Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

18 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Ders Uygulamalarına Hazırlık Çalışmaları

 

6 Nisan 1943 Salı

 

Sefer Tunca kendini Edirneli sayıyor. Edirneli olduğuna göre Edirne hakkında en sağlıklı bilgileri onun bilmesi gerekirmiş. Ama o, Edirne üstüne yeterince bilgi edinememiş. Yana yakıla bunları söyleyince Mehmet Yücel teselli etmeye çalıştı: “Üzülme arkadaşım, daha önünde yıllar var, Edirne'ye gittikçe toplarsın. Sefer sinirlendi: “Şakayı bırak şimdi İskelet; az sonra Selçuk Korol Öğretmen derse gelecek. Kendisi Edirne'yi iyi biliyor, onun Edirne'yi sevdiğini de biz biliyoruz. Kesinlikle Edirne üstüne soru soracak. Adım gibi biliyorum, Edirneli olarak bana da soracak!” İsmet takıldı: Edirne'yi artık hepimiz tanıdı, kime sorsa biraz bilgi verebilir. Fettah İsmet'in sözünden alındı:

-Sen bizi aptal yerine koyuyorsun, sen iki kez gidince bilgileniyorsun ama biz kendi ilimizi tanımıyoruz! demek istiyorsun. İsmet kızacağı yerde güldü:

– Kimi kez çok doğru anlıyorsun, derslere de dikkat etsen başarılı olabilirsin. Ne var ki bu kez iyi anlayamadın. Çünkü ben seni çok iyi bildiğimden dikkate bile almadım. O nedenle sen kendini nahak yere ortaya atmış oldun. Bekir Temuçin :

– Odun kesicinin “ Hık” deyicisi! Fettah Bekir'e yönelirken Asım Öğretmen düdük çaldı. Arkasından: “ Herkes sizi bekliyor !” uyarısı geldi.

Bu sabah Timurağa ile başladık ; arkasından Merzifon Halayı, arkasından da Harmandalı'ya geçtik. Oynayanların hoşuna gitmiş, oyun sonunda bana:

- Her sabah böyle değiştirerek oynayalım!” dediler. Oysa böyle yapmamı Yusuf önermişti. Yusuf'u gösterdim. Bu kez de Yusuf'un başına üşüştüler.

Derslikte İsmet'le Fettah'ın tartışması uzadı. Sefer'in yatakhanede söylediği benim için de uyarı oldu. Edirne'de öğrendiklerime bu kez fazla bir şey katmadım ama eskilerini daha bilir duruma soktum. Örneğin Osmanlı Padişahlarından 1. 2. Murat'ların Edirne'ye büyük katkıları olduğunu, özellikle de 2. Murat'ın , günümüzde Sarayiçi olarak anılan yerde büyük saray yaptırdığını, çarşıyı düzenlettiğini, Üç Şerefeli gibi büyük bir camiyi yaptırdığını, ayrıca Uzunköprüyü de onun yaptırdığını öğrendim. Selçuk Öğretmen soru sorarsa bunları rahatça söyleyebileceğim. Ancak olanak bulursam camide karşılaştığımız Turanlıoğlu olayını da soracağım. O da bir öğretmenmiş. Çok şey biliyorsa o şikayetçi olduğu insanları niçin uyarmıyor?

Kahvaltıda yeni fidanların dikilmesi konu oldu. Hilmi Altınsoy: “ Gidip getirenler diksin, bana ne?” deyince Mehmet Aygün, “ Önümüzdeki yıllarda buraya gelince meyve yemeğe yüzün olsun!” yanıtını verdi. Önümüzdeki yıllar sözünü Hilmi çok uzun olarak algıladı: “ Ohoooo, ölme eşeğim ölme; ben öğretmen olacağım, yaşlanıp buraya geleceğim, ektiğim meyve ağaçlarından yararlanacağım. Kim inanır böyle boş sözlere?” deyince masadakiler hep karşı oldu:

– Ne yaşlılığı? Bir kaç yıl içinde burası meyve ağacıyla dolacak. Bizim ihtiyarlamamız söz konusu olamaz. Biz birkaç yıl içinde askerliğimizi tamamlayıp gerçek öğretmenliğimize ancak geçmiş olacağız! Bu sözler Hilmi Altınsoy'u canlandırdı:

– Sahi mi yahu? Gerçekten bu dediklerinizi biz hep atlatacak mıyız? Sorusunun yanıtını beklemeden askerlik için düşlere başladı. Askerde denizci olmak istermiş. Sorsalar yanıtı da hazırmış:

– Tekirdağ'lıyım! diyecekmiş. Bu söz, deniz sevdiğini anlatmaya yetermiş. Mehmet Aygün birden:

– “ Püf!” deyip elini ağzına kapattı. Lokmasını yutunca da gülüş nedenini anlattı. Hilmi, sınıf ayırımı yapan subaylara:

– Tekirdağlıyım! deyince subaylar Hilmi'yi gülümseyerek karşılayacaklarmış. Hilmi de bundan mutlu olup deniz sınıfına geçirildiğine inanarak yanlarından ayrılacakmış. Ancak Hilmi “Tekirdağlıyım!” deyince subayların bir biriyle bakışması başka nedendenmiş. Onlar, Hilmi'nin cok candan söylediği “ Tekirdağlıyım!” sözünden Tekirdağlı Hüseyin Pehlivanı anımsadıklarından Hilmi'yi Deniz sınıfına değil Tümenin Pehlivanlık takımına yazılmış olacakmış. Hilmi sinirlendi, yüksek sesle:

– Derslerde okuduk, pehlivanlık diye bir sınıf var mı? diye bana sordu. Var ya da yok demedim ama, “ Askerlikte sakalık diye de bir sınıf yok, ancak askerin suyunu sakalığa ayrılmış gene askerler taşıyor!” dedim. Hilmi bu kez de:

–Vallahi Azizim, siz hepiniz benim düşmanımsınız. Ben bu kadar düşmanla baş edemem; en iyisi susayım! deyip çorbasını kaşıkladı. Çorbasını bitirince de:

– İyi ki son sınıftayız, bu iş uzasaydı halim nice olacaktı kim bilir? deyince arkadaşlar Müdür Beyin sözünü anımsattılar:

– Şimdilik bir yıl uzamış; bu üç yıla da çıkabilirmiş. Hilmi iyice sıkışmıştı, daha fazla üzülmesini istemedim:

– Müdür Bey o üç yılı, orada kalıp okumak isteyenler için söyledi; herkes için değil! deyince Hilmi bu kez boynuma sarıldı:

– Beni düşünen biricik ağabeyim! Ben de arkadaşları göstererek, “ Onlar da benim can kardeşlerim!” deyip kalktım. Kapıdan çıkınca Hilmi Yusuf'la Mehmet Aygün'ün kollarına girerek okulun üst tarafından dersliğe döndüler.

Selçuk Öğretmen kapıdan girince sordu:

– Geldiniz mi? Arkadaşlar hep birlikte, “ Geldik!” deyince Selçuk Öğretmen:

– Benim bildiğim, hazır gitmişken insan Edirne'de uzun bir süre kalır. Yoksa siz gene gitmek niyetinde misiniz? Aman; öyle bir şey varsa bu kez beni de unutmayın ! dedi. Selçuk Öğretmenin takılacağını hep biliyorduk ama böylesi bir giriş beklemiyorduk. Arkadaşlardan söze karışanlar oldu, ancak söylenenler, öğretmenin demek istediklerini karşılayacak türden olmadı. Tekrar gidileceği tekrarlandı. Edirne'yi öğretmenin bildi söylendi. Üç nehrin bir araya gelişi tekrarlandı.

Bu kez de öğretmen, Edirne'yi sevmesinin ötesinde kent olarak çok önemli bir konumu olduğu; özellikle Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasındaki oynadığı tarihsel rolü anlattı. İklimini, verimli topraklarını, bir biriyle buluşan üç nehrin özellikllerini, yararlarını anlattı. Edirne'nin tarihimizde tanık olduğu olayları sıralarken ders bitti. Selçuk Öğretmen gülerek :

-Ders bitti ama Edirne bitmedi, Edirne üstüne söyledikledrim tüm Trakya için geçerli olduğundan konuşmamızı sürdüreceğiz! deyip ayrıldı.

Selçuk Öğretmenin anlattıkları arkadaşların ilgisini çekti. Sami Akıncı Uzunköprü için Uzunköprülü arkadaşların dikkatini çekti:

-İstanbul Osmanlıkların eline geçmeden önce Murat adlı 2 padişah var. 1. Murat; (Hüdavendigar)2. Murat. İşte Uzunköprü ilçemize adını veren köprüyü Fatih Sultan Mehmet'in babası 2. Murat yaptırmıştır. 1. Murat'ın oğlu Yıldırım Bayazıt, Ondan sonra Çelebi Mehmet. Çelebi Mehmet'in oğlu 2. Murat. Ondan sonraki padişah Fatih Sultan Mehmet'tir!” Sami tekrar yekrar anlatırken zil çaldı. Resim Odasına koştum. Talat Ayhan Öğretmen kolunun altında bir çok kitap kapıyı açmaya çalışıyordu. Kapıyı açtım. Öğretmen:

– Dışarı çıkalım mı? diye bana sordu. Harun Özçelik arkamdan gelmiş, yanıtı o verdi:

– Çıkalım Öğretmenim! Harun öyle deyince öğretmen resim tahtalarını gösterdi, arkadaş sayısı kadar sayıp masaya koyduk. Arkadaşlar gelince birer tahta aldılar. Talat Ayhan Öğretmen işaretlediği kağıtları arkadaşlara verdi, Yer olarak yemekhanenin asfalt tarafındaki beton yükseltisine sıralandık, Öğretmen merdivenlerde Talat Tarkan Öğretmenle konuşmaya daldı. Biz:

– Biz burada ne resmi yapacağız? diye konuşurken Okul Müdürünün kızlarını Lüleburgaz'a götüren iki tekerli araba az ilerimize geldi; durdu. Arabacı da atların burunlarına torbaları taktı. Talat Ayhan Öğretmen gülerek: “ Garip kuşun yuvasını Allah yapar!” derler, duymuşsunuzdur. Atlara torba takıldığına göre en az yarım saat buradalardır. Bu yarım saatte biz de çizeceğimizi çizeriz! deyip yapmamız gerekenler hakkında ön bilgiler verdikten sonra önce kendisi başladı. Bir yandan çizerken bir yandan da açıklamalar yaptı.  “ Herkes kendi görebildiği yanlarını çizecek!” Öğretmen öyle söyleyince fısıltılar başladı:

– Bu iyi işte, ben yalnız torbaları görüyorum. Bir başkası:

– Atların kuyruğunu görüyorum! Sonunda öğretmen duydu:

– İyi ya, gördüklerinizi çizin , sonra da çizdiklerinizi bir araya getirirsiniz. Hepsi bir elden çıkmış gibi olur. Resim öyle olur ama, siz de o resimde parça parça kalırsınız, ben sizi ayıramam; kişiliksiz birer parça olmak istemeyeceğinizi umarım! Fısıltılar kesildi. Bir süre sonra atlar kıpırdaya kıpırdaya arabayı ters çevirdiler. Arkadaşları gene bir gülmek tuttu:

– Tam bitiriyordum araba döndü, gidin şunu çevirin; yoksa araba atsız kalacak. Bir başkası bu sözü, atlar arabasız kalacak! derken arabacı geldi arabayı kendiliğinden eski durumuna soktu. (Arabanın önü yola çıkış yönü)Zil çalınca kağıtları topladık. Öğretmen kağıtları sayarak aldı, resimler üzerinde gelecek derste duracağımızı söyleyerek ayrıldı.

Dersliğe dönünce gülmeler başladı. Bir çok arkadaş aklından geçirdiklerini orada da söyleyememiş. Derslikte, hem gülüp hem de niçin güldüğü sözlerini söylemeye çalışanlar bir süre yaygara kopardı. Kadir Pekgöz:

– Araba dediğin dört teker olur! deyinced Yusuf Asıl karşı çıktı:

– Sen araba görmemişsin, her tarafta iki tekerli araba var! deyince Kadir iyice öfkelendi:

– Kızan sen, benimle böyle konuşamazsın, ben sana dediğini, kanıtlattırırım! deyince bu kez Yusuf:

– Kızan sensin, arkadaşlar tanıktır, hangimiz sakin, hangımız kızgın! deyince Kadir çevresine baktı arkadaşların yüzlerinden birşeyler anlamış olacak Yusuf'a sarılıp:

– Sen çocuksun demek istedim a çocuk , gel sen bana iki tekerli araba göster! Yusuf Asıl gülerek:

– Öğleden sonra Tarım bölümünde kadar el arabası varsa göstereceğim! deyince Kadir baktı kaldı:

– Şuna bak, sen hepten çocukmuşsun. deminden beri bana el arabalarını mı anlatıyordun? diye sordu. Yusuf gülerek:

– Tabii ya ne sandın? Çok tekerli konuşsaydık o zaman da trenleri söyleyecektim!” deyip dilini çıkardı. 4. dersimiz boş geçti. Önce Hilmi, arkasından Hasan Üner yanıma geldi. Hasan isim olan sıfatlar, sıfat olan isimler için örnekler istedi. Sabahat Öğretmenin ödevlerinden biri de buydu. Ben önce bütün sıfatların gerçekte isim olduğunu anlattım. Hilmi şaşkın şaşkın yüzüme baktı:

– Şaka etme abi! dedi. Ben gülerek:

– Şaka yok ders başladı! deyip konuşmamı sürdürdüm:

– Al, yeşil, kırmızı belli renklerin adıdır. Renkler bizim gibi konuşsaydı onları biz, bu adlarla çağıracaktık. Ancak biz, bu renkleri kurduğumuz cümlelerde başka görevlerde kullanıyoruz. İşte bu zaman renkler, üslendiği görev gereği sıfatlaşıyor. Örneğin, “ Yeşil yapraklar arasına bir kuş saklandı!” deyince yaprağın rengini bildiren söz, yani yeşil , sıfat görevi yüklenmiş oluyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Sabahat Öğretmenin verdiği ödev azıcık değişik. Çünkü cümlede sıfat görevi yüklenen sözler hep böyle basma kalıp sözler değildir. Konuşulan konuya göre, yeri geldikçe biz düpe düz nesnelerin adlarına bir ek takıp da sıfat durumuna getiririz. Örneğin ünlü pehlivan “ Tekirdağlı Hüseyin” deyince biz, koskoca bir il adı olan Tekirdağ sözünü, bir “ li” ekiyle Hüseyin Pedhlivan'ın sıfatı yapmış oluyoruz. Bunun gibi kullanılan bir de siz

- sız olumsuz eki adları sıfat olarak kullanılmaktadır. Akıllı çocuk dediğimiz gibi akılsız çocuk da diyebiliriz, Başarılı öğrenci-başarısız öğrenci, Güçlü insan -güçsüz insan, Tatlı üzüm-tatsız üzüm. Hilmi ekşi üzümü ekledi. Ekşi de sıfat olarak kullanılır. Ancak biz olumlu-olumsuz sıfat türeten eklerden söz ettiğimiz için ekşi yerine tatsız, dedik. Gerçekte de ekşi, tatsızın karşıtı değil olgun karşıtıdır, başlı başına sıfat olarak kullanılır. Sıfat konusu bu kadarcık değil, çok türde türetilmekte bol bol da üretilmektedir. Gerekirse bu konuda başka örnekler de buluruz.

Sıfattan da isim ya da ad türetilmektedir. Örneğin tüm renkler eklerle ada dönüştürülür. Sözgelimi yeşil-yeşillik, kımızı-kırmızılık, ak-aklık, kara-karalık. Bunlar daha da çoğaltılabilir; hemen hemen hepsi de cümlelerde ad olarak kullanılır. Burada sıfatı ada döndüren ek; “ lik” ekidir. Adı sıfata dönüştüren ek ise “ li'“ ekidir. Li eki sıfatlar gibi adlara da takılır. Akıl-akıllı, sevgi-sevgili, renk-renkli, yukardaki örneklerde gördüğümüz gibi, Tekirdağ-Tekirdağlı, Kepirtepe-Kepirtepeli, İnecik-İnecikli, Dedecik-Dedecikli benzeri uzar gider... Bunlar sıfat olarak kullanıldığı gibi ad olarak da kullanılır. Örneğin akıllı çocuk , dediğimizdeki akıllı sıfatı, bu çocuk çok akıllı, dediğimizde başka bir görevdedir. Bu, adfiiller bölümünde ayrıca incelenecektir. Gerçekte türetme olayında ekleri öğrenerek çalışmak daha yararlı olmaktadır. Kurallarını bilmesek bile bakarak eklerle türemiş bir çok söz bulabiliriz. Ağ sözünü bildiğimize göre ağaç sözüyle ilişkisini kurabiliriz. Yağ kipi ile Yağmur, su ile sucu-sucuk-sulak, kuru ile kurak, ye kipi ile yemek, lik eki takarak yemeklik sözlerini hep kullanıyoruTüretmeye yarayan daha başka ekler bulabiliriz. Örneğin geç-gıç-i-ı-a-e-inç-ınç ekleriyle Süzgeç, yengeç-açık-kazı-gezi-yazı-dizi, basınç-gülünç-ödünç, gibi bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Zil çalınca Hasan teşekkür etti. Hilmi de teşekküre katıldı ama Tekirdağ örneğinden sonrakileri pek anlamadığını da sözlerine ekledi.

Yemekteki konumuz Yusuf'un Kadir Pekgöz'e karşı kazandığı araba atışmasındaki başarısıydı. Ancak arkadaşlar özellikle de Salih Baydemir Yusuf'u uyardı:

– (Kulağına eğilerek) Kadir sakın duymasın, kudurur sonra, o gerçek köse; köseler sinirlidir, beklemediğin bir zaman sana zararı olur! Bu kez de gerçek köse ile gerçek olmayamn köselik konusu irdelendi. Sakalı düzgün çıkmayanlar, kısa boylu olanlar derken Mehmet Aygün ortaya gene bir fit attı:

– Öyleyse bayanlarda köse olmaz. ; onlarda sakal hiç çıkmıyor! Önce güldük ama yeni bir konu:

– Sahiden bayanlarda köse olmaz mı? Bayanlarda köseler, salt kısa boylular mı? Bu kez de sözler okuldaki kızlara döndü:

– Onların birkaçı dışında hepsi boy kösesi” Hasan Üner şimdiye dek söze karışmamıştı, Yusuf'un derken Yusuf , eliyle Hasan'ın ağzına kapattı:

– Biliyorum ne diyeceğini, söyletmem!

Çevre masalar hep boşalmıştı, gülüşerek kalktık. Dersliğe girmeden zil çaldı, dönüp Tarım bölümüne gittik. Önce Besim İyitanır Öğretmen geldi. Kapıda durup arkasına baktı. Hikmet Öpretmeni beklediği anlaşıldı. Besim Öğretmen sinirli gibi. Arkadaşlar göz-kaş ettiler. Bu, “ Aman dikkat edin!” demektir. Neyse çeri girdi, biz de kapı önünde bir süre durduk. Besim Öğretmenden hepimiz çekiniriz. Ancak çekinmenin ötesinde ondan korkanlar var. Ahmet Güner bunlardan biri. Ahmet'in korkusu inanılır gibi değil, (Tarım dersiyle bir ilgisi yok, )Ahmet'i oyun oynarken görürse Besim öğretmen ne diyecek?” Arkadaşlar sordu, “ Sence ne diyebilir?” Ahmet bir süre düşündü sonra da:

– Baban da mı oyuncuydu! ? diyebilir. Böylece Ahmet Güner, durup dururken kendi başına yeni bir iş açtı. Takılmak isteyenler hemen sordu:

– Baban da mı oyuncuydu? Ne var ki arkadaşlar sözü tadında bırakmıyor. Yerli yersiz zamanlarda sorunca Ahmet sonunda patladı:

– Ananızın ne yaptığını önce siz açıklarsanız, yanıt veririm! Soranlar bu sözü hak etmiştir belki ama konu dışında kalan arkadaşlar bu tavrını Ahmet'e yakıştıramadılar.

Kapı önüne çıkan Besim Öğretmen bana sordu:

“ Köyünde kavak var biliyorum; o kavaklardan kalem alıp ayrıca diktiğin oldu mu? Dikmediğimi söyledim. Kavak dikmemiştim ama yüzlerce söğüt dikmiştim, onu anlattım: “ Söğütler hem çabuk büyüyor hem de kendileri kök salarak çoğalıyor. Çoğalması nedeniyle de köylülerce makbul sayılıyorlar. Böylece sel suyu artınca tarla başlarının topraklarını korumuş oluyorlar!” Besim Öğretmen gülerek: “ Nasıl nasıl? Orasını anlamadım!” deyince tekrarladım :

Derenin iki tarafında dereye dik dört tarlamız var. Dere aralarından geçiyor. ˘Çok su gelince sular altını oyup toprağı dereye yıkıyor. Yıkılan toprak sulara karışıp gidiyor. Bu toprak düşmesini önlemek için tarlanın suya bakan tarafına sık olarak söğüt ağacı dikiyoruz. Söğüt ağaçalarının kökleri toprağın kolay düşmesini önlüyor. Bu nedenle sık sık dere kıyısına söğüt çubuğu dikiyoruz. Ayrıca köyümüzde bir gelenek vardır, yılın her 6 MAYIS (hıdrellez) günü köy imecesi olarak toplanıp belli yerlere fidan dililir. Bu nedenle köyümüz çok yeşilliktir.

Besim Öğretmen gülerek :

-Bunları bana değil arkadaşlarına söyle, ben , köyünü gördüm; söylediklerin çok doğru. Sen köyüne gidince bunların bir çoğunun çekeceği zorlukları çekmeyeceksin. Özellikle de köyündeki imece alışkanlığı senin birçok işini kolaylaştıracaktır! dedi. Hikmet Öğretmen geldi, geciktiği için özür diledi. Kimimizin elinde kürek-bel, kimimizin kolu altında fidan demetleri, hep birlikte Fidanlık Altı dediğimiz dere yakınına indik. Adımlayarak fidan yerleri işaretlendi. İşaretlere elimizdeki fidan sayısı uymayınce aralık daraltması yapılarak sayı tutturuldu. Biz başlarken Mehmet Salih Arı Öğretmenle Müdür Bey geldiler. Öğretmenler bir süre onlarla konuşa konuşa asfalta dek yürüdüler. Dönüşlerinde Kamber Amcamın da onlara katıldığını gördüm. Yanımıza geldiklerinde Müdür Bey bana, “ Kamber Amcamla konuş!” diyerek öğretmenlerden izin istedi. Kamber Amcamla yola dek konuşa konuşa gittim. Kamber Amcam: “ Yeni müdürünüze bir türlü ısınamıyorum, o yüzden okula gelmiyorum. Müdür Yardımcısı Talat Bey çok ısrar ediyor ama onun da dilinin altında hep çıkar kuşkusu saklı gibi. Okulun, bizim köy tarafı karşısıyla asfaltın sağındaki bölümü okula katmak istiyor. Buna ben razı olsam köylü razı olmaz. Köylülere ben her dediğimi yaptırırım sanıyor. Bizim köy öteki köyler gibi değil, insanlar bu toprakları para vererek aldılar. Hazineden geçme olsa Talat Beyin istediğini yapmak kolay. Eski müdür bunu çok iyi bildiğinden böyle bir istekte bulunmuyor, işi tatlılıkla (anlaşarak) çözümleme yolunu deniyordu. Bunlar, araya kaymakamı, valiyi katarak tepeden inme yollarını denemeye kalktılar. Amcam sözü değiştirip babamı sordu. Pazar günü için, İsmet'le ikimizi de beklediğini söyleyip ayrıldı.

Arkadaşların yanına döndüğümde öğretmenler, Talat Tarkan Öğretmenle az ötede konuşuyorlardı. Arkadaşlardan bana takılanlar oldu:

-İzinlisin neden döndün? Oldu olacak bari, köye kadar yürüseydin!” Nedense ben öyle kurnazlıkları hiç düşünmüyorum; öyle yapsaydım ne kazana caktım? Hiç aklımda yokken Okul Müdürü bana amcamla konuşma izini verdi. Buna teşekkür edeceğime, çalışmaktan biraz daha kaçmak için yolu uzatmalıymışım! Acayibime gitti. Birden, beklemedikleri bir tepki gösterdim:

- Siz öyle yaparsınız. Belli ki sizler, amcalarınıza da saygı duymuyorsunuz. Duysanız, onun yanında kalma sürecini kendi gönlünüze göre uzatmayı düşünmezdiniz. Ayrıca onun; sizin bu tavrınızı nasıl değerlendireceğini de hesaba katmazdınız!” Neyse ki arkadaşlar, uzun tek sıra durumunda çalıştıklarından tepkimi çoğu duymadı. Ben de öbür uca giderek yanlarından ayrıldığım arkadaşların grubuna katıldım. Çalıştığımız yer dereye yakın. Kazdığımız toprak da kepir örtüsünün sonu. Toprağın üstü kepir gibi görünse de alt kumsal çıkıyor. Besim Öğretmen gelince bana: “ Şu senin köyünün karpuzunu burada deneyeceğiz. Gerçi Yeni Bedirliler “ Olmaz!” dediler ama neden olmasın? Sizin köy iklimiyle bura arasında büyük bir fark yok. Sizin gösterdiğiniz ihtimamı(Dikkatli bakımı) gösterirsek başarırız!” Besim Öğretmen benden karpuz çekirdeği istedi. Eliyle gösterdi: “ Çok değil birleşik iki el avucu dolduracak kadar!”

Paydosta doğrudan Resim Odasına gittim. Akordiyonu özlemiştim. Kapıdan uzak köşeye gidip sessiz denecek yavaşlıkta uzun süre çalıştım. Ezber bildiğim parçaları arka arkaya tekrarladım. Arkasından notaları çıkardım, onları da sıraladım. Edirne Halkevi bahçesinde cumartesi günü radyoda akordiyon çalan birini dinlemiştim. Cumartesi günü burada da dinlemeyi planladım; o gün başka bir işe kalkışmayacağım. Asım Öğretmene de söyleyeceğim, sanırım o da dinlemek ister.

Süheyla Öğretmenin verdiği notalardan Schubert serenad Beringer Piyano metodunda da var, piyano için. Çok istiyorum ama bir türlü cesaret edemiyorum. Asım Öğretmen de nedense onu atlayıp geçiyor.

Okuma saati başlayınca dersliğe geçtim. Kitap okuma saatinde kitap okunacaktı. Program uygulanmaya başladığında bir süre öğretmenler geldi derslikte oturdu. Öğretmen gelince görsün, düşüncesiyle herkes birer kitap alıp sıralarının gözüne koydu. Şimdilerde öğretmen gelince kitaplar sıradan çıkıyor. Öğretmen gidince de kitaplar açılmadan sıralara giriyor. Arkadaşlar içinde kitap okumayı yararsız sayanların sayısı yararlı sayanlara neredeyse yetişecek. Benim saptamama göre: İsmet, Emrullah, Abdullah, Yakup, Kadir, Ali, Mustafa, Hüseyin, Fettah, Hilmi doğru dürüst bir roman okumamıştır. Konuşmalarında hep öğretmenlerin derslikte okuduğu romanlardan söz ediyorlar. Geçen gün okul kızlarından söz edilirken onlarla ilgilenmeyen biri için Reşat Nuri Güntekin'in Bir Kadın Düşmanı(Homongolos). romanındaki gerçek adı Ziya olan Homonolos'a b enzettiler. Önce: “ Niçin olmsın?” deyip konuşmaları dinledim.. Söz sözü açtı; derken roman kahramanıyla hiç ilgisi olmadan biri ortaya getirild. Kişi çok yakışıklı, kimseyi beğenmiyor. Sonunda söze karıştım: “ Kimseyi beğenmemesi doğru ama Homongolos, çok yakışıklı olduğundan mı Homongolos olmuş yoksa yüzüne bakılmayacak ölçüde çirkin olduğundan mı?” deyince dinleyenler acayip acayip yüzüme baktılar. Neyse o sıra yemek zili çaldı da konu geçici olarak kapandı. Gerçekte kapanmadı. Homongolos'u bana öneren Hasan Üner daha sonra anlattı. Kendisinin okuduğunu bilenler saklı kalm ak kaydıyla romanın özetini istemişler. Söylediğine göre, Hasan onlara; romanı benim özetlediğimi anımsatmış. Böylece benim doğruyu bildiğim anlaşılınca konu, onlara göre kapanmış. Oysa ben, olanak bulunca bu konuyu kurcalayacağım.

Yemekte benim getireceğim karpuz çekirdeklerı gene konu oldu:

– Yakın köylerden gelip çekirdek alan olmuyor mu? Olduğunu anlattım:

– Ancak salt çekirdek almakla iş bitmiyor. Tohumdan önce tarlanın bostan için hazırlanması, tohum ekildikten sonra yabancı otların çıkmasının önlenmesi, çiçeğe dönüştükten sonra büyüyen kolların zedelenmemesi(Rüzgar ya da arada gezenler tarafından)Fazla yağış olunca bostanın su altında kalmamsı, karpuzlar büyümeye başlayınca dikkatlice karpuzların düz toptrağa(Karpuzların düzgün büyümesi için bu olay çok önemli) oturtulması gibi yapılan işlemleri yapmayanlar bizim köydeki gibi karpuz üretemiyorlar. Bizim köylüler bunu baba mesleği gibi bellemiş, karpuz yetiştiremediği zaman komşulara karşı kendini kusurlu sayar. Hilmi Altınsoy başta olmak üzere arkadaşlar bunca emekten sonra yenecek karpuzun tadını neyleyim!” deyip gülüştüler. Ben de onlara Edirne'de Fidanlık Müdürü Gümüş Beyin çabalarını aktardım. Bana Mehmet Aygün de katıldı. Edirne'de herkesin bahçesi var, herkes meyve yetiştiriyor. Ancak fidanlık koca bir orman olarak fidan yetiştirip Trakya'ya dağıtıyor. Bunun bir nedeni var; ıslah edilmiş meyve ağaçları daha iyi ürün veriyor. Önemli olan bu sonuıçtur.

Yemekten sonra yarınki Öğretmenlik Bilgisi dersi için Doktor Halil Fikret Kanad'ın Pedagoji kitabını karıştırdım. Aynı yazarın Pedagoji Tarihi kitabındaki büyük Eğitimcilerin bir bölümü burada geçiyor. Örneğin, Müdür Beyin sık sık sözünü ettiği Pestalozzi, tarih derslerin de adı geçen Aristotales, Pedagoji Tarihinde kısaca değindiğimiz Herbart Pedagoji kitabında sık sık geçiyor. Herbart'in sözlerinden biri: “ Çocuklar, ilgi duyduğu konuları daha çabuk öğrenir!” Bu kuramdan yararlanarak öğretmenler, öğrencilerinin ilgisini öğreteceği konuya çekebilirse kazandırmak istedikleri çocuklara daha rahatlıkla kazandırır. J. J. Rousseau'nun da bir sözü var: “ Yetişkinler çocuklara yetişmiş biri olarak değil çocuk olarak bakmalıdır. Çocuklar yetişkin olana dek çevresindeki olayları çocuk ölçüleri içinde görüp değerlndirirler!”

Pedagoji kitabını karıştırdım ama bir bakıma da iyi etmedim, kafam iyice karıştı. Birkaç sayfa içinde onlarca yabancı adı görünce şaşırdım; bunu ders kitabı olarak okuyanlar oldukça zorlanıyorlardır. Zor zar okuduğum 6 sayfa için de Aristotales; J. J. Rousseau, Pestalozzi, Herbart'tan başka, Montaigne, Meumann, Mesmer, Paulsen , Ziegbler. Paul Barth... Bunları çok bulurken yan gözle 8. sayfaya baktım salt o sayfada daha 8 yabancı ad görünce kitabı hemen kapattım. Müdür Beye bu kitabı da anımsatırsam arkadaşların dilinden kurtulamam.. Sıraya başımı koyup bir süre öyle durdum. Sabahat Öğretmen üst üste ödevler verdi. Son olarak verdiği de bahçe, fidan , fidanlık ya da önemsediğiniz bir olayla ilintisi olan bir ağaç. Fikret Madaralı Öğretmen bize Tevfik Fikret'ten bir ağaç şiiri okumuştu. Daha sonra da bize bir ödev vermişti. O zamasn ben, Bizim Çeşmederedeki bir ağacı anlatmıştım. Öğretmen onu pek beğenmemişti. Biraz değiştirerek aynı yazıyı şimdi de verebilirim. Örneğin köyün içindeki büyük meşeyi anlatabilirim.

Zil çaldı. Hemen yatacağım. Yatınca düşünürüm. Yatınca da düşünmedim; hemen uyudum.

 

7 Nisan 1943 Çarşamba

 

Akşam yatar yatmaz uyumanın yararını gördüm. Çok rahatım. Bu sabah Yusuf'la Ahmet'i ben uyandırdım. Sabah oyunları giderek düzene girdi. Birinci halkaya girenler çoğaldı. Asım Öğretmenin bize çok yardımı oldu; her sabah titizlikle izliyor; oyun bozanlara marş marş verip cezalı olarak koşturuyor. Cezalar bununla da kalmıyormuş, dersine girdiğinde ilk soru cezalıya geliyormuş. Çocuklar bunu anlatırken:

- Korkuyoruz abi; derste tek başımıza şarkı söyletiyor; o daha zor geliyor!” diyerek Asım Öğretmenden neden çekindiklerini gülerek açıklıyorlar.

Gelecek haftadan başlayarak oyunları iç içe iki halka olarak sürdürmeye karar verdik. İyi bilenler iç halkada, öğrenme aşamasın da olanlar dış halkada. Olur mu , olmaz mı? “ Deneriz, olmazsa gene eskiye döneriz. “

Çarşamba günleri Müdür Beyin 4 saatlik dersi hepimizi sıkıyor. Ben arkadaşların çoğuna şaşıyorum, onların çoğu da bana şaşıyor. Yeğenim İsmet bile zaman zaman:

-Dayı sen bu dersin neresini seviyorsun ki ikide bir duyulmamış isimleri bulup çıkarıyorsun? diyor. Oysa ben dersi sevdiğimden değil Müdür Beye karşı mahcup olmamak için söz konusu kitapları kendimi zorlayarak karıştırıyorum. Karıştırıyorum, içlerinden bir iki adı ezberleyip tekrarlayınca bu çalışmak oluyor. İsmet akşamki durumumu bilse sanırım başka düşünecek. 8 sayfalık yazı içinde 8- 10 bilginden söz ediliyor. Ben de arkadaşların anlayışlarına şaşıyorum; kendilerine soru sorulduğunda susunca hiç üzülmüyorlar mı? Ben de bu tavrı kesinlikle benimseyemiyorum. Şimdiye dek hiç başıma gelmedi ama her derste gelebilir kaygısını taşıdığımdan önlem alıyorum.

Kahvaltıda uygulama derslerine ne zaman başlayacağız? sorusu soruldu. Ben, gerçekte uygulama derslerine başladığımızı, dersine girdiğimiz öğretmenlere karşı zor durumda kalmamamız için bilgi donanımı yaptığımızı söyledim. Arkadaşlar şaka ettiğimi sanıkp güldüler. Oysa doğru söylemiştim. Hemen hemen bir aydır biz gerçekten uygulama hazırlığı yapıyoruz. Ancak arkadaşlar bunun ayırdında değil. Mehmet Yücel'le Lüleburgaz'a gönderildiğimizde bence biz, uygulama derslerine başlamıştık. İlkokullar Müfredat Programını karıştırmamız, Müdür Beyin dersliğe getirip okuttuğu yazılar, Milli Eğitim Müdürlüğü ya da İlköğretim Müfettişliğii dönemleri üstüne an lattıklar bence uygulama derslerine yardımcı bilgilerdir. Zaten geçen derslerin birinde kendisi: -Bugün kendi dersimize dönelim bakalım nerelerde kaldık?” demişti.

Ben bir olasılık, “ Müdür Bey belki de gelmez!” diyecek oldum arkadaşlar:

-Aman aman, o zaman bizi bahçeye çıkarırlar! diyerek, sıkıntılı olmasına karşın derslikte oturmaya razı olduklarını gösterdiler. Oysa hava çok güzel. Kış boyunca böyle havaları beklemiştik. Yusuf Asıl, Ahmet Güner'le beni köyüne çağırıyor. Ben, bilmeden 1936 yılında neredeyse onların köyü yakınına gitmişim. Çok geniş düz alanlar, karşıları açık açık görülebilen yamaçlar anımsıyorum ama köyler fazla izbırakmamış. Yusuf anlattıkça köyleri de görür gibi oluyorum. Bu da ilgimi çekiyor. Giderek Yusuf'u ben zorlamaya kalkıyorum. Yusuf ilk çağırdığında koşul koymuştum: ,

-Önce bizim köye gideceğiz sonra sizin köye! “Böyle çağrılarda öncelik büyüklerdedir!” diyordum. Oysa böyle bir gelenek yoktu. Şimdi de:

– Böyle bir gelenek olmadığına göre götürürsen seve seve giderim! diyorum. Cumartesi gidip pazar akşamı dönebilecekmişiz ama Yusuf ya cuma ya da pazartesi günü de katmak niyetinde. Bu neden le 23 Nisan ya da 19 Mayıs bayramlarını bekler gibi. Ne var ki o bayramların günlerini henüz çıkarmamış. Ben 23 Nisan Bayramının cuma gününe geldiğini söyleyince şaşırdı; hemen parmaklarını saydı. Doğru olduğunu görünce sevinçten elindeki çay bardağını düşürdü. Nöbtçilerden Hasan Akyol uzaktan bizi izliyormuş bir bardak çay getirdi. Arkadaşlar Yusuf'a takıldılar:

– Kurnaz, çayını bitirmiştin fazla çay içmek için numara yaptın!

Müdür Beyin dersi için öne sürdüğümüz olasılıkların hiç biri doğru çıkmadı. Müdür Bey gene elindeki dergiyle geldi. Önce Köy Enstitülerinin kuruluşundan söz etti. Sözü Kepirtepe'ye getirdi, Kepirtepe'nin Trakya'da oluşundan, Trakya'nın geçmişte savaşlara sahne oluşundan söz edtti. Bu nedenle halkın duyarlı olduğunu, enstitülerin de böyle bir duyarlı dönemde kurulmuş olmasınından ötürü kuruluş sevinciyle savaş kaygılarının birlikte geldiğini bunun sonucu olarak Trakya'daki bir çok okul gibi bizim de korunaklı bir bölgeye alındığımızı anımsattı. Daha sonra sözü 17 NisanKöy Enstitüleri Bayramına getirdi:

– Geçmiş yıllarda, haklı nedenlerle gönlümüzce kutlayamadığımız 17 Nisan'ı bu yıl kutlamak istiyoruz. Bu, bir bakıma sizi de uğurlama olacaktır! dedikten son bize bakıp güldü:

– Sevinmiyor musunuz? diye de sordu. Müdür Bey elindeki dergiyi öteki eline vurarak Köy Enstitülerinin neden çok önemsendiğini uzun uzun anlattı. Ancak Müdür Bey Köy Enstitüleri yasasının (3803 sayılı yasa) verdiği güçle, Köy Enstitülerinin yerden fışkırırca bina kurmaları derken eliyle bizim binayı göstermesi hepimizi şaşırttı. İsmet benden önce parmak kaldırdı. Biz Müdür Beyin söz vermesini beklerken en az on parmak daha kalktı. Müdür Bey gülümseyek:

-Söyleyeceğinizi biliyorum. Ben genel olarak konuşurken araya burayı da katıverdim. Biliyorum, bu bina daha önce yapılmıştı. Bilmez olur muyum? okula Müdür olarak atanınca bunu ilk iş sayıp daha gelmeden bunları inceledim! Canım, ne söyleyeceğimi bilmeden. söylennen söz son bulmadan araya girmek anlaşmaları çoğu kez bozar. İşte size taze bir örnek. Benim sözüm, “ Önce açılan Köy Öğretmen Okullarında yapılan denemelerin olumlu sonuç vermesi nedeniyle köy Enstitüleri aşamasına geçilmiştir” olarak sürecekti. Bu sözün bir yanlış tarafı var mı? Gerçek öyle değil mi? Siz, bu söz konusu iki kuruluş arasındaki farkın farkında mısınız? Farkındaysanız, buyurun konuşalım, Ben, onları da alkışlayan bir eğitim eriyim. Bugün okulun levhası değiştirilsin, görevimde bırakılısam çalışmamı sürdürürüm. Sizin konuşmalarınızdan zaman zaman sezinlediğim bir hoşnutsuz durum gözümden kaçmadı. Yanılıyor muyum? Benimle açık açık konuşabilirsiniz. Buyurun; neleri yeriyorsunuz? Neleri savunmak istiyorsanız? Rahatça açıklayın!” Zil çalınca Müdür Bey sorusunu tekrarladı:

-Sorularınızı hazırlayın, konuşalım!”

Müdür Bey gidince bir kaynaşma oldu, gözler Sami Akıncı'yı aradı. Sami Akıncı rahatsızmış, dişi ağrıdığı için konuşamayacakmış. Birileri:

– Eyvah, meyvah! Derken Müdür Bey Sami Akıncı ile birlikte geldi.  Dergi gene elindeydi. Bu kez dergiyi açtı. Derginin içinden daha küçük bir dergi gibi bir kitapçık çıktı. Müdür Bey küçük dergi gibi kitapçığı göstererek:

– Bence bizim konuştuğumuz konuda en büyük fark budur, Köy Öğretmen Okullarının bir koruyucu yasası yoktu. Oysa Köy Entitülerirnin haklarını koruyan 3803 sayılı, ayrıca tüm yurttaşlara yaptırımlar yükleyen 4274 sayılı yasaları var!” dedikten sonra önce 3803 sayılı yasadan sonra da 4274 sayılı yasadan maddeler okudu. Özellikle de köylerde çalışırken önümüze çıkacak engellerin aşılmasında bize yardımcı olacak valilerle kaymakamlara yasanın verdiği görevlere Müdür Bey dikkatimizi çekti. Daha önce yazısını okuduğu Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün yazısındaki kimi benzerlikleri karşılaştırarak, bunların daha yukarılardan da izleneceğini belirtti. Böylece biz, köylerde çalışırken sürekli izleneceğiz, bir engelle karşılaşınca da kaymakamımızdan, valimizden başka Cumhurbaşkanımıza dek tüm sorumluların yardımımıza koşacaklarını söyledi. Müdür beyin çok önem verdiği 4274 sayılı yasanın 31. maddesini ise tekrar tekrar okuyarak açıkladı; ara ara da bize tekrarlattı. Bu madde, köylerde çalışan Köy Enstitünü bitiren öğretmenlerin başarılı çalışmaları son unda ödüllendirilme koşulları açıklanıyordu. Müdür Bey önce dikkatimizi çekti:

- Şimdi sadede gelelim, tüm bu çalışıp çabalamalar neden yapılacak, niçin yapılacak? Doğal olarak herkesin yaşamdan bir beklediği vardır. Öğretmen de bir insandır, o da başarılı olunca ödüllendirilmesini ister, bu da onun hakkıdır. İşte yasa bunu da düşünmüş! dedikten sonra yasa maddesindeki ödüllendirme sırasını okudu:

1. Üstün başarılı sayılmak,

2. Köye hizmet edenler anıtına adı yazılmak,

3. Köydeki bir kuruluşa adı verilmek,

4. Ülkü eri sayılmak.

Müdür Bey, şimdiye dek köye hizmet edenlere böyle bir ayrıcalık tanınmadığını üzülerek anlattı. Böylece geçmişte sayısız başarılı insanın adı anılamamaktadır! dedi.

Müdür Bey bu kez de:

-Bakalım bu başarı ödülleri kimlere , nasıl verilecek? Derken zil çaldı. Müdür Bey

- Devam edeceğiz! deyip ayrıldı. Soru hazırlayan arkadaşlar, sorularını soramadıkları için üzüldüklerini söylerken Müdür Bey geldi. 31. Maddenin nasıl, ne zaman, kimler için, kimler tarafından hazırlanacağını tane tane okudu, açıklamalar yaptı.

1. Üstün başarılı sayılmak;

Görevlerini olağanüstü bir başarıyla yapanlar için bölge İlköğretim müfettişlerinin önerisiyle her yıl mart ayı içinde Köy Enstitüleri Müdürlüklerince bir başarı listesi hazırlanarak, yazılı görüşleriyle birlikte bağlı oldukları illerin Milli Eğitim Müdürlüklerine verilir. Milli Eğitim Müdürlükleri de kendi görüşlerini yazarak Valilik yoluyla Milli Eğitim Bakanlığına gönderir. Listeye girenlerin adları o yıl 17 Nisanda gazetelerde çıkar, radyo ile duyurulur.

2. Köye Hizmet edenlerin anıtına yazılmak.

Kültür bakımından kuvvetlendirilmesi gereken, tehlikeli ve bulaşıcı hastalıklar hüküm süren, yurt sınırlarına yakın bulunan, ana ulaşım yollarına uzak bulunan köylede görev yapan , mahallin güç koşullarını yenerek öğrenimi, geniş bir alana yayan ve işlerini ardı ardına beş yıl olağanüstü bir başarıyla yapan , bulunduğu köyün yetişkin halkının bu süre içinde en az onda birini okur-yazar duruma getirenlerin adları, mezun oldukları enstitülerde hazırlanan(Köye Hizmet edenler anıtı)na yazılır.

Not: Bu maddede yazılı görevlerin hangi köylerde olduğunu bölge İlköğretim Müfettişlerinin önerisi üzerine 8. maddede adı geçen (valilik Köy Öğretmen ve Eğitmenleri. Disiplin Kurulu) tarafından saptanarak her ders yılı başında ilgililere duyurulur.

3. Köydeki bir kuruluşa adı verilmek.

Köye sürekli olarak yararlı olabilecek özellikte ve olağanüstü bir çalışmayla meydana gelebilecek işleri yapanların ve köylerde yol, çeşme, kanal, hamam, çamaşırlık, bahçe, koru, kavaklık. Çayırlık, değirmen, elektrik santralı , köprü, kooperatif gibi yeni bir kuruluşa adları verilir. Bu gibilerin adları eserin uygun düşen bir yerine sürekli kalacak şekilde yazılır.

4. Ülkü eri sayılmak.

Bu maddenin 1. ve 2. fıkrasında yazılı esaslara göre hareket ederek köyün öğretim, eğitim, ziraat, sanat işlerinde birbiri ardınca on yıl görev yapanlar ve bu işlerde olağanüstü başarı gösterenler “ ÜLKÜ ERİ” sayılırlar ve Milli Eğitim Bakanlığınca saptanıp verilecek ay-yıldızlı bir “ ÖZEL-İM” taşırlar.

Müdür Bey, “ Siz şimdi bunları küçümsüyor, olsa da olur, olmasa da deyip geçiyorsunuz. Yaşlandıkça bu düşünceleriniz kaybolacak. İnsan yaşamı, yaş artıkça değişir; göreceksiniz, bir gün bu dediklerimi anımsayıp bugünkü düşüncelerinize güleceksiniz. Çocukluk, bir yere kadar da delikanlılık, “ Ekmek elden, su gölden!” anlayış sürecidir. Gençler bunu ayakları suya değince anlar! Siz benim tabirlerimi anlıyorsunuzdur umarım. Ne de olsa ben size göre biraz eskiyimdir. Tabirleri şimdi başka bir adla söylüyorlar sanırım!” deyince Sami hazır bekliyormuş gibi:

-Deyim! der demez Müdür Bey de , “ Evet, deyim , demekten geliyor. Ben de onları çok derim !” deyip güldü. Zil çalmıştı. Müdür Bey önce Sami Akıncı'ya piyesi sordu: “ Nasıl gidiyor?” dedi Halil Basutçu'ya da:

-Hazır mısın İstemi Han, gönderiyor musun kafileni Batıya? 17 Nisan geldi sayılır, şunun şurasında 10 kaldı! deyip ayrıldı. Müdür Beyin “ Kafile” sözü arkadaşlar arasında tartışma konusu oldu. Kimisi Müdür Beyin piyesi önemsemediği anlamı çıkarırken kimisi de kafile sözünü gerçek dışı anlamlara kaydırdı: “ Haylaz grubu, göçmen kafilesi, gezginci çingeneler gibi yakıştırmalar birbirini izledi: Hırsız takımı diyen bile oldu. Bu tür anlamsız söylemler ortaya atılınca Yahya Kemal Beyatlı'nın Akıncı şiirini anımsattım:

“ Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı: “ İlerle!” .

Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kaafilelerle”

Şiiri anımsayanlar bu kez de şiiri okumaya kalkıştılar:

“ Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı; o gün dev gibi bir orduyu yendik!”

 

Şiir konuyu kapattı. Ancak Mehmet Yücel, kolay kapanmayacak bir başka konuyu ortaya getirdi. Az önce dinlediğimiz yasa maddesine göre adını köyününü neresine yazdıracağına bir türlü karar verememiş. Bunu söyleyince arkadaşlardan çok değişik tepkiler aldı. İlk öneri tuvalet oldu. Mehmet Yücel:

– Bizim köyde genel tuvalet yok, köyünde öyle birşey olanlar düşünsün onu! deyip geçti. Geçti ama arkadaşlar aynı konuya bu kez topluca sarıldılar:

– Sahi biz, yaşam boyu köyde çalışma yarışı mı yapacağız? Sorunun yanıtını verenler oldu:

– Ya ne sandın? Yasalar niçin çıkarılıyor?”

Yemekte önce Hilmi, arkasından Salih Baydemir aynı konuyu açtılar. Ben onlara katılmadığımı söyledim. Yaşam boyu çalışmayı göze aldığiım için okula geldiğimi, onun için de şimdi burada bulunduğumu söyledim. Kendimi şimdi de bir yarışta saydığımı, yarışıp başarı kazananları tuvalet duvarlarına falan yazmaya kalkmanın ancak tembellerin işi olabileceğini, Müdür Bey diliyle bunun “ Kedi eremediği ete murdar der!” türü bir davranış olduğunu, Sami Akıncı arkadaşımızın başarılı çalışması sonucu derslerde öğretmenlere karşı rahat durumunun bize ders olması gerektiğini, o yıldızlı bir işaret taşımıyor ama öğretmenlerin gözünde bizlere göre daha büyük bir değer taşıdığını her gün üzülerek görüyorum !” dedim. Recep Kocaman hayretle sordu:

-Sahi sen de o dediğine üzülüyor musun? Ekledi:

– Ben , üzülüyorum, senin üzülmemen gerektiğe inandığım için sordum! deyince arkadaşlar bir süre sustu.

Yusuf, sessizliği paydostaki oyun konusunu açarak bozdu. Rezzan Öğretmeni görünce bu günün çarşamba olduğunu düşünmüş. Nereden nereye? Yusuf:

– Hasanoğlan'da da müzikçi Süheyla Öğretmenin yardımıyla kızlara oyun öğretmeye kalkışmıştık!” edi. Güldük: “

– Kalktık ama aradan 2, 5 yıl geçti daha bir oyun öğretemedik! deyince Mehmet Aygün gene aynı konuya döndü:

– Sahi siz on yıl için de köylülere oyun öğrebilirseniz, o zaman adınınız kolayca bir yerlere yazılır! Karşılıklı bakıştık. Sil yeni baştan, aynı konuya döndük. Yusuf önce Mehmet Aygün'e şaka yollu takıldı:

– Sana yapabileceğin güzel bir iş buldum. Ancak şimdi değil ayrılırken söyleyeceğim. Şimdi söylersem unutursun! Mehmet diretti, “ Söyle arkadaşım, söz veriyorum unutmayacağım. İstersen nüfus kağıdıma yazayım!” deyince Yusuf bu kez diplomasına yazacağını söyleyerek sözün kesti. Diploma sözü herkese hoş geldi. Hilmi gene bir “ Of, of!” çekti. Aylar sayıldı:

– Mayıs-haziran-temmuz-ağustos! Eylül'de “ pırrrrrr!” Nisan ne oldu? sorusu yanıtsız kaldı. “ Ya bitiremezsek?” Ali Güleren'in Topal Leylek öyküsünü anımsattım. Hilmi önce güldü sonra da “ Ali benim hemşerimdi, zaman zaman dertleşirdik. Nedense arkadaşokula girdiği ilk gün den beri okuldan kovulacağını söylüyordu. Kimi zaman düşünüyorum; o arkadaş ne yaptıysa okuldan kendini kovdurmak için bile bile yaptı. İster inanın ister inanmayım, ben böyle düşünüyorum!” Arkadaşın düşüncesini “ Saçma!” olarak karşılayanlar oldu.

Yemekten çıkınca doğrudan Tarım bölümüne gittik. 4. Sınıfların(Bize göre 9. sınıflar) bir bölümü

sabahları da tarım çalışması yaptığından fidan ekileri tamamlanmış. Tarım bölümü nöbetçisi Rasim Dereli biz muştuladı:

– Sebze bölümünde ekim -dikim tarhları hazırlanacak! Arkadaşlar açık açık:

– Eyvah!” dediler. Bu eyvahlar, Besim Öğretmen başımızda olacağı için çekilmişti. Ahmet Güner arkadaşın sözüne gene güldük. Sözü hemen değiştirdiler:

– Baban da mı tarh yapıyor? Besim Öğretmen geldi önce bakarak gözleriyle saydı; hepimize başını sallayarak sordu:

– Kaç kişiydiniz?

Halil Basutçu tam önündeydi, o yanıtladı:

-Sınıfımız 29 kişi! deyince Besim Öğretmen güldü:

– Çok eksik, tiyatrocular mı gelmedi? deyince hepimiz güldük. Besim Öğretmen, “ Tiyatrocular” sözünü biraz alaylı gibi söylemişti. Sami Akıncı hemen açkıkladı:

– Hayır öğretmenim, bugün piyes çalıkşmamız yok. Biz piyesi cumartesi öğleden sonra hazırlıyoruz. Gelmeyen arkadaşların piyesle bir ilgisi yok!” deyince İsmet, Mehmet Başaran'nın adını verdi. Öteki arkadaşlar Mehmet Başaran'ın rahatsız olduğunu söylediler. Harun Özçelik'le İdris Destan bugün sağlık kontrolu varmış. İneceli arkadaşların köylüleri gelmiş, Eğitimbaşından izin almışlar. Böylece sınıftan altı kişi eksik çıktı.

Besim Öğretmen, benimle birlikte üç arkadaşı ayırdı, uzun metre, yumak ip, büyük çekiç, arka depodan küçük kazıklardan birer kucak almamızı söyledi. Ne yapacağımızı anlamıştık. Arkadaşlar da çepin, tırmık, bel alıp dere yakınına gittik. Geçen yıldan bozulmamış yatakları örnek alıp Besim Öğretmenin gösterdiği tarafa önce ölçerek sonra da ip çekerek işaretler koyduk. Besim Öğretmen kazıcı arkadaşlara uzun uzun açıklamalar yaptı. Bize gelince tarif ettiği şekilde kazıkları çakarak sebzeliği Ergene Nehri tarafına uzattık. İşimiz bitince biz de birer çepin alıp arkadaşların arasına karıştık. Hikmet Öğretmen bugün gelmedi. Onun sabah çalışması varmış. 4. sınıflar ikiye bölünmüş, yarısı sabah yarısı öğleden sonra kültür dersi yapıyormuş. Besim Öğretmen biraz uzaklaşınca arkadaşlar arasında bir tartışma başlıyor. Konu gene Akın Piyesi, tiyatroculuk üstüne. Bu kez Bekir Temuçin Mehmet Başaran'ı örnek gösteriyor: “ Arkadaş piyeste görev aldığından beri bir yolunu bulup revire gidiyor. Cumartesi günü iyi olarak çıkıyor, piyestdeki rolünü atlattıktan sonra pazarı, pazartesi gününü geçirince gene revire dönüyor!” dedi. Halil Basutçu. “ O kadar da değil karşılığını verdi. Besim Öğretmen yaklaşınca tartışma durdu. Önceki konuşmları duymadığım için söze karışmadım. Karışmadım ama karışmak için içimden büyük bir istek geçti, söz nasıl başladı, kimler, kimin için neler söyledi?

Yusuf heyecanlı, paydostan sonra oyun var. Yusuf da Ahmet de öğretmenleri değil aslında kızları bekliyorlar. Onlara sözde takılıyorum, oysa benim de istediğim o ama nedense ben bunu kendime bile açıklayamıyorum. Örneğin Röslein gelse ben onlardan çok sevineceğim.

Besim Öğretmen gelince konuşmalar kesiliyor. Oysa açık hava, öğretmen uzaklaşınca yapılan konuşmaları o tahatça duyuyor. Besim Öğretmen gülerek:

– Şu yaptığınız iş var ya, onları köylerinizde sizinkiler yapmıyorsa bile kesinlikle yapanlar vardır. Gelip geçerken de olsa bakıp görmüşsünüzdür. Köylerinizde bunlara ne ad veriliyor?” diye sordu. Ben sorarken daha anladım. Ancak birden aklım karıştı, çok iyi bilmeme karşın anımsayamadım. Besim Öğretmenin önce bana soracağını da bildiğim için iyice duraksadım. Arkadaşlardan soruyu sözde anlamayanlar olmuş, sordular. Besim Öğretmen ayağının burnuyla tekmeler gibi dürtükleyerek gösterdi:

– Şu yaptığınız dikdörtgenlere bir ad vermiyor musunuz? diye soruyu tekrarladı. Fettah Biricik: “ Dikdörtgen!” deyiverdi. Besim Öğretmen, arkadaşların kendi aralarında gülerek tekrarladıkları sözü söyledi:

– Baban da öyle mi diyor? Herkes elini ağzına kapatarak: “ Hık, tıs, pısla gülüşünü geçiştirmeye çalıştı. Arkadaşların durumuna gülümseyerek bakan Besim Öğretmenin yumuşak tavrı beni rahatlattı. O anda da karık sözü aklıma geldi, kendimi tutamadım:

– Karık! dedim. Besim Öğretmen:

– Ya , işte bak! Hiç olmazsa bir tane çıktı. Siz hiç duymadınız mı? diye tekrar sordu. Bu kez de:

– Bu yetmez, her yörede değişik söylenişler vardır. Sizin görevlerinizden biri de bu olacak. Çevrenizdeki sözleri toplayıp eğrisini-doğrusunu seçip öyle konuşacaksınız. Sizin konuşmalarınızı beğenen halk, size özenerek dilini düzeltecektir!

Besim Öğretmen:

– Ben öğrenciye ödev veren öğretmenlerden değilim. Görüyorsunuz bizim çalışmalarımız yaparak öğrenilen türdendir. Burada birlikte yaptıklarımızı öğrenip gittiğiniz yerde doğru yaparsanız siz kazanacaksınız. Birlikte yaptıklarımız iyi sonuç verirken sizinkiler beklenileni vermezse onu siz kendi kendinize değerlendireceksiniz. Ancak ben size bir uyarıda bulunacağım; bunu ister ödev olarak sayın ister kendiniz için bir heves. Tarımla uğraşanların apayrı bir dili vardır. Onlar çok az sözcükle konuşurlar ama o sözleri iyi bilirler. Onlarla anlaşmanız biraz da buna bağlıdır. Çalışırken yanına uğradığınız bir bahçıvan karık yapıyorsa, ona kolay gelsin dedikten sonra (Dikkat edin ona sormadan) ne ekeceksin bu karıklara derseniz onun size karşı tavrı başkalaşır. Besim Öğretmen, ellerini kaldırarak: “ Benden bukadar!” dedi. Yakında çalışanlar paydos ettiler. Besim Öğretmen:

– Zili duyamadık galiba, biz de toplanalım! deyince çamursuz ya da çamuru basılmış patikadan birerle kol olarak Tarım binasına dizildik. Ahmet'le Yusuf, bir birini uyarıyor. Ahmet Yusuf'a:

– Sakın bana onların yanında Efelik yapma! Yusaf:

– Kim ben mi Efelik yapıyorum? Bense kendimi dinliyorum:

– Asım Öğretmen gene alıp akordiyonu inebilir. Hele Röslein da gelirse, ben orada kenara çekilip öyle duramam!

Asım öğretmenin odasına girip akordiyonu hazırladım. Kulaklarım dışardaki seslerde. Kapı vuruldu, baktım Yusuf:

-Seni bekliyoruz! Koşarak indik. Asım Öğretmen yok, Röslein var. Onlar el ele tutuşurken ben Suna'nın ağıtını basları bastırarak çaldım. Son günlerde o denli söylendi ki sanırım tanımayan kalmadı. Pesent Öğretmen bile “ Ihı, ıhı, ıhı!” yaparak bana katıldı. Röslein'e baktım gözleri gülüyordu. Sözümüz 20 dakikalıktı ama Rezzan Öğretmen, “ Bugün için işi uzatalım!” deyince tekrar tekrar Timurağa ile Merzifon Halayı'nı değiştirdik. 3. Oyun olarak Sivas Ağırlamasını önerdim. Ahmet'leYusuf az gösterdiler. Rezzan Öğretmen razı, ötekiler sustular. Rezzan Öğretmenle Pesent Öğretmenin dışındakiler sanki zorla gelirmiş tavırları gösteriyor. Bence onlar gelmese daha iyi olacak. O zaman, gelen öğretmenlere kızlardan katılanlar çoğalacaktır.

Oyundan sonra özellikle Yusuf neredeyse sevinçten uçacaktı. Bir ara kuşkulandım:

– Yoksa Röslein'e mi göz koydu? Röslein bundan böyle hep geleceğini söyledi “ Pesent Öğretmenden söz almış. Akın Piyesini düşünerek sordum:

– Sabahat Öğretmen ne diyecek? Röslein:

– Yok yok, piyesten sonrası için konuşuyorum, haftaya sanırım katılamayacağım! deyip ayrıldı.

Dersliğe dönünce, kavgaya yaklaşan tartışmalar yapıldığını gördüm. Ben gelmeden önce, Sami Akıncı oynanacak piyes konusunda Besim Öğretmenin sözlerine değinmeden o sözlere gülenleri anımsatarak, piyesteki arkadaşımız Mehmet Başaran'ın rahatsızlığını abartanlar ayıp ediyorlar! gibilerde bir söz söylemiş. Söz söyleyenler sus pus olunca İsmet ortayı bulmak amacıyla birşeyler söylemiş. İsmet'in sözlerini yerinde bulanlar olduğu gibi yetersiz görenler çıkmış. Ben dersliğe girdiğimde İsmet konuşuyordu. Konuyu tam anlamadan İsmet'e takıldım:

– Sen doğrucu başı mısın? Başka konuşan olmayınca konunun kapandığını sanarak hazırlamış olduğum “ AĞAÇ” yazımı temize çektim. Ağaç, gerçekte köyümüzün tam orta yerinde köy ortaklığı sayılan bir yerde. Köy kurulmadan önceki zamanlarda boyverip büyümüş ulu bir meşe ağacı. Benzerlerinden çok dallı budaklı, daha gösterişli olduğu için köyün kurucuları onu köyün ortak korunağına alıp çevresini de köyün ortak yeri olarak ayırmışlar. Köy tam 45 yıl önce kurulmuş. O günleri bilen yaşlıların söylediğine göre geçen bu kırkbeş yıl içinde ağaçta fazla bir değişiklik olmamış. Olsa olsa ara dalları daha sıklaştı, gölgesi biraz daha koyulaştı! diyorlar. Yaz sıcaklarında yakın evlerder yaşayan yaşlı ninele, r küçük torunlarını alıp gölgesine giderler. Yakınlarından yol geçmediği için küçük çocuklar da güven içinde çevresinde oynarlar. Ağacın bir de özel adı vardır. Hıdrellez Ağacı. Hıdrellez bizim köyde bir gün olarak kutlanır ama o bir gün çok canlı geçer. O gün ağacın iki dalına salıncaklar kurulur. Salıncak uçuşu yapılır, yarışa dönüşen uçuşları kazananlar alkışlanır. Öğleye kadarki şenliklere her yaştan insanlar katılır, Öğleden sonra değişir, kenç kızlar, şarkılar söyler, oyunlar oynar. Özellikle gelenekleşen mani atışmalarında başarılı olanlar o yılın başarılısı sayılır. Öğleden sonraki oyunların bir bölümüne delikanlılar da katılır. Örneğin salıncak uçuşları kız-erkek yarışına bile dönüşebilir. Karşılıklı ilişki kurmuş olanlar, yeni yeni niyetlenenler bu neşeli ortamda şanslarını deneler. Ben, Mahmut Ağabeyimle Ayşe yengemin salıncak yarışını izlediğimde o zaman bana yabancı olan Ayşe yengeme çok kızmıştım. Mahmut Ağabeyim çok yükseklere çıkınca düşecek diye korkar gözlerimi kapatırdım. Şimdi bitecek!” diye beklerken Ayşe yengem ayağını yere vurup yeniden başlayınca neredeyse ağlayacaktım.

Bayramlar, sıcak aylara geldiğinde bu ağaç, salt Hıdrellez değil Bayram Ağacına dönüşür. Bu ağaca neden Hıdrellez Ağacı dendiğini babama sorduğumda babam, bana bayramların yer değiştirdiğini , Hıdrellez'in ise hep yerinde kaldığını anlatmıştı. O yıl Kurban Bayramı ile Hıdrellez aynı günlere gelmişti. Hıdrellez'de kurban kesilmesi dikkatimi çekmişti. Babam o zaman bana: “ 36 yıl sonra gene böyle olacak!” demişti. Bayram, hıdrellez ilişkisini biraz anlamıştım. Daha sonraki yıllarda Hıdrellez günü evlerin yetişkin erkekler Bahar Bayramı adı altında köyce fidan dikmeye başladılar. Hıdrellezler daha canlı olmaya başlamıştı. Ondan mı, neden bilmem Bir Hıdrellez günü salıncaktan bir kız düştü. Tıpkı, Mahmut Ağabeyimle Ayşe Yengemin yarıştığı gibi yarışıyorlardı. İşin ilginç yanı kız da erkek de bizim köylü değilmiş. Düşen kızın çevresinde toplandılar. Kız oturduğu yerde gülüyor:

– Bir şey yok, bir şey yok! diyordu ama oturduğu yerden de kalkamıyordu. Yakın evlerin birinden kilim getirip kızı oturttular, kızı yakın evlerin birine götürdüler. Kahveye gidince olayı babama anlattım. Babam beni dinledikten sonra:

– Yazık, yüksekten düştüyle beli incinmiş olabilir. Bel incinmesinde insan yerinden kalkamaz! dedi. Babama, “ Ama baba kız gülüyordu!” dediğimde babam, “Sen onun şimdi güldüğüne bakma, belin acıları sonradan gelir. Dilerim ben yanılmış olayım!”

Kız da oğlan da bizim köyden olmadığiı için olay bir süre örnek alınması konusunda anıldı sonra da unutuldu gitti. Ancak o günkü yarışmacılar içinde bir başka çift vardı, bunlar Mahmut Ağabeyimin ahretliği olan Mehmet Ağabey ile onun sevgilisi olarak bilinen Hanife Ablaydı. Anlattıklarına göre şimdiye dek hiç kimse onlar kadar yükseğe çıkmamış gene onlar kadar uzun yarışmamış. Köyde yaz boyunca bu konuşuldu. Sayısız söylenti çıktı: “ Hanife Mehmet'e kaçmış, kaçacakmış. Bu söylentiler sürerken kış geldi. Mehmet Ağabey aynı zamanda iyi bir at biniciydi. Atları dereye suya götürürken Hanife Ablanın evi yanından geçerdi. İlkokula başlamıştım, okul Mehmet Ağabeyin yolu üstündeydi.. Mehmet Ağabeyi görünce el sallardım. Bir akşam kahvede insanların, durup durup:

– Yazık oldu Mehmet'e, Talihsiz çocuk!” gibi sözler duyunca kulak kesildim. Mehmet Ağabey buzlu yokuşta atla birlikte çukura düşmüş, sancılar içinde kıvranıyormuş. Köyde de atlı araba bizde var, Ali Ağabeyim arabayı hazırladı. Mahmut Ağabeyim giyinip gitti. Mehmet Ağabey konuşuyormuş, Konuşması ailesine cesaret vermiş. Gece de bastığı için Kırklareli hastanesine götürülmesine razı olmamışlar.

Bu olayları toparlayarak bir eklenti yaptım. Bu iki olayın da köyün içindeki Hıdrellez Ağacıyla ilgisi var. O nedenle ben olmamasına karşın sanki olmuş gibi bir süre sonra ağacın salıncak kurulan dalının kesildiğinin uzun süre farkedilmediğini, farkedilince de olayı kimin yaptığı üzerine bir çok öykü anlatıldığını, örneğin sallanırken düşen kızın yavuklusunu kestiği öne sürüldü. Bir ara da Hanife Ablanın kesebileceği ya da kestirebileceği söylendi. Bense bunları bir yana bırakıp köyde çocuklarını seven birçok babanın gelenekleşen bu tür yarışmaları önlemek için hiç değilse dalın birini kesmiş olabilcekleri öne sürerek yazımı bitirdim.

Yemekte, Besim İyitanır Öğretmenin “ Tiyatrocu!” sözünü Sabahat Öğretmen duysa ne der? gibi soru soruldu. Ben de:

-Tiyatroda oynayanlara tiyatrocu derler. Okulda okuyanlara nasıl öğrenci denirse o da öyle. Sabahat Öğretmen bunun nesine kızacak? diye sordum. Burada da kesmedim, arkadaşların bir bölümü hep yanlış düşünüyor, Hasanoğlan'da biz Külhan denilen bir zibirlikte günlerce çalışarak oyun öğrendik. “Öğretmen oyun mu oynarmış?” diyorlardı. Nerde kaldı o sözler? Sabahleyin oyun alanına çıkarken bu sözlediklerini anımsamıyorlar mı acaba? Öğretmen oyun da oynayacak, çalgı da çalacak!” diye kitaplara yazmışlar. Bunuları duya duya, bunların olacağını bile bile hala yan çizmeye çalışmak eşeklerin yukuş yukarı çıkmamak için yan yürümeye kalkışmasına benziyor. Eşekler böyle yapınca sopayı yerler. Bizimkiler ne yiyecek bilmem! deyince Salih Baydemir, “ Ayvayı!” dedi. Mehmet Aygün de Salih'e teşekkür etti, “ Daha kötüsünü söylemenden çekiniyordum!” dedi.

Derslikte Hasan Üner'le Türkçe, Dil Bİlgisi çalıştık. Hasan önce “ Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!” dizesini yazıp bunu aruz kalıbına nasıl uyduruyoruz? diye sordu. Agah Sırrı adlı yazarın kitabından aldığım örnekleri gösterdim. Çok önceleri şairler, değiştirilmeyen sözler seçmişler. Bu sözler belki daha çoktur ama benim aldığım kitaptakiler, Failatun-feilatun-mefailün-mefaiilün(İ sesisi uzatmak için 2 i ile gösterildi)müstefilün-müstefiilün-müstefilatün-mütefailün- müfteilün- mefailü-mefaiilü-failatü sözleridir. Bunlar dize sonlarında kısa olarak da kullanılır. Mefülü-failün -feilü-feulü-falün -feul-fa.... Şiir yazacak şairler bu kalıplardan birini seçip yazacağı şiirin sözlerini bu kalıplara uyduruyormuş. Örneğin Failatün kalıbını seçen şair bu kalıbı bir dizede kaç kez kullanacaksa dizeler de ona uymak zorundadir. Söz gelimi Failatün failatün failatün yapacaksa şiirin dizeleri:

-. -- -. -- -. --, ya da Fa i la tun fa i la tun fa i la tun olacaktır.

Gel de miş tim ner de kal dın çok ge çik tin

benzeri sözler dizilir. Örneğin Mehmet Akif Ersoy da çok güçlü bir olasılığa göre:

Fa  i  la tün fa(fe) i la tün fe i la tün fe i lün

Çat ma kur ban  o  la yım çeh re ne ey naz lı hi lal ya da

Kork ma sön mez b u şa fak lar da yü zen al san cak

- .  - -  . . -  -  .  . - - - -

Fa i  la tün / fe i la tün / fe i  la tün / fa  lün

Burada unutmayacağımız önemli değişiklikler var, bunlar olağan değişme sayılırlar:

1. Failatün'den sonra feilatün gelebilir.

2. Dize sonlarında hece durumuna göre kimi fa-lün kimi kez de fe i lün olarak heceler değişir.

3. Sesli harflerle biten heceler genelde kısa sayılmakla birlikle fa, la gibi uzun okunabilen heceler kapalı heceler gibi kapalı öteki adıyla uzun hece sayılır.

Hasan'la İsmail Habip'in Edebi Yeniliğimiz 11 kitabından Mehmet Akif Ersoy'un Bülbül şirinden:

“ Eşin var, aşiyanın var; baharın var, ki beklerdin; “ dizesini yazdık, “ Bu da failatün!” derken Hilmi geldi. Hasan'a, “ Hemşerim, sıra benim !” deyip kaldırdı. Hasan gülerek, “ Peki hemşerim, ben uyaroğluyum!” deyip kalktı. Hilmi biliyormuş ama bir kez de benimle çalışmak istemiş. Fiil soylu sözlerin ad ya da isim olması, ad ya da isimlerin cümlede yüklem olarak kullanılması. Azıcık yoklar gibi bir kaç sonu sordum. Hilmi herkes gibi adları yüklem olarak kullanıyor, fiil ya da mastarlardan adlar yapıyor. Örneğin sorunca, “ Edirne'den gelişimizi tam anımsamıyorum ama Ankara'ya gidişimiz 18 Nisan 1941 diyebiliyor. Gitmek mastarını örnek alıp gidiş durumuna geçişi(Geçiş de eklenererek ) örnek gösterdim. Hilmi uyandı. Bu kez uyanışını kulladım. Kutlayışıma sevindi. Sevinişine güldüm. Gülüşüme şaştı. Bu kez de ben : “ Şaşışına!” demeye kalmadı zil çaldı. Birlikte sürdürdük: “ Zilin çalışı işimizi bozdu. İşimizin bozuluşu, çalışmamızı aksattı. Çalışmamızın aksayışı, Sabahat Öğretmene karşı boyun büküşümüze neden olacak!” Hilmi durdu, “ Yok abi, bu kadarı bana yetti, göreceksin, yarın bülbül olacağım!” Ben de, “ Senin bülbül oluşun beni mutlu edecek!” Hilmi ile şakalaşarak ayrıldık. Yatınca nedenini pek pek kestiremediğim bir rahatlık içinde uyudum.

 

8 Nisan 1943 Perşembe

 

Hilmi uyanınca anımsamış, başını uzattı: , “Zil çalmış!” dedi yüzüme anlamlı anlamlı baktı. Anladım: “ Hilmi, türetme eklerinin işlevini bilmiyor. Daha doğrusu fiil çekimlerini yok sayıyor. Konuşacak zamanımız olmadığı için ayrılıp oyun alanına çıktım. Çocuklar Harmandalı istediler, Ben de özlemişim tekrar tekrar Harmandalı çaldım. Oyun sonunda Fahri Tosili Öğretmen gülerek teşekkür etti, Meğer Harmandalı'yı o istemişmiş.

Derslikte bu kez Hilmi'ye ben anımsatma yaptım. Miş'li geçmiş ekleri, doğrudan doğruya fiilin işleviyle ilgilidir, cümlelerde yüklem görevini üstlenirler. Dikkat edilirse aralarında bir önemli ayrılık vardır, adı üstünde miş'li geçmiş. iş, değil söz konusu ek, orada miş'tir. Gel'iş; değil gel-miş, gid-iş gitmiş olur. Hilmi ile konuşurken Mehmet Başaran yanımıza geldi. O, benim yanıma pek gelmezdi sıranın önüğnde durunca bir şey soracak sandım. Bizim konuşmamızı dinler gibi duruşuna aldanarak:

“ Doğru değil mi? diye de gülümseyerek sordum. Mehmet Başaran dik dik bakarak:

– Geldim işte! dedi. Tavrından öfkeli olduğunu ancak anladım: İyi işte geldin, ama neden geldin? Ne demek istiyorsun? Ben orasını anlayamadım!” deyince biraz daha sertçe:

– Anlarsın! dedi. Bu kez Hilmi söze karıştı:

– Ne diyorsun sen? Deminden beri biz burada birlikte çalışıyoruz; sen durup dururken gelip çattın, amacın ne?” diye sorunca Mehmet Başaran:

– O bilir ! deyip gitmek üzereyken ben birden kalkıp kolundan tuttum:

– Dur bakalım, ne söylemek istediğini anlamadım, anlamadan da bir şey diyemiyorum. Anlatmak zorundasın! deyince, ağlamaklı bir sesle:

– Sen benim revire yalandan gittiğimi! der demez anladım. Güldüm:

– Yok kardeşim, sana bunu kim söylermişse ya yanlış söylemiş ya da yalan söylemiş, ben kesinlikle böyle bir söz söylemedim. Böyle sözler konuşuldu ama ben karışmadım. İşin doğrusunu öğren de ona göre konuş, nahak yere beni üzersen sonucuna da katlanırsın!” dedim.

Kahvaltıda tanık olduğu olayı Hilmi arkadaşlara anlattı. Konuyu herkes bildiği için arkadaşlar beni yatıştırıcı sözler söylediler. Mehmet Başaran'ın piyeste rol almasından sonraki şımarmasına dikkat çektiler. Bundan sonra çay, çorba karşılaştırmaları yaparak dersliğe döndük. Olayı İsmet duymuş, dersliğe girince Mehmet Başaran'la konuştuğunu gördüm. Biraz yavaş konuştukları için ne dediklerini tam duyamadım. Ancak Mehmet Başaran'ın:

-Bunları her zaman o karıştırıyor! dediğini duyabildim. Bunu duyunca İsmet'e sordum:

-Büyük Karıştıran'dan mı yoksa Küçük Karıştıran'dan mı söz ediyorsunuz? dedim. Konuştuklarını duyduğum için olacak İsmet ayrılıp yerine gitti.

Matematik dersimiz boş geçtiğinden, arkadaşlar her zamanki gibi gene karşılıklı takışmalarla, güldürücü anlatılarla zaman geçirirken ben MEŞE AĞACI öykümü temize çekip Türkçe dersine hazırladım. Sabahat Öğretmen kitaplarını masaya koyarken daha “ Bahçe, fidan, ağaç gibi doğa üstüne konuştuğumuz ödevleri görmek istiyorum!” dedi. Öğretmen sözünü birir bitirmez de Sami Akınc'ı ödevini öğretmen masasına koydu. Başımdan çok gözlerimi sağa sola çevirerek dersliği gözledim, başka kimsede bir kıpırtı yok. Kalkıp ben de ödevimi Sami'nin kağıdı üstüne koydum. Sabahat Öğretmen, verilen ödeve karşı sınıfça bu ilgisizliğimizi yeren kısa bir konuşma yaptıktan sonra kağıt çıkartıp aynı konular üzerine birer yazı yazmamızı istedi. Notla değerlendireceğini, yazılı yerine geçeceğini de sözlerine ekledi. Sabahat Öğretmen, Sami ile bana da teşekkür etti, bu derstte serbest olarak çalışabileceğimizi söyledi. Bir süre sonra arkadaşlardan kağıdını verenler olunca Sabahat Öğretmen bizim kağıtları okudu, Sami'nin yazısını beğendiğini söyledi. Bana baktı: “ Bir hikaye anlatıyorsun ama pek inandırıcı değil. Salt olayı anlatırıyorsun. Oysa hikayede biraz da inandırıcılık olmalı!” dedi. Boynumu büküp oturunca öğretmen, ne düşündüyse bana hikaye okuyup okumadığımı sordu. Bu soru nedense çok tuhafıma gitti. Önce çok okuduğumu söyledim. Sabahat Öğretmen, biraz sesini uzatarak :

-Öyle miiii?” deyince Anton Çehov'un 4o hikayesi olan Maske kitabını iki kez, Ömer Seyfettin'in 9 kitabının tamamını okuduğumu tekrarladım. Sabahat Öğretmen bu kes: “Umarım okuduğun hikayelerde anlatılanlara inanmışsındır, işte, yazınca onlar gibi inandırıcı yazmaya çalış!” Birden içimden gelen konuşma rahatlığı duyumsadım: “ Okuduğum hikayeler içinde, anlatılanlara inanamadım çok var öğretmenim:

- Örneğin, Ömer Seyfettin'in Kurbağa Duası inanılacak bir hikaye değil. Deve de öyle. Anton Çehov'un da inanılmayacak hikayesi var. Sahte Mektup gibi. Sabahat Öğretmen güldü: “ Bunları daha geniş bir zamanda konuşalım. Örnekler üzerinde okuyarak tartışma ancak bizi doğruya götürür!” dedi. Zil çalınca Sabahat Öğretmen kağıtları toplayıp gitti.

Seyfi Çaçur Öğretmen gülümseyerek:

-Kağıt alış verişi başladı mı? diye sordu. Kimse yanıt vermedi ama Seyfi Öğretmen:

– Öğrenciliğin istenmeyen yanıdır ama onsuz da olmaz, “ Destiyi kıran la suyu getiren!” bir olmamalı, bunmu tefrik (Ayıracak)edecek tek ölçü de budur!” dedi. Sonunda Seyfi Çaçuır Öğretmen de cebinden bir bükülmüş dergi çıkarıp önce karıştırdı sonra da maddeler okudu. İlk başlık:

– İnsan Bedeninin Anatomisi ve Fizyolojisi. Seyfi Öğretmen okuyup yüzümüze bakınca ilk tepki Bekir Temuçin'den geldi:

– Öğretmenim nedir bunlar? Seyfi Çaçur Öğretmen gülümseyerek:

– Ben de bunu merak ediyorum, “ Nedir bunlar?” dedikten sonra okudu:

– Hücre ve hücrenin hayat gösterileri; hücre, hücre çoğalması ve büyümesi. Öğretmen durup bakınca bu kez Bekir, “ Bir: “ Hııı! çekti arkasından da “ Tabiat Bilgisiymiş! '“ deyince arkadaşla birlikte Seyfi Çaçur Öğretmen de güldü. Arkasından da sıra ile; İskelet; Eklemler, Kemikler, Kaslar, Sinir Sistemi, Beyin , Duygu Organlar; Göz-kulak-burun-dil, deri dedikten sonra öğretmen kendi kendine, “ Bu kadarcık mı?” diye sorduGene kendisi, “ Değil tabii: “ deyip okudu:

– Zooloji-Haayvanların sistemleştirilmesi hakkında kısa bilgiler! dedikten sonra yazıya bakmadanm oradan okurmuş gibi:

– Maymunlar, kediler, köpekler, sırtlanlar, sansarlar, ayılar. Kuşlardan: Yarasalar, k kemirgenler; hortumlular, boynuzlular. Dedikten sonra açıklamaya yaparken dersimiz bitti. Seyfi Öğretmen bizi teselli etti:

– Bunlar kitaplarda hep var. Sizin oralarda hangisi olacaksa onu inceleyeceksiniz. Bunların içinde Çiftçi düşmanı olanlar vardır. Tarımla uğrşanlar onları tanımak ister, İşte o zaman bir yardımınız olmalı, insanlar bunu sizden bekleyecek! deyip ayrıldı.

Dersten sonra İsmet geldi. “ Dayı, Lüleburgaz köylderinin adlarını sen biliyorsundur, onları bana yazar mısın?” Lüleburgaz'ın 34 köyü olduğunu duyuyorum ama hepsini saymam olası değil ancak bende yazılısı vardır, bulamazsam Kamber Amcamdan alırım!” ! dedim İsmet ivedi gerektiğini söyledi. Neden gerekliğini de sormadım Lüleburgazlı arkadaşlara sorarak 16 köyü saptadım. Mehmet Yücel'in kardeşi Namık Yücel'le karşılaşınca ondan rica ettim.

Marangozluk atölyesinde pin pon masasının konturplağını kesip yerleştirdik. İlginç bir çalışma oldu, onun üstünde dururken bile Luleburgaz köylerinin İsmet'in ne işine yarayacağını kestirmeye çalıştım. Paydos zili çalınca Namık eksik köyleri tamamlamış geldi. İsmet'e listeyi verdim. Merak etmeme karşın sormadım, “ Söyleyeceği varsa kendi söylemelidir!” deyip sustum. Gizli bir amacı yokmuş, kendi aralarında tüm arkadaşı bir Lüleburgaz köyüne atayıp bir süre şakacıktan öğretmencilik oynayacaklarmış.

Lüleburgaz köyleri

 

1. Çeçmekolu    13. Ertuğrul     25. Seyitler

2. Hamitabat     14. Karaağaç     26. Davutlu

3. Kırıkköy     15. Eskitaşlı     27. Çengelli

4. Ayvalı      16. Yenitaşlı     28. Alacaoğlu

5. Celaliye      17. Sakızköy     29. Ovacık

6. Hamzabey     18. Sarıcaali     30. Düğüncübaşı

7. Tatarköy      19. Evrensekiz     32. Kaybeyli

8. Umurca      20. Akçaköy      33. Çiftlikköy

9. Turgutbey     21. Yenibedir     34. Oklalı

10. Ahmetbey     22. Eskibedir

11. Büyük Karıştıran   23. Karamusul

12. Küçük Karıştıran   24. Çiftlikköy

 

Otuzdört köyün listesini verdim ama bu kez de İsmet'in nasıl bir oyun kurguladığını düşünmeye başladım. Asım Öğretmenin odasından piyano sesi geldiğini duyunca oraya gittim. Asım Öğretmen: “ Nerdesin? Gel, ne kadar çalışma kararı alıyorusak o kadar kaytarıyoruz. Benim burada bir ayım kaldı, bunu unutma!” dedi. Piyanonun başına oturup Beringer'in en başlarından Beethoven'in Tarla Faresine dek parçaları tekrarladık.

Dersliğe döndüğümde İsmet, Yusuf, Hasan, İdris ayakta kura çektiriyorlar. Ben girer girmez İsmet, avucundaki küçük-büzüşük kağıtlardan birini almamı ıstedi. Bir kağıt aldım. Ben alır almaz Yusuf kağıdı alıp kendisi açtı okudu Hamithabat! Ben Hamitabat'a atanmışım. Şaka da olsa çok sevindim. Derslikte bir heyecan, herkes bir birine soruyor; Çiftlikköy neresi? Sakızköy'ü bilen var mı? Oyunu İsmet'le şakacı arkadaşları başlattığı için katılmak istemeyenler de olmuş. Fettah Biricik b unlardan biri. Ben de katılınca Fettah karar değiştirdi; kalkıp İsmet'in yanına gitti. Herkes gibi bir kağıt aldı. Kendi yöntemlerine göre Hasan Üner kağıdı alıp açtı, önce Fettah'a okuttu. Büyük Karıştıran. Fettah köyü sordu. 5 sınıflı okulu varmış, yakınından asfalt geçiyormuş falan dendi. Çekmeyen bir kaç kişi kalmış, onlar da piyeste görev alanlardanmış, Sabahat Öğretmenle çalıkşıyorlarmış. Arkadaşlar şaka da olsa Lüleburgaz köylerinin adlarını duymanın, söylemenin yararından söz ederken piyesçilerden gelenler oldu. Halil Basutçu Turgutbey köyünü, Sami Akıncı ise Ahmetbey köyünü çekti. Bunlar için şanslı falan derken Mehmet Başaran önce nazlanır gibi yaptı. Arkadaşlar: “ Sen de çek!” deyince uzandı bir kağıt aldı. Kağıdı Hasan almak isteyince Mehmet Başaran vermek istemedi önce kendi okudu: “ Küçük Karıştıran. Ona da yoldan yordamdan söz edildi, yakınından asfalt geçiyormuş, İstanbul'a, Edirne'ye rahat gidecekmiş, falan dendi. Bir süre yakın köyler, uzak köyler konuşuldu. Şanslı olanlar şanssız olanlar ayırımı yapıldı. Fettah Biricik köyün adını beğenmediğini söyledi: “ Oraya gerçekten atansam köyün adını değiştiririm!” dedi. Bu kez de ben: “ İşte onu yapamazsın, o köyün adı Yavuz Sultan Selim'le Babası 2. Sultan Bayezıt'ın savaş yaptığı yer, baba oğul arasına nifak sokarak işleri karıştırdıkları böylece baba ile oğlu savaştırdıkları için o ad verilmiş onu kimse değiştiremez!” dedim. Sami Akıncı da Fettah'a: “O senin şansın be kardeşim, şans, insanın kaderiyle ilgilidir. Kadere karşı gelinir mi?” Fettah boynunu büküp oturdu. Ara konuşmalar oldu: “ Çok uygun düştü, bu kadar olur işte!”

Tartışmalar bu yana dönünce benim de aklım takıldı: “ İyi ama bu nasıl oldu? Sınıfta en karıştırıcı olan Fettah'a gerçekten karıştıran, anlamında ad verilmiş Karıştıran , hem de Büyük Karıştıkran.. Öte yandan bana sabahlerin karıştırıcı diyen gerçek karıştırıcı, laf taşıyan Mehmet Başaran' da Küçük Karıştıran çıkıyor. Anımsatmayı aklımdan geçirdim ama sonradan vazgeçtim. “ Değmez uzatmaya, aklı varsa alacağı dersi alsın!” deyip geçtim.

Yarın Askerlik Dersi var. Geçen hafta bahçede dolap beygirleri gibi döndük (Bu söz arkadaşımız Mehmet Yücel'in sözü) Dilerim bu hafta Üsteğmen, derslikte süregelen savaşların son durumlarını anlatır. Özellikle Uzakdoğu'da Japonya ile A. B. D ne yapıyor?

Yemekte Yusuf Asıl'ı dinledik. Arkadaşları Lüleburgaz köylerine niçin atadıklarını ballandıra ballan dıra anlattı. Arkadaşlar atandıkları köylere geziler düzenleyip bizi götürecekmiş. : Mehmet Aygün taşı gediğine koydu. Yusuf'a:   “ Bir yıldan beri kendi köyüne götüreceğini söyleyip duruyorsun, şimdi işi buraya mı çevirdin?” deyince Yusuf bana baktı: “  Bak, ne diyorlar? Bu kez caymak yok. Takvime baktım, 23 Nisan cuma günü, o gün öğleden sonra gider pazar akşamı döneriz!” Mehmet Aygün'e teşekkkür ettim. Bir takılmayla bizim gezinin gerçekleşmesine neden oldu.

Yatınca bu günün olaylarını gözden geçirdim. Sabahat Öğretmen kesinlikle benden hoşlanmıyor. Bu da az biraz da kızıyor gibi..

 

9 Nisan 1943 Cuma

 

Dünkü tartışmalarda söze hiç katılmayan Kadir Pekgöz ben ranzadan inerken :

- Abi, benim köyümü elimden aldın! dedi. Ben de, “ Koskoca Domuzorman'ı'nı ben nasıl alırım? O gene orada. Arkadaşlar bana onun öteki adını verdiler!” dedim. Kadir: “ Seni kurnaz seni, gene ne numaralar çeviriyorsun?” dedi. Oyalanacak zamanım yoktu oyun alalına gittim. Arkadaşların çok beğendiği Bengi'nin müziğini çaldım. Ahmet'le Yusuf birkaç figür gösterdi. Harmandalı'ya döndürdüm. Bengi yarın sabah tekrar edilecek. Bengi oldukça zor, sanırım uzun zamanmımızı alac aktır.

Arkadaşların çoğu giderek oyunlara ısınmaya başladı. Ara ara duyuyorum:

-Oyunların birini ikisini öğreneceğiz; bunları öğrencilerimize nasıl öğretiriz, müziği çalınmadan olur mu? Şaka da olsa bana söylemeye cesaret edemiyorlar. Nazları Abdullah Erçetin'e geçtiğinden ona söylüyorlar:

– Abdullah bizim okullara birer hafta konuk gelir! deyip gülüşüyorlar. Bunları duyunca içimden gülüyorum: “ Enayiler, hala olayın önemini kavrayamadılar; burada 5 yılda öğrenemediklerini Abdullah Erçetin gidip bir haftada öğretecek! Olacak iş mi? Üstelik A bdullah ne oyunları ne de müziklerini biliyor. Abdullah'ın bir müzik yanı var ama çalışmadığı için bir iki kolay melodi dışındakileri çalması olası değil. Akıllarınca bana m innet etmeyeceklerini söylemeye çalışıyorlar ama bu onların hala durumu kavramadıklarını kanıtlıyor. Bengi ya da Dağlı zeybek müzikleri ile yalancı şarkısını bir tutuyorlar.

Asım Öğretmen her derste: “ Mandolinle 5 okul şarkısı çalamayana not vermen!” demesine karşın, söyleneni duymazdan gelenler, öğretmen olduklarında bir haftada mandolin çalacak, zeybek öğretecek! Hem de Harmandalı'yı, Bengi'yi çalacak!” Ölme eşeğim ölme, yaz gelecek!” sözü bunun için söylenebilir işte!

Defterime yazdığım sorulara baktım. Geçen hafta hazırladığım bu soruları soramamıştım: “ Savaşın daha başlangıcında(14 gün içinde) yenilip Almanya'ya teslim olan Fransa, şimdilerde Kuzey Afrika'da yeni bir Fransa Hükümeti kurmuş. O hükümetin başındaki bir general: (General De Gaulle)Bu Savaş, Faransa'da bitecek!” diyor. Ne demek istiyor, bu doğru olabilir mi? Japonya ile uzak Asya'da savaşan A. B. Devletleri, kendi ülkelerinden çok uzaklarda savaşıyor. Çok güçlü ordusu, savaşçı askerleri olduğu söylenen Japonya ile sonuna dek savaşabilir mi?”

Soruları gazeteden okuduklarım üstüne hazırladığımı da sorarsa söyleyeceğim, geçen hafta Cumhuriyet gazetesinde benzer sözler vardı.

Kahvaltıda İsmet' in köyler için çektirdiği kur'alar, şanslı-şanssız olanlar konuşuldu. Sami Akıncı'nın, Halil Basutçu'nun, benim şanslı olduğum öne sürüldü. Kur'a çekildiğine göre bunun üstünde konuşmanın anlamsızlığını ileri sürdüm: “ O zaman , neden kısa boylu kaldığımızı, ya da sarışın , esmer olduğumuzu dahası neden Sami Akıncı'ya çıkan köyde doğmadığımıza da küselim ya da üzülelim!” deyip örnekleri çoğalttım, ben annemin öldüğüne, sen derslerinin zor olduğuna, Hilmi de anasından ayrı olduğuna üzülsün!” deyince Hilmi, ana sözünü düzelttirdi, ana, an ne oldu. Gene de konuşmalar sürdü, Sonunda söz Karıştıran köylerine geldi dayandı. “ Fettah ile Mehmet Başan'a tam isabet!” Bunun da yanlış olduğunu öne sürdüm:

– Siz o arkadaşlar için dün ya da daha önceki günler onlar için böyle bir sıfat düşünüyor muydunuz? diye sordum. Hilmi ile Mehmet Aygün düşündüğünü söyledi. Düşünsek de düşünmesek de sonuş değişmez. O arkadaşlara biz nasıl bakıyorsak o değerler değişmez. Fettah arkadaşımız dün neyse bugün de odur. Recep Kocaman sordu:

– Öyle ama ben dün bu arkadaşlara bakınca gülmüyordum, dünden beri onları anımsayınca ya da onları görünce içimden bir gülümseyiş geçiyor. Bu neden oluyor? Benim yanıtım:

– Sen onlara o sıfatları daha önce yapıştırmışsın da adını koymamışsın. Şimdi isabetli bir ad konduğunu görünce senin daha önce verdiğin kararın doğruluğuna seviniyorsun!

Hem konuşuyoruz hem de gözler öğretmenlerde. Asım Öğretmen yüksek sesle konuşup, sesini herkese duyuruyor. “ Savaş süresince İstanbul'da yaşamak istemezmiş, savaş sıkıntıları büyük ken tlerde kendini daha çok gösterirmiş. Hırsızlar çoğalırmış, cebinde parayla tranvaya binen tranvaydan parasız olarak inermiş!” Arkasından da söylediği söze en yüksek sesle o gülüyor. Arkadaşlara göre Asım Öğretmenin özellikleri, müzik öğretmeni oluşundan ile geliyormuş. İçimden buna da gülüyorum. Asım Öğretmen gerçekte Müzik Öğretmeni değil, müzik sevdiği için kendi kendine biraz çalışmış, daha rahat çalışabileceğine inandığı için de(Özellikle piyano nedeniyle)) bizim okula çağırılınca gelmiş. Tıpkı Cemile Öğretmen gibi. Cemile Öğretmen de Hamitabat ilkokulunda çalışıyordu. Başarılı çalıştığını gören Lüleburgaz Milli Eğitim Memuru Mehmet Salih Arı, aracı olm uş, Kepirtepe'ye gelmiş. (Kepirtepe'deki Hamitamatlı öğrencilerle konuşurken bunu kendisi söyledi)

Asım Öğretmen de buraya geliş durumunu, bundan sonraki planlarını bana anlattı. Gerçek müzik öğretmeni olabilmek için 3 yıllık Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü'ne gidip okuyacak. Daha geçen gün tekrarladı:

– İbrahim , benim günlerim sayılı. Benimki hayat memat meselesi, ben bu sınavı kazanamazsam, o okula girme şansım yaş olarak bitiyor! dedi. Arkadaşlar bunlardan habersiz konuşluyorlar. İşin ilginci öğretmenlerin nasıl yetiştiğini, kimlerin nerede nasıl öğretmenlik yaptığını düşünmüyorlar. Oysa bunları daha1. sınıftayken Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı. Hiç unutmuyorum, Lüleburgaz'a geldiğimiz günlerdeydi. Okul bahçesindeki ağaçlar altında öğle paydoslarında Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca kitabını okuyordu. O gün yemek işlerinde büyük bir aksama olmuştu. Okuma saatimiz geldiğinde yemeklerimizi yememiştik. Fikret Madaralı Öğretmen gidip yemek işimizle ilgilenmişti. Döndüğünde biraz üzgünce Müdür Yardımcımız Ömer Uzgil'i kastederek:

– Daha genç, deneyimsiz, zamanla yetişecek! gibi sözler söylemişti. Öğretmen öyle konuşunca biz de:

– Siz neden yönetici oımuyorsunmuz diye sormuştuk. Fikret Öğretmen o zaman bize okulların özelliklerini, öğretmenlerin nasıl, ne amaçla, ne süreçler içinde yetiştirildiğini anlatmıştı. Kendisi İlkokul öğretmeni olarak yetişmiş, 7-8 yıl ilkokullarda çalışmış. Niyeti de emekli olana dek aynı okullarda çalışmakmış. Ancak, yanlış değerlendirmeler, müfettişlerin görmezden gelmeleri, atamalardaki kayırmalar canına tak deyince Ortaokul öğretmenliğine geçmeyi düşünmüş. Ortaya yaş sorunu çıkınca ancak kısa dönemli okullarda okuma hakkını alabilmiş. Bunlar gene Gazi Terbiye Enstitüsü'nde zaman zaman açılıylormuş. O da onlardan bir yıllık binine katılarak okum hakkı almış, sonra da sınav vererek iki yıl okumuş sayılmış ama, bu salt ders vermek için geçerli bir okumaymış. Oysa okul yöneticiliği için özel bölümler varmış. Örneğin okul müdürümüz Nejat İdil o bölümden yönetici olarak yetişmiş.

Benim unutmadığım bu bilgileri benimle birlikte dinleyen arkadaşların unutmasına doğrusu şaşıyorum. Geçen gün bir arkadaş (Sefer Tunca) müzikten, müzik öğretmenlerinden söz ederken (Sefer de mandolin çalışanlardandır) Hasanoğlan'daki Behire Bil, Süheyla Başokçu öğretmenler anıldı. Durup dururken arkadaş:

- Asım Öğretmene soralım, müzik öğretmeni olduğuna göre belki onları tanır ! dedi. Olacak iş değil, biri Edirne Öğretmen okulunu bitirmiş, ötekiler Ankara Müzik Öğretmen okulunu bitirip öğretmen olmuş, nasıl nerede tanışacaklar?

Kahvaltıkdan dönerken Talat Ayhan Öğretmen elinde paketlerle geldi. Beni görünce paketleri göstererek kapıyı açmamı söyledi. Kapıyı açınca da bir kaç dakika öğretmene yardım ettim. Derse geç kaldığım telaşı içinde sınıfa yönelirken derslikten yüksek sesler geldiğini duydum. Koridor nöbetçisi Selim Gezen oradaydı, tavrımdan anladı, “ Abi, Üsteğmen daha gelmedi!” dedi. Rahatlayıp dersliğe girdim. Bir süre bekledik. Dışarı çıkanlar oldu. Olasılıkklar öne sürülmeye başlandı:

– Müdür Bey de gelmeyecek! Bir süre sonra gene Lüleburgaz köyleri ortaya döküldü. Bu kez de Sami Akıncı Ahmetbey köyü için bilgi toplamaya başladı. “ Ne yapacaksın o bilgileri? diyenlere güzel bir ders verdi:

– Bir kaç ay sonra hepimiz bir yerlere gideceğiz. Yalnız kalınca bir birimizi anımsayacağız. Benim sizin bir çoğunuz gibi bol anım olmayacak. Çünkü sizin çoğunuz konuştu, ben çalıştım. Bu nedenle benim anılarım sayılı olacak. O sayılı anıların sağlıklı olmasını istiyorum. Ahmetbey köyü de arkladaşlarımın bana ad olarak da olsa tanıttığı bir köy; tıpkı benim Bayramlı köyüm gibi bir köy. Belki benzerlikleri vardır, belki birgün oralı biriyle karşılaşırım. Hepsi bir yana buralara yakın bir köy olduğuna göre onu neden daya yakından tanımayayım?

Sami böyle candan konuşunca Hüseyin Orhan Ahmetbey köyünü çok iyi bildiğini, orada doğmadığını ancak orada doğmuış gibi o köyü sevdiğini anlattı. Bir cumartesi günü oraya birlikte gidebileceklerini ekledi. İsmet'in oyunu gerçekten güzel bir ilişki kurma nedeni oldu. Başka arkadaşlar da köyleriyle ilgilenmeye başladı. Ne varki Ayvalı köyünü çeken Emrullah söze karışınca konuşmaların yönü değişti. Emrullah, Sami'nin sözlerine tam ters sayılacak bir tavırla:

– Ne olacak yani? Ben Ayvalı köyüne gitsem ne bulacağım orada? deyince arkadaşlar önce güldüler sonra da:

– İyi işte ya, ayva bulacaksın! diyenler oldu. Emrullah sözlerin giderek nerelere varacağını hesaba katmadan yanıtlamaya kalkıştı. Oysa söylenenlerin arkasınından nelerin geleceği besbelliydi. Hüsnü Yalçın'la Halil Basutçu Emrullah'ı susturmaya kalktılarsa da etkili olamadılar. Sonunda birisi:

– Orada sıkılırsan hemen yakınındaki çiftliklerden birine iniverirsin! Bu kapalı gibi söylenen sözün bizim arkadaşlar arasında apaçık anlamı vardı:

– Çiftliklerde sürüyle kümes hayvanları var, yani hindiler! Tartışmalar Müdür Bey gelinceye dek aralıklarla sürdü. Bu arada Halil Basutçu İsmet'e çıkıştı:

– Senin başının altından çıktı bu! deyince ben, “ Bu başaltından çıkmaları, ortalığı karıştırmaları siz Faruk Nafiz Çamlıbel'in Akın piyesinizden mi öğreniyorsunuz? Dün biriniz bana. “ Sen karıştırıcın!” demişti, bugün de sen, “ Başaltından çıkma!” Oysa aynı piyeste çalışan Sami Akıncı bize çok güzel bir ders verdi, şakalarımızın güzel birer anı olacağını söyledi. Akın piyesini o mu iyi anlamamış, yoksa siz mi tersinden okuyorsunuz? deyince kimseden gıg çıkmadı! Bu arada, Müdür Beyin sesi geldi. Dersten çıkana dek beklesin!” Müdür Bey dersliğe girince de gelenlerden yakındı: “ Çat kapı biri geliyor” İşsizim, tarım işlerinden anlarım, askerden yeni döndüm!” İyi ya burası benim çiftliğim değil ki, geleni alayım!” Müdür Bey böyle dedi ama üzüldüğü belli oluyordu:

– Bizim, öğretmen olarak görevlerimizden biri de budur! dedikten sonra sözü Pestalozzi'ye getirdi. Pestalozzi'nın asıl amacının her insana yeteneğine uygun bir sanat kazandırmak olduğunu, bunu da çocuğun yeteneklerini sezip ilerletmekle yapabileceğine inandığını tekrarladı tekrarlayıp Pestalozzi'nin açtığı okulları anlattı. Değişik yerlerde, değişik zamanlarda açtığı okulların başarılı olanlarının neden başarı, başarısız olanlarının neden başarısız olduğunu açıkladı. Onlarla bizim okulun benzer yanı bulunduğunu ancak bizim okulun güçlü bir arkası olduğunu, bu gücün Türkiye Cumhuriyeti olduğunu, böyle bir gücü Pestalozzi'nin de aradığı; onun Napolyon Bonapart'tan destek almak için günlerce kapısında beklediğini, yazık ki beklediği yardımı alamadığını anlattı. Sözü tekrar bizim çalışacağımız köylerde en büyük engellerin gene halktan geleceğini, onların bu engelleri cehaletlerinden yapacağını tekrarladı. Teselli etmek için de sık sık :

– Devletimiz bizi destekliyor, bundan böyle de destekleyecek! deyip Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün Köy Enstitüleri için söylediği sözü tekrarladı: “ KÖY ENSTİTÜLERİNİ CUMHURİYETİN ESERLERİ İÇİNDE EN KIYMETLİSİ VE EN SEVGİLİSİ SAYIYORUM. KÖY ENSTİTÜLERİNDEN YETİŞEN EVLATLARIMIZIN MUVAFFAKİYETLERİNİ ÖMRÜM OLDUKÇA YAKINDAN, CANDAN TAKİP EDECEĞİM!

Müdür Bey çıkınca arkadaşlar, “ İlk dersinden bu yana Müdür Beyin en güzel dersi oldu!” dediler. Ancak ben, Müdür Bey derse gelmeden önce Pestalozzi'yi bir daha okumuş olduğu kanısına vardım. Nitekim o Napolyon Bonapart olayı gibi değişik yerlerde açtığı okullar hep yardım bekleyen okullarmış. Okullara hep fakir çocukları alınıyor, okullar hemen üretime geçemediği için yiyecek, giyecek sıkıntıları Pestalozzi'yi yıldırıyor. Sık sık okul açıp kapatması bundan.

Müdür Bey derse girerken, “ Beklesin!” dediği konuğu önemli bir kişiymiş sanırım 2. derse gelmedi. Gelmedi ama boş olmasına karşın ders boyunca konuşmalar hep bizim okulla atanacağımız okulların sorunları üstüne oldu. Arkadaşların giderek bu olay üstüne ilgisi artmaya başladı. Ancak konu üzerinde yorumlar başlayınca çabucacık çıkmaza giriliyor. Müdür Bey ne güzel inandırmıştı:

-Pestalozzi'yi destekleyen olmadığı için dilediği başarıyı kazanamamış. Bizim arkamızda koskoca Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olacak! Olacak ama nasıl olacak? Ben de bunu sordum. Sonra da bir örnek verdim: “ Bizim okul binamızın temelleri atılıp temel betonları dökülme aşamasında biliyorsunuz biz marangozlardan bir grup Lüleburgaz'da kalarak binanın tahta işlerini orada yapmaya başlamıştık. Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel geldiğinde sizi, temelleri dolduruken , bizi ise İlkokul bahçesinde çerçeveleri hazırlarken gördü. HasanÜner'le ben tahta keserken Hasan Ali Yücel önce ikimizin kardeş olup olmadığımızı sordu, sonra da burada çalışmamızın nedenini sordu. Kepirtepe'de elektrik olmadığını, elektrikten yararlanmak amacıyla arkadaşlarımızdan ayrı kaldığımızı söyledik. Bakanımızın yanında bir yığın insan vardı. Bakan yanında duran Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal Çağman'a dönerek: “ Dinledin Bay başkan, bu çocukların dileğini yerine getirmek sizin için çok mu zor, oraya bir elektrik eklenemez mi?” Belediye başkanından önce konuşanlar oldu: “ Eklenir efendim, daha uzak bölgelere örneğin 7 km ilerideki istasyona, 10 km uazaklıktaki. Askeri tesislere dağıtım yapılıyor!” dendi. Dinleyenlerden biri de Lüleburgaz kaymakamıydı. Belediye Başkanı Kemal Çağman, “ Etüt ettireyim efendim!” deyip geçti. Biz tüm yaz orada çalıktık, kapıları pencreleri, çatının bile önemli bölümlerini Lüleburgaz'da hazırlayıp buraya taşıdık. Belediye Başkanı hala etüt ettiriyor!” Ben bunu anlatınca arkadaşlar ikircil bir hava içinde olumlu olumsuz varsayımlar sıraladılar, bir takım olasılıklar kurguladılar. Anlatılanların çoğu da (Hemen hemen hepsi) geçmişte Fikret Madaralı Öğretmenin bize anlattığı köylülerin ona karşı gösterdiği engelleri andıran olumsuz kurgulardı.

Benim dikkatimi çeken bir nokta da arkadaşların gidecekleri köylerde, onlar ne derse yapılacağı ya da yapılması gerektiği düşüncesidir. Oysa köyde olsun kentte olsun insanların içinde çok değişik düşüncelileri vardır. Bizim köydeki öğretmenleri anımsıyorum; Hasan Öğretmen kimseyi incitmeyen bir yumuşak huylu insandı. Onu “ Köydeki Bektaşi'lerle ilişki kuruyor!” diye Lüleburgaz Kaymakamlığına, Kırklareli Valiliğine dilekçe ile şikayet etmişler. Hasan Öğretmen çalışkan bir öğretmen olduğu için kendisini seven İlköğretim Müfettişlerinden biri dilekçe yazanları kendisine duyurmuşlar. Dilekçeye mühür basan beş kişiden ikisinin Bektaşi olduğu ortaya çıkınca köyde “ Yer yerinden oynamıştı!” Adamlar, olay ortaya çıkınca: “ Ne bilelim biz, mühürleri istediler; biz de verdik!” deyip işin içinden sıyrılmaya kalktılar. Ancak olayın aydınlanmasından çok önce Hasan Öğretmen, Babaeski ilçesinin bir köyünde göreve başlamış yerine de başkası gelmişti.

Öğle yemeğinde konumuz gene köyler oldu. Hilmi Altınsoy Umurca köyünü çekmişmiş. Bana sordu. Umurca'da akrabalarımın olduğunu, isterse bir cumartesi gidip dönebileceğimizi, söyledim. Benim böyle olumlu yaklaşımıma karşın Hilmi, “ Sen de her şeyi kendine göre değerlendiriyorsun, kimi zaman sana da inanamayacağım geliyor!” deyip kesti. Bu kez de Umurca'nın Lüleburgaz'a yakınlığı için kimseye sormaya gerek yok, bakınca görürsün!” diyecek oldum. Hilmi, çirkince bir gülümsemeyle(Burnuyla da “ Hık” yaparak)Senin gördüğünü herkes göremez!” deyince tepem attı:

– Koca kafa, şimdi yemekten çıkınca sana Umurca köyünü okulun balkonundan göstereceğim. Sen uyuyorsun ama ben aklımı kullanıyorum. Sen o köye gittin, höyüklerin çevresinde dolaştın!” deyince Hilmi bu kez, “ Ha, o höyüklü köy Umurca'mıydı? deyince kendimi tutamadım:

– Ha şunu bileydin, koca kafalı; sen oraya gittin, höyüklerin uzağında durup baktın. Çünkü höyüklerin yakınların da yılan olduğu söylenmişti. Sen de, “ Amaniiiiin yılandan çok korkarım!” deyip yan çizmiştin.

Atöyede, Yusuf Asıl'la pinpon masasının zımparasını yaptık. Konuşmalarımızın çoğu onların köyüne yapacağımız yolculuk üzerine oldu. Trenle Çerkesköy'e gidileceği gibi otobüsle önce Çorlu'ya orandan da Saray otobüsüyle gitme yollarını tasarladık. Geriye dönüş yok, Yusuf'un köyüne gideceğiz.

Asım Öğretmen Solfej adlı bir müzik kitabı almış. İçinde hem şarkılar var hem de sözsüz notalar. Öğretmen bir süre onları piyanoda tıntınladı. Kısa bir çalışma yaptık. Ben ayrılırken öğretmen kitbı bana uzattı: “ Al bak, göz alışkanlığın olur, içinden içinden okumaya alış!” dedi. Buna çok sevinim. Kitapla dersliğe girdiğimi gören Abdullah Erçetin sordu, “ Nota mı?” Kitabın kapağını gösterince geldi. Sanki benimmiş, kırk yıldır ben kullanmışım gibi, “ Alıp bakabilirsin!” dedim. Abdullah kitabı alıp gitti. Bildiği şarkıların notası varmış, özellikle de 1. sınıftayken Adem Gürçağlayan öğretmenin bize notasını ezberlettiği, “ Kır atınla Geçiver ya da Efem, adlı şarkısı çıkınca doğru yanlış herkes Abdullah'a katıldı. Bugünkü serbest okuma Müzik çalışmasına dönüştü. Arkadaşlar gülüşerek yalan yanlış söyleşirken kendi kendime düşündüm:

– Ben bunu neden yapamıyorum? Yıllardır akordiyon çalıyorum, oyunlar oynatıyorum ama arkadaşlar benim yanıma böyle sokulmuyor. Bu onların sorunu mu? Yoksa burada benim de bir payım var mı? Sokulması mı iyi yoksa sokulmaması mı? Onlar şimdi benim sırama sıkışsaydılar ben onlara katlanacak mıydım? Yoksa gitmeleri için hemen uyaracak mıdım? Bir süre düşündükten sonra kararımı verdim:

–Ben, yapabileceğimi yapıyorum, Abdullah da benim yaptıklarımı yapamadığı için böyle davranıyor. Sürekli çalışmamasının nedeni de belki bu!

Akşam yemeğinde gene Lüleburgaz köylerinden söz edilince

bu kez çıkıştım:

– Oyun oynamasını bilmiyorsunuz, oyuna kalkışıyorsunuz; sizin gibilerine “ Oyun bozan!” denir. Yusuf hemen:

– O bir deyimdir! dedi. Deyim tanımı, deyim örnekleri derken Atasözlerine geçildi. Atasözleri ile Deyimler arasında benzerlikler en büyük ayırıcı özellik? Atasözlerinde bir cümle bütünlüğü vardır, deyimlerde ise cümlede sıfat olma özelliği göze batar. Örneğin Oyunbozan kişi, ya da çocuk. Oyun bozan tamlamasını cümlede değişik görev de kullanabiliriz. Oyunbozan sensin. (Oyunu bozan değil)Bu yaptığın oyunbozanlıktır. Bu oyuna, Oyunbozanlar alınmaz! (Oyun bozan yukarıda özellikle bitişik yazılmıştır. ) Yeni bir çalışma yöntemi

önerildi. Yemek masasında tartışılan Türkçe dersi konuları için herkes örnekler hazırlayacak. İlk ödev; Herkes beş Deyim, beş Atasözü seçecek. Ödevler pazar günü akşam yemeğin de toplanacak. Ödevini nedensiz aksatanlar oyundan çıkarılacak. Ödevleri Recep Kocaman toplayacak!

Abdullah kitabı getirdi. “Gene alabilir miyim?” diye sordu. İstemeye istemeye yalan söyledim: “ Alabilirsin ama Asım Öğretmen istedi, bir süre onda kalabilir!” Abdullah çok rahat:

- Olsun, o verdikten sonra da olabilir!

Solfej kitabını bu kez de ben karıştırdım. Ben öyle okuyarak falan değil, notaların çalınabilirlik durumlarına baktım. Kısa kısa parçalar, besbelli uzun parçaların bir bölümünü alıp koymuşlar. Parçaların üstündeki hareket bildiren sözleri gözden geçirdim. Presto-Vivace, Molto-Moderato-Largo-Grave sözleri geçiyor. Bunlar bende vardı. Burada bir Andantino ile Marş(Marsch) gördüm. Herhalde bu kadar!” deyip geçtim.

Yatınca düşündüm: “ Yusuf'un köyünü konuşurken kendi köyümü unutmuş gibi davranışımı kınadım. Bir cumartesi pekala gidebilirim. O cumartesi, yarın da olabilir. Olsun mu olmasın mı? Böyle düşünürken uyudum.

Gece yarıları korku içinde uyandım. Tam suyun kıyısında arabadan düşmüşüm. Bektaş Ağabeyim soruyor:

– Ya suya düşseydin? Ben sana uyuma demiştim! Ne biçim rüya? Rüyamda rüya görüyorum. İlkokul 1. sınıfı geçtiğim yaz tarlalardan demetleri harmana taşırken Bektaş Ağabeyimle gitmek benim için eğlenceli oluyordu. Giderken araba boş oluğu için arabaya biniyordum, Dönüşt ise arabanın arkasında, yol boyunca kendi kendime oynayarak, yolda çizgiler çekerek, karşı tepelerde kurtların olabileceğini var sayarak, onlardan korkmadığımı gösteriyormuş gibi(İçimdn korkarak) yürüyordum. Bir kresin de Bektaş Ağabeyim demetlerin üstüne oturmama izin vermişti. Ancak kesin bir koşul koymuştu; “ Sakın uyuma!” Arabaya binmişim, hiç uyur muyum?” Çok gitmemişiz, ben uyumuşum. Az eğilimli bir yerde araba sallanınca ben düşmüşüm. Bektaş Ağabeyim geldi:

– Öbür tarafa düşseydin, teker altında kalacaktın; neden yaptın bunu? diyerek beni yokladı, azıcık sağa sola koşturdu sonra da arabanın önünde harmana dek yürütmüştü beni. İşte bu olay bu kez rüyama karıştı. Bektaş Ağabeyim gene var. Ancak o neden uyuduğumu soruyor ama ben kendimi savunuyorum:

– Ben bu suyun yakınında uyumamıştım! diye biraz sert söylüyorum, Sonra da üzülüyorum:

– Ya Bektaş Ağabeyim gücenirse? Bakıyorum ortada su da yok araba da. Rüya bu, diyorum ama bunu da uykuda mı, yoksa uyanıkken mi diyorum?” Şaşkın şaşkın bir süre bakındım. Bir süre sonra gene uyudum....

 

10 Nisan 1943 Cumartesi

 

Hava iyice ılıdığı gibi aydınlık da arttı. Oyunlardaki yanlış adımları durduğum yerden ben de görüyorum. Kamil Varlık ilk tepkiyi verdi:

-Abi, benin ayaklarıma neden çok bakıyorsun? Kamil'e, “ Baktırmamak senin elinde!” dedim. Kamil Hasan Bozkurt'u suçladı:

– Hep bunun yüzünden! Ben sormadan bu kez de Hasan Bozkurt, arkasından gelen Haydar'ı gösterdi. Haydar şakaya gelmez:

– Yok be, yalan söyleme! karşılığını verdi. Oysa ben bunları hiç dikkate almıyorum. 1941 Haziran ayında iki arkadaşımla (48 Yusuf Asıl- 79 Ahmet Güner) verdiğimiz kararın okulumuzda iki yıl gecikmeyle bile olsa uygulanmasının sevincini yaşıyorum. Hasan takla bile atsa, bu geçici bir numaradır. Bizim dersliktge en az on kişi daha ortalıkta oynamaya çalıştıkları oyunların adlarını öğrenemedi. Daha doğrusu öğrenmemek için kendilerine karşı direniyorlar. Bu nedenle ben, çıkıp oynamaya çalışanların kusurlarını görsem bile umursamıyorum.

Kahvaltıda aklıma geldi önce Hilmi'ye sordum: “ Bu sabah oynadığın oyunun adı nedir? Bu ad sana neler anımsatıyor? Salih Baydemir, Mehmet Aygün yüzüme baktı. Belli ki onlar da bilmiyor. Masada 7 arkadaşız. Üçümüz hala bu işin dışında. Derslikte ise bu sayı neredeyse 20 olacak. İyice sinirlendiğimi anlayan Yusuf, ayağıyla ayağıma vurdu:

- Haftaya cumartesi nerede olacağız? Yanıt, “ BÜYÜK MANİKA'da!”

Yusuf:

-Ben, gerçek köyümden söz ediyorum, el köyünden değil!” deyip bize kahvaltı boyu köyünü anlattı. Yusuf'a takıldım:

- Köyünü öyle özlemle anlatıyorsun ki, öğleden sonra kalkıp köyüme gidersem, şaşırma! dedim. Arkadaşlar hep bir ağızdan; “Aaaaa!” dediler. Ben de; “ Aaaa!” ya, ben de köyümü işte böyle seviyorum!”

Müzik Öğretmeni kahvaltıya geldi. Kapıdan girer girmez sesi yemekhaneyi doldurdu. : “ Ha ha ha!” diyerek gülmeleri cabası. Salih Baydemir yavaş bir sesle:

– Bu adam, içlerinden birini seçmekte zorluk çekiyor bence! dedi. “ Susssss!” Uyarısı konuyu değiştirdi. “ Kır Atınla geçiver-Şu dağlar kırlansın Efem!” Soru, “ Kırlansın mı? Yoksa kıvransın mı? Bir tartışma. Kır at geçtiğine göre kırlanlama söz konusudur. Kıvranmanın orada bir anlamı olmaz. Recep Kocaman doğrusunu söyledi(! ) : “ Abdullah'a soralım, o bilir!” Aklımdan geçti ama söylemedim:

– Emrullah da bilir. Emrullah, Abdullah iyi, güçlü kafiye(uyak)oluşturuyorlar!

Kahvaltıdan sonra akordiyonu dersliğe indirdim.

Asım Öğretmen. Önce İstiklal Marşı'nı topluca sonra aralıklar arkadaşlara birer, ikişr söyletti. Andımız, Ankara, Dumlupınr, Mülkiye, Öğretmen Okulları marşlarını tekrarlattı.. Porte çizerek notlr yazdı, değerlere göre tempolu okutmalar yaptı. 1'lik, 2'lik, 4'lük, 8'lik notaları tempolu okumamızı istedi. 2. Derste bir sürede bunları çalıştık. Daha sonra okul şarkılarını birlikte söyledik. Son olarak Suna'nın Ağıtı'nı bir kaç kez tekrar ettirdi.

Son dersimiz boş geçti. Asım Öğretmenin yandaki derslikte dersi vardı, bir süre piyano çalıştım. Dersliğe döndüğümde İsmet'le Mehmet Başaran'ın tartıştıklarını gördüm. İlgilenmek istedim, beni görünce kestiler. Bir süre baktım , İsmet eliyle işaret verdi; önemsemediğini anlayıp sustum.

Bayrak Töreninde Eğitimbaşı yeni duyurular yaptı. Haftya cumartesi 17 Nisan'ın bayram olduğunu, tören yapılacağını, akşamınaa da temsil verileceğini, konuklar geleceği, 18 pazar günü öğleden sonra Akın piyesi'nin Lüleburgaz Halkevi sahnesinde Lüleburgazlılara gösterileceğpini görev almış olanların ona göre hazırlıklı bulunmalarını, ayrıca piyeste görevlilerin bugün saat 14'00 te alt salonda toplanmalarını duyurdu.

Yemekte konuşmalar bu konu üstüne oldu. Sonunda Lüleburgazlıklar karşısına çıkacağız. Biz bunu 30 kişi olarak bir kaç kez yaptık ama bizimki yolda yürüme şeklindeydi. Bu kez halkın karşısına çıkıp konuşulacak, oynanacak. Görev almamış olanlardan da sevinenler çok oldu. Yusuf çok sevinçli. Halkevi sahnesi küçük olduğu için kalabalık çıkamayacak. Böylece az kişiyle oyunlar daha güzel oynanmış olacak. Yusuf, benim de oynamamı istiyor ama Asım Öğretmen:

- İki akordiyon daha görkemli olur, oyunda bir kişinin eksikliği fazla bir eksiklik sayılmaz ama akordiyonun bire düşmesi sesi zayıflatır! diyor.

Yemekten sonra konuşa konuşa dersliğe gittik. Halil Basutçu'nun çok durgun olduğunu gördüm. Sordum, başının ağrıdığını söyledi. Rolünü ezberlemiş. Sözleri Tevfik Uğurlu izleyecekmiş.

Buna da çok sevindim, Tevfik bu işi benden çak daha dikkatli yapar. Halil'le konuşa konuşa alt kata indik. Prova yapılan yerin hemen karşısında Cavit Kafkas'la Hasan Gülümser satranç oynuyor. İkisi de sevdiğim arkadaşlar olduğu için takıldım, “ Yenenle oynarım!” Biz konuşurken karşı tarafa gelenler oldu. Gelenler arasında Suna da vardı. O da geldi satranç oynayanlara baktı. Ona da: -Hangisi yererse onunla oynayacağım! dedim. Biz konuşurken Sabahat Öğretmen geldi. Bizim tarafa yönelir gibi yaptı. Yapar yapmz da geri döndü. Suna o trafa geçti. Bu kez de Sabahat Öğretmenin oğlu Alpay bizim tarafa koştu, gelip benim elimden tuttu. Başka zaman da yaptığı bir davranıştı.

Gayet doğal saydığım bu olaydan nedense Sabahat Öğretmen bu kez sinirlendi, gelip Alpay'ı tartaklayarak alıp götürdü. Cavit'le Hasan Gülümser bana baktılar. İkisi de:

–Abi, öğretmeni kızdırmışsın herhalde! dediler. Alpay ağlamayı kesmedi, Sabahat Öğretmen çocuklarla göndermek istediyse de Alpay yerlere yatarak diretti. Sonunda, öfkeli tavırlar içinde söylenerek kendisi tutup kolundan götürdü; uzun süre de geri gelmedi. Provaların sonuna doğru Asım Öğretmen de Suna'nın Ağıtını söyletmek için indi. Beni görünce; “ Gel!” işareti verdi. Akordiyonu getirmediğimi görünce, “ Hemen al gel!” dedi. Akordiyonu almak için yukarı çıkıp indim. İnerken Sabahat Öğretmen geldi. Asım Öğretmene dönerek:

– Asım Bey, sizin şu akordiyonunuz, oğlumla aramızı açıyor. Bunun sonu nereeye varacak?” deyince Asım Öğretmen gülerek:

– Size hemen bir küçük akordiyon alalım, çocuklar için hafif akordiyonlar var! yanıtını verdi. Sabahat Öğretmen sözü uzatmadı, provalara baştan başlandı. Ağıt bölümü geçince akordiyonları yerlerine koydum. Cavit beni beklemişti, bir süre satranç oynadıktan sonra dersliğe döndüm. Derslikte kimseler yoktu. Bu kez Resim Odasına inip kordiyon çalıştım. Solfej kitabını alıp, içinden parçalar seçtim. Parçaların üstünde bestecileri de yazıyordu. Beringer Metodundan, daha öncde çalıştığım keman metodundan besteci adları tanımıştım: Leopold Mozart, Luis Schubert, Frans Schubert'le Süheyla Öğretmenin çaldığı Serenadın bestecisi Toselli adlarını biliyordum. Ayrıca Beringer Metodu'dan Beethoven'i, Diabelli'yi, Dupont'u öğrenmiştim. Asım Öğretmenin öğrettiği Avcılar Marşı bestecisi Weber'i öğrenmiştim. Solfejde daha başkalarını gördüm. Robert Schumann, J. S. Bach, J. Brahm, W. A. Mozart. Bu kez de karşılaştığım iki benzer adlara aklım takıldı. Schubert'ler, Mozart'lar ikişer tane. Bunlar aynı kişiler olamaz. Bunları Asım Öğretmene sormak istemiyorum. Asım Öğretmen bilmediklerini rahat olarak: “ O nu ben de bilmiyorum!” diyor ama, nedense öyle bir durumda kalınca ben utanıyorum. O zaman belki de öğretmen içinden kızmış olabilir!”

Dersliğe çıktım, arkadaşlardan gelen oldu. Önce Akın piyesinden söz edildi. Dinleyenler Halil Basutçu için övücü sözler söylediler. Salih Baydemir gülerek:

– Öldüreceklerini söyleseler, okadar sözü bana ezberletemezlerdi! dedi. Arkadaşlardan hafızları, özellikle de Mevlit okuyanlar örnek gösterildi. İdris Destan:

– Bizim Hafız ne yapıyor? Baksana, dört lafı bir araya getiremiyor; vazgeçelim ona Hafız demekten! derken Mustafa Saatçı geldi. Kendisinden söz edildiğini anladı. İdris'e bakarak:

– Bizim İhtiyar gene ne yumurtlur? diye sordu. Oldukça sert başlayan” İhtiyar, yaşlı, moruk-Hafız, İmam, Molla, Hacı tatışmaları bir süre sonra güldüren şakalara dönüştü. Bu kez de 17 Nisan gününün bayram olarak kutlanması konu yapıldı. Mustafa Saatçı: “ Benim köyümde 4-5 öğretmen çalışıyor. Ben oraya gidersem, 17 Nisan gününü bayram yapacağım, onlar da 23 Nisan bayramını hazırlayacaklar. Bu nasıl olacak? Buna ben karşı çıktım:

– 17 Nisan günü, bayram olarak köylerde değil, Köy Enstitüleri'nde kutlanacak! Bana karşı olanlar çıktı ama bir dayanak bulamadıkları için sustular. Bu kez de, Öğretmen Okulu çıkışlı öğretmenlerle çalışmak yararımıza mı olur, zararımıza mı? sorusu tartışıldı. Önce biraz bencilce böbürlenmelerle başlayan tartışma, sonunda ikircil bir kuşku içinde kapatıldı. Bu arada okulumuzdaki 27 öğretmenden 2 Tarım, 5 sanat öğretmeniyle 2 yüksek okul bitirmişler(Okul Müdürü, Eğitimbaşı) dışında kalan 18 öğretmenin Öğretmen Okulu bitirdiğini öğrenmiş olduk. Biz bir şekilde ayrılıp gidiyoruz ama bizden sonra gelenler hep böyle olacaksa, Öğretmen Okullarında okuyanlar kendilerini bizden üstün sayacaklar. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı onları üstün tuttuğu için okuldayken daha iyi besliyor, giydirip donatıyor. Okulu bitirince de maaşa bağlayıp geçimini sağlıyor. Bizim onlarla boy ölçüşmemiz söz konusu olamaz.

Piyeste olanlar geldi, konuşmaları dinleyen Sami Akıncı, elini sıraya vurup:

–Çalışırsam neden boy ölçüşmeyeyim be kardeşim? Çalışacağım , sonuna dek çalışacağım, onlardan geri kalmayacağım. Benim kendi kendime çalışıp çözdüğüm probleri onların çözemediğini ben çok gördüm. Bizim okumamız gereken fizik, kimya, matematik konularını bilmedikleri için derse gelmiyorlar, baksanıza. Büyütmeyelim onlar! Sami'ye hak verdim, destekledimi söyledim. Karşı olanlar da oldu” Gelecek yıl onlar son sınıflara girmeyecekler mi?” diye soranlar oldu. Sami gülerek: “ Ben de onu söylüyorum; gelecek yıl girecekler. Girecekler ama, girmek için de okutacakları konuları çalışıp hazırlayacaklar. Bu yıl giremeyişlerinin nedeni bu. Proğramları görünce, çalışmaları gerekeceğini anladılar. Bakın, onlar da çalışırlarsa yapacaklar. Çalışınca onlar yaparsa ben neden yapmamayım? Sami'yi bu kez de tüm arkadaşlar alkışladı. Ancak Mehmet Yücel (Biraz güvensiz olarak:

– Sen bunu zaten yapıyorsun, arkadaş! dedi. Arkasından Fettah Biricik de:

– İşte bunda ben yokum! deyip gülerek etrafına bakındı....

Arkadaşların konuşmalarından sıkıldığım için koridora indim. Eğitimbaşı odası açık, radyo çalıyor. İki kızkardeşin şarkıları. kafrı duvardaki saate bakar gibi durup kolumdan saati çıkardım. Sözde saatimi ayarlıyorum. Kardeşlerin şarkılarından sonra birisi akordiyon çaldı. Adını da söylediler ama anlayanmadım, bir yabancı ad olmalı. Takilimaki gibi birşeyler anlayabilim. Ancak kimse o, akordiyon değil sanki ağız mızıkası çalıyormuş gibi ses çıkartıyor. Hem üzüldüm hem de sevindim. Akordiyonum olduğuna seviniyorum ama neden daha güzel çalamadığıma da üzülüyorum. Dersliğe çıkıp yerime oturdum. Öyle dalgın dalgın kendimi dinlerken, içimden de biri çıkıp gelse de biraz konuşup boşalsam, diye düşünürken Halil Basutçu, “ Eski sıra arkadaşım, ne yapıyorsun? Sami Akıncı'nın az önceki sözleri ni anımnsayarak:

– Sen de çalışkansın, o bakımdan rahatsın! değil mi? dedi. Ben de ona baş ağrısının geçip geçmediğini sordum. Ara ara gelip geçiyormuş. Bunları konuşurken birden:

– Sen Sabahat Öğretmeni kızdırmışsın galiba, çocuğuna yaptığı bugün onu gösterdi. Eskiden böyle davranmıyordu! dedi. Derslerde beraber olduğumuzu, derslerdeki tavırlarımı onun da gördüğünü, onun dışında Sabahat Öğretmeni görmediğimi anlattım. Arkadaş:

– Bilmem ama ben, öyle bir şey sezdim! dedi. Konuşmamıza Hüsnü Yalçın da katıldı. Hüsnü Yalçın beni eleştirdi:

– Sen hep “ Ben biliyorum!” diyorsun, bunu söylemesen bile tavırların öyle. Sanırım öğretmenler bunlardan hoşlanmıyorlar! Karşı sözler söyledim ama sanırım sözlerim pek yerini tutmadı. Hüsnü:

– Haklısın belki ama zaman zaman öğretmenlerle karşı karşıya kalmanın bir nedeni olmalı! deyince Halil Basutçu:

– Bizim gibi çalışmadan yerinde oturursun, ne karışanın olur ne de kızan! dedi.

Arkadaşlar ayrılınca konuya döndüm:

Sabahat Öğretmen bana neden kızsın? Alpay'ın şımarık davranışları için ona kızmış olabilir. Zaten daha önce akordiyonu gösterderek söylemişti:

-Onun merakı akordiyonda! demişti. Öyleyse bugünkü davranışının benimle bir ilgisi yok. “ Yok!” dedim ama, derslerde kimi zaman parmak kaldırdığımı görmezden geldiği de bir gerçek. Şiirleri aldı, okumadı. Ağaç yazımı inandırıcı bulmadı!

Akşam yemeğinde konu Halil Basutçu oldu. Arkadaşların bir bölümü piyes provalarına gitmiş: “ Baştan sona, o konuşuyor!” diyenler oldu. Ben de :

-Şimdi mi anladınız? Sabahat Öğretmen kitabı derslikte okudu, okuttu. O zaman ayırdında olmadınız mı? dedim. Bu arada öteki rol alanlara da verip veriştirildi. Bunlardan Mehmet Başaran'ın çok az sözüne karşın doğru dürüst konuşamadığı, kimi heceleri de yuttuğu söylendi. Bu arada Suna da eleştirildi. “ Ağlanacak yerlerde bile gülüyor!” diyenler oldu. Onun yerine başka kızlar önerildi. Eleştirileri yersiz bulduğunu söyleyenYusuf Asıl'a hemşerisinin Suna yerine uygun gördüğü yakıştırıldı. “ Sırık gibi Suna!” söylemi bir süre tekrarlandı.

3. Sınıfların dersliğinde sınıf eğlencesi varmış, Melahat Erkan beni çağırdı. Ahmet Güner'le Yusuf Asıl'ı da çağırmasını söyledim. Meğer onları önceden çağırmışlar, onlar da benim çağırılmamı önermişler.

Bu sınıfta kızların sayısı çok, o nedenle neredeyse tüm sınıfa egemenler. 4. Sınıf kızları da gelince dersliği onlar doldurmuş durumda. Gene de gösteri konusunda Recep Türköz, Recep Abi olarak son sözü söyledi. Bize özel olarak, bekledikleri tekrarlayarak, “ Hoş geldiniz Abiler!” Yusuf bir süre gülmeye çalıştı. Ahmet bir yandan ben bir yandan ayaklarını dürtükleyip önledik. Yan tarafım boştu, 4. sınıftan Hatice geldi oturdu. Az sonra Röslein yerinden kalkarak geldi Hatice'nin yanı oturdu. Bu sınıftaki çocuklardan çok az kimseyi tanıdığımı çevreme bakınca anladım. Erkeklerden Hüseyin Yalçın, Halil Acar, Hasan Kurt, Nuri Altınsever, Rüştü Güvenç, Recep Türköz, Mustafa Çörek, Süleyman Kızılkaya, tanıdığım çocuklar. Kızlardan da Mukaddes, F eride, Gülsüm, Safinaz, Sevim, Melahat tanıdıklarım. “ Ötekilerin adlarını bile bilmiyorum!” dedim. Röslein güldü, bunları nasıl tanığımı sordu: “ Sizleri nasıl tanıdımsa öyle; ya nöbetlerden ya da (Erkek arkadaşları) çalışma yerlerinden!” diye yanıtladım. Bu ara Hatice diye biri çağırıldı. Yanımdaki Hatice'nin ilgisiz kalmasına içimden şaşarken başka bir Hatice daha olduğunu da öğrenmiş oldum. Ben bunu anlatıp Röslein'i güldürürken bir de Necmiye ikinci Necmiye çıktı ortaya. “ Meğer Hatice'ler, Necmi'yeler ikiymiş, dedim. Hatice düzeltme yaptı, “ Haticeler üç, bir de 1. sınıfta hatice var!” dedi. Ben: “ İyi, bu gece bunları da öğrendim!” deyince Röslein: “ Seni herkes tanıyor, oysa sen, seni tanıyanları tanımıyorsun!” gibi bir söz söyledi. Ben de: “ Onlar beni değil akordiyonu tanıyorlar. Tıpkı Sabahat Öğretmenin oğlu gibi!” deyince Röslein'in yüzü değişti: “ Aman o konuyu açmayın, ben ona çok üzüldüm. Piyesi atlatıncaya dek ya senin ya da onun gelmemeniz için dilekte bulunuyorum!” deyince ben de şaşırdım: “ Dileğe ne gerek bana söyledin işte, bir daha gitmem!” Güldü: “ Yanlış anlama, Sabahat Öğretmenin sinirli hallari beni korkutuyor. Düne dek böyle değildi. Geçen hafta Alpay senin yanına gidince: “ Abisini buldu, bir süre oyalanır!” deyip sevinmişti. Oysa bugün sinirden titredi!”

Röslein'ın anlatışı hem inandırıcı geldi, hem de düşündürücü: “ Sabahat Öğretmen bana neden kızsın? Derslerine çalışıyorum, Öteki öğretmenlerle bir rahatsız edici takıntım yok. Müdür Bey ise beni sınıfta Sami Akıncı'yla apaçık bir tutuyor. Öteki öğretmenleri birer birer gözden geçirdim; hiç bir tutarlı neden yok. Eğlenceye giderken askordiyonu götürmemiştim, Resim Odası çok yakın, gerekirse hemen alırım, diye düşünmüştüm. Daha doğrusu istenirse çalmayı düşünüyordum. Akordiyon elimde gitmek hoş gelmedi. Röslein'in birisine işaret ettiğini gördüm. İşaret ettiği arkadaş da (Rüştü Güvenç) adımı söyledi. Ötekiler de: “ İstiyoruz!” diye bağırınca akordiyonu alıp geldim. Kızların şarkılarına, türkülerine katıldım. Son günlerde hemen hemen herkesin mırıldandığı Suna Ağıtını çaldım. Bu arada yalnız birinin bildiği bir melodi çaldım. Gerçek Röslein şarkısını. Güzel buldukları için adını soranlar oldu. Olayın doğrusunu söyledim: “ Bakanlık Başmüfettişi Hayrullah Örs'e okuduğum bir Almanca şiiri dinleyince, şiiri, n şarkısını anımsadı, bulacağına söz verdi; sözünde durdu gerçekten gönderdi!”

Yusuf'la Ahmet, Bengi ile Arpazlı Zeybeklerini oynadılar. Kızlardan bir grup Timurağa Halayını oynadı. Tam bitirmek üzereyken Eğitimbaşımız Enver Kartekin Öğretmen geldi.. Eğlencemizi beğendiğini söyledi:

- Kapalı yerlerde ancak böyle toplanıp eğlenilir. Böyle olunca da biz size her hafta izin veririz. Kaldı ki havalar ısınıyor, bu düzenli eğlencelerinizi dışarıya çıkarabilirsiniz. Ben de gelirim başka arkadaşlarımız da katılabilir! dedi.

Biz dağılırken yat zili çaldı, akordiyonu yerine koyup koşar adımlarla yatakhaneye gittim. Yatakhanede, lavaboda konuşmalar dinledim:

- Sinemaya gidilemiyormuş, eğlencesi yokmuş, sıkıntıdan patlıyorlarmış!” Eğitimbaşı'nın söylediklerini anımsadım, Hasanoğlan'a gelen ekipleri görür gibi oldum. Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç'un akordiyonla zeybekleri çaldığımı görünce bana söylediklerini anımsadım. Birilerinin yanlış yerlerde olduğunu iyice anladığıma inanmaya başladım.

Yatınca, bunlardan sıyrılıp kendimi eleştirdim. Lavaboda konuşanları eleştirmek hüner değil, kendin in doğru düşünüp düşünmediğini eleştirip doğruyu bulman önemli! deyip bir süre öyle durdum.

 

11 Nisan 1943 Pazar

 

“ Pazar günü de oyun mu olurmuş!” Sözünü duyunca birisi sayıklıyor sandım. Gözümü açınca sabah olduğunu şaşkınlık içinde anladım. Yatar yatmaz uyumuşum. Oysa dünkü günüm biraz kargaşalı geçmişti. Kesinlikle korkulu rüyalar bekliyordum. Yusuf uyarınca toparlanıp çıktım. Fahri Öğretmen büyük gruba zıplama düdükleri çalmaya başlamıştı. Ben de, merdivenden Harmandalı çalarak in dim. Bizim grup oyunlara iyice alıştı. Kişiler ayrı ayrı hareketleri güzel yapamıyor ama toplu olunca sanki güzel oluyormuş görüntüsü veriyorlar. Dönmeler, zıplamalar çok birlikte olduğundan ayakların kusurları pek belli olmuyor. Hasan Arabacı acelecilerden biri:

– Bu oyunları değişitirmeyecek miyiz?” diye sordu. Sorduğuna pişman oldu. O sözünü bitirmeden daha Harmandalıyı çalarak oynamasını söyledim. Hasan Arabacı şaşkın şaşkın sordu:

– Kim ben mi? Arkadaşlar hep güldüler, “ Tabii ki sen. Oyunları tek tek oynamak için öğreniyoruz!” Hasan Arabacı geri geri kaçınca bu kez bir gönüllü çıktı Mehmet Karadeniz. Kollarını kaldırınca oynayacask sandım. Oysa o, bu grupta değilmiş; yapabileceğini sanmışmış. Arkadaşları itiş kakış, gülüşerek alıp götürdüler.

Derslikte havanın güzelliği, ilkbaharın geldiği, derslerin kesileceği derken söz Askerlik Kampına gelip dayandı. Geçen yıl 30 kişiydik, bu yıl 200 kişi olacağız. İki yüz kişi sözü herkesi hayrete düşürdü. İşin ilginci ciddi ciddi saymaya kalkanlar oldu. Bizim onlara onbaşı ya da çavuş olabileceğimiz söylendi. Çavuş olunursa kimlerin olabileceği ortaya döküldü. Kadir Pekgöz, Bekir Temuçin, Ali Önol bizim ayrı yerde kamp yapmamız gerektiğini savundular. Giderek tartışmalar boylara döndürüldü. Mustafa Saatçı, Kadir Pekgöz'ü çavuş yaptı, birliğine de 4. sınıflardan tanıdığımız uzun boyluları seçti. S, üleyman Gege, İbrahim Öznal, Mehmet Aydemir, Mehmet Özeren, Namık Yücel, Hasan Gülümser, Hasan Bozkurt... derken Kadir sinirlendi:

– Böyle konuları ortaya atıp ara bozuculuk yapanlara! diyerek küfürler savurdu. Arif Kalkan hemen: “ Çüş!” diye karşılık verdi. Sefer Tunca doğrudan Kadir'e, “ Sen dilini tutamaz mısın? Hepimizden çok sen konuşuyorsun, boyun kısaysa kısa, bunu bil, bu senin gerçeğin. Bunu küfürle mi gizleyeceksin? Şimdi biz de sana küfretsek ne yapacaksın?” Halil Basutçu:

– Uzatmayalım arkadaşlar, kamp zamanı gelince ilgililer gerekeni yapar. Geçen yıl gördük, Bize bir şey soran oldu mu? İsmet yanıt verdi:

– Nuri Çavuş, bana soruyordu! deyince, ona da yanıt veren oldu:

– Hadi oradan yalancı; bir kez komutanımız, Nuri Çavuş değil Nuri Onbaşı'ydı!” denilince herkes güldü. Kamp sözüyle süren tartışma Nuri Onbaşı'nın belleklerde kalan sözleri tekraralanarak kahvaltıya gidildi.

Bizim masada da kamp tartışması yapıldı. Kampta ne öğrendik? Bu soruya ben:

- Askerlik öğrendik! yanıtını verdim. Askerliğin nesini falan gibi saptırıcı sorular sürdüyse de kimse kandırıcı bir karşılık veremedi. Çünkü ben salt bizi değil, ağabeylerimizi, babalarımızı da kapsayan genel bir yanıt vermiştim. Köylerde tüm sağlıklı erkekler askere gidiyor, 2-3 yıl kaldıktan sonra evlerine dönüyor. Evlerine dönenlere ; “ Ne öğrendin? diye sorsalar; doğru dürüst bir yanıt alırlar mı? Koskoca üç yıl geçmiş, bulunduğu yerin koşulları içinde yaşamıştır ama o koşullardan çıkınca gene eski durumuna dönmüştür. Çok az insan belki yeni bir iş öğrenip onu söyleyebilir. Örneğin benimn Şoför Hasan lakaplı amcam otomobil sürmeyi öğrenmiş, dönünce de hemen şoförlüğe başlamıştır. O ya da onun gibiler, öğrendiklerini söylerler. Bizim köyde en az benim tanıdığım kırk insan askere gitti-döndü; kahvede gene gene gördüklerini anlatırlar da öğrendiklerinden hiç söz etmezler. Kimi kez şunu öğrendim , bunu öğrendim dese de öğrendim dediği, kesinlikle gördüğü bir yerdir. İstan bul'dan dönerken Çorlu'dan geçmişse böylece Çorlu'yu da öğrendim!” der. Örneğin biz de Hasaznoğlan'a giderken ya da dönerken Polatlı, Eskişehir, Bilecik, İzmit kentlerini gördük, onları öğrendik mi? Şöyle bir görüp geçtik!”

Hilmi Altınsoy gülerek:

-Eyvah, eyvah! Köye gidince ben de öyle mi olacağım? deyince arkadaşlar gülüşerek; “ Ya ne sandın? Derslerde konuşulanları torbalayıp taşıyacağını mı sandın? Onu Sami Akıncı yapacak belki ama bizim çoğumuz tıpkı askercikler gibi gene sırıl sıklam cahil olarak köylere gideceğiz!”

Recep Kocaman düşüncesini söyledi: “ Ben öyle düşünmüyorum, geldiğimiz günlerdeki durumlarımızı anımsarsak burada çok şeyler öğrendiğimizi anlarız. Bugün bir İlkokul dersliğine girsek çocukların soracağı sorulara yanıt verebiliriz. Öğretmen yöntemlerini bilmiyoruz ama onlara verilecek konular üstüne bilgimiz var. Belki bir ev yapamayız ama evin yapılması üstüne yeterli bilgimiz var. Bağ yetiştirip üzüm yemedikse de bağ ektik, kazdık, budadık. Arılara nasıl bakıldığını gözledik, modern kovanı yaptık. Bunlar gibi, nasıl yapıldığını gördüğümüz öteki işleri de deneye deneye yapabilirız!”

Salih Baydemir, marangozluğu öğrendiğini söyledi, Yusuf Asıl Zeybek oynamayı, Harun Özçelik Resim yapmayı öne sürünce beni de Müzikçi saydılar. Hasan Üner, Mehmet Aygün, Hilmi Altınsoy'a ivedi olarak bir uğraş seçmek için çareler aranmaya başlandı. Mehmet Aygün'ün taklitçiliği öne sürülüp tiyatroculuk önerildi. Mehmet'in mırın kırın etmesine karşın herkesçe benimsendi. Hasan Üner çok kitap okuyordu, ona da Kitaplık uzmanlığı uygun görüldü. Hilmi Altınsoy en sona kalınca birden sinirlendi:

-Siz gene bana bir tuzak kurdunuz, içinizde en beceriksiz ben miyim? deyip kalktı. Bu kez de Hilmi'ye “ En Becerikli!” sıfatı takıldı.

Derslikte benzer bir tartışma başladı. Konu gene kızlar. Yusuf akşamki olaydan söz etmiş. Mustafa Saatçı her zamanki takılmalarını yapıyor. Daha önce konuşulmuş, ben girince bana da sordu:

– Akşam SS var mıydı?” Gerçekten ayırdında değilim, var mıydı, yok muydu? Ancak onların dersliğinde toplanıldığına göre neden olmasındı? Olduğunu söyledim. Hiç beklemediğim bir sataşmayla karşılaştım. Sınıfımızın en sakinlerinden saydığımız Sefer Tunca doğrudan bana:

– Arkadaş, oralara gidip duruyorsun, hala kendine bir SS de sen bulamadın mı? dedi.  SS simgesini kullanmasına önce Mustafa Saatçı karşı çıktı. Tartışma uzun sürdü. Neredeyse iş kavgaya dönüşecekti. Fettah Biricik Sefer'in yanında yer alınca Sami Akıncı Mustafa Saatçı'yı haklı buldu: “ Bu simge birisi için kullanılmıyorsa, o birisini sevenler, onun ulu orta zamanlarda kullanılmasına razı olmazlar!” deyince tartkışma durdu. Onlar sustuylar ama bu kez de ben başlattım:

– Ben, oralar dediğin yerlere çağrılı olarak gidiyorum. Gittiğim yerlerde tek başıma kalmıyorum. Ancak zaman zaman kız arkadaşları görünce içimden:

– Bu, hangi arkadaşıma uygun düşer? sorusunu aklımdan geçiriyorum. Örneğin Arda soyadlı biri olsaydı; onu, senin için düşünürdüm. Tunca ile Arda nasıl birleşirse onlar da bir araya gelince benzer bir güzellik ortaya çıkar! demeye kalmadı tüm arkadaşlar dikkat kesildi : - - -Böyle biri var mı? Açıkladım:

– Var olup olmadığını bilmem ama olsa bunu çok uygun görürdüm! Sami Akıncı başta olmak üzere bir çok arkadaş, “ VarAvar!” deyip kahkaha attılar. Sefer Tunca sustu. Sefer Arkadaşımı gücendirmek istemezdim, ancak o kendisi, beni böyle konuşmaya zorlamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra Futbol Severler top sahasının hazırlanması için yardım çağrısı yaptılar. Toprak tam olarak kurumamış olmasına karşın yüzey sertleşmeden düzeltmenin kolaylığı savunuldu. İsmet'in çağrısına ben de uydum.   Tarım nöbetçisinden kürek, tırmık alıp sahaya indik. Sahanın bir bölümünü oldukça kurumuş bulduk; şakalaşarak, atışarak büyük bir alanı düzelttik. Top oynamak üzerine arkadaşların düşlerini dinledikçe şaştım. Göreve başlar başlamaz ilk işleri, bir futbol sahası yapmak olacakmış. Onlar bunu söyleyince kendi köyümü göz önüne getiriyorum. Köyüm, hane olarak 60-70 arası. 8Tam olarak 66 hane)Şimdilerde benim yaşımda hemen hemen hiç kimse yok. Hepsi asker. Ara sıra gelenler var ama, onların günleri sayılı olduğundan futbol oynamaları söz konusu olamaz. Askere gitmemişleri düşünüyorum. Onlarsa küçük yaşlarında evlerinin tüm işlerini üslenmiş durumda. Kahveye geldiklerinde yaptıkları konuşmalara bakınca çoğunun top oynamak gibi bir hevesleri olacağını düşünemiyorum. Bizim köye gelecek öğretmen, kesinlikle bir futbol alanı yapamaz, yaptıramaz. Kendi köyüm kadar tanıdığım Hamitabat için de durum aynı. Orası büyük, 300 haneden fazla ama, askerlik olayı orada da öyle: Gençler, yetişkinler asker, ergenlik çağındakilder onların yerlerini dolduruyor. Bu düşüncelerle arkadaşlara:

– Futbolu bir süre geri bırakın, onun yerine satrancı, pinponu özendirin. Bunlarda insan sayısı ya da geniş alan söz konusu değil!  “ diyorum. Bana gülüyorlar:

– Sen öyle yap! diyenler oluyor. O zaman ben de :

– Yok ben, herkese birer akordiyon aldırıp, kordiyon çaldıracağim! diyorum. Ben öyle deyince gülüyorlar. Oysa onların düşleri, gerçekte benim şakamdan daha güldürücü, “ Gideceği köyün okulu var mı, yok mu? Bir futbol alanı yapacak alanı olacak mı? bunları bir yana bırakıp: “ İlk işim bir Futbol Sahası yaptırmak!” (Hem de yaptırmak)İşin ilginci, köylerdeki görevlerimiz üstüne bir bir yığın yazı okuduk, okuttular; bunların hiç birisinde Futbol adı geçmiyor. Hasanoğlan'da 12 Köy Enstitüsü'nden 200 kadar arkadaşla tanışıp konuştuk, 20 dolayında oyun oynandığını gördük(Ben, tamamının müziğini, 15 kadarının oyununu öğrendim) Bu arkadaşların hiç birisinin ağzından futbol sözü çıkmamıştı. Hasanöğlan'a gittiğimizde gider gitmez voleybol sahaları yapmamıza karşın Futbol sahaları neden kurulmadı?” Bunu merak etmekteyim.. Bununla ilgili bir de anımsadıkça bana acı veren bir olay vardır. Bu bile üzerinde durulacak bir örnek olabilir. Edirne/Karaağaç okuluna gittiğimiz ilk günler öğretmenler bizi voleyvol oyununa özendiriyorlardı. Namik Ergin , Hamdi Bağ, Naci İnan, Hasan Çevik, Ömer Tunalı Öğretmenler sık sık takım yapıp aralarına öğrencilerden de alarak sürekli maçlar yapıyorlardı. Seçilen arkadaşlarımızdan 45 Mürefteli Mustafa en beğenilenimizdi. Ancak Mustafa, bu beğenilişini iyi değerlendiremedi. Voleybol oynarken dop kaçtığında öğrenci olarak koşup topu alınca elinde getireceğine futbol topu olarak vurup havalandırırdı. O bunu yaptıkça öğretmenler uyarır: “ Bir daha bunu yaparsan oyuna almayız!” dedikleri olmuştu. Bu uyarılarına karşın Mustafa bir gün bunu gene yaptı. Öğretmenler oyunu bıraktılar. Mustafa bunu bile bile bu kez topu alıp, düpedüz futfol oynarmışçasına gösteri yapmaya kalkıştı. Ben çok yakınlarındaydım. Cıhat Öğretmen hiç bir söz söylemeden topu aldı. Mustafa'ya göstererek:

– Bu Futbol topu değil, yeri geldiğinde futbol da oynayacağız, futbol da voleybol gibi kendi kuralları içinde oynanır! dedikten sonra topu bana verip Spor odasına göndermişti. Sonrasını anımsamak bile istemiyorum.. Kendisiyle arkadaş olacağımı umduğum 45 Mustafa Mürefteli bir kaç gün sonra okuldan ayrılmıştı. (Atıldığını söylediler)

Arkadaşlar yemek zili çalıncaya dek alanın kimi yerlerini ezip düzelttiler. Öteki sınıflardan da çok yardımcı geldiğinden oldukça da başarılı bir çalışma oldu. Gözüm İsmet'e takıldı. Yeğenim, sanırım Kızılcıkdere köyünde futbol oynamayı düşlüyor. Burada birlikte 5, yılımızı bitiriyoruz şimdiye dek hiç bir işte böylesi terleyerek çalıştığını görmemiştim. Babası, Muhittin Eniştem hep takılır, “ İsmet'i bir işte terlemiş görürsen bana yaz, kurban kestirip dağıtarak, fakir vukaranın duasını alayım!” derdi. Bunu yazsam Muhittin Eniştem kabul eder mi? Yoksa, “ Olmadı, o iş sayılmaz!” deyip, güler mi?

Öğle yemeğinde Piyes çalışması yapılacağı duyuruldu. Koroda olanlar da katılacakmış. “ Ben, koroda yokum, olsam da gitmezdim!” dedim. Arkadaşlar şaşırdı: “ Neden? Hani sen böyle şeyleri severdin? Yanıtım: “ Gene seviyorum, ancak belli bir işim yok, olmayınca neden gidip kalabalık edeyim? Nasıl olsa cumartesi günü sonucunu göreceğiz. Zaten oyunu oynamış kadar biliyorum. Halil Basutçu'nun söyledikleri dışında önemli taraf da yok gibi!” dedikten sonra Halil Basutçu'yu övdüm. Salih Baydemir benim için:

– Bakın arkadaşlar dikkat edin, arkadaş içimizden birini ilk kez bu denli övüyor! deyince herkes dikkat kesildi. Ben de Salih'e:

– Yanılıyorsun, senin marangozluğunu, Harun Özçelik'in resmini, Abdullah'in müzik yeteneğini, Sami Akıncı'nın çalışkanlığını her zaman övmekteyim; içimden de onların yarısı kadar başarılı olsam! der durum! deyince Yusuf Asıl gülerek :

– Beni de say! deyince. “ Yusuf Asıl'ın şakacılığını!” demeye kalmadı onlar sıraladı: “ Mehmet Yücel'in ad takıcılığını, Mustafa Saatçı'nın sevdasını, Hilmi Altınsoy'un pehlivanlığını, Mehmet Aygün'ün taklitçiliğini, Recep Kocaman'ın suskunluğunu(Sfenks), Hasan Üner'in kitap okumasını sıraladılar. Bu da yetmedi, arkasından tüm sınıftakilerin bir yanlarıyla anıldılar. Fettah'ın karşıcılığı, Sefer'in arkadaş canlılığı, Hüseyin Serin'in koşuculuğu, İbrahim Ertur'n hatipliği(! ), İdris Destan'ın kuşkuculuğu, İsmet'in dayıcılığı, Bekir Temuçin'in bilgiçliği, Ali Önol'un homurdanması, Halil Basutçu'nun tiyatroculuğu, Orhan'ın uyumluluğu, Kadir Pekgöz'ün uyumsuzluluğu, Mehmet Başaran'ın kıskançlığı, Yakup Tanrıkulu'nun fiyakası, Arif Kalkan'ın el sıkışını, Emrullah'ın öfkesi, Hüsnü Yalçın'ın hoşgörüsü, Ahmet Güner'in aşıklığı tekrarlandı. Yapılan yakıştırmalardan ben salt Arif'in elleri için düşüncemi söylemiştim “ Arif 'in parmakları kerpeten gibi!” dedim. Arkadaşların içinde bunu çok uygun görenler oldu, Bir süre ona güldük. Kapıdan çıkarken Arif yetişti. Onun konuştuklarımızdan haberi yok. “ Ne gülüşüyorsunuz?” deyince yakınında duran Yusuf Asıl; çok rahat, “ Sana!” deyince Arif, şakadan ama kendini sıkarak:

– Benim neyime gülüyorsun? deyip Yusuf'un kolunu sıkınca Yusuf bir çığlık attı:

– Vay kolum! Biz gülerken Yusuf baklayı ağzından çıkardı:

– Pense gibi elleri var!

Dersliğe dek güldük. Gülüşümüzden iyice gıcık olan Arif sonunda sordu: “ Nedir bu, benimle ilgili bir şey mi var?” Arkadaşlar gülüşerek olayı baştan sona anlattılar. Banyoyu unutmuştum, tahtadaki uyarıyı görünce sevinderek gittim.

Banyodan sonra İsmet'le bir süre dertleştik. İsmet beni uyardı. Oysa ben, onu uyarmak için uygun bir zamanı bekliyordum.

İsmet gülerek, “ Dayı sen geçen gün bizim o köy oyunumuza karşı çıktın ama onun gerçek nedenini öğrenince hak vereceksin!” dedi. Köy oyunu dediği arkadaşların Lüleburgaz köyleri için kura çekmesiydi. Oyunu ben saçma bulmuştum ama tümden karşıcı değildim , sonuç olarak çocukça bir oyun olarak düşündüğümden:

– Yusuf'la İsmet'in her zamanki güldürmecerleri; deyip geçmiştim. Herkes bir köye yamanınca ilginç konuşmalar oldu. Kimi raslantılar neredeyse arkadaşların aramızdaki yakıştırmalarına uygun düşmüştü. Ben, en çok Fettah'la Mehmet Başaran'ın Karıştıran köylerini çekmelerine sevinmiştim. Meğer kura çekme bir tertipmiş. Arkadaşların çoğunun dereslikte olduğu bir sırada sayılı köylerin adları olan köyler çekilmiş. Kura çekildiği zaman, Benim gibi Halil Basutçu, Sami Akıncı, Mehmet Başaran da yokmuş(Piyes çalışmasındalarmış)Fettah ise kuraya katılmamış. Bu kez İsmet bir kurnazlık düşünmüş. Benzer kağıtlara 10 adet Hamitabat, 10 adet, Ahmetbey, 10 'ar adet Büyük-küçük Karıştıran'ları yazmış. Ben dersiğe geldiğimde çek diye uzattığı kağıtlarda hep Hamitabat yazılıymış. Arkadan öteki arkadaşlar gelmiş onlara da aynı numarayı yapmış. Böylece herkes şansını çektiğini sanmış. Arkadaşlar olayı benimseyip şakalaşmaya başlayınca önce katılmayan Fettah Biricik karar değiştirip beklediği gibi Büyük Karıştıran'ı çekince amacına ulaşmış olmuş. Sami için düşündüğü ilgimi çekince sordum:

– Sami'ye neden en iyi köyü ayırdın? İsmet'in yanıtı ilginç:

– Sami, derslikte sözünü geçiren bir arkadaş, o onaylayınca ötekilerin karşı koyması söz konusu olamaz.

İsmet bunları benim için yapmışmış. Nedenini sordum. İsmet anlatacakları için kızmayacağım, kimeye çatmayacağım üstüne söz istedi. Anlattıkların özeti şu: Mehmet Başaran beni Sabahat Öğretmene dillemiş. Piyes provaları arasında Sami Akıncı'nın çalışkanlığı başarısı üstüne konuşulurken Sabahat Öğretmen benden söz etmiş: “ O da çok başarılı, Tarım , Sanat Öğretmenleri onu çok övüyorlar!” deyince Mehmet Başaran , benim geçimsizliğimi öne sürmüş, kavgacı olduğumu arkadaşların benden korktuğu, kavgadan çekinmediğim için hep öne atıldığımı, okulun akordiyonunu arkadaşlardan kıskandığım için sakladığımı söylemiş. Bunları duyunca İsmet önce kavga etmeyi düşünmmüş ancak kendi durumunu düşünüp işi böyle bir oyunla asıl karıştırıcı olan iki arkadaşı bu yanlarıyla ortaya getirmeyi planlamış. Kızmayacağıma söz vermiştim ama özellikle akordiyon saklama yalanına çok kızdım. Gene de İsmet'in tembihine uyarak doğrudan olay çıkarmayacağımı tekrarladım. Sinirim çabuk geçti. Bir süre yapılan kura çekme işine güldüm: “ Kağıt değiştirdiğini kimse anlamadı mı? İsmet: “ Ayrı zamanlarda olduğu için kimse anlayamazdı. Zaten anlaşılmaması için ayrı zamanları kolladım. Düşündüğüm gibi olacak. Kimi arkadaşlar, Fettah'a zaten eskiden de “ Karıştırıcı” diyordu son günlerde Mehmet Başaran'a da başladılar. Zaten onun bir adı munafıktı, İşin acı yanı bu sıfatı ona hemşerisi takmıştı.

Akordiyonu dersliğe götürmüştüm. Yakup Tanrıkulu alıp taktı:

– Ufff be ne ağırmış!” deyip bıraktı. Hüsnü Yalçın denedi, Ahmet Güner eline alıp kaldırdı. Abdullah Erçetin gelince Fettah başta olmak üzere bir kaç arkadaş alıp çalmasını söylediler. Abdullah:

– Kim ben mi? Ben nasıl çalarım? çalışmadan aklordiyon çalınır mı?” deyip yerine oturdu. Hüseyin Orhan'la birlikte Mehmet Başaran geldi. Mehmet Başaran masa üzerin de akordiyonu görünce boynunu büküp yerine oturdu. Hüseyin Orhan bana (Sanki daha önce konuşmuşuz gibi): “  Akordiyonu bize mi getirdin?” diye sordu. Ben de bunu bekliyordum: “ Evet size, neredeyse 6 aydır sizden sakladım, okulun akordiyonu değil mi? Herkesin hakkı var, alın biraz da siz çalın!” dedim. Mehmet Yücel:

– Dayı bir şeye kızmışa benziyorsun amacın akordiyon çalmak değil bekçi döğmek galiba deyince arkadaşlar güldü. Yeni bir karar verdiğimi söyledim: “ Hepimiz eşit hakka sahibiz, bu akordiyonda sizin de hakkınız var. Alın kullanın, ben de bundan sonra revirdeki hakkımı isteyeceğim. Oraya kapağı atmışlar, benim hakkımı babalarının evi gibi kullanıyorlar!” derken Mehmet Başaran derslikten çıktı. Bir sessizlik aldı. Kim söyledi saptayamadım ama çok net duydum, “ Hak etmişti!” dendi. Bayrak törenine çıkar gibi akordiyonu alıp gene yerine koyup Hohneri alarak Törene indim Asım Öğretmen akordiyonu bana çaldırdı, kendisi elleriyle işaretler verdi.

Derslikte bir süre çevremi bakmadan konuşmaları kulaklarımla izledim. Herkes kendi sorunlarıyla ilgili. Mehmet Başaran'a baktım yanında Hemşeri Mehmet Yiücel oturuyor. Buna da sevin dim. Mehmet Yücel çok iyiliksever bir arkadaş, üzüldüğünü anlayınca hemşerisine kıyamadı. Benim için konuşmuş olsalar bile Mehmet Yücel'in benim zararıma bir tuzak kurmayacağını çok iyi biliyorum. Mehmet Yücel buna asla izin vermez. Nitekim az sonra bana söz attı. Bunun üzerine ben de:

-Ne o, iki hemşeri yakın köylere düşme planı mı kuruyorsunuz?” diye sordum. İki Mandirisalı (Ceylan Köyün eski adı) olarak dertleşiyorlarmış.

Sabahat Öğretmene geçen derste Ömer Seyfettin'den okuduğumu söylemiştim. Ömer Seyfettin üstgüne soru sorabilir düşüncesiyle kısa bilgi topladım. 1884-1920 yılları arasında yaşamış. Subay olarak yetişmiş. Balkan Savaşı'da esir düşmüş, Bir yıl kadar Yunanistan'da tutuklu kalmış. Yurda dönüşünde subaylıktan ayrılıp öğretmenlik yapmış. Genç Kalemler Dergisi'nde hikayelerini yayınlamış. Tutulduğu bir hastalık sonucu genç yaşında ölmüştür. Sayısı yüzü aşan hikaye yazmış, unların tamamına yakını Ahmet Halit Yaşaroğlu tarafından 9 kitap olarak basılmıştır. Tuhaf Bir Zulüm, Mermer Tezgah, Kaşağı, Piç hikayelerini bir daha okuyup, olaylarını, ana fikirlerini gözden geçirdim.

Yemekte futbolla başlayan tartışmalar kısa bir süre sonra Türkçe Deresine dönüştü. Önce Hilmi Altınsoy:

-Allah sizi inandırsın! diyerek söz başladı. Fikret Madaralı Öğretmenden çok korkuyormuş; korktuğu için de sürekli derste siniyormuş. Sabahat Öğretmenin dersinde ise çok rahatmış. Buna karşın Fikret Madaralı Öğretmenin derslerinde daha çok bilgiler öğreniyormuş. Oysa, “ Son geçen bu altı ay içinde Türkçe Derslerinde kesinlikle yeni bir şey öğrenmemiş! Arkadaşlardan Hilmi'ye katılanlar oldu. Ben bu kanıya katılmadım:

-Öncelikle Fikret Madaralı Öğretmenin dereslerinde elimizde okuma kitapları vardı. Öğretmen bu kitapları izliyordu. Elimizde kitap olduğu için biz de kitapları gene gene okuyup konuları tam öğrenmesek bile ezberliyorduk. Oysa şimdi kitap yok. Kitap olmadığına göre Fikret Madaralı Öğretmen de olsa sonuç değişmez. O da bu yöntemi sürdürseydi sonuç pek farklı olmayacaktı!

Böyle bir savunma yaptım ama, bunda gizli bir amacım vardı. Çünkü geçen yıl da kitap izlememiştik ama Fikret Madaralı Öğretmen öğreteceklerini öğretmişti. Onları unutan arkadaşların suçları kendinindi. Çünkü arkadaşlarda, öğrendiklerini tekrarlama diye bir alışkanlık yok. Sözü uzatmadım, kimse de karşı konuşmadı.

Bu kez de bu ders yılı başladığından bu yana okuduğumuz konuları anımsadık. Sabahat Öğretmenin severek dinlediğimiz Urun Kahpeye(Vurun Kahpeye)Romanını söyleyince Hilmi sözünü geri aldı. Önce biraz tartışılmış olmakla birlikte Aliye Öğretmen, Damyanos kopili, Hacı Fettah, Küçük Hüseyin, Tosun Bey, anlatılan olayda özellikleriyle, yazar Halide Edip Adıvar usta anlatışıyla bir kez daha anıldı. Sonunda ise kendimiz için ayrıca bir saptama yapıldı:

- Biz kendimiz düzenli çalışmıyoruz. Öğretmen dersinde bir gün sıfatları anlatınca biz neden sıfatları tekraralayarak iyice öğrenmiyoruz? Müdür Beyin dersinde okuduk, öğretmenlerin ellerin de kitaplar var, “ Bunları bunları öğretin!” diyor. Öğretmen derse gelip onları anlatıyor. O anlattıklarını biz dikkat edip öğrensek, sorun çözülmüş olacak. Biz dikkat edip anlamıyoruz, bu kez iş tekraralara dönüşüyor. İşte o tekrarlarda işi iyice karıştırıyoruz!

Yemekten sonra Hilmi Altınsoy'la Hasan benim sırama geldi. Bu kez işaret sıfatları ile işaret zamirlerini çalıştık. Hasan Üner: “ Bu meretler, ilk duyduğumdan beri hep kafamı karıştırdı. Meğer onlar İlkokullarda da karşıma çıkacakmış!” deyip pür dikkat dinledi. Oysa konuştukça Hasan'ın bilmediği salt işaret zamirleri değil tüm zamirlermiş. Hatta sıfatlarda da yanılgıları olduğu açığa çıktı. Hasan adlarda, fiillerde olduğu gibi gerçekte zamir oluğunu sanırmış. Adlarla fiil ya da hareket bildiren sözlerin dışında söz olmadığını, öteki sözlerin de birer ad olduğunu anlatınca Hasan bir : “ Haaaa!” çekti. Hilmi konuşmalarımıza hiç katılmadı, öyle dinledi. Hasan, parmağıyla “ Bu!” diye gösterdi arkasından sordu, “ Nedir? Karşılığı olmadığı için o sadece bir sestir. Belli bir ad yerine geçseydi zamir diyecektik. Ancak belli bir ada yaslasaydık örneğin “ Bu sıra!” deseydik, o zaman işaret sıfatı olacaktı. Sıraları göstrerek konuşursak örneğin bu yeni, bu eski diye sıraları göstererek konuşsak o zaman bu ya da şu sözleri işaret zamiri olacaktı. Çünkü biz o zaman sıraları yok sayıp yerlerine bu ya da şu sözlerini koyuyoruz. Bu işlem bize zamirin tanımını da yaptırmış oluyor. Zamir, cümlelerde geçmesi gereken isimlerin, kendileri olmayınca onların yerini tutan sözlerdir. “ Ahmet gelmedi mi?” Sorusuna, “ O biraz sonra gelecek!” dediğimizde “ O” Ahmet'in yerini tutmaktadır. Benzer bir kaç örnekten sonra Soru zamiri, soru sıfatlarına geçtik. Soru zamirlerindekline benzer bir ilişki de soru sıfatlarındadır, söz gelimi “ Hangi sıra?” dediğimizde hangi sorusu ile sıra birlikte olduğuna göre burada yerine geçme söz konusu değil, öyleyse bir soru sıfatı ile karşılaştık, demektir.. Ben sıra söylemeden sıralara bakıp , “ Hangisi?” diye sorunca, sen bir sıra gösterebilirsen, o zaman hangisi sorusu aynı zamanda gösterilen bir sırayı da belirtmektedir. İşte bir soru sıfatı, soru zamiri karşılaştırması. Hilmi anladığını söyleyip sevinirken yat zili çaldı.

Anlattıklarımı bildiğime sevinemiyorum ama zaman zaman da düşünüyorum: “ Ben, bilmediklerimin çokluğuna bakarak bildiklerimi küçümsüyorum, oysa onları bile bilmeyenler var. Onların arasında olmama karşın bunları bilmek beni mutlu etmeli!” deyip seviniyorum.

Yatınca hemşerim Kadir başını uzattı, “ Biliyor musun? O mancalak(Kertenkele) gözlü seni Sabahat Öğretmene gammazlamış!” dedi. Aradan bunca zaman geçmesine karşın bugün söylemesi ilginçti. Sonunda duyduğumu ya da duyacağımı anladığı için söylediği besbelliydi:

-Yapma yahu ne söylemiş? demeyi aklımdan geçirdim, vazgeçtim. Ne söyleyebilir ki? Onunda duyduğu benim kadardır, “ Salt gammazladığı!” Bu neden hiç umursamamış olarak:

- Neyimi gazmmazlayacak benim? Kimsenin tavuğuna kiş demeden günlerin dolması bekliyorum. Sen de biliyorsun, hiç kimseden de korkum yok. Dersine çalıştığım sürece de Sabahat Öğretmen bana bir kötülük yapmaz!

Kadir uzandı yorganın üstünden ayaklarıma vurarak, “ Ben de öyle diyorum, benim ağabeyim, kolay kolay kimseye pabuç bırakmaz!”

Kadir çekilince kızar gibi oldumsa da kendimi tuttum. O da öyle düşünsün, akrabam değil dengim değil. Ağabeyi ile arkadaşlığım olduysa oldu, kardeşinin beni sevmesini beklemeye ne hakkım var?

 

12 Nisan 1943 Pazartesi

 

Gözlerimi açınca zilin sesini duymadığımı düşündüm. Kendimi toparlarken bir uyarı yapıldı: “ Sussss, uyuyanlar var!” söz biterken zil çaldı. Birden gürültü başladı. Konu Yusuf Asıl. Çocukmuş, Efelik yapacak yaşta değilmiş, ciddi sayılmıyormuş. Mustafa Saatçı:

– Sizin beklediğiniz tüm özellikler bende var, beni Efe başı yapın! dedi. Kapıda düdük çalınca konuşmalar kesildi. Fahri Tosili Öğretmen kapıları kapatacağını söyleyip elindeki çubukla ranzalara vurarak köşe bucak dolaştı.

Alana çıkınca oyuncular Bengi'yi istediler, 17 Nisan Bayramında onu da oynalacaklarmış. Bayramda oynayacaklar seçilecekmiş. Seçilmek sözü herkesi etkiledi. Oynayanlar, benim görüşüme göre çok güzel oynadılar. Seçim nedenini sordum. Seçim bizim okul için değilmiş, Halkevi salon sahnesi küçük olduğundan orası için bir koşul konmuş.

Derslikte gene konu Yusuf Asıl. Bu kez Yusuf Asıl oyuncuları seçecek. Mustafa Saatçı bu kez(Rol yapşıyormuş) yalvaran bir sesle, “ SS için son şansım bu oyunda, lütfen seçin!” Öyle güzel oynayacakmış ki, SS bayılacakmış. Mehmet Yücel araya girdi:

- Seçin şu arkadaşı, yıllardır Hafız oldu, İmam kılığına girdi kandıramadı belki Efe olarak kandırır!” deyince Mustafa Saatçı sözünü geri aldı. Mehmet Yücel'i göstererek, “ İskelet işin içine girerse ben yokum, sözümü geri aldım!” dedi. O öyle dedi ama arkadaşlar olasılıkları sıraladılar: Hafız kollarını şöyle sallar, dizlerini böyle kırar!” gibilerde yakıştırmalar yaptılar. Bekir Termuçin kalktı dersliğin ortasında hareketler yaptı. Bekir'in hareketleri beğenilmedi, Mehmet Aygün'ün kalkması istendi. Mehm et Aygün naz edince Abdullah Erçetin, Yusuf Asıl, İsmet Yanar Mehmet Aygün'nu tutup kaldırmak istediler. Arakadaşlar olaya gülerken Mustafa Saatçı da Mehmet'e kalkmasını söyledi. Bu kez Mehmet Aygün Mustafa Saatçı'ya çattı, “ Sen ne biçim adamsın? Senin taklitin için beni zorluyorlar, kızacağın yerde sen de beni zorluyorsun!” deyince Mustafa Saatçı:

- Ben de merak ediyorum, ben oynarsam nasıl oynayacağım? Bu kez bir kaç kişi birden Mustafa Saatçı'yı tutup kaldırdı. Mustafa Saatçı da “ Ben de Mehmet Aygün'ün nasıl oynadığını göstereyim!” deyip belini az kamburlaştırarak durduğu yerde bir kaç kez zıpladı.

Kahvaltıdaki konuşmalar bu kez, “ Kim nasıl oynuyor?” sorusuyla başladı, giderek tahtaya kalkınca ne yaptığı, doğru yanıt verince ya da susup kalınca takındığı tavrı anlatmaya döküldü. Bu konuda en çok konuşan Yusuf oldu. Yusuf önce beni anlattı. Ancak benim tahtadan boynumu büküp döndüğüm bir olay anımsayamadı. Bunu da benim yaşıma bağladı. Bir şeyler söyleyebilirdim

örneğin Emrullah Öztürk, Sefer Tunca, Mustafa Saatçı arkadaşlar benim yaşımda. Hüseyin Serin, Hüsnü Yalçın, Fettah Biricik, Arif Kalkan, İbrahim Ertur arkadaşlar da ya bir ya da iki yaş farklıdırlar. Ben demedim ama Yusuf onları birer birer ortaya getirdi. En çok örneklenen de gene bizim masadan Hilmi Altınsoy oldu. Neyse Hilmi bu sabah kızmadı, tersine:

– Ben tembelin tekiyim, bu konuda ben kendim de kendime kızıyorum; ne deseniz yerden göğe kadar haklısınız! diyerek güldü. Sözü uzattırmamak için Hilmi'ye sordum:

– Yerden göğe! sözünün anlamı nedir, bu tür sözlere ne ad verilir?” Hilmi'nin yanıtlamasına kalmadı, herkes bir şey söyledi otam karıştı ama konu Türkçe Dersine dönüştü. Ödevler, Dilbilisi, Roman, Hikaye, Şiir, Makale, Fıkra , Aruz vezni, Hece vezni derken kahvaltıdan kalktık.

İlk iki saatimiz boş, Hasan Üner:

– Birlikte çalışmamızı sürdürelim mi? diye sorunca yanıma çağırdım. Son olarak soru zamirleri ile soru sıfatlarını karşılaştırmıştık. Bu kez de onlara soru zarflarını ekledik. Zarflarla zamirlerin bir benzeşikliği var onu bulmaya çalıştık. Zamirlerin isimlerle olan ilişkisine benzeyen bir ilişki zarflarla fiil ya da mastarlar arasında vardır. Bunu iyi kavrarsak bir daha unutmayız. Örnekler seçerken Eğitimbaşı Enver Kartekin Öğretmen geldi. Uzun bir süre bizim dersliğe gelmemişti. Son günlerde gene gelmeye başladı. İlk geldiği günlerdeki gibi gene öyle her birimizi süzdü. Önce İsmet'e arkasından Sami'ye takıldı. Halil Basutçu'ya Akın piyesini sordu. Mehmet Yücel'in boyuna takıldı, Mehmet Başaran'a şiirlerini sordu. “ Tatile giderken dosyalarınızdaki eksik belgbeleri söylemiştim, beklemeyi sürdüürüyorum , henüz tamamlanmayanlar var!” dedi. Yakup Tanrıkulu'nun saçlarına takıldı. Yakup resim çektireceğim, çektirir çektirmez kestireceğim!” deyince bu kes de sahi, ben sizden 6'şar resim isteyeceğim, iyi ki anımsattın!” dedi. Saçlarınız hep büyümüş, biliyorum uzatmak istiyorsunuz. Ben izin versem de uzatamayacaksınız, sizin bu yıl Askerlik Kampınız var, uzatsanız bile o zaman kestirecekler!” dedi. Eğitimbaşı gidince herkesi bir sevinç sardı: “ Saçlarımıza izin verecek, yaşasın Eğitimbaşı!”  Arkadaşlar sevinç gösterisi yaparken ben çekinik kaldım. Eğitimbaşı bana neden takılmadı?” Başka zamanlar ilk olmasa bile ikinci ya da üçün cü takıldığı kişi ben oluyordum. Bunları düşünürken koridor nöbetçisi İsmet Özcan bana geldi, yavaşça kulağıma:

– Eğitim başı seni istiyor! dedi. Gittim. Kapı açıktı, girince :

– Gel bakalım, dosyaları karıştırırken senin dosyanda bir pusula ile karşılaştım. Nedir o, okudum ama tam anlayamadım. Müdür Nejat Beye yazılmış, Nejat benim çok iyi arkadaşımdır. Biz onunla Kızılçullu'da birlikte çalıştık. Görevinde çok titizdir. Dosyana bu pusulayı koyduğuna göre seninle konuştuğunu düşündüm. Ne dersin? diye sordu. Konuştuğunu söyledim. Sonra ne olduğunu sordu. Müdür Beyin yazdıklarımdan bir bölümünü Fikret Madaralı Öğretmene okuttuğunu, Fikret Madaralı Öğretmenin yazdıklarımda bir kusur olmadığını söylemesi üzerine Müdür Bey yazmayı sürdürmemi an cak, başkalarını incitecek birşeylerin yazılmaması gerektiğini tembihledi. Ara ara da yazdıklarımdan alıp okuyacağını söyledi. Ondan sonra gene bir kez aldığını ancak onları vermeden ayrıldığını anlattım. Eğitimbaşı gülümseyerek, “ Demoklesin Kılıcı!” diye bir söz duydun mu?” diye sordu. Duymadığımı söyleyince anlattı:

– Demokles, çok ünlü bir filozoftu. Tıpkı Tarih derslerinizde adları sık geçen Sokrat, Eflatun, Aristotales adlı filozoflar gibi. Bunları duyduğunu sanıyorum. Deyince onları duyduğumu, Sokrates'in Savunması'nı okuduğumu söyledim. Eğitimbaşı, uzunnca bir “ Eveeeeeettt!” çektikten sonra, “ İşte o Filozof Demokles, o bildiğimiz filozoflar gibi ünlü onlardan farkılı olarak da çok neşeli, güldürücü sözlerle çevresindeklilere güzel vakit geçirten biriymiş. Ünü o zamanki kıralların katlarına ulaşmış. Krallar kendisini davet eder, saraylarında uzun süre onu konuk ederlermiş. İşte bu krallardan biri de Sıraküze kralı Dionysos'muş Filozof Demoles Kral Dionysos'un sarayında kaldığı sürede yaşamının en rahat günlerini geçirmiş. Çünkü sarayda isteyebileceği her şey varmış. Kral Dionysos'un dokunduğu neredeyse altın oluyormuş. Demokles kral dostuna, bu denli bolluk içinde, bu denli rahat yaşamasına karşın çok neşeli olmadığını, zaman zaman asabileşmesinin nedenini sormuş. Kral Dionysos Demoklesi krallık Yönetim odasına çağırmış, günlük işlerinde çalışmalarını göstermek istemiş. Demokles sevinerek Kral Dionisos'un makamına girmiş. Kral Dionisos görkemli makamında oturmuş, günlük işlerini yapmaya başlamış. Demokles, Kral makamındaki olağanüstü donanımı hayretle izlerken Kral Dionysos'un başının ustünde sallanan bir kılıç görmüş. Kılıç her an düşecek gibi ince bir bağ ile eğreti tutuyormuş. Önce ürpermiş. Kralın bundan habersiz olduğunu sanıp uyarmayı düşünmüş. Ancak Kral Dionysos çok dikkatli deviniyor, besbelli başını koruyormuş. Demokles kendini tutmuş, Kral Dionisos işini bitirip çekilince Demokles heyecanla kılıcı sormuş. Dionysos: “ İşte o kılış sayesinde dürüst çalışıp, halkıma hizmet ediyorum. En küçük bir haksızlıkta o kılıcın tepeme ineceğini biliyorum!” demiş. Filozof Demosten bu öyküyü sonraları tüm insanlar için bir örnek niteliğinde anlattığı için olay günümüzde “ Demoklesin Kılıcı!” olarak söylenmekteymiş!”

Eğitim başı güldü, “Demoklesin Kılıcını ne anlama geldiğini anladın mı?” diye sordu, arkasından da “ Senin de başında bir Demokles Kılıcı var, umarım bunu unutmazsın!” dedi. Yazdıklarımdan örnekleri Sabahat Öğretmene vermemi, bunu onunla da ayrıca konuşacağını, onun da bana yardımcı olacağını umduğunu söyleyerek gitmem için başıyla kapıyı gösterdi. Derslikten önce lavaboya gidip yüzüme baktım. Yüzüm kül gibi olmuş. Resim Odasına gittim. Talat Ayhan Öğretmen oradaydı, beni görünce:

-İyi ki geldin, ben de bir yardımcı bekliyordum! deyip güldü. Büyük tabaka kağıtları ölçerek kesip resim yağıdı boyuna indiriyor. Kesilenleri yüzer yüzer ayırıp özel Resim Kağıdı yazılı dolaba sıraladım. Biz çalışırken Leman Öğretmen kapıdan baktı (Müdür Beyin eşi-Resim Öğretmeni) Burada mısınız?” diye sorarak girdi. Yanında Sabahat Öğretmen de varmış. Talat Ayhan Öğretmenle günaydınlaştıktan sonra Sabahat Öğretmen hiç beklemediğim bir yumuşaklıkla: “ İbrahimn seni burada gördüme sevindim. Öğretmen olarak insan , öğrncilerini böyle çok yönlü çabalar içinde görünce mutlu oluyor!” dedikten sonra Leman Öğretmene beni övücü çok sözler öyledi. Onlar oturdular. Talat Ayhan Öğretmen beni gönderdi. Bu kez dersliğe rahatça girebildim. İsmet başta olm ak üzere nereye gittiğim, niçin çağırıldım soruldu. Niçinlerini anlatmam söz konusu değildi. Olayın Resim Odasındaki bölümünü anlatarak savuşurdum. Az sonra da Sabahat Öğretmen geldi. Elinde nedense bugün iki küçük kitap vardı. Onların da biri masaya bırakıp ötekini açtık. Biraz da gülümseyerek:

-Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan! deyip durdu Bize bakmadan sordu:

- Biliyorsunuz değil mi? Bu da bir şiirdir; bunu da şairler yazmıştır, hem de bir değil iki şair. Bunları biliyor musunuz? diye sordu. Onuncu yıl Marşının ilk dizelerini ben 1933 yılından bu yana b iliyordum ama şarkı olarak söylediğimden şiir olarak hiç düşünmemiştim. Bu konuda üstünde durulmuş olsa bile belleğimde hep 10. Yıl Marşı olarak kalmıştı. Sabahat Öğretmen bu kez şiiri baştan sona okudu yazanları da tahtaya yazdı: Faruk Nafiz Çamlıbel-Behçet Kemal Çağlar Onuncu Yıl Marş'nın sözlerini bildiğim için bu kez yazmadım. Sabahat Öğretmen Faruk Nafiz Çamlıbel için Akın Piyesin den başlayarak şiirleri, şiir kitapları üstüne bilgiler verdi. Masa üstüne bıraktığı kitab ı kaldırıp gösterdi Çoban Çeşmesi. Bu kez de onun çok sevilen şiirlerinin adlarını andı: Han Duvarları, Çoban Çeşmesi, At, Zeynep, Sanat, Çankaya v. b. diye sıraladı, Çoban Çeşmesi şiirini okudu. Behçet Kemal Çağlar adını söyleyince yüreklendim. Arkadaşlar onu bilmiyordu ama ben biliyordum. Sabahat Öğretmene verdiğim GÖL adlı şiirimi, Sabahat Öğretmen onun(Kimlik Kağıdım) şiirlerine ben zetmişti. Ondan başka şiirler okuyup okumadığımı bir türlü anımsayamadım. Faruk Nafiz Çamlıbel'in öğrencisiymiş. Öğrenci öğretmen birlikte marş sözü yazmışlar. Bu benim ilgimi çekti. Öğretmenle öğrencinin bu denli yakınlığını önce yadırgadım. Sonra da öğretmen çocuklarını düşündüm. Bizim okulda öğretmen çocukları var. Baba oğul şiir yazsalar; Baba oğul şiiri olur. Sabahat Öğretmen Behçet Kemal Çağları tanıttı kitaplarından, piyeslerinden söz etti. Atatürk üstüne yazdığı sayısız şiiri olduğunu söyledi. Atatürk'ü görmek istediğini anlatan şiiriyle ünlendiğini daha sonra da güzel şiir okumasıyla ününü perçinlediğini anlattı,

2. Derse girince Sabahat Öğretmen daha dersliğe girerken Behçet Kemal Çağlar'ın Görmeğe Geldim şiirini okumaya başladı. Oldukça uzun olan şiiri öğretmen çok güzel okuduğu için soluksuz din ledik. Şiir bitince öğretmen önce sevip sevmediğimizi. , sonra da anlayıp anlamadığımızı sordu. Sevdiğimizi söyledik ama anlama konusunda azıcık suskun kalınca Sabahat Öğretmen sorular yöneltti.

“ Göreyim, ondan sonra mil çekilsin gözüme

Bilmiyorum; Riya ne; hulüs ne, ihtiram ne?

Huşu'dan daha kutsal bir cür'etin sahibi

Tur'da. “ Nerdesin? diye haykıran Musa gibi” dizelerini sordu. Aldığı yanıtlarda yetersiz gördüğü yerleri kendisi tamamladı. Arkasından, Yüzyıllarca, İzinde şiirlerini okudu. İzinde şiiri bize Atatürk'ü anımsattı. 1938 Kasım ayını yaşar gibi olduk. O günlerde bu şiirler çok okunuyordu. Bu şiiri o zaman da dinlemiştik.

Öğretmen çıkınca arkadaşlardan O Geliyor; Tavaf gibi şiirleri de yarım yarım tekraralayanlar oldu, şairleri soruldu. Orhan Seyfi Orhan'la İbrahim Alaettin Gövsa'da böylece anılmış olduk. Türkçe Dersinde çok sıkılacağımı sanmışım, düşündüğüm gibi olmadı buna da ayrıca sevindim. Ne var ki sevincim bu günle sınırlı, Demoklesin Kılıcı başımda duracakmış. Ben buna Demokles değil Kartekin Kılıcı diyeceğim. Sabahat Öğretmenin okuduğu şiirlerden biri:

Yüzyıllarca

Ufkunda doğacağım, ufkunda batacağım;

Yüz yıllarca yazsam hep, seni anlatacağım.

Giyersem bu sayede şairliğin tacını

“ İstemem çiğne” diye önüne atacağım.

 

Yüceliğe yolcuyuz, öyle elimde elin;

Yenisini yapmaya, sen iyinin-güzelin,

Ak düşecek saçınla nur kattığın heykelin

Hamuruna harç diye kanımı katacağım.

 

Yansam da masalların Aşık Kerem'i gibi

Bu aşk ölmez öyle her gönül veremi gibi;

Ünün okyanusları aşacak gemi gibi,

Ben dalga gibi ayak ucunda yatacağım.

 

Yüzyıllarca yazsam hep, seni anlatacağım!

Behçet Kemal Çağlar

Yemekte arkadaşlar beni neşesiz bulduklarını söylediler, nedenlerini sordular. Köyden üzücü haberler aldığımı söyledim.

Arkadaşlar üzüntülü olduğumu sezdiklerinden bir süre sustular. Ben de konuyu değiştirmek için yuapmakta olduğumuz pinpon masasından, yapacağımız ciladan söz açtım. Cila yapmak falan derken cila yapımında kullanılan ispirto, ispirtonun kokusu öne çıktı. Ben de, “ İspirtonun pancardan yapıldığını Alpullu'da Şeker Fabrikasını gezdiğimizde bunu görüp, öğrenmiştik!” dedim. Unutmuş olanlar, yeni duymuş gibi, “ Yaa, maa gibi sesler çıkardılar. O zaman da şaşırmıştık; pancardan hem şeker oluyor hem de ispirto. Bu kez de, ispirtonun içki olarak kullanıldığını anlatınca bana inanmak istemeyenler oldu. Oysa tüm Trakya köylerinde, renki ispirtoya Mavi Rakı adı takılmış, ucuz olduğu için de yaygın olarak içilmektedir. Arkadaşlar bizim köyde içilip içilmediğini sordular. Bizim köyde şarap yapıldığı için şarap içtiklerini bu nedenle de ispirto içilmediğini anlattım. Anlattım ama zaman zaman içenler olduğunu biliyordum, bunu arkadaşlardan sakladım. İspirto sözü durgunluk nedenimi bir ölçüde saptırdı.

Atölyede gerçekten pinpon masası ile Pesen Öğretmene iki adet elek kasnağı gibi tutturulacak iki adet konturplağı zımparalayıp (Pinpon masası daha öncde zımparalanmıştı) cilaladık. Halis Öğretmen ispirtonun yanıcılığından söz etti: “ Kulağınızda olsun, bu tür işler yaparken yanınıza sigara içenleri almayın!” uyarısında bulundu. Bu kez de ben, daha önce de arkadaşlara anlattığım bir olayı, Halis Öğretmene anlattım: “ Kırklareli eski valilerinden birinin çok yakını, (Ağabeyi diyorlar) çok içki içiyormuş. Vali dayanamamış, o kişiyi kente yakın Kavaklı istasyonunda görevlendirmiş. Tenha istasyonda o kişiye karışan görüşen olmadığı için dilediği gibi içiyormuş. Gene böyle içkili olduğu bir gün sigara tüttürmeye kalkmış. İspirtolu ağzı alev alınca birden tüm bedeni tutuşmuş. Eşyasız bir odadaymış, yıkıldığı yerde yanmış. Kendisiyle birlikte düştüğü yer de(Tahta döşeme) yanınca adamın parçaları alt kata inmiş.

Halis Öğretmen : “ Aman Allahım!” dedi. Yusuf ise : “ Uydurmadır, valiye kızanlar uydurmuştur!” diyerek olayı küçümsedi. Gene de Halis Öğretmen :

– İspirto, benzin, gaz, mazot gibi yanıcı maddeleri, “ İş yerlerinde tutmayın!” tembihini yaptı. Cila işimiz biterken Pesent Öğretmen geldi. Biz kendi aramızda, “ Kasnak olacakmış!” , diye bir birimize takıldığımız cilalı konturplaklar; gerçekten kasnak gibi bükülecekmiş. Halis Öğretmen bana tarif etti 10 cm. 'lik iki taraftan korniş açılmış bir yatağa uçları takıp gerçkten kasnak yaptık. Onlar çalışma atölyesinde duvarlara tuttutulup üstlerine yapılan el-işleri asılacakmış. Kornişli bağları hazırlarken paydos zili çaldı. Ben atölyede kalıp süslükleri(Adları öyleymiş) tamamlarken Hatice ile Röslein geldi. Konturplakları kornişlere takıp dışından iple sardım, yuvarlaklığı bir süre kalıpta kalması gerekiyordu. Gelenler yarın almalarını söyledim. Onlar bekleyebileceklerini söylediler. Bu arada, öteden beriden konuşurken Hatice bana çok becerikli olduğumu söyledi. Hatice ile okunuşken Röslein: “ Ama bir de kavgacı olmasa!” dedi. Tam anlayamadım, ya da ona benzer bir söz söyledi. Az duraksadıktan sonra sordum:

– Sen nereden biliyorsun bunu? O yanıt vermeden de” Sana kim söylüyor bunu?” Bu kes de Röslein duraksadı:

– Öyle değil mi, ben öyle duydum, kimden duyduğumu bilmiyorum ama duydum işte!” dedi. Üsteledim, biri söylemese nereden duyacaksın? Bu kez de:

– Öyle ya, birisi bana söylemiş olmalı! deyince:

– Kim söylemişse yalan söylemiş, ben kavgacı değilim, ancak gurumu koruruym. Bunun için gerekirse kavga da yapabilirim. Ona dokunan olursa, onu önlerim. Röslein gülümseyerek:

– Hüseyin Ağabey ile geçen hafta kavga ettiğin doğru değil mi?” deyince ayaklarım suya değdi. Bu kez de:

– Anladım, sana birisi kuyruklu yalan söylemiş. Hüseyin Ağabeyinle ben Edirne'de değil iki buçuk yıl önce Hasanoğlan'da kav ga etti. Hatta buna kavga da denmez, ben onu düpedüz dövdüm. Ancak, aradan 2'5 yıl geçti; o gün bugündür o bana bunun hesabını sormuyor. Çünkü o zaman o suçluydu. Suçlu insanlar suçunu bilirse cezasına da razı olurlar. Tekraraladım:

– Bana inanıyorsan, bir daha söyleyeyim, “ Hüseyin'le ben geçen hafta kavga etmedik. Zaten biz geçen hafta Edirne'deydik. Tam tersine sanırım bir arkadaşıyla yaptıkğı tartışmada da ben, Hüseyin'i savundum!

Konuştum ama, konuştuğum için de üzüldüm.

Bu kez, sözü değiştirip, kendi kendime; “ Kurumuş!” diyerek cilalı süslükleri alıp yürüdüm. Röslein birini almak istedi. Pesent Öğretmene kendim teslim etmek istiyorm!” deyip vermedim. Birlikte onların atölyesine çıktık. Pesent Öğretmen yoktu. Röslein gülümseyerek, öğretmen adına teşekkür etti. : “ Birşey değil!” dedim ama, sanırım çok anlamsız bir deyiş oldu. Çıkınca bir süre dolaştım: “ Kim, ne dedi ki? Kiminle ne konuştu, niçin konuştu” Hüseyin 'le daha önce konuşuyor muydu?” Edirne'^ye gittiğimizde, köylerinin yakınından geçerken Hüseyin'e Artlik falan diye takılmışlardı. Artlik sözü ona eski takılmaları anımsattı. Okula geldiğinde konuşması kusurluydu. Özellikle Mustafa Saatçı o yöre insanlarını bildiği için kısa zamanda Hüseyin'in köyü İbriktepe için çok şeyler anlatmıştı. Benzer kouşmalar bu kez de Röslein'in köyü yakınından geçerken konuşulmuştu. Bu konuşmalara katılmadığım gibi konuşanları da yermiştim. Bunu mu yanlış ya da maksatlı olarak yansıttılar acaba? Bunları düşünerek dersliğe döndüm. “ Durum iyice karıştı!” deyip bir süre arkama yaslanıp sezdirmeden arkadaşlara baktım. Tanıdığım kadarıyla arkadaşların hiç birisi Röslein'e bunları söylememiştir. Söylemeyeceklerinden değil onunla konuşmadıklarından daha doğrusu, konuşamadıklarından böyle diyorum. Konuşsalar, bundan övünç payı çıkarmak için hemen çevresindekilere anlatırlar. Şimdiye dek kimseden onunla konuşuğu üstüne bir söz duymadım. Olsa olsa Hüseyin hemşerilerine anlatmıştır. Röslein'in sınıfındaki hemşerileri de ona götürmüşlerdir. Hüseyin'in hemşerilerini düşündüm: “ Kimler?” Raif, Hasan. Başka, başka? Başka iki çocuk daha var, bunlardan biri de Nuri, Nuri Altınsever. Ama onların benimle hiç bir yakınlığı yok. Onları da nöbet raslantılarından tanıyorum. Bana çok saygılı davrandıklarını çok iyi biliyorum, Raif de Hasan da “ Abi” deyip, her dediğimi yaparlar.

Arkadaşlar piyano sesinden söz ettiler. Kalkıp Asım Öğretmenin odasına gittim. Asım Öğretmen beni görünce sordu: “ Senin piyano nasıl gidiyor, gel bir bakalım!” dedi. Beringer'den 47-48-49-50 numaralı parçaları vermişti. 47-48 nolu parçaları beğendi, kendi de tekrarladı. 49-50 numaralıları hiç beğenmedi. Yandaki bilek çalışmalarını tekrar tekrar çalışmamı söyledi. 49-50 numaralı parçaların özelliklerini anlattı. Ancak özellikle 50 numaralı parçada kendisi de bir kaç kez tekrarladı. Okuma saatimi Asım Öğretmenle çalışarak geçirdim. İsmet aramış, yemekte geldi sordu; “ Dayı, neredeydin?” diye sorunca kuşkulandım: “ Arayan soran mı oldu?” dedim. İsmet kendisi aramış, çok sıkılmaya başlamış gülerek:

- 17 Nisan Bayramını köyde geçirmeye karar verdim! dedi.

Yemekte arkadaşlar kendilerine göre gülecek konu bulup konuştular, güldüler. Arada onlara katıldım ama içimden gelerek değil, bana soru sormalarını önlemek için arada” Ha ha ha, ya da hi hi hi hi” diyerek gülüş birliği yaptım.

Çalışma saatinde de Eski Yunan Tarihini okudum. Orada geçen ünlü adları tekrarladım. Oidipus kitabı ile Atinalı Timon arasında benzerlik aradım. Sokrat'ın Müdafaası ile Oidipus'un ölümü arasından bir ilişki kurmaya çalıştım. Sokrates'in savunma sözleriyle Atinalı Timon arasında bazı yakınlıklar bulur gibi oldum ama çok kesin bir sonuç çıkaramadım. Kesin diyemiyorum çünkü benzerlik, Sokrates'in üstün bilgisine karşı Timon'un sonsuz varlığı çıkıyor ortaya. İkii de kendi alanlarında insanları hayran bırakan güçler. Sokrates yaşlanıyor, ne de olsa güçten düşüyor. Bu kez çevresindeki çıkarcılar onu dışlamayı göze alabiliyorlar. Timon da öyle; varlıklıyken kapısına kul olanlar, yoksullaşınca onu yalnız bırakıveriyorlar. Burada bir benzerlik olduğunu seziyorum ama yeterince anlatamadığıma da inanıyorum. İki kitabı da elime alıp yeni bir karşılaştırma yapabilsem kuşkusuz daha sağlıklı bir sonuca varırım. Bu arada Oidipus bile anımsanabilir. Oidipus uzun bir ömür sürmüş, 4 çocuk büyüttüğüne göre bu azımsanmayacak bir zaman. O kahinler bu uzun süre içinde uyumuşlar mı? Suç, işlendiği anda suç olur. Bunu cezalandırmak için 40 yıl beklemeye gerek var mıdır? Burada da ötekiler gibi bir fırsat bekleme olmaktadır. Zaman içinde güçten düşmesini beklemek gibi bir kurnazlık, sanırım üçünde de var. Sokrates'in müdafaası, Atinalı Timon, Oidipus. İkisi Eski Yunanlı yazarların(Eflatun-Sofokles) biri William Shakespeare, İngiliz yazar. Ama konu Eski Yunan olaylarından alınmış.

Yarın tarih dersimiz var. Selçuk Öğretmen eskisi gibi geçmiş konulara dönüp yoklama yapsa özellikle Eski Yunan kültürü üstüne çok şeyler söyleyebileceğim. Ne var ki Selçuk Öğretmenin dersi haftada bir saatçık olduğundan kısa zamanını öyle konu tekrarı için falan ayıramıyor.

Yat zili çalınca oldukça sevindim. Yatınca daha rahat düşünüğümü, düşünüyorum. Belki yanılıyorum ama gözlerim kapalı olunca kendimi daha rahat olarak duyumsuyorum. Bir de rüyasız sabahlarsam, geceki rahatım gün boyu sürüyor.

 

13 Nisan 1943 Salı

 

Eğitimbaşı sözü edildi. Kim, niçin etti? Tam olarak anlamadım ama hemen toparlanıp çıktım. Demoklesin Kılıcı öyküsünü unutmayacağım. Kılıcın ne zaman, nasıl düşeceği belli olmaz. Erken çıkmam iyi oldu. Eğitimbaşı merdivende duruyordu: “ Günaydın!” dedim. Gülümseyerek yanıtladı: “ Günaydın!” Az sonra Asım Öğretmen çıktı. Eğitimbaşı Asım Öğretmenle bir süre görüştü. Onlar konuşurken bizim grup oyuna başladı. Öteki grup Asım Öğretmeni bekledi. Ancak düzgün durmuyorlardı. Asım Öğretmen söylenerek yakınımdan geçti. Grup halka oldu, önce ağır adımlarla yürüdüler, sonra sonra koştular. Ne dediğini anlayamadım ama Asım Öğretmen onlara san ırım sertçe çıkıştı. Bir süre öyle durdular. Zil çalınca da seessizce dağıldılar. Akordiyonu bırakırken Asım Öğretmen açıkladı:

- Bundan sonra yeni bir çalışma yöntemi deneyeceğiz. Tüm öğrenciler iki gruba ayrılacak, bir gün ara ile oyun-jimnastik hareketleri yapılacak. Senin işin sürecek. Ayırım işini Eğitimbaşı yapacak! dedi.

Dersliğe döndüğümde Eğitimbaşının derslikte olduğunu gördüm. Arifiye Köy Enstitüsü'nde uyguladıkları yöntemleri anlatıyordu. Sözlerinin sonunda bizim sınıftan yardım istedi: “ Ağabeylik, yapılırsa söz yerine gelmiş olur!” deyip gitti.

Eğitimbaşı gidince değişik yorumlar yapıldı. Oyun yerine jimnastik hareketleri yapılmasının daha yararlı olacağını söyleyenler çıktı. Buna karşı olanlar ise, “ Beden Eğitimi Öğretmeni olmadan kim hangi hareketi yaptıracak?” sorusunu sordular. Sonunda iş iyice şakaya dönüştü:

-En iyisi Askerlik Öğretmenimizden her sınıf için birer Onbaşı istensin, Onbaşılar sabahleyin yürüyüş yaptırsın!

Kahvaltıda Yusuf Asıl'ın üzgün olduğunu gördüm. Teselli için, “ Biz görevimizi yapıyoruz, 60 kadar arkadaşımız 4 oyunu öğrenmiş durumda. 200 öğrenciyi dizip oynatacak yerimiz olsa onu da yaparız. Ancak yerimiz yetersiz!” dedim. Yusuf bizim arkadaşlara üzülmüş:

- Arkadaşlar, öğretmenlerin düzenli gelip büyük grubu disiplin altına almamasından ileri gelen kargaşanın sorumlusu bizmişiz gibi konuşuyorlar! dedi. Ben de, “ Arkadaşların görüşlerini hep biliyoruz, onlar hermen hemen hiç bir etkinliği onaylamazlar. Dersler için bile aynı tutumu sergilerler; Okul Müdürümüz gideceğimiz okullarda karşılaşacağımız engelleri anlatırken bile umursamaz tavır takınanlardan ne bekleyebiliriz! Yusuf'u güldürdüm. Onların köyüne gidince anne-babasına birlikte Zeybek oynayacağız. Ne düşündüyse Yusuf uzun uzun güldü.

Tarih dersi için Eski Yunanistan'da Uygarlık bölümlerini hazırlamıştım. Selçuk Korol Öğretmen bugün elinde bir gazete ile geldi. Gazetede büyükçe bir başlıkta: “ Savaş Uzayacak mı?” sorusu soruluyordu. Öğtretmen kısaca Almanya-Rusya savaşına değindi. Sonra da bu iki devletin tarihlerini anlattı. Önce Rusya'nın tarihi pek eski sayılmaz deyip, 15. yy. 'dan başlayarak kısa bir özet yaptı. Almanya tarihine Romalılara bağlayarak başladı ama süreklilik gösteremediklerini, 18. yy'da Kuzey Almanlarının Prusya'da güçlü bir devlet kurduklarını, bu devletin özendirmesiyle Avrupa kıtasında kurulmuş olan irili ufaklı 10 kadar küçük Alman devletinin 19. yy sonlarında birleşik bir Almanya oluşturduğunu anlattı. Bu arada Alman insanının vatanseverliğinden söz etti, çalışkanlıkları övdü, yetiştirdiği sanatçıları, bilginleri sıraladı. Bunların bir bölümünü değişik zamanlar değişik konular içinde duymuştuk. Marten Luther, Friedrich Schiller, Johann Wolfgang Von Goethe, Ludwig Beethoven, Otto von Bismark, Frans Schubert

Selçuk Öğretmenin Rusya'yı anlatırken onlardan hiç kimseyi anmaması dikkatimi çekti. Oysa ben Deli Petro'yu, Kraliçe Katherina'yı tarih derslerinden, L. Tolstoy'u, A. Çehov'u, Dostoyevski'yi Puşkin'i kitaplarından biliyorum.

Fizik dersimiz boştu, Eğitimbaşı geldi, değişik konularda konuştu, önümüzdeki çalışmalardan söz etti. Bizim sınıfa gene nöbet konduğunu duyurdu. Sabahleyin gördüğü kargaşayı beğenmediğini tekrarladı. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Eitimbaşı söz verince. Sami Akıncı:

–Sabah jimnastiğini buyuran Milli Eğitim Bakanlığı niçin bir Beden Eğitimi Öğretmeni göndermiyor? diye sordu. Eğitimbaşı bir süre gülümseyerek Sami'ye baktı. Bu arada İsmet oturduğu yerden:

– Amaçları bizi uykumuzdan erken kaldırmak!” dedi. Arkadaşlar güldüler. Eğitimbaşı başına kaldırarak İsmet'e döndü:

–Hayır, bilemedin, işte bunu bilemedin İsmet, Milli Eğitim Bakanlığındakilere kalsa seni sabah beşte uyanrdıracaklar. Arkadaşlarının hatırına şimdi altıda kalkıyorsun!” dedi. Arkasından ekledi:

– Milli Eğitim Bakanlığı, sizin bu işi kendinizin yapacağına güvendiği için göndermiyor. Düşünün ki, sizin gibi yetişkin öğrencisi olmayan çok okullar var, öğretmenleri oralara gönderiyorlar. Şimdi de gülme sırası ben de ama gülmüyoruım daha doğrusu gülemiyorum. “ Güleriz ağlanacak halimize” dedirtmemek için gülmüyorum!” dedi.

Eğitimbaşı gittikten sonra bir süre sessizce bakışan arkadaşlar akıllarından geçen olasılıkları öne sürmeye başladılar:

– Bizsiz , işleri yürütemediler! Bu söylendi ama sanırım söyleyen de bu söze gülenlere katıldı. Nöbetten çıkarılmıştık gene dönüyoruz; neden? Çünkü nöbete katılmamız işten çok bir bakıma kalabalık etmek oluyordu. Bir kez küçük sınıflar, nöbet işleri konusunda çok duyarlı. Örneğin getir-götür taşımalarında, “ Abi!” deyip elimizde ne görseler alıyorlar. Bu karışık söylemlerden sontra Sami Akıncı:

–Bizi nöbete döndürmelerinin başka bir nedeni olabilir, örneğin yönetim işlerinde yöneticilerin günlük çalışmalarında yardımcı olmamızı isteyebilirler! İsmet, hemen “ Okul Müdürüne yardım etmek!” istediğini bildirdi. Mehmet Yücel'i de “ Aşçıbaşıya yardımcı!” olarak önerdi. Başka önemli iş kalmadığına üzülenler oldu. Mustafa Saatçı ekledi: “ Üzülmeyin, size de derslikleri temizletirler!” Mustafa Saatçı'nın olasılığına başkaları eklendi: “ Bahçeleri bekleme” , “ Öğretmenlere hizmet etme” , “ Tuvaletleri temizleme!” gibi saçmalıklar sıralanınca çoğunluk bu tür konuşmalara karşı koydu:

– Yok, Deve!”

Resim dersinde gene dışarı çıktık. Bu kez uzaktan okulu görüntüledik. Talat Ayhan Öğretmen çizdiğim binaların oranlarını beğendi ama yükseklikleri iyi düşüremediğimi söyledi. Gerçekten okul binası ile düpedüz çukurdaki yatakhaneyi aynı yükseklikte çizdiğime ben de şaştım. Öğretmen hiç şaşmadı:

- Bakmadan çizdin, baksaydın kesinlikle görürdün!” dedi.

Öğle yemeğinde konu nöbet işleri oldu: Nöbet cedvellerini gene Sami Akıncı yapacaksa ken dilerinin nöbetlerine kızları koymayacağını söyleyenler oldu. Böyle söyleyenlere öneride bulundum: “ Kızla konuşursun, seninle nöbet tutmak isteyen arkadaşıyla değişip senin nöbetine gelir!” Bana sordular:

– Sen öyle mi yapıyorsun? Öyle yapmamıştım ama öyle yapığımı söyledim. Buna karar verildi, ancak kim kimi seçecek? Sonunda bu tür konuşmaların saçma olduğuna açıkça ortaya çıktı. Eğitimbaşımızıun sabahleyin söylediği gibi, “ Biz burada konuk gibiyiz, kalack kardeşlerimizle son birkaç ayı neşe için de geçirmekten başka hiç bir niyetimiz yok!”

Tarım saatinde iki gruba ayrıldık. Bizim gruba Besim Öğretmen Lülerburgaz tarafındaki bağı kazdırdı. Besim Öğretmen başımızdan ayrılmadı ama hepimizle ayrı ayrı ilgilendi, evlerimizi, ailelerimizi sordu. Kendisi de emekli olunca yapmayı tasarladığı işleri anlattı. Bu arada bana da takıldı: “ Kuracağım çiftlikte senin köyünün kapuzunu gölgeleyecek bostan yetiştireceğim!” dedi. Bunu söyledikten sanra da: “ Şaka konuşuyoruz, bunlar, belli bir işte çalışan insanların hep yaptığı şeyler. Amaç söyleşerek çalışmak, güzel vakit geçirmektir!” deyip bana baktı; benden, bizim ailenin bu yıl ektiği karpuz tohumlarından artan olursa örneklik olmak üzere bir miktar getirtmemi istedi. Köye gitmem gerekirse iki gün izinli saydırabileceğini de sözlerine ekledi.

İsmet öbür gruptaydı, dersliğe dönünce arkadaşlar söylemişler, beni görür görmez, “ Karpuz çekirdeği almaya gidelim!” diye tutturdu. Derslikte yeni bir konu: “ Karpuz çekirdeği bu kadar önemli mi?” İsmet'in yaptığı da tartışacak konu yaratmaktı, yarattı nitekim. Konu, benim üstüme üstüme itilmesine karşın aldırmadım, sataşanları gözledim. Niyetim; benim başıma Demlokles'in Kılıcı olarak asılan yazıyı kimin yazabileceğini kesin olmasa bile yaklaşık olarak kestirmek. Bu gözlemde iki suçlu saptadım. İkisi de bir saat süren karpuz çekirdeği tartışmasına karışmadılar, ikisinin de gözlerinin biri sürekli bende oldu. Niçin? Ancak o pusulayı iki kişi yazmış olamaz. Saptadığım iki kişinin de bu işi ayrı ayrı yapabileceğini düşünüyorum ama ikisinin bir araya gelip yapacağını kesinlikle düşünemiyorum. Böylece bu iki kişiden hangisi yaptıysa onu bulup hesabını sormayı düşlüyorum.

Akşam yemeğinde konumuz gene Besim Öğretmen oldu. Özellikle Hilmi Altınsoy durup durup: “ Arkadaşlar, ayrılıp gideceğiz. Bizi okutan insanların nasıl insan olduğundan haberimiz olmadan ayrılacağız. Oysa bu insanlar, bize örnek insanlarmış. Bugün Besim Öğretmeni dinleyince geçmiş günlerdeki gafletimden utandım!” Hilmi'nin gaflet sözü ihanet, dalalet sözleri eklenerek bir süre konu saptırıldı ama sonunda gene söz Besim İyitanır Öğretmene dönerek saygınlığı üstünde söz birliği edildi. Konuşmalar salk Besim Öğretmenle sınırlı kalmadı, Edirne/Karaağaç'tan bu yana bize emek veren tüm öğretmenler sevgiyle anıldı.

Çalışma saatinde Müdür Beyin yarınki dersine hazırlanmak için neye çaçlışacağımı bir türlü kestiremedim. Geçen hafta Cvjumhurbaşkanı İsmet İnöü'nün Köy Enstitüleri üstüne yazdığı yazıyı dinlemiştik. Daha önce ise Köy Enstitüleri'nd okutulması gereken derslerle, İlkokullarda okutulan derslerin konularını okumuştuk. Bu arada bir de büyük Eğitimcilerden tanımamız istenenler oldu. Pestalozzi, Boker Washington, Herbart daha başkaları da olacaktı. Müdür Bey Pedagojiden de söz etmişti. Kitaplıktan aldığım Pedagoji kitabının içind geçen sayısız yabancı addan ötürü okuyamadım. On sayfada on ad geçmişti ikinci on sayfayı açtığımda on adda orada çıkınca okumaktan vazgeçim. Bunu Müdür Beye söyleyebilir miyim?

Sıkıla mıkıla Pedagoji kitabını gene açtım. Hiç sevmediğim bir okuma yolu seçtim. Baştan sona değil de başlıklara göre ilgimi çeken başlık altlarını okumak. Örneğin 47. sayfa:

KÖY OKULUNUN KÖYLÜ İLE İLİŞKİSİ; KÖYLÜYÜ ETKİLEMENİN ÖNEMİ VE BUNUN SAĞLANMASI.

Yazar çok güzel yazmış; bunları öğretmenler okumadan da bilir ama karşısındaki insanlar bunlardan habersiz olunca nasıl anlaşacaklar? Fikret Madaralı Öğretmen bize bunları daha ilk yıl anlattı. Anlatılanları o denli iyi anladım ki, köye her gittiğimde kahvedekilerle konuşurken hep onları anımsayıp dikkatli, ölçülü konuşuyorum. Fikret Madaralı Öğretmen anlattıklarını 1932-1936 yıllarında Samsun/Kavak ilçesinin Çukurbük köyünde dinleyip yaşamış. Oysa ben, bunların benzerlerini 1943 yılında(On yıl sonra) Kırklareli/Lüleburgaz ilçeninin Çeşmekolu köyünde dinliyorum. Hem de Çukurbük Muhtarı gibi Cinlik, Şeytanlık düşünen değil MELEK huylu bir muhtarımız olmasına, köyün ortak işlerinin çok düzgün yürütülmesine karşın konuşmaların benzer şekilde sürmesi ne garip!

Yatınca da önce Fikret Madaralı Öğretmeni sonra da Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy, Latif Yurtçu, Faik Bakır, Hamdi Bağ, Hasan Çevik, İrfan Evren, Ali Yılmaz Demirbilek öğretmenleri an dım. Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen Hasanoğlan'ı sevmemişti, “ İlk olanak çıkınca Kepirtepe'de olacağım!” diyordu. Demek ki olanak çıkmadı. İlk Müdürümüz(Bana göre ilk olduğu gibi son da o olacak) Nejat İdil Kastamonu ili bölgesinde İlköğretim müfettişiymiş, adresini bir türlü bulamadım. Sami Akıncı da bulamamış. O da bana diyor, “ Sen Başmüfettiş Hayrullah Örs'le iyi anlaşıyorsun, ona mektup yaz , Müdür Beyin adresini o bilir!” Aklıma yattı: Sayın Hayrullah Örs. Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişi -Milli Eğitim Müdürlüğü/İSTANBUL yazılınca onu bulurmuş. Hemen yazacağım.

İçim cızladı; “ Ya Başmüfettiş yanıt verirken Almanca durumumu sorarsa?” İşte bir utanç durumu. Gene de yazacağım.

 

14 Nisan 1943 Çarşamba

 

Ahmet Kun Öğretmen elindeki çubukla ranzalara vurarak dolaştı. Kimseye bir şey demedi, tık tık ederek yürüyüp çıktık. Ben kesinlikle zamanında çıkmaya alışmış durumdayım. Daha hafif olduğu için Asım Öğretmenin kullandığı Hohner akordiyonu alıyorum. Merdivene çıktığımda Eğitimbaşı ile karşılaştım. Oğlunun akordiyon sesini çok sevdiğini söyledi. Bu arada Talat Tarkan Öğretmenle Ahmet Kun Öğretmen de geldiler. Ahmet Kun Öğretmen düdük çalarak arkadaşları sessiz olmaya çağırdı. Eğitimbaşı açıklama yaptı. Okul önünün darlığı nedeniyle iki grup oluştulacağını söyledi. 1. 3. 5. Sınıflar burada kalsın, 4. sınıflar öbür tarafa geçsin, sessizce Ahmet Kun Öğretmeni dinlesinler!” dedi. 4. Sınıflar sessizce okulun öbür tarafına gitti. Kalan sınıflar karışarak oyunları sürdürecek. Belli bir zamandan sonra sizler öbür tarafa geçeceksiniz, bir süre de böyle çalışacağız!” dedikten sonra bana:

- Başlayabilirsin! işareti verdi. Ahmet'le Yusuf özellikle 1. Sınıfları atlayarak el tutuşturdu. Oldu, olmadı derken zil çaldı.

Akordiyonu bırakırken Asım Öğretmen beni uyardı:

-Sen burada öğrencisin , sakın bunu unutma; ne derlerse onu yap! Bu saat ne saatıdır? Önce bunun adını koyamıyorlar. Böyle karman çorman hava içinde oyun öğrenilmez. Jimnastikçiler belli bir disiplin içinde belli hareketleri yaptırıyor ama onların çok sınırlı hareketleri var. Oyunlar öyle değil, özellikle zeybek oyunları, çok kişiselliğe kendiliğinden kayıyor!” Asım Öğretmenin konuşmasından , onun bir olaya üzüldüğünü anladım: “ Peki Öğretmenim, ben zaten oyunlara karışmıyorum, arkadaşlarla öyle anlaştık!” dedim ayrıldım.

Derslikte sil yeni baştan; oyunlar oynansın mı, oynanmasın mı? tartışması başlamış. Duymazdan gelip yerime oturdum. Akşam üzülerek bıraktığım Pedagoji kitabını istemeyerek alıp karıştırdım. Beden Eğitimi başlıklı bir bölüm gördüm. Sayfaları çevirince şaşılacak bir durumla karşılaştım: “ Oyunun İçeriği, Kurumları, Eğitime olan katkıları başlığı altında, şu anda arkadaşların yaptığı tartışmaları çürüten bilimsel anlatışlar var. Sıraya vurup, bir dakika dinlemelerini istedim. Herkes bana döndü. OYUN KURAMLARI başlığı alındaki yazıdan bir bölümünü okudum. Daha sonra da sıralanan başlıkları gösterdim:

1. Kuvvet Artışı Kuramı.

2. Kendi kendini yetiştirme Kuramı.

3. Kuvvetlerin Alıştırması Kuramı.

4. Dloyun ya da Kurtulma Kuramı.

5. Dinlenme Kuramı.

Bu beş kuramın dışında oyunun “ Eğitimdeki Değeri” başlığını okurken Müdür Bey dersliğe girdi. Kitap elimde açıktı, Müdür Bey gördü. Günaydınlaştıktan sonra bana sordu: “ Davanız nedir?” Dava olmadığını, basit, salt çocukların konusu olduğunu sandığımız oyunun Pedagoji bilimindeki yerini söylemeye çalışıyordum!” dedim. Müdür Bey kitabı aldı, karıştırdı. Bu kez EĞİTİMİN ARAÇLARI başlığını göstdererek Sami Akıncı'dan okumasını istedi. Sami ağır ağır okudu. Ancak Müdür Bey hemen hemen her cümleden sonra durdurarak kendisi açıklamalar yaptı.

Özellikle de, “ Çocuğun sağlığını koruması ve bunu okul aracılığı ile sürdürmesi yolları, üzerin de çok durdu. Çocukların doğuştan başlayarak korunması gerektiğini, sağlıklı yaşam için gereken bilileri, alışkanlıkları kazanmaları için yetiştinlerin çaba göstermek zorunda olduğunu anlattı. Bu arada kendi çocuklarından da sık sık söz etti. Çok önemli bir de uyarıda bulundu:

-Hepimiz anne-babalarımıza medyunuz(Çok şey borçluyuz)Ancak, onların her bilgiyi doğru bildiğini düşünmmeliyiz. Bu nedenle anne-babalarınızın sizin yetişmenizde yapmış olabileceği hataları sakın yok saymayın. “ Kusursuz insan olamayacağı gibi kusursuz yetişen de olamaz. Bu bakımdan, “ Babamdan öyle gördüm, ben de öyle yaparım!” anlayışını aklınızdan çıkarın. Öğrencilerize olduğu gibi kendi çocuklarınızı da yeni bilgiler içinde yetiştirirseniz çocuklarız da öğrencileriniz de kendi çağlarının bireyi olarak gelişirler!”

Müdür Bey, derslerini zillere çok uyduruyor. Özellikle dersten çıkarken en değerli sözünü kapıya doğru yönlerek söyler. Gene öyle yaptı. “ Çağlarının bireyi olarak gelişirler!”  sözünü kapıdan çıkarken tamamladı. Müdür Beyden sonra yarı şaka yarı ciddi olarakYeğenim İsmet: “ Dayı nerden bulup çıkarıyorsun böyle konuları?” dedi. İsmet'e yanıt vermeye gerek görmedim. Ne var ki ortalığa bir şey söylemek gereğini duydum: “ O bilgileri, öğretmen olacak kimseler ders kitabı olarak okuyor. Biz de öğretmen olacağımıza göre şöyle bir baksak yararımız olmaz mı?” Hemen bir yanıt geldi, Fettah Biricik:

– Bizi düşünüyormuş(! ) dedi. Gülerek baktım:

– Yok yahu, sen kendini düşünmezken ben neden seni düşüneyim? Ne var ki, bir arada bulunuşumuz birimiz için şansızlık. Ben isteyerek böyle durumlar hazırladığıma göre, sanırım sen şansınla anlaşamıyorsun. Bu da senin sorunun!

Müdür Bey dönünce gene daha kapıdan girerken Beden Eğitimi Derslerinin öneminden söz etmeye başladı. Bu kez de tarihten örnekler verdi. Özellikle Eski Yunan Uygarlığındaki spor çalışmalarını uzun uzun anlattı. Bizim tarihimizden de örnekler verdi. Sami Akıncı kaldığı yerden okudu. Bu kez de oyunların eğitimde önemli rolü oluğunu söyleyerek örnekler sıraladı. Bu arada çocukluğumuzda oynadığımız oyunları sordu. Hemen hemen hiç birimiz oynadığımız oyunları doğru dürüst anlatamadık. Bu kez de bir ödev yüklendik. Köylerimizde Çocuk oyunları, oyunlarda kullanılan araçlar! Sami o bölümü bitirince Müdür Bey, çocukluklarımızın nasıl geçtiğini sordu. İlk anlatan Sami oldu. Dört kardeş olduğunu öyleyince Müdür Bey hemen Sami'nin kaçıncı çocuk olduğunu sordu. Sami, en büyükleri olduğunu söyleyince Müdür Bey Sami'ye başarılar diledi: “ Ağabeylere çok görev düşer!” deyip öteki arkadaşlara geçti. Müdür Bey en fazla iki Ceylan Köylüler üzerinde durdu. Onların iki köylü , ikisinin de adlarının Mehmet oluşundan başka ikidinin de okulda birer kardeşi oluşu Müdür Beyin dikkatini çekti. Bize dönerek:

-Arkadaşlarınız içtenlikle okulumuzu sevmiş. Öyle olmasa kardeşlerini buraya almazlardı! diyerek Ceylan Köylü'lere teşekkür etti. Arkadaşları ayağa kaldırdı. Boylarına bakınca; “ Zaten siz de kardeş gibisiniz!” deyip yerlerine oturttu. İsmet parmak kaldırdı, beni göstererek “ Biz dayımla bir birimizden habersiz okul yazıldık, biz de kardeş çocuklarıyız!” dedi. Müdür Bey az baktıktan sonra “ Dargın mıydınız? “ diye sordu. İsmet'ten önce Mehmet Yücel:

- Ayrı köylerde oturuyorlar! deyince Müdür Bey güldü; “ Anladım, sizinki de büyük bir şans, yatılı okulda, aynı sınıfta çok güzel bir raslantı!” dedikten sonra geçinip geçinemediğimizi sordu. Bu kez de bana, köylerimizin yakınlığını, sık gidip gelişimizi sordu. Derslerimiz üzerinde durdu. Arkadaşlar ikimizi de övdüler. Müdür Bey bu kez de ailelerimizde okur yazarları sordu. İsmet bir dayısının öğretmen olduğunu ben de büyük amcamın Darülfünun Müderrisliğinden emekli olduğunu anlattım. Müdür Bey: “ İyi iyi, konuştukça sizi daha yakından tanıyacağım!” diyerek ayrıldı.

Yemekte uzun süre nöbetçilik üstüne tartışıldı. 4 Mehmet Aygün:

- Bu kez de nöbetler son numaradan başlasın! diye tutturdu. Mehmet Aygün'e destek oldum; onun dediği olsa ne olur? Sıra bozulmadığına göre kimse bir zarar görmez. Derslikte arkadaşlar bu öneriyi benimsemezse salt Mehmet Aygün'ün gönlünü almak için ilk nöbeti tucağımı söyledim.

Tarım binasında bizi Besim İyitanır Öğretmen karşıladı. Elinde yuvarlak olarak kıvrılmış kağıtlar vardı. Elindeki kağıt yuvarlağı öbür eline vurarak yapacaklarımızı anlattıktan sonra bizi üçerli gruplara ayırdı. Her gruptan bir sorumlu görevlendirdi. Çepin, tırmık alıp sebzeliğe gittik. Düzgün olarak uzun çizgiler çizdik. Toprağın topak olanlarını ufalayıp incelttik. 10X10 m2'lik bir alan un-ufak elendi. Besim Öğretmen alanı göstererek, “ Burası sızın sınıfınızın deneme yeri olacak!” dedi. Ne ekileneceğini söylmediği için arkadaşlar akıllarına gelen olasılıkları önce fısıltıyla sonra sonra açık açık sıralamaya başladılar. Besim Öğretmen:

– Yüksek sesle konuşun da ne dediğinizi ben de anlayayım! deyince “ Mısır!” diyen oldu. Besim Öğretmen başını attı. Domates, patlıcan, bakla, fasulye, mercimek sıralaması sonunda Besim Öğretmen eliyle çevresinde toplanmamızı söyledi. Kendisi ortada, biz çevresinde halka olduk. Önce tarla ürünlerini saymamızı istedi. Buğday, çavdar, arpa, yulaf, mısır, darı, kızılca, Kabak, kavun, karpuz, pancar, patates, keten, kenevir, tütün, haşhaş, pamuk, gündöndü, bakla, nohut, mecimek, susam, pirinç. (Pirinci Sefer Tunca yazdırdı)... Keten, kenevir, gündöndü, haşhaş, pamuk adlarını ben söylemiştim. Besim Öğretmen özellikle bunlar üstünde durdu. Bu arada aklıma geldi; az da olsa anason ektiğimizi söyledim. Besim Öğretmen eliyle işaret etti. Bu kez de bahçe ürünlerini sordu. Onları da arkadaşlar bir birlerini dinlerek sıkraladılar: Bakla, lahana, pırasa, havuç, biber, patlıcan, domates, turp, soğan , sarımsak Fasulye, börülce, mercimek, şalgam, Karnıbahar, ıspanak, maydonoz, marul, salatalık, kereviz, enginar.... Kimi ürünleri iki yerde saymamıza değinen arkadaşlar oldu. Besim Öğretmen gülerek:

– O denli, bıçakla keser gibi ayırmak doğru değil. Kimi ürünler hem su altında hem de rutubeti çok olan su verilmeden, yükseklerde yetişmektedir. Ancak önemli bir bitki sayılan şeker kamışını saymadınız, Trakya'da hiç yetiştirilmemekte midir?” diye bize sordu. Hiç birimizin görmediği anlaşıldı. Gündöndüyü de benden duyanlar ilgilendi.. Çiçek açtığında çiçeğin güneşe döndüğünü söyleyince çoğu inanmadı: “ Yalanın böylesine inanılmaz!” diyenler çıktı.

Besim Öğretmen bu kez de:

– Bu saydıklarınızı tanıyor musunuz? diye sordu. Keneviri, enginar, karnıbahar, kendir dışındakileri tanıdığımı söyledim. Yakup Tanrıkulu yavaşça:

– Kabakla lahanayı tanıdığını söyleyince Besim İyitanır Öğretmen duydu. Yakup'a bakarak:

– İkisini bir birinden ayırabiliyorsan ne mutlu sana!” değince hepimiz güldük.

Müdür Bey'le Talat Tarkan Öğretmen geldiler. Besim İyitanır Öğretmen onlara açıklamalarda bulundu. Suya yakın ancak sulanmayacak türden sebzelerin ekileceğini, az ileri dere tarafını da gösterek orasının da sulanan sebzelere ayrıldığını söyledi. Besim Öğretmenin gösterdiği yer, bugün hazırladığımızın 10 katı kadar geniş bir alandı. Arkadaşlar hemen söylenmeye başladı:

– Eyvah, orasını da biz mi hazırlayacağız? Sızlananlar olduğu gibi bundan yararlanıp takılmak isteyenler de oldu. Mehmet Aygün Hilmi Altınsoy'a takıldı:

– Palavracı, bir yıldır mercimek ektirmeyeceğini söylüyordun, önle bakalım nasıl önleyeceksin? Hilmi gülerek:

– Bana ne, seneye ben burada değilim! Bu kez de ekilen mercimeklerin ne zaman olgunlaşacağı tartışması yapıldı. Besim İyitanır Öğretmen uzaktan paydos muştusu verince, araçları topladık. Tarım binasına dek, ekeceklerimden neleri yiyeceğimizi sayıp döküldü. Arkadaşların bir bölümüne şaştım, gerçekten şaka etmiyorlarsa köylü çocuğu olduklarına inanasım gelmedi. Yakup Tanrıkulu, Ali Önol, Hilmi Altınsoy, Yusuf Asıl, Mehmet Başaran, Abdullah Erçetin, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın, arkadaşlar şakalaşarak: “ Patatesle, fasulye, mercimek dışında bir şey bilmediklerini övünürce söylediler. Baktım ara ara yeğenim İsmet'te onlara katıldı. Azarlarca, babasının Müteahhitlik ettiğini, bağlantı kurduğu ordu birliklerinin tüm yiyeceklerini sağladığını anımsattım. Bilmiyorsan bile hemen öğrenmek zorunda olduğunu söyledim. Bu kez de arkadaşlar İsmet'e karnıkara sordular. Gerçekten karnıkara diye bir fasulye türünü ben de bilirdim. Ablam hep söylerdi. Ancak işi saptırmak için, karnıkara Zenci demektir, zencilerin her yeri olduğu gibi karınları da karadır. Şakam tuttu. Yusuf Asıl başladı: Karakulak; karaburun, aksakal, yassıkafa, dikkuyruk derken birisi Kılkuyruk!  “ deyince bir kaç kişi, birden. “ SUUSSSSSS!” çekti.

Akordiyonu alıp alt kata indim. Yalnız Cemile Öğretmen gelmişti. Benim köyümü anımsadığını söyledi. Bizim köyden öğrencileri de olmuş, çok çalışkanmışlar. Benim akordiyonu nasıl öğrendiğimi sordu. Bizim köyü anımsıyor ama köylüler hakkında sağlıklı bilgisi yok. Müziği nasıl sevdiğimi anlatınca şaşırdı. Bir amcamın bağlama çaldığını, bir başka amcamın İstanbul'da Müzik okulunda okuduğunu, klarnet çaldığını ailemizle ilişkisi olan Vashit Lütfü Salcı'nın Bando Şefliği yaptığını anlatınca bu kez benim anlattıklarımı gelen öğretmenlere tekrarladı. Röslein'le, Melahat, Feride geldi. Melahat'la konuşum. Daha doğrusu o bizim nöbet işimizi duymuş, doğru mu?” diye sordu. “ Doğru!” deyince Röslein benim nöbetime geleceğini, akordiyon öğreneceğini söyledi. Gülümsedim ama, bir yanıt vermedim. “ Hüseyin Ağabey” sözünü anımsadım. İçimden de:

- Bir defa gelirsin; gönlünce dayanılmadığını görünce bir daha yan çizersin! dedim. Öteki sınıflardan çocuklar doluştu. Rezzan Öğretmen koridor nöbetçisini fena payladı. Nöbetçi benim senvdiğim arkadaşlardan Rasim Dereli'ydi. Arkadaş, söylenen sözlerden çok içinde bulunduğu ortam nedeniyle utandı. Üzüldüm!

Serbes Okuma saatinde Halil Basutçu yanıma geldi. Günler yaklatşıkça kaygılanmaya başlamış, Yerim en arkalarda olduğu için çok sessizce konuşarak, arkadaş rolünü tekrarladı. Arkadaşın çok doğru okuduğunu görünce hem sevindim hem de şaştım. Neredeyse bir saat sürüyor, arkadaş tümünü ezberlemiş. Ama o kaygılanıyor; “ Ya bir tökezleme olursa?” Arkadaş bana güveniyor. “ Sen izle, sen doğru izleyip, zamanında uyarıyorsun!” diyor. Sabahat Öğretmen uygun görürse severek yapacağımı söyledim.

Akşam yemeğinde bir raslantı, mercimek çorbasıyla karşılaştık. Hilmi Altınsoy sinirlendi:

-Şu Aşçıbaşı okulda en büyük düşmanım, birisi ona fitliyor, en istenediğim zamanlarda karşıma mercimek çıkarıyor! dedi. Fitleyenin saptanmasına kalkışıldı. Ben Yusuf Asıl'ı öne sürdüm. Hilmi kesinlikle reddetti: “ Hemşerim bana bunu yapmaz!” dedi. Bu kez de: “ Senin için değil başka sev meyenler vardır; onlar için yapar, sen de bu arada payını alırsın!” dedik. Hilmi bu akşam hemşerisine toz kondurmadı. Sonunda da gülerek:

– Beni konuşturarak sonun da çorbağı yedirdiniz! dedi. Sil yeni baştan bilinen tartışma başladı:

– Çorba yenir mi, içilir mi?” Ne var ki, Hilmi bu kez tartışmayı önledi:

– Çayı, pekmez suyunu, sütü tüm çorbaları içerim ama, merçimek çorbasını yerim arkadaşlar; var mı bir diyeceğiniz?

Hilmi'nin bu kesin tavrına bir süre güldük. Geçen gün sözleştiğimize uyarak dersliğe dönünce, b enim sıramda gene Hasan, Hilmi üçümüz Türkçe çalıştık. Önce zarfları gözden geçirdik. Hilmi zarfları hiç kavramamış. Sıfat olarak renkleri bellemiş. Sorulduğu zaman yeşil yaprak, sarı kavun, kırmızı domates, deyip duruyor. Hasan'la bir süre güldük. Uzun, kısa, büyük, küçük, eğrı, doğru gibi renk dışında şekil bildiren sözleri de ekledik. Uzun yol, kısa kol, büyük çocuk, küçük ayak, eğri boyun, doğru söz. Bu kez de sorular sorduk: “ Uzun konuşuyorsun, sözünü kısa kes, büyük söyleme, Harfleri okadar küçük yazma, okuyamam dediğimizde de büyük, küçük, kısa, uzun sözlerini kullandık. Bir önceki örneklerde bu sözler adların durumlarını etkiliyordu, sonraki örneklerde ise fiil soylu sözleri etkilemektedir. İşte bu etkilemelere göre bir takım sözler dilbilgisi bakımından adlar almaktadır. Adları ya da isimleri etkileyenlere sıfat, fiil ya da fiil soylu sözleri etkileyenlere de zarf adı verilmektedir. Bu sözler kendi başlarına kaldığında ne odur, ne de budur; ya da ( hemen hemen hepsi) bir varlığın, bir hareketin adıdır. Örneğin uzun, kısa olmayanın, büyük, küçük olmayanın, eğri, doğru olmayanın adıdır. Kitap açıp örnekler gösterdik. Ömer Seyfettin'in Beyaz Lale kitabını okuyordum. Gayet Büyük Bir Adam hikayesi önümde açıktı. İlk cümlesini yazdım: “ Herkesin: “ Gayet büyük bir adam”  dediği bu zat sahiden pek büyüktü. Boyu bir doksan beş san timetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle görünüyordu” Bu cümlede aynı anlama gelen gayet, pek, çok sözleri aynı anlamda kullanılmıştır. Üçünü de tek duruma getirebiliriz: Çok ya da pek diye biliriz. Demesek de aynı anlamda olduğu için öylece bırakabiliriz. Cümle içindeki görevlerine bakınca farklılıklar görüyoruz. Gayet büyük adam yerine çok büyük adam desek, arkasından gelen, yürürken çok kabardığından cümlesindeki çok arasından değişişk bir görev farkı göze çarpmaktadır. Çok büyük adam-Çok kabarmak. Birinci çok büyük adam isim tamlamasını etkilediğinden sıfat görevindedir. İkinci çok ise kabarmak fiilini etkilediğinden zarf görevi yüklenmiştir. Hilmi kitabın adını gördü, aldı baktı öyküsünü anımsadı. Beyaz Lale hikayesini Fikret Madaralı Öğretmen okumuştu. Hilmi kitabın adını görünce olayı anımsayıp duygulandı:

-Tüm okuduklarımı unutabilirim ama bunu asla unutmam! deyip kitabı aldı yan tarafa dönerek okudu. Bizim zarf konusu da bu gece burada kesildi.

Hasan 'dan az sonra da Hilmi ayrıldı. Zaten zaman geçmişmiş az sonra zil çaldı.

Yatınca hiçbir şey düşünmemeye karar verdim. Ranzamın yakımnında gene nöbetçilik işi tartışıldı. İlk numara olan 4 Mehmet Aygün ilk nöbeti tutmak istemediği için yerine ben tutacaktım. Bu kez Mehmet'i sıkıştırmaya başladılar: “ Niçin nöbetini veriyorsun?” Önce güldüm, sonra da kızmaya başladım, sanki benim bunda büyük bir çıkarım varmış gibi konuşuyorlar.

Konuşanları dinledim, belli kimseler, Ali Önol, Fettah Biricik, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz. Gerçi Kadir: “ Ne var bunda, arkadaş isteseydi ben de yapardım!” gibi olumlu bir söz söyledi ama benim ondan beklediğim daha sert bir çıkıştı. Susmaya karar vermiştim, sustuğum, susabildiğim sevinerek uyudum.

 

15 Nisan 1943 Perşembe

 

Yusuf'un dürtüklemesiyle uyandım. Çoktandır ilk kez zilsiz kalkmış oldum. Yusuf çok sevinçli. 4. sınıflardan oldukça yılmışmış; “ Ukala takımı gitsin başımdan!” dedi. Bizim sınıflar biraz çekingen ötekiler ne denecek diye ilgiyle bekliyorlar. Yusuf biraz çekinerek bizim arkadaşları araladı; aralarıa da bir üçüncü sınıf iki birinci sınıf ekleyerek halka yaptı. Ahmet ortalardan işaret verip Harmandalı Zeybeği tekrarlandı. Bizim arkadaşların dikkatle oynadıkları gözden kaçmadı: “ Küçük sınıflara karşı ciddi olmak zorunluğunu duydular. Mustafa Saatçı, Fettah Biricik, yeğenim İsmet gibi çevresindekileri güldürmek için “ Oyun bozanlığı” yapanlar bu sabah değişiverdiler. Bana göre de Yusuf'un haklı tarafı varmış, Bu sabah oyun alanı sanki gürültüden arındı. Paydos ettiğimizde bile bizim taraftan çok öbür taraftan gürültü geliyordu. Asım Öğretmen öbür tarafa gitmişti. Akordiyonu bırakırken:

- Daha ilk gün bunu önermiştim; sonunda benim dediğime gelindi. Tüm öğrencilerin katıldığı büyük bir kalabalıkta oyun öğrenilmez. Jimnastik hareketleri sınırlıdır, onları köyden gelen çobanlar bile bir süre sonra iyi fena öğrenip uyum sağlıyor. Oyunlar öyle değil, onların kendine özgü güzellikleri var. O güzellikleri görmezden gelip geçersen o oyunun bir özelliği kalmaz! Asım Öğretmenin ne demek istediğini anlamaya çalıştım. Asım Öğretmen her sınıf, oynanacak oyunları, bir ders niteliğinde kendi topluluğu içinde öğrenmeli, tüm sınıfların öğrendiği oyunlar daha topluca meydanda oynanmalı. Bana göre de tüm öğrencilerin öğrenmesi olası değil. Kimileri yüz kez tekrarlasan da belli bir hareketi düzeltemiyor. Düzeltmek şöyle dursun yanlış yaptığı anlatılınca: “ Neresi yanlış?” gibilerde sorularla karşı durarak halkadakilerin düzenini de bozabiliyor.

Çalışma saatinde akşam Hilmi ya da Hasan'a anlatırken kendimin de zarfları iyi bilmediğimi anlar gibi oldum. Zarfı tanımlarkern: “ Fillerin durumlarını etkileyern sözler!” deyip örnek verdim ama u sözler hangi sözler? Mastarlar, adlar gibi kalıplaşmış sözler yanında türemiş ya da özel olarak türetilmiş sözler de oluyor. Örneğin: “ Küttedek bir yumruk attı ya da kısa olarak küttedek vurdu!” denince buradaki küttedek, ya da “ Carttadak kağıdı yırttı” deyince zarf görevi yüklenen sözcükleri kökleri, aldıkları değişiklikleri de bilmek gerekiyor. Bu salt zarflar için değil sıfatlar, isimler için de geçerli. Kısaca sözlerin türemelerini gözden geçirmem gerekiyor. Akıl bir ad, ona bir lı-li eki takıp akıllı yapıyorum. Bunu sonra da “ Akıllı çocuk !” deyip sıfat görevin de kullanıyorum. Tıpkı bunun gibi gelmek mastarından gelen adam tamlaması yaparak adamın sıfatı yapıyorum. Gelmek, mastarı en ekiyle önce isimleşiyor sonra da sıfat görevine giriyor. Gayet Büyük Bir Adam hikayesinden örnekler seçtim: Büyük adam öyle kaldı.. Büyük adam bile ürktü... Arttık hiç görmüyordu.... Bir an kızdı, bozardı... Siz, dargın duramazsınız..... Büyük adam böyle söyledikçe kendini gerçekten sadrazam sanıyordu...... Bir an -dargın-böyle-hiç-artık-bile- sözleri zarf olrak kullanılmıştır. Zarflar konusunu daha başka örnekler üzerinde çalışacağım.

Kahvaltıda Mehmet Aygün'ün nöbeti gene konu edilince bu kez de ben işe katıldım: “ Mehmet'e söz vermiştim ama şimdi o sözümden dönüyorum. Bu olaya bu kadar önemliyse ben öyle önemli işlere girmem. Mehmet arkadaşım beni bağışlar. Mehmet Aygün sinirlendi: “ Ben hiç önemsemiyorum, durup durup aynı konuyu konuşuyorlar !” dedi. Bu kez de Mehmet gerçekte sorun ben değilim sensin onu da bilmelisin !” deyince şaşırdım. Mehmet açıkladı: “ Senin pazartesi günü nöbete gönüllü olmanın bir nedeni olabilirmiş, sen onu bildiğinden razı olmuşmuş olabilirmişsin. Önce güldüm ama gülmem uzun sürmedi. “ Demoklesin Kılıcı” aklımdan geçti. Elimde olmayarak üzüldüm: “ Bu iş uzayacağa benziyor!” Konuyu değiştirmek için Hilmi Altınsoy'a: “ Müfettiş ansızın geldi, Öğretmen şappadak tokat vurdu, Elindeki gazeteyi harttadak çekerek yırttı!” cümlelerinde geçen zarfları söyle!” dedim. Hilmi, dediğime sevindi, tekrar tekrar cümleleri söyletti. Bu kez öteki arkadaşlar da konuya eğildiler. Salih Baydemir Sabahat Öğretmenin gene Akın piyesi üstünde duracağını, iki gün sonra oynanacağına göre, eksiklikleri gözden geçireceğini söyledi. Buna karşın biz dil bilgisi konularını atlayarak da olsa tekrarladık. Küttedek, Lüppedek (löppedek) harttadak, cumbadak, gümbedek, dangadak sözlerini çoğaltmaya çalıştık. Dangadak'la tıngadak, tungadak sözleri tartışma konusu oldu. zıngadak'ı ekleyen Yusuf Asıl bu kez de tüm sessiz harflerin sonuna bir gadak takm aya başladı. : “  Bungadak, cungadak, çungadak, dungadak, fungadak, hungadak derken Yusuf'un ağzını kapattılar. Bizim masa özellikle kahvaltılarda gözlem altında. Küçük bir değişiklikte herkes bakıyor. Nöbetçilerden Necdet Şıpka (Küçük boyuna karşın) gülerek geldi, : “ Ağabeyi boğmayın!” dedi.

Boş olan matematik dersi nöbetçilik tartışmasıyla geçti. Bir bakıma buna sevindim, ucundan başladığım söz türetmelerine, türetme eklerine çalıştım. Kökler-ekler-takılar bildiğim konulardı. M eğer ben öyle sanıyormuşum; bilmediğim daha neler varm! ş. Lik-li, siz eklerini biliyordum; çoğunlukla sıfat-isim türetmede işe yarar. Akıllı, akılsız, allı, yeşilli, yeşillik, gelinlik gibi. Ci-çi-cı-çu, cu, çü-çu... Demirci, öğrenci-yabancı-topçu-karpuzcu-çöpçü- gibi. cil, cin ekleri de varmış. hem de sık sık adını andığım bir kuşun adı: balıkçıl, kırçıl gibi.. çe de öyle.. Dersimizin adı Türkçe, oysa çe eki hiç aklıma gelmemişti. Gin-gen-ki-ke ya dakin-ken-gi-ge ekleri de böyle. an gın , bitkin, bitki, sevgi, süpürge, yonga.... Bu konuyu karıştırdıkça sevindim, meğer çok bunlar. Ayrıca ne çok şeyden habersiz olarak konuşuyormuşum. Şimdiye dek ek olarak fiil çekim eklerini önemsiyordum. Oysa asıl önemsenecek olan ekler bunlarmış: Söz türetme ekleri. gel-diz-sek-le-len leş derken Sabahat Öğretmen geldi. Elinde tek bir kitap var. Salih Baydemir'e baktım. O beni görmedi, kendi kendine gülüşü ilginçti. Belki de içinden: “ Nasıl da bildim!” diyordur. Diye düşünürken Sabahat Öğretmen adımı söyledi. Toparlanıp ayağa kalktım. Öğretmen bir kitap uzattı: “ Al sana seveceğin bir kitap; okuduğunu söylediğinin kardeşi. Bunu Sami için düşünmüşüm ama o bir süre daha çalışacak. Bu arada sen kısa bir özetle kitabı arkadaşlarına da tanıtırsın!” dedi. Kitabı aldım. Antigone-Sofokles. İnce bir kitap. Oidipus gibi. Çok sevindim. Ancak ikircil bir duruma girdim: “ Bu seçim sahiden Sami yerine ise çok mutlu olacağım. Çok iyi anladığım bir durum, ağzımla kuş utsam Sami'den öne geçemeyeceğim. Oysa Sami bir zamanlar bize göre derslerde çok iyi durumdaydı. Ne v ar ki o öğretmenler gittikten, dersler de boş geçmeye başladıktan sonra Sami'nin aramızda bir adı kalmıştı. Böyleyken yeni gelen yöneticiler de Sami'yi giderek gene ön plana çıkardılar. Bunu anlamak olanaksız:

– Ahmet Ağabey beni çağırarak tüm depo defterleriini yeniye çektirdi. Gene tüm öğrencilerin yeni numaralamaya geçecek defterlerini bana yazdırdı. Sami'nin bu sıralar yönetimcilere bir katkısı yok gibi. Öyleyken Okul Müdürü Sami diyor da başka bir şey demiyor. O öyle deyince ötekiler de Sami'ci kesiliyor. Selçuk Korol, Besim İyitanır Öğretmenlerle Asım Öğretmen dışında herkes Sami Akıncı kesilmiş durum da. Bunu düşünerek Sami Akıncı'dan önce anımsanmam olanaksız gibi geliyor bana. Kitabı alınca ilgiyle baktım. Sabahat Öğretmen bu kez de:

– Okuyabilirsin, bugün dersten çok konuşacağız, günümüz geldi dayandı, konuyu hepimize bir görev olarak dağıtacağız. Bu bizim bayramımız. Onu bu yıl ilk kez büyük çapta kutlayacağız! deyince hemen okumaya başladım. Oidipus kitabının başında açıklamada vardı. Antigone Thebai kralı Oidipus'un iki kızından biridir. Kral Oidipus'un dört çocuğu olmuştu: iki oğul iki kız. Oğulları: Polyneikes'le Eteokles. Kızları ise İsemene ile Antigone'dur.

Antigone'u özetlemeden önce kısaca bilgi vermek gerekmektedir. Kral Oidipus Kahin Teiresias ile sarayı önünde tartıştıktan sonra olanları duyan kraliçe İokaste kendini öldürünce bunu gören Kral Oidipus da kraliçenin altından süs iğnelerini alıp gözlerine batırmıştır. Görmez bir durumda acılar çekerek bir süre krallığını sürdürür. Ancak Thebai'halkı bu durumu benimsemez, Oidipus'un kayın biraderi Kreon başta olmak üzere Oidipus tahtından indirilir. Oidipus görmeyen gözleriyle Thebai'den uzaklaşır. Açlık yoksulluk içinde uzun bir süre dolaşır. İki oğlu dayıları Kreon'la Theb ai'yi yönetmek niyetiyle anlaşma yaparlar. Bir bakıma oğulları da babalarını suçlu saymıştır. İşte bu sureci yazar Sofokles başka bir kitabın da anlatmaktadır. Kitabın adı: Oidipus Kolonosta. Bu kitapta Antigone da bulunmaktadır. Böylece Antigone önceki iki kitapta da ad olarak ya da değişik görüntülerde bulunmasına karşın bu 3. kitaba ad o alacak denli görev yüklenmiştir. Antigone Kral Oidipu'tan sonra bahtsız Thebai'nin yönetimi konusunda yapılan anlaşmalar daha doğrusu entirikaları sergiler. Öncelikle Oidipus'un iki oğlu babalarının bıraktığı erki nasıl kulanacakları konusunda bir birine güvensizlik göstererek akıllarından geçen fesatlıkları açığa çıkarırlar. Dayıları Kreon yardımıyla ya da ondan çekindiklerinden bir anlaşma yaparlar:

-İki kardeş Thebai'yi sıra ile yöneteceklerdir. Bu kesin anlaşmaya karşın kardeş Eteokles nöbeti bitiminde sırası gelen Polyneikes'e erki devretmez. Polyneikes aldatılmış olarak öfkeyle Thebai'yi terk edip Argos kentine gider. Argos kentinde kralın kızı ile evlenir. Güçlenmiştir. Askerini hazırlayıp Thebai kentine savaş açar. Zorlu bir savaş olur. Bu savaşta iki kardeş de ölmüştür. Ancak iki kral kardeşin dayıları olan Thebai yöneticisi dayı Kreon Argos'tan gelip Thebai'hye savaş açan düşman saydığı yeğeni Polyneikes'in geleneksel kurallara göre gömülmesine izin vermez. Polyneikes'in cesedi, vahşi hayvanlara yem olmak üzere savaş alanında bırakılmıştır. Bunu duyan kardeş Antigone ortaya çıkar, Kreon'un buyruğunu dinlemeden Polyneikes'i geleneklere uygun olarak gömülmesi için diretir.. Erk sahibi dayı Kreon bu kez de Antigone'u yakalıp bir taş mağaraya diri diri gömülmesini emreder. Oysa Angtigone Kreon'un oğlu Haimon'la nişanlıdır. Nişanlısı Antigone'e verilen cezayı duyunca Haimon babasıyla karşılaşınca önce babası Kreon'un buyruklarına uyarmış gibi davranır. Baba oğul aralarında çok ilginç bir konuşma geçer. Oldukça uzun süren bu konuşmanın sonunda Hainon, babası Kral Kreon'u açık açık karşı çıkar. Hainon:

Baba, Tanrılar bize yeryüzündeki nimetlerin en büyüğü olan aklı vermiştir. Senin sözlerin de hakikat bulunmadığını söyleyemem ve bu hakikati anlamamaszlık edemem. Fakat herhalde başka yollarla da hakikat bulunabilir. Etrafındaki her şeyi görmek, herkesin ne dediğini, ne yaptığını, neden şikayet ettiğini işitmek senin için her zaman mümkün olmaz. Çünkü halktan bir adam, hoşuna gitmeyecek bir şeyi senin yüzüne söylemekten korkar. Fakat ben, kent halkının bu kız için nasıl yanıp yakıldığını gizliden gizliye duyabiliyorum. Bütün kadınların en masumu olan bu genç kızın böyle asil bir hareketten dolayı feci bir şekilde öldürüleceğini söylüyorlar. “ Kanlı bir döğüşte ölen bir tanecik sevgili kardeşini mezarsız ve aç köpeklerle yırtıcı kuşların elinde bırakmayan bu kadın altın bir şeref mükafaatına layık değil midir?” diye halk karanlıkta bir birine fısıldıyor. Baba, seni lekesiz bir mutluluk içinde görmek bence bütün dünyanın hazinelerinden daha değerli ve daha zevklidir. Bir oğul için babasının selametinden ve bir baba için de evledının coşkun saadetin den daha gurur v erici bir ziynet var mıdır? Ne olur, ısrarla bir noktaya saplanıp yalnız senin istediğin şeyin doğru ve bunun dışında her şeyin yanlış olduğunu kabul etme. Çünkü yalnız kendisinin akıllı olduğunu, kendisindeki talakat ve zekanın başka kimsede bulunmadığını zannedenlerin içlerinin bomboş olduğu pek çabuk meydana çıkmıştır. Hayır, başkalarından bir şey öğrenmekle ve dik kafalı olmamakla hiç bir akıllı adamın şerefi azalmaz. Suları kabaran sellere bak; cereyana uyup gelen ağaçlar dallarını kurtarırlar. Fakat, karşı duranlar kökleriyle beraber sökülüp atılırlar. Gemisinin yelkenlerini gerip asla gevşetmek istemeyenler alabura olurlar ve yolculuklarına tersine dönmüş teknelerinin üzerinde devam ederler. Bunun için kararını değiştir; hiddetinden vazgeç. Eğer benim gibi genç bir adamın öğretici bir söz söylemesine izin verilse, derim ki, “ Gerçi bir insan için en büyük şeref, her şeyin en doğrusunu görecek şekilde akıllı yaratılmaktadır.. Fakat bu pek azlarına nasip olduğu için, doğru sözü dinlemek de iftihar edilecek bir durumdur.

Oğul Hainon sözünü bitirince Koro Başı: Kreon'u uyarır:

“ Efendimiz, iyi bir söz söylediyse onu dinlemelisin!” Kreon ne oğlunun dediklerini ne de Koro Başının uyarısını dinler. Oğluna çok sert davranır. Baba sert davranınca da oğul Hainon giderek ko nuşmasını ağırlaştırır. Sonuç olararak, Hainon babasının zalim tavrından nişanlısı Antigonu'un ölüme terkedileceğini anlayınca kendini öldürür. Bu kez de Heinon'un annesi, yani kendini kral sayan Kren'un karısı anne kraliçe Euridice oğlunun acısına dayanamaz hançeri göğsüne saplayıp o da oğlunu izler. Böylece Oidipus'un arkasından iki oğlu, iki kızından başka kayın biraderi Kreon'un iki oğlu ile eşi Euridice de ölümü seçer. Bir kişi ile başlayan olay 8 insanın ölümüyle sona eriyor. Böyle olduğu için de adına Trajedi deniyor. Ben böyle düşlerken birden bir kaynaşma oldu:

Arkadaşlar, yerlerinden kalktılar, sıralara girdiler; gene yerlerine oturdular, konuştular, güldüler. Bir ara bana baktıklarının ayırdına vardım. Kendimi toparlamaya çalışırken Sabahat Öğretmenin bana baktığını gördüm: : “ Senden rahatı yok !” dedi. Bir de baktım ki piyesteki üç kız da orada. Röslein bana bakıp gülüyor. Nasıl davranmam gerekttiğine bir türlü karar veremedim. Sonunda, elimdeki kaldırarak, “ Kitabı da bitirdim!” dedim. Boş ders süresince yüksek sesli konuşmalar, ara ara gülmeler nedeniyle de zil sesleri duyulmamış.

Sabahat Öğretmen ne düşündüyse bu ders piyesteki üç kızı da bizin dersliğe getirdi. Önden bir sırayı boşaltıp onları oturttu. Kendisi de Öğretmen Masasına oturup Akın piyesini baştan sona okuyarak açıklamalar yaptı, konuşmaların ses yükseltme-azaltma, yerine göre seslerle el, yüz hareketleri üstüne sözler söyledi. Ara ara Sabahat Öğretmenin sözleddiklerini dinledimse de ben ders başındaki dalgınlığımın etkisinden kurtulup bu kez de şanssızlığım üstüne bir takım kurgulara saplandım. Örneğin, derslikte tüm sıralarda ikişer arkadaş oturuyor Pekala öğretmen, yanımdaki boş yere Röslein'i gönderebilirdi. Gönderdiğini varsayarak kendime göre sonuçlar sıraladım. Kurgular çoğalttıkça kayıplarım giderek arttı. Bu kez de oğul Hainon'un babasına söylediklerini anımsadım. İnsanlar hep böyle düşünüyorlar galiba; babamın sözünü anımsadım: “ İnsanlar hep: Alma ağacı altındadır!” Alma burada elma gibi söylenir ama, gerçekte bencillik anlamında kullanılmaktadır. Ya Sabahat Öğretmen, Röslein'ı benim sırama değil de Sami Akıncı'nın ya da Halil Basutçu'nun sırasına oturtsaydı ne olacaktı? O zaman neler düşünecektim? Kendi kendime içimden güldüm: “ Ben, kendimi üzmek için özel üzüntü üretiyorum. Dikkat kesilip çevremde olanları izlesem bunları düşünmeye gerek kalmayacak. Kendimi toparlayıp öğretmeni daha dikkatli dinlemeye başladım. Arka arkaya iki zil çaldı. Öğretmen, kızları alıp çıktı.

Son çalan zil yemek ziliymiş.

Öğle yemeğinde konu Akın Piyesi. Daha doğrusu piyeste rolü olanların eleştirisi. Halil Basutçu dışında hiç birini beğenmiyorlar. Mehmet Aygün'e iş çıktı, bizim sınıftakilerin hemen taklitlerini yaptı. Sami Akıncı'nın sınıf içindeki hareketlerini iyi bildiği için onları da ekleyerek güldürüyor. Mehmet Başaran için söylediklerine, arkadaşlar yerlere yatarak güldüler. Özellikle başın ı döndürmesi, gözlerini açıp kapaması kertenkelenin tıpkısıymış....

Öğleden sonra tarım, gene sebze yeri hazırlama!” dedim arkadaşlardan tepki gelmedi. Hilmi bile:

- Olsun, ne var yani konuşa konuşa çalışıyoruz! dedi.

Tarım binası önünde toplanınca Besim Öğretmen beni çağırdı, benim duyacağım yavaşlıkta üç arkadaş ayırmamı istedi. Ne olduğunu anlayamayınca afalladım. Öğretmen anladı:

- Marangozluk atölyesinde çalışacaksınız, Halis Bey biliyor, konuştuk! deyince Salih Baydemir-Harun Özçelik-Recep Kocaman'ı çağırdım. Biz beklemeden atölyeye gittik. Atölye bir süre açılmadı. Halis Öğretmen gelince durum anlaşıldı. 5o kadar fide dikici yapacakmışız. Ne oluğuu ben anladım. Ablamın yıllardır kullandığı bir fideliği vardı. Ancak onu babam özel bir meşe dalından seçmiş baston ucu gibi bir şeydi. Onu anlattım. Halis Öğretmen tezgah üstüne çizdi. Bir tarafı yuvarlak bir tarafı sivri; öteki avuçlanacak büyüklükte gibi düzgün parçalar çakılarak tutturulacak. Halis Öğretmenle bir tane yaptık. Çok kolaymış. Halis Öğretmen ayrıldı. Arkadaşlar onları seçtiğim için bana teşekkür ettiler. Oysa ben onları, önemli bir yapılacaksa en iyisini onlar yapacağı için seçmiştim. Karşılıklı gülüşüp bir birimizi överek elli parçayı hazırlayıp Tarım binasına götürdük. Bizden az sonra da arkadaşlar paydos etti. Dersliğe dönünde Asım Öğretmenin odasını dinledim. Yüksek sesli konuşmalar geliyordu. Girmedim, köşedeki dersliğe doğru gittim. Dönüşte Rezzan Öğretmen çıktı. Yüksek seslerin nedenini anladım; Selahattin Yücesoy Öğretmen gelmiştir.

Dersliğe döndüm. Derslikte “ Vur patlasın, çal oynasın” havası var. Mustafa Saatçı sordu: “ Vur patlasın, çal oynasın!” Atasözü mü, yoksa o öteki mi?” Bu, öteki sözü nedir ki? Temuçin başta olmak üzere bir kaç arkadaş bu kez de tüm artkadaşlara sordular: “ Onun öteki dediği nedir?” Mehmet Yücel: “ Ananın örekesidir!” Ananın örekesi gide gide SS'nin örekesine dek uzadı. Sonunda Sami Akıncı gülerek: “ Boş sözler söyleyerek  Deyim'i atladınız!” dedi. Bu kez de İsmet: “ Boş söz de bir deyimdir!” deyince gene deyimlere dönüldü. Bir süre deyimler sıralandı:

Mahallebi çocuğu,

Leb demeden leblebiyi anlamak,

İte atsan yemez,

İyi gün dostu,

Masal okumak,

Yabana atmak,

Çark etmek,

Göze girmek,

El ense çekmek.

Rast gele sıraladığımız bu deyimleri bu kez de kişilere yakıştırma yarışına kalkışıldık. Mahallebi çoc uğu deyimi Yusuf'a yakıştırıldı. Yusuf karşı durdu; ben de onu destekledim. Yusuf kendini tam savunamadı, salt kendini bir köylü çocuğu olarak düşündüğünü söyledi. Oysa sözün anlamı daha değişikti. Ben onu açıklamaya çalıştım: “ Yusuf başarı için çalışan, gücünü, sürekli olarak işe yarayacak yönde kullanan, gayretli bir insan!” dedim. Oysa mahallebi çocuğu, işten kaçan , beceriksiz, Aynaros Kadısı filmindeki oğlan gibileri için söylenir!” deyince bu kez de Mehmet Aygün:

-Öyleyse Hilmi Altınsoy'un olsun! dedi. Hilmi asabileşti ama susturduk. Bu kez de ben, Leb demeden lebleb iyi anlayan için Hilmi'yi salık verdim. Hilmi başta olmak üzere hepsi güldü. Recep Kocaman başka bir öneride bulundu: “ Bu deyimleri Sınıf arkadaşlarımıza yakıştıralım. Öneriyi benimsedik ama bir ikisini değiştirmek gerektiğinde birleştik. Örneğin “ İte atsan yemez" deyimi kime söylense fazla gelir. Öyleyse bunu derslikte konu edip herkese benimsetebilirsek yeni baştan bir liste çıkaralım!” Kararımızı uygulamak üzere kalktık. Ne var ki dersliğe dönerken hemen hemen herkes deyim sayıklayarak yürüdü. Kimisi de belli hedefler seçerek şimdiden yakıştırmalar yaptı. Örneğin Yusuf, İsmet için: “ İyi gün dostu-Göze girmek deyimlerini, Hilmi için de: “ El ense etmek!” i seçmiş. Gülüşerek dersliğe girince sorgulamalar başladı:

- Neden gülüyorsunuz? Herkesten önce ben:

Selahattin Yücesoy Öğretmen geldi! dedim. Ne demek istediğimi herkes anladı, Mehmet Yücel hemen yanıtladı:

-Rezzan Öğretmenin iyi oynanıp oynamadığını görmeye gelmiştir. Öteki arkadaşlar karşılık verdi: -Resmen nişanlısı değil mi, istediği zaman gelip görür! Bu söz, etkili oldu; konu gene söz tartışmasına döndü. Mehmet Aygün İsmet'e :

– İyi gün dostu! diye bağırdı. İsmet bu sözü çok beğendiğini söyledi:

– Ben hep arkadaşlarımın iyi günlerinde yanlarında olmak isterim!” deyince İsmet'e bencillik yapıştırıldı. Sözün nereden geldiği sorulunca, gene deyim konusuna dönüldü. Yusuf'un İsmet için söylediği deyimler tekrarlandı:

– İyi gün dostu-Göze girmek! İsmet hemen karşılık verdi:

– Şakaysa “ Eşşek şakası” ciddiyse:

– Bok yemek! Arkadaşların çoğu deyim anlamlarını düşünmeden:

– Aaaa! Ayıp! Ne oluyoruz? gibi sözler söylediler. Sami Akıncı başını kaldırdı:

– Ne var bunda? İşte arkadaş da deyimlerinize deyimle yanıt verdi! deyince gülenler oldu. Bedkir Temuçin b. o. keli deyimler sıraladı: B.. yedi başı, b. soyu, b. yemenin Arapçası, b. eşeleme... Arif Kalkan Bekir'e bağırdı: “ Yeter daha fazla b. eşeleme!” deyince Bekir sustu. Ne var ki konu öteki arkadaşların ilgisini çekmişti. Bu da deyim, şu deyim mi? türü konuşmalar oldukça uzadı. Deyim atışmasına katılmayan Mustafa Saatçı bir ara:

– İşsiz takımı kendine iş buldu! deyip güldü. Arkasından da:

– Bence siz, sokaklarda edilen küfürleri araştırın daha hoşlanacak sözler bulursunuz! deyince bu kez arkadaşlar bu görevi Mustafa Saatçı'ya uygun gördüler. Mustafa Saatçı, kendisinin hiç küfretmediğin, böyle b. o. keli sözler etmediğini, etmeye de niyeti olmadığını söyledi. Bu kez de arkadaşların bir bölümü: “ Adam Hafız, hafızlar küfreder mi?” dediler. Mustafa Saatçı bundan da hoşlanmadı. Hınzırlar, olanak bulunca gönüllerince takılıyorlar. Sabrın da bir sınırı vardır; bu sınırda durursalar dururlar. Durmazlarsa o zaman ne hafızlık kalır, ne imamlık!” Mehmet Yücel:

– Önemli olan niyettir; bakın arkadaşlar İmam niyeti bozdu, bu da küfürdür; “ Halkıkmız İmam os.. ! deyince Mustafa Saatçı Mehmet Yücel'in ağzına elini kapattı. Mehmet Yücl sözünü bitiremedi ama arkadaşlar hep birlikte tamamladılar. Sami Akıncı bu kez de; “ Yooo; siz işi deyimlerden Atasözlerine kaydırdınız, daha dikkatli olun!” dedi. Yat zili çalınca arkadaşlar Mustafa Saatçı'nın önerisini konuşa konuşa derslikten çıktılar:

– Sahiden küfürler de Cenap Şehab ettin'in Tiryaki Sözleri gibi bir kitapta toplanabilir mi?

Yatınca bunu ben de düşündüm ama kitap doldurma bir yana bir sayfa bile tutmayacağını anladım. Allah sözüne takılmadan söylenen küfürler, aynı fiile eklenerek çoğaltılıyor ama gene de sayıları 10-15'i geçmiyor.

Her gece yatarken sevimli sevimsiz bir çok şey düşünürdüm, kimi kez de bunları düşündüğüm için kendime kızardım ama şimdiye dek böylesini de hiç aklıma gelmemişti. Kendi kendime güldüm: “ Söylenen küfürleri düşünürken, gündüzleri önemsediğim öteki olayların hiç birisi beni küfür düşünmekten engelleyemedi. Bundan sonra sıkılarak yatarsam bu yöntemi deneyeceğim(! )

 

16 Nisan 1943 Cuma

 

Asım Öğretmen Selahattin Yücesoy Öğretmenle birlikte çıktı. Yanında konuk olunca her sabahki sertliğini sürdürmedi. Özellikle küçük öğrencileri okşayıcı sözlerle uyardı. Bizim tarafta çok az kalıp öbür tarafa geçtiler. Bizim taraf bu sabah kendi kendini yönetti. Bence iyi de oldu. Zaten öğretmenler oyunlara değil de oyun dışı davranışlara ilgi gösteriyor.

Dersliğe dönünce herkeste bir sevinç, nedenini önce kavrayamadım. Bu sabahki düzgün oyunlar için sandım. Meğer olay başkaymış. Yüksek sesle konuşanlar uyarıldı: “ Eğitimbaşı koridorda dolaşıyor!” Gerçekten az sonra alt koridordan bir yüksek sesli bir soru geldi: “Kim o kim? Geliyorum şimdi!” Asım Öğretmenin odası açıklı içerden bir piyano sesi: Schubert'in Serenad'ı çalınıyordu. Asım Öğretmenin çalmadığını biliyorum; çalsa da bu denli ağır, duygulu çalamaz. Ancak arkadaşlar fısıltıyla: “ Asım Öğretmen!” deyince sustum. Piyano sesinin güzelliği uzun uzun konuşuldu. Mustafa Saatçı hemen bir piyano almaya karar verdi. SS piyano çalacakmış. SS'nin şimdiden öğrenmesini önerdiler. Kıskandığı için SS'ye izin vermiyormuş. Birden Okul Müdürüne benim için yazılan pusulayı anımsayarak, Mustafa Saatçı'yı uyardım: “ Sen bu denli SS için sahip gibi konuşuyorsun, yöneticiler duyarsa ne yapacaksın?” Mustafa Saatçı afalladı: “ İçimizde böyle namuzsuz olamaz. Biz bunları şaka olarak konuşuruz, bunu herkes biliyor!” Herkeste bir duraksama oldu, bana baktılar. Güldüm: “ Böyle bir şey olur mu olmaz mı?” diye sordum. Herkes sustu. Ben de: “ Ya; işin önemli yanı bu! Benim dosyamda eski Müdürümüze atılmış isimsiz bir mektup var. O zaman Eski Müdürümüz gerekli araştırmayı yaptı, yazılarım elden geçirildi. suçsuz olduğum söylendi. Ancak o yazı orada kaldı. Şimdiki Eğitim başımız da o yazıyı görünce beni çağırdı, söyleyeceğini öyledi. Suçum neymiş, onu da söyleyeyim: “ Öğretmenlere ad takmak, kız öğrenciler için çirkin sözler söylemek” Tüm arkadaşlar: “ Olamaz, bize şaka söylüyorsun!” diye bağırdı. Sami Akıncı:

-“Arkadaş olduğunu söylüyor, bir bildiği var ki bize yansıtıyor. Durun dinleyelim, sakin sakin düşünelim. Olan bir olayı olamazlarla ortadan kaldıramayız!” deyince herkes sakinleşti.

Kahvaltıda konu sürdü. Bu kez de ben:

– Ben bu konuyu 2 yıldan fazla bir zamandır içimde tuttum. Bugün çıkarışım; benim olayım olduğu için değil, yapılan konuşmaların nerelere varabileceğin düşünmeniz içindir! dedim Arkadaşlar bir süre önlerine bakarak lokmaları çığnediler. Hilmi Altınsoy tezcanlılığını gene koruyamadı:

– Abi, bizim sınıfta böyle bir cibilliyetsiz yoktur, ellerini öperim, kalıbımı basarım!” dedi. Hilmi'nin sözü arkadaşları güldürdü. Gülüşler, bir birini izledi, dersliğe neşeli olarak döndük.

Derslikte sık sık söylenen sözler bu gün öteki günlerden başka. Öteki günlerde boş dersler kuşkuyla duyuruluyor, arkasından gelebilecek işler bekleniyordu. “ Örneğin Askerlik dersi boş!” denince acaba “ Başka bir işe çağırılacak mıyız?” beklentisi oluyordu. Bugün bu yok, herkes bunun rahatlığı içinde...

Bugün ders yok, öğleye dek genel prova yapılacak; öğleden sonra da saptanan eksikler tamamlan acak, sahne hazırlanacak. Görevi olmayanlar: “ Ohhh, yaşadık derken Talat Tarkan Öğretmen dersliğe geldi. Arkadaşların sevincini 17 Nisan Bayramı'na bağladığını söyleyerek kendisinin de heyecanlı olduğunu belirtti. Piyeste ve de yapılacak öteki gösterilerde ödevi olmayanları sordu. Ödevi olm ayan arkadaşlar saptandı 16 arkadaşın hiç bir ödevi yokmuş, Talat Öğretmen bunları ayağa kaldırdı. İçlerinde yeğenim İsmet'te vardı. Talat Öğrtetmen İsmeti'i görevlendirdi. Arkadaşların adları yazıldı. Yazılı listeyi alan Talat Tarkan Öğretmen gülerek:

-İşte onlar da görevlendiler, öğle yemeğinden sonra burada buluşalım! deyip ayrıldı. Arkadaşların neşesi kaçtı. Onlara göre görevli olanlar ne yapıyorlardı sanki? Umulmayan bir tartışma çıktı. Görevli olanlar arasında ben, Yusuf Asıl, Ahmet Güner de vardı. Onlar oyun oynuyorlar, ben akordiyon çalıyorum. Biz ses çıkarmadan konuşmaları dinliyorduk. Konuşanlar sözü giderek ilerlettiler. Örneğin Fettah Biricik:

– Oyun oynayanlar ne yani, her zaman yaptıklarını çıkıp tekrarlıylorlar! deyince, Ahmet Güner karşılık verdi. Oynadıkları oyunların dikkat istediğini, melodisine uygun hareketleri olduğunu anlatmaya kalkıştı. Fettah dinlemedi bile, “ Altı üstü oyun değil mi?” deyince Ahmet Güner bu kez:

– Oyun ama bunlar Efe'lerin oyunları, senin bildiğin o, kadınların göbek atması falan değil! deyince başlar Fettah'a döndü. Fettah sıradan kalkar gibi yapınca bu kez de başlar bana döndü. Yusuf Asıl'a sordum, “ Bil bakalım, deyim mi, Atasözü mü? “ Arayan bulur, inleyen ölür!” Yusuf'tan önce Sami Akıncı karşılık verdi:

– Atasözü, çünkü kesin bir yaptırımı belirtiyor! “ Kesin yaptırımı bildiriyor!” yorumu nasıl bir etki bıraktı bilmiyorum. Fettah çöker gibi yerine oturdu. Sami Akıncı'ya baktım, o kimin yanındaydı?” Kısa bir sessizlikten sonra temsildeki görevlileri Sabahat Öğretmenin çağırdığı söylendi. Akın Piyesindeki görevliler çağrıya uyarak alt koridora indi. Onlar gidince arkalarından söylenenler oldu. En çok dillenen de Mehmet Başaran'dı:

– Zar zor dört laf söylüyor, kuruntudan yanından geçilmiyor! diyen Kadir Pekgöz'e Mehmet Yücel çıkıştı:

– Takılma hemşerime! Sefer Tunca da:

– Domuzormanlı, ulu orta konuşma “ Karıncanın kardeşi vardır!” derler. Ağabey karınca hesap sorar!” dedi. Mehmet Yücel sözüne açıklık getirdi:

- Benim aslan gibi kendi kardeşim var, yapabildiğim kadarıyla ona ağabeylik yapıyorum. El oğluna ağabeylik yapmaya gereksinim duymuyorum. Mehmet Başaran'ı köylüm olduğu için değil kendisi burada olmayan bir arkadaş olarak düşündüğüm için böyle söyledim. Sen burada yokken senin için söylenecek bir söz için de aynı tepkiyi gösteririm! deyince öteki arkadaşlar işi şakaya döküp: “ Yaşa İskelet!” diye gülüştüler.

Nöbetçi öğrenci, Asım Öğretmenin beni çağırdığını söyledi. Asım Öğretmen büyük akordiyonun da aşağıya indirilmesini istedi. Piyese ara verilince koro da uygulayacağı proğramın provasını yapacakmış. Akordiyonu alıp gittim. Piyeste çalışanlar ara verilince yukarıya gittiler. Ben dip tarafta oturup yavaş yavaş akordiyon çalarken Röslein yanıma geldi. Biraz yan oturuyordum. Kendisine akordiyon öğretip öğretmeyeceğimi sordu. Nedense bu soruyu çok anlamsız buldum:

-Şaka mı söylüyorsun, ben sana nasıl akordiyon çalmasını öğretirim? deyip yüzüne baktım. Yüzü renklendi, ciddilecerek:

– Neden? Ben öğrenemez miyim? deyince:

– Öğrenirsin ama, uzun zaman bir araya gelmek gerekir, burada buna olanak var mı? diye sordum. Sanki söz bitmişti, o sustu. Ben de Röslein şarkısını çaldım. Röslein'in sözlerini istedi. 2. Sınıfların Almanca kitabında olduğunu anımsattım. Arkadaşları gelince Suna'ının Ağıtını çalarak konuyu değiştirdim. Onlar da söylediler. Korodaki öteki çocuklar gelince Asım Öğretmene haber verildi. Asım Öğretmen Selahattin Yücesoy-Rezzan Öğretmenlerle birlikte geldi. Söylenecek şarkılar tekrarlandı. Selahattin Yücesoy Öğretmen koromuzu çok beğendi. Biz dağılmak üzereyken bu kez de Sabahat Öğretmenle piyes grubu geldi, birlikte son prova kararı verildi. Piyesi değil ama arkadaşım Halil Basutçu'yu dinlemek üzere geri çekilip dikkatle izledim. Gerçekten piyesin hem büyük bölümünü o konuşuyor hem de konuşması çok rahat anlaşılıyor. Asım Öğretmen işaret verince ben de akordiyonu alıp

Asım Öğretmenin akordiyonuna uydum. Benim piyese katkım bu kadarcıktı. Ancak, şarkı-türkü korosunda Asım Öğretmene uymanın dışında oyunların müziğini ben çalıyorum. Yalnız oyunları bugün tekrarlamadık. Çalışmalar tamamlanınca biraz ağırdan alıp bekledim. Akordiyonun biri om uzumda birinin kayışı elimde, yerde duruyordu. Röslein gülerek geldi:

– Bari birini ver, ben taşıyayım! dedi. Asım Öğretmenin çaldığı Hohner'i gösterdim:

– Daha hafiftir, al dedim. Yanındaki arkadaşı Sakine Özbek, ilk konuşmadan habersiz:

– Aaa, Ağabey akordiyonu bize emanet ediyor! diyerek tepki gösterdi. Gülüşerek akordiyonları yukarı çıkardık. Kızların akordiyonu götürüşünü gören Asım Öğretmen:

– Akordiyon seviyorsanız size öğretirim! deyip yürüdü. Röslein durdu:

– Akordiyon öğretecek buldum!” deyip güldü. Ben de:

– Buna çok sevindim, öğrendiğinde birlikte çalarız! yanıtını yapışırdım.

Dersliğe döndüğümde Talat Tarkan Öğretmenle çalışanların yüzlerinden düşen bin parça olur gibiydi. “ Yüzünden düşen bin parça olur!” deyiminin anlamını sordum. Hüsnü Yalçın, “ O söz, bizim Bulgaristan'da da söylenir!” dedi. Hüsnü Yalçın'ın sözüne takılanlar oldu:

- Sizin Bulgaristan'dan bizim Türkiye'ye geliş nedeninizi öğrenebilir miyiz? Hüsnü'nün sözünü duydum ama, ayrıntısı üzerinde durmamıştım. Sözden Bulgaristan'daki Türkler arasında olarak algılmıştım. Oysa arkadaşlar haklı olarak tepki göstersdiler. Azıcık düşününce üstünde durulacak bir söylem; “ Bizim Bulgaristan!” Uzun tartışmalardan sonra bir orta nokta bulup konuşmayı tatlıya bağladık. Deytimle kuyruğu oldukça uzadı. “ Yüzünden düşen bin parça olur. -Yüzü mahkeme duvarı gibi” ya da buna benzer deyimleri tekrarlarken yemek zili çaldı.

Yemekte geçmiş 17 Nisan Bayramları gene anımsandı. Bu kaçıncı bayramımız? 1. 2. 3. Diyenler oldu. Ben birinci olduğunda direttim. 1. Bayram tarihinde Hasanoğlan'a gitmek üzere tren yolu üstündeydik. İstanbul- Bilecik aralarında falandık. 18 Nisan 1941 günü akşamüstü Hasanoğlan'da olduğumuza göre, bayram yapmak söz komonusu olamaz. Geçen sene ne yapıldığını hep biliyoruz. 17 Nisan 1942 cuma günü idi. 2. Dersten sonra okul önünde toplandık. İlhan Görkey Öğretmen kısa bir anımsatma yaptı, dersliklerde de öğretmenler, kendi konuları içinde kısaca değindiler. Öğleden sonra da öteki günler gibi atölyelere dağılıp çalışmıştık

Çalışma saatin de derslikte durulacak gibi değildi. Kalkıp resim odasına gitmeyi düşünürken İsmet geldi, gündüz anlattıklarımı doğrulattı. Müdür Beye yazılan yazıyı neden istemediğimi sordu. An lattım: “ İstemez olur muyum? Müdür Bey bizim sınıftakilerin tüm yazılarının incelendiğini anlattı. Yazının doğru çıkmaması durumunda kendisinin ceza yiyeceğini düşünen kişi bunu başkasına, belki de okul dışından birine yazdırmış olabilirmiş. Bu kez de İsmet kaygılanmaya başladı. Birlikte, biribirimizi yatıştırmaya çalıştık. Öteki sınıflarda kardeşi olanları düşündük. İsmet biraz aceleci, hemen onların yazılarını araştırmayı önerdi:

– Ya yapacağımız soruşturma onlarda kuşku uyandırır, kendilerini korumak için başka bir kötülük kurarlarsa? İsmet'i yatıştırdım, çok az zaman kaldı sayılır, sabredelim:

– Sabreden derviş; muradına ermiş! İsmet kalkıp giderken geri döndü :

- İzin ver de şu Başaran 'ın kardeşinin yazısını araştırayım! dedi. Güldüm:

– Bizim araştırmamızın ne anlamı var? Yazı benim dosyamda. Bunu Eğitimbaşıya nasıl anlatacağız?” İsmet dalgınlığına gülerek gitti ama bana da bir fit attı. Ben zaten arkadaştan ta ilk günden beri kuşkulanıyordum. Şimdi bu uyarı, tuz biber ekti. “ Tuz biber ekme!” deyimini sordum. Halil Basutçu yanıtladı:

– Acı üstüne acı gelmesi, durumunda kullanılır. Karşılaşılan kötü bir durumu geçiştirmeye çalışırken ikinci bir kötülüğün geldiği anlamını taşır.

Yatınca elimde olmayarak Röslein'i düşündüm. Çok mu çocuk? Yoksa şımarık mı? Her dediğini yaptıracağını sanmış da olabilir. Gene de güzel bir insan, iyi bir arkadaş olabilir. Neredeyse dört yıldır tanıyorum, şimdiye dek hiç bir olumsuz yanını ne gördüm ne de üstüne söylenen olumsuz bir söz duydum.

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ