem kaldı. Ali Eniştem küçük ablamı kaçırdığı için, bektaş ağabeyim de Fatma yengemi kaçırmıştı. Bu  iki olay üstüste gelince aileler arasında  sonradan barışılmış olsa da bir soğukluk yarattı. Babam küçük Ablamı affetti ama Ali Enişteme hep soğuk baktı. Bu soğukluk şimdilerde de pek geçmiş sayılmaz. Eniştem de Bektaş Ağabeyime pek sısak bakmamaktadır. Bu nedenle Fatma Yengem iki arada bir derede durumunda kalmıştır. Kendi öz ağabeyinin evine öyle  rahat denecek duygularla gelip gitmez. Şimdi eniştem yok, Küçük ablama yardım niyetiyle geliyor. Ablamla da aralarında bir kırgınlık yok ama ben genede, Fatma yengemin kaçtığı eve geldiğinde  içibnden geçen duyguları merak ettim. Cesaret edebilsem soracağım. Fatma yengem çok hoş görülü sorsam üç beş söz söyler ama;ben onun kederli olabilecek anılarını depreştirmekten korkuyorum. Bunları düşünerek Fatma Yengemi neredeyse göz hapsine almış durumdayım. Azıcık da olsa sezinlediğim bir tavır değişikliği var. Fatma Yengem yukarki harmandaki gibi gene çok çalışıyor ama oradaki neşesi burada yok. Her nekadar Saim’i severken bir candanlık seziliyorsa da, neşeli şarkılar falan burada yok. Sanırım, eve, bahçeye, ağaçlara baktıkça, geçmişiyle bağlantı kuruyor, belki de kendisiyle içten içe hesaplaşıyor. Bugünkü yardımım gene saman sıyırmak oldu. Samanın çoğunu samanlık önüne ben sıyırdım. Üzeyir yarın bir ara  kendi yerleştirecek. Bugün de esinti uygun gitti, taneler kolay ayrıldı, içeriye taşındı. İşler azalınca ablamın  neşesi arttı. Haklı olarak:”Daha iki gün!diyor. İki gün değişi yağmur nedeniyle. Harmancıların en büyük sorunu yağmurmuş. Yağmur yağarsa saman ıslanır. Islak saman kuru samanın yanına konmaz. Daha doğrusu  saman ıslanırsa samanlıktan çıkarmış. Ablacığım, ”Samanım da , buğdayım da ancak bize yetecek kadar. Ne demnli eksilirse onu yerine başka yerden koymak gerekecektir. İşte bu bizi zora sokar!”Ablacığım haklı. ”Havada yağmur yok!”dedim. Sonra da çiftçilerin çilesini konuştuk. Ekimde yağmur dile yalvaran , Nisan mayıs aylarımnda yağmur dualarına çıkan çiftçiler temmuz-ağustos aylarında tam tersini yapıyorlar:”Aman yağmur yağmasın!”Ablam güldü:”İşin yok, sen de bizimle bunları konuşuyorsun!”İçimden:”Ah ablacığım, sen de beni nasıl bir yaşam içinde düşlüyorsun? Ne kadar anlatmaya çalışsam hepiniz beni kafanızdaki okumuş adam  düşleri içinde varsayıyorsunuz. Oysa ben belki gelecek yaz burada değil, hem de Kepirtepe’de saman   kürüyecek, sap yığacağım. Geçen ay tarlalara fidelik toğum, fide diktiğimi anlatıyorum ama siz bir türlü anlamıyorsunuz da bunu. Siz değil bu işleri yaşam boyu yapacak olan arkadaşlarımıoz anlamazdan geliyorlar. Onların  yanılgıları sizden daha çarpıcı. Siz benim, şimdi bana yaptırmadığınızı geçmişte yaptığımı biliyorsunuz. Ben o bildiğinizden biraz daha değişik yöntemleri az çok öğrenmeye çalışıyorum. Köye gelirsem ucundan ucundan yapmaya çalışacağım. Ya o yançizen takımı ne yapacak? ”Yattıktan sonra bir süre bunları düşündüm.

 

27  Temmuz  1940  Cumartesi…

 

Ablamın tıkırtısından uyandım. Ablam kalkmamı istemiyordu. Bugün arpa harmanı var. Ablama göre arpa kimi insanlarda kaşıntı yaparmış. Özellikle benim gibi sarışınlar arpadan etkilenirmiş. Çocukluğumda ben bir kez arpa çuvalı üstüne oturduğum için  çok kaşınmış, hatta şişmişim. Olayı ben çok iyi anımsıyorum. Hatta ablamın eksik bildiğini anladım ama gene de dinledim. Ona göre beni Kırklareli’ ye hastaneye götürmüşler, doktorlar ilaç vermişler. Bu nedenle ben bugün arpa harmanına girmemeliymişim. Benim  kaşınma olayımı çok iyi anımsadığım için umursamadım. Harmana çıktım. Ancak bugün Fatma yengem yerine Üzeyir geldi. O güçlü kuvvetli, işini bilir birisi olduğu  için iki kişi yerini tutacak bir çalışma yapıyor. Erkenden toparlanıp her şey yerine kondu. Ablam bitkin durumda, biraz da kaygılı, Saim ne de olsa birkaç gündür  ihmal edildi. Bugün de bir süre dövene binmiş. Sanırım sıcak dokundu, mız mızlamaya başladı. . Ablam kaygılanıyor. ”Saim, bir de hastalık çıkarma başıma !”diyerek kaygısını açıkladı. Ablama Birkaç gün anne oğul dinlenirsiniz!”dedim Ablam, ”Olur mu?  “Yukarı evdekiler gelip bizim işimizi gördüler, biz de karınca kaderince onlara yardım edeceğiz!”Ben de “Bizim ev yukarıdaki, sizinki aşağıdaki ev mi oluyor? ”diye sordum. Bu arada salt takılmak için yani Saim’ in evi aşağıdaki ev mi oluyor? ”dedim. Ablam güldü ama azıcık, yüzü gerildi, bakışları kuşkulu bir  duraklama yaptı. Kendi kendine konuşur gibi söylendi:”Ihhh, Saim’ n evi!”dedi. Bu  duraksamaya üzüldüm. Bu bir umutsuzluk mu? yoksa Saim’ in yetişmesine daha çok var, onu henüz düşünmüyorum!”demek mi istedi? Pek anlayamadım. Ama ablamın oldukça umutsuz bir durumda olduğu da  belli oluyor. ”Ben, savaş içinde doğmuşum, çocukluğum savaş sözleri arasında geçti. Sözde şimdi savaş yok ama oğlum da  tıpkı benim gibi babasının kucağına tırmanamıyor, onun elinden tutup yürüyemiyor!”  deyişi, onun  umutsuzluğunun kanıtı olsa gerek. Saim uyudu. Ablam biraz rahatlar gibi oldu. Gene de  bir süre beklemeye karar verdi. Rahatsız olursa ağlayarak kalkar!”deyip kendisine bir iş buldu, oturdu. Bu kez ben de oturmaya karar verdim. Bir süre konu bulup  konuşmalarımızı sürdürdük. Hiç beklemezken ablam birden bana  “C’ yi hiç gördün mü? ” diye sordu. Dört gün önce gördüğümü, söyledim. Bebeği olduğunu söyledi. ”Biliyorum, bebeğini de gördüm ama bebeğini  beğenmedim!”dedim ablam şaşırarak, ”Aaa, bunu ona söylememişsindir!”dedi. Söyledim!”deyince de “Çok ayıp etmişsin, onu çok üzmüşsündür!”dedi. Ben de:” Hayır hiç üzülmedi, “ Benim kızım esmer olacak!”diyerek güldü!” deyince ablam: “İyi öyleyse  siz bayağı şakalaşmışsınız!”Ben: ”Aslında kızının renginden değil de adından hoşlanmadığımı anlattım!”. Ablam: “Çocukların adları için annelere söz söylenmemeli, annelerin fikri sorulmuyor ki!”diyerek sözü Saim’ e getirdi. Eniştemin bir asker arkadaşının adı Saim ‘miş. Bu nedenle eniştem, oğlu olunca  Saim, demiş de başka bir söz dememiş. Meğer ablam Saim adından  hoşnut değilmiş. Oldukça  uzun konuşup eskileri anımsadık. Ben esneyince ablam da yatmaya  razı oldu. Gece ışık yanınca telaşlandım. Saim’ in  her zamanki sırasıymış, anne oğul konuşa konuşa gene yattılar. Hemen uyumuşum.

 

28  Temmuz  1940  Pazar…

 

Geç vakit kalktım. Ablam harman kenarlarında bir şeyler yapıyor. ”Harman yerinde hayvanların yiyeceği bir şey kalmamalıymış. Başı boş hayvanlar geceleri gelip patırtı yaptığı gibi sebze bahçesine de giriyorlarmış. Sebze bahçesini alçalmış çitlerine  dallar ekleyerek yükselttim. Ablam yapacaklarını yaptıktan sonra birlikte “Yukarıdaki eve gittik. Meğer onlar bugün harmana başlamamışlar. Harmanı  üç gün sonraya atmışlar. Ali Ağabey Kırklareli’ den döndükten sonra  başlanacakmış. Şerife Ablam çok sevindi. ”Ablama evde yardım ederim!”dedi. Onlar, abla kardeş adaya sebze bahçesine gittiler. Ben de kaç gündür uğramadığım kahveye uğradım. Deveçatak köyünden gelenler olmuş, birilerini tanıyordum. Köyden ötekileri tanıdıkları sordum. Akran olarak bildiğim, Veli, Ali, Aziz, Kamber dördü de askere alınmış. ”Bizim köy boşaldı!”dediler. Geçen pazartesi Ali Ağabeyim Lüleburgaz’a giderken Ulus’la Cumhuriyet gazetelerini ısmarlamıştım. Babam saklamış, alıp okudum. Rusya Baltık ülkelerini kendi ülkesine katmış. Romanya, Macaristan, Bulgaristan Almanya ile aynı safta olduklarını ilan etmişler. Japonya Çin’în kuzeyinde ilerliyormuş. Bizde de yeni kararlar alınmış.

Trakya yabancılara Yasak bölge olarak ilan edilmiş. Böylece Trakya’da gezmek oldukça zorlaşmış. Onlar gittiler. Bu kez Hamitabat’ tan  gelenler oldu. Gelenlerden biri benim okul arkadaşlarımdan Ferhat’ın ağabeyi Ali. Ferhat askere gitmiş. Onun söylediğine göre, köylüleri korgeneral Rüştü Akın Paşa  Ferhat’a yardım etmiş, İstanbul’da iyi bir yerde askerlik yapıyormuş. Korgeneral Rüştü Akın Jandarma genel komutanı, istese yapar. Ancak  Ferhat’a yapar mı? Ben inandırıcı bulmadım. Yine okul arkadaşlarımdan Öksüz Yaşar gemi subayı olacakmış. Hele sıra arkadaşım  aynı zaman da adaşım İbrahim’in subay olacağına çok sevindim. Milletvekilimiz Zühtü Akın’ın oğlu İsmet okuyormuş, o da yüksek okullara geçmiş. O geçer, Ankara’da oturuyor. İstediği okula girebilir. Kız kardeşi Hamdiye’ yi sormak aklıma geldi ama sormadım. Acaba o da okuyor mu? İçimden, bunu arkası gelmeyecek deyip kestim. Hamdiye’ yi niçin anımsadım? Hamitabat’ lılar giderken Yaşdaşlarımdan Nebi geldi. Nebi kahveye pek çıkmaz, iyi konuştuğum arkadaşlardan biridir. Evlenmiş. O da askerlik hesapları içinde. Askerlik şubesinden gelen muştulardan sonra herkes önlemini almaya başlıyor. En büyük önlem de kendini ona hazırlamak, gitmek zorunda olduğuna kendini inandırmak oluyor. Başka gelenler oldu, gazete haberlerini bir daha yorumladık. Gençler  bu konuda pek konuşmuyorlar. Onlar benim durumumla daha çok ilgileniyorlar. Askere nasıl oluyor da ben gitmiyorum? Yedek subaylığı onlara anlatamıyorum. Ancak askerlik yapanlar yedek subaylık hakkında  az da olsa bilgi sahibi. Onlar da yedek subaylarla gediklileri çoğunlukla karıştırıyorlar. Biz konuşurken Eğitmen Mustafa ağabey geldi. O da harmana başlamış. Yardımcısı varmış ama gene de işinin başında durmayı yeğliyormuş. İlköğretim dergilerini konuştuk. Düzenli geliyormuş, o da zımbalayıp dosyaya koyuyormuş. Gezici başöğretmenler, müfettişler bunları çok önemsediği için bunu zorunlu yapıyorlarmış. Mustafa ağabey bir asker fıkrası anlattı, sonra da bu dergi, işini ona benzetti. Askerleri teftiş eden komutan, erlerin sağlığı ile ilgili ayrıntılara dek inip, ince ince soruyormuş. İlgili komutan da bu ayrıntıları dikkate alıp, erata , yukardan emredilen her şeyi yerine getirmeye  özen göstermiş. Bunlar arasında diş fırçası da varmış. Ancak birlik komutanı bu küçük nesnenin çabuk kaybolacağını  bildiğinden sıkı sıkı tembihlemiş. ”Bu fırçaları iyi koruyacaksınız, teftişlerde  kesinlikle çıkaracaksınız!”demiş. Emri dinleyen erin birisi, fırçayı saklamış. Bir süre sonra komutan gelip teftiş ederken, fırçayı önemseyen er, galiba fırçayı görünür bir yerine iliştirmiş. Komutan bunu görünce, ilgiyle sormuş:Bu nedir? ” er, bilmiş bilmiş “Teftiş fırçası komutanım!”demiş. Mustafa ağabey gülerek, ”Bizim teftiş fırçalarımızdan biri de bu dergilerin dosyalarıdır. !”dedi. Her dergiyi okumaz bir göz atıp dosyalarmış. ”İki büyük dosyası vardır. Ya gel okulda bak, ya da eve al, gitmeden önce yerine koyarız!”dedi. Önce birini sonra ötekini alırım!”deyip teşekkür ettim. Bu arada  Mustafa ağabey, Gezici Başöğretmenlerden yakındı, ”Hafta sekiz Pazar dokuz!”deyip geliyorlar. Öyle ki , biri Lüleburgaz’da biri Kırklareli’ de bir birlerinden habersiz, aynı günde geldikleri bile oluyor. Onları ağırlamak da büyük bir sorun. Akşamları kalınca  komşulardan yararlanıyoruz ama günü birlik gelenlere bir öğle yemeği yermek bile zor. Burası köy, yumurta bol ama hep yumurta da olmuyor. Çaresiz, yoğurt, yumurta, ayran tatlı olarak da tahin helvası. ”Atla geziyorlar, heybelerinde yiyeceklerini taşımıyorlar mı? ” diye soranlar oldu. Mustafa ağabey bu kez de onları haklı bulurca savundu. ”Atla geliyorlar ama, doğrudan evlerinden bizim köye gelmiyorlar ki, belli bir yol izleyerek  köyden köye gidiyorlar. Onları da izleyen müfettişler var. Sonunda da Mustafa ağabey, Gezici Başöğretmen Mehmet beyle müfettiş Hamit beyden çok hoşnut olduğunu, kendisine çok yardımcı oldukların söyledi. Bu iki kişiyi köylüler de tanımışlar. Şişman Gezici ile Çekirge müfettiş diyerek güldüler. Hamit Bey, zayıf ama çok hareketli imiş:Mehmet Beyse “Şişman, duba gibi!”  diyerek gülüştüler. ”Onu doyurmakta  güçlük çekiyorsundur!”diyenler oldu. Mustafa ağabey, ”Tam tersi, ”O çekirge dediğiniz Hamit Bey daha çok yemek yiyor, üstelik istiyor da. ”O yok mu, bu yok mu? ” dediği gibi, ”Gene mi yumurta? Bu köyün pekmezi bitti mi? Yoluma arılar çıkıyor, bunlar da başka köyden mi geliyor? diyerek  şaka yollu  bal  bile istiyor!” deyince  gülmeler oldu. Eve geç döndüm. Yatma yerim değişmiş, Saim benim odamı almış. Dışarıda yatmak istedim. Ablam arabaya  yatak hazırladı. Eskiden de böyle yatıyordum. Yıldızlara bakarak uyumak  daha dinlendirici oluyor. Sık sık yıldız kaymaları oluyor. Anlattıklarına gör dünyada her ölen insan için bir yıldız kayarmış. Bazı yıldız kaymalarında  oldukça  parlak ışık oluyor. Beş yıl önce bir arkadaşlarla oynarken birden bir aydınlık oldu. Şaştık kaldık öğle aydınlığı gibi bir birimizi gördük, ışık birden gene kayboldu. Korktuk evlere dağıldık. Herkes şaştı. Günlerce bu konuşuldu, gazeteler yazdı. Yıldızlarla ilgili olduğu söylendi. Bulgaristan’a yıldız düştüğü  ileri sürüldü. Bizim kahvede  türlü olasılıklardan söz edildi. . Sonunda çoğu  bunun bir ermiş işi olduğu kanısı yaygınlaştı. Uzun yıllar arasında böyle bir işaret verilirmiş. Büyük Erenler böyle ışıkla konuşurmuş. Bu ışık nereden kalkıyorsa gönderildiği yana gidiyormuş. Bu kez Batıdan gelmiş. Olsa olsa Gül Baba ya da Sarı Saltuk Baba’dan Binbiroklu Ahmet Baba’ya bir işaret olabilirmiş. Gül Baba ile Sarı Saltuk Babalar Nemçe tarafındaymış. Binbiroklu Ahmet Baba ise  Pınarhisar’ daymış. Bize yakın olduğu için ışığı çok görmüşüz. O zamanki gazeteler ise bunu bir Kıyamet belirtisi gibi yorumlarla vermişti. Sonraları unutuldu gitti. Daha sonraları babam bunu, ”Allah bütün insanların Allah’ı:O, Ademi balçıktan, Havva’yı da Ademin iye kemiğinden var etti. Öteki insanlar, hepsi, hepimiz bunlardan gelmeyiz. Türkü, gavuru, musevisi , müslümanı sonradan insanların kendilerine yakıştırdığı sıfatlardır. Allah bir uyarı yaparken  şuna  ya da buna demez, uyarısını ortaya  atar. Öyleyse o  ışık Trakya’daki Musevilere bir  işaretti. Onları uyardı. Böylece Trakya Musevilerden  arındı.

Yıldızlara bakarken bunları düşündüm. Bağ beklediğim günlerde de yıldızlara bakarak uyuyordum. Ancak o zaman bu denli rahat değildim. Ağabeylerimden biri gelmediği zamanlar korku içinde hem yıldızlara bakar, hem de  kulaklarım çıtırtılar bekliyordu. Çoğunlukla böyle korkulu bir durumda uyurdum. Gördüğüm rüyalar da hep korku üstüne olurdu. Nedense  rüyalarımda yıldız mıldız görmez, ya da daha çok kurttan, domuzdan korktuğum halde bunları rüyamda girmez, ancak derede balık tutarken elime yılan gelir, birden hoplar, uyanırdım. Oysa  o güne dek balık tutarken elime yılan mılan gelmemişti. Rüyalarıma gerçeğe uygun salt Köy Boğaları girerdi. Bunlar, köyün içinde gezerler. Çok irileşmiş olduklarında bakışlarıyla herkesi ürkütürler. Bu boğaların kimseye vurduğu duyulmamıştı. Gerçi bir kez bir arkadaşıma vurduğu söylendi ama, o da sonradan yalanlandı:Kız arkadaşımız, sürü arasında giderken boğayı görünce korkudan bayılmış, uzaktan görenlere göre, tam önünde yere düşene boğa durup bakmış, yandan yürüyüp geçmiş. Vursaymış, arkadaşın bir yerleri kırılırmış. Arkadaş herhangi bir yara almadı, ertesi günü de kalktı gezdi. İşte ben bu boğaları rüyamda çok görüyordum. Oysa boğalar özellikle bizim bağ taraflarına hiç gelmedi. Gene de rüyamda gelip benim çardağımı sarsarlar. Ben bu sallantılarda yere düşmemek için çabalarım. Bu çabalamalar sonunda uyandığım çok olmuştur. Bir defasında da öğle uykusunda iki boğa birden geldi, biri sağdan biri soldan  çardak direklerini alıp götürdüler. Çardak ağaçta asılı kaldı. Çardağın bir köşesine sıkışıp  düşmemeye çalışırken uyandığımı görünce iyice şaşırıp kalmıştım. Bu gece ne boğa korkusu ne de kurt, domuz kaygısı var. Yıldızlar daha parlak, saman yolu daha  berrak. Büyük bir yıldız doğuyor. Çok geç olduğunu anladım:Bu yıldız Kervan Kıran yıldızıdır. Bu yıldızın öyküsünü çok kişiden dinledim ama en çok da Bektaş ağabeyimin anlattıklarını anımsadım. . Bu saatlerde arabayı koşar Kavaklı’ ya pancar götürüyorduk. Koru sırtına çıkığımızda yıldıız yükselir, ağabeyim elindeki  övendireyi kaldırır, önce yıldızı gösterir sonra da öyküyü anlatırdı. Başka zamanlar da  benim uykumu açmak için o öyküyü anlattığını söylerdi. Ona göre, öyküyü dinleyince biraz korkacağım için uykum dağılırmış. Bektaş ağabeyimi anımsayıp duraksadım. Şimdi asker. Hem de bizim pancar taşıdığımız Kavaklı’ da. Bektaş ağabeyim Kavaklı’ da gezerken yollara bakıp, o günleri anımsıyor mu acaba? O çamurlu günlerde arabayı sürdüğünü, hileli pancar tartılışlarını, kahrederek köye dönüşümüzü, Lefeci deresinde  sel suyunda mandaların yolu sapıtıp akıntıya kapıldığında, buzlu havada suya atılıp hayvanları yola çevirdiğini, o ıslak giysileriyle köye döndüğünü unutmuş olamaz. Ben, ”Arabayı çeviremeseydin ne yapacaktık deyince ağabeyimin;Ben seni düşündüm, mandalara bir şey olmaz, onlar bir yerden  nasıl olsa çıkarlar. Araba ise  hiç önemli değil ama sen ne yapacaktın? Bunu düşünüp atladım, atladığıma da  iyi ettim, hem seni hem de arabayı kurtardım!”deyişini hiç unutmayacağım. Şimdi bile o korkunç  bulanık suların, söğüt ağaçlarını söküp götürüşünü görür gibi oluyorum. Bektaş ağabeyim unutur mu? Horozlar tek tek ötmeye başladı. Hiç uyuyamayacağımı düşünerek üzülmeye başladım. Bunu söylersem bu kez küçük ablan  telaşlanacak, ”Odasını aldık, yerini yadırgadı!”diyecek. Gözlerimi kapadım….

 

29  Temmuz  1940 Pazartesi….

 

Ali Ağabeyim Lüleburgaz’a gidecekmişArabada yattığımı görünce takıldı:, ”Uykun varsa uykuna devam et , Burgaz bağlığı yokuşunda uyandırırım!”dedi. Kalktım. Kervan Kıran yıldızı yerini güneş çoktan doldurmuş. Yatakları alıp  merdivenlerin oraya koydum. Ali Ağabeyim gene aynı gazeteleri mi alayım? diye sordu. ”İyi olur!”dedim. Ali ağabeyim atları yanaştırıp koştu, yola çıktı. Herkes kahvaltı etmiş. Küçük ablam iyi uyuyup uyumadığımı sordu. ”Kaldırmasaydınız akşama dek uyuyacaktım !”dedim. Güldü. Bugün bostana gidilecekmiş. İki yerde bostan ekili. Karpuz ekili tarlalara bizim köyde  bostan deniyor. Biri cevizli adada, diğeri az daha aşağı tarafta derenin karşı yakasında,

Kavaklar yanı denilen yerdeki tarlalar bu yıl bostana ayrılmış. . Saim, Gülsüm, İki ablam, ben elimizde  çapalar kovalarla  dere kenarına indik. Az sonra babam geldi:Elinde bir keser, çiviler var. Hilmi  ezdirerek 1340  yazılmış bir  sac türü teneke getirdi.

Uzaktan pek okunmuyor ama hiç silinmeyecek şekilde  ezilmiş bir levha. , az yukarıya çatal  iki  gövde dal arasına çaktık. Ben daha çok Saim’ le  kaldım. Dereye, su kenarına indik. Saim gölgede kumlarla oynadı. Ablamlar  hem karpuz döndürdüler hem de aradaki yaban otları topladılar. Karpuzların olmaya başladığını söylediler. Köyde  karpuz çıkmış durumda. Satmaya götüren de olmuş. Benim dikkatimi çektiler, sulak yerlerdeki karpuzlar biraz geç oluyormuş. İri oluyormuş ama tat olarak da kır karpuzlarına göre  daha az tatlıymış. Daha sonra öteki bostana geçtik. Orada daha büyükçe su birikintisi, çocukların göl dediği yerler var. Çocuklar bugün orada balık tutuyorlar. Bunlar, geçen günler tanıdıklarım değil, başka çocuklar. Daha çok balık yakalamışlar. Bölüşürken kavgaya tutuştular. Dengeli bölüşmelerine yardımcı oldum. Bir birlerini dürtükleyerek benim bölüşümü benimsediler, arkadaşça  evlerine döndüler. İkinci bostan daha büyük olmamasına karşın işi uzun sürdü. Ablama göre nedeni burası daha önce ayıklanmamış. Buranın karpuzları daha iri. Gülsüm Saim’le kaldı uzun bir süre ben karpuz düzelttim. Karpuzlar  eğik olarak büyürken toprağa gelen yerleri hem beyaz kalıyor hem de karpuzun yuvarlaklığı bozuluyor. Onları dikkatle  tepe  sapından tutup  oturtunca daha düzgün  yuvarlak şekil oluşturuyorlar. . Yüzden çok karpuz düzelttim. Ablam bana ”Senin sayende bir araba düzgün karpuz satacağız. Bu tür karpuzlara daha çok para veriyorlar!”dedi. Akşamı kavaklar yanında ettik. Bu kavakları çok iyi tanıyorum. Çok küçüklüğümüzde Hilmi ile buraya iner, sularda oynar, biraz ıslanmış olara eve dönerdik. Evelere dönerken çok uzakları dolaşmış gibi bir tavır takınırdık. Kimi zamanda çok balık tuttuğumuzu, sonra  balıkları gene suya bıraktığımızı söylerdik. Bu tür  konuşmaları çoğunlukla Hilmi  yapardı. Zaman zaman da Hilmi ile bozuşurduk. İşte o zaman ben bu sözleri Hilmi’nin yüzüne vururdum:”Sen şu yalanı söylemiştin, bunu böyle demiştin!”gibilerde doğrucu kesilirdim. Kavakların karşısından Nebilerin evi görünüyor. Önce Nebi’yi anımsadım, sonra da  Şerif amcaların İbrahim’in Nebi’nin annesini sevdiğini söylemesini, onlarda oynarken apar topar onlardan kaçmamızı  düşündüm. Eve dönerken gene Saim’i omuzlarıma aldım. Ablam bana güveniyor ama gene de gözleri benim üzerimde. Belki de içinden “Ya düşürürse!” diyordur. Oysa bir elim  iki ayağını da sımsıkı tutuyor. C’lerin ev arkasından kahvenin önüne çıktık. Ali Ağabeyim erken dönmüş, bizi karşıladı. Eve dönünce büyük ablam benim de zaman zaman düşündüğüm bir olayı anımsattı” Öteki ağabeylerinin de çocukları var, onlarla hiç ilgilenmiyorsun, Başka zamanlar bunu  belki senin gençliğine yorarlardı ama şimdi ablanın çocuğuna karşı  yakınlığını görünce öyle düşünmezler. Onları gücendirmesen iyi olur. Zaten yalnızlıklarının acısı çekiyorlar!” Ablam haklı ama ben de ondan sordum, onlar da buraya hiç gelmiyorlar. Ablam gülerek” Onlar buradan hiç çıkmazdı, geçenlerde  babam onları azarladı “Gidin evinizde oynayın!”dedi. Yengenler babamın  yakınması üstüne onları buraya bırakmıyorlar. İstersen sen onlara git onların gönlünü al, ya da yarın Kırklareli’ ye gidince onlara  birer hediye getir, gönüllerini al, arada bir buraya da çağır!”dedi. Saim’i alıp o tarafa gittim. Mahmut Ağabeyim oğlu Yahya bana bakıyordu. Güldüm o da güldü. Çağırdım, yanımıza gelmesini söyledim. Gülerek önce gelmem, sonra da gelemem!”dedi. Açıkladı, annesi yasak etmiş. Yahya  önümüzdeki yıl okula gidecekmiş. Bunu muştuladı, arkasından da “Ben de senin gibi çok okuyacağım diye ekledi. Böylece dargın olmadığımız  ortaya çıktı. Arada bizim tarafa geç!”dedim. ”Anneme söylersen geçerim!”dedi. Anlaştık. Az sonra anne oğul konuşmalarını dinledim. Dargınlık falan yok, yengem, rahatsız etmediğini söylüyorsa git, ama çağırınca hemen gel!”tembihleri yapıldı. Bektaş Ağabeyimin oğlu daha küçük, onunla bu denli anlamayacağız ama onunla da bir yolunu bulup anlaşacağımı sanıyorum. Gene kahveye indim. Kahvede birkaç harman yorgunu vardı. Konuşurken uyukluyorlar. Gazete haberlerine karşı ilgi fazla. İtalya  diktatörü Mussolini, Habeşistan’dan sonra Arnavut’a da özgürlük getirdiğini söylemiş. Bu özgürlükleri Yunanistan’a  daha başka ülkelere de götüreceğim!”demiş. Bunu okuyunca orada bulunanlar sözleşmiş gibi “Bak bak bak, şaşkın gavur düpedüz bizi kastediyor!”dediler. Öbür tarafta başka bir haber vardı, onu da dikkatle dinlediler, ona da “İnşallah, dediğini yaparsın!”dediler. İngiliz Savaş bakanı Çorçil, İngiltere İtalya’ya savaş açmıştır. En kısa zamanda  İtalya’yı işgal edip aldığı toprakları sahiplerine iade edeceğiz!”Bu kez İngiltere’nin dediğini yapacağı umutları ortaya döküldü. Ali Ağabeyimin ”Yarın çok erken yola çıkacağımız!”demesi üzerine, erkenden eve döndüm. Yarın harman olmadığından Şerife ablam oğlunu alıp Gülsüm’le birlikte evine gitmiş. İçimden, ”Bir bakıma iyi olmuş!” deyip hemen yattım. Erken uyuyacağım ama gene de Hasan Amcamdan soracaklarımı şöyle bir kafamda sıraladım. Önce akordiyonlar hakkında bilgi, nerelerde bulabilirim? Sonra da nota, çalabileceğim kısa, güzel parçalar. Akordiyon alınmış gibi sevinerek uyudum.

 

30  Temmuz  1940   Salı….

 

Uyudum uyumadım, kapı açıldı ablam, bana “Uyanabilecek misin? Bu sabah biraz erkencisiniz!”dedi. Hemen kalktım. Dışarı çıkığımda bir de baktım ki, dün geceki uyanık olduğum saatlerden daha geç olmuş. Kızıl yıldız ya da kervan kıran yıldızı yukarılara çıkmış, ufuk düpedüz aydınlığa dönüşmüş. Ali ağabeyimin iki müşterisi var, Nadar Veli denilen köyün bilgiçlerinden biri . Öteki de Kaba Kamber denilen iyi insan. Bunlar ikisi bir birine çok yakın komşu. Evleri köyün en alt ucunda. Yol uzaklığı nedeniyle kahveye pek çıkmazlar. Bir bakıma iyi olduğunu düşündüm. Soru sorarlarsa anlatacaklarımı ilk kez duyacaklar. Uzun süre az konuşuldu. Kınalı Bayır’a varınca eski eşkıya öykülerinden söz edildi. Öykülere  neden olan eşkiyaların bir çoğu halkın yakından tanıdığı devlet görevlileriymiş. Bunlardan birini Nadar Veli anlattı. Kınalı Bayır eşkiyaları  bir sabah karanlığında bir de akşamın kararması sırasında buradan geçenleri soyuyormuş. İşin ilginç yönü soydukları insanlara hiç zarar vermiyorlarmış. Örneğin parasını vermek istemeyenlerden “Canımı al da paramı alma diyenler olursa eşkiyalar, ”Bize canın değil para gerekli. Canın içinde dursun ki sen buraya bir daha gel, biz de seni bir daha soyalım!”diyerek  soyduklarıyla alay ediyorlarmış. Tüm yakınmalara karşın buranın soygunu önlenememiş. Tellallar  duyuru yapmış, Kınalı Bayır’dan  karanlıkta geçenlerin malından da sağlığından da  kolluk güçleri sorumlu tutulmayacaktır. Söz konusu yol, gündüz yoludur!”Uzun süre oradan gece geçen olmamış. Haydutlar da soygunlara ara vermiş. Bir süre sonra, daha önce  soyguncu takibinde uzun süre  çalışan biri, bir takipte nasılsa ele geçirdiği bir gocuğu onartmış, yıkatıp kuruması için bahçeye astırmış. Gocuk bahçede uzun kalmış olacak bir gün birileri kapıyı çalıp “Tanrı misafiri!” filan diyerek gelmiş. Meğer gelen adam eski soygunculardan biriymiş. Gocuğu görünce  sahibini de kendisi gibi soyguncu sanmış, gelip dertleşmek istemiş. Ev sahibinin kurnazca susuşundan bir şeyler anlamamış, biraz da  fazlaca açılmış. O gittikten sonra  ev  sahibi arkadaşlarıyla meşverette bulunup bir komplo kurmuşlar. Fısıltı yöntemleriyle de halk arasına yaymışlar. ”Kırklareli’ den  büyük bir kervan gizlice Lüleburgaz yöresine kıymetli eşya kaçıracak!”Belli gün gelmiş, gerçekten bir kervan dola düzülmüş. Zifiri bir karanlıkta Kınalı Bayır geçilecek. Büyük dönemeç, Küçük Dönemeç olara anılan  yol büküntülerine girince  baskıncılar ortaya çıkmış. Çıkmış ama  kervanlar  baştan sona  son sistem  martinlerle bezenmiş atıcılarla doluymuş. Üstelik büyük yağmaya sonradan katılanlar da olmuşmuş. Bunlar ise  düpedüz  kolluk güçlerinin seçkin avcılarıymış. 20 kadar soyguncudan on-on iki kadarı suçüstü yakalanıp kıymetli eşya (!)arabalarına doldurularak Kırklareli çarşısına getirilmiş. Sabahleyin  ibretialem için yüzler açılınca  halkın dilleri tutulmuş. Bunların çoğu  çarşıda ticaret yapan esnaftan, belediye görevlilerinden kimselermiş. Çoğu da  azınlık dediğimiz kimselermiş. Ben dikkatle dinleyince Azınlıkların yaptıklarından da başka öyküler de anlattı. Yunan işgalinde bu bölgenin  aksak yürüyen bir komutanı varmış onun üstüne ilginç olaylar anlattı. Sürülerle hayvanı, atlı arabaları  Kırklareli’ de toplayıp  konvoy halinde Edirne’ye gidişini, ayrılışında halkı toplayıp alay ederek tören yaptırdığını, ancak halkın ahı onu tuttuğunu, İnecik köprüsünde bizim  direnişçilerimizce öldürüldüğünü, topladıkları sahiplerine dönmese bile memleketimizde kaldığını anlatınca sevindim. Nadar Veli amcanın öyküleri bitmeden Kırklareli çarşısına girdik. Ali Ağabeyim arabayı Pehlivan amcanın  Hanın çekti. Buraya daha önce  geldiğim için yabancılık çekmedim. Yeni yapılar var ama  eski bölümleri tanıyorum. Pehlivan amca da beni tanıdı, babamı sordu. Akşam burada kalacağız. Ben bir an önce Hasan amcama ulaşmak istiyorum. Ali Ağabeyim bana, “Biraz burada bekle ya da çarşıya  çıkarsan sık sık buraya uğra, burada  buluşalım, Hasan’a(Ali Ağabeyim daha büyük olduğu için  Hasan Amcamı adıyla söyler) beraber gidelim!”dedi. Çarşıyı biliyorum. Gene de dükkanlara bakarak Arastaya geldim. Eskiden bu Arastaya gelince  ilgimi ilk çeken  çanlar oluyordu. Diziyle zil, diziyle  bakır çanlar var. Arasta eskiden bana büyük bir çarşı gibi  gelirdi. Edirne’dekileri görünce  ne kadar minik kaldı. Orada 40, 50 dükkan, burada  küçük küçük, dört bir yanda  beş bir yanda, bu kapıdan girince öteki kapıdan çıkıveriyorsun. Oradan Pazar yoluna doğruldum ama çabuk geri döndüm. Han kahvesinde beklemem söylenmişti. Az sonra Ali ağabeyim geldi, beni serbest bıraktı. ”Hastaneyi de pazarı da biliyorsun Git dolaş akşam burada buluşalım!”dedi. Pazar içinden geçerek hastaneye gittim. Amcamın odası büyük kapının yanında, girince daha karşılaştık. Amcam gülerek karşıladı, ne zaman geldiğimi, önce  aç olup olmadığımı,  sordu. Yemek yediğimi söyleyince sıra ile köydekileri, ablası Hanıfe Halamı, kardeşi Abbas Amcamı, babamı sordu. Bunlardan sonra kendisi  enstroman olarak ne de karar kıldığımı sordu. ”Akordiyon!”deyince  “Yapma, benim en yabancı olduğum bir çalgı, bizde de çok yeni, doğru dürüst çalana da pek rastlamadım. Bizim bandolarda hiç kullanılmaz. Ancak öğretmenler için güzel bir çalgı olabilir. Öğretmen olacağına göre güzel düşünmüşsün. !”dedi. Arkasından akordiyona aklımın takılmasını sordu. Armonikayı anlattım güldü. Küçüklüğünde sana bir zilli mızıka getirmişim, onunla çok  uğraşmıştın. Demek ki sesi kulaklarında iyi etki bırakmış’!”dedi. Amcam “Akordiyonla hiç ilgilenmedim!”dedi ama ben gene de ondan sordum. Akordiyon almak istesem ne yapabilirim. ? Amcam hiç düşünmeden “İstanbul’a gideceksin!”dedi. Sonra da “Dur, bizim  Mithat bu işleri bilir, ondan soralım!”Karşı odaya gitti, Mithat Beyle birlikte geldi. Mithat bey bize gelmişti beni görünce “Koca adam olmuş!”deyip sarılıp kollarıyla sıktı. Amcam anlatmış olduğu için hiç soru sual etmeden “Sana bir mektup verelim, mektubu alacak  kişi çok kolay yerdedir. O sana elinden gelen yardımı yapacaktır. Zaten müzik aletleri İstanbul’da iki semtte bulunur. Beyazıt’la  Yüksek  Kaldırım denilen yokuşta!”dedi. Mithat Bey de  akordiyonun  giderek  önem kazandığını, Balolarda akordiyonun arandığını anlattı. Amcam , ”Nasıl geldiğimi, ne zaman döneceğimi, nerede kalacağımı sordu. Akşam kalacağımızı söyleyince, “Ben seni gelir alırım, evde konuşuruz, kızlarım büyüyor onları  da gör. Yengen biraz sert konuşur ama o da seni sever. Yatmaya gene dönersin!”dedi. Hastaneden sonra Pazar yerinde biraz dolaştım. Pek ilgimi çekmedi, çarşıya gittim. İsmet ya da Mehmet birinden biri gelmiş olabilirdi:Kimse ile karşılaşmadım. Bir kasap dükkanı önünden geçerken benim boyumda oldukça sarışın, şişmanca birini gördüm;bu Kasap Sami olabilir diye düşündüm. Oğlan da bana baktı ama , öyle geldim geçtim. Gene Arasta önüne geldim. Yakın olan  Pehlivan amcamın hanına, daha doğrusu han kahvesine gittim. Kahvede insanlar tıpkı bizim kahve gibi, kağıt oynuyorlar, küfrediyorlar, bir birlerine bağırıyorlar. Köyle kasaba arasında hiçbir değişiklik yok. Tüm kasabalar böyle  mi acaba? Diye düşünürken Pehlivan Amcam yanıma geldi, benim düşüncelerimi okumuş gibi bana sordu, ”Nasıl, sizin kahveden bir farkı var mı? Buradakiler kasabalı değildir, hepsi balkan köylerinden. Kasabalılar bizim kahvelere gelmezler. Çarşıda , dairelerde gördüklerinin hepsini gittikleri başka yerler vardır:Askerlerin, memurların ayrı ayrı kulüpleri vardır!”dedi. Amcam bunları bana neden anlattı tam anlayamadım ama böyle oluşuna da sevindim. Çünkü kahvelerin  pek temiz yerler olmadığına inanmaya başlamıştım. Anımsadığım kadarıyla Alpullu’ da da birkaç kez kahveye gitmiştik. Orada da aynı konuşmalar, sigara dumanı, kağıt oyunları, domino taşları, küfürler bağrışmalar. Ali Ağabeyim geldi, Arasta ile  kalığımız yerin arasındaki aşçılardan birine girdik. Biz orada yemek yerken Hasan Amcam  oradan geçti. Açık  pencere önünde oturduğumuz için bizi gördü geldi, Yandaki dükkanı gösterdi, kayın biraderinin, daha doğrusu Atiye yengemlerin dükkanıymış. Oradan alış veriş ediyorlarmış. Amcam gene tekrarladı, beni bekleyeceklermiş. Yemekten sonra gene çarşı içinde dolaştım. İyice akşam oldu. Artık İsmet ya da Mehmet falan beklemiyorum. Parkta insanlar oturuyorlar, kadınlar kızlar. Buranın parkı Lüleburgaz parkından daha gösterişli. Sürekli radyo çalıyor. Amcamın evi çarşıya daha doğrusu Arastaya çok yakın, biraz çekinerek gittim. Kocaman, eski bir tahta kapı, Demir bir çekiçle yine bir başka demire vuruluyor. Çan gibi ses çıkarıyor. Kapıyı Şetvan açtı. Amcamın büyük kızı, evde bir de arkadaşı varmış, bana tanıttı. Fabrikatör Ahmet Ziya’nın kızıymış. Güzel bir kız. Ahmet Ziya adını hep duyardım. Ama bizim köyde hep Ahmet Ziya’nın  değirmeni derlerdi. ”Demek onun bir de fabrikası da varmış!”dedim içimden. Az sonra amcam beni içerdeki odaya aldı. Burasını iyi biliyorum, amcamın çalışma odası. Klarneti, masası, yığınla notaları burada. Geçen defa da bana buradan ayırarak notalar vermişti. Önce  gene notalar ayırdı. Kendi eliyle yazdığı notalar. Bandoda çok çalınıyorlarmış. Marşlar:Mehmet Ali , Saffet, Veli, Zatı beylerin besteleriymiş. Birer sayfalık notalar. Marşı Militer, Macar dansı dediği iki baskılı nota verdi. Uzun ama baş tarafını biraz çaldı çok hoşuma gitti. Gül Nihal adlı bir şarkı ile  gene çok uzun basılı iki nota verdi;Yusuf Paşa’nın saz semaisi, Sirto adlı el yazması bir oyun havası…Gül Nihal’i klarnetle çalınca yengem içerden sözlerini söylemeye başladı. ”Yengem de biliyormuş!”diyecek oldum. Amcam gülerek, ”Bu çok yaygın bilinen eski bir şarkıdır, onu herkes birkaç kez duymuş olabilir, bunun için veriyorum, çok da kolay çalınır!”dedi. Mithat Bey mektup yazmış, zarfın bir tarafına da  mektubun verileceği  yerin yolunu çizmiş. Trenle gidersem iner inmez karşımda olacakmış. Otobüsle gidince de Sirkeci istasyonu önüne çıkıp hemen karşıya  geçince köşede 3. dükkan. Rıdvan Umay. “Aaa, ben bunları biliyorum!”dedim. Amcam tabii biliyorsun. Zaten biz sana onu değil onu bulman için yerini tarif ediyoruz !”dedi. İzin alıp ayrılım. Tam  Pehlivan amcanın kahvesine gittim ki, Ali Ağabeyim beni bekliyormuş. Pehlivan amcanın yazlık sineması başlamak üzereymiş. Nefes nefese yetiştik. . Gelecek filmlerden parçalar gösterildi, Üç Ahbap çavuşlar çıktı. Film olarak da Bataklı Damın Kızı Aysel’i izledik. Bundan bir bölüm görmüştüm. Ali ağabeyime “Bizim köy gibi bir yeri gösterecek!”dedim. Yakınımızdakiler yanlış duydular her halde “Onların köyünün filmiymiş!”diyerek bir birini dürtüp dürtüp  başlarını çevirerek  bize baktılar. Ben hiç aldırmadım ama Ali Ağabeyim çok içerlemiş, eğilerek “Beni mahcup ettin!”dedi. Filmin bundan sonrasını daha ciddi olarak izledim. Aslında köyde geçiyor ama ne o köy ne de insanları gerçek köylü değil. Nasıl olsa film deyip çekmişler. Gene de inekler inek. İneklerin sütleri tıpkı bizim  evdeki gibi sağılıyor. Kahve sanki bizim kahve, konuşmalarda fazla bir fark yok. Hele sarhoşlar:”Bayramlarda ya da düğünlerde bunları ben çok gördüm!” diyebilirim. Aysel’in güzelliği için fazla bir şey diyemiyorum. Aysel gerçekten çok güzel. Filmden sonra Ali Ağabeyimin öfkesi geçmiş olacak beni parkın karşısında bir tatlıcıya götürdü. Tatlı yedik. Ali Ağabeyime Hasan Amcam ile yaptığımız konuşmalardan, mektuptan söz etmedim. Parayı alınca, ne yapacağımı sorar da nasıl bulacaksın? ” diye sorarsa anlatacağım. Bundan sonra tek düşüncem parayı almak. Bu nedenle de Ali Ağabeyimin  dediklerini iki etmiyorum. Sinemadaki hatam son olacak. Yatınca  İstanbul’a nasıl gideceğimi düşündüm. Kendimi cesaretlendirmek için , Edrne’ ye nasıl gittiğimi, şimdi daha da büyüyüp yüreklendiğimi, arkadaşların asker olduğunu düşünüp kendi kendime söylendim. Ali Ağabeyim yatarken daha uyudu. Kıpırdamadan uzandım…Bataklı Damın Kızı Aysel’i düşündüm. C’ den A’ dan ne farkı var? C ağabeyi yanına gitmişti, orada kalıp tanımadığı biriyle evlenseydi, daha mı iyi olacaktı? Belki  o da  kötü yollara düşecekti Böyle düşündüğüm için kendimi kınadım.

 

31  Temmuz  1940 Çarşamba . .

 

Sabah  parkın karşısındaki küçük bir aşçı dükkanında kahvaltı ettik. Parkın  önünden Şoför Hasan olarak anılan öteki Hasan Amcam bizi gördü, geldi. Parkın yakınına  taşınmışlar, evlerini gösterdi, bizi  çağırdı. Ali ağabeyim söz verdi. Amcam gidince ben, Ali ağabeyime  kestirip attım, ”Onların evine gitmem!”Amcamın elini öperim ama yengenin yüzüne bakmam!”dedim. Yıllarca önce babamla ortaokula kayıt için geldiğimizde kısa bir süre için onlarda kalmama amcam  olur dediği halde yenge” “Bir gün bile m kalamaz!”dediği zaman babamın nasıl üzüldüğünü, titreyerek kalktığını ”Allahaısmarladık!”bile demeden evden çıktığını hiç unutmuyorum. Ali Ağabeyim şaşırmış olarak baktı, ”Ben bunu bilmiyordum, babam bundan bana hiç söz etmedi. O günden sonra Hasan Amcam bize çok geldi. !”dedi. ”Yengem geldi mi? ” diye sordum. Başıyla “Hayır!”işareti yaptı. Ben bir süre çıkıp parkta oturdum. Ali Ağabeyim iş ilişkileri olan birileriyle görüşmek üzere bir yerlere gitti. Döndüğünde neredeyse öğle olmuştu. Kızılcıkdere’ de az kalmak üzere yola çıktık. Ben, bilmiyordum:Dün bizimle gelen  Nadar Veli ile  Kaba Kamber  geçen gece Kızılcıkdere’de kalmışlar, bizi orada bekliyorlarmış. Kızılcıkdere çok yakın, bir Şeytan Dere geçiliyo, az sonra  da köye giriliyor. İsmet’lerin eviyle  Mehmet dayımın evleri karşı karşıya. Kapı önündeymiş, bizi gören Mehmet Dayım, atları durdurdu “Hep oraya, hep oraya, onlar buğday yiyor da biz arpa mı yiyoruz? Arpa yesek bile size kadar buğday buluruz!”diye çıkıştı. Ali Ağabeyim, ”Atları bile çözmeyeceğini, İsmet’i görüp gideceğimizi söyledi. Dayım gülerek, ”Ah şöyle neler yapacağımı anladınız işte başka zaman buna göre  davranırsınız!”deyince Ali Ağabeyim, bağları bozunca ona göre hazırlan, bir değil iki gece geliriz. Teyzen çoktandır bunu istiyor!”dedi. Biz kapıda durunca İsmet’in kardeşi Sabri koşarak geldi. Arkasından evdekiler hep çıktı. İsmet babasıyla Pınarhisar’a gitmiş. Muhittin Eniştemin oradan  alımları varmış. İsmet babasına yardım ediyormuş. Ali Ağabeyim bizim yolculara haber gönderdi, fazla kalmadan oradan ayrılık. Zühre tTyzem, ”Ayağınıza sağlık, siz geldiniz, şimdi  sıra İsmet’e  geldi. En kısa bir zamanda göndereceğim. Zaten görüşemediğinize çok üzülecek. Bana, ”Okul sizi bir birinize çok yaklaştırmış. Okuldan önce birbirinizin adlarını bile anmıyordunuz!”dedi. Ali Ağabeyimse “Büyüdükçe bir birlerinin kıymetini anlıyorlar!”diyerek Zühre Teyzemi doğruladı. Köylülerimiz bekliyormuş geldiler yola çıktık. Köyden çıkınca  büyük bir alan, Kızılcıkderelilerin harmanlarıyla dolu. Yüksek, sayısız yığınlar. Onlar yığınlara bakarak bizim köyle Kızılcıkdere topraklarının verimliliği üstüne konuşuyorlar. Bense harmanlıktan sonra Bayramdere tarafına doğru koca koca ağaçların kesilmeden nasıl kalabildiğini merak ettim. Orman desem orman değil, Tarla desem tarla da değil. Yüzlerce, tam kömürlük ya da kerestelik ağaçlar. Sonunda sordum, ”Bu ağaçların sahibi var mı? Bunu sormamı beklermiş gibi Nadar Veli, hemen sözü aldı, onların evkafın malı olduğunu, böylece köylüler salt gölgelerinden  yararlanıyorlar, keçilerde belitlerinden, diyerek güldü. Daha sonra da bana evkaf hakkında bilgi verdi. Babamın zaman zaman anlattığı, buradaki köyler kurulmadan buraların padişahların  emlaki olduğunu, arada çiftliklerin bulunduğunu, savaşlar kaybedildikçe göç eden insanların   çaresizlikleri  görüldükçe buraların padişah ailesin elinden çıktığını, ancak o zamanlar bu tam çıkma sayılmadığını, köylere oturanların   icarcı olarak kabul edildiğini, sürekli  kira ödeyecekleri söylendiği, ancak padişahlık yıkılınca  toprakları işleyenlere  hak tanındığını sonra da bunlar tapuya bağlandığını anlattı. Sonunda da sözü ağaçlara getirerek, , Padişah yerlerinin dağılımında eşit bir ölçü tutulmuşu. Bu, tüm köyler için geçerliydi. Ancak bazı köylerin nüfusu  kapladığı topraklara yetişmediği için oraları devlet vakıflara verdi. Yani devlet kendi kontrolüne aldı. İşte Kızılcıkdere’deki  bu ağaçlık bölge böyle bir vakıf  alanıdır. Bu kez de ben bildiğim daha doğru biraz anımsadığım bir konuyu açtım. Emlakşahane nedir? Nadar Veli amca gülerek “O artık bir sözden ibaret  bir söylemdir. Günümüzde böyle bir yer yoktur. Eskiden bu Osmanlı çiftlikleri gene Osmanlı ailesi arasında da bölüşülürmüş. İşte bizim köylerin bulunduğu bu alan, Ergeneden  Istrancalara kadar uzanan  bu geniş alan  Padişah Abdülmecit tarafından oğullarına taksim edilmiş. Bu oğulların arasında 2. Abdülhamit’te bulunmaktadır. Ancak 2. Abdülhamit mal mülk seven biridir. padişah olunca kendi yerlerini, padişah değilmiş gibi işletmeyi sürdürmüş. Bir bakıma onun yerleri herkesten daha çok makbul sayılmaya başlanmış. Uzun zaman da padişahlık yapığı için onun yerlerıne görevliler Emlak_ı şahane, yani  makbul emlak demişler. Bu sözü halk Emlakşahane ya da sadece Emlakşane’ye çevirmiş. Bugün ise o yerler sadece semt adı olarak anılmaktadır. Kızılcıkdere’den başlayan , Bayramdere, Kavakdere, Deveçatağı, Erikleryurdu, bizim köyün bir bölümü 2. Abdülhamit’ten kalmadır. Bizim köyde de  Kavakdere tarafında bazı yerlere de bu ad verilmektedir. Nadar Veli amca anlattı ben dinledim. Söz tam bitmedi ama , bizim köyün mezarlığını görünce, ”Hepimiz, ”Ne çabuk geldik!” dedik. Onlar harman savurmaya yetiştiklerine sevindiler, ben Kırkareli’ye gittiğime, istediklerimi aldığıma sevindim. Bunları düşünüyordum. Ablam çocuklara bir şeyler almamızı tembihlemişti. Alşi ağabeyime bunu söyleyince  Ali ağabeyim , oyuncağı bırak onlara lokum alalım!”demişti. Dört paket lokum  bir elimde kendi  paketim de bir elimde kahvenin önünde arabadan indim. Babama selamları söyledim. Babam, en çok Pehlivan Amcanın  selamına sevindi. Eve gittim, Teyzelerimin selamları söyledim, İsmet’le görüşemediğimi duyunca  ablam da üzüldü. Beni teselli için”Daha zamanın var bir ara gene gidersin . Ali Ağabeyin sık sık Kırklareli’ ye gidiyor:Birinde seni Kızılcıkdere’ ye bırakır, dönüşünde alır!”dedi. Ben de, teyzelerimin onu beklediğini söyledim. Ablam ağlamaklı oldu. ”Bence onlar  haklı, beni  kardeşleri yerine koyuyorlar. Annemi kaybetmenin acısını unutamadılar. Kardeş olarak sürekli geçmişi, gençliklerini konuştuklarından acılarını  sık sık tazeliyorlar. Bu biraz da bundan kaynaklanıyor. Ben gidince de sürekli bunlar konuşuluyor. Bir birine yakın olmaları da bunu  görüklüyor. İki kardeşin yakın olması iyi ama bir de işin bu tarafı var!”Ablam, ”Çocuklara lokumları sen ver, çocuklar elinden bir şey aldıklarına daha çabuk ısınırlar;hele bu tatlı bir şey olursa,  hemen yaklaşırlar!”dedi. Ablamın dediğini yaptım. Yahya çok sevindi. Büyük olduğu için  tavırlarıyla da sevincini belirtiyor. Bu akşam erkenden yatmaya karar verdim. Bu bir ay içinde  İstanbul’a nasıl gideceğimi düşünmeye başladım. Bir çok  saptamadan sonra 31 Ağustos Cuma günü okula gitmek üzere Lüleburgaz’a gidip, oradan İstanbul’a gitmek, cumartesi günü işimi görüp gece treniyle Lüleburgaz’a dönmek, pazar sabahı da okulda olmak. Ancak daha önce Lülerburgaz’a gidip tren saatlerini öğrenmek zorunlu. İstanbul’a gece gidiş varsa onu beklemek, dönüşte de gene gece dönmek işimi kolaylaştıracak, türünden  düşünceler ürettim. Böylece  gece kalma yeri derdi olmayacak. Bunları bir bir hesapladım. Lüleburgaz’a bir pazartesi nasıl olsa giderim. Lüleburgaz’dan istasyona daha önce gittiğim için hiçbir  engel düşünmüyorum. Tren istasyonunu tanıdık bir yer gibi düşünüyorum.

 

1  Ağustos  1940   Perşembe

 

Harman başladı. Buradaki harmana pek gitmek istemiyorum. Eski harman yerini değiştirmişler, aşağıda dere içinde bir yere geçmişler. Çevre harman dolu, gören geliyor. Benimle konuşmaları sorun değil ama  toplanınca çalışanları da oyalıyorlar. Bunu düşündüğüm için gitmedim. Ablam da beni haklı buldu. ”Bir kaç gün geçsin, gidersin. Otur derslerine çalış, geleli beri pek çalışmadın!”dedi. ”Muhtar Amcayı görüp görmediğimi sordu, ayaküstü konuştuğumuzu söyledim. ”O seni çok sever, karşılaşmalarımızda hep sorar!”dedi. Kahveye indim, gramofon plaklarını elden geçirdim. Yeni plak az ama yeni, güzel şarkıcılar var:Hamiyet Duygulu yerine  bu kez başka bir Hamiyet, Hamiyet Yüceses geçmiş. Safiye Ayla’nın  plakları çoğalmış. Münir Nurettin Engin’den bir plak var. gene  Münir Nurettin Selçuk üç plağı, Müzeyyen Senar’ın iki plağı  var. Benim sevdiğim bir zeybek plağı vardı  çok çizilmiş, atlıyor;ona üzüldüm. Plakları  silip temizledim, sıraya koydum. Babam, iş arıyorsan sana bir iş bulayım!”dedi. Kuyudan birkaç teneke su gelecekmiş. Ancak babam bir koşul öne sürdü;bu su Abbas amcamın kuyusundan gelecek!”Bir an duraladım:”Niçin acaba? Yoksa babam kuyu başında C ile karşılaşırsam, üzüleceğimi mi düşünüyor? ”Ben öyle  duraksarken babam, nedenini de açıkladı. Abbas amcamın kuyusunun suyu gürmüş. Biraz acımsı olduğu için  içilmediğinden fazla su çekilmiyormuş. . Öteki iki kuyunun suları tatlıymış. Bu nedenle herkes oradan aldığı için yazın kuyuların suları iyice azalıyormuş. Babam bunları düşünerek kahve bahçisinin sulama suyunu Abbas amcamın kuyusundan alıyormuş. Bunu duyunca içim rahatladı, üstüne üslük buna daha çok sevindim. Zaten Abbas Amcama ağabeyi Hasan Amcamdan selam getirmiştim, söylerim!”dedim. İki teneke aldım gittim. Babam, ”Sakın tenekeleri çok doldurma, bir yerine iki dön ama çok doldurup boynunu zorlama!”dedi. Abbas amcam  bostan dolaşmaya gitmiş. Yengem, ”Bu yıl bostan uzakta, bağlık altında, amcan, harmana başlayınca gidemem, gidip bi göreyim, dedi!”gitti. deyince ben, selamları söyleyip su taşımaya başladım. Babamın  uyarısını önemseyerek bir tenekeyi ikiye bölüp hafif hafif taşıdım. Babam suyu taşıyınca hemen çiçeklere dökmez. Çiçeğe su gün batarken  ya da gün doğarken dökülürmüş. Bu nedenle taşına sular özel bir su fıçısı var ona konuyor. Saymadım ama döne döne fıçıyı doldurdum. Yarımşar iki teneke de fazla getirdim. Babam gülerek “Çayı hak ettin deyip eliyle bana taze bir çay  getirdi. . Bizim okulun çiçeklerini sordu. Ben bizim okuldan çok anlatmaya bir türlü olanak bulamadığım Sarımsaklı çiftliğinde gördükleri anlattım. Babam biliyormuş, iki kez gidip gezmiş. Birini Muhtar Amca ile izin alarak gezmişler, birinde de Çiftlik yönetimi köylerden sırayla, çiftlik arabalarıyla getirip götürmek üzere  insanlar çağırıp bilgi vermişler. Zaten babam o çiftliğin  Cumhuriyet öncesi durumunu da biliyormuş. Beni dinledikten sonra, Devlet isterse   sığırdan sucuk, isterse sucuktan sığı yapar!”deyip, güldü. . Kepirtepe’deki bağı sordu. Bağın , daha üzüm vermediğini, ama çok yeşil yaprakları, gür çubukları olduğunu söyledim. Babam, ”Kepir toprakta Papaskarası iyi oluyor, bence Papaskarası çubuklarını çolaltmalılar!”dedi. Babam , sıkıldığımı anlamış olarak bir öneride bulunu, ”Eline bir sopa al, gezine gezine çeşmeye kadar yürü. Harekete alışkın olduğu için bedenin gezince açılır!”dedi. Dediğini yaptım, elime  bir değnek aldım, Bir yer gidiyormuş gibi, tepedeki harmanların arasından, bana bakanlara hiç aldırmadan Çeşmedere yönüne yürüdüm. Çok sevdiğim çeşmeyi, özellikle o koca meşeleri özlemle izledim. Hafif rüzgarda yapraklar gene o hışırtıyı çıkarıyor. Eskiden bu hışırtılar uykumu getiriyordu. Şimdi  uykudan çok düşünceye sürüklüyor. Yapraklar arsından gene gök yüzünü görüyorum. O zaman da ben bu gök yüzünü görmüşmüydüm acaba. ? Nedense bir soru   dilimin ucuna geldi takıldı. Kepitepe’de de gök yüzü bu denli mavi mi? ”Sırt üstü toprağa yatıp hiç bakmadım. Gider gitmez bunu bir deneyeceğim. Belki de bu güzelliği ağaçların hışırtıları  tamamlıyor. Kepirtepe’de  böyle bir hışırtı olur mu? Koyunlarla buralara geldiğimi anımsadım Bu en büyük Meşenin gölgesi nedense Muhtar amcanın koyunları için ayrılmıştı. Muhtarlığından falan değil, belki de bir rastlantıydı. Öteki on kadar meşe de gene  koyunu çok alanlar arasında  bölüşülmüştü. Bizim meşe  en güzel düzlüktekidir. Ancak çeşmenin üstünü kaplayan en makbul olarak sayıldığından gözler hep buradaydı. Kendi koyunlarımızı burada  gölgelemek için planlar kuruyordum. Geçen yıllar bu meşe için bir de öykü yazmıştım.

Çeşmenin karşsındaki tepe Ardıçlık denilen yöre. Yaz kış yeşil. Yeşillikler diken olduğundan koyunlar, keçiler yiyemiyor. . Bu nedenle de koyunların, keçilerin içinden gelip geçtiği Ardıçlık dimdik ayakta duruyor. Hava kararmadan gene aynı yoldan köye döndüm. Bu kez köye aşağı mahalleden, dünkü olcu arkadaşlarımız Kaba Kamber ile Nadar Veli amcaların  evleri yanından girdim. Küçük ablamın evine uğradım, ablam daha gelmemiş, ara sokaktan yola çıktım. Geçen gün C ile karşılaştığım yerden geçerken  gene karşılaşacakmış gibi kendime çeki düzen vermeye kalkıştım. Hamza Amcanın   gür sesi yankılandı:, ”Hayvanların suyunu sakın unutmayın!”Kendi, kendime  içimden tekrarladım, ”Hayvanların suyunu  sakın unutmayın!”

Kahveye uğradım, babam, ”Gittiğin iyi oldu değil mi? ”dedi. dışarıda asmaların altında oturdum, üzümlere. baktım, salkımlar büyümüş ama daha renkler bile oluşmamış. Oysa ben bu günlerde  karpuzlar gibi üzümlerin de olacağını sanıyordum. Yanımdakilere bunu söyleyince onlar “Bu yıl havalar kurak gittiği için ekinler erken oldu, her yıl bugünler  ancak demet çekmeye başlıyorduk. Bu yıl ise harmana bile başladık!”dediler. İnanamadım:Bu tarihleri defterime yazacağım. Bakalım gelecek yıl bu günlerde neler yapılacak? Furtun Şerif  geldi. Gülerek, bana, Sana sorular sormak istiyorum, kusura bakma ama, sorularım, benimde bildiğim konulardan  olacak. Ben böylesini  düşündüm; iyi bildiğim bir konu olsun. Bakalım sen, benim bildiğimi nasıl anlatacaksın? Herkes  güldü. Komşumuz Dede  Mehmet az konuşan biridir, Şerif Furtun’a “Sen çok  görmüş birisin, o daha dünkü çocuk, senin bildiklerini nereden bilip de  sana anlatacak? Gülüştüler. Onlar  tartşırken gündüz babamla konuştuğumuz Sarımsaklı Çiftliği aklıma geldi;orasını bilenler var:Ya orasını ya da  şeker fabrikasını anlatabilirim!”

Sarımsaklı Çiftliğinde karar kıldım. Hiç duraksamadan, ”Siz ömrünüz boyunca Buğday ekip biçiyorsunuz. Sürmeniz, ekmeniz, biçmeniz, dövmeniz, aylarca süren bir uğraş. Bunların, bir defada ekildiğini, biçme mevsimi gelince de bir günde biçilip, öğütüldüğünü görmemişsinizdir. Ben size bunu anlatayım!”dedim. Olayı bilenler varmış ama önceden onlar da kavrayamadılar. ”Dünyada buğdayı biçerken bir taraftan tarlayı süren öbür taraftan da  buğdayı  un edip ekmek yapan  makineler var!”Furtun Şerif gevrek gevrek gülerek, ”Sen bunları gördün mü ki anlatacaksın? ” dedi. Ekmek yapanın dışındakileri gördüm hem de burnunuzun dibinde, Sarımsaklı Çiftliğinde!” deyince hepsi  dikkat kesildi. Çoğu da oradaki makineler için değil benim bir öğrenci olarak onları gidip görmeme şaşırdılar. İçlerinden birileri “Biz çiftçi olarak geçiniyoruz, adamlar arabalarıyla gelip götürmek istedi de biz  kıvırdık, bakın adamlar okul çocuklarını bile gezdirmişler!”dediler. Ben düzeltme yaptım, bizi , onlar gezdirmedi, kendi Tarım dersleri öğretmenlerimiz gezdirdi!”dedim. Sonra da gördüklerimi anlattım. Anlattıklarımı  dikkatle dinlediler. Bu arada Sarımsaklı Çiftliğinin dünyada bir tane olduğunu söylediler. O zaman da bunun yanlış olduğunu, kahvelerde bilmeden yapılan konuşmaların bu yanlışları arttırdığını, Dünyada Sarımsaklı bir tane olsa, oradaki makineleri de onlar yapar. Oysa makineleri dışardan alıyorlar. Nitekim bir arkadaşımız, bizi gezdiren mühendise “Biçerken öğüten hatta ekmek yapan var mı!”diye sorduğunda mühendis, ”Var ama öylesi bizim işimize yaramayacağı için getirtmiyoruz!”dedi, deyince Furtun Şerif, işta ben bunu istiyordum, Biz bakar körüz, gördüklerimizi bile doğru görmüyoruz. Kahvelerde bir birimizi şişirerek yaşam boyu  aynı şeyleri konuşuyoruz. Sarımsaklı buraya  yaya olarak üç saattir. Lüleburgaz’dan dönerken  bir saat fazla yürüsek orasını pekala görebiliriz!”Sokmazlar! diyen oldu. Furtun Şerif sinirlendi, 1930 yılından beri Alpulu Şeker fabrikasına bu köyden pancar taşınıyor. Gelen görevliler kaç kez “Uygun bir zamanda gelin fabrikayı yakından görün, pancarınızın şekere nasıl dönüştüğünü görün!” dedikleri halde birlik olup  on yıldır gidemedik, kasabalılar haklı olarak bize yaban gözüyle bakıp kendilerini uzak tutuyorlar. Biz gerçekten yabanız!”Uzunca bir suskunluktan sonra bana  :”Sizin okulda da biçerdöğer, traktör var mı? ” dediler. Okulumuzun yeni kurulduğunu, bu tür makine gerektirecek ekim yapılmadığını, şimdilik  okul, tüm gücüyle artezyen açtığını, yakında bu tür makinelerin de alınacağını anlattım. Sarımsaklıyı bilenler, oranın da aslında çoğunlukla kepir toprak olduğunu ancak işlene işlene  kepirliğin o yapışkan özelliğinin azaldığını, çiftçiliğe daha uygun duruma geldiğini, bizim okulun toprağının da zamanla öyle olacağını söylediler. Furtun Şerif gülerek, karşısındakilere “Bak gördünüz mü, ’Çok yaşayan değil çok gezenler  çok bilir!”sözü işte bunun için söylenmiş. Bana dönerek, ”Sen bize birkaç yıl sonra  katılarak güleceksin. Çünkü sen bir çok yeniliği göreceksin, çoğunu da öğreneceksin. Dönüp buraya geldiğinde bizim hala  şarapanalarda üzüm ezdiğimizi, ( Şarapana, meşe tahtalarından yapılmış 1X1X3  metrtelik su geçirmez ahşak kazan)el keseriyle mısır  koçanı kazıdığımızı, el değirmeniyle bulgur yaptığımızı görüp şaşıp kalacaksın. Bize doğruyu anlatmaya kalktığında da bizim gene  bildiğimizde gittiğimizi görünce belki de acıyarak güleceksin. Aynı durum Eğitmen Mustafa’nın  başında geçti. Fi tarihinden beri yeşil ahlat yiyorduk. Çocuk  yalvar yakar aşı yaparak bize zevkle meyve yemeyi öğretti. Kimimiz hala  aşının  yararlarını anlamış değil. ”Bu kez söze karışanlar oldu. Şerif Furtun,  eliyle Kurudere ahlatlığını göstererek. ”Bana değil  ahlat ormanına bakın, kaçı aşı yapılmış? Hepsi neden yapılmıyor. ? ”Gülüşmeler oldu. Her zaman olduğu gibi olayı saptırmalar başladı. ”Ahlatlar armuda dönüşürse köyce bölüşme işleri  hır, gür getirecek, köyün  şirazesi bozulacak

diyenler oldu. Vakit oldukça gecikmişti. Birileri, ”Gene lafa daldık, yarın harman var!”diyerek kalktı. Bence bu geceki konuşmalar bir çok geceye göre daha  derli toplu oldu. Furtun Şerif, bir kez daha  deneyimli, dikkatli bir insan olduğunu gösterdi. O konuşurken “Beni kimse dinlemez, biliyorum ama gene de koşuyorum!”demesine karşın bence oldukça dikkatli dinleniyor. Böyle düşünerek, bu geceyi başka gecelerle karşılaştırmaya çalıştım. Yatağımın araba içine yapılığını gördüm. Ses çıkarmadan hazırlanıp yattım. Bu gece yıldızları daha rahat izleyebileceğim. Yazık ki gök yüzünde  tek tanıdığım yıldız bir sabah yıldızı bir de Kervan kıran. Onları görmek için de gece yarısını uyanık  geçirmek gerekiyor. Öteki yıldızların da adı var, örneğin Kutup yıldızı. Bunu coğrafya dersimizde Sabit Soysal Öğretmen çizerek gösterdi ama gök yüzüne bakınca hangisi olduğunu ayırmak kolay değil. Bunu öğrenseydim şimdi işime yarayacaktı. İşte bir can sıkıntısı, geçen yıl coğrafya derslerimiz boş geçmeseydi kesinlikle bunu seçebilecektim. . Samanyolu üstümüzde dönüyor. Bunu biliyorum. Akşam yattığımız zaman  üstümüzde  dikeyken sabah erken kalkınca düpedüz yan döndüğünü gördüm. Bakarken gözlerimin yorulduğunu duyumsadım. Yavaşça kapadım. Bir iki denemeden sonra baktığımda yıldızlar kaybolmuştu. Oysa yıldızlar hep yerinde duruyor. Uykuya dalınca ortalıktan çekilen -Kaybolan)benim. .

 

2  Ağustos 1940  Cuma…

 

Geç uyandım, Başucumda  iki dosya var. Birden  algılayamadım. ”Bu dosyaya benzeyen şeyler de ne ki? ”deyip    düşündüm. Uzanıp bakmadım. Ali Ağabeyimin işleridir, herhalde birisiyle ilgili bir emanet   taşıyor ”deyip dışarı çıktım. Küçük ablam evde kalmış, bugün büyük ablam harmancılığı üslenmiş. Saim’i sordum. Saim’i de dedesi kahveye götürmüş. ”Herkes, yerini bulup yerleşmiş, açıkta kalan bir ben miyim ? ” deyip  hazırlanan kahvaltıya oturdum. Ablam, kahvaltılarda ne yediğimizi sordu. Sıvı olarak sürekli  sıcak su gibi bir çay içtiğimizi söyledim. Çok ender de çorba yediğimiz oluyor!”dedim. Ablam üzüldü. Oysa köydeki kahvaltılar da bundan farksız, bunu o da biliyor. Bizim evde, ablamın olduğu zamanlarda, sabahları bir tepsi pekmezli kaçamak, bir bakraç erik ya da armut kurusu  hoşafı hazırlanır, herkes ondan nasibini alırdı. Kalabalık dağıldıktan sonra  belki biraz değişti ama  yiyecekler gene o tür nesneler. Araya yağda yumurta gibi özel yiyecekler girse  bile çoğunluk dediğim türdendir. İşte bizimki de öyle bir şey, alıştığımız için  başka türlüsünü beklemiyoruz. Ben böyle söyleyince ablam bu kez, ”O zaman öğle yemekleriniz iyidir!”dedi. Ablamı üzmemek için öğle yemeklerini, akşam yemeklerini biraz abartarak anlattım. Daha ziyade revani, tulumba tatlısı, baklava, kaymaklı kadayıf türü tatlıları bol bol yediğimizi söyledim. Gerçekten Edirne’de, Alpullu’da hatta Lüleburgaz’da bu dediklerim  oluyordu. Giderek  saydığım tatlılar haftada bire düştü. Bunun geçici olduğunu bize söyledikleri için ben de bu geçici durumu geçici sayıp ablacığıma  eski  yediklerimizi anlattım. Ablam buna memnun oldu. Ancak, ablamın memnuniyeti sanırım kısa sürdü, çünkü yüzünün rengi değişerek “Askercikler ne yiyorlar acaba? Tayın denilen kuru  ekmekleri buluyorlardır, inşallah!” deyip. önümdeki boşalmış tepsiyi kaldırdı. Saim’i almak için kahveye giderken ablam, ”Babam sana kitaplar getirdi, gördün mü? ” dedi. Meğer dosyaları Eğitmen Mustafa Ağabey kahveye getirmiş. ”Harmanla uğraşıyorum, okula pek uğrayamadığımdan  dosyalara kendisi evde rahat rahat baksın!”diye getirdim!”deyip babama bırakmış. Dosyaları alıp karıştıdım. Bir tanesi bana hiç gerekli değil. Birinde de  son dört ayı bizim okullarla ilgili yazı içermektedir. Mart sayılarında yasa  hazırlandığı duyuruluyor. Yasada neler olması gerektiği üstüne öneriler öne sürülüyor. Yasa çıkınca da çoğunlukla beğeniliyor. Çok az sayıda insan da kuşkulu sözlerle bizim okullara güvensizliğini belirtiyor. Derginin birinde de yasanın kendisi var, meclisteki konuşmalarla  yasa maddelerini eleştiren kimselerin sözleri var. İşte bu kişilerin eleştirileri bence çok önemli. Sanırım Fikret Madaralı Öğretmen, geleceğinizle ilgili  görüşleri olan                   insanların düşüncelerini bilmelisiniz, derken bunları kastediyor. Yedek subay olmamızı istemeyenler bile var. Yasanın tümünü anlamam zor, bir çok ödevler gene yasalarla düzenlenecekmiş. Gelecek derslerimizde biz  bu yasa ile ilgili bir çok soru sorup, yeni bilgiler edineceğiz. Ben şimdiden sorular hazırlayacağım. Daha önce okuduğum Hıfsırrahman. Raşit Öymen’in uzun yazısında da  kapalı, karışık bir çok fikirler vardı. O yazı burada da var. Onu bir daha okuyup anlamaya çalışacağım. Babam Saim’i getirdi. Ablama “Senin oğlun, Kır Beyi olacak!” insanlardan kaçıyor. Kahveye girenlere bir süre küs küs bakıyor. Yumuşak davrananları yaklaşıyor. Ona yakınlık göstermeyenlere  yüzünü  asarak bakışlarıyla dövüyor!” dedi.

Babam, söylediği Kır Beyi sözünü de açıkladı. Padişah 2. Mahmut zamanında  memlekette asayişi sağlamak için  güvenilir insanlara geniş yetkiler verilmiş. Bunlar, padişah aleyhinde konuşanları asabiliyormuş. Ahlaksızı, hırsızı, sürgün ediyor ya da hapse atabiliyormuş. Ancak bu adamlar ömrü boyunca at üstünde kırlarda dolaştıklarından  doğru dürüst oturup  kimseyle dostluk kuramıyormuş.

Bu yüzden  konuşulan yerlerde birileri susunca “Kır Beyi gibi susuyor” sözü yakıştırılmış. Saim, bir parmağı ağzında, babamı dikkatle dinledi. Babam, ”Kendi hakkında konuşulduğunu, hareketlerimizden, ona bakışlarımızdan anlıyor!”dedi. Saim’in başını elleri arasına  alıp azıcık sarsarak sevdi. Saim sinirlendi, babama elini kaldırdı avuç tarafını çevirerek vuracakmış gibi baktı. Babam gülerek bana, ”Bak görüyor musun, şamar atmasını nasıl biliyor, büyük insanlar da şamar atmaya  böyle hazırlanır!”

Ayşe yengemin oğlu Yahya geldi. Saim’le biraz oynadı . Saim değişik  insanlardan sıkıldı galiba birden ablamın eteklerine sarılarak ağlamaklı bir sesle kucağına çıkmak istedi. Ablam sırtına alıp  yengemlerin tarafına geçti. Bir süre orada kaldılar. Tam o sıra Gülsüm geldi. Saim Gülsüm teyzesine öyle alışmış ki, onu görünce annesini bırakıp koştu. Babam gidince ben, gene dergilere daldım. Uzunca bir yazı var, yurdumuzdaki köy sayılarına varıncaya dek bilgiler veriyor. Köy öğretmeni yetiştirmek için özellikle  Köy Enstitülerinin köylerde kurulduğunu anlatıyor. ”Burada özellikle üç önemli noktaya dikkatleri çekiyor:1-Enstitüler köyde kurulmaktadır. 2-Enstitülere köylü çocukları alınacaktır. 3-Öğrenim süreleri beş yıldır. Köy öğretmenini köyden alacağız, köyde yetiştireceğiz, onlara  mükemmel bir nazari, ameli bilgi vererek, sağlam bedenli, sağlam düşünceli  aydın insanları köye göndereceğiz!”diyor. Bunları söyleyen Milli Eğitim Bakanlığında yetkili biriymiş. Bu kişi bir başka yerde de Köy enstitülerine yetiştirici olarak da  yüksek öğrenim kurumlarından seçilerek  öğretmen verileceğini söylüyor. Anladığım kadarıyla bu adamlar ya düşünemiyor ya da kendilerini  üstün düşünen, ”Ne dersem o doğrudur!”düşüncesine saplanmışlar. Örneğin ben köyden geldim, 3. sınıftayım, iki yıl sonra gene köyüme döneceğim. Tüm arkadaşlarım da öyle. Bizi yetiştiren öğretmenlerimiz seçilmiş gelmiş. Hepsinden hoşnutuz. Ancak onlar bize, köylü kalmamız konusunda bir etki yapmıyor, ya da yapamıyor. Ahmet Gürsel Öğretmen matematik dersini veriyor, matematik bilgimizin artması için çaba gösteriyor. Ancak onun  çok  soylu tavırları beni onun gibi olmaya zorluyor. Onun gibi güzel konuşan, onun gibi giyinen biri olmayı düşlüyorum. Beni bu düşünceden kim nasıl caydıracaktır. Derslerimizin yarısı boş geçti. Kırklareli Ortaokulu müzik öğretmeni derse gelecekti, Uzak olduğu için gelemedi. Müzik dersleri gibi beden eğitimi dersleri de boş geçiyordu. Sonunda bir subay hanımı derse geldi. Bu öğretmen ikinci derste bize hakaret ederce  “Güzelim okulumu bırakıp buraya kır okuluna geldim!”deyip bizi küçümsedi. Ben bu seçilmiş insandan ne alıp, köyüme götüreceğim? Yetişkin  yüksek  bilgili insanlar kendilerini kentli saydıkça beni köylü  şablonu içinde nasıl tutacak? ”Belli ki, dilinin altında  Hıfsırrahman Raşit Öymen’in önerisi var. Köye atayacaksın, cumartesi, pazar hatta tatil tanımadan köyde oturmayı yasal zorunluluk durumuna sokmak niyetinde. Bu konuda yazı yazan insanlar, bir de  o okullara gidip görseler ya, dersler nasıl yapılıyor? Bir yılda iki sınıf geçirdikleri öğrencileri kimler okutuyor? Okuması gereken derslerin kaçı boş geçiyor? Bu dergileri böyle karıştırırsam galiba okuldakinden daha çok huzurum kaçacak. En iyisi bir ikisini karıştırıp birkaç soru çıkarıp, öğretmene karşı mahcup olmamaya çalışacağım. Dosyaları kapatıp dışarı çıktım. Bahçedeki armutlar olmaya  yüz tutmuş. Ağaçlarda ara  ara tırtıl yuvaları var. Babam onları uzun bir sırık ucuna  bir çaput bağlayım sırığı çevirerek alırdı. Onu anımsadım, bu konuda yeni bilgim varmış gibi eski üvendirelerden birinin ucuna çaput sarıp tırtıl avına çıktım. Uzun süre onlarla cebelleştim. Yukarı bakmaktan yorulunca kahveye gidip bir süre orada kaldım. Az da olsa gündüzleri de uğrayanlar oluyor bir süre de onlarla konuştum. Herkesin bir sorunu var. Arabacı Ali dediğimiz komşu oğlu Ali’den yakındı. Oğlu aslında kendi oğlu değil, çok küçük yaşında onu evlatlık almışlar. Şimdi 18 yaşında bir delikanlı. Nedense ona köyde bir  özel ad takmışlar:Kıvrak Ali. Herkesce sevilen biri. Babasının yakınması ise ilginç:Kahveye çıkmıyor, kimse ile konuşmuyor, bir şey sormazsan ağzından bir söz duymak olası değil. Bunu duyunca öteki babaların çoğu karşı çıkıyorlar:”Daha ne istiyorsun? Her iş buyurduğunda, söylediğin işi yapmamak için yarım saat inatlaşsa daha mı iyi olacak? Bunun ardından bireysel tartışmalar başlıyor:”Senin ki de öyle mi? Benimkinin durumu başka…. Bu arada tanıdığım bir çok arkadaşın evdeki durumunu da öğrenmiş oluyorum. Bunları bir süre dinledim. Benimse derdim bambaşka, dergilerin, umduğum gibi çıkmaması okuma hevesimi kırdı, buna üzüldüm. İçimden”Belki bir daha deneyip, işime gelen yazı bulabilirim!”deyip. Konuşmalara katılıyorum ya da katılmış gibi dikkat kesilip dinliyorum. Bu arada Arabacı Ali evine gitmişti. Bir rastlantı Kıvrak Ali’de oradan geçerken, beni görünce geldi, el sıkışarak hoş beş ettik. Az önceki konuşmaları dinleyenler bu kez, özellikle susup bizi dinlediler. Daha çok

Kıvrak Ali konuştu, Susmak şöyle dursun Ali gerçekten kıvrak bir dille geçmişten birçok ortak anılarımızı anımsattı. Gerçi benimle ilgili bir olayı biraz saptırarak anlattı. Bunda belli bir kasıt olmayabilir, ya da onun  belleğinde öyle kalmıştır, diye düşünmekle birlikte benim açımdan Kıvrak Ali azıcık kendini övdü ya da kendisine övgü getirecek bir ortam yaratmaya kalkıştı. Olay, okula yeni başladığımız yılda geçmişti. Harmanlık denilen  köy dışı düzlükte taş atışı yarışı yapıyorduk. Attığımız taşları başka yerden toplayıp atış alanına taşıyorduk. Atış başladıktan sonra  kimse atış alanına gitmez atışın bitmesini bekler. Atış bitince de sıra ile birimiz gidip taşları topluyorduk. Benim toplama nöbetimde hiç beklemediğim sırada bir taş başıma geldi. Ufak bir taş olduğu için fazla etkili olmadı. Saçım da uzun olduğundan üzerinde hiç durmadım. Ancak halam oğlu Hilmi taşı atanın Kıvrak Ali olduğunu görmüş, koşarak yanıma geldi başımı eğip baktı. Bakmasıyla birlikte birden “Kanamış!”diye bağırdı. Bu “Kanamış” sözü beni şaşırttı. Aynı zamanda da birden korkuya kapıldım. Elimi başıma sürdüm, parmaklarım kanlandı. Kanı görünce  de öfkem başıma vurdu, koşup öcümü almak istedim. Ancak Kıvrak Ali, daha Hilmi bana doğru koştuğu sırada  evin yolunu tutmuş. Baktığımızda Sığır yolu geçidin aşarak kendi bahçelerinin kapısına ulaştığını gördük. . Öcümü alamamıştım ama Kıvrak Ali uzun bir süse bizim bulunduğumuz oyunlara katılamamıştı. Bu olayı Kıvrak Ali, başıma taş gelince benim ağladığımı, evdekilere onu şikayet için ağlaya ağlaya gittiğimi anlattı. ”Olsun!” dedim içimden, bu kahramanlık da onun olsun. Babalığı Ali Arabacı’nın  yakınmasına ters düşen bir durumun ortada olduğu apaçık. Kıvrak Ali, deyim yerindeyse ağır başlı bir delikanlı;bunu da hak etmek için tüm dikkatini toplayıp    çevresindekileri saygıyla dinliyor. Sözün kendine düştüğünü doğru kestirip, bildiklerini söyleyebiliyor. Söyleşiyi keseceği için  üzüldüğü besbelliydi. İvedi bir işi  varmış, tekrar görüşmek üzere güler bir yüzle ayrıldı. O gidince, konu gene döndü dolaştı ona geldi. Bu kez baba Ali Arabacı kıyasıya eleştirildi:Herhalde çocuğa evde konuşma hakkı tanınmıyor. O da “Ne Şam’ın şekleri, ne de Arap’ın yüzü!” deyip susuyor. diyenler oldu. Söz iyice  dedikoduya kaydı. Arabacı Ali’nin. çocuğu olmamış. Onlarda akrabalarından Kıvrak Ali’yi evlatlık almışlar. Bugüne dek iyi bakmışlar ama ne de olsa el çocuğu deyip bir yerde onu horlamışlar. Bu sözler tekrarlandı. Giderek karşılaştırmalar yapıldı, köydeki evlatlıkları sıraladılar. İçimden “Ne de çok evlatlık varmış!”dedim. İçlerinde benim tanıdığım altı kişinin  evlatlık yetiştiğini bilmiyordum. Babaları şehit olunca ortada kalanları geçim durumları iyi olanlar almış. Nüfus kaydı yaptırarak hanelerine katmışlar. Bunlardan ikisi  şimdi o ailelerin başında. Öteki iki ailenin ise erkek çocukları da var. Öyleyken barış içinde  geçiniyorlar. Oldukçada varlıklılar. Bunu duyunca yüreğim cız, etti. Benim ağabeylerimse aynı anne-baba çocuğu olmalarına karşın ayrılmayı yeğlediler. Şimdi de “Gel teskere!”şarkısı söylüyorlar. Üzülerek hem konuşmalarını dinliyorum hem de bunları düşünüyorum. Konuşmalardan sıkılmaya başladığım bir sırada Hilmi geldi, ”Abbas Dayım bize geldi, ”Kahvede  konuşmaları sevmiyorum, gelsin burada biz bize konuşalım!”demiş. Birlikte gittik. Abbas Amcam kulağından bir rahatsızlık geçirmişti. Bu nedenle gürültülü konuşmalardan  önce çekinirmiş, sonra da bunun güzel bir önlem olduğunu anlayıp, kendisi için bir ilke  edinmiş. Önce Kırklareli’deki ağabeyi, benim de Hasan Amcamdan söz ettik. İki kızın da iyi olduğunu, Atiye yengemin durmadan konuştuğunu söyledim. Abbas amcam, yengen için, ”Doğru söyle  yengem bana selam mı gönderdi, yoksa gene küfür mü etti? ” dedi. Atiye yenge, gerçekten genel olarak köydekiler için ileri geri konuştu ama özel olarak Abbas  Amcam için kötü bir  söz  söylememiştir  Ben doğruyu  ilettim:”Yengem selam söyledi,  “Kızlarım,ellerindeöper!”dedi,deyince amcam gülerek İnan ki bu sana  nazik görünmek istemesinden ötürüdür. Yoksa Atiye Yenge bana oldum olası; gelenden gidenden ya küfür ya da küfür  düzeyinde sataşma sözleri gönderir!”dedi . Hanife Halam-beni uyardı, ”Sen bunların konuşmalarına bakma, bunlar  ilk günden yani, Atiye gelin geleli beri yenge-kayınbirader olarak cebelleşirler. Yüz yüze gelince ya da Hasan’ın yanında susarlar, iki ikiye kalınca  gene dırdırlaşmaya başlarlar. Aslında sorun Atiye Yenge sorunu da değil, benim kardeşlerim arasında yıllardır bir soğuk hava esmektedir. Bu biraz da Abbas kardeşimin büyük saymaması  tavırlarından ileri gelmektedir. Gerçek olan şu, Hasan Ağabey, Abbas kardeştir. Geleneklerimize göre  Hasan, bizim   ailenin büyüğüdür. Ayrı yerlerde olmuş olsalar, ya da değişik işlerde çalışmış  bulunsalar bile zaman zaman kardeş ilişkilerinde büyük küçük saygı ölçerleriyle karşılaşılmaktadır. Bizimkilerin ilk büyük çatışması soyadı olayında patlak verdi. Rahmetli babamız, tarikatımızda Babalık mertebesine ermiş, çevresince saygın bir insandı. Bu nedenle  kardeşim Hasan, soyadını Büyükerenler olarak aldı. Oysa Hasan  babamın izinden gitmeye niyetli değildi, salt  babaya saygı olarak bu soyadını aldı. Böyle olunca, Abbas kardeşim, babamın bıraktığı yerden onun izini sürmek, babamın saygınlığını yaşatmak, ona bağlı olanların rehberliğini sürdürmek için  tek adaydı. Hasan’ın soyadı önerisi, Abbas kardeşim için biçilmiş kaftandı. Üstelik aile büyüğü Hasan olduğuna göre, o bunu uygun bulmuştu. Oysa Abbas gitti, Sevinç soyadını aldı. Değiştirme konusunda da“Nuh dedi Peygamber demedi!”. Buna, Hasan’dan çok ben sinirlendim. Aynı soyadını ben bile almak için direttim. Ancak  eniştenin kardeşleri, daha doğrusu ağabeyleri ağır bastı, biz de onların seçtiği Turan soyadını zorunlu olarak aldık. Abbas amcan bu örnekten bile etkilenmedi. Hasan gene de büyüklük gösterdi, geldi, ”Sen bilirsin kardeşim, ablam başka soyadı taşıdığı için gönlümden nasıl çıkmıyorsa sen de gene benim gönlümdesin. Soyadın ne olursa olsun sen gene Erenlerdensin. Kısmet böyleymiş:Gelecekte insanlar  varsın , Pullu Mehmet Dede’nin (Baba) iki oğlu vardı biri Hasan Büyükeren, (burada gülerek)öteki Abbas Küçükeren, (Bildiğimiz diye anarlar. Şunu kesin olarak bil ki, sen Abbas Sevinç olarak anılmayacaksın. Erenler, maya olarak daima Erenleri anarlar. !”dedi. Hanife halamın ayrıntılı olarak anlattığı bu  geçmiş dönem tartışmalarını Abbas Amcam gülümseyerek dinledi. Bana “Bak dikkat et, büyükler her zaman haklıdırlar. Çünkü onlar söze başlarken daha hakkın kendilerinde olduğunu belirtirler. Küçükler, kendi haklarını ta sözün sonunda savunmaya kalkarlarsa da zaten o zaman  yargılama bitmiş olur. Boş yere bir iki söz edilse bile, hüküm çoktan verildiğinden sonuç değişmez. Madem konu yıllar sonra bir daha açıldı, sen de bizim ailemizdensin;biz kardeş çocuklarıyız. Benim babam, senin babanın ana  bir, baba bir ağabeyidir. Doğduklarından 1934 yılının mart ayına dek bir arada yaşadılar. Onların aile anlayışı bunu zorunlu kılmıştı. Onlar da bizlerden bu geleneğin tıpa tıp sürdürmemizi bekliyorlardı. İşte bu anlayış bende  derinliğine  yer etmiş ki, yakın zamana dek bu inancımı sürdürdüm. Babamın vefatında benim iki büyük amcam vardı. Bunlar babamın ana bir baba bir öz kardeşleriydi. Biri baban, Mahmut Amcam, işte burnumuzun dibinde bugün de  yaşamaktadır, ailemizin de şu anda en büyüğüdür. Öteki de gene babamın öz kardeşi Kırklareli’de saygınlığı olan Müderris Ahmet Efendi, hepimizin Ahmet amcası. Bunlardan sonra  büyük olarak, bana göre  Hasan Ağabeyim gelir. Bu arada Ali Ağabey de benden büyüktür ama babası sağ olduğuna göre onu hesaba katmadım. Soyadı yasası 1934 yılında çıktı. O yasa çıktığında ailenin en az üç büyüğü  yaşarken ben kendimi babam, Pullu Mehmet  baba’nın yerine aday göstermeyi aklımın kenarından bile geçirmedim, geçiremezdim, geçirmemeliydim. O sıralar, (Beni göstererek, babanla) Mahmut Amcamla konuştum, o, eşinin ölümünden sonra, kendini topluluktan soyutladığını, özellikle de ağabeyinin yerini tutamayacağını, bunu çok önceleri anlamış olduğunu söyleyerek kendini meydandan çekti. Ahmet Amcama konuyu açtğımda ise, o  bana tek söz  söyletmedi;kendisinin yolunun , ”Cümle alemce bilindiğini anımsatıp, adeta beni azarlayarak susturdu. Böylece babamın yerine biz ağabey kardeş iki aday kalmış olduk. Ben kendimi toplayıp konuyu ağabeyime açmadan ağabeyimden haber geldi:Soyadını Büyükeren, olarak almış. Buna çok sevindim, ”Demek ağabeyim babamın yolunda  gidecek, onun çevresine girip babamın bıraktığı yerden onun  doğrultusunda rehberliğini sürdürecek. O halde benim, ağabeyime yardım etmekten başka bir sorumluluğum olmayacak!”deyip, . ağabeyimin  daha rahat kalması, ele güne karşı bir  kargaşa yaratmamak için de ben soyadımı değişik aldım. Ağabeyimin seçiminden duyduğum sevinci, sürekli kılmak niyetiyle  o anki duygularımı kendime soy adı olarak seçtim:Sevinç. Bir başka önemli nokta, gençtim, soyadı konusunda fazla bir fikrim yoktu. . Herkes gibi ben de kahvede asılı bir listeden o anki durumuma uygun adı seçip aldım. Bu değişikliği fazla da  önemsememiştim. Allah yapısı değil ya, isteyince bırakırım, diye düşünmüştüm. . Oysa yasa  yapılan seçimleri çok önemsiyormuş, bu nedenle değiştirmeleri önlemek için, bir takım  engeller koymuş. . Demin de söylediğim gibi  ağabeyimin, babamın yoluna uygun soyadını seçmiş olması, babamın  görevini üsleneceği umudunu vermişti.

Oysa ağabeyim, soyadını  Erenler pardon, Büyükerenler olarak  aldı ama babamın görevi bir yana  onun yaşamı boyu kutsal saydığı  “Yolu’na girmeyi bile düşünmediğini söyledi. O feragat edince bu kez ben, kendi kutsal eğilimim açısından baba  yadigarı yolumun rehberliğine talip oldum. Karınca kaderince Yol’umuza katılanlarla atalarımızdan aldığımız ecdat yadigarı gelenekleri çocuklarımıza iletmek için elimizden gelen gayretleri gösteriyoruz!” Hanife Halam konuşurken Abbas Amcam suçlu gibi dinlemiş, hiçbir söze karşı durmamıştı. Ben kesin olarak Abbas Amcamı suçlu sanmıştım. Meğer sabırla dinlemesinin gerçek nedeni kendince haklılığına inancındanmış. İçim oldukça rahatladı. Bu soy adı olayı bizi de, özellikle beni  oldukça rahatsız etmişti. Bu yüzden az kalsın okuldan olacaktım. Amcalarımın babası  Pullu Dede, dostu Vahit Dede eliyle beni okula soktu. Onun  saygın adı, büyük ruhu önünde saygıyla  yaşamım boyu eğileceğim. Onlar kendi aralarında konuşmaları sürdürürken ben amcalarımın gerçekten  hala dargın olup olmadıklarını düşünmeye başlamıştım. Yoksa benimle konuşurken, salt benim hatırım için mi karşılıklı selam saygı sözü ediyorlar!” Abbas Amcam yakın zamanlarda  Kırklareli’ye gidecekmiş. Saygılı bir sesle söyledi.

Hasan Amcamın sağlık durumunu sordu. Kandırabilirse  kızlarıyla Atiye yengeyi hiç değilse bu yaz, uzunca bir süre kalmak üzere köye getirmeye çalışacakmış”Askere alınırsanız!”dedim. İyi ki demişim, ; böylece, Abbas amcamın askere alınmayacağını öğrenmiş oldum. Meğer Abbas amcamın kulağı, daha önce kulak kepçesi arkasından delinmişmiş. Delik ameliyatla yapılmış. Özür, askerlik için çürük sayılacak ölçüde önemli sayılmış. Üzüldüğüm için hiçbir şey diyemedim . Ancak Karaahmet Ahmet aklıma geldi. Acaba, Abbas Amcam için köydekiler neler söylediler? Merak ettim, sordum:

, Kur’anızdan köyde Karaahmet Ahmet’le ikiniz kalmışsınız!”dedim. Amcam “Evet ikimiz kaldık. Ama bu bizi mutlu etmedi:Keşke sağlıklı olsaydık da biz de gitseydik. ”Elle gelen düğün bayram” derler. İnsan bununla teselli bulurdu. Şimdi hem yarım insan olmanın acısını duyuyoruz hem de işten kaçmış gibi kem gözlerin bakış süzgeci altın zaman zaman daralıyoruz. Yüzümüze kimse bir şey demiyorsa da, bir çoğunun içinden  bir haset  geçtiği seziliyor. Buna, Kara Ahmet daha çok üzülüyor. Bendeki özür gözle görüldüğü için kimse bir şey diyemiyor. Kara Ahmet’e ilk günlerde  düpedüz sataşanlar bile oldu!”Abbas Amcamın küçük kızı geldi, evden çağırmışlar. Sofuali köyünden konukları gelmiş”Kiremitçi Hasan Amca mı yoksa ? ”diye sordum; o değilmiş. Abbas Amcam gittikten  sonra biz  başka konulara geçtik. Hanıfe Halam  da kalkınca Hilmi’nin eşi Şehriban, ”C ile konuşmuşsunuz, iyi olmuş, C çok  sevinmiş!”dedi. Bu kez Hilmi, biraz şaka yollu, ”Onların konuşacak nesi kaldı ki? Herkes yolunu seçti!”demesine karşın, Şehriban, bu sözleri dinlememiş gibi bana “Sahiden bebeği mi beğenmedin yoksa adını mı? ” diye gülerek sordu. Ben de, ne bebeğe ne de adına bir  söz söylemeye hakkım yok, ancak adı bana yabancı geldi, onu söylemeye çalıştım!”dedim. Bu kez onlara sordum, ”Siz  daha önce böyle bir ad duydunuz mu? ”dedim. Şehriban güldü, Hilmi ise kestirdi attı, ”Ben değil, annem babam bile duymamışlar. Bu ad gelse gelse Arnavutluktan Ahmet Zogo’nun memleketinden gelmiştir!”diyerek güldü. Böylece ben  de M ‘in göçmen olduğunu anlamış oldum. Bu kez Şehriban, C yanlış anlamış, bir daha sefer konuşurken bu yanlışı düzeltin, üzülmemiş ama, amacınızı açık olarak anlarsa daha mutlu olur!” dedi. Şehriban öbür odaya geçince, Hilmi, ”Bizimki sizi buluşturup konuşturmak istiyor, dikkat et, söz yavaş yavaş oraya gelecek!”diyerek bir de göz kırptı. . ”Nasıl olacaka bu? ” diye sordum. Hilmi, ”Herhalde  bir gün sen bize geleceksin, o zaten her gün burada, oturup hep birlikte konuşacağız!”C, senin  okul yaşamını çok merak ediyormuş, ”Kendisinden dinlemek istiyorum!”diyormuş. Ben de, ”Sizin evde, sizinlebirlikte olunca her zaman konuşurum, üstelik buna çok sevinirim!”Tam sözümü  bitirirken Şehriban içeri girdi, Hilmi gülerek Şehriban’a “Tamam, arkadaşını ne zaman olsa çağırabilirsin, yalnız o maymun kızını getirmesin!”dedi. Hilmi’nin bu sözünü yanlış anladım, hemen karşı kodum. Oysa Hilmi de bebeği  C’ye göre esmer  olduğunu söyleyerek anne-baba yanında bile böyle diyormuş. İkisi de güldüler. Hilmi bana, ” Hiç merak etme, biz, C in bebeğine senden önce takıldık, anne de baba da bu takılmalar çok dinleyip alıştılar!”dedi. Hanife Halam yanımıza dönünce konuyu değiştirdik. Hanife Halam, Hilmi’nin askere alınacağı  kaygısında. Hilmi ise hiç oralı değil gibi, ya da öyle görünmeye gayret ediyor. ”Gene gelirim!”diyerek ayrıldım. Kahveye uğramadan eve çıktım. Saim benim odamı sahiplendiği için biraz  ortada kalmış gibiyim. Neyse, evin  oldukça büyük sayvanı var. Özellikle  yatak odalarının önündeki sayvan oda gibi. Odanın bir duvarı kaldırılmış, üç duvarlı oda sanki. Babam oraya kanepe yerleştirmiş. Rahat oturuluyor. Ancak  eni dar olduğundan yatılmıyor. Ben kimi zaman dimdik sırtüstü uzanıyorum ama uyuklamaya  pek elverişli değil. Şimdilik orasını yeğliyorum. Zaten ablam yataklarımı arabadan alınca oraya koyuyor. Matematik kitaplarını açıp  dikkatlice okumaya başladım. Kareler üzerine kurulmuş problemleri kolayca çözüyorum. Bir bilinmeyenli kesirli denklemlerde biraz durakadım. Anımsamam gereken  kurallar var. Asal sayılar, bunlarla bölmelerin özellikleri üstüne kurulmuş problemler birer tekrar gibi, verilen problemleri çözüyorum ama kimi sorularda geçen sözler benim için yeni. Cebir ifadeli çarpan ne demek? En büyük  bölen, en küçük ortak kat. Bunları geçen yıl çok yaptık, bunlarda bir sorunum yok. Geometri bölümlerini  karıştırdım:Daire, silindir, alanları, küre gene silindir hacimleri. Bunlar kolay, Daire , silindir alanları, içe, dışa çizilen üçgenlerle olan ilişkiler. Cebir problemlerine göre daha kolay anlıyorum. Geometride şekiller, geçmiş dersleri anımsattığı için aralarında bağlantı kurmakta güçlük çekmiyorum. Sıkıldım, geç meç demedin harmana indim. Üzeyir ter toprak içinde çalışıyor. ”Kolay gelsin!”dedim. Gülümseyerek, ”Hep öyle derler ama, iş gene zorluğunu sürdürüyor, hareketler gene yorgunluğu arttırıyor!”dedi. Bir an içimden “Bir şey demesemiydim? ”diye düşündüm. Ali Ağabeyim daha ilk gün, ”Üzeyir çok nazlıdır, onunla konuşmak kolay değil, demişti. Belki de bizde çalıştığı için bir set koyuyor. Geçmiş yıllarda onunla güzel güzel konuştuğumuzu anımsıyorum. Geçmiş notlarımda da bunlar vardır. Ablamlar taneleri  temizleyip çuvallara koyuyor, onlara yardım ettim. Zaten beni görünce komşu harmanlardan gelen oldu, onlarla gene konuşmaya  daldık. Cafer askerden izinli gelmiş, o geldi, onunla konuştuk. O da Adapazarı’nda askermiş. Bunu deyince güldüm:Fikri Paşa üstüne sen de çok şeyler biliyorsundur!”dedim. Cafer yok yok, Deli Fikri  öykülerini ben de burada duydum. Aslında Fikri Tirkeş Paşa çok çalışkan biriymiş, bize öyle anlattılar. Çok atakmış, verdiği emrin hemen yerine getirilmesini istermiş. Bu yapılmazsa sorumluları da hemen cezalandırırmış. !”dedikten sonra “Zaten bütün komutanlar böyle yapmıyor mu ki? ” diye sordu. İzini kısaymış iki gün sonra bitecekmiş. Salim Amcayı sordum. Onun da orada olduğunu buraya gelince öğrenmiş. Cafer  Akyazı taraflarında bulunuyormuş. Günlük işler toplandı, Ali Ağabeyim arabayla geldi, buğdayları alıp eve döndük. Herkes çok yorgun, konuşacak durumda değiller. Ablam hazırlamış, babama akşam yemeği götürdüm. Kahvede  dört yabancı var. Bunlar mandıracıymış. Mandıracı sözünü çocukluğumdan bu yana hep duyardım. Yıllar önce bir mandıracı daha görmüştüm ama bunlar biraz farklıydılar. O söylediğim Musevi idi:Yuda, Şakacı, köyde herkesi tanır, herkese göre sözler söyleyip güldürürdü. Tüm köy sütlerini uzun yıllar  o almış. 1934 yılı Musevi göçünde o da gidince. koyun sahipleri verdikleri sütlerin parasını alamamışlar. O yıl  sütleri öyle gittiği gibi kaç yıl da alıcı çıkmamış. Geçen yıldan bu yana bu dört kişi ortak olarak  bağlantı kurmuş, sütleri düzenli alıp günü gelince de paralarını köy köy gezerek veriyorlarmış.

Mandıraları Lüleburgaz’da olmasına karşın onlar Çorlu’da oturuyorlarmış. Çorlu’ya bizim köyden giden çoktur. Bunların çoğu  Ordu hastanesine ya da oranın tanınmış doktorlarına görünürler. Mandıracılara karşı bu bakımdan da yakınlık duyuyorlarmış. Bu durum ilgimi çekti:Kahvedekiler hiç kimseye göstermedikleri  yakınlığı bunlara gösteriyorlar. İçlerinden biri, yakındakine beni sordu. Ne konuşular duyamadım ama galiba bizim okulun adını verince küçümseyen bir söz söyledi. Babam bunu duymuş  bana, ”Bak, efendi sizin okulu iyi biliyormuş. Anlattıklarını sen de dinle !”dedi. Herkes sustu. Ben de “Peki baba!”dedim.

Adam, biraz telaşlanır gibi oldu. Yanındaki yardıma yetişti:”Arkadaş, Çorlu’nun köylerindendir, sizin okulda köylerinden çocuk var. Okuldaki öğrencilerden Fahrettin Şen. . Duyduğumuzaa göre Küçük Fahrettin Şen’i ağır inşaat işlerinde çalıştırıyorlarmış!”Ben iç duraksamadan, ”Kim söylemişse yanlış söylemiş Velimeşe köylü Fahrettin Şen  gerçekten küçük çocuklardan biri. Onu kim, niçin, nerede, nasıl ağır inşaat işlerinde çalıştırır? Fahrettin Şen’i, ben nöbetlerimden tanıyorum. Hem de çok iyi tanıyorum, okula dönünce konu üzerinde  durabilirim. Bakalım bu  yakıştırma nereden çıkmış, öğreniriz. !”deyince adamların yüzleri değişti. Bu kez öteki, ”Yok yok, ben o denli yakından tanımam, kendisini görmüşlüğüm de yok zaten, öyle konuşulduğunu anımsadım. Zaten yıllardır oradan gelip geçerim ama bir yol olsun okulun kapısından içeri girmedim!”deyince iyice  bir  ders verme olanağı yakaladım. Biraz da bizim köylüleri düşünerek:”Yıllarca oradan geçmişsiniz ama bina kapısından girmek şöyle dursun boş düzlüklere bile dikkatli bakmamışsınız. Çünkü orası yüzyıllardır otlak için ayrılmış, kıraç, kuşkonmaz kırlığıymış. Geçen yıl  18 Haziran da oklulun temei atıldı, Ekim ayında da tamamlanıp okulda derslere başlandı. . Bu çalışma döneminde Velimeşeki Fahrettin Şen okulda bile yoktu. Öğrenci olarak bizim sınıf 30 arkadaşla öğretmenlerimiz o binayı oraya kondurduk. Söylenen ağır işleri yaptıksa biz yaptık  Tekrar ediyorum:Fahrettin Şen  gibi küçük çocukları ağır işler şöyle dursun haliflere bile sokmuyorlar. . Onlar da çalışıyor ama onların yaptıkları ağır işler değil işe alıştırmak için, yapabilecekleri işlerdir. Bakın ben ilk temel atıldığından beri inşatlarda çalışıyorum. Okulun yanından çok geçtiğinize göre bir gün okul önünde inip, gelin siz kendiniz görün!”. Adam, ”Yok canım, biz öyle konuşuyoruz, onun annesi babası var, çocuklarıyla ilgilenirler!”Bu kez  de, Okul hakkında  olumsuz konuşanlar hep oluyor. Okulumuz  Edirne-Karaağaç’ta  80 öğrenciyle açıldı. . Bunlardan 30’u benim sınıfımdaydı, ötekiler ise ilkokul 4-5 okudular. Okulun geçen yıl bu günler temeli atıldı, tüm  okul yapımında yalnız benim sınıfım çalıştı. Küçük sınıflar mayıs-Ekim ayları dahil tam  6 ay tatil yaptı. Okula  geldikten sonra da  yalnız  6. sınıfa geçenler iş derslerine girmeye başladı. . İş dersleri de iş  yapma değil sanat öğrenme üzerinedir:Önce, keser, çekiç, rende planya tutmak alıştırmaları yapılır, sonra sonra herkes kendi gücüne  göre iş bölümlerine katılır. Ancak şimdi. okulun yasası değişti. Yeni yasaya göre işler biraz daha artacak, deniyor. . Bunu duyan sayısız  anne-baba okula gelerek çocuklarını alacaklarını söylediler. Okul Müdürü onlara, ”Çocuklarınız sizin, isterseniz alıp götürebilirsiniz, siz alınca okul boş kalacak değil, yerine gelecekler sırada bekliyor!“deyip kesti. . Yasa yürürlüğe girdi. O çocuğunu alacak olanlardan sadece iki kişi gelip çocuğunu  aldı. O sıra  yeni öğrenci alınacağı duyuruldu. Sınavlar açıldı, 120 öğrenci koşa koşa geldi. Okulda yer olmadığı için daha fazla öğrenci alınamıyor. Alınabilse belki de 500 öğrenci hemen gelecek!” Ben daha sözümü bitiremeden Mandıracıların diğer ikisi birden, ”Haklısın, insanlar çocuklarını okutmak istiyor ama okul yok!”Bu kez onların sözünü ben kestim, ”Okul olunca da dedikodu yapıyorlar. Bizim okulda gerçekten çalışma var. Ancak belli bir düzen içinde, belli  öğrenciler çalışıyor, işlere de sırası gelen gidiyor. 200 öğrencilik okulda şimdi 100 kadarı  sadece kültür dersi görüyor. İş falan dedikleri de kendi yemeğini taşımak, kendi temizliğini yapmak, bir de el sanatlarında  araç-gereç öğrenmek gibi dersleri izliyor. Bu öğrenciler sınıflarını geçince önce atölyelerde  işe alıştırılacak, sonra da  bir önceki sınıfların yaptıklarını onlar da yapacak!”Mandıracılar, bir birlerine bakıp sustular. Bu kez ilk konuşan, gülerek, Trakya ağzıyla “Ne güzel izahlarda bulundun delikanlı kardeşim, bizim halkımız  hepten cahildir, cahil bırakılmıştır. Kendi menfaatinin nerede olduğunu da bilmez. İşte biz de halkın içinde iş görmeye çalışıyoruz. Ne müşkülatlarla karşılaşıyoruz. İtibarımız sarsılmasın diye kimsenin meteliğini  heder etmemeye çalışıyoruz. Gene de arkamızdan söylentiler çıkararak bizi zem ediyorlar!”Konuşmalar dönüp dolaştı onların yaptıkları üstüne mandıra  konusuna  geldi. Gelecek yıl için pazarlıklar yapıldı, pay dağıtımına geçildi. Durumdan yararlanarak ben ayrıldım. İçimden Mandıracılara teşekkür ettim:Bana olanak hazırladılar, okulum hakkında yalan yanlış konuşanlara, hem de kahvenin dopdolu olduğu bir sırada  söyleyeceklerimi söyledim. Rahatlamış olarak eve döndüm. Ablam yatağımı hazırlamış, yatınca yıldızları  gözden geçirdim. Hepsi yerli yerinde, kendi kendime;”Bunların sahipleri yaşıyor!”dedim. Köyde yıldızlar kayınca”Haydi gene bir kişi, öldü anlamında “Biri daha gitti!” derler)Ben bunu der demez, çok yakınlardan iki ışık arka arkaya kaydı. Onları izleyecekleri bekleyemedim sanırım. Bir zaman sonra horozlar yaygarayı bastı, duydum ama uyanmadım. .

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ