Askerlik Kampı- Karabiberler Çiftliği, Balgat Sırtları, 21 Gün Toz Duman
5 Haziran 1944 Pazartesi
"Asker oldum piyade, bugün aşkım ziyade!" "Ey 15'li 15'li, Tokat yolları taşlı!" "Gürler zaferin teranesiyle, bir top sesi derinden, derinden!" “Yıldırımlar yaratan bir ırkın afadıyız, Tûfanları gösteren tarihlerin yâdıyız! Kanla, irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigahbanıyız.”
Her kafadan bir ses çıkıyor. Süleyman Alkan el çırparak herkesi susturdu. “Hamamda şarkı söylemeyi herkes yapar! Var mısınız Harp Okulu Marşı'nı usturuplu olarak söyleyelim; ne diyorsunuz müzikçi arkadaşlar?” Abdullah Ön, Fahri Yücel, Orhan Doğan, Mehmet Yelaldı hep birden:
-Varız! deyince bizim sınıftakiler de tekrarladı; "Varız!" Biri ranzaya sert bir nesneyle vurarak susturup başlattı. Meğer 2. sınıflar geçen yıl da denemişler ama geç kalmışlar, Konservatuvardan on kişilik bir grup başlayınca kampta önceliği onlara kaptırmışlar. Bu kez de Yedeksubay Okulu Marşı öne çıkarıldı. Ancak melodisini de sözleri de tam olarak bilen çıkmadı. Harun Özçelik Hidayet Gülen Öğretmeni salık verdi:
-Atölyesinde çalışırken arada söyler! deyince şaşırdım, Harun'un, bir yanlışa düşmemesi amacıyla sordum:
-Hidayet Gülen Öğretmen neden bilsin? Onun yedek subaylığı derken Harun bana:
-Arkadaşım, Hidayet Öğretmen yeni bir Karagöz programı hazırlıyor. Orada askerler de var, yedek subaylar da. Onları konuştururken, şarkılar, marşlar ekliyor. O nedenle, bir gün gerekir düşüncesiyle atölyesinde her şey var! Yedek Subay Marşı olduğunu sanıyorum. Uyaranlar oldu:
-Gider gitmez olması gerekmez, biz kendimizi Harp Okulu ile, Topçular Marşlarına hazırlanalım gelecek haftaya da Yedek Subay Marşı ile karşılarına çıkarız!
İçimizden sıkıntılı olmamıza karşın dış görünüşümüzle neşeli olarak yemekhaneye gittik. Hem kahvaltı ettik, hem de öğle, akşam kumanyalarımızı aldık. Ben, bizim bölüm anahtarını Enstitü son sınıftan Galip Gürler'e bıraktım. Bölüm Başımız onu seçmiş. Galip'i iyi tanıyorum, kendi defterlerimi de ona bıraktım.
Kamyon korna çalınca, toplandık. Bu arada Harun Özçelik Hidayet Öğretmene “Hoşçakalın!” demeğe gitmiş. Yedeksubay marşından söz etmiş. Marş bir takvim yaprağında çıkmışmış, Hidayet Öğretmen:
-Bana hemen gerekli değil, siz nasıl olsa öğreneceksiniz gerektiğinde ben de sizden alırım! demiş.
Harun bana:
-Arkadaşım, sen benden daha tutumlusun! deyip marşı verdi.
Yedek Subay Marşı Türk ordusu yenilmez mertlik denemesinde,Her eri bir yıldırım düşmanın tepesindeYurdu, Cumhuriyeti korumaktır azmimizCoşar istiklâl aşkı gençliğin gür sesinde Türklüğün öz cevheri taşar temiz kanındanYedek subay ölür de dönmez er meydanından Türk bayrağı sınırlar üstünde Türk şanıdır.Tarihe mertlik sözü Türk'ün armağanıdırGöğsü her karış toprak uğruna siper olanAsker için en aziz sevgili vatanıdır. Türklüğün öz cevheri taşar temiz kanındanYedek subay ölür de dönmez er meydanından.
Yazarı, bestecisi yok. Ben de “Hidayet Gülen Öğretmenden emanet” deyip para çantamın arasına katlayıp koydum. 2. sınıflar deneyimli, az önce geçen trene binip gitmişler. Kamyonun kornası uzun uzun çaldı. Herkesin sabrı burnunda. Kadir Aytekin kamyonun önünde. Onu görenler bağırdı:
-Söyle şu korna çalana, akşama dek binmeyiz ha! Şoför öbür taraftan başını uzattı:
-Kornayı ben basmıyoum, o kendisi basıyor! Meğer Kadir Aytekin korna morna derken şoför mahalline atlamayı hesaplıyormuş. Fakı Yörük, Mehmet Toydemir, Numan Köse gidip Kadir'i karga tulumba kamyona attılar. Kahkahalar, elvedalar, hoşçakallar arasında yola çıktık. Gideceğimiz yeri bilmiyoruz ama adını biliyoruz, Sarıkışla.Az sonra bir binanın önünde trenle giden grubu gördük.
Biz de Sarıkışla'ya gidip Yüksek Köy Enstitüsü öğrenci grubu olarak teslim olduk. Bir Üstteğmen, yanında çavuşlarla bizi karşıladı:
-Üniversite Kampı Talim Taburu'na hoşgeldiniz! dedi. Ardından yoklama yapıldı. Yoklamadan sonra tartıldık, boylarımız ölçüldü. Bir süre bekledikten sonra giysi değişimi yapıldı. Dikkat çekildikten sonra elimizde kendi giysi paketlerimiz; cemselere sayılarak bindirilip Harp Okulu yakınlarında bir yere götürüldük. Biz toplu olarak bakınırken çavuş:
-Acemi kampçılara söylüyorum! deyip durduğumuz yerin adını, Balgat/Karabiberler Çiftliği Üniversiteler Kampıdiye söyledi. Öteki çavuşu da çağırıp bizi 10 kişilik gruplara ayırdılar. 130 kişi 13 grup oluşturdu. Çadırlar numaralandı, 10'ar kişi olarak çadırlara tıkıldık. Öbür okullar, yakın olduklarından bu işleri daha önce yapmışlar. 2. sınıfların tanıdıkları varmış, ürkerek de olsa onlar işt, pişt yaparak merhabalaştılar. Bir süre sonra bizim çavuş geldi, hangi koşullar altında çadırdan çıkabileceğimizi anlattı. anlattığına göre rahat çıkabilecekmişiz ama insana zor gelen bir tarafı var; üst rüdbeli subaylar görürse paylayabilirmiş. Paylanmamak için çıkmamaya karar verdim. Yedek Subay marşını ezberledim. Amacım oyalanmak. Şiirler aklıma geldi. 30 kadar şiir ezberlemiştim, onları tekrarlamaya başladım. Atladıklarım oluyor ama birkaç tekrarlanınca bir de bakıyorum ki orası da tamamlanıyor.
2. sınıflar salt bizde değil öteki fakültelerin de uyarıcılık görevi sorumluluğu duyuyorlar (!) Biri gelmiş bizim çadır önünde açıklıyor:
-En küçük kusurun karşılığı ya hapis ya da kamptan kovulma!
Boru çaldı, her okul ayrı ayrı toplandı. En uzun bizim sıra oldu, sonra Hukuk, arkasından Ziraat, Siyasal Bilgiler, Dil Tarih-Coğrafya, Konservatuvar. Konservatuvar 7 öğrenci. Fısıltı olarak diyenler oldu:
-Kızları da kampa alsalar onlar daha çok olurdu. Bizden de ekleme yapıldı "Bizim de sayımız artardı (!) Oysa bizde iki kız var, Konservatuvarda belki 50!
Birden sert komutlar verildi. Kamp'ın 4 Haziran 1944 Pazartesi komutan Albay Şükrü Kızıltuğ komutasında başladığı duyuruldu.
Kamp Komutanı Albay Şükrü Kızıltuğ kısa olarak:
-Birliğimiz, bir binbaşı, 2 yüzbaşı, 4 üsteğmen ve bir doktorla yeteri kadar teknik görevliyle 21 gün sürecek. Üniversite Askerlik Eğitimi sürecinde yapılacak eğitim, edinilecek alışkanlıklar peyder pey anlatılacaktır. Şimdilik, Kampa katılanların, asli görevlilerin buyruklarına uyması zorunludur. Kampa katılanların, bağlı olduğu birlik görevlileri tanıyıp sorunlarını onlar aracılığiyle çözmesi önemli bir zorunluluktur. Yasal dinlenme, sağlık sorunlarınızı çözme haklarınız ayrıca anlatılacaktır! dedikten sonra “dikkat!” komutuyla İstiklal Marşı söylenerek bayrak çekildi.
Uzunca bir süre bekledik. Ortalıkta subay falan kalmadı. Kampa benim gibi ilk gelenlerin gözleri 2. gelenlerde. Onlar da konuşamıyor. Ancak:
-Geçen yıl böyle olmamıştı! deyip susuyorlar. Az sonra üst taraftan, yakınında bulunduğumuz çadırların oldukça uzağında bir yere, bir dere çukurluğuna gittik. Dere akışına paralel masalar dizilmiş. İki sıra masa oldukça uzun bir alanı kaplamış. Giriş-çıkış diye gösterdiklerde birer gemici feneri konmuş, onlarında yanıp yanmadığı belli değildi. Oranın yemekhane olduğunu söyledikten sonra gene çadırların yanına tepeye çıktık. Az sonra yürüyüş koluyla çadırların öbür tarafındaki çukurluğa indik. Orasının ne olduğunu daha inmeden anladık. Çünkü 2. sınıflar en çok oradan söz ediyordu. Gülümseyerek söylenenleri dinledik. Orada da açıklama yapıldı, tuvaletlerin kullanılması anlatıldı. Önce önemsemedik, altı üstü toprağın kazılması! diye düşünürken konuşan uyardı:
-O çukurların çoğunu suçlu kampçılar kazıyor. Bunu çok duymuştuk:
-Aşkale olayı. Varlık vergisi sürecinde borcunu ödemeyenler, Erzurum'un Aşkale ilçesine sürgün edilip, borcunu ödeyene dek orada yaşamak zorunda bırakılıyormuş. Birkaç yıl önce olan bu olaydan esinlenerek kampta cezalı duruma düşenler de gösterilen yerde tuvalet çukuru kazıyormuş. Bu duruma düşenlere Aşkale Sürgünü adı takılmış. Bunu, geçen yılki kampta biz de duymuştuk. Gülümseyerek gene çadırların yanına çıktık. Bu kez de tek sıra olmamız istendi:
-Soldakiler, sağdakilerin arkasına geçti. Birerle kolda 10'ar kişi olarak çadırlara bölündük. Kısa zaman sonra (İlk gün tanışması, tanışlarla buluşma molası için 30 dakikalık) bir ara verildi. Çadırlar boşalınca birden büyük bir kalabalık oluştu. 2. Sınıflar çoğunlukla üçer beşer kişilik kümeler oluştururken ilk gelenler oldukça koşuşturdular. Benim bir tanıdığım yok olarak düşünüyorum. Harun Özçelik'in hemşerisi Mustafa ile karşılaştım (Edirne Lisesinde tanışmıştık) Harun'la buluştular. İbrahim Ertur, Uzunköprülü arkadaşını buldu. Verilen zaman yetmedi ama dütdütler çalınca herkes çadırına koştu.
İlk gece konuk sayıldığımızdan nöbet yokmuş. Bunu büyük bir kâr saydık. Sıkılıyoruz ama kimse belli etmemeye çalışıyor. Geçen yılki kampı anımsayıp:
-Kamp dediğin böyle olur! diyenler çıktı. Böylesine dayanamıyorum, hemen soracaktım, vaz geçtim. Uyudum.
6 Haziran 1944 Salı
Şaka ediliyor sandım, gürültü olunca sabah olduğuna inandım. Hazırlanıp, gösterilen yerlerde sıra olduk. Her okul ayrı yerde sıra oldu. Bizim okulun kuyruğu en uzun, belli ki biz en kalabalığız. Bir yüzbaşı ile bir üstteğmen geldi, bir süre bize bakıp konuştular. Bizde bir dışlanma fobisi var ya, hemen kötüye yoruldu:
-Bunlar bizi ikiye bölecekler! Oysa öyle olmadı tam tersi, Siyasal Bilgiler, Dil Tarih Coğrafya, Gazi Eğitim Enstitüsü, Konservatuvar arka arkaya sıralanıp bizim boyumuza geldiler. Konservatuvardan olanlardan rollere çıkanları tanıdık. Nuri Altınok. Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedisi'nde oynamıştı. Biz ona bakarken o da bizim tarafa bakıp alayımcı bir biçimde selâm verdi. Selâm verirken başı açıldı. Nuri Altınok'un saçları film yıldızları gibi, hemen herkesin gözü takıldı. Nuri Altınok Ankara ilçelerinin birindenmiş, arkadaşlar arasında tanıdığı varmış.
Komut verildi, kılık kontrolu yapıldı, kusurlu sayılanlar uyarıldı. Nuri Altınok'a sıra geldiğinde yüzbaşı gülümeyerek elini makas gibi yaparak parmaklarını oynattı. Nuri Altınok kaşlarını çatıp başını iki yana salladı. Bunun anlamı belli olmuştu:
-KESTİRMEYECEĞİM!
Yoklama bittikten sonra hedef gösterilip bir süre koşuldu. Hedefleri hemen öğrendik:
-Rasat Tepe, Dikmen , Söğütözü, Dikmen sırtları, Ankara Kalesi, Yenimahalle, Güvercinlik.
Kahvaltıya sırayla girdik, giriş düzenimiz kesinlikle değişmeyecekmiş. Gerekçesi de açık açık anlatıldı. Yemekhane uzun bir alan üstüne kurulmuş, tüm kuruluşlar bir yönden girerse zaman alacakmış. Bu nedenle bir grup kuzeyden, öteki grup güneyden girecekmiş. Biz güneyden giriyoruz, ilk masalar da bize ayrıldığından sorunsuz olarak yemeklerimizi yiyeceğiz. Yemek masalarında ekmek var ama oldukça kararmış boş metal kapları, (su bardağı, tabak) her masaya konmuş. İlk gelenler şaşırdı, bakınırken bilenler boş kapları alıp az ileride büyük bir tanker var ona gittiler. Biz de onları izledik, ellerimizde yiyeceklerimiz, yine sırayla masalarımıza döndük. İsteyenlerin su tankerinden içebileceği söylendi. Yemek düzenlemesi oldukça karışık. Son sıradakiler masalarındaki yerlerine varana dek ilk gidenler, çoktan yiyeceğini yeyip çıkıyor.
Biz, dün hazır çadırları görünce ayırdında olmamışız. Benim grubumun kaldığı çadırın az ilerisinde renkleri gibi görüntüleri de farklı, sacayağı gibi kurulu üç çadır var. Soranlar olmuş, biri binbaşının öteki de yüzbaşlarınmış. 3. çadır için kimse bir şey dememiş. Gireni çıkanı da görmedik. Öğle dinlencesinde bomba gibi etki bırakan bir söylenti:
-O çadırda tek başına Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün küçük oğlu Erdal İnönü kalıyormuş.
İlk sorulan gece ışık yandı mı? En yakın bizim çadır olduğundan gelip gelip bize sordular. Daha doğrusu ağız arıyorlar; biz bir söz söylesek yüz ekleyip, onlar söyledi denecek!
2. sınıflar bu konuda deneyimli. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, Süleyman Alkan bu konuda benim en güvendiğim arkadaşlar. Zaten Zafer Üstteğmen de öğrencilik işleri için onlarla ilişki kuracaksınız! demişti. Bizim Üstteğmen'e Muzaffer diyen de var, salt Zafer diyen de!
Ben zaten, geçirdiğimiz Enstitü kamplarında da susmayı başarmıştım; burada da çok önemli bir haksızlığa uğramazsam susacağım. Bu düşüncemden dolayı bana sormasalar bile gelip bizim çadırdakilere sorduklarında hemen karşılık veriyorum:
-İlk çadır Zafer Üsteğmenin, 2. çadır da Muzaffer Üsteğmenin; 3. çadır ise Yiğit Üstteğmenin! Zafer Üstteğmenin soyadı Yiğit! Böylece üç çadır da bizim üstteğmenin. Bizim arkadaşlar gülüyor, soran da:
-Anladımsa turp olayım! deyip gidiyor.
Bugünden başlamak üzere bir saat izin verildi. Ancak izinin niçin verildiği, bu süreçte özgürlüğümüzün sınırlarını, sürecini anlayamadan ilk özgürlüğümüzü bir kargaşa içinde geçirdik. Bizim grup, kesin karar verdi, izin saatimizi kendi kendimize geçireceğiz. Güzel Sanatlar Bölümü'nün söylediği şarkılar tekrarlanarak yaygınlaşacak. Biz bunları konuşurken birisi Erdal İnönü'nün dedikleri çadıra girdi. Girmesiyle çıkması bir oldu. Onun, çadıra girdiğini görenler hemen çıkacağını beklemediklerinden çadıra iyice yaklaşmışlardı. Birden çıkınca suçlu gibi telaşlandılar, akıllarınca her biri bir neden öne sürmeye çalıştı. Erdal İnönü durumu sezinledi; hiç birini dikkate almadan biraz boğuk bir sesle:
- Sinüzitlerim var, tedavisiyle uğraşıyorum. Evde bakanlar vardı, burada tedavim bana kaldı. Zaman zaman kalkıp oturduğum oluyor. Kamp doktorumuz da benimle ilgileniyor. Bu nedenle arkadaşlarımdan üzülerek ayrılmış bulunuyorum. Zaten salt geceleri burada kalıyorum! deyip, kendisini bekleyen kısa boylu biriyle yürüyüp gitti. Bu kez de kısa boylu arkadaş sorun oldu:
-Acaba nesi oluyor? Hemen karşılık verildi:
-Gün onların günü! Karşıt yanıtlar verildi:
-Gelmişler, bak, senin çektiğini onlar da çekiyor.
-Ne yani Cumburbaşkanı oğlu rahatsız olamaz mı? türü kısa bir dırıltı çıkar gibi oldu. Gene de arkadaşların çoğu, sözünü etmeden bu Erdal İnönü ayrıcalığını doğal karşıladı ki, bir daha sözü edilmedi. Ancak yanındaki kısa boylu'nun Fen Fakültesinde olmadığı, yabancı dil bildiği, çeviri kitabı olduğu fısıltıları aldı yürüdü:
-T. B. M. M'de kürsüye kara ekmekle çıkıp hükümeti eleştiren Kastamonu Milletvekili Dr. Prof. Fahri Ecevit'in oğlu, Bülent Ecevit! "Ecevit" soyadı bana yakın geldi, çevirdiği kitabı anımsadım, Avare Kuşlar, Gitanjalı. . . Fahri Ecevit'i de anımsadım, 3803 sayılı yasa çıkınca eleştirenlere Ulus gazetesinde (26 Nisan 1940) sorulu cevaplı bir yazısı çıkmıştı. Fikret Madaralı Öğretmen o yazıyı ilginç bulmuş, bize de okumuştu. İlginçliği, hem eleştirileri hatta yapılmamış ama yapılması olası eleştirileri veriyor, hem de karşılıklarını tarihsel hataları geri kalmışlığımızın nedenlerini yadsınılmıyacak gerçekleri anımsatarak sıralıyordu. Birden 1940 yılındaymışım gibi oldum. 1938 yılında Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okuluna girmiştim. Okulumuz savaş nedeniyle Edirne'deki öteki Öğretmen okulları gibi (Kız, Erkek) bizim okulumuz da önce Alpullu, sonra da Lüleburgaz'a göç etmişti. 1939 yılı yaz boyunca 30 öğrenci, 5 öğretmen, Lüleburgaz'a 5 km. uzaklıkta bir kırlığa okulumuzu yapmış, Trakya Köy Öğretmen Okulu levhamızı asmıştık. Okulumuzun adı Köy Öğretmen Okulu'ydu. Orasını bitirince kendi köyümüzde çalışma koşuluyla okula alınmıştık. Süresi 6 yıldı. 6 yıl yatılı okumamıza karşılık köyde 9 yıl çalışma zorunluluğunu kabul etmiştik. 1939/1940 öğretim yılını kendi yaptığımız okulda mutlu olarak sürdürürken önce bir tevatür çıktı:
-Okul kapanacak! Sonra başka tevatürler çıktı; derken bir yasa hazırlandığını gazeteler yazdı. Yazılanlara göre okul 5 yıla iniyordu. Bu iniş bize bir hak kaybı getiriyordu; düşlediğimizdeki Yedek Subay olma hakkı. Biliyorduk ki yedek subay olmak için ilkokuldan sonra 6 yıl okumak gerekiyor. Bundan başka öteki öğretmenler gibi aylık yerine 3 ayda bir (öteki öğretmenlerin bir ayda aldığından az) 60 tl. alacaktık. Bundan da önemlisi 20 yıl köy öğretmenliğinden ayrılamama koşulu geliyordu; atanılan köyden tatillerde bile izinsiz ayrılma yasaklanıyordu. Ayrıca, tarla, hayvan verileceği, bunlarla geçimimizi sağlayacağımız isteniyordu. Bunları duyunca tüm arkadaşlar tepki göstermiştik. Bunca olumsuzluklara karşın bir de baktık ki, okulun levhası indirilip yerine Kepirtepe Köy Enstitüsü levhası kondu. Bu iyice ağırımıza gitti. Okulun yapıldığı yere kuraklığı; bir dal bile yeşili bulunmayan okul yerine Kepirlik, yani çiftçi için işe yaramaz anlamında bu adı verilmişti. Gerçekten su bulunmadığı gibi yağmur yağınca çamurdan da gezilemiyordu. Böyleyken bizimle alay ederce birileri okulumuzun adını da küçülttüler. Trakya Köy Öğretmen Okulu tüm Trakya'yı kapsarken neden alan daraltma gereği görülmüştu. Kepirtepe diye bir tepe bile yokken varmış gibi ad uydurma bizim zorumuza gittiği gibi tüm Trakya halkı da buna tepki göstermişti. Derslere giriyorduk ama durumumuza bakan öğretmenler ders boyu bizlere sabır öneriyor, yasa çıkıp uygulanmaya başlamadan okuldan ayrılmamamızı öneriyorlardı. Benim de tepkiliydim ama benim bir başka sorunum vardı; askerlik çağım gelmiş Askerlik Şubesince tecil edilmiştim. Okulu bırakınca askere alacaklardı. Bunu göze alabilirdim ama tam o günler 2 ağabeyim 2. kez askere alındı. Ayrılsam ben de 3 yıl, belki de daha fazla askerlik yapacaktım. Okula kaydolduğum günlerden başlayarak benimle ilgilenen Türkçe öğretmenimiz Fikret Madaralı Öğretmen özel olarak benimle konuştu. Kesinlikle ayrılmamamı istedi. Okula kaydolurken bana kefil olduğunu söyleyen Vahit Lütfi Salcı ile tanışan Fikret Madaralı Öğretmen, onunla da konuşmuş, benim ayrılmamı önlemesini istemişti. İşte bu günlerde bir gün Fikret Madaralı Öğretmen Türkçe dersinde çantasından bir Ulus gazetesi çıkararak bize oldukça uzun bir yazı okudu. Bu yazıyı yazan bir hekim olan Profesör Fahri Ecevit! demişti. Yazı, oldukça uzundu ancak o günlerin verdiği olumsuzluk duygularını oldukça dağıtıcıydı. Notlarımı bilgisayara geçirirken yazıyı bir daha okuyup bir bölümünü aldım. Başlık:
KÖY ENSTİTÜLERİ VE KÜLTÜR İNŞACILIĞI
"Yapılan iş nedir? Herkes memnun görünüyor. Gazetelerde uzun uzun makaleler çıkıyor ve harflerin puntoları-makale okunurken-adetâ kendi kendine büyüyor. . Yazılar göze çarpacak kadar kabartma. . . Bunlar satır üzerine yapışık şekiller değil, bir kürsüden söylenmiş kelimeler gibi canlı. . . Nedir bu vecdin sebebi dostum?
-Bunu sormakta seni haklı bulmuyorum. İçinde yaşadığın içtimai bünyenin ağrısını duymaz bir uzuv gibi konuşuyorsun. . Hükümetin çıkardığı bu kanun eksiği bütünleştiren, inkîlabı tamamlayan bir hamlenin ifadesidir. Diyelim ki en büyük dâvamıza el koyduk. Son birkaç senelik yol üstünde bundan daha çok hızlı ve reel gayeli bir çıkış yapmamıştık. .
Hükümet; çoktandır elini uzatıp tuttuğu, fakat ne tamamen yanına inebildiği, ne de büsbütün kendine çekebildiği kütleyi-onbeş yıl sürecek bir emekle bulunduğu seviyeden yukarı çıkarmaya ve yanına getirmeye karar verdi. . . İçtimai saflar arasında kültür bakımından da ayrılık kalmayacak, sosyal varlığın ortasında âhenk ve tenazür tesis edilecektir.
Evvelce e'lite kütle, baş ile beden yekdiğerinden ayrı idi, birbirine yapışık değildi. Bu; Cumhuriyet nesli için eski ve acı bir hikâyedir!. . İki ayrı parçayı saltanat devrinde siyasî teller tutuyordu. Çocuklarımız; köylü ile bizi, karşılıklı hasretin omuzlarımıza dolanmış kollarıyla bağlı gördü: sadece bağlı, yekpare değil. .
Saltanat Türkiyesinde içtimaî cisim nisbetten ve symetrie'den mağrumdu. Acı konuşuyorum, fakat doğu söylediğim muhakkaktır. Bu; ucube uzviyete benziyordu.
Ayrı ayrı kıyılarda kalmıştık sanki! Birkaç dar ve sağlamlığı şüpheli köprü üstünden korka korka atlayarak münasebete girişebiliyorduk. . . Aramızda bir zaman, fark bataklığı vardı. Hükümetin sıcak ve samimî nefesi bu bataklıktan kalan son parçayı da kurutacaktır.
Biz köylüye gidiyoruz, köylü bize koşuyor. . Yaklaşıyoruz dostum! İki ayrı parça birbirine kaynayacaktır. Hükümet bu işi üzerine aldı ve milletin vekilleri kararı beğenip alkışladı. Birbirimizden ayrı kalan kopuk satıhlarımız asırlardanberi işlemiş ıstırapla o kadar yaralıdır ki çabuk kaynayacağımıza, bütün olacağımıza hiç şüphe yok. . .
-Şimdiye kadar kütle ile hiç alâkamız hiç yok muydu? Tarihi bir hakikat olduğumuzu inkâr mı edeceksin? Kaşalot gibi iri başlı ve örümcek gibi ince ve yassı bedenli olsaydık yaşamazdık!Vardık, ve bütündük. . Yapılan işi olduğundan büyük görmüş olmayasın?
-Hayır azizim. . Hattâ bu dava üzerinde kâfi derecede heyecan gösteremedik bile diyebilirim. Bir defa bana şüphe ile sorduğun şeylere ben inanarak evet diyorum. Gerçeğimiz dediğin gibiydi. Kaşalot kafalı bir örümceği andırıyorduk. Vardık, fakat ekli değildik. Eliteler ve kütle ayrı birer parçaydı. Sultanlık devrinin son asırlarında kütle ile satıh birbirinden büsbütün kopmaya başlamıştı. Ve onun içindir ki sağlamlığımızı kaybetmiştik, yavaş yavaş çöküyorduk.
-Şimdi bulunduğumuz zamandan ikiyüz yıl önce, Osmanlı münevveri, yüksek duvarlarla çevrilmiş bahçelerde tropikal çiçekler yetiştiren, ses meraklısı, titiz bir kültür aristokratı idi.
-Cinsini ancak kendi bildiği ve zevkine göre geliştirdiği hususî bir sanat ve ilim aşısı ile birçok İstanbul efendileri filizlendiriyor, Türkün gayrisinden tedarik edilmiş unsurlarla bir nevi dejenere (asil-burjuva) bilgisi yaratıyordu. . . . . "
Yazı böylece sürer, yasanın öngördüğü yaptırımlarla, davaya inananların içtenlikli çabaları sonucu aydın bir Türk toplumu oluşacağına inanan yazar, okuyanları da umutlandırıyordu. . . . . . .
"Toplan!" borusu çalınca, yeni bir toplanma düzeni kuruldu; Bu arada da güçlü farları yanan bir araba geldi. Su tankeri! dendi. Sevinenler oldu. Ancak "Yürüyüş düzeni!" “Yürüyüş Düzeni!” komutu tekrarlandı. Bizim grup ikiye ayrıldı. "Sınıf farkı yok, normal piyade yürüyüşü! 60-70 kişilik gruplar olararak Karabiberler deresi denen çukurluğa indik. Önce dere boyunca (su yok ama olduğu zamanki akış yönü) iki kez gittik geldik. Gidip geldiğimiz yol, sözde patika ama araba yolu gibi düzgün. Zafer Üsteğmen çavuşa işaret verdi, durduk. Üstteğmen gülümseyerek sordu:
-Yolu nasıl buldunuz? Kimse cevap vermedi. Herkeste bir kuşku:
-Yolu nasıl buldunuz? Arkaya yakın bir yerdeydim, üstteğmen elindeki kayış tele bağlı düdüğü sallayarak bize yaklaştı. Aklımca hep kaçacakmışım gibi duruyormuşsam da yüreğim hep hopluyordu. Birden uykudan uyanır gibi oldum, Üstteğmen sağ eliyle oynattığı düdüğü bana uzatarak:
-Sen, sen, sağdaki sarışın! Dediğimi duymadın mı? Yolu nasıl buldun? Kendimi toparladım beklemeksizin yanıtladım:
-İYİ BULDUM KOMUTANIM! Üstteğmen güldü:
-Tabii iyi bulacaksın, burada sizden başka kaç birlik yürüyüş yapıyor? Der demez, hemen sözünü değiştirdi:
-Ankaralı değilsen nereden bileceksin? dedikten sonra birliği durdurup sağa dönüş yaptırdı. İleri sağımızda ne idiğini pek bilmediğimiz bir Rasat Tepe var. Dere boyunca başka görünen karmakarışık ağaçlar, bir de sık sık düdük sesini duyduğumuz tren yolu. Üstteğmen dinlenme komutu verdi ama konuşmayı sürdüreceğimizi söyledi. Sağa dönünce arkamda kalan Ali Özcan'a sordu:
-Yokuş arkasında bulunan okulların adları. Ali Özcan:
- Harp Okulu! dedi, durdu. Üsteğmen güldü:
-Bir tane de olsa isabet var. İkimizi göstererek:
-Yaşadığınız olayın içindesiniz. Evet, yol yürümek için güzel, çünkü Harp Okulu öğrencileri sürekli burada yürüyor. Salt onlar değil başkaları da var, yarın akşam da onları konuşalım! deyip sola dönüş yaptırdı, bizi çavuşa bırakıp ayrıldı. Bir iki tur sonra kampa döndük Konuşmalar oralardaki okullar üstüne oldu:
Harp Okulu, Tank Okulu, Yedek Subay Okulu, Kurmay Akademisi. . . .
Akşam yemeği, oldukça karanlıkta geçiyor. Çok uzun ama dar bir çadır, gemici fenerleri de çok seyrek asmışlar. Arkadaşlar buna da neden buldu, oburların yiyecek çalmasını kolaylaştırmak için. Cevapları hazır:
- Nereden bulacak çalacak yiyeceği?
-Karanlıkta senin tabağını kaşıklar.
-Tabak elimde, sıkı mı kaşıklasın?
Bu akşam derse üsteğmenin geleceğini biliyorduk.
Zafer Üstteğmen, düdük çalarak bir süre koşturduktan sonra bir tümseğe oturtarak Ankara'yı gözledik. Ankara'yı çok iyi bilenler var, ancak ışıklardan ayırmak kolay değil.
Üstteğmen ayrılır gibi azıcık uzaklaşınca:
-Susuzluktan bayılıyorum, ölürsem mezarımı buraya kazın! türü şakalar söylendi. Çavuş Üstteğmene sözleri nakledince Üstteğmen:
-Çok üzgünüm, bu kampın da bu su sorunu çözülemedi gitti! dedi. Çavuş yürüyüş kolu komutu verdi, doğrudan tankere gittik. Tankerdeki askerler litrelik saplı teneke su kapları doldurup sıra ile bekleyenlere veriyor. Askerler kupayı doldurup ilk verdiğini uyarıyor:
-Yorgunsun çok içme! Su kaplarını tanıdım, bizim koyunların sütleri onlarla ölçülerek peynircilere verilir. Tanker için en son biz kalmışız, yat borusu çaldı. İlk nöbetçimiz Harun Özçelik oldu. Harun'a anımsatıp takıldık. 1941 yılında Hasanoğlan'a gittiğinizde bizi caminin üst arkadaki Kadınlar Mahalli denilen bölünde yatırmışlardı. Cami arkasından giriş kapısı olduğu için pek camiyle ilgisi yoktu. Ayrıca arka kapının yolu cami arkasına düşen köy sokağına çıkıyordu. İstenince caminin içi parmaklı, özel aralıklardan görünebiliyordu. Zaten camiye gelen olmadığından biz, cami olduğunu ezanlarda anlıyorduk. Öyleyken köyden birileri bizim orada kalmamızı istememiş. Anlayışlı bir insan olan Köy Muhtarı Ahmet Çakır'a söz geçiremeyince, gece gelip bizi korkutmayı denemişler. Bu denemelerin birinde nöbetçi olan Harun Özçelik, arkadaşlarını uyandırıp beyaz giysili, sözüm ona caminin Ruh Bekçisini gündüzden daha önce hazırlanmış olan taşlara tutmuşlar. Adam, kafasına taşı yeyince insan gibi OF, YANDIM, ATMAYIN diyerek it gibi kaçmış. Harun, buranın toprağı asker postalıyla un olmuş, burada ruh dolaşmaz! deyince güldük. "YAŞA MEHMETÇİK!
7 Haziran 1944 Çarşamba
Gündüz çok yorulduğumuz için gece deliksiz uyuyorum, ne rüya var ne de düş kurma! Burada düşünmüyorum ama cumartesi okula dönünce köye mektup yazmalıyım! deyip, kendime görevimi anımsattım. Mektup görevini aksatıyorsun! denmiş gibi bir duygu içimden geçti. Kafam karıştı:
-Nerden çıktı bu mektup şimdi? der gibi kendimi payladım (!) Buraya gelmeden önceki aklımdan geçenler, kurduğum düşler hep silindi. Öztekin Öğretmeni anımsadım; salondaki pikapla plâkları bana teslim ederken bir plâk aldı bana dikkatle anlattı:
-İğne, şu ince çizgiler arasında geziyor, dinlediğimiz sesler oradan çıkıyor. O çizgiler silinirse ses çıkmadığı gibi iğneyi gezdiren ayna da kendini dışarıya atar! Sonra da sormuştu:
-Atarsa ne olur? Sorusunu benden önce kendisi cevaplamıştı; "Cumburlop, yani ses mes kalmaz!" Şimdi ben tıpkı öyleyim, düşünce müşünce yok, düş müş kurma yok, kısacası herşey cumburlop! deyip güldüm.
Sırada duruyorduk, su tankerine eklenmiş musluklarda yıkanma denmez, salt ellerimiz ıslanıyor, ıslanan avuçlarımızı gözlerimize sürüp geçiyoruz. Ben, kendi içimde "Cumburlop!" derken arkamdaki celâllenip dürttü:
-Ne bekliyorsun, yürüsene! Yürüdüm ama utancımdan dönüp bakamadım, kimdi? Belki de tanıdık biriydi. Piyer Cüri olayını anımsadım; koskoca bilgin dalgınlık yüzünden araba altında kalmışmış. Bunu ilk dinlediğimde anlamamıştım. Bu yıl psikoloji dersinde "Düşünce mekanizmasındaki aksamalar ya da kişinin, mekanizmalardan birine gereğinden fazla yüklenmesi, ötekiler üzerinde olumsuzluk yapar” denince anlar gibi oldum. Konserlerde sesleri izlerken insanların kılıklarını önemsememek, sinemada film izlerken yanındaki konuşmaları, duymana karşın belleğine almamak v. b.
Toplanma borusu çaldı, canlı bir şekilde tüm gruplar yerlerini aldı. Bir üsteğmen (bizimki değil) birkaç kez:
-Biraz canlanalım! deyip sağa, sola, ileri, geri koşturdu. Koşma değil, uyandırma. Sağa dön, marş marş, dur. Tam bu sıra bir cemse geldi, cemseden oldukça kalabalık bir grup indi. Bizim Üstteğmen de onlara bir şeyler anlatıp geri çekildi. Az sonra sağımız solumuz onbaşı, çavuş doldu. Birkaç kez, dikkat, rahat çekildi. Arkasından komutana tekmil verileceği duyuruldu. Değişik sesli bir korna uzun çaldı. Dikkat çekildikten sonra "Selam Dur!" denince meydan sanki yok oldu. Komutan Albay Şükrü Kızıltuğ, düzgün yüzlü bir insan. Kendim de inanmadım ama doğru gözünün içine baktım. Yerine geçince konuştu:
-Başka zaman ben duracağım, siz önümden geçeceksiniz, sizi daha yakından tanımak için bugün değişiklik yaptık! dedikten sonra bizlerin niçin orada olduğumuzu anlattı. Özet olarak:
-Siz burada askerlik etmiyorsunuz, askerliğin içeriğini öğreniyorsunuz ya da öğrenmelisiniz. Bildiğiniz gibi siz liselerde kamp yaptınız. O kampları başarıyla geçenler yedek subaylık hakkını almıştı. Ancak, askerin kendine özgü bir yaşama özelliği vardır, bu gerçekten önemlidir. Bu nedenle lise kampını başarıyla kazananlara askerin yaşam koşulları tanıtmak için bir geçiş süreci konmuştur. Buna "Yedeksubay Hazırlık Kıtası” diyoruz. Lise bitirenler her yıl sırası gelince bu kıtada iki ay eğitim görür sonra da Yedek Subay Okuluna girme hakkını kazanır. Liseleri bitirip okumayı sürdürenlerin okuma süreçleri çok değişiktir. Yüksek öğrenimde belli meslekleri seçip hak kazananları hazırlık kıtasına göndermemek için Üniversite Talim Taburu kurulmuştur. Böylece siz, ordunun ilk katmanı sayılan Hazırlık Kıtasının er basamağından muaf tutulmuşsunuzdur. Söylediklerimi anladığınızı biliyorum. Buradaki komutanlarınız size ilk kamplardaki komutanlardan farklı davranıyorsa bu, onun seçimi değil sizin farklı durumunuzdandır. Olayın burası çok önemlidir, dikkat edin; yaşadığınız iki kamp arasında bir fark görmüyorsanız, biliniz ki liseden aldığınız rastlantısal belgeyle girilen Yedek Subay Okulu'ndan omuzda yıldızla değil kolunuzda bir eğreti işaretle kıtalara gidersiniz. Burada sizlere bizim söylediklerimiz çok önemli gelmeyebilir. Ancak biz askerler, bilimlere, bilginlere çok saygılıyız, onlara hayranlık duyarız ama bireysel duygularımızın izinde gitmeyiz. Bu nedenle çok eskilere dayanan bir asker-sivil dost şakalaşması vardır, söyleyen de güler söyleten de:
-Askersiniz, dağları devirir, nehirleri kurutursunuz ama ufacık bir buluşunuz yok!
-Yıldızları paylaşır, deryarı aşar, göklerde uçarsınız ama askerin çizdiği bir sınırın ötesine bir adım bile atamazsınız! Sivil yaşamı seçenler için bu çok doğrudur. Ancak onlar bunu yataklarında yatarken, rahat sofralarında yemekleri yerken, Klüplerde eğlenirken söylerse bir anlamı olur. Radyo haberlerini dinlerken, Alman Ordusunun Stalingrad ya da Leningrad'a yaklaştığı, ya da Amerikan uçaklarının Tokyo'yu bombaladığı zaman böyle konuşmazlar!
Kısa bir sessizlikten sonra komut verildi, "Sağol!" sesi Balgat yöresinde yankılandı.
Rahat verildikten sonra, yeniden görev bölümü yapıldı. Elli kişilik gruplar 30 kişiye indi. Her gruba bir çavuş verildi. Yemek yediğimiz çukurun hemen üstündeydik. Birden bir ses kargaşası oldu:
-Geliyor?
-Kim? İnönü, Cumhurbaşkanı!
-Yanındaki kim? Eşi, Mevhibe İnönü.
Yokuş aşayı yan olarak tırıs indiler, İkisininin de atları demir kırı. Arkalarında iki atlı asker. İnönü iki grup ötemizde indi. İki subay koştu. İnönü elinde gırbacı kaldırarak onları durdurdu. Bir de baktık seyyar mutfaktan aşçıbaşı elinde tepsiyle geldi. İnönü aşçıları Bayan İnönü'ye gönderdi. Mevhibe İnönü tam bizim grubun önün yemeklerden kaşıkla aldı, yedi. Anlayamadık ama aşçı uzun uzun bir şeyler anlattı. Mevhibe İnönü aşçıbaşı ile konuşurken, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de subayla konuştu. Az yukarda büyük bölüm eğitimlerini sürdürdü. (Onlara devam işaret verildi). İnönü, çalışmaların durmamasını istemiş. Dikkat ettim, İnönü yedeğinden bırakmadığı atına rahatça atladı. Mevhibe İnönü'nün atını asker almıştı, çekti, Mevhibe İnönü ayağını koyup zıplarken asker eğeri öbür taraftan biraz Mevhibe İnönü tarafına eğdi. Atlarına binince ikisi de selâm vererek atları tırısa kaldırıp Söğütözüne gittiler. İsmet İnönü'yü daha önce çok gördüm. İlkin, 1940 haziran ortalarında Kepirtepe Köy Enstitüsü önünden geçerken, (geçeceğini önceden haber almıştık) yola çıkıp elele tutuşarak durdurduk. Namık Ergin, Fikret Madaralı Öğretmenler bizi cesaretlendirmişti. İnönü arabadan inince binaya davet ettik. İnönü çok teşekkür etti, yanında bulunan Orgeneral Fahrettin Altay'ı göstererek:
-Fahrettin Paşa beni götürüyor, önemli bir işimiz varmış, onu halledelim, ilk fırsatta geleceğim! demişti. İki yıl sonra sahiden geldi, okula girdi oturdu, ama okulumuz için hayırlı olmadı. Beni yanına çağırdı konuştum, o denli sevinçten uçmuştum ki, sevincim sonsuzluğa dek sürecek sanıyordum. Oysa bir süre sonra (20 gün) okul müdürü başta olmak üzere tüm okul öğretmenlerini, istekleri dışındaki yerlere atanmasını ona bağladıkları için kızmıştım.
İnönü'nün bugünkü giysileri de ilginçti; başında kırçıl bir kasket, kilot pantolon, çizme. Mevhibe İnönü de kırçıl renkte giysi, saçları toplu yumak gibi, başı kasket biçimi gölgelikli bir başlıkla örtüktü. (Güneşten) Herkesin gözü Erdal İnönü'yü aradı. O ise ortalıkta görünmedi, onlar da o yokmuş gibi sormadan gittiler. Yeni düzenleme öğleyi buldu. Yemekte öğrendik ki İnönü geçmiş yıllarda da buradan böyle geçermiş. Her geçtiğinde de yemekleri kontrol edermiş. Çoğunlukla mutfağa iner kazanlardan alırmış.
Yeni düzenleme ya da komutanın konuşması mı, yoksa İsmet İnönü'nün geçişi mi herkeste bir değişim yaptı. Hukukçular serbest saatte şarkı söylediler, şiir okudular. Bir ara birileri birinin başına üşüşüp şiir okutmaya çalıştılar. Şiir okutulmak istenenin Erdal İnönü ile gördüğümüz kişi olduğu anlaşıldı. Hukuk Fakültesindeymiş ama memur olarak da tercüme işlerinde görevliymiş. Birkaç dil bilirmiş. Hintçe'den çevrilmiş kitabı varmış. O okumayınca bir arkadaşı onun şiirlerinden ikisini okudu (Nezir Nezihi))
GİTANJALİ'DENtanımadığım nice insan tanıttınnice evde bana da verdin bir köşeuzağı yakına çevirensinyabancıyı kardeşeeski evimden ayrılıp düşünce yollaradüşünürüm ilkin kara karaeskide de var olan sensin oysayenide de var olan senuzağı yakına çevirensinyabancıyı kardeşeölümde yaşamda bütün evrendenereye götürsen benitüm doğuşlardan bilinensen tanıtacaksın bana herkesiyabancı yoktur bilene senikapılar kapanmaz olurherkesin bağısın bilen bildirensinsenden ırak kılma beniuzağı yakına çevirensinyabancıyı kardeşe. . . . . . . . . . . . .türlü türlü ahenklerle gelkokularla türkülerle renklerle gelvücudumda duyayım gel senibaşımda duyayım şarap gibiörtülü gözlerle büyülü renklerle geltürlü türlü ahenklerle gelgel pırıl pırıl duru ve güzelinceliğinle sessizliğinle gelgel başka başka düzenlerleacınla gel neşenle gel canevimegel günümün bütün işlerinegel işlerden çekince geltürlü türlü ahenklerle gel
. . . . . . . . . . . . . . . . .
Doğrusu şiirleri de, okuyanın okuyuşunu da beğenmedim. Şiirleri dinlerken Yunus Emre'yi anımsadım. Kitabı okurken de böyle bir duyguya kapılmıştım. Gene de bildiğim bir kitabı bastıranı (Çevireni) görmüş olmak beni sevindirdi. Ayrıca çocuk yaşında kitap çıkarmış olma başarısına karşın büyüklenmemesi, övüngen biri olmadığını gösterdi. Bu kez de Dil Tarih Coğrafya bölümünden birileri bir arkadaşlarına çağrıda bulundu. O nazlanmadı gülümseyerek kalkıp şiirini okudu.
KoçaklamaKılıç paslanıyor kında,Durmuyor aslan yelelimGösterin vatan uğrunda,Delelim, dağlar delelim. Açın açın da meydanı,El edelim akan kanı,Bir vuruşta, bin düşmanı,Bölelim, ikiye bölelim. Deli gönül us görmesin,Yiğit yürek yas görmesin,Kılıcımız pas görmesin,Silelim, kana silelim. Alında zafer güneşi,Bağrında ülkü ateşi,Kükreşelim erkek, dişiGelelim vecde gelelim. Küheylânlar kanatlıdır,Koç yiğitler inatlıdır,Yaşaktan da tatlıdır,Ölürsek, mertçe ölelim.
Selahattin Ertürk(DTC-Fel)
Selahattin Ertürk'ten başka şiir de istendi. Biraz naz edip okuyacaktı belki, yürüyüş düzeni borusu çaldı. Kümeler küçüldü ama alan da bu kez tümüyle kaplandı. Uzun süre yerimizde saydık. Sonunda Yedek Subay tarafına gittik. Yedek Subay bu yıl Hazırlık kıtasından gelmiş. Yakınımızdan geçtiler; giysileri oldukça kirli. Yedek Subay Okulunun alanı daha geniş, bir süre orada yürüdük. Yedek Subaylık özlemi çekenler, yanlarından Yedek Subay geçer de ilgisiz kalır mı? Sus muus denmesine karışık mırıltılar uzayınca tüm yürüyüş kolu durduruldu, son uyarı yapıldı:
-Konuşanlar, ceza nöbeti tutacaktır! Neredeyse bir saattir yürüyoruz, konuşmadım, yürürken konuşmayı aklımdan bile geçirmezken bu uyarıdan sonra o denli konuşma isteğine kapıldım ki neredeyse bağıracaktım:
-Bu ceza nöbeti nedir? Bizim çavuş, beni anlamış gibi arkadaşlara anlattı:
-Saat 12-03:00 arası gece nöbeti! Bunu duyunca ayaklarımızı yere basarken bile dikkat kesildik.
Yemek masalarından beğenmediğimiz su kapları Komutanlığın yüksek emirleriyle kaldırılmış. "Yüksek Emir!” deyimini çoğumuz yadırgadık. Yükseğinden vazgeçtik, alçak malçak da olsa lütfen bir emir çıksın da yemekte su içelim!
Yemekhaneye bu kez bir gemici feneri daha konmuş. Ona bakanların bazıları hemen fısıltıya başladı:
-İsmet İnönü gelir belki diye yüksek Emirlerle aydınlatma takviye edilmiş! Bizim masalardan ara ara "hık! mık!" edip gülen olsa da daha ileri gidemiyoruz. Arka sıramızdaki Hukuk Fakültesi öğrencileri durmadan vıdıvıdılaşıyor.
Su tankeri ikileşmiş. Bunun için de yakıştırmalar yapıldı ama kimse dinlemedi. Bir çoğu ıslık çalarak, birileri de "Yüksek Emir, buraya gelmiş, bize yanlış söylemişler!” demelerine karşın çoğunluk rahatlamış durumda tankerlerden uzaklaştı.
Gece dersinde, geçen yıl da burada çalıştığı için bizim 2. sınıfların çok sevdiği Üstteğmen Murat Bahar geldi. Kendini tanıttı. Adını açıkladı:
- Murat, arzu, istek anlamına gelmekte ise de, günümüzde kimse düşünmüyor. Murat, ağaç, çiçek, ceket, şapka gibi bir madde olarak algılanıyor. Bunun nedeni de erkek çocuklara bu adın çok verilmesidir! dedi. Arkadaşın biri de, "Aslı Arapçadan mı geliyor?” diye sorunca ben, özür dileyip:
-Türkçe'dir, Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında çok sevilen bir erkek adıdır!" dedim. Üstteğmen teşekkür etti:
-Doğrusunu isterseniz ben böylesine bunun üstünde durmadım. Çünkü ailemde bir çok Murat var. Uzaktan akraba sayıldığımız bir ailenin soyadı da Muratgiller yani Muratoğulları! dedi. Yönümüzü batıya döndürüp tümseklere oturduk. Yönümüzün tam batı olup olmadığını sordu. Ankara'nın batısı da apaçık batıdır. Kentin eski durumu öyle. Bize göre de uçta bir nokta kızıllık kalmış, belli ki güneş oralarda. Murat Üstteğmen önce kutupyıldızını sordu, buldurdu. Büyük ayı, küçük ayı derken öteki yıldız kümelerini sordu. Ülker kümesini biliyordum, onu söyledim. Yıldızlar üstüne bilgim bu kadardı, bir de sonradan anımsadım Samanyolu, Bu arada ağzımdan nerden takılmışsa Ülker yıldız kümesine burç, Ülker burcu, dedim. Üstteğmen hemen burçları sordu. Bu sözleri hep duyardım ama üzerinde hiç durmamıştım. Utanarak, bilmediğimi söyledim. Arkadaşlara sordu arkadaşların çoğu kendi burcunu söyledi. Üstteğmen ne düşündüyse bana:
-Hiç bir bilimsel değeri yok ama bilmelisin, yarın evlenirken kaynananın ilk sorusu, yıldız burcunu sormak olacaktır!deyip güldü. Grupta Kepirli arkadaşlar vardı, İbrahim Ertur, Harun Özçelik, Mustafa Saatçı, Yusuf Asıl. Onlar Hasanoğlanda dersimize giren Hasan Ali Yücel'le yaptığımız kutupyıldızı tartışmasını anlattılar.
Murat Üstteğmen, sivil öğretmenler gibi, yumuşak tavırlar içinde nerdeyse gülümseyerek anlatıyor; soruyor, doğru olanı başını eğerek, yanlışı da kaşlarını kaldırıp alnını kırıştırarak karşılıyor. Olaysız olarak Ankara'nın yıldızlı göğünü ilgiyle izledik. Biz ayırdında değiliz, Fen fakültesinde yıldızlar üstüne ders okunuyormuş, Üstteğmen:
-Bir akşam da oradan arkadaş rica edelim, bize daha ayrıntılı bilgi versin, olur mu? diye soruşu hepimizi şaşırttı.
Bütün yorgunluğumuz geçmiş olarak çadırlara döndük.
Bu gece 2. nöbet benim. İlk 2. nöbetle son 2. nöbetleri hiç sevmiyorum. Onlar bana 2 saat gibi geliyor. Yat borusunda yattım ama uyumadım. Aklım geçtiğimiz günlerdeki geziye takıldı. Burdur'da yanımıza gelen bir genç, Burdurlu bir öğrenci şairden söz etmişti. İşte öğrenci şairler, hem yazıyorlar hem de kalkıp okuyorlar. Selâhattin Ertürk, yazdıklarını okumak için nerdeyse can atıyor. Erzurum'lu olduğunu da övünerek söylüyor. Burdurlu'nun yaptığı gibi gezdiğim yöreleri anlatan şiirleri ben de yazabilirim, Örneğin, Burdur, Isparta, Akşehir, Karaman, Konya, Ereğli, İvriz, Niğde, Kayseri, Uluborlu, Kerçiborlu, Pazarören. Daha bir çok yerler vardı! derken nöbete kalktım. Nöbette de, Eskişehir, Kütahya, Afyonkarahisar'ı anımsadım. Tamı tamına 15 yer, 15 şiir. Bunları düşlerken nöbetim çabucacık bitti. İlginçtir kendi kendime kızdım:
-Lüleburgaz, Babaeski, Kırklareli, Edirne, Çorlu, Tekirdağ neden aklıma gelmiyor, oralar daha iyi bildiğim yerler değil mi? Ankara 'yı saymıyorum, orası için salt şiir değil şarkılar, marşlar bestelenmiş. Örneğin, Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak. . . . . Ankara Ankara güzel Ankara-Senden yardım umar her düşen dara. . . . . . Şarkının devamını bulamıyorum. Harun Özçelik çok tertipli arkadaşımızdır, olsa olsa onda vardır, deyip yanına gidiyorum. Harun korku içinde bana yavaşça:
-Duymasınlar, bütün marşlar Hidayet Öğretmende. Nasıl alacağımı soruyorum. Harun çalmamı söylüyor. Önce şaşırıyorum; Harun, Hidayet Öğretmenin eşyasına dokundurmaz, neden böyle dedi? diye düşünürken kalk borusu çaldı, rüya görmüşüm. Bu kez de kalk borusu çalmasaydı ne yapacaktım acaba? diye düşünmeye başladım. Rüya nasıl bir olay? Çadırın içinde yatarken Ankara'ya ya da Edirne'ye gidiyorsun. Edirne köprülerinde dolaşırken yattığın yerde bir tıkırtı seni o anda yatağına getiriyor.
8 Haziran 1944 Perşembe
Zafer Üstteğmen düdük kayışını sallayarak sinirli bir görüntü içinde bekliyor. Evvelki gün kendini ne çok sevmiştik. O mu değişti? Yoksa Murat Bahar Üstteğmen değişik bir etki bırakınca biz mi farklı görüyoruz? Tiii sesiyle bireysel hareketler yapıyoruz. Çok serbest olmamıza karşın kendim hiç bir hareket edemiyorum. Gözlerim yakınımdakilerde. Az ilerimde Emrullah Öztürk terledi; eğilip kalkarken başını sağa, sola, öne arkaya, döndürdü, Ayaklarını ileri geri, sağa, yana, sol yana attı. Üstteğmen, Emrullah'a :
-Şimdi de kolları! deyip yürüdü. Beni görüp görmediğini düşünmedim, "Neden bedenimi kullanamıyorum? Bunu, piyano çalışmama bağlamaya çalıştım ama olumsuz düşündüğüme kendim de katılmadım. Üstteğmen, hepimizi birer birer gözetlerip eleştiriyor. Sıra bana gelmeden hareketleri durdurdu. Bize duyuruda bulundu:
-Sizin öğretmeniniz, benim de çok değerli komutanım Kurmay Binbaşı Nuri Teoman sizinle görüşmek üzere bugün gelecek, Saatini bilmiyorum ama muhtemelen serbest saatinizi seçer. Komutanım görev konusunda çok titizdir. Araya Nuri Teoman tanışlığı da girince Zafer Üstteğmen gene Muzaffer Yiğit üstteğmen oldu. Takım çavuşumuz da çok çalışkan, anlayışlı bir genç. Orta okulda okumuş, Uzunköprülü. Bizim Kepirliler hemen Mehmet Başaran'ı kutladılar:
-Yabancı gibi durma, belki aynı sınıfta okumuşsunuzdur. Mehmet Başaran geçmişi ile ilgili bir bilgi vermez, o herkesi öğrenirken kendi geçmişini bir giz olarak korur. Ben, çok denemelerden sonra Mehmet Başaran'la ciddi ilişkimi kestim. Bölümlerimiz ayrı, o Tarla-Bahçe öğrenimi yapıyor. Oysa Kepirtepe bahçelerine ilk yıllarda dikilen binlerce fidan arasında onun bir payı yoktur. Öteki işlerde de öyle. Kendini lüx yakıcı olarak tanıtır ama lüx yakmasını bilmez. Bir ayağı da revirdedir. Bir adı da Ciğercidir. Şiir yazdığı söylenir. Yazıp yazmaması beni ilgilendirmez. Hodri meydan, işte tüm Ankara üniversite gençleri, Şiir, şarkı, oyun ya da elinden gelen gösterileri ortaya döküp eğlenmek istiyor. Haftaya genel bir eğlence kurgulanıyor.
Müzik çalışıp millî oyunları öğrenirken Yusuf Asıl'la bana karşı olanlar şimdi ne yapacaklar acaba? Bir kenara çekilip, içlerinden kendileriyle hesaplaşacaklar mı? Şiir okumada, başkasının şiiri okunacak olursa kalkıp bıktırasıya okuyacağım. Kepirtepe'de Türkçe dersimize Trakya Genel Müfettişi Abidin Özmen geldiğinde şiir sevdiğini söyleyince Sabahat Öğretmen hemen Mehmet Başaran'ı kaldırmıştı. Başaran başlarken daha adam yüzünü ekşitti:
-Yahya Kemal'in şiirlerini okumaz mısınız? diye sorunca ben kalkıp Mahurdan Gazel'i okuduğumda Genel Vali "Memnun ve müstefit oldum!” deyip ayrılıktan sonra öğretmen bana kendisinden habersiz kalktığımı bahane ederek küsmesi bir yana arkadaşlardan bazılarının:
-Şiir yazan varken şiir yazmadığın halde kalkıp şiir okuman doğru değil! demeleri üzerine ben de sormuştum, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal Beyatlı, Behçet Kemal Çağlar, hadi onları da geçelim, Namık Kemal, Tevfik Fikret; Mehmet Akif daha binlerce şairin şiirlerini hep başkaları okuyor. Okul kitaplarını da mı görmüyorsunuz "Kitapsızlar!" diye paylamıştım. O Kitapsızların kimisi buraya da geldi. Haftaya akordiyonu alıp geldiğimde Millî oyunlara bunlardan bazılarını kaldırmaya zorlayacağım. Özellikle önüne gidip oyuna kaldırıncaya dek önlerinde çalacağım. Kararımı uygulayabilirsem önce Atatürk'ün de sevip oynadığı Harmandalı'yı, sonra Kepirtepe'de sonra da Hasanoğlan'a gidince orada bizi oyunlara, elimizden tutup sokan Hidayet Gülen Öğretmenin sevdiği Sarı Zeybek'le Rıza Tevfik zeykbeklerini çalacağım. Kalkmazlarsa Konyalıdan bizim Trakyalıların "Ana mari ana!" dedikleri Çeribaşına çevireceğim. Başta Mehmet Başaran olmak üzere, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan, Emrullah Öztürk, İbrahim Ertur'u aklıma taktım. Sami Akıncı, Salih Baydemir ile Mustafa Saatçı da var ama onlar, kendi alanlarında başarılı olduklarından üstlerine varmak istemiyorum. Hemşerim Kadir Pekgöz'e zaman zaman bundan söz edince, nasıl bir mantıksa bana:
-Hemşerim, nasıl olsa bu oyunları bilenlerden biri benim gittiğim yere gelecektir, onlar öğretir. Gülüyorum ama susmuyorum:
-Sen Güzel Sanatlar Bölümünü bitireceksin, eline verilecek müfredat proğramında bunları, tıpkı şarkılar, türküler marşlar gibi öğretmen emrediliyor.
İsmet İnönü bugün gitmedi, onun gittiği Söğütözü'ne dek yürüdük. Söğütözü deniyor ama iki küme, bildiğimiz söğüt ağacı ile iki kulûbemsi evcik var. Dağılıp, çevreyi göreceğimizi sanıyorduk. Önce durduk. "Rahat, dağılın! komutları beklerken "Geriye dön, uygun adım!" komutu çıktı. Zaman zaman olduğu gibi fısıltı yayıldı:
-İnönü olmadığı için durmadığımız söylendi. Hava oldukça sıcak, ilk kez sırtımda ıslaklık duydum. Yemeğe ucu ucuna yetiştik.
Yemekten sonra tanker sırasında ayrı grupta bulunuğumuz arkadaşım Yusuf Demirçin'le konuşurken, oynadığı oyunlardan, şimdi de uzun kıvrım kıvrım saçlarından tanıdığımız Nuri Altınok yanımızdan geçti. Yusuf'a selâm verdi. Önünde gidene de "Ragıp!" diye seslendi. O da Konservatuvardaymış, Yusuf tanıyormuş:
-Yanlışlıklar Komedisi'ndeki uşaklardan biri! dedi. Yusuf konuşurken birden bire içimden kıskançlık geçti: O tanıyor, bense onların yabancılarıyım. Sonra da sözümü geri aldım:
-Ünlü kişileri tanımak iyi belki ama onlarla konuşmak kolay olmasa gerek. Muazzez'i anımsadım; o da bunlar kadar ünlü, karşılaşsam ne konuşabilirim? Bir olayı anımsadım; Faik Canselen Öğretmeni bir piyanolu odada beklerken bir bayan geldi, Beni beklemiyordu, kapıyı açtığında bir şarkı mırıldanıyordu. Beni görünce şaşırdı, özür diledi, bir melodiye takıldım, lütfen izin veriniz, uzun sürmez, (parmağıyla işret ederek, bir dakika!) dedi. Ben, kendi değerlendirmeme göre aval aval bir süre baktıktan sonra :
-Estağfurullah, ben öğretmeni bekliyorum! dedim. O:
-Biliyorum, öğretmen gelinceye dek sürmez! deyip piyanoya oturdu. Bir melodi dediği de Johannes Brahms'tan bir sonatmış. O çalarken Faik Öğretmen geldi, ayaklarının burnuna basa basa girdi. Bayan piyanodan kalkınca Faik Öğretmen alkışlayıp övücü sözler söyledi. Bayan bana dönüp izin verdiğimi nazikliğime bağladı teşekkür etti. Hiç bir karşılık veremedim. Faik Öğretmen bayanı tanıttı: Genç yetenekli piyanistlerimizden Bedia Dölener! Sonraları da karşılaşınca uzun zaman o bana gülümseyerek selâm verdi. Ben de kazık gibi kasılarak "Günaydın!" diyebildim.
Eğitim borusu çalınca yerlerimizi aldık. Umduğumuzun olmayacağını anladık. Binbaşı Nuri Teoman herhalde serbest zamanda gelecek.
Şerif Çavuş bizim grubu bir süre uygun adımla yürüttü. Verdiği komutlar sık sık yön değiştirince kuşkulandık, sanki bir yer arıyor gibiydi. Haklıymışız dümdüz bir yerde durdu. İkişerli yürüyüş duruşundayken sağın kolun sağa, sol kolun sola dönüş komutu verdi. Yüz yüze gelince hepimizi bir gülme tuttu. "Vay, benimki de şans mı? Çıka çıka sen çıktın karşıma! El ele tutuştuk, birbirimizi çektik, sırt sırta dönüp bir birimizi kaldırdık. Şerif Çavuş çevresini dikkatle izledi, biz de olabildiğince rahat tartaklaştık. Selâm yürüyüşü, teker teker, ikişer ikişer, dörtlü, sonunda da takımca tören selâmları aldık.
Sıra selâm komutlarına geldi:
-Sağa bak, selâm dur! ya da:
-Sola bak, selâm dur! komutlarını Şerif Çavuşa bir türlü beğendiremedik. Arkadaşlar olayı küçümseyip gülerken ben gene kendi deneylerime ya da gözlemlerime daldım. Bayrak törenlerinde ben akordiyonla ses verip "Başla!" komutunu beklerdim. Tüm dikkatim ayakta olduğu için, sesler ya da sözler gözümden kaçmazdı. Kimi öğretmenlerin öyle bir dikkat deyişi oluyordu ki, törenden sonra bir süre gülüyor ya da acıyordum. Bayan öğretmenleri hoş görüyordum ama erkekleri doğrusu küçümsüyordum. Şimdi de benzerlerini gördüm; konuştuğu sesi değiştirip bilerek komiklik yapıyormuş gibi garip bir ses çıkarıyorlar.
Uygun adımlarla kampa döndük. Rahata geçer geçmez Nuri Teoman Binbaşı'nın geldiği haberi dolaştı. Nerede toplanıyoruz? Bizim telaşımızı gören öteki okullardan arkadaşlar, örneğin en yakınlık duyduğumuz Siyasal Bilgiler, (Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç'un oraya derse gittiğini biliyoruz) Hukuk Fakültesi öğrencileri, askerlik dersleri öğretmenimize gösterdiğimiz ilgiye şaşıyorlar. Arkadaşım İbrahim Ertur'un hemşerisi bana sordu:
-Sizde Askerlik dersleri başka mıdır kuzum, neden bu kadar seviyorsunuz? Ben bizimkinin adını bile bilmiyorum. Doğru bir soru olduğuna inandım ise de son sözlerinden neredeyse ürktüm. Sizinki bizimki yok, Askerlik bilgisi için gelen kimse gereksinimimiz olan bilgileri verirse neden sevmeyelim? Yankı vermedim, daha doğrusu yanıt vermeye gerek görmedim, sözü saptırarak, İbrahim Ertur'un şimdi üstteğmen olan ağabeyini nasıl tanıdığımı, bir daha hiç görüşmememize karşın birbirimizi unutmadığımızı anlattım. Ona da çarpıcı bir karşılık aldım:
-Sen Asteğmen olduğunda o yüzbaşı olacak. Bölüğüne düşersen çizmelerini sana sildirir. Yüzüne baktım, ciddi. Babası yargıçmış, onun da gözü kaymakamlıktaymış. Hukuk Fakültesinde olduğunu söyledim, hukukçular da yolunu bulursa kaymakam olurmuş. Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf romanındaki kaymakamı anımsadım. Demek böyleleri var ki kitaplara yazıyorlar (!). Serbest saatte bize yemekhanenin çıkışındaki sette toplanmamız söylendi. Oradan geçiyorduk ama dikkat etmemiştik; gerçekten derslik gibi bir yer. Binbaşı Nuri Teoman gelir gelmez o yerden söz etti. Daha önce kendisi de bu kampta çalışmış, derslerini burada yapmış. Bu, burada son konuşması olacakmış, bir tesadüf olarak bizimle de son konuşması burada oluyormuş. Kamp komutanı iyi arkadaşıymış, bir sorunumuz varsa iletebilecekmiş. Güzel övütler verdi, askerliğin evrensel bir meslek olmadığını, ancak evrensel ekonomik düzenin askerliğe de bir evrensellik kazandırdığını anlattı. Bizim mesleğimizin de böyle bir evrensel düzene sokulması gerektiğine inandığını söyledi. Bunu da sizler yapacaksınız, buna inanarak sizlerden ayrılıyorum ama kulaklarım başarılarınızı izleyecek! deyip ayrıldı. Az sonra Komutan Albay Şükrü Kızıltuğ ile birlikte kamptan çıktılar. Kamp yeri çok açık bir alan olduğundan herkes çevresinde olanları görüyor. Bizim toplantı ötekilerin ilgisini çekmiş, tanıdık tanımadık, herkes soruyor:
-Ne oldu? O Binbaşı ne konuştu sizinle? Söz birliği edilmiş gibi:
-Başka göreve atandığı için vedâ etti! dedik. Kendi okullarında böyle bir vedâ yapılmadığını söyleyenler oldu, onlara da:
-Askerlik Öğretmenimiz bizim çalışmalarımızdan çok memnun kaldığı için yapmış olabilir! dedik. Çoğu bir anlam veremedi, bir bölümü de "Çık, çık, çık!" çekerek kuşkulu pozlar takındı.
Yabancılardan geçtik, bizim arkadaşlardan bazıları da bu görüşmenin düpedüz bazı arkadaşları "mimletmek için!" yapıldığı savını öne sürdü. Bu savı öne sürenlere içlerinde benim de bulunduğum bir grup ağır sözlerle karşı durduk. Bu denli duyarlı konuşan bir kurmay binbaşının öyle onursuzluk yapacağını düşünmenin doğrudan doğruya bozguncu düşünceye dayandığını, bunu Binbaşının yaptığından kuşkulananların, bu tür işleri, kendilerinin yapmış olacağını öne sürdük. Oldukça gergin bir hava yaratıldı.
Akşam dersinde geçen akşam sözü edilen Fen Fakülteli biri geldi. Genel bilgilerden sonra bazı benzetmeler yaparak yıldız kümeleri gösterdi, 12 olarak söylenen burçların tamamının her zaman 12 olarak görülmediğini, "Gördüm!" diyenlerin ya yalan ya da yanlış söylediğini anlattı. Ayrıca, Artık Yıl hesaplarına göre Burç kümelerinin yer değiştirdiğini, ancak bu değişiklikler biz insanların ömürlerinden daha uzun zamanda olduğundan insanların bunun ayırdına varamadığını anlattı. Özet olarak “bin yıl yaşayan bir insanın burcu, günümüz anlayışından farklı olur!” dedi. Devamla:
-“Burçlar, çok eskilere dayanan bir inannçtır. Onları varsayan insanlar dünyanın dönüşünden bile habersizdi. Yıldızların yer değiştirmesini, gökyüzünü bir tepsi varsayıp, dünya üstünde durduğunu sanıyorlardı. Güneş sistemi dediğimiz günümüz anlayışı, Kepler-Kopernik-Galilei- yani 16-17 yy'larda benimsendi, oysa burç olayları, Sümer, Hitit; Mısır, Yunan, Roma çağlarında (İ.Ö. 1000-İ.S. 17. yy.) geçerliydi. Burca bağlanan insan olgusundaki öne sürülen farklılıkların bilimsel bir yanı olup olmadığı araştırılmakta ancak bunun bireysellikle bir ilgisi varsa bunun yer yüzünde aranması gerektiği, örneğin günlerin uzunluğu- kısalığı, iklimin, soğuk, sıcak, ılıman oluşu, dünya, ay, güneş hatta gezegenlerin etkileşim durumundan olabilecği düşünülmelidir. Psikoloji bilimi ise burç olayı ile insan ilişkisini tümden reddetmektedir. Belli bir burç alanında doğanların yaşam sürecindeki benzerlikler ya da ayrılıklar arasındaki ölçümler, bir başka burç grubundan farklı değildir. Belli bir deney sürecinde sözgelimi Aslan burcunda doğanların topladığı olumlu puvanı, bir süre sonra yengeç burcu alabilmektedir.” İklimlerin, toplumsal düzenlerin farklılıkları da burç olgusunu geçmişin halk belleğinde sürüp gelen bilinmeyenleri kolaycı yoldan geçiştirme alışkanlığının sürmesi olarak nitelendirdi.
Şimdiye dek hiç ilgilenmediğim burç olayının bu denli eski, bu denli üstünde durulması ilgimi çekti. Önce burçların adlarını yazdım:
-Aslan, Boğa, Koç, İkizer, Yengeç, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık. Sonra da sıraladım.
1- Koç- 21 Mart- 20 Nisan2-Boğa- 21 Nisan- 20 Mayıs3-İkizler- 21 Mayıs- 21 Haziran4-Yengeç- 22 Haziran- 22 Temmuz5-Aslan- 23 Temmuz- 22 Ağustos6-Başak- 23 Ağustos- 22 Eylül7-Terazi- 23 Eylül- 23 Ekim8-Akrep- 24 Ekim- 22 Kasım9-Yay- 23 Kasım- 21 Aralık10-Oğlak- 22 Aralık- 20 Ocak11-Kova- 21 Ocak- 18 Şubat12-Balık- 19 Şubat- 20 Mart
. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tam bilmiyorum ama galiba Akrep burcundayım. Mudanya anlaşmasından sonra Yunan askerlerinin Trakya'dan çekildiği günlerde doğmuşum. Kırklareli'nin Yunan askerinden kurtulması 10 Kasım günüdür. Atatürk'ün vefatına rastladığı için sonradan Kırklareli kurtuluşu 9 Kasıma değiştirilmiştir. Benim doğumum böylesi bir ölüm kalım dönemine rastlar. Gün olarak saptanmadığından sonraki zamanlarda geçmiş olaylar anımsanarak belli bir sürece yamanmıştır. Sanırım bu süreç, akrep burcuyla örtüşmektedir.
9 Haziran 1944 Cuma
Cuma günlerinde Komutan Albay Şükrü Kızıltuğ'un tüm birlikleri inceden inceye denetlediğini, bireysel eksiklerin hafta tatilinden yararlanarak tamamlanmasını emrettiği daha önce söylenmişti. Giysilerdeki sökük, düğmelerde eksikliklerden saçların 3 numara kesilişine dek gerektiğinde kişilerin önünde durup uyardığı, pazartesi sabahı da söylenenlerin yapılıp yapılmadığını bizzat kendisinin denetlediği anlatılmıştı. Bunu bildiğimiz için teftişe olabildiğince derli toplu çıktık. Birlikler yerlerini aldı. Komutan teftişini bildiren boru çaldı. Komutan yanında binbaşı ile bir yüzbaşı olmak üzere, hazırol durumda bekleyen Talim Taburu'nun bir ucundan sonuna dek gözden geçirdi. Gerçekten paçaları kirli, postalları çamurlu, pantolonu başka ceketi başka renk olanları uyardı. Dikkat çekildi, komutana Hazırol olarak bakıldı, komutan ayrıldı. Bu kez Binbaşı Enver Başol için dikkat çekildi. Binbaşının çok gür bir sesi var. Biraz da kasılarak konuştu:
-Komutanım sizi baba şefkatiyle uyardı "Sana söylüyorum kızım , sen anla gelinim! darb- ı meseli ile birşeyler anlattı. Umarım kıza söylenenlerden gelinler, kendilerine düşen payı alırlar. Bu uyarılardan sonra yarın Ankara içine çıkmanız için bir koşul söylenmemiştir. Sanmayın Komutanım bunu unuttu, unutmadı bu görevi bana verdi. Yarın burada çıkış kontrolu yapılırken, koşullara uymayanların izinleri iptal edilecektir. Özellikle uzun saçlılar, saçlarını 3 numara kestirmeden, izinli çıkamayacaktır.
Binbaşının konuşmsından sonra cemselerle getirilen hafif-ağır makineli tüfekleri tanıdık. Üsteğmen, kalkandan kılıçtan başlarıp tanklara, zırhlı otolara dek silahların gelişmesini anlattı. Ders sonunda Üstteğmen, ortalığa dağıttığımız silah parçalarını toplamaya yardım etmemizi istedi. Yemeğe azıcık geç gittik. Bir de ne görelim, bizim masadaki ekmekler eksilmiş. Mutfak nöbetçileri de şaşırdı "Eksik konmuş besbelli!" dendi, eksikler tamamlandı. Ancak içimizde bazılarımızın içine bir kuşku düştü. Son iki gündür bir ya da iki ekmek eksik oluyormuş. Ancak, kendi arkadaşlarımızın üstüne gölge düşürüleceği kaygısıyla belli edilmiyormuş. Yarının izin sevinci ekmek işini çabuk geçiştirdi.
Saat 13:00 töreninden sonra hemen bırakılmasak bile konser saatine yetişiriz! Bizim bölümdekilerin gönlünden geçen bu. Ancak ben, bu kez gelirken biraz tirit giysiler almıştım, onlarla konsere gitmem. Bu kez daha usturuplu giyinmek isiyorum. Ancak o giysileri nerede koruyacağım? Arkadaşım Yusuf Demirçin, Çankırı caddesinde akrabası olduğunu, oraya birlikte gidebileceğimizi söyledi. Sevinçten uçayazdım, Yusuf'a sarıldım. Arkadaşlar halâ ekmeklerin eksildiğini konuşuyordu.
Bazı önerilerde bulundum. Bunları benden önce başkaları da önermiş ama 2. sınıflar sakıncalı bulmuşlar. Onlara göre bunu yapanlar bizim adımızı haklı-haksız komutanlığa yansıtmakmış.
Anlamadım ama anlamış gibi sustum.
Bu gece de nöbetim yok, yatar yatmaz, gezi gibi kampı da hayırlısıyle bitirmek üzere olduğumuza sevindim. Muazzez'i anımsadım ama üstünde durmamak için direndim. Rolü bulunan operalarda görmenin vereceği mutluluğu yaşar gibi oldum.
İstemeyerek Isparta'yı sonra da Burdur'u anımsadım. İkisini birbirine Muazzez bağlıyor. Oysa daha sonra Kayseri'yi, onunla birlikte koca bir tarihle Erciyes dağını, iyi insanlar, Sabiha-Ömer çiftini gördükten sonra okuluma dönmenin mutluluğunu yaşadım.
10 Haziran 1944 Cumartesi
Kalk borusu çalarken de bir rüya içindeydim ama uyanınca hiç iz kalmamış olarak ayaklandım. Bugün herkeste bir canlılık, Salih Baydemir gülüyor:
-Ankara'da oturanlar evlerine, sevgililerine kavuşacakları için seviniyor, bizim gibi Hasanoğlan köyüne gidecekler neden seviniyor? Arkadaşlar Salih'e:
-Gitme kal! dediler. Salih Baydemir sordu:
-Nasıl da anladınız dediğimi (?) Ben de gidiyorum ama, buraya gene döneceğimi düşünerek gidiyorum. Yüzümde bir sevinç belirtisi var mı?
Sabah hareketleri daha canlı oldu. Salih Baydemir'e bakanlar işaret ettiler:
-Seni yalancı seni!
Kahvaltıya girerken tüm gözler bizim masalarda. Hukukçular da duymuş, onlarla arka arkaya oturuyoruz. Ancak, onların masaları bizimkilerin tersine geçiş yoluna kapalı. Onların masalarının yanından kimse geçmiyor, Hukukçular bizim olayı, kendilerininmiş gibi titizlikle ele alıp tartışmışlar, yol gibi kullanılan bizim aradan geçenlerin elini uzatıp durmadan yürütüldüğü sonucuna bağlamışlar. İlgilerine teşekkür ettik ama alan kişi, fazla ekmeği kendi arkadaşları önünde nasıl yiyor? Böylece bu hırsızlık işini tek kişi değil kişilerce yapıldığı kanısı öne çıkıyor. Hukukçuların akıl yürütmesini Sami Akıncı:
- Liselerde mantık dersi bunun için okutuluyor. Mantık dersi, insanlara doğru düşünmeyi öğrenmede yol gösterici olur. Şimdilerde mantık okumasalar da ana dersleri olan hukuk zaten muhakeme etme dersidir!
Bu sabah sporunu daha canlı yaptık. Hüseyin Atmaca ekmek olayını Üstteğmene söylemiş. Üstteğmen önce sinirlenerek:
-İşte bu olamaz! Sizler çocuk ya da cahil asker değil Ünivesite öğrencisiniz; bu nasıl olur? diye sorup, az düşündükten sonra "Haftaya nöbetçi verelim!" demiş.
Eğitim borusu çalınca daha hareketli, istekli canlı bir şekilde toplandık. Şerif Çavuş yürüyüşleri anlattı, yapacağımızın uzun yürüyüş olduğunu anımsattıktan sonra bir kaç kez "Rahat!, Hazırol!" diye tekrarlatarak bir yön söyledi:
-Tosun oturtan! Bir yükseltinin adıymış. Üstünde yürüdüğümüz yol, inişli çıkışlı olduğu gibi sağa- sola da mekik dokur gibi kıvrımlar yapıyor. Tosun oturtan sırtına varmadan döndük. Sırt yakın gibi görünüyor ama oldukça uzakmış. Dönüşte bir ara serbest yürüyüş yaptık. Tosun oturtan sözünü sözde yanlış algılandığı öne sürülerek:
-Tosun osurtan! yaptılar. Söz kampa dönene dek sürdü. Biz alana girerken Tören borusu çaldı.
Tosun mosun sözleri kesildi, törende saç olayı nasıl tatlıya bağlanacak? Konservatuvar grubunun (on kişiler) katıldığı birlik yan tarafımızda durdu. Takımların kimileri bir kaç yer değiştirdikten sonra Tören borusu çaldı, "Tİ!" sesiyle marş söylendi. Rahat veririp, kamptan çıkış, giriş koşullarıyla saatler söylendi. Dikkat çekilerek tek sıra olundu. İkinci bir dikkatle:
-Gözler "ORTANOKTA'da, kasketler elde olacak!" dendi. Büyük bir halka oluşturduğundan sessizce bir süre bekledik. Binbaşı Enver Başol'la Yüzbaşı Celal Çelik önümüzden geçti. Aralıklı olarak dört beş kişinin başlarını eğdirip kestiler. Uzağımızda ama Nuri Altınok'u görüyoruz, Binbaşı Enver Başol'un önüne gitti. Bir duraklama oldu. Nuri Altınok konuştu, ardından Binbaşı birşeyler söyledi. Yüzbaşı Celâl Çelik, Nuri Altınok'un başına kasketini koydu. Nuri Altınok kasketi çıkarıp kolunun altına sıkıştırdı.
Yemek borusu çalınca alanda bir kaynaşma oldu. Gittiğimizde yemekhanenin yarı yarıya boş olduğunu gördük. Saç kesme olayını yakından izleyenlerden dinledik.
Binbaşı Nuri Altınok'a, emirleri neden dinlemediğini sormuş. O da tiyatroda oynadığını, benzer iki arkadaş olarak rol paylaştıklarını, akşam sahneye çıkacağını anlatmış. Binbaşı sinirlenip başını eğmesini isteyince Nuri Altınok:
-İstemediğim bir olay için bana baş eğdiremezsin, keseceksen erişebildiğin yerden kes; ancak akşam bu kesik saçla sahneye çıkınca izleyicilere sizin adınızı verdikten sonra rolümü böylece oynayacağım! demiş.
Yemekten çıkınca Abullah Ön'le Hüseyin Atmaca Muzaffer Yiğit Üstteğmene benim akordiyonu burada bırakmam için izin istediler. Üstteğmen memnun olduğunu, gerekirse çadırında olduğu gibi korunacağını söyledi. Sevinerek, Karabiberler Çiftliğini 24 saatliğine terkettik. Hafta içinde erken çıkıp konsere gitmeyi sayıklıyorduk. Ulus'a indiğimizde saat 16:00 olmuştu. Bir süre Gençlik Parkında oturduk. Kırıkkale banliyosuna atlayıp Hasanoğlan'a döndük. Öztekin Öğretmen Gemlik'e gitmiş. Gemlik'te sözlüsü varmış, hemen evlenme yakıştırması yapıldıktan sonra gelecek ders yılında bizi bu yılki gibi çok sıkıştırmayacağı, bu yılki titizliğinin bekârlığından ileri geldiği öne sürüldü.
Erkenden yatanlar olduğu gibi uzun süre konuşmayı sürdürenler de oldu. Nuri Altınok için Hasan Ali Yücel'in araya gireceğini söyleyen oldu. Bunu duyunca biraz uzaktan da olsa Binbaşı ya da askerleri savundum. Onlara Hasan Ali Yücel ne yapabilir ki? Onlar Milli Savunma Bakanlığının kurallarını uyguluyor. Bir de örnek verdim :
-Lüleburgaz'a geldiğinde, bizim marangozluk işlerimizin Lüleburgaz içindeki bir ilkokul bahçesinde yaptığımızı görünce neden burada çalıştığımızı sormuştu. Biz de okul yapılan yerde elektrik olmadığını, makinelerimizin elektrikle çalıştığını söyledik. Belediye Başkanı da Bakanın yanındaydı. Hasan Ali Yücel, yanımızda Belediye başkanından (Yalvarımsı bir tavırla) okul yapılan yere elektrik bağlanmasını rica detti. Başkan:
- Estağfurullah bakanım, onu olmuş bilin! demesine karşın yaptırmadı. Bu olayı dinleyenlerden bazıları Belediye başkanını haklı buldu. Çünkü Belediye Başkanının bağlı bulunduğu bir içişleri bakanlığı var. O bakanlık onaylamadan belediye başkanı kendiliğinden yaparsa suçlu duruma düşer. Hükümet, başbakanla ona yardım etmek için işleri bölüşmüş bakanlardan oluşur, Bakanların sorumluluk alanları sınırlıdır. Hiç bir bakan görev alanının dışına çıkmaz. Çıkarsa buyurduğu iş yerine getirilmez. Böyle bir durumda direnen bakan sonunda görevinden olur. Uzun sözün kısası, bunu özet olarak söyleyelim:
-Konservatuvar öğrencisi Nuri Altınok ya da bu gecelik Sıracusalı Antıpholus, (Yanlışlıklar Komedisi'indeki rolü. İlginç bir sahne; SIRACUSALI ANTIPHOLUS'un yanında-Rol arkadaşı-uşağı SIRACUSALI DROMİO -Ragıp Haykır da-bulunmaktadır) bununla kurtarırsa öpsün de başına koysun. Hasan Ali Yücel'i de her sorunu çözer! diye düşünen bizlere de bu bir ders olsun. Görev ne ise onu yapmak bir dürüstlüktür. Bin kişi olduğumuz söyleniyor, dokuzyüzdoksandokuzunun saçı kesilirken o neden istisna olsun? Burada önemli olan görev bilinci. . . . .
Gözlerimi kaparken kendimi yokladım, doğru mu düşünüyorum? Nuri Altınok'un yaptığı da bir görev bilinci sonucu değil mi? Hem de daniskası. Gel de şimdi ayıkla pirincin taşını!. . . . . .
11 Haziran 1944 Pazar
Halil Dere her zaman beni uyandırır. Bu kez de onu ben uyandırdım. Kalkmak istemedi. "Bırakın biraz daha uyuyayım!" Banyo yapacağız!
-Banyo yapmasam olmaz mı? diye sordu. Benden önce Hasan Özden yanıtladı:
-Olmaz, sonra kızlar pis çocuk! derler. Halil Dere, "Pis" sözüne tepki gösterdi:
-Ne bu sabah sabah? Şunu bari “temiz olmayan diyemez miydin!”Hasan Özden bu kez de:
-Hadi hadi söyletme beni, koca bir hafta yerlerde yuvarlandık, hadi kalk! Söylerim sonra herife!
Halil Dere, herif sözünü anlamazdan geldi:
-Kim kime! Hemen düzeltenler oldu:
-Herif değil Şerif, Şerif Atlı! Halil Dere kalktı, çok önemseyerek sordu:
-Yahu, o adam nasıl cesaret edip kullanıyor o soyadını? Hepimiz şaşırdık; “Ne var soyadında? Atlı, ne güzel!” Halil Dere sinirlenerek:
-Onu demiyorum yahu, Albay, Kamp Komutanı, Şükrü KIZILTUĞ! İnsanlar kırmızı kravat takmaktan çekiniyor, onun bunlardan haberi yok mu? Gülenler oldu. “Yok besbelli, sen uyarırsan sevinir!”
Kahvaltıda da bu konuşuldu, bununla da kalmadı, Hasanoğlan'a (Banyoya) gidinceye dek de sürdü. . . .
Kızıltuğ! Sence ya da bence diyerek değerlendirenler oldu. Kızıl sözünün Türkçede çok değişik yerlere ya da nesnelere sıfat olduğu tekrarlandı. Örneğin Kızılcık ağacı. Cık küçültme eki kaldırılınca kalan kızıl, bir renk adıdır. Kızılağaç ise düpedüz yurdumuzda yetişen bir ağaç türüdür. Ziya Gökalp'ın eseri Kızıl Elma bir kitaptır ama aynı zamanda bir destandır: Türklerin, dünya üstünde varmak istedikleri bir ülkü, varılması istenen tanrısal kenttir. Ayrıca gök yüzünde bir de kızıl yıldız vardır. Buna Kervankıran yıldızı da denir. Ayrıca günlük konuşmlarda çok değişik biçimlerde kullanılır:
-Üstü başı kızıl kan olmuş, Kan kırmızı karpuz! Hepsi bir yana Anadolu yarımadasını kaplayan en büyük nehrimiz Kızılırmak var. Bir kentimiz Kızılcahamam, sınırlarımız dışında olsa da Arabistan ya da Asya ile Afrika'yı ayıran Kızıl Deniz var. Kızılırmak herkesi şaşırttı. Bak, bak, bak. . . . .
Banyodan dönünce, salona gittim, tüm arkadaşlar kemanlara sarılmış, Hüseyin Çakar da piyanoda. Hanonu alıp (Etüt Çalışmaları) alt odaya indim. Bir iki sinirli tavırdan sonra toparlandım. 20 gündür bırakmış durumdayım deyip teselli bulmaya çalıştım. Ama aklımdan hemen daha 20 gün ayrı kalacağım geçince kalkıp yukarıya çıktım; herkes yemeğe gitmiş. Yemekte, kamptaki ekmek olayı konuşuluyor. Sorulan:
-Neden ekmek? Ekrem Bilgin kestirmeden tanı koydu:
-Çok doğal adam masanın yanından geçerken elini uzatıp alıyor. Başka ne alsın? Yemeği tabakla götürecek hali yok. Bence bunu her zaman aynı kişi yapmıyor. Onlar kendi aralarında bunu konuşup bizi sinirlendirmek için yapıyorlar. Hepimizin aklına yattı. Başladık çare aramaya. Nöbetçi bir çare değil. Nöbetçi varken alır mı? Bunun bir suç sayılacağını onlar biliyor. Kısacası bizi tedirgin etmek için kendilerince bir oyun bulmuşlar. İşi böyle anlayınca daha derinliğine öfkelendik; bu bir kedi-fare oyunu. Bunu kesinlikle Dil, Tarih-Coğrafya bölümündekiler yapıyordur. Olasılık hemen yayıldı. Arkasından sıkı sıkı tembihatlar yapıldı. Sorun çözülmüş, suçlu yakalanmış gibi (!)
Önümüzdeki en önemli sorun saat 19:00’da kampa ulaşmak. İlgilenenler var, durak âmirimiz Şef Selim, yük katarlarına paylaştırıp bizi Ankara ya da Ankara yakınlarındaki istasyonlara gönderecek!
Yusuf Demirçin arkadaşla anlaştık, akordiyonla paketler ellerimizde durağa indik. İner inmez bir telaş içinde Selim Şef bizi duraklayan bir yük trenine bindirdi. Bindik ama nerede ineceğiz?
İşçi kılıklı kimseler bize bilgi veremedi, ancak bu tren Ankara İstasyonuna gitmez; daha doğrusu oraya sokulmaz. Ben fena bozuldum ama sustum. İçimden içimden de Yusuf'a kızdım. Yusuf bunun ayırdında değil, bana durak tarif ediyor, o durağın bir ötesindeki duraktan müşteri taşıyan arabalar var, oradan kampa bugün gidecekler çok olacağı için beklemeden gidersin! Sonunda Yusuf'a sordum:
-Neden birlikte gitmiyoruz? Yusuf anlattı: Saime Kadın’da bundan inince sen banliyoya binecek Büyük Garda ineceksin, ben otobüsle Akköprü'ye, sen de İstasyon -Harp Okulları otobüsüne binip son durakta ineceksin. Önce Yusuf'un önerisini karışık bulduğum için üzüldüm. Ancak çaresiz kaldığımdan dediklerini yaptım. Hiç de korktuğum gibi olmadı. Durakta bekleyenler vardı, "Kampa 5. kişi!" deyince onlara katıldım. Vaktinden önce kamp yerine vardım. Çadırın giriş kapısı karşısı biraz uzunca; hemşerim Kadir orada yatıyordu, yer değiştirdik; akordiyona yer açıldı. Üstümü değiştirip hazır oldum. Yusuf da yetişti. Ona da çok sevindim. Yoklama borusu yarım saat geç çaldı.
Yoklamayı Yüzbaşı Celâl Çelik'le Yüzbaşı İrfan Baştuğ birlikte yaptı. Takımlar yerlerini alınca tek sıra olundu, yüzler (Sakal-bıyık) baştan ayağa üstbaş kontrol edildikten sonra yemeğe gittik.
Yemekler ekstra sayıldı, tas kebabı-üzüm-hoşafı-pirinç pilavı.
Gece dersinde silahlar üstünde duruldu. Bu hafta silahlı çalışma olacakmış. "Asker demek silah demektir, silah ise ciddiyet ister.” Piyade tüfeklerini lise kamplarında öğrendiğimiz için bilmemiz gerekiyormuş, gene de bir kaç gün üstünde durulacakmış. Haftaya da atış denemeleri yapılacakmış.
Yat borusu çalınca çadırlarımıza döndük. Bizim çadırda iki çok "meraklı”, bir başka deyimle mütevesvis arkadaşımız var, Kadir Perkgöz'le Muttalip Çardak; hemen az ilerimizdeki çadırı (Erdal İnönü'nün çadırı) gözetmişler, kimse gelmemiş. Bize muştuladılar. Biz:
-Sahi mi, gelir gelmez yatmış olamaz mı? derken çadır önünde konuşanlar oldu, duyduk. Erdal İnönü Üstteğmen Murat Bahar'a teşekkür etti:
-Evden ayrılırken yabancı konuklar vardı, kendilerini göremeden ayrıldım, annem hep böyle yapar, hemen telefona sarılır! dedi. Üsteğmen de:
-Anneler öyledir, benimkinin de bir eli telefondadır. Telefonu hiç çekinmeden kullanabilirsin. Telefonumuz, sorunu olan herkese açık! deyip gitti. Muttalip'in günahını almışım, o nöbetçiymiş. Dediğimi duymadı ama olsun; ben söyledim ben üzülerek sözümü geri almalıyım.
Bu hafta silah kullanacağız, falan diye sevinenler var ama, bilmiyorlar ki silahlı nöbetler 24 saattır. Kendimi düş kurmaya bırakmadan uyudum.
12 Haziran 1944 Pazartesi
Uykumun en tatlı yerinde bir ses, ben bu sesi daha önce duymuştum Tchaikovsky de mi (İtalyan Kapriccio'su) demeden Şerif Çavuş'un sesi duyuldu:
-Sabah jimnastiği, yerlerinizi alın, marş marş! Yerimi aldım ama Tchaikovsky kafama takıldı, sahiden böyle miydi? Şerif Çavuş uyarılarını yaparken arkadaşların Şerif-herif ses uyumunu anımsadım; gülmek üzereyken:
-Kollar dirsekten kırık, eller kapalı, beden ahengine uyarak koş! Böyle bir koşma yaptığımı ya da bana yapıldığını anımsamıyorum. İlkokul yılları çok geride kaldı ama sonraki okullarda oldukça bilinçliydim. İlk Bedeneğitimi öğretmenim Ömer Tunalı öğretmenliğin dışında plânörcü, sözün tamamına uyan "Sırım gibi!" bir bedeni vardı. Beni biraz hantal bulmuş olacak ki, sık sık:
-Seni kendi haline bırakmayacağım, biliyorum ki benim gibi çalışırsan daha başarılı olacaksın! derdi.
İkinci Bedeneğitimi Öğretmenim bayan Rükiye Dökmen'di. Rukiye Öğretmen, bedenimden değil de dilimden yakınırdı. Ben bunları belleğimden geçirirken Şerif Çavuş koşmayı durdurdu, bana işaret etti:
-Beş adım ileri çık! Çıktım. Az önceki koşma komutunu verdi, koştum. Koşarken iyi yaptığımı düşünerek gururlandım. "Dur!" komutu verilince durdum. "Aferin!" beklerken Şerif Çavuş başını atarak; "Böyle değil!" dedi. Bu kez de Salih Baydemir'i koşturup "İşte böyle!" dedi. Baktım kaldım. Tüm birliği tekrar koşturdu, bende bir değişiklik olmadı ama bu kez beni görmezden gelip Ekrem Bilgin'i, Mehmet Gönül'ü koşturdu. Kahvaltıya giderken söylendim:
-Koşuysa koşu işte, bunun şekli mi olurmuş? diyecek oldum, sporseverler güldüler:
-Bu, tüm dünya atletlerinin önemli bir koşma biçimi! dediler. Salih Baydemir'e takıldım:
-Altı yıldır arkadaşlar sana değişik sıfatlar yakıştırdılar, bunların hiç birine katılmadım, ancak bugünkü sıfatına katılacağım Atlet Salih!
Kahvaltıda karşılıklı bakışıp gülüşüyoruz:
-Ekmek hırsızını nasıl yakalayacağız? Ekrem Bilgin'n varsayımlarına kapıldık ama uyulması zor. Kampın kendine özgü bir düzeni var, isteyen istediği yere gidemiyor. Yemekhaneye girişte grupların bir sırası var. Dil-Tarih, Coğrafya bizden önce giriyor. Onlardan birinin elini uzatıp almasını ancak onlar görebilir. Olayı, her an patlayacak bir bomba imişçesine önemsedik ama işin bir de bu yanını düşünmeliyiz. Yerlerimize oturduk, yemeğe başlarken Muzaffer Üsteğmen masalar arasında dolaştı. Kimseyle konuşmadı ama sanırım bizim gibi birileri de onun böyle durup dururken gezişini önemsediler.
Ekmeklerimiz bugün tamdı. Daha haftanın başı, dur bakalım öteki günler neler getirecek?
Kısa bir mola yapıldıktan sonra "Toplan!" borusu çaldı. İlk aklımıza gelen Nuri Altınok'un saçları oldu. Gözlerimiz Nuri Altınok'u aradı. Baktık Nuri Altınok, hem okul, hem de rol arkadaşı Ragıp Haykır'la gülüşerek geldiler. Biz onlarla ilgili, önemli bir haber beklerken korna çalarak cemseler geldi, az ilerimize, brandalara sarılı tüfekler yığıldı. Askerler tüfekleri çattı. Çatma işi saatlerce sürecek sanırken bir de baktık önce bizim grup çağırıldı. 130 kişiyiz, 10 kişilik gruplar olarak tüfekleri alıp, batı yönümüzdeki dere yamacına inerek dört küme olup her küme bir onbaşı komutasında; "Tüfek al; tüfek çat!” eğitimine başladı. Tam bu sıra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile eşi yakınımızdan geçti. İnönü, avucu bize doğru olmak üzere iki kez elini kaldırarak bizi selâmladı. Bundan çok mutlu olduk. Hemen akşamki olay anımsatıldı:
-Oğlu dün ayrılırken görüşmemişler, onun için gelmişlerdir!
Az sonra mola verildi, tüfeklerimizin namluları yukarda dipçikleri sağ ellerimizde uygun adımla çadırlarımıza yakın, bize gösterilen yerde tüfeklerimizi çattık. Biz, ilk tüfekli gösterimizi yaptık ama, tüfek dağıtımı henüz bitmemiş.
Okul numaralarımız karışık olduğundan çadırdaki yatış sırasına göre yeni numara verildi. Ben 1. Çadırda 6 numara oldum. Nöbetim bu numaraya göre gelecek. 1. Numara, bana yerini veren hemşerim Kadir Pekgöz. Önce bu numara değişikliğine bozulur gibi oldu ama sonra benimsedi. İlk numara olmuştu. İlk numara olmak okullarda genellikle istenmez. Arkadaşımız Mehmet Aygün, öğretmen olunca öğrencilerine bir numarayı vermeyeceğini söylerdi. O söyledikçe biz de gülerdik:
- 2 numarayı versen gene aynı durum değil mi? Bu kez kızar:
-Öyleyse ilk numara 100 olacak! derdi.
Yemekte tüfek merakı ya da tüfek sorumluluğu hepimizin düşünce yönünü değiştirdi. Hemen hemen sorular bir noktada toplandı:
-Tüfeği çaldırırsam? Hemen yanıt:
-Bunca insan arasında tüfek çalınır mı? Yanıt hazır:
-Bunca insan arasında masadaki ekmek çalınıyor da tüfek neden çalınmasın? İlginç görüşler ortaya atıldı:
-Tüfeği çalan ne yapacak? Bir süre tartışıldı:
-Çalan insan ne yapacağını düşünür mü? Tüfek bu, bir isteyeni çıkar umuduna kapılıp götürür. Bu kez de alıcı bulunup bulunmayacağı irdelendi. Bir konuda tartışma başlatıp tek yanlı olarak sürdürülmesini eleştirdim. Bizim için önemli olan tüfeği çalanın onu ne yapacağı değil, tüfeğini çaldıran ne yapacak? Ona ne cezalar verilecek? Bu tür sorulara yanıt vermeyi önemsemeyenler hemen:
-Tüfeği çalanı bulup satın alır! “Tüfek çaldıran parasızsa?” deyince "Bizim gibi!" diyenler oldu. Tartışmanın uzayacağını anlayanlar, hemen değişik bir öneri öne sürdüler:
-Tüfeklerimizle yatıp kalkalım; onlarla gezelim. Neden olmasın? Efelerin Çakıcı'sı, Kamalı'sı, Çakırcalı'sı, Demircili'si, Harmandalı'sı Sarı Zeybek'i öyle yapmamış mı?
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Eğitim borusu çalınca tüfeksiz toplandık. Tüfeklerin bize kullanmak üzere değil, tanımak için verildiği, tek olarak tüfeklerin kurcalanmasının suç sayıldığı, bu emre uymayanların en şiddetli cezalara çarptırılacağı anlatıldı. Sert bir komutla silah başı ettik. Uzun süre kendi kendimize "Hazrol!" "Rahat!" komutu vererek alıştırma yaptık.
Toplan komutuyla toplanıp yürüyüş dizilişine geçtik. Karabiberler deresine indik çıktık.
İlginçtir, tüfekle yürümek, yollarda önemli değil, inişlerde, yokuşlarda taşımasından çok doğru tutması sorun oluyor. Arkadaşların sızlanmalarına karşın ben uyum sağlamış durumdayım. Gene de :
-Yorulmuyorum! diyemem.
İkişerli yürürken oldukça uzun bir kuyruk oluşuyor. Öyle olunca Şerif Çavuş gözetilip duyamayacağı fısıltılarla önce:
-Durdur biraz Şerif! mırıltıları geliyor. Biraz sonra ise söz:
-Durdur biraz Herif! söylemine dönüşüyor. Mırıltılar artınca Şerif Çavuş ortalarda yürümeye başlıyor. Dinlenmeye geçince kimi yufka yürekli arkadaşlarımız bu şakayı eleştiriyor. Dikkat ediyorum yürüyüş biraz uzayınca onlar da ötekiler gibi katı yürekli oluveriyorlar.
Çadırlara yönelince Üstteğmen, elinde düdük bize yöneldi. Şerif Çavuş'a işaret verdi. Şerif Çavuş bizi durdurup, bir göz denetiminden geçirdikten sonra komutanın selamlanacağını söyleyip uyardı:
-Gözler komutana bakınca, kendisini geçene de dek dönmeden yürünecek! Sanırım öyle yaptık, tekrarlanmadan çadırlara döndük.
Daha önce dinlenme saatimizde gösteri yapma kararı almıştık. Tüm arkadaşlar:
-Bugün kalsın! dediler. Öteki gruplara baktık, onlar da az ilerideki meydana çökü çöküverdiler.
Silah nöbetim gelmiş, hemen teslim aldım. Bir saat, "Yemekten önce bitecek!" diye sevinirken gece saat (4-5) arası da nöbetim varmış. Arkdaşlar; "Buna ne diyeceksin? Ne diyeceğim ki, herkes yaptığına göre ben neden yapmayayım? Muttalip Çardak yakınımızdaki Erdal İnönü'nün çadırını gösterdi:
-O yapıyor mu? Sözü uzatmamak için:
-Benim babam, kır atı üstünde buradan geçiyor mu? Arkadaşlar güldüler. Onların gülüşlerini haklılığıma yormuştum. Zaten nöbetçi olduğumdan fazla konuşmaktan kaçınmıştım. Bu konuşmayı da bir şakalaşma olarak düşündüğümden babamı da örnek vermiştim. Ben sustum ama birileri susmamış, beni, kendi babasını küçümseyenler arasına iteklemişler. Bunu duyunca küplere bindim:
-Yüksek Köy Enstitüsüne geldiğimden beri üzülerek tanık olduğum bir anlayış var, kendine güven değil başkasına hem de bir güçlüye sığınmak. Böyle bir sığıntı bulunca da başkalarına acımasızca saldırmak. İlk saptadığım olay ayrılan Eğitimbaşı Tahsin Türkbay üstünde oynandı. Adam yeteneksiz değil belki ama gençliğini geçirmiş, gücünü tüketmiş, öyleyken yeni kurulan bir kurumun başına geçirmişler. Başına geçirmişler diyorum, başında bir müdür var ama o da başarısız. Bunu ben değil, yerine gelen müdür Osman Ülkümen dolaylı olarak da olsa söyledi; hem de kendinin de bulunduğu (Hürren Arman, eski Beşikdüzü, şimdi Hasanoğlan Köy Enstitüsü-Yüksek Köy Entitüsü Müdürü) bizimle yaptığı konuşmada söyledi. Durum böyleyken bir de ne görelim, Yüksek Bölüm Öğrencileri, müdüre de değil, onun yardımcısı Tahsin Türkbay'a BABA diyor. Bunun ne anlamı var? Babalarının hangi özelliğini taşıyordu Tahsin Türkbay? Yaşlılığı mı? Yaşlanınca kendi babalarını bu gözle mi görecekler? Umursamazlığı mı, yoksa üslendiği işi yürütememesi mi? Birçok babanın öteki babalar kadar başarılı olmadığı bir gerçektir. Kendi babalarının öteki babalar kadar başarılı olamaması onlara göre küçümsenecek bir olay mı? Bu soruların yanıtları nereden baksan böyle düşünen kişinin ruhsal durumunu saptamak için yol gösterici bir davranış sayılabilir; "Kendine güvensiz, yaşam gücünün eksikliğine kendini inandırmış, bir güce sığınıp varlığını onun gölgesinde sürdürme güdüsü egemen! Oysa önce Köy Öğretmen Okullarının, sonra onlardan daha kapsamlı olarak kurulan Köy Enstitüleri'nin amacı kendine güvenen, çevresini de bu güvene inandırarak, gelenek tutukluluğu nedeniyle uygarlığın gerisinde kalmış Türk halkını uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktı. Bu nasıl olacak? Yetersiz görüldükleri meydanlarda söylenen Öğretmen Okulu çıkışlılardan aldığımız eksik bilgilerle yetinip, gene onların denetiminde çalışırken, burada benimsediğimiz söylemler alışkanlığıyla onlara da "Baba" diyerek mi başaracağız bunu? Unutmayalım ki, Atütürk, yıllarca önce:
-Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır! dedikten sonra halkın, şeyhlerden, ağalardan, dedelerden, babalardan kurtarılmasını özellikle belirtmişti. Bunlar tüm güçleriyle köylere çöreklenmiş oturuyor. Ayrı görüşte olsak bile aynı dili konuşursak bir etkimiz olur mu? Sözgelimi, dededen, babadan, oğuldan toruna devredilmiş "Hoca!" söylemi yaygın bir alanda sürmektedir. Adam zır cahildir ama ata yadigarı kalan bu sıfatı dilediğince kullanmaktadır. Böyle birinin köydeki kahvemize geldiğinde ayağa kalkarak "Buyurun Hocam!" deyip yer gösterildiğini biliyorum. Ondan az sonra köyün öğretmeni de aynı tavırlarla karşılanılır. Bu şekilsel benzerlik, giderek kişilerin görevsel alanlarını da içeriğini de değer kaybına uğratır. Kişi okula uğradığında bu değeri anımsar ama kahvede yok sayar. Söz gelimi öğretmen, kahveye uğradığında, yalan yanlış anlatılan önemli bir konuda açıklama yapınca dinleyenler bunu öğretmen değil hoca kulağıyla dinler. İşte bu çok önemli bir noktadır. Öğretmen Okulu çıkışlılar bu konuşma dilini önemsememe yüzünden tüm çabalarına karşın istenen başarıyı kazanamamıştır. Olaya bir başka yönden bakabiliriz. Köy Enstitülerinde çalışan öğretmenlerin 8/10'u Öğretmen Okulu çıkışlı. Bu 8'lik katmanın 3/4'ü de yetkililerin söylediğine göre çok başarılı. Bu başarılı öğretmenlerin gözlerine baka baka köylerdeki başarısızlıkları söylenmektedir. Bu çelişki hiç kuşkum yok bir dil uyuşmazlığı sonucudur. Bunun önüne geçmek bu konuda öğrencileri salt uyararak değil, eğitmekle olur. Köy Enstitüleri, öğrencilerine önce bir tavır, kişisel bir tutku, ödün veremeyeceği bir dil, (Konuşmalarında kolayca başkalarına uyması yerine dinleyenleri etkileyecek bir dil değişmezliği) kazandırmalıdır.
Baba, sözüne yaslanarak söylemek istediklerimi daha da genişletebilirim. (*)
Nöbetim bitti, adaşım aynı zamanda 6 yıllık arkadaşım, Uzunköprü/Kurtbey köylü, aynı zamanda bir subay kardeşi İbrahim Ertur arkadaşıma dikkatli nöbetler diledim. Ben ayrılırken Şerif Çavuş ağzındaki düdüğe üfledi, ardından da tüfek başına! komutu verdi. Birkaç kez "Tüfek as, tüfek indir! komutu verdikten sonra yürüyüşe geçtik. Büyük alanda birkaç kez döndük. Bizim arkamızdan çıkan başka gruplar oldu. Alan birden "Takım dur, uygun adım marş!” sesleriyle yankılandı. Şerif Çavuş durumdan hoşlanmamış olacak çadırların yanına döndük. Tüfek çattıktan sonra yapılacak bazı işleri anlattı. Örneğin yağmur yağarsa yapılacak ilk iş namluların alta gelecek biçimde tutulması.
Üstteğmen geldi, Şerif Çavuş tekmil verdi. Üstteğmen yeni savaşlarda eski bilgilerin çoğunun değerini kaybettiğini anlattı. Bizim kampın yer seçimi eski bir anlayış ürünü, gece savaşlarında karartma yapılacak deniyor. Oysa şimdi uçaklar nredeyse yere dek inip her yanı aydınlatıyor. Şimdi bir filo uçak gelse biz gün ışığında gibi bakışıp kalırız. Ardından gelen vurucu güç karıncayı bile sektirmez. Üstteğmen savaş tekniğinin çok ilerlediğini, genel tekniği geride bıraktığını söyledikten sonra bize sordu:
-Savaş Tekniği nedir, genel teknik sözü içinde neler vardır? Böyle bir ayırım yapmak doğru mudur? Karanlık falan demeden elimi kaldırdım. Üstteğmen baktı; “sorumu ben açıklayacaktım ama madem ki isteklisin sen konuş bakalım!” dedi. Ben, önce denizcilikten örnek verdim; insan ya da eşya taşıyan gemiler genel teknoloji ürünüdür. Ancak denizaltı gemileri ya da gittiği yöne doğru dalglara bırakılan patlayıcı ya da zehirli madde taşıyıcı balonlar, Savaş tekniği ürünüdür. Üstteğmen güldü, arkasında da sordu:
-Denizaltıları anladık, bu zehirli balonlar nereden çıktı, bunları gazeteler mi yazdı? diye sordu. “Sözü, toprağa gömülen dinamitlerden esinlenerek ben yakıştırdım ama pilotsuz uçaklar, savaş balonları, bombalı paraşutlar hep savaş tekniği” deyince Üstteğmen sözü aldı, düşmanlık üzerinde durdu. Zehirleme, savaş dışı insanların, çocukların, kadınların bir takım tuzaklarla öldürülmesi günümüzde kabul edilmeyen cinayetlerdir. Tarihte bunların örneklerini okuyoruz ama günümüzde savaşların da bir insancıl yanı vardır. Üstteğmen sözünü bitirmeden yemek borusu çaldı. Üstteğmen Şerif Çavuş'a talimat verdi:
-Bu geceki dersimizi burada yapalım!
Yemekhanede değişiklik, iki gemici feneri daha eklenmiş. Burada da yemek masasında Ekrem Bilginle bilikteyiz. Ekrem hemen kehanette bulundu :
-Bunların niyeti, kampın son gününde tüm masalara fener koyarak fenerlerinin çokluğunu göstermek! dedi. Ekrem'in sözüne her zamanki ilgi gösterilmedi. Bundan alınmış gibi başını indirerek:
-Madem ki konuşmamı istemiyorsunuz, öyleyse ben de sizin gibi susayım bari! deyince tüm masadakiler birden :
-İşte onu yapamazsın, yap görelim! dedi. Bu kez de Ekrem:
-Yapsam da göremezsiniz, sizin içiniz kararmış, komutan sizin pillerinizi değiştirmiş! Ekrem'in yakın arkadaşlarından İbrahim Şen sordu:
-Pil, genel teknik mi yoksa savaş tekniği ürünü müdür? Buna da ben karıştım:
-Savaş tekniği! İki adaş Ekrem'i kurtardık. Yemek saati sonrası su tankerleri eziyeti öylece sürüyor.
Ders saatinde kısa bir gece yürüyüş yapıp döndük. Üstteğmen eski savaşlarla yeni savaşlar arasında karşılaştırmalar yaptı. Roma-Kartaca ile başladı, nedense sonra Yunan-Pers savaşlarına döndü. Bir bağ kurup Truva savaşına değindi. O savaşların birer topyekün yok etme savaşı olduğunu nitekim Roma'nın Kartaca'yı yok ettiğini, Asurluların Musevileri memleketlerinden alıp tutuklu götürdüklerini yok edesiye savaş örnekleri olduklarını, salt bunlar değil Mülümanlığı yaymak için Arap ordularının Asya kıtasındaki zalimce savaşmalarını, bir süre sonra Cengiz Han yönetimindeki Mogol ordularının Bağdat'a dek gelip İslâmın en büyüğü olarak kutsal makamda oturan Halifeyi iplerle bağlayıp Dicle nehrine atacak denli zalimce savaşlar olduğunu anlattı. Ancak insanlar uygarlaştıkça savaşları, savaş için yetiştirilen ordulara bırakmayı benimsemiş, pehlivanların güreşleri benzeri yenilen ordu teslim olup silahını bırakma aşamasına ulaşılmıştır. Acısı günümüze dek gelmiş olan büyük savaşta İngilizlerle kanlı bıçaklı olmamıza karşın İngiltere ile bugünkü dostluğumuz en güzel örnektir.
Üstteğmen, "En güzel örnektir!" sözünü iki kez tekrardı, arkasını getirmeden "Yat! tisi "Tiiii, tiiii, ti, tiiiiii!. . . . . . dedi.
Saat 4 ile 5 arası nöbetim var, hemen uyumam gerekir. Gerekeni yapmam da gerekir! deyip yattım. Uyudum, uyumadım; nöbete kaldırdılar. Üstteğmenin değinip geçtiği tarihleri anımsadım. Pön Savaşları, Amilkar Barka, Hanibal, Kartacanın hükümdarları, Sulla, Marius, Pompeius, Julius Caesar, Augustus, Roma'nın. Nabukadnasar, Asurluların, Kurus ya da Kiros Perslerin, Büyük İskender Makedonya'nın en ünlü kahramanları. Nabukadnasar'ın Yahudileri alıp Babil'e götürmesi ile 500 yıl sonra Roma İmparatoru Pompeius'un bu kez Yahudileri tüm Roma sınırları içindeki ülkelere dağıtması nedenlerini düşünürken nöbetim bitti. Bu yöntemi beğendim, bundan sonra da ezberimdeki şiirleri tekrarlayacağım. Fuzulî, Bâki, Nef'i, Nâbî, Nerdim Dîvan Edebiyatından; Karacaoğlan, Gevheri, Aşık Ömer, Emrah, Dertli Halk Edebiyatından, ikisi arasında saydığım Yunus Emre, Hatai'yi, Pir Sultan'ı da Abbas Amcamın hatırı için okuyacağım. Çok sevinçliyim.
13 Haziran 1944 Salı
Yatar yatmaz uyumuşum ancak, kalk borusu çalınca, yatar yatmaz çaldığını söyleyebildim. Gene de toparlandım, paniklemeden sıraya geçtim. Sıra olur olmaz da koştuk. Oyunlu bir koşu, karşılıklı sıra olduk. Karşılıklı duranlar çavuş düdük çalınca birbirinin yerine koşuyor, karşılaştıkları yerde ellerini çarpıyorlar. Hakem, el çarpışılan yeri işaretliyor. İşarete bakarak uzun tarafın koşucusu kazanmış oluyor. İşi çok ciddi tuttum, Karşımda Ekrem vardı, ikisini de kaybetti. Ekrem gibi iki koşuyu kaybedenlere yakınımızdaki yokuşta in -çık yapıldı. Beklenmeyen bir ceza. Ekrem geldiğinde öyle yorgundu ki kendimi suçlayıp üzüldüm. Birini kaybedebilirdim. Abdullah Erçetin de Ekrem gibiydi.
Kahvaltıda oyunun hile tarafları tartışıldı, elini çok uzatan kârlı çıkarmış. "Öbür defa öyle yaparsınız!" deyip yarı kapalı dalga geçenler oldu.
Silah başı yaptık, tüfekler kontrol edildi, yürüyüş koluna girdik. İstikamet Tosun Oturtan sırtı! Fısıltılar oldu:
-Sahiden oraya kadar yürüyecek miyiz?
-Geçen yıl yürümüşler.
-Öyleyse bizi de yürütürler! Neyseki bugün o denli sıcak değil. Ummadığımız bir tümsekte dinlenmek için durduk. Tüfek Çat! emri verilince sevindik. Belli ki uzun durulacak. Öyle de oldu. Sete oturup karşıları izledik. İnişli yokuşlu çıplak bayırlar; tek bir ağaç yok denecek derecede yeşil yoksunu. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen, halkımızın yeşile düşmanlığından söz ederdi. Bir keresinde de tarihten bir örnek vermişti. Yıldırım Bayazıt 1402 yılında Anadolu'yu istilaya kalkan Timur'u Ankara dolaylarında karşılamayı kurmuş. Ancak Yıldırım'ın plânını öğrenen Timur, daha önce gelip filleri ormanlık bölgelere saklamış. Durumdan habersiz olan Yıldırım ordusunu Çubuk Ovasına sürünce ormanlardaki gizli fil kuvvetleri Yıldırım'ın askerlerine saldırınca, fillerle savaşa deneyimden yoksun Yıldırımın güçleri dağılmış. Salih Ziya Öğretmen daha sonra gülerek:
-Fil ordusundan geçtik Kızılcahamam'dan sonra Ankara kalesine dek iki fili gölgesinde barındıracak ağaç yok! derdi. Ankara nüfusu arttıkça çevreye yayılmaya başlamış. Bilen arkadaşlar, Yenimahalle, Etlik diyerek iki büyük öbek gösterdiler.
Uzunca bir dinlenmeden sonra serbest yürüyüşle geri döndük. Söğütözü'ne yaklaşırken "Kıt'a dur!" komutuyla durduk. Şerif Çavuş bize bir sır verdi:
-Dürbün sahasına girdik, karşınızda komutan varmış gibi asker olmak zorundayız. Üsteğmenimin prensiplerini biliyorum, onu zor durumda bırakmam! dedi. Çoğumuz anlamadık; anlayanlar yorum yaptılar:
-Dürbünle Üstteğmen değil, yüzbaşı ya da ötekiler, Binbaşı falan dürbün kullanıyormuş. Binbaşının böyle kasıntılı duruşunu gazetelerde resmini gördükleri bir generale benzetmişler:
-Frechrich von Boch, Türkçeleştirmişler (Bombok). Ara ra bunu söylüyorlar. Tanık olan arkadaşlar bunları gülerek anlatıyorlar. "Duyarsa ne olacak? "
Duymuş, hem de çadırların yanından geçerken bağıran olmuş; Binbaşı bir an duraksamış sonra yürüyüp gitmiş.
Yokuşa tırmanırken rahata geçtik. Rahata geçince bizden de fon mon diyenler oldu. Şerif Çavuş hemen uyardı:
-Üstteğmen duyarsa çok üzülür. Size disiplin olarak sonsuz güveni var, o güveni sarsmayın!
Kamp alanına girdik, yorgunuz ama kenar köşelerden bakanlar var, onlara tören kıtaları gibi gösteri yaparcasına girdik. İlginç bir rastlantı Binbaşı ile Yüzbaşı karşıdan geliyordu. Şerif Çavuş gösterişi seviyor; tam önlerinden geçerken selâm komutu verdi. Komutanlar selâm aldılar. Gülümsemelerini, memnun oluşlarına yorduk. Tüfek çattıktan sonra da yolda konuşulanlara kimse değinmedi.
Bizim 2. Takım, serbest saatte, milli Oyun gösterisi yapmaya karar vermiş. Ekrem Ula akordiyon çalmamı rica etti. Neden ben? Hüseyin Çakar varken bana mı kaldı? deyip akordiyonu sırtlanarak yanlarına gidip verdim. Hüseyin Çakar, hak yemekten çekinen, nazık bir arkadaş. Bana:
-Sen sorumlusun, sen taşıyorsun! diyecek oldu. Ben de:
-Ben taşıyorum ama, akordiyonu ben taşıyorum çünkü akordiyon taşıyacak kadar gücüm olduğu için taşıyorum. Ancak burada okulun adı, oynayanların onuru söz konusu. Oynayanlar hep senin arkadaşların, yıllardır birlikte çalıştınız. Başka zaman da ben çalarım. Hüeyin Çakar çok memnun oldu, Ekrem Ula beni kutladı. Olay şekil olarak böyleydi ama işin doğrusu Hüseyin Çakar zeybekleri benden kat kat doğru, güzel çalıyordu. Ekrem bana söyleyince düşündüm:
-Yiğidin hakkını yiğide vermek! sözü neden söylenmiş? Yiğidin hakkını yiğide vermek de bir erdemliliktir.
Hüseyin Çakar akordiyonu alınca genel bir iki karışık melodiden sonra Harmandalı, Bengi, Dağlı gibi ağır zeybekleri çaldı. Ekrem Ula, Zekeriya Kayhan, Mehmet Gönül, Faik Demir, Rahmi Özdemir, Kemal Güngör, arksından 20 kadar arkadaş oyuna girdiler. Kamptakilerin tamamı değilse bile kesinlikle yarısı toplandı. Serbest saatın bitimini bildiren boru çalınca, özellikle bizim arkadaşlar, bir olumsuz tepki olmaması için hemen sıralara geçti Üstteğmen geldi, “kamp bitimine doğru bir gece programlı bir şenlik yapın!” dedi.
Dikkat, uygun adım marş! denince her şey geride kaldı. İlerde tümseğe oturarak bir süre Üstteğmeni dinledik. Gece savaşları ne zaman yapılır? Gece savaşlarını daha çok hangi sınıflar yapar? Niçin? Üstteğmen:
-Gece savaşlarını tarih boyunca piyadelerin yaptığı bilinirdi. Özellikle son büyük savaşta bu görüş değişti. Neredeyse piyade sınıfı kalktı, demeyelim, gene onlar savaşıyor ama bindirilmiş kıtalar ya da motorize güçler durumuna getiriliyorlar. Alman ordusu Norveç'i bir gecede aldı. İşgal edenler gene piyade sınıfı olmakla birlikte uçaklarla taşındılar. Özellikle A. B. D ordusu neredeyse klasik söylemleri bir yana iterek Hava Kuvvetleri, Deniz kuvvetleri diye iki ad altında topladı. Bu, orada piyade yok anlamına gelmez. Piyadenin işlevi değişti; motorize güçler işgal ediyor, yönetimi, gözetimi piyade yapıyor. Ancak bu değişim daha çok işgal amaçlı devletlerin ordularında olan bir olay. Küçük devletlerin piyade sınıfını kaldırması söz konusu olamaz. Üstteğmen sözü piyade üstünde sürdürdü:
-Siz bunları okumuş olmalısınız Türk ordusunu oluşturan sınıfları sıralayalım! dedikten sonra kendisi de katılarak; Topçu, Süvari, Piyade, İstihkâm, denizci, jandarma. . . . . . Yemek borusu çalınca konuşma durdu.
Kamp bitmeye yaklaşırken yenilikler sürüyor. Günlerce tek tankerden su içmeyi beklerken ikinci tanker çıktı geldi. Eskiye göre oldukça rahatlattı. Bugün de bir rahatlıkla karşılaştık, yemekler her masaya on kişilik karavanalarla geliyor. Bizim yabancımız değil. Okulda biz taşımıyoruz, burada kendimiz taşıyacağız. Böyle yemek dinlenmemiz de uzayacak. Belki birkaç gün içinde fenerlerimiz de çoğalır.
Zafer Üsteğmen geldi. Askerlikte yeni gelişen bir savaş ünitesi de" Sivil Savunması!" dedi durdu. Az sonra da:
- Askerlik derslerinizde bunun üzerinde durmuşsunuzdur. Eğer durmamışsanız sizler kısmen yaşadınız bunu! dedi, az sonra da Ankara ışıklarına bakmamızı söyledi. Biz Ankara ışıklarına bakarken:
-Sizce düşman uçakları gelse hangi noktaları bombalar? diye sordu. Tüm Ankara ışıklı ama ara ara ışık kümeleri oluyor, akıl yordamıyla o kümeleri gösterdik. Üsteğmen:
-Değil mi ya, ancak bir savaş söz konusu olunca bu ışıklar kamofile edilir. Öyle olunca biz bile buradan Ankara'yı göremeyiz! deyip güldü. Bu kez “eski savaşlarda saldıranlar ışığı kamufle ederdi. Işıkla gitse karşı taraf önlemini alır düşüncesiyle karanlıktan yararlanıp baskınlar yapılırdı. Karanlıkta nasıl yol buluyorlardı?” diye sordu. Arkadaşların çoğu, "Kutupyıldızı!" deyince Üstteğmen güldü:
-Tabii Kutupyıldızı. Ancak bulutlu havalarda kutupyıldızı görülmez; o zaman düşman uyur mu? Atalarımız ne demiş? Su uyur düşman uyumaz. Öyleyse saldıranlar nasıl bir yöntem uygular? Hepimiz sustuk. Üstteğmen:
-Susmakta haklısınız, çünkü biraz karışık bir yoldur. Daha doğrusu uzmanların çizeceği bir yoldur. Buna rehber aydır. Ayın, doğuş, batış yönleri kutupyıldızına değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler, gecenin saatlerine göre kutup yıldızının yönünü gösterir. Gemicilerin pusulası gibi. Gemiciler büyük okyanuslarda nasıl pusula ile yollarını buıluyorsa karada da pusula kullanmak mümkün. Ancak kara savaşlarında pusulaya bel bağlamak işi geciktirir. Kara savaşlarında insiyatif birlik komutanın elindedir. Bu da genel savaş bilgilerine dayanır.
Üstteğmen sordu:
-Nasıl, burçlarınızı öğrendiniz mi? Cevap beklemeden “önemli değil, bu biraz da işin fantezisi. Örneğin çoğumuz artık yılın ne olduğunu ya da neden olduğunu hesabı kitabı varken bilmiyoruz, burç öbeklerinin evrelerini nasıl biliriz. Bunlar biraz da sosyete bağımlısı kimselerin oyalantısı.”
Yat borusu çaldı. Tiiiii, tiiiii, ti, tiiiii!
Nöbetim yok, yatar yatmaz uyuyacağım! Ne gezer, Üstteğmen'in "Sosyete Bağımlı" sözü kimler için geçerli? Kısa sürmesine karşın bir süre düşündüm; bu sözü başkalarından da duymuştum. Tıpkı muhallebi çocuğu gibi.
14 Haziran 1944 Çarşamba
Sabah jimnastiğinde bir süre uygun adım yürüdük. Binbaşı ortalıkta dolaşıyordu. Biz umursamıyoruz ama Şerif Çavuş çok heyecanlı, bir süre bizi koşturdu. Bize göre Binbaşı'nın gözünden uzaklaşmak için koşturuyor. Belki doğrusu öyleydi ama Binbaşı bizim gittiğimiz tarafa bize bakmadan geçti. Geriye dönüşte sağa-sola dönüş komutuyla yüz yüze bakışarak önce ellerimizi tutup birbirimizi çektik. Sonra sırt sırta dayanıp kollarımızı dirseklerden çengelleyerek sıra ile çocukların "Su çeker bu çeker!" oyunu gibi birbirimizi omuzladık.
Kahvaltıdaki yenilik de hoşumuza gitti. Çaylar, özel su kaplarıyla masalara gelip bardaklara dökülüyor. Bunun için de nöbet çıkmış. Arkadaşlar:
-Bunun nöbetine gönüllüyüz! dediler.
Günlük eğitime, "Tüfek al!" komutuyla başladık. Bir süre ikişerli olarak karşılıklı komutlar vererek:
-Hazırol, tüfek as!" arkasından, rahat; tüfek çıkar yaptık. Üstteğmen geldi, gülümseyerek:
-Bakın işte askerliğin özü budur, Mehmetçiğe bir tüfek verilir, ilk üç ay o, böyle oynayarak tüfeğine ısınır. Yedek Subaylığınızda onları böyle bulacaksınız. O nedenle bunları niçin yapıyoruz? demeyin! Bundan sonra bireysel olarak, 2 metre aralıkla "Tüfek çıkar, tüfek as!" komutları vererek yerimizde çalıştık. Paydos borusu çalınca yürüyüşe geçip tüfeklerimizi çattık.
Bugün serbest saatte Koro çalışması yapacağız. Kamp karargâhının az ilerisinde hafif eğilimli bir yamaç var. Şarkılar karşılarda yankılanıyor. İki ya da üç nöbetçi dışında bizim bölümün korosu her zaman hazır. Bugün arkadaşlar konu etti, kendileriyle onların uzak durması yüzünden tanışmadık ama kampta Konservatuvardan, Gazi Eğitim Enstitüsü'nün Müzik bölümünden öğrenciler var, hiç birisi gelip bizimle ilgilenmedi. Nuri Altınok olayı olmasaydı Konservatuvardan öğrenci olduğunu bile bilmeyecektik. Bizimle ilgilenen daha doğusu bize toplu olarak yaklaşan Hukuk Fakültesi var. Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesinden de bir Selâhattin Ertürk'ü tanıdık. Onu da kendisi gelip kendini tanıttığı için tanıdık. Hukuk Fakültesinde yeni tanıdığımız Bülent Ecevit'le birlikte olan başka arkadaşlar da var, gülümseyerek selâm veriyorlar ama, belki de bizim çekimserliğimizden kaynaklanan nedenlerle fazla yaklaşmıyorlar.
Bugünkü korodan sonra Selahattin Ertürkle birlikte bir Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesinden Nurettin adlı biri geldi, tebrik etti. Salt konuşmuş olmak için Doç. dr. Halil Demircioğlu'nu sordum. Soruma cevap vermeden onu nereden tanıdığımı sordu, Selâhattin Ertürk araya girdi:
-O bilmez, onun fakülteye uğradığı yok; nerden bilsin tarihçi doçenti! dedi. İkisi de bir birine bakışarak gülüştüler. Üstünde durmadım. Talip Apaydın, Mehmet Ünver, Mehmet Yelaldı, Halil Dere Bülent Ecevit'le yanındaki arkadaşı Nezih Nezir'le konuşmuşlar. İkisi de Robert Amerikan Kolejini bitirmiş, şiir çevirileri yaptıkları gibi şiir de yazıyorlarmış. Ötekinin duymadım ama Bülent Ecevit'in kitabı olduğunu biliyorum.
Serbest saatin bittiğini bildiren boru çalarken benim silah nöbetim geldi. İşte buna çok sevindim. Bir saat ayakta duruyorum ama, içim rahat olarak durduğum için yorulmuyorum. Hele bu saatlardaki nöbetleri işten bile saymıyorum. Üsteğmen askerliği güzelleştiren sözler söylüyor ama çocukluğumdan beri bizim kahvede dinlediğim askerlik anılarında çoğunluk hep askerlikten yakınır. Hiç unutmam, uzun süre hakkında inanılmaz hikâyeler anlatılan bir Fikri Paşa vardı. Adını Deli Fikri'ye çevirmişlerdi. Paşa Adapazarı'nda görev yapmasına karşın oraya gitmemiş kimi hikayeciler Fikri Paşayı tanırmışçasına onun subayları yollarda tokatladığını hatta gırbaçladığını anlatırlardı. Böyle bir hikaye anlatırken Adapazarı'nda askerliğini sürdüren Salim Dayım (izinli gelmişti) anlatılanları dinledikten sonra:
-Bunların hepsi uydurma, Fikri Paşa (Fikri Tirkeş Paşa) sapına kadar adam, tembelleri sevmez, takipçidir. Ancak kimseyi dövmez. Hele subayları dövmesi gülünç; subay dövülür mü? Ben, Adapazarı içinde bulundum, Fikri Paşayı arabasında gördüm. Şimdi de onun komutası altında ancak Sapanca'da müstakil bir birlikteyim. Fikri Paşa gelirse bizi döver gibisine şaka bile olsa bir tasamız yok. Fikri Paşa koskoca bir tümene komutanlık ediyor. Adapazarlılar onu çok sever, bunları duysalar, söyleyeni onlar döverler! dedikten sonra, “bu yapılan konuşmalar, subay düşmanlığının dışa vuruluşudur. Oysa özellikle binbaşı, binbaşılıktan yüksek rüdbeli subayların erlerle bir ilişkisi olmaz. Nereden çıkardınız bu Fikri Paşa düşmanlığını?” diye sormuştu.
Askerlik konusu açılınca, arada güzel arkadaşlıktan söz edenler olsa da genellikle yaka silkerler. O arkadaşlığın da askerlikle pek ilgisi yok. Askerlik yoluyla buluştuklarından adı asker arkadaşlığı olarak anılıyor. Bunları düşünürken boru çaldı. "Ne çabuk!" dedim içimden. Kâmil Yıldırım geldi, Nöbet değişimi yaptık. Kâmil neşeli arkadaş karşılıklı hareketlerimizi yadırgayıp gülümsedi. Şerif Çavuş görmüş, uyardı:
-Bunu bir daha yapmayın! Üstteğmen görürse çok kızar, beni de paylar! Şerif Çavuş haklı, kendinden hiç söz etmiyor ama içinde bulunduğu toplum onun için özenilecek bir topluluk; belki de okuyamadığı ya da okumadığı için üzgündür. ( Ortaokulda okumuş)
Su ile yemek dağıtımındaki gelişme ışıkta yapılmadı; çadırı kaldırsak daha iyi olacak. Çadır, açık havadan daha karanlık oluyor.
Tüfekli olarak gece yürüyüşü yaptık, pusu kurduk, pusuya düşürüldüğümüzü varsayıp pusudan kurtulma yöntemlerini düşündük. Hareket serbestisi (insiyatifi) küçük rüdbeli subaylarda olan öncü birliklerin savaş alanlarına yaklaşırken alacakları önlemleri düşündük, öneriler ortaya getirdik. Baskınlardan korunma konusu üzerinde durduk.
Yatınca savaş içindeymişim gibi duyguya saplandım, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Erich- Maria Remarque) kitabını anımsadım. Savaşa girince sağ olarak kalmak da ölüme yakın bir yıkım oluyor. Bu gece ucu ucuna nöbeti atlattım.
15 Haziran 1944 Perşembe
Kalk borusuna alıştım. İlk günler, rüyada gibi bir duyguya kapılıyordum. Bir ara ilk duyunca Tchaikovsky'nin Kapriccio İtalyana'sını anımsamıştım. Giderek alıştım, ileride dinleyeceğimiz konserlerde belki bunu da anımsayacağım. Ne derim kimbilir; şimdiki durumda olağan giden kamp yaşamımız böyle noktalanırsa gülümseyerek anarım. Böyle olmazsa sanırım belleğimde zaten kalmaz.
Dün, arkadaşlar görmüş, Dil, Tarih-Coğrafya'dan iki kişi Aşkale'ye gitmiş. Daha önce gidenler olduğunu biliyoruz ama kimler olduğunu saptayamadık. Bizden şimdiye dek giden olmamış. Yalnız 2. sınıftan İhsan Güvenç'le bizim sınıftan Mehmet Toydemir birinci ihtarı almışlar. Suçları çok konuşmakmış. Arkadaşlar kendileriyle birlikte tüm arkadaşları uyardılar:
-Ne olursunuz birbirimizi lâfa tutmayalım. Öteki okullar için böyle cezalar eğlence bile sayılabilir ama, bizen olursa olay ayyuka çıkarılır. Çağrıya hepimiz katıldık:
-Aşkale'ye gitmek yok!
Jimnastik saatinde koştuk. Elli metre ara ile ikişerli eş tuttuk. Karşılıklı otuz arkadaş. Hepimize bir numara verildi. Şerif Çavuş numara söylüyor, numarası okunanlar karşılıklı yer değiştiriyor. Koşanların hangisi erken yerini alırsa o kazanmış oluyor.
Son dakikalarda Üstteğmen geldi. Öğretmen olduğumuzu bildiği için:
-Size yabancı değildir bu oyun, okul çocukları çok oynar. Onlar oyun olarak oynar ama biz farklı düşünürüz; atıl, hantal davranışı benimseyenler burada kendini ele verirler. Biz de onları muharip katagorisine vermez, su taşıma, hendek kazma, kıtanın varsa hayvanlarına bakma işleri veririz. Onbaşıların; hatta çavuşların ilk seçim basamağı bu oyundur.
Yemeğe giderken oldukça üzüldüm. On kez koştum, ancak üçünü kazandım. Hantal davranışlı biri miyim?
Tüfek al! komutuyla tüfekleri aldık. İstikamet Yokuş Başı. Yokuş Başı bizim adlandırdığımız bir eski yol. Eskiden Çiftlik deresine oradan inilirmiş. Şimdi Karabiberler çiftliği deniyor ama ortalıkta bir çiftlik olmadığı gibi geçmişte olduğunu belirleyecek bir iz de yok. Kamp süreçlerinde ya da öteki subay okullarındaki öğrenciler gide gele bir yol oluşmuş. İşte istikametimiz bu yolun dereye bakan yüzü. Tepede durduk. Şerif Çavuş çalışma konumuzu anlattıktan sonra yeni bir istikamet verdi. Bu seferki istikamet oldukça uzak bir düz alandı. Bir ara rahatta yürüdük. Hava oldukça sıcak. Söylenen yere varınca Şerif Çavuş açıkladı:
-Atışları burada yapacağız. Biz erken davrandık, tüm gruplar buraya gelecek. Atışlar için atış yerini tanımak atış yapanı rahatlatır. Bizi üçer metre ara ile önce durdurdu, sonra da nişan almak üzere yatırdı. Önceki kamplarda atış yaptığımızı söyledi. Sonra da sordu:
-Atışta en önemli kural nedir? Göz, gez, arpacık, hedef! Bunu bir kaç kez tekrarlattı:
-Göz, gez, arpacık, hedef, bir doğru oluşturacak! Göz, gez, arpacık noktalarından geçen doğru hedefte son bulacak. Yatarak, diz çökerek; ayakta bunu çalıştık. Hava çok sıcaktı, bir ara iyice daraldım. Gözüm Abdullah Erçetin'e takıldı, ter yüzünden akıyordu. Bu arada paydos borusu çaldı, toparlanıp yola çıktık. Yolumuz oldukça yokuş. Göz, gez, arpacık işkencesinden kurtulduğumuz için yokuşa aldırmadık. Tüfek çat! komutundan sonra sıraya girip hazırola geçtik. Şerif Çavuş, hoşlanmadığımız bir haber verdi:
-Yarın, Üsttteğmen bugünkü çalışmalarımızı kontrol edecek! deyip paydos verdi. Paydosu sevinçle beklerken, birden yüzler asıldı. Şakacı arkadaşlar uyardı:
-Ne sanıyorduk yani, göz, gez, arpacık sonra hedef, var mı bunun ötesi?
Yemek aralığında öteki gruplarla ilişki kuran arkadaşlar duyurdu:
-Tüm birlikler, Göz, gez, arpacık noktalarından hedefe bir doğru çizmeye çalışıyormuş. "Elle gelen düğün bayram!" özlü sözü anımsayıp, boynumuzu bükerek dinlenmeye geçerken hazırlık borusu çaldı. Şerif Çavuş boru sesi bekliyor, çalar çalmaz:
-Takım yerine, hazırol, sağdan say! dedikten sonra söyleyeceğini söyleyip "Silah başına!” komutunu veriyor. Gene öyle yaptı. Sabahki çalışmayı sürdüreceğimiz kaygısı içinde yürürken yol yönümüz değişti. Yüzlerimiz Dikmen'e dönük durduk. Güneş arkamızda kaldı. "Silah çat!” komutu verildi. Beş adım ileri, marş! komutuyla öne çıktık. İkişer ikişer eşleşerek sıra ile birbirimize komut verip yürüttük. "Hazırol, dur, sağa dön, sola dön, rahat!” Sabahki çalışmaya göre oyun gibi geldi. Oldukça pısırık seslerle başlayan komutlar giderek yükseldi. "Toplan!" komutuyla toplandık. Bu kez de sıra ile takımı yürüttük. "Hazırol, rahat! Kıt'a dur, rahat! Diz çök, kalk!” Bir süre iyice oyuna dönüşen hareketler yaptık, çiftler arka arkaya kolları çengelleyip birbirini kaldırdı. Arkadaşlar:
-Bu da çocuk oyunu dediler. Dün Üstteğmen böyle söylediği için Şerif Çavuş gülümsedi:
-Ama bu, oynamak için yapılmıyor, savaşta yaralanan arkadaşını olabildiğince incitmeden taşıma yöntemini uygulama olarak yapılıyor. Biriniz yere yatsın, deneyin; başka türlü nasıl götürürsünüz? Biri yattı, bir başka arkadaş kaldırmaya çalıştı. Hepimiz güldük. Şerif Çavuş:
-Gülersiniz ya! Siz bunu gerçekten oyun sanıyorsunuz. Savaşı düşünün, arkadaşınız yaralanmış; onu öyle bırakıp gider misiniz? Bırakamazsanız götürmek için bir çare bulacaksınız. Başka kimse varsa ondan yardım isteyip sırtınıza alacaksınız; kimse yoksa bir yükseltiye dayayıp sırtlayacaksınız. Bakın, çocuk oyuncağına benzemiyor.
Paydos borusu çalınca toparlanıp sıra oluşturduk, Tüfek omuza! komutuyla tüfeklerimizi alıp yürüyüşe geçtik, uygun adımlarla yerimize döndük. Hareket, kimi arkadaşların ilgisini çekmiş, serbest saatte bir süre uğraştılar. Biz çadır önündeyken Erdal İnönü de çadırına geldi. Yakın olduğu için durup bakanlar oldu. Tek tek olanların önünden görmezden gelerek geçti, toplu grubun önünden geçerken gülümseyerek sağ elini kaldırdı. Bugünkü çalışmalar tüm grupları yormuş olacak kimseden ses çıkmadı. Akşam dersine Üstteğmen geldi. “Geçen derslerde Sivil Savunma üstüne konuşmuştuk, bugün de Askerlik Şubeleri üstünde duracağız!” deyip, sorular sordu. Bu konuda bildiklerimizi öğrenmek istedi. Çoğunluğun askerlikle doğrudan ilgisi olmamış, sustular. Bence onlar, okulda öğrenciyken askerlik çağına girdiklerinden tecil işlerinden habersizler. Bunu kalkıp söyledim. Üstteğmen, neden böyle konuştuğumu sordu. Ben de:
-Kendi deneyimime bakarak söyledim! dedim. Üstteğmen önce gülümsedi sonra da:
-Haklısın, Askrlik şubeleri ordunun, halkı vatan hizmetine eşit katılması için bir bakıma süzgeçlik eder. Nüfus İşleri birimleriyle işbirliği yaparak doğanları saptar, kızı-erkeği ayırıp erkeklerin listesini kayıtlarına alıp bireyin 20 yaşına gelmesini bekler. 20 yaşına girenleri çağrı yapıp uyarır. Bu uyarılar, genç okuldaysa okul yönetimine bildirilir. Öğrenci okuldan ayrılınca okul yönetimi Askerlik Şubesine duyurur. Şube böylelerini hemen uyarıp gelmesini bekler. Gelmezse güvenlik güçlerine bildirir. Kişi gelmemekte direnirse adalete bildirilir. Adalet; böylelerini duruma göre suçlu sayar. Suçlu, asker olunca suçunun cezasını fazla askerlik yaparak öder. Bakın askerlik işi ne denli sağlam ilkelere bağlanmış, ne denli sıkı izlenen bir iştir. Bu nedenle Askerlik Şubelerinin işlevi çok önemlidir. Çok kişi bunu bilmez. Bu nedenle Askerlik Şubeleri, Nüfus İşleri ile Adalet işleri ile iş birliği içindedir. Ordunun kaynağı halktır. Böylece halkın ordusu, sahibi olan halkı bir bakıma denetlemektedir. Ancak bunu tek başına yapmamakta halkın hakkını koruyan adaletle, halkı, yasal haklarını korumak için kurulan nüfus işleriyle el birliği içindedir. Böylece Askerlik Şubelerinin işlevini öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak önemli bir işlevi de asker olacak kişinin bireysel durumunu saptayıp ordunun gereksinim duyuğu yerlere uygun kişileri göndermektir. Öyleyse Askerlik Şubeleri, bir tür uzmanlık işini de yüklenmiş bulunmaktadır. Ordumuzda bulunan bölümlerin değişik özellikleri vardır. Topçuların, piyadelerin, özellikle de İstihkâmların, denizcilerin, Jandarmaların becerileri; değişik yapıda insanların görev almasını gerektirmektedir. Örneğin yeni yeni gelişmekte olan ulaştırma işlerini her insan becerememektedir. İşte bu seçimin ilk basamağı Akerlik Şubeleridir.
Üstteğmen şubelerin, nüfus yoğunluğuna göre her yörede açılabileceğini ancak şimdilerde genellikle illerde, ilçelerde bulunduklarını, Askerlik Şubelerinin gözetimini de Askerlik Dairelerinin yaptığını anlattı. Askerlik Dairelerinin başında Askerlik Şubelerine göre bir üst komutanlar bulunduğunu, bunların Albay, Tuğbay, Tuğgeneral, Tümgeneral olabileceğini sözlerine ekledi.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Yemekte Erdal İnönü'nün yemeğe gelip gelmediği söz konusu oldu. Yemekhane oldukça uzun olduğundan uçların birbirini görmesi olanaksız. Ben herhangi bir art niyet düşünmeden:
-Gelir neden gelmesin? Annesi bugün gene geldi yemekleri kontrol etti! dedim. Bunu der demez bölüm arkadaşım Azmi Erdoğan sinirlenerek sordu:
-Bunu neye dayanarak söylüyorsun? O yemek kontrolları falan sahici mi sanıyorsun? Zübeyde Hanımın o kaşığı ağzına soktuğunu mu sanıyorsun? deyince ben ayırdında değilim, masadakiler hep güldü. Azmi'nin o konuşmasından sonra o gülüşler beni derinden etkiledi, sinirlenerek sordum:
-Neye gülüyorsunuz? Az kalsın hepsine o argo sözü (Açıkta mı gördünüz?) diyecektim. Abdullah Erçetin dikkatimi çekti:
-Zübeyde Hanım kim? Oldukça öfkeli olmama karşın güldüm, Atatürk'ün annesi. Tartışma gülüşmeye döndü. Azmi Erdoğan bu kez sakin sakin:
-Ben inanmıyorum arkadaş, inanmadığım için darılma! Bu kez de ben:
-Sen de inandığım için beni kınama! Aklım almıyor; rahat rahat köşkünde otururken bizi kandırmak için niçin gelsin? İstese oğlunu kampa da göndermez. Bakın Hukuklu şairle şiir okuyan Amerikan Robert Kolejinde okumuş. Erdal İnönü ile kız kardeşinin Atatürk Lisesinde okuduğunu biliyoruz. Lisede okuyanların burada bizim yediğimiz yemeği yememesi için bir neden yok. Erdal İnönü'nün kız kardeşi, arkadaşlarıyla koşuya bile katılmıştı; bunu hep gördük. Sonunda tatlıya bağlandı. Ancak Zübeyde Hanım sözü geçiştirildi. Bunu da arkadaşlar düzeltti:
-Mevhibe İnönü!
Saat 4'te nöbetim olduğunu öğrendim. Çok üzüldüm. Gece dersi borusu çalınca nereyse ağlamaklıydım; gerçekten bugün çok yorulmuştum.
Derse Üstteğmen geldi. Gülerek:
-Söze gene burçlardan başlayalım mı? diye sordu. Sonra da burçları anlatma niyetinde olmadığını, aydın insanlar olarak tarihimizi gözden geçirirken neden tüm işlerimiz yoluna girmiş tıkırında giderken sonra neden bozulduğunu düşünüp kahrolduğumuzun en büyük nedeni, dinimize safsatalar karıştırıp, sonra da o safsatalarla devlet işlerinin yürütülmeye kalkışılmasıdır. Batılıların bilimsel yollardan ele aldığı gökteki yıldızlarıın oluşumunu, insan yaşamına yararlarını görmezden gelip bizim softaların olayı girmek için en elverişli konu Burçlardır. Duraklama döneminden sonra, ki bu dönem Avrupalıların gök yüzünü dünya derecesinde kurcaladığı dönemdir. Kepler, Kopernik, Galile gök yüzünü insanlığa açarken yani 1600-1700 yılları arası bizim yıkılma başlangıcımızdır. Ancak, bu yıkılma askerlik açısından yıkılma değil, toplumsal çürümedir. Yıkılma döneminde de asker ölümü bahasına kahramanca savunmasını yapmıştır. 1683 Viyana bozgunu sonrası asker, 16 yıl savunma yapmak zorunda kalmıştır. Bu 16 yıl içinde dört padişahın değişmesi başka hangi nedene bağlanabilir? Aynı tarihlerde dinsel kurumlara bakalım, Halifelik kimlerin elinde, padişahlar için kimler fetva veriyor, isyanları kim başlatıyor? Anadolu halkını soyup soğana çeviren celâlilere kimler paşalık rüdbesi verip sadrazam yapıyor? (Örneğin İpşir Paşa) Büyük isyanların başında hep din adamlarıdır. Durum böyleyken insanlarımız günümüzde de yaşamını yıldızlarda aramaktadır. Uçsuz bucaksız deryaları aşan gemiler bir yıldızla yollarını bulmaktadır. Elimizde olsa da din adamlarımıza; zevzek sosyetemizdeki Burç sevdalılarına sorsak kaç tanesi Kutupyıldızı üstüne birkaç söz söyler? Oysa burçları sorsan bozuk plâk gibi aynı sözleri tekrarlar. Artık yıl olayı nedeniyle zaman içinde o burç denilen yıldız kümelerinin yer değiştirdiğe inandırman olası değil. O kafa toprağın altına öyle girecek. Özellikle üstünde duruyorum:
-Siz öğretmenler, bu konu üzerine durmalısınız. Burçları, Burç tutkunları dokunmayın, onlarla tebelleşmek başınıza iş açar. Sizler öğrencilerinize kutup yıldızını gözletin. Kutup yıldızı çevrindeki halkın Samanyolu dediği ışık nehrini anlatın, gezegenleri, hiç değilse mevsim mevsim sabah, mevsim mevsim akşam gözlenen halkın "Akşam yıldızı, Sabah yıldızı dediği Venüs gezegenini öğretin, gerçek gökyüzü hakkında doğru düşünmeye başlarlar. Düşüncesi doğru yola giren insan din sömürücülerinin önünde kolay kolay eğilmez. Zaten bunu sezen softa fikirliler de böylesine yanaşmaz! Bu onların taktiğidir, güçlü ile açık açık çatışmamak, sinsi sinsi zayıf tarafını bulmak için bekleyip zayıf bir yerini bulunca öc almak, bu onların değişmez, değişemezliğidir.
Tiiii, tiiii, ti, tiiii! gelmeden az önce Üstteğmen kalkmıştı, bu konuları gene kurcalarız, bizim Akademide de önemli halk konularımızdan biri budur! deyince Üstteğmen'in Harp Akademisi'nde olduğunu anladık. Belki de bunun için konuşmaları öğretmenimiz Kurmay Binbaşı Nuri Teoman'ı andırıyor.
Vakit kaybetmeden hemen yattım. Yatar yatmaz uyumuşum. Nihat Şengül, bir önceki nöbetçi, yatarken takıldı:
-Rahat uyu arkadaş, belli olmaz belki de seni kaldırmam bir sonrakine devrederim! Şaka söylenmiş bir söz ama, arkadaşın bunu düşünmesi bile güzel bir duygu. Çok yaşa sinema sever arkadaşım Nihat Şengül.
İyimser duygular içinde uyudum. Öyleyken korkulu bir rüya ile uyandım. Nihatın nöbeti bitmek üzereymiş nöbeti devraldım. Konuşmamak için el işaretiyle konuştuk. Nihat yatınca düşündüm. Neydi bu rüya? Yemyeşil bahçelerin olduğu bir yerdeymişim. Buranın neresi olduğunu sormak için insan arıyorum. İnsan yok. Gözümün gördüğü her yer bağlık bahçelik. Gezerken biri önüme çıktı; öfkeli bir tavırla:
-Burada ne arıyorsun? Çabuk kaç seni yakalarlar! dedi. Direterek sordum:
-Suçu ne, niçin yakalasınlar? Adam gösterdi:
-Buraya bak, bahçelerin yandığını görmüyor musun? Sahiden ateşin yaklaştığını farkedip koşmaya başladım. Adam arkamdan güldü:
-Nereye kaçıyorsun? Bir de baktım, beni yakalamak için birileri geliyor. Ancak beni görmediler, sinip yerde sürünerek kaçmaya çalışıyorum, emeklerken dizlerim acıdı. Gerçekten acımış gibi elimle dizimi tutarken uyandım. Elim dizimdeydi. Gözlerimi açınca nöbetim aklıma geldi. Nihat gerçekten uzattı mı? diye kalktım. Nihat, kıpırtımı çadırın dışından duymuş. Normal nöbet değişimi için kalktığımı sanarak parmaklarını açarak iki kez salladı:
-On dakikan var. Ben de ona iki elimi açarak tamam tamam! dedim. Bir saat onu düşündüm, neresiydi bu çayırlık? Yeşil çayırlığın yanabileceğini hiç düşünmemiştim. Derken gözlerim gök yüzüne kaydı. Kutup yıldızı oldukça uzaktaydı ama Büyükayı, Küçükayı besbelliydi. Büyükayı'nın arka iki yıldızı arasını yedi kat uzatırsan Kutup yıldızı bulunur. Bu uzunluk beş kat mı, yoksa yedi kat mı? Bakan Hasan Ali Yücel'le coğrafya dersinde tartışmıştık. Daha gerilere gittim, yıldızlara ilgim çok önce başlamıştı, 1933, 1934, 1935, 1936, 1937 yıllarına dek gittim. Bektaş ağabeyimle pancar taşıyorduk. Köyümüz Alpullu Şeker Fabrikası'na üç saat. Ancak çok pancar götürebilmek için manda arabasıyla gidiyorduk. Mandalar ne denli zorlasan dört saatte gidiyordu. Akşam eve dönebilmek için sabah erken çıkıyorduk. Pancarların üstüne sarınıp yatıyordum. Uyumam yasaktı. Uyursam düşerdim. O konuda da deneyimim vardı. Bir kez demet arabasının üstünde uyumuştum, bir yokuşta düştüm. Bir yerim incinmedi ama korkusu bana yetti. O nedenle yıldızlarla oyalanıyordum. Sabah yıldızı ile terazileri, Ülker yıldız kümesini, özellikle de Kervankıran yıldızını öğrenmiştim. Onun acıklı öyküsü beni etkilemişti. Gece yola, sabah yıldızı doğmadan çıkılmazmış. O nedenle yola çıkacaklar Sabah yıldızını gözlermiş. Birisi Kervankıranı sabah yıldızı sanıp yola çıkmış. Henüz gece olduğundan yolda yol kesiciler baskın yapıp soymuşlar. O yıldızın bir de plağı var. Bir ara onu sık sık dinlerdim.
Bir kımıldama oldu, baktım Halil Yıldırım, işaretle Kervan kıran yıldızını gösterdim. Halil de ona Sabah yıldızı dedi. İçimden:
-İşte bir pancar taşımayan! deyip yattım. Az da olsa uyku uykudur. Az sonra Tiiii, ti, tiiiiii. . . başladı.
16 Haziran 1944 Cuma
Şerif Çavuş, gülümseyerek geldi. O bizim hepimizi şehirli, muhallebi çocuğu sanıyor. Yüzümüze bakışından bunu seziyorum. Beni dinlese belki de şaşıracaktır. Gerçi hareketlerimden sezinliyor. Çünkü davranışları bir çok arkadaştan farklı bana karşı. Yapamadığım hareketler olunca; en çok:
-Öğren onu! oluyor.
Sabah jimnastiğinde koştuk. İkişerli yürüyüş kolunda durup sağa-sola dönüp yüz yüze gelip el çekişmesi, birbirimizi çekme, çift elle itişme, karşılıklı çekişme yaptık.
Kahvaltıda fısıltı olarak, yarın tüm kamp tüfek asarak yürüyüş yapacakmış. Bir çokları bunu kaygıyla karşılarken bizimkiler sevindi:
-Onlar, bizim gibi düzenli yürüyemez, geçen yıl da yapılmış, bizimkiler çok beğenilmiş ötekiler ise dökülmüş. Sevimsiz bir tavır ama gerçekten ötekiler dedikleri bir bakıma hak ediyor.
Şerif Çavuş, beklenenin tersine toplanmamızı istedi. Hazırol; silah başına dedikten sonra bir iki noktaya yürüttü. Sonra durdurup silah çattırdı. Silahsız olarak yürüdük. Geldiğimiz haftanın hareketlerini tekrarladık.
Tüfek al! komutundan sonra tüfekleri temizlememizi emretti. Gene tüfek astık. Silahsız yürüdük. Teker teker sıradan çıkıp komut vererek kıtayı yürüttük. Kısa mesafelerde yürüyüş, Merasim yürüyüşü, kıt'a selâmı yürüyüşü yaparak, bir bakıma vakit doldurduk. Boru çalmadan da yerimize gittik. Yerinde say! rahat! Sağa dön! Sola dön! komutları arasında boru çaldı. Silah çat! komutuyla tüfekleri çattık. Şerif Çavuş, düdük çalarak ikişerli sıra komutu verdi, rahat, hazırol komutlarını birkaç kez tekrarlattıktan sonra, eliyle selâm verip ayrıldı.
Serbest çalışmada Üstteğmen silahların gelişmesi, makine devrinin getirdiği, daha da getireceği yenilikler konusunda açıklamalar yaptı; Dünya savaşıyla bu savaşın silahlarını karşılaştırdı. Uçaktan önce Zeplin denilen bir hava aracı vardı, bunun adını duyup duymadığımızı sordu. Zeplinle Seyahat adlı bir kitap okuduğumu söyledim. Üstteğmen gülümseyerek:
-İyi işte, ara sıra kitap okuyup dünyada olan bitenden haberimiz oluyor. Ben de Jules Verne'den Aya Seyahatı okudum ama çevremdekilere Kont Ferdinand von Zeppelin ya da Mösyö Spiess'i sorduğumda kimseden yanıt alamamıştım. Bunlar da Aya Seyahat'i okudular ama arkasından ilk hava taşımacığını gerçekleştiren zeplini buldular. Bunları da uçaklar izledi. Uygarlık ve de teknik zincirleme bir gelişen bir olaydır. Kopuk kopuk ele alınırsa eklenmesi olanaksızlaşır.
Yemekte gene yarınki yürüyüş konu oldu. İçimden, bu durumu biliyorsa Şerif Çavuş, belki de Üstteğmen, bizim bugün biraz az yorulmamızı istemiş olabilir! Böyle düşündüm ama kimseye tınmadım. Yemekte bizim uzağımızda bir kargaşa oldu. Yemek işlerini yöneten bir levâzım Üstçavuşu var o geldi, oradakilerle konuştu. Yemek işlerini yöneten Üstçavuştan haberimiz yoktu; olsaydı ekmeklerin çalınmasını ona söylerdik! dedim. Arkadaşlardan gülenler oldu:
-Orası ona daha yakın, koruyacak olsa orada patırtı çıkmaz! Ali Kuş arkadaşımız, olabildiğince “eni sokmayan (ısırmayan) yılan bin yaşasın!” diyenlerden; hemen fikrini ortaya koydu:
-Bizim ekmekleri almadıkça onları yargılamaya hakkımız var mı? Muttalip Çardak yanıtladı:
-Yok cancağızım, hiç olur mu? Hele bir kapımıza gelsinler, o zaman görürler gününü! Kamil Yıldırım ikisiyle de iyi arkadaş, biraz da ona güvenerek:
-Susun be! biz de biliyoruz sizin bildiklerinizi! Bir sessizlik oldu. Ekrem Bilgin konuşulanları duymamış gibi sordu:
-Yarın buradan nasıl gideceğiz? Yanıt olarak soru Ekrem'e döndü; buradan değil oradan, Ankara'dan okula nasıl gideceğiz? Herkes kalkınca biz de kalktık. Meraklı Azmi Erdoğan gitmiş, neden patırtı yapıldığını öğrenmiş, geldi:
-Ekmek çalma işi değil, yemek karavanası dökülmüş.
Oldukça rahat bir durumdayken birden ders borusu çaldı. Kendi kendine söylenenler oldu:
-Geç kalmıştın (!)
Şerif Çavul hamarat, boruyla birlikte geliyor. Bir bakıma iyi oluyor; Karabiberler Çiftliği büyük bir alan ama çok da engebeli. Rahat oturacak ya da yürünecek yerleri fazla değil. Hemen hemen her derste biz, düzgün yerlerde duruyoruz.
Üsteğmen bu gece de sizi konuşalım! dedikten sonra Ali Kuş arkadaşla başladı, "Nerelisin, niçin okuyorsun, hangi mesleği seviyorsun? Niçin? Yabancı dil öğreniyor musun? Bunu sürdürecek misin?” Ali Kuş, Kütahyalı olduğunu söyledi. Kısa kesmek için öğretmen olmak istediğini; başka bir meslek düşünmediğini, zaten düşünse de kolay kolay ayrılamayacağını, çünkü çıkarılan özel yasalarla kıskıvrak bağlandığını anlattı. Üstteğmen bu kez soruyu değiştirdi:
-Köyünden, subay okullarında okuyan ya da okumuş olanlar var mı? diye sordu. Arkadaş, düşünür gibi durunca, Üstteğmen yanıt almadan soruyu hepimize çevirdi. Kadir Pekgöz, İbrahim Ertur parmak kaldırdı. Üstteğmen önce Kadir Pekgöz'ü dinledi. Kadir:
-Jandarma Genel Komutanı Korgeneral Rüştü Akın'ı söyledi. Üstteğmen gülerek:
- Sen beni korkutmak için mi söylüyorsun yoksa sahi mi? Rüştü Paşa Orgeneral oldu. Orgeneral çıkan köyden başka kimse çıkmadı mı? diye sordu. Kadir, Üstteğmen İbrahim Sarıdemir'i söyledi. Az durakladıktan sonra:
- Bir tane daha var ama ben onu bilmiyorum, onun arkadaşı burda, o biliyor, söylesin! deyip beni gösterdi. Üstteğmen gülümseyrek bana işaret etti. Deniz Subayı olan arkadaşım Yaşar'ı anlattım. Üsteğmen “bak bak; neler var! Kim demiş köylüler okumaz diye!” dedikten sonra başka (!? ) deyince bu kez İbrahim Ertur, Köylüsü Albay Seyfi Kurtbek'in adını söyledi. Üstteğmen gene gülümsedi:
-Benim Kurmay Binbaşım Seyfi Kurtbek! Bak bak bak! dedikten sonra:
-Siz beni gerçekten korkutmaya karar vermişsiniz. Bu korku, sevgi korkusu, kusurlarımı duyarlarsa onlara karşı minnettarlığım zedelenir! dedikten sonra "Eeeee!" deyip İbrahim Ertur'a bakan Üstteğmene İbrahim Ertur bu kez tam bir "aaaaaaaaa!" çektirdi. Üstteğmen olan ağabeyini söyleyince:
-Harp Okulundan arkadaşım, şimdi nerede? diye sordu. Sonra da:
- Ben bu sorulardan vazgeçtim. Köyden yetişmiş öğrencilerden öğrenmiş oldum, bir rastlantı da olabilir ama güzel bir rastlantı; iki köyden beş subay, hem de Orgeneral, Kurmay Albay, iki Üstteğmen bir Bahriyeli!. . Ne güzel bir müjde bu! Üstteğmen bu kez hem sesini değiştirdi hem de konuşmanın yönünü:
-Yarının öğretmenleri, siz olmadan da köylerdeki insanlar okuyormuş. Ama bunların sayısı az. Sizler bunları çoğaltacaksınız. Okulunuz hakkında yergileri de okuyorum övgüleri de. İkisi de doğaldır ama gerçek değildir. Gerçekler, sizin başarınızda gün yüzüne çıkacak, ülkemiz daha aydınlık olacak! Görevlerinizi bilinçli sürdürün, her köy mehmetçikler gibi subaylarını da yetiştirsin!
Ders bitti borusu çalınca her zaman sevinirdim, ilk kez bu gece üzüldüm. Kurmay Binbaşı'nın derslerinde de böyle oluyordum. Biz, bu beklentileri karşılayabilir miyiz? Değişik bir yorumla karşılaşmamak için kimseyle konuşmadan yatağıma uzandım. Nöbetim yok; uyuyabilirsem hemen uyuyacağım.
17 Haziran 1944 Cumartesi
Tiiii, ti, tiiii. . . . Bu sesleri ben konserlerde dinledim falan diyorum ama işin aslı başka. Bu sesleri çok daha önce değişik yerlerde çok dinlemiştim. Az farklı da olsa hep Tiiii, ti, tiiiiii, idi. Önce 1939 yılında okulumuz Alpullu'da kalırken hemen yakınımızda bir alay vardı. Okulun tam karşısında olduğu için özellikle sabahları çok net duyuluyordu. Sonra Lüleburgaz içine taşındık, orada ise iki tümen vardı. Sabahları bazen çift çalarlar bazen de arka arkaya ti, tilerdi. Ayrıca ilk kampımızı Piyade Alayında yapmıştık. O zamansa biz de bu sesle kalkmıştık. Bunları unutup Tchaikovsky arkasına takılmamı oldukça büyük bir yanılgı saydım.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Şerif Çavuş geldi düdüğünü çıkardı, çalmasına gerek kalmadan yerlerimizi aldık. Birkaç kez rahat-hazırol'dan sonra yürüdük. Önceden anlaşmışlar galiba, öteki sınıf grubuz da bizim yanımıza geldi. Tüm 1. sınıf toplandık. Yan yana gelen iki grup birleştirildi. Altmış kişilik grup daha gösterişli oldu. Uygun adımlarla bir süre yürüdük. Yeni takım karışıp boy sırası yapıldı. Halil Dere ile eş oldum, Halil Basutçu da bir önüme düştü. Yavaş seslerle:
-Şükür kavuşturana, sonra da tekrarlayıp "Kavuşturanlara!" dedik. Başımızda iki çavuş, biri sağımızda biri solumuzda. Onların çavuşu bizimkinden sertmiş. "Durmuş Çavuş" Şerif, Durmuş ikisi de köylü adı. Hayret, biz de köylüyüz ama içimizde Durmuş yok. Yanılmışız ikinci sınıflarda Şerif var, bizim sınıfta da birinin ikinci adı Durmuş'muş. Durmuş Çavuş:
-Kıt'a dur!, rahat! Paydos! dedi.
Bu değişiklik ne ola? diyerek kahvaltıya gittik. Kahvaltıda öğrendik, ikinci sınıflar da birleştirilmiş. Onlar duymuşlar, tüm kamp birleşip yürüyecekmiş. Biri uydurmuş olacak; Cumhurbaşkanı İnönü gelecekmiş. Hemen yakıştırmalar yapıldı:
-Oğlunu özlemiştir almaya gelecek! Biz görmedik ama İsmet İnönü ile Mevhibe İnönü dün gelmiş; yemekleri tatmışlar. Bu, "Tatmışlar!" sözü kimilerine hoş geldi, gülüştüler:
-Ne tatması, baya baya yemişlerdir! Kimileri de dün akşamki yemeklerin iyi olmasını ona bağladı.
Eğitim borusu çaldı. Kendi yerimizde gene olağan sıraya girdik. Şerif Çavuş sıra ile bir adım öne alıp üstümüze başımıza baktı. Üstteğmenin geleceğini söyledi:
-Azıcık bekleyeceğiz! dedi. Azıcık dediği oldukça uzun sürdü. Görebildiğimiz kadarıyla bütün gruplar beklemedeydi. Nihayet Üstteğmen geldi. Gelir gelmez de iki grubun birleşmesini söyledi. Şerif Çavuş, az önceki birleşmeyi anımsattıktan sonra komut verdi:
-Silah başı, tüfek al, tüfek as! Rahat! Hazırol! Yürüyüş kolu marş! Sağa dön marş! İkinci grup önümüze gelince durduk. Çavuşlar az önceki durumu aldırdı. Bu kez Durmuş Çavuş, oldukça yüksek sesle komut verdi:
-Kıt!a dur! Üstteğmen geldi:
-2. hafta sonu Komutan Kamp Taburunu gözden geçirir. İsterse kıtanın önünden geçer, zaman zaman münferit sorular sorar, zaman zaman da Taburun selâm geçidi olarak geçmesini ister; bu emri bekliyoruz! dedi. Oldukça uzun bir süre bekledik. Binbaşı Enver Başol geldi. Binbaşı Enver Başol'a takılan sıfatı anımsayınca gülesim geldi. Bunu kim benzettiyse yanlış benzetmiş, Binbaşı'dan 15 gündür hiçbir kötülük görmedik! Üstteğmenlerle (6-7 Üstteğmen) konuştu. Üstteğmenler çavuşlara işaret edince gruplar yürüyüşe kalktı. Oldukça geniş görünen Karabiberler Çiftlik alanı, ters yüz birbirini izleyen gruplarca hareketlendi. Bu arada bir Üstteğmen de bizim 2. sınıfları getirip bize ekledi. Bir süre sonra boru çaldı. Kamp Komutanı Albay Şükrü Kızıltuğ, bir yanında Binbaşı Enver Üçok ile Yüzbaşı Celâl Çelik, öte yanında Yarbay Nuri Üçok, İrfan Başbuğ olmak üzere, konuşa konuşa geldiler. Binbaşı ayrılıp bir yerde durdu, Albay oraya gitti. Bir süre konuştular; güldüler. Ne konuştuklarını duymuyoruz ama neşeli olmaları bizi rahatlatıyor. Bu arada çok az gördüğümüz Yarbay Nuri Üçok da geldi. Böylece Kamp Komutanlarını bir arada topluca gördük.
Albay, Şükrü Kızıltuğ-Yarbay Nabi Üçok-Binbaşı Enver Başol-Yüzbaşı, Celâl Çelik-Kur. Yüzbaşı İrfan Başbuğ, Üstteğmen Muzaffer Yiğit-Üstteğmen Murat Bahar- Takım Çavuşu, Şerif Atlı, Durmuş Çavuş (öteki Üstteğmenlerle ilgim olmadığı için adlarını sormadım).
Sonunda genel dikkat borusu çaldı. Birinci birlik (hangi okul olduğu belli değil, besbelli karışık), arkalarından İkinci grup geçti. Üçüncü grubu biliyoruz, Mülkiyeliler. Arkalarından Konservatuvarlıların bulunduğu grup, Yüksek Ziraat Enstitü, arkasından Hukuk Fakültesi. Onların ardından da biz geçtik. Son grup olarak biz, aynı zamanda en kalabalık grubuz. Geçişten sonra gruplar rahat olarak kümeleştiler. Üstteğmenler komutanın yanına gitti. Öteki gruplarda konuşmalar gülüşler yükselince biz de Önce Harp Okulu marşını, arkasından Yedek Subay marşını, Öğretmen Marşını sonunda da Mülkiye Marşını söyledik. Biz başlayınca Mülkiyeliler de marşlarına katıldı. Azıcık yankılanma oldu ama anlamlı oldu. Komutanlar gidince bizim üstteğmenler geldi. İkisi de:
-Komutan çok memnun oldu! dediler.
Tören bitti borusu çaldı, yürüyüş kolunda geniş bir alana yayıldıktan sonrak kendi gruplarımıza dönüşüp yerlerimize çekildik. Tüfek çatıp rahatta, bayrak törenin bekledik. Tiii sesi gecikmedi, İstiklal Marşı'nı oldukça düzgün söyledik ya da bize öyle geldi. Yemek borusu çalarken izinler de başladı. Yemekhane yarı yarıya boşaldı. Biz, acele etmeden yemeklerimizi yeyip çadırlarımızı nöbetçi askerlere teslim edip küme küme Karabiberler Çiftliğinden ayrıldık. Yusuf Demirçin'le birlikte Akköprü'ye gidip giysilerimizi değiştirerek soluğu Ulus'ta aldık. Önce sinema! Rebecca (Rebeka) adlı film. Filmi daha önce görenler var. Nihat filmdeki kızın güzelliğinden söz etti. Güzel kızdan ne beklediğimi kendime sormadan afişteki bakışına kapılarak girdim. Gerçekten güzel bir yüzü var. İçimi kolay kolay açmam ama güzellik konusunda oldukça titiz bir yüz güzelliği
Joan Fontaine
eğilimim olduğuna inanıyorum. İşte Joan Fontaine de bunlardan biri oldu. Greta Garbo, Alida Valli, Greer Garson, Esther Williams, Vivien Leigh aklımda kalanlar. Bunlara bir de Joan Fontaine eklendi. Ancak burada bir burukluk yaşadım. Bu güzel bayan bu filmde neden oynamış? Bu filmde güzelliğini gölgeleyen bir duruma girmiş bence. Bunu Nihat Şengül'e söyledim, güldü:
-Aa şunu bil! O güzeller, çok para için oynuyor, film yapanlar da çok para getirecek filmler çekiyorlar. Üzülme, çok yakında bu güzel bayanı gönlüne uygun bir filmde görebilirsin. Joan Fontaine beni çok film izlemeye çağırdı! diyebilirim.
Sinemadan sonra Ankara içinde gezme yerine Gençlik Parkı'na indik. Bizden önce çok giden olmuş; "Kamp buraya taşındı!" şakaları yapıldı. Durmadan kamp konuşuluyor:
-İşte iki hafta geçti! Bu iyimser görüşe alkış tutanların yanında:
-Daha dur bakalım, bir haftamız var! diyenler çıkıyor. İşte bir tartışma konusu! Neden bu denli dar canlıyız? diyesim geldi. Hemen karşılığını aldım:
-Sen kendine bak! Kendini Sokrates gibi Agora aydınlatıcısı mı sandın! Agoralar çoktan kalktı! Bunu söyleyen 2. sınıflardan benim şimdiye dek iki ikiye konuşmadığım, konuşmaya da niyet etmediğim Rahim Ünüvar. Onun çok okuduğunu söyleyenler vardı, biliyorum ancak tavırlarından böyle olacağını çıkaramadığım için saygı duymuyordum. Dikelerek:
-Agoralar, pazar meydanları, yerde olur, kim kaldırabilir onları? Salt ülkeden ülkeye adları değişir. Örneğin bizim pazarlarımız birer Agora sayılır. Rahim Ünüvar, bir av yakalamış gibi agora hakkındaki bilgimi sordu. Ben de Tiyatro Tarihi dersinde okuduğumu, isterse kendine okumak üzere geri almak koşuluyla kitabı verebileceğimi söyledim. Yanında oturan sınıf arkadaşı Musa Çınar araya girdi:
-Ne tartışıyorsunuz Allah aşkına, anladık ikiniz de bilgiçsiniz, bir birinizden farklı değilsiniz. Rahim Ünüvar bu söze gülümsedi, besbelli denkliği benimsemişti. Benden de aynı tavrı bekliyor gibiydi. Oysa ben öyle yapmadım:
-Aramızda kesin kez bir fark var, bunu kimse yadsıyamaz, o Rahim, ben İbrahim’im. Ben ondan beşe yedi öndeyim. Dinleyenler şaşırdı. Dinleyenlerden biri de Abdullah Ön'dü, gülerek Rahim Ünüvar'a:
-Konyalı hemşerim, seni uyarmalıydım; karşında İbrahim Tunalı var, sen bilmezsin, ilk geldiği gün daha bizim bölümdeki işleri haklı olarak ele alıp bizi bir kenara itti. (Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin plâk çalmayı daha doğrusu Pikabı kullanmayı onlara bırakmamış, kendisi kullanmış. Ben gramofon kullandığımdan pikabı gerçekten daha ilk gün kullanmıştım, öğretmen de o işi bana bırakmıştı) Bize bak; o konuşurken hepimiz susuyoruz. Atalarımız ne demiş? At binenin kılıç kuşananın, Bükemediğin eli öp! Yiğidin hakkı yiğide verilmeli! daha sayayım mı?
Vakit daha gelmemişti ama Halil Dere kolumdan çekti:
-Biz gidiyoruz! Rahim Ünüvar'a bakarak kalanlara "Hoşça kalın!” deyip ayrıldım. Ayrılınca Hasan Özden:
-Çıkışını iyi yaptın arkadaş! Onlar seni sıkıştırmak niyetindeydi. Abdullah Ön'ün konuşması onların düzenini bozdu. Gene de hazırlıklı ol! Tartışma burada kalmayacak! Hasan Özden'in ne demek istediğini pek anlamadım. Daha doğrusu açık açık söylenmeyen sözleri üstüme alıp kendimi tedirgin etmemeye çalışırım. Ayrıca burada başka bir rahatlığım var; Hasan Özden'in bildiğini Halil Dere de bilir. O bilince bana iletmemesi söz konusu olamaz. Gene de kafama takıldı. Rahim Ünüvar ya da onun çevresindekilerle ne gibi bir sorunum olabilir? Göl kıyısında bir iki turladıktan sonra herkes kalktı. Onların kalktığını görünce biz de İstasyona yollandık. Kırıkkale treni nedense çok kalabalıktı, ayakta kalmaktan yakınanlar oldu. Erdal İnönü anımsatıldı:
-Size de birer çadır kuralım! Trende oturmakla çadır kurmanın ilişkisi tartışılırken Hasanoğlan durağında indik. Her kafadan ayrı ses çıkmasına karşın tüm arkadaşlarda bir sevinç var. İlk günlerin biraz yadırganan bakışlar oldukça azaldı. Özellikle Hukuk Fakültesi grubuyla senli benli olundu.
Yediğimiz yemeklerde belli bir fark yok ama ne de olsa alıştığımız yerde yemek, özellikle ışıkta birbirimizi görmek büyük fark sayılır.
Bizim bölümden bir grup arkadaş, özellikle Talip Apaydın, Ekrem Bilgin. İbrahim Şen, Mehmet Yelaldı, Şevki Aydın, Abdullah Erçetin, plâk dinlemek istediklerini söylediler. Ben zaten öyle bir öneri bekliyordum. Yemekten kalkınca doğru Bölüm salonuna gittik. Talip Apaydın'la konuşmamıştık ama aynı duyguları yaşamışız; gelir gelmez:
-“Müsaadenizle ilk kez bir özel istekte bulunacağım; adını tam anımsayamadım ama Tchaikovsky'den. Kampta her boru çalınınca onu düşündüm.” Bir çoğu; "Ben de, ben de, ben de!” dedi. Tchaikovsky'nin İtalyan Kapriccio'sunu koyduk. Dikkatle dinledik ama tıpatıp bir benzerlik kuramadık. Bir şekli benzerlik varsa da kampta dinlediğimiz sesler bir çizgi olarak kalıyor. Oysa eserde ti, tilerden sonra onları kesip tüm alana yayılan sesler, ilk ti'leri yalayıp yutuyor.
Arkasından Beethoven 6. Senfoni istendi. Fantazia filminin de etkisiyle 6. Senfoni gözde eserler dizisine katıldı.
Ayrılırken arkadaşlar, müziğin çok iyi geldiğini, kısa da olsa kamp kuruntularını üstlerinden attıklarını söylediler. Müzik dinledikten sonra büyük salona uğradık. Aslında ben kitaplığa gidecektim. Hukuk Fakülteli Bülent Ecevit'in kitabı olabilir. Köy Enstitüleri'ni daha doğmadan dörtgözle beklediğini yazan Prof. dr. Fahri Ecevit'in oğlunun kitabı özellikle bulunur. Ancak şöyle bakıp dönmek istediğim salonda, bir masa çevresine oturan bir grup, beni göstererek:
-İşte geldi! dediler. Oturanlara baktım, iyi tanıdıklarım olduğu gibi pek konuşmadıklarım da var. Süleyman Karagöz, Mustafa Barış, Fakı Yörük, açık yürekli arkadaşlardır. Onların bulunduğu bir toplulukta kolay kolay tatsızlık çıkmaz. Ne var ki aralarında bugün tartıştığımız Rahim Ünüvar, Hayrettin Özer gibi yakınlığım olmayanlar da var. Baktım hepsi Çifteler çıkışlı. Kitaplıktan kitap arayacağımı söyleyip çağrıya katılmadım. Sanırım bugünkü tartışmamız yüzünden Rahim Ünüvar'a “kin besleme” diyecekler. Özellikle Süleyman Karagöz, bu tür barışçıl girişimlerde rol alır. Ayrılıp kitaplığa gittim. Düşündüğüm gibi oldu, Bülent Ecevit'in Rabindranath Tagore'den çevirdiği şiir kitabını buldum. Birkaç şiirini yazdım. Gerekirse ötekilerini de yazar ya da kitabını alırım.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Zil çalınca yattım. Hayret, yatınca kamp olayını iyice aklımdan çıkarmışım, anımsayınca yıllar önce bir olaymış gibi geldi. Gezi de böyle olmuştu; etkisi ya bir gün ya da iki gün sürdü. Unutamayacağımı sandığım Muazzez'i anımsayınca gene Konservatuvar salonlarında gezerken anımsıyorum. Isparta ya da Burdur'da gördüğüm Muazzez'i Konservatuvar'da anımsadıktan sonra ancak görür gibi oluyorum. Bu da psikolojik bir olaydır sanırım. Cesaretim olsa da Yunus Kâzım Köni Öğretmene sorsam! Sorabilir miyim? Güldüm; Muazzez diye değil de bir başka olaya çevirip neden sorulmasın? Uygun bir olay bulmaya çalışırken bunalmış gibi oldum. istemeye istemeye uykumu kaçırdım. Çiftelerlilerin benden ne istediklerini kestirmeye kalkıştım. Rahim Ünüvar için dedim ama bu olamaz. Fakı Yörük, kesinlikle böyle kişisel olaylara girmez. Süleyman'la Barış da! Uyumuşum!
18 Haziran 1944 Pazar
Halil Dere ile karşılıklı sözümüz var, temizlik konusunda birbirimizi uyaracağız. Baktım uyuyor. Onun bana yaptığı gibi başına dikilip dürtükleyerek "Silah başı!”dedim. "Uyanıkım, seni kandırmak için yattım, kendi kendime sordum:
- Onu hep ben mi kaldıracağım!"
Ben de:
-Geç kaldın, o dediğini ben her hafta diyorum!
Gülüşerek hazırlanıp kahvaltıya gittik. Arkadaşlar, “geçen cumartesi saç kontrolu yapılmıştı bu hafta neden yapılmadı?” sorusunu sorup tartıştılar. Karışmadım, ancak içimden; sayılan nedenlerin birine katılmadığımı söyledim. "Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bir telefon ettiyse:
-İş tamam! Baktım, bizimkiler hemen onayladılar. Ben de:
-Hasan Ali Yücel böyle bir telefon eder mi? diye sordum. "Niçin etmesin?" denince, nereye telefon edeceğini sordum. Kem küm edildi. Bu kez de mayıs ayında bizim okula geldiğinde giysiler için kendisine başvurduğumuzda:
-Kendisinin giyimi sevdiğini, bizim giymemizde bir sakınca görmediğini, ancak “Okul, başında bulunan Müdürün yönetimindedir. Ben onunla konuşmadan size söz veremem. Ancak, isteklerinizi uygun bir zamanda kendisine ileteceğim!" demişti. Bunu söyleyen insan, Genel Kurmay Başkanından Albay Şükrü Kııltuğ'a dek sıralanan yetkili makamlarla ayrı ayrı görüşmez. Görüşürse Genel Kurmay Başkanıyla görüşür. Ancak bir kişi için o da onu yapmaz! Konuşmamı arka masadan da dinlemişler. Azmi Erdoğan bizim masaya dönerek:
-İbrahim herkesi küçük görür, geçen gün genel Müdürümüz Hakkı Tonguç için de buna benzer sözler söyledi. Kimse karşılık vermedi. Ancak ben:
-Küçük görmek değil insanların onurundan söz ediyorum. Genel Müdürümüz için küçük görücü bir söz etmediğimi, Eski Eğitimbaşı için söylenen sözleri eleştirdiğimi tekrarladım. Genel Müdür için bir söz söylediğimi söyleyen çıkmışsa kesinlikle yalan söylemiştir. Onunla yüzleştirebilirsiniz. Bizim masada bir duraklama oldu. Halil Yıldırım, paylarca Azmi'ye:
-Olayın aslını dinlemeden dışardan sözü karıştırmakla ayıp ediyorsun. Bu sabah burada Genel Müdür ya da İsmail Hakkı Tonguç sözü geçmedi, buna hepimiz tanıkız. Sen kimin sözünü kime yakıştırıyorsun? diye sordu.
Azmi Erdoğan'ı iyi tanıdığım için aldırmadım ama kafamda bir soru işareti oluştu; Azmi'nin uyduruk yakıştırması ile akşamki grubun arasında bir bağ var gibi geldi.
Piyanoyu çok özlediğimden ivedi olarak banyoya gidip geldim. Bir süre piyanoda özlem giderdim. Pek demediğim bir sözü de duyarak tekrarladım:
-Gel 24 Haziran cumartesi gel!
Halil Dere geldi:
-Arkadaşlar, geçen haftaki gibi karışıklık olmasın, erken gitmek için karar vermiş. Selim Bey de, erken bir yük treni ayarlamış, Saime Kadın'a dek gidiyormuş. Arkadaşlar kararlılar, biz de gidelim! Ben:
-Benim bağlantılı arkadaşım var, Yusuf Demirçin ondan ayrılamam, eşyalarım onun akrabasının evinde!
Biz konuşuken Yusuf çıktı geldi, olayı duyunca o da sevindi. Yemeğe dek bir süre çalıştık. Selim Bey saatı üç olarak vermiş ama arkasından da:
- Yük trenleri, yol boşluğuna göre kimi zaman saat değişirebiliyor, yarım sat önce gelin! demiş.
Yusuf'la bir süre salona uğrayıp çalıştık. Arkadaşlar dedikleri saatte geldi, durağa gülüşerek indik. Durak Şefimiz (biz ona İstasyon Şefi diyoruz) kapısının önünde bizden çok beklentide:
-Tel bağlantısına göre Lalabel'de olması gerekir! dedi. Sözünü bitirmeden uzun bir yük treni tepeden bükülerek inmeye başladı.
Tren bizim durakta durunca gene bir yük vagonuna doluştuk. Bu kez yerimiz bize göre rahattı. Çimento yüklüydü. Çimento torbaları üstüne yerleştik. Mamak durağında indik. Az sonra banliyo geldi, ona atladık. Yusuf'la ben Yenişehir durağında indik. Akköprü'ye en yakın orası. İner inmez Ulus'tan geçerek Yusuf'un akrabasına gittik. Kısa bir hoş beşten, hal hatır sorma faslından sonra asker kılıklarınızla yola çıktık. Önce arkadaş buluruz düşüncesiyle Çay bahçesine gittik. Umduğumuz gibi arkadaşların çoğu oradaydı. Bir süre sonra Meclis Bahçesine indik. Son toplanma yerimiz orasıydı. Büyük bir kalabalık oluştu. Bizden olmayanlar da kılıklarımızı görünce bize katıldılar. Ne ilginç, kampta konuşmadıklarımız da burada kırk yıllık arkadaş gibi bize sokuldular. Söz birliği edip Kampa dek yürüdük. Oldukça uzun yol ama bana mısın! demeden yürüyük saatinde yetiştik. az sonra tören borusu çaldı. Onu Şerif Çavuş'un düdüğü izledi. Yerimiz tepe üstü olduğu için güneşin batışını çok rahat görüyoruz. Okula girdiğimden beri duyardım:
-Bayrak güneş batarken iner! derlerdi. Öyleyken bulunduğumuz yerin çevreleri nedeniyle bu denli açık, tam güneş ufuk çizgisine dayanırken bayrak indiğine tanık olmamıştım. Karabiberler Çiftliği tepesinde, bilinçli yapar gibi bayrağın tam doğusuna sıralanmışız, her zaman Tosun Oturtan sırtı ya da Çukurambar denilen yerlere bakarken bu kez gözlerimiz; Kızgın bir tepsi gibi güneşin ufuk çizgisinin altına geçtiğini izledik.
Bütün gruplar yerlerine marş marş komutuyla koşrak döndü. Şerif Çavuş, görünüş olarak nemrut bir insan olmamakla birlikte öyleymiş gibi davranarak cumartesi günü ayrılmamışız gibi arka arkaya komutlar yağırdı. Sağa sola döndürdü, koşturdu. Yemek borusu çalınca rahat bir soluk aldık.
Karanlık yemekhanemiz, gerçekten özellikle seçilmiş gibi derin çukurun içine kurulmuş. Çadırın içi dışarıdan daha karanlık. Gene de hemen ısındık, son hafta için düşler başladı. En önde gelen olay, atışlar; ne gün olacak? Bir günde mi olacak; yoksa ayrı günlerde mi? Ne fark eder?
Gece Eğitimi borusu çaldı. Toplandık. Şerif Çavuş, nöbet sırasını gözden geçirdi. Rahat, hazırol! komutlarını tekrarladı. Üstteğmen gelince tekmil verdi:
-Takım, Gece Eğitimi dersine hazırdır, komutanım! Üstteğmen, rahat ettirmesini söyledi. Şerif Çavuş, yumuşak bir sesle:
-Takım rahat! dedi. Üsteğmen yürüdü. Şerif Çavuş bize rahat yürüyüşte Üstteğmeni izletti. Kamp alanının Dikmen tarafı oldukça yüksek. O yülseltinin hemen altında bir patika var. İsmet İnönü ile Mevhibe İnönü oradan geliyorlar. Orası az geçince yükseltide durduk. Üstteğmen oradan Ankara'yı izletti. Harp Okulu, Tank Okulu, Yedek Subay Okulu, Kurmay Okulu ışıkları görülmekte. Onların az sağ yukarısında küme ışıklar var. Üstteğmen onları gösterdi. Bilemedik. Üstteğmen:
-Hiç mi merak etmezsiniz; Atatürk için yapılan Anıt-Mezar! dedi. Arkadaşlar bir ağızdan bildiklerini söylediler. Ancak, gidip görmediklerini, henüz kimsenin gezemediğini söylediler. Ben, biraz bencilce bir tavırla yapanın, Prof. Emin Onat olduğunu, onu tanıdığımı söyledim. Üstteğmen ilgiyle sordu:
-Nasıl, nereden tanıyorsun? Sorusunda biraz kuşku vardı. Prof. Mimar Emin Onat'ın Kepirtepe Köy Enstitüsü plânını çizdiğini, o nedenle Kepirtepe'ye geldiğini anlattım. Köy Enstitülerinin 1940 yılında kurulmasını anlatırken "Bizim okul” sözlerini kullanmıştım. Üstteğmen bu "Bizim okul!" söylemine takılmış, hemen sordu. Bu kez de 1938 yılında açılan Köy Öğretmen okullarını anlattım. Burada beni öteki arkadaşlar da destekledi. Üstteğmen ilgiyle eski Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'ın kurduğu okullara daha fazla sempati duyduğunu söyleyerek açık açık Köy Enstitüleri ile Öğretmen okullarının bir birine zıtmış gibi ortaya çıkarılmasını eleştirdi. Gülümseyerek:
-“Şimdilik, iyisiniz hoşsunuz ama ilerde nasıl bir manzara doğacağı belli olmaz!” dedikten sonra “Türk Ordusunda bir zaman bu oldu!” diyerek ordudan yetişmelerle Harp Okulundan çıkanlar arasında kıyasıya bir rekabet görüldüğünü, bu rekabetin bizim Balkan Savaşını kaybetmemize neden olduğunu anlattı. Sonunda da ordudan yetişme geleneğinin kaldırıldığını sözlerine ekledi. Üstteğmenin sözü tam olarak bitmemişti ama yat borusu çalınca "Mabadı bir başka derse kalsın"!” deyip ayrıldı.
Şerif Çavuş, alıştığımız hareketleri yaptırarak çadırlarımızın önüne gelince komutla dağıldık. Nöbetim yok; buna çok sevindim. Fısıltılara katılmadan uyudum.
19 Haziran 1944 Pazartesi
Tiiiii! sesini duyar duymaz kalktık. Arada fısıltıyla konuşanlar soruyor; acaba son gün de böyle kalkabilecek miyiz? İnşallah! sözleriyle karşılıklar verildi.
Sabah Jimnastiğine istekle katıldık. Ben zaten bütün yaz böyle bir saatte bu işi yapacağım, bu nedenle yadırgamıyorum. Koşullar değişik de olsa erken kalkmak zorunlu. O nedenle doğal sayıyorum. Ekrem, Abdullah Erçetin, İbrahim Şen, Halil Yıldırım en çok yakınanlar. Serbest hareket, komutlu hareket, derken boru çalınca toparlandık.
Yemekhanemiz nedense aydınlık, sabah güneşi Dikmen sırtlarından bizim yemekhene kapısına iniyor. Biz, tam doğu kapısının ağzındayız. Üçüncü haftanın kahvaltısını da kazasız belâsız yaptık! diyerek çadırlara çıktık. Arkadaşların ilk günden beri üstünde durduğu kayırmacılığa ben de tanık oldum. Tam Erdal İnönü'nün çadırı yanındaydım. Erdal İnönü önümden geçti. Yemekhaneden geliyor sanmıştım. Ayrıca selâm vereceğini de beklemiyordum. Yanımdan geçerken selâm verdi, az duraksayıp evden şimdi geldiğini de söyledi:
-Ben istemedim ama benim için izin almışlar, bir aile toplantımız oldu! dedi. Arkadaşların deyimiyle kaytararak geceyi belli ki evde geçirmiş!
Şerif Çavuş düdük çaldı, sıra olup birkaç kez rahat, hazırol yaptıktan sonra tüfek as! komutuyla silahlarımızı kuşanarak büyük alanda bir kaç kez döndükten sonra istikamet Çiftlik çukuruna indik. Biz, Söğütözü'ne gidersek belki İsmet İnönü ile Mevhibe İnönü gelirler, daha yakından görürüz diye sayıklarken Şerif Çavuş:
-İsikamet Çukurambar! dedi. Çukurambar, Tosun Oturtan tepenin tersine çukur. Ancak çukur denmesine karşın o denli çukur değil, eğilimli tarlalık. Bir süre yürüdük, durduk. Tüfek çatıp, arazi incelemesi yaptık. Tanklar için çok elverişli bir alanmış. Uzaktan uzağa gözleyenler var:
- İnönü'ler gelmedi! dediler.
Geldiğimiz gibi aynı tempoda yürüyüşle döndük. Nedense çiftlik çukuru ile yamaçta komutları arkadaşlar verdi. Düze çıktığımızda paydos borusu çaldı. Uygun adımla yerimize döndük. Yemek dinlenmesinden sonra silah nöbetim var. Eğitime silahsız çıkılırsa tam beş saat nöbet tutacğım, Silahlı eğitim olursa nöbetim kısalacak.
Yemek boyunca silahsız eğitime çıkmaları diledim. Beş saat bir yerde durmak yürümekten zor mudur? Beş saat yürüme dememin nedeni var. Alpullu Şeker fabrikasına pancar taşırken uzun süre araba beklerdim ama o zaman kaçamak da olsa arada otururdum. Burada o olanak yok. Tam ortada kamp karargahının gözü önündeyim.
Arkadaşlar ileri geri konuşuyorlar, onlara katılamıyorum. Sonunda durum aydınlandı, arkadaşlar silahsız olarak eğitime çıktılar. Hava da oldukça sıcak. Böyle bir dilekte bulunduğuma birinci saatte daha pişman oldum. Beş saat bir kaç kez yürüdüğümü anımsıyorum. Köyümle Kırklareli arası tam beş saattir. Beş kez gittim ya da döndüm. Onların mevsimlerini düşündüm. İkisi ilkbahar, ikisi sonbahar, birisi de yazdı. Yaz yolculuğum, Asılbeyli-Kavakdere yolundandı. Kavakdere köyü kıyısındaki kuyusundan su içmek için sapmıştım. Kuyudan su çekecek kap yoktu, kısmet bekleyen dervişler gibi oturup bekledim. Gele gele benim yaşımda bir bayan geldi. Başında siyah bir ferace olduğundan onu büyük sanmışım. Ben:
-Abla, çok susadım, köyüme az kaldı ama iyice yandım! deyince başından feraceyi atmıştı. Bir kova su çekip kovayı bana uzattı. Başımda öğrenci kasketi vardı. Sanırım ona güvenerek kendisinin de öğrenci olduğunu söyledi; Edirne lisesi son sınıfındaymış. Yakın evlerde bizi görenler hemen birer kova alıp geldiler. Gelenler olunca ben ilkokul birinci sınıf öğretmenimi sordum. Ahmet Öğretmen (o zaman soyadı yasası çıkmamıştı) Kavakdere köyündendi. Ahmet Öğretmenin yaşadığını biliyordum. Çoktan emekli olmuş, köyünde yaşıyormuş. Köylerimiz yakın olduğu için (bir saat) ara ara bizim köye gelip babamın kahvesine uğruyormuş. Ahmet Öğretmeni sorunca bana su verenin yüzü renklendi. Mahcup olmuş gibi bir sanıya kapıldım. Gelenlerse güldüler. İçlerinden biri gülerek:
-Üstüne bastın! dedi. Yerinde söylenmemiş bir sözdü ama aldırmadım. Bu kez bana su veren öğrenci:
-Ben, senin öğretmeninin küçük kızıyım, ablam öğretmen oldu, Uzunköprüde. Ağabeyim ortaokuldan sonra okumamış, Tarım işleriyle uğraşıyor! dedi. Ahmet Öğretmen Uzunköprü'de büyük kızının yanındaymış. Aranıp sorulduğuna çok sevinecek, mektup yazınca söyleyeceğim çok sevinecek! dedi. Adımı, köyümü, babamın adını verdim. Geldiğimde hiç kimsenin bulunmadığı kuyunun başında neredeyse köyün yarısı toplanmıştı. Eve dönünce babama anlattım. Babam gülerek:
-Köylüler öyledir. Kendileri bir tavır değiştiremezler. Ancak gördüklerini, görmeyene anlatmak için nerede bir yabancı ya da yeni bir durum görseler, iki elleri kanda olsa koşar, kendi mantalitesine göre bir yorum yaparlar! demişti. Babam:
-Onlar senin arkandan o kız için gittiğini günlerce söylemişlerdir. Hatta, başka zamanlar da oralarda dolandığın üstüne yemin etmişlerdir! demişti. Bunları aklımdan geçirdim. Ne var ki tüm ayrıntılarını anımsadığım olayın gerçek kahramanı güzel kızın yüzü bile belleğimden silindi. Kaldıraçlı kuyunun ucundaki su kovasını görür gibi oluyorum da kızın yüzü neden silindi?
Saate bakım, daha bir saat geçmiş. Kırklareli'ye daha dört kere gitmem gerekiyor. Gitmelerde yalnız olmadığım için önemli bir anım yok. Yolculukları anımsarken bir gece yürüyüşüm de ilginçtir. Kepirtepe'de 4. sınıfta olduğumuz yıldı. Gündüzleri ekmek payımız bir ara çok azalmıştı. Günlük payımız üçe bölünemediği için ikiye bölünür bir parçası öğlede öteki parçası akşama bırakılırdı. Sabahları da ekmek yerine patates yerdik. Okula dört km. uzaklıktaki köyde amcam vardı (kardeş çocuklarıydık). Gerektiğinde ben gider ekmek alırdım, sık sık da amcam getirirdi. Bu yüzden benim yiyecek sıkıntım yoktu. Aynı sınıfta bir de teyzem oğlu vardı. (Annelerimiz kardeş) Yeğenim İsmet bir ara köyüne gitti. Dönüşte bir tepsi köy ekmeğiyle geldi. İsmet çok arkadaşla can ciğerdir. Arkadaşları İsmet'ten habersiz ekmekten bir miktar kesip yemişler. Ekmeği dolaptan alan Yusuf Asıl İsmet'in Ahret kardeşi; öyle konuşuyorlar. Ekmeğin yarısı gidince İsmet küplere binmiş, hemen okul yönetimine duyurmaya kalkmış. Arkdaşlar bana söylediler. İsmet o denli kızmış ki, övütle, yapma etme demekle yatıştıramadım. Sonunda ondan yarım ekmeği aldım, aynı ölçüde bir tepsi ekmeğini yarın sabah alacaksın! dedim. Akşam yat zili çalınca amcamların köyüne gittim. Amcamlar Çorlu'ya gitmiş, yarın akşam gelecekmiş. Başka köylülere durumu açıklayamam. Dört saat yürüyerek kendi köyüme gittim. Gece saat 02:15. Ablam ekmeği sardı. Sözde kimseye duyurmayacaktım. Babam uyanmış, olayı anlatmak zorunda kaldım. Babam giyindi:
-Ben seni yalnız göndermem! deyip benimle yola çıktı. Lüleburgaz yokuşuna çıktığımızda her yer aydınlanmıştı. Kalk zili çalarken okula girdim. Nöbetçi öğretmeni gördü. Ancak tüm öğretmenler benim gerektiğinde Amcamda kaldığımı biliyorlardı. Amcamın evi İstanbul tarafında benim neden Lüleburgaz'dan geldiğimi sordu. Bindiğim araba yokuşta duramadığı için o tarafa geçmek zorunda kaldığımı söyleyip açıkça yalan söyleyip öğretmeni inandırdım. Bu zorlu işi yapmamın asıl nedeni de yeğenimi okuldan attırmamaktı. Çünkü iki ay önce köyde bir kız kaçırmış nikahsız evlenmişti. Eğer yönetime duyurulsaydı okuldan atılacaktı. (Karşılıklı tartışırken bu açıklanabilirdi). Ekmeği verdim. Onlar bunu 4 km. ilerdeki köyden bildiler. Böylece benim bir gece yeğenimi onun haberi olmadan korumam bahasına dokuz saat (45 km.) yol yürüdüğüm, salt benim anılarımda kaldı. İş tatlıya bağlanınca amacıma ulaşmıştım. Bu arada babamı da o bilmeden yeğenimin inadı yüzünden, bir gece uykusuz bırakmış, altı saat (30 km.) yol yürütmüştüm.
Bunları kendi kendime konuştum, çok gerilere gittim ama saatın hiç haberi olmadı. Baktım daha iki saat var. Bu kez ezber bildiğim şiirleri okudum. Tam bu sıra bir grup uygun adımla yakınımdan geçti, Dil,Tarih-Coğrafya Fakültesi grubu. Selahattin Ertürk'ü tanıdım. Davul-Zurna şiirini yazıp vermişti, onu katlayıp elime alıp yan gözle bakarak okudum. Gerçek adı; Davul Zurna Dinlerken'miş.
Davul-Zurna Dinlerken Vurun, vurun davula duruğum artık yetsin,Heyecan kasırgası durakları tüketsin.Açın, açın meydanı yiğitler halklansın,Efem meydan okusun dört bir yana dolansın,Alsın usu başımdan bir kasırga ordusuİçimi yıkayamaz bu kadar kükreyen su.Davul-zurna sesleri!. . . ne muazzam bir beste!Türkün büyüklüğünün heybeti var bu seste.Bu havada yiğitler tututşuyor güreşe,Bu havada Mehmetçik atılıyor ateşe.Bu havada aslanlar kükrüyor iki yandan,Bu havada korkaklar çekiliyor meydandan.Bu havada en korkunç nağralar atılıyor,Bu havada ölüme, ölüme çatılıyor.Bu havada devleri titretecek heybet var,Bu havada bir millet, koskoca bir millet var. .Taşıyor ordu ordu ruhların kükremesi,Duyuyorum içimde en tok, en erkek sesi.Köroğlu, Zeybek, Dadaş bu seste devleşiyor,Yanıyor dalga dalga ruhum alevleşiyor.Sığmıyorum şu an da yedi kat kavramına,Çıkıyor duygularım sınırsız bir akına.Dinliyorum ırkımı cıhanir günlerinde,Korkunç nağralarıyla Viyana önlerinde.Gözümde şimdi Mohaç, Sakarya canlanıyor,İçimde binbir âlem tutuşmuş gök yanıyorSesime kaba diyen yüreksiz göreyim kim?Ben Türk'ün öz evlâdı işte bu benim sesim.Bu seste Attilâ'yı, Timur'u görüyoumBu seste ben Allah'a, Allah'a eriyorum
Selâhattin Ertürk.
Selâhatin Ertürk'in şiiri iyi geldi, tekrar tekrar okudum. Ne var ki, okudukça soğudum. O okurken güzel gelmişti. İlk okuduğumda bana da güzel gibi geldi ama okudukça yavanlaştı. Ancak beni iyi oyaladı. Yürüyüş grupları yerlerine yerleşmeye başladı. Bizimkiler tam zamanında geldi paydos borusu çalarken rahata geçtiler. Paydos olunca baktım hepsi Aşkale yolunu tuttular. On dakika uzatmalı olarak nöbeti arkadaşım Ali Kuş'a devrettim. Ayırdında olmamışım, oturunca anladım, ayakta durmak da zormuş.
Serbest saatte eğlenmek isteyen oldu, akordion çalacak durumda olmadığımı söyledim; Hüseyin Çakar'ı salık verdim. Çakar, duymazdan gelmiş. Böylece serbest saat, serbest olarak geçirildi. Zaten 2. sınıflar yarın için düşünmüşler; yarın biz gösterimizi yaparız, isterlerse çarşamba gün onlara katılırız. Cuma günü zaten geleneksel gösteri yapılacakmış, komutanların da tekmili birden bu gösteriye katılıyormuş.
Albay, Şükrü Kızıltuğ-Yarbay Nabi Üçok-Binbaşı Enver Başol-Yüzbaşı, Celâl Çelik-Yüzbaşı İrfan Baştuğ. Üstteğmen Muzaffer Yiğit-Üstteğmen Murat Bahar- Takım Çavuşu, Şerif Atlı ile öteki adlarını öğrenemediğim üsttğmenlerle çavuşları bir arada görür gibi oldum. Gülecek bir durumda acaba hepsi rahat gülebilecek mi?
Boru çalınca toplanır toplanmaz silahları kuşandık. Silahlı uzun yürüyüş. Bir süre silahları ters takındık. Namlular aşağıda dipçikler yukarıda. Özellikle ormanlık bölgelerde piyade böyle yürürmüş. Bir süre yürüdükten sonra namlular aşağıda yürüyüşteyken atışa dönüş çalışması yaptık. Yürüyüş kolundayken tüfeği atış durumuna getirmeye, göz, gez, arpacık, hedef doğrusunu pek başaramadık. Daha doğrusu ben başaramadım. Şerif Çavuş iki kez tüfeği alıp gösterdi. Sonra da “bu gösterilerek öğrenilmez, kendin yapacaksın!” dedi. Şerif Çavuş haklıymış, bir iki tekrardan sonra başardım. Şerif Çavuş, dost yaklaşımlı bir sesle:
-Bak, becerdin işte! dedi, yakındaki arkadaşlara örnek gösterdi. Arkadaşlar başarımı daha önce avcılık yapmama, tüfek kullanmama yordular. Gururlanmam gerekirken tersine içimden utandım. Benim anlattığım avcılıklar, ustaların yanında güdümlü avcılıklardı. Yapıyormuş görünmek için ortada dolaşmak!
Yemekte, yapağımız gösteride onların yaptığı gibi şiir okunmasını önerdim. Kim okuyacak? diye sordular. Turan Aydoğan'ı, Mehmet Başaran'ı, Talip Apaydın'ı, Süleyman Karagöz'ü, Sabri Taşkın'ı; 2. sınıflardan Orhan Doğan'ı, Süleyman Adıyaman'ı, İhsan Güvenç’i, Mustafa Barış'ı, Nuri Adıgüzel'i sıraladım. Talip Apaydın, Selahattin Ertürk'ü kınarca:
-Biz öyle bağıra çağıra şiire taraftar değiliz, gibi bir söz sözledi. Turan Aydoğan'ın şiirini örnek verdim:
-Arkadaşımız pekalâ takır tukur şiirler söylüyor!dedim. Bu takır tur sözü birilerini incitti. Talip de:
-Sen öyle değerlendirebilirsin ama pekalâ başkaları beğenebilir! dedi. Ben direterek:
-Benim beğenmem değil burada konu; ben davulcunun şiirini de beğenmiyorum ama o çıkıp okuyor, hem de bol bol alkışlanıyor. Tartışmayı uzatmadık.
Üstteğmenin geldiği söylendi. Boru sesini duyar duymaz sıraya girdik. Hazırol, rahat birkaç kez tekrarlandı. Uygun adımla çiftliğin sağ yamacına, Ankara yüzüne dönüp oturduk. Zafer Üstteğmen:
- Konumuz savaş silahları! deyip durdu. Işıkları görülen binaları göstererek “orada yaşayanların yaşamları, sizin burada ucun ucundan duyduğunuz olayların yaşamları boyu içindeler!” deyip sözü tanklara getirdi. Tank Okulunu göstererek:
-Şimdi ışıklar içinde gülüp oynuyorlar ama yarın tanka hapsolunca terden adam olacaklar diyerek biraz acımsı güldü. Sonra sözü tanka getirdi. Köroğlu'nun beyitini okuyup değiştirdi:
-Tüfek icat oldu-Mertlik bozuldu dizelerini, "Tanklar icat oldu-Canlı Savaşçıların mertliği bozulmadı ama güçleri yetersiz kaldı! dedi. Yarın tanklar gelecek gibi bir tevatür yayılmıştı, onu anımsadım.
Üstteğmen, tank falan derken beş yıldır süren savaşın, savaş aracı olarak tankların kazandırdıklarını sıraladı. Sonra da bize sordu.
-Buna sevinelim mi, yoksa üzülelim mi? Uygar insan olarak yeni buluşları alkışlıyoruz ama bazı buluşların yararından çok zararı olmuyor mu? diye tekrarladı. Hiç düşünmediğimiz olaylar olduğu için biraz tutuk kaldık. Ancak ben biraz çekinerek:
-Amerika'dan Japonya'ya asker taşıyan uçakların savaş sonrasında halkı da taşıyabileceğini, bu nedenle yeniliklere hep olumsuz bakmamamızı söyledim. Üstteğmen birden gerilerek:
-Kim olumsuz bakıyor? Ben sizi canlandırmak için öyle söylüyorum. Bir kez, gazetelerdeki savaş haberlerini okuyor musunuz? Soruyu, “sen söyle” diye bakarak bana sordu. General H. H. Emir Erkilet'i sürekli okuduğumu söyledim. Onu kendisinin de okuduğunu ekledi. Sonra da:
-İşte böyle insanlar okursa olaylar hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikir çıkarırlar. Bunu yurt çapında düşünün: "Milli Birlik ruhu böyle doğar!" dedi. Daha sonra birinci büyük savaşın kazandırdıklarını sıraladı. Uçak, top tiplerinde büyüklük küçüklük yanında taşınabilirlik yeniliklerini, deniz taşıtlarında direnç artışı yanında, yokediş bakımından denizaltıların gelişmesi, taşıma, aydınlatma özellikle de cephelerin saptanması için teknik gelişmeleri, dürbünleri anlattı. Bu savaş için de:
-Söylediklerimizin hepsi yüz kat arttığı gibi sayısız yeni araçlar çıktı. Birinci savaşın o hantal uçakları şahinler gibi hereketlendi. Plânörler, insansız uçaklar, su altında günlerce kalan deniz altıları... Bunları saymakla bitiremeyiz. Şu savaş bir bitsin bakalım, daha bilmediğimiz neler çıkacak?
Ders bitti borusu çalınca Üstteğmen Şerif Çavuşa işaret etti, Şerif Çavuş düdük çalalarak, yerinde toplan, uygun adım marş! komutlarıyla bizi yürüttü. Yerimize varınca serbest kaldık, hazırlanıp yattık.
20 Haziran 1944 Salı
Hemşerim Kadir Pekgöz son nöbetçi, bizi uyardı:
_Çabuk olun, Üstteğmen geliyor. Arkadaşlar Kadir'e takıldı:
-Ne deseler kafası almıyor, askerlikte böyle lâubailik olur mu? Boru çalmadan ivedilik ne işe yarar? Kadir, azıcık burkuldu. Üzüldüm. Belli etmeden (konuşulanları duymamış gibi):
-Hemşerim, senin vefasız ağabeyin beni unuttu, çoktandır selâm falan yok. Kadir:
- Bana da yazmıyor, kamp dönüşü birlikte yazalım!
Jimnastik borusu çaldı. Yerinde toplan! Hazırol, rahat! Hazırl, sağa dön! İstikamet Balgat Tepe. Balgat tepe bulunduğumuz yerin Dikmen sırtlarına doğru yükselen yokuş. Oldukça koştuk. İsmet İnönü'lerin geçtiği geçitten geçtik. Fısıltıyla soran oldu:
-Erdal da burada koştu mu? Şerif Çavuş başta koşuyor, yorulmuş olmalı serbest yürüyüşle çadıra döndük. Takım dur! Rahat! Paydos!
Kahvaltıda bir tekrar, bir sonraki masada iki ekmek noksan. Hepimizde bir şaşkınlık. Dağıtıcı yeminli billâhlı ekmekleri tam koyduğunu söyledi. Gene bir sinir olayı, eksik ekmek veriliyor ama niçin olsun. Arkadaşlar kalkışmış durumda konuşurken Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi grubundan çok uzun boylu olması nedeniyle adını kolayca öğrendiğimiz Nurettin, Sırık Nuri denilen kişi, ekmeği eksilmiş masa başına gelerek, tafralandı; elini kolunu sallayarak:
-Hep sizde oluyor böyle şeyler! gibisine sözler söylemiş. Bizimkiler alınmış ama karşılık vermemişler. Kahvaltıdan sonra ayaküstü konuşuldu, genel o kanı, D.T.C bizi bir olaya çekmek istiyor. Nurettin denilen serdengeçti fakültede uzatmalı, belki de kahramanlık yaparak sempati toplamak niyetinde. Böyle olabilirliğine inandık ama gene de düşündürücü bir olay. Kavgayı seven ben önerecek bir yol bulamadım.
Eğitim borusu çalınca yerimizi aldık. Şerif Çavuş rahat, hazıroldan sonra gene rahat verdi. Bir gürültü duyduk, az sonra üç tank birbirini izleyerek bizim alana geldi. Birinden bir üstteğmen, ikisinden kolları çok sırmalı iki çavuş indi. Bizim üstteğmenlerle konuştular. Üstteğmenler konuşurken tanklar hareketlenip aşağıya dereye indiler. Tanklar gözden kaybolunca uygun adımla derenin yamacına gittik. Dur komutuyla durduk. Tanklara karşı rahata geçtik. Üç tank, büyük aralıklarla dururuyordu. İçinden askerler indi. Tanklar durduğu yerde namlularını fırıldak gibi sağa sola çevirdi. Az sonra üçü de değişik yerlerden yokuşa tırmanıp gene karşı doruğa çıkıp gerisi geriye yerlerine döndü. Bu kez namlular bize çevrildi. Bir yerlerden işaret edilince serbest yürüyüşle tankların yakınına dek sokulduk. Öteki gruplar da geldi. Dörder grup olarak tankların yakınına çağrı yapıldı. Biz oldukça uzaktan tankların yanına gidenleri izledik. Tanklar gene hareket etti, oldukça çarpık yerlerden dolaşıp gene eski yerlerinde durdular. Bu kez ön gruptakiler tanka girip çıktılar. Üstüne çıkanlar oldu. Tek tankla yapılan bu gösteriye sonra iki tank da katıldı. Arkadaşlar:
-Bize akşama dek sıra gelmez derken, bir de baktık son grup olarak sıra bize de geldi. İtiş kakış tanka çıktık. Tanka çıkınca; olay çok basit gibi duygu uyandırdı. Ancak bizim gruba neredeyse özel denecek bir gösteri yaptılar. Yokuştan aşağı tüm hızıyla inerken sırt üstü kapaklanacak gibi yan yatıp geri dönmesi hepimizi şaşırttı. Tankları izlerken az üstte tepede durmuştuk, inerken orasının özellikle sürülmüş tarlaya dönmesi, tankların geçtiği yerlerde yapacağı tahribatı düşündürdü. Tankları ilk kez 1936 yılında görmüştüm. Ağustos ayındaydı; bağ bekliyordum. Yakınımdan geçmişlerdi. Otuz kadar vardı. Mer'a denilen yerlerden gidiyor, boş olmasına karşın tarlalara girmiyorlardı. Uzaktan görmüş onlara bir ad verememiştim. Köye geldiğimde askerden dönenler kahvede bir çok olay anlattıktan sonra:
-En korkunç savaş silahı, demişlerdi. O gün bu gündür tankları hep merak ederdim. Bugün içine de bindim, neler yaptığını gördüğüm gibi neler yapabileceğini de ölçer gibi oldum. Tanklar kamp tarafına toz bulutu bırakarak gittiler. Şerif Çavuş ince düşünceli bizi Tosun Oturtan'a yöneltti. Bir süre oralarda yürüdük; Çiftlik deresi tenhalaşınca kampa döndük. Tankları yakından görmek bilmeyenleri bir meraktan kurtardı. Mustafa Saatçı, Salih Baydemir, Hasan Gülel (Küçük Hasan), Azmi Erdoğan, Tank sınıfına girmeye karar verdiler.
Nedense öğle yemeği geç verildi. Şakacılar varsayımlar ürettiler:
-Aşçıbaşı tanklardan korkmuştur! Bir başkası:
-Neden korksun, bilâkis çıkıp seyretmiştir. Biz böyle vakit geçirirken bizim 2. sınıfların önünde bir itiş kakış oldu. Önce aldırmazdan geldik. Arkamızdaki Hukuk Fakülteliler hep kalkınca biz de kalktık. Bir de baktık D.T.C'li kabadayı bizimkilerin başına dikilmiş agalık taslıyor. Uzaktan gördük, Süleyman Alkan birden kalktı, aga Nurettin'i boynundan tuttuğu gibi iterek onların bölüme bıraktı, oradakilere de bir şeyler söyledi. Süleyman geldi yerine oturdu. yemekler geldi, gergin bir durum olmakla birlikte sessiz, sakin, merak içinde yemeklerimizi yedik. Yemekten çıkınca öğrendik; Nurettin denilen kabadayı bizim masalar arasına girmiş, ekmeklerin tamam olup olmadığını sormuş:
-Ben konuya el attım, merak etmeyin bundan sonra kimse sizin ekmeklerinize el sürmeyecek! demiş. Arkadaşlar, şaka konuşuluyor düşüncesiyle gülümseyerek:
-Sen kim oluyorsun? Sen bizim amirimiz ya da koruyucumuz musun? diye sormuşlar. O da:
-Bana böyle derseniz kavga çıkar. Burada kavga edenler suçlu olursa Yedek Subaylığa veda eder! demiş. Bunun üzerine Süleyman Alkan:
-Yedek subaylığa veda etsem ne olur? Babam tam altı yıl askerliğini er olarak yaptı. Ben de er olarak yapsam ne olur yani? Beni bununla mı korkutacaksın? Ayrıca benim on parmağımda on hünerim var, er olsam ben en azından bir generalin arabası süreceğim; bunu bile senin yapacağın yedek Subaylığa yeğlerim! deyince kabadayı, yumruklarını sıkarak:
-Sen benim kim oluğumu bilmiyorsun, bilsen böyle ötmezsin! derdemez Süleyman Alkan kalkıp omzundan tutuğu gibi D. T. C'lilerin masasına kadar götürüp:
-Bu sizin gerçekten arkadaşınızsa buna mukayyet olun, bu böyle ortalıkta dolaşırsa başına bir hal gelebilir! deyip yerine dönmüş.
Olaya uzak olduğumuz için telaşlandık, 2. sınıfların yanına gittik. Onlar işin gırgırında, Nurettin'e kafiyeli sözler düzüyorlar:
- Nurettin, geldiğine iyi ettin, iyi ittin! İt gibi gittin, it gibi itildin! v.b...
Çarşamba günü akşam saatinde gösteri yapacaktık; onu bugün akşama aldık. İsterlerse yarın akşam da katılırız.
Boru çalınca yerlerimizi aldık. Şerif Çavuş neşeli, bizden memnun olduğunu söyledi. Uygun adımla sağ, sol dönüşler yaptık. Sağa sola dönerek (sırt sırta) ateş vaziyeti aldık. Tüfekleri titretmeden atış dumunda bekledik. Yaptığımız eğitimler içinde en zor bu geldi. Yatarak nişan aldık. Göz, gez; arpacık hedef! Yatarak hedefte yer, yan değiştirme! Bu da çok zor geldi. Dirseklerin yerde, tüfek göz, gez, arpacık, hedef hattı bozuşmadan beden, diz ya da ayaklarla değişebilir. Bunu hiç birimiz yapamadık ya da yaptıklarımızı Şerif Çavuş beğenmedi. Ayağa kalk! Tüfek as! komutlarından sonra düzgün adımlarla toplantı meydanında Şerif Çavuş bize gösteri yürüyüşü yaptırdı. Yürürken fısıldaşanlar oldu:
-Onlar neden serbest? Der demez “Eğitim Bitti!” borusu çaldı. Şerif Çavuş, kısaca bugün bizim zamanımızı çaldı.
Yerimize gelince rahat, tüfek çıkar komutları verilirken, emirler yerine getirildi. Ben hemen akordiyonu alıp çadırın arkasına çıktım. Harp Okulu, Yedek Subay Okulu, Mülkiye marşıyla Öğretmenler marşını çaldım. Arkadaşlar; az ileride toplandı, marşları iki sesli, tek sesli olarak söylediler. Ben de onlara katıldım. Arada Zeybekleri oynadılar. Öteki fakültelerdeki Egeliler de katıldı, kimi oyunlarda birlik sağlanamamasına karşın üç yüz kişi kadar oyuna kalktı. Şarkılar söylendi. Selahattin Ertürk ortaya sürüldü. Bizimkiler onu bekliyormuş, Selahattin Ertürk çıkınca uzun uzun alkışlılar. Selahattin Ertürk coşkuyla Davul-Zurna şiirini okudu. Hukuklular, Bülent Ecevit'i çıkarmak istediler. Bülent Ecevit direndi, iki arkadaşı kollarından tutup çekince yere oturdu. Gene arkadaşı Nezir Neyzi Bülent Ecevit'in Tagore çevirisinden dört şiir okudu. İzleyiciler arasında da bir itiş kakış oldu, arkdaşımız Talip Apaydın, arkadaşlar tarafından ileriye çıkarıldı. O da dönüp Ecevit'i göstererek bir şeyler söyledi. (Uzaklarında olduğumdan konuşmaları duyamadım) Talip Bülent Ecevit'ten izin istemiş. Arkasından iki şiir okudu.
Gitanjli'den bir yaz akşamıdır karanlık çöküyorgün yok olmuşturkesintisiz boşanır göktenbir tükenmez yağmurçekilmişim evin bir köşesinekurarım kendi kendimebahçede ıslak esen yelkimbilir ne konuşurkesintisiz boşanır göktenbir tükenmez yağmurdalgalar yükseldi gönlümde bugünkıyı görünmez olduçiçek kokularından ıslak bahçeningözlerime yaş dolduneylesem bu akşam neylesemne türküler söylesembüyülü bir el değer belleğimebildiklerim yok olurkesintisiz boşanır göktenbir tükenmez yağmur. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . tanımadığım nice insan tanıttınnice evde bana da verdin bir köşeuzağı yakına çevirensinyabancıyı kardeşeeski evimden ayrılıp düşünce yollaradüşünürüm ilkin kara karaeskide de var olan sensin oysayenide de var olan senuzağı yakına çevirensinyabancıyı kardeşeölümde yaşamda bütün evrendenereye götürsen benitüm doğuşlardan bilinensen tanıtacaksın bana herkesiyabancı yoktur bilene senikapılar kapanmaz olurherkesin bağısın bilen bildirensinsenden ırak kılma beniuzağı yakına çevirensinyabancıyı kardeşe. . . . . . . . . . . .
Bizimkiler bu kez türkülere geçtiler. Sarı Kız söylenirken Boru çaldı.
Koşarak akordiyonu yerine bıraktım. Erdal İnönü çadırının önündeydi. Akordiyonu bırakma teleşıyla görmezden geldim. Çadırdan çıkınca gülümseyerek:
-Akordiyonu güzel çalıyorsun, nasıl öğrendin? dedi. Ben de:
-Müzik öğrenimi yapıyoruz, öteki arkadaşlar da keman, piyano çalıyorlar! deyince hayret eder gibi bakarak:
-Siz Köy Enstitülü değil miydiniz?
-Köy Enstitülüyüz ama, Yüksek Bölümünden! deyince:
-Ben de Fen Fakültesindeyim, derslerim çok ağır, başarmak için çok çalışıyorum, o nedenle bir çok olayı takip edemiyorum. Okulunuz neredeydi? Okulun Hasanoğlan'da olduğunu söyledim, “ama ders için Devlet Konservatuvarına gidiyoruz!” deyince güldü:
-Konservatuvara ben de gidiyorum ama yalnız konserlere, onların da çok önemli olanlarına! deyip gülümseyerek selâm vererek ayrıldı. Arkadaşlar, az uzakta toplanmıştı, yanlarına gidince sordular:
-Ne konuştunuz? Konuştuklarımızı söyledim. Hepsi birden:
-Hasanoğlan'a çağırsaydın! dediler. Aklıma bile gelmemişti ama arkadaşlara yalan söyledim:
-Çağırdım, uygun bir zamanda gelecek! dedim. Değişik bir hava esti, bir çoğu sevindi. "Gelse ne olacak? Babası gelmeli!” diyenler oldu.
Şerif Çavuş düdük çalarak uyardı:
-Gece Eğitimi başladı, Hazır ol! Uygun adım marş! Gerçekte tam gece değil ama biz gece olarak düşlüyoruz. (Üsteğmenin deyimiyle konsantre oluyoruz.) Karşıda varsaydığımız düşmana görünmeden yaklaşıyoruz. Gerçekte dizlerimiz, ellerimiz üstünde yürüyoruz. Alışmadığımız bir durum ama burada alıştık. Biz düşmandan saklanıyoruz oysa Şerif Çavuş elinde düdük, ayakta duruyor. Ara ara ayağa kalkıp koşuyoruz. Bu, bedenimizin zindeliğini arttırırmış. Biri yokuş yukarı; biri yokuş aşağı olmak üzere iki kez koştuk. Uygun adımla yerimize döndük. Eğitim bitti borusu çaldı, elimizi yüzümüzü yıkayıp yemeğe gittik. Yemekhaneye gidince bir sessizlik olduğunun ayırdına vardık. Yanımızdaki Hukukluların yan gözle bize baktığının ayırdındayız. Oysa yemek sessizlik içinde geçti. Çıkınca soruşturduk. D.T.C yok gibi gelmiş oturmuş, sessiz sakin yemeklerini yeyip kalkıp gitmişler. Yemekten çıkınca küçüklü büyüklü kümeleşmeler gördük. Sanki bizden uzak duruyormuş gibi bir hava sezinledik. Ne olabilir? Sakin arkadaşlarımız uyardı:
-Kendi kendimize gelin güveyi olmayalım. Onların da kendi aralarında sorunları vardır.
Gece dersi borusu çalınca Üstteğmen geldi, Şerif Çavuş'a bir yer tarif etti, adlar söyledi. Uygun adıma geçip oraya gittik. Orası, adını çok söylediğimiz Rasat Tepeymiş. Karşıdan görüyorduk, sorunca Rasat Tepe diyorlardı. Yakınına vardık, telle çevrili bir bina. Gerçekten göğü gözetleme için yapılmış. Hemen yakınında rahata geçtik. Az sonra binadan biri çıktı, Üstteğmenle konuştu. Üstteğmen Şerif Çavuş'u çağırdı, ona birşeyler söyledi. Arkadaşların sabrı tükendi; hemen eklediler:
-Şerif Çavuş da bize birşeyler söyleyecek, geri döneceğiz. Biz kendi sözlerimize gülerken Şerif Çavuş bizi binanın arka tarafına götürdü. Rahat! deyip oturttu. Üstteğmenle bir genç birlikte geldiler. Genç bize, rasat, Rasat evleri, göğü izleme olaylarını anlattı. Kutupyıldızı'nı sordu. Hemen bilgiç bilgiç gösterdik. Genç, gösterdiğimizin Kutupyıldızı olmadığını anlattı. Onun yanında tam seçemediğimiz bir ışıltıyı gerçek Kutupyıldızı olarak söyledi. Samanyolu çok net görünüyordu, onun için bilgi verdi. Samanyolunu saate benzetti:
-Saatin akrebine kuyruk takıldığını düşünün, o da akrep gibi döner, işte Samanyolu öyle birşeydir, Kutupyıldızı etrafında döner! dedi. Arkasından da:
-Kutupyıldızı etrafında salt bunlar değil, Büyükayı, Küçükayı küm yıldızları gibi onların tam karşısına gelen, oldukça yaygın bir alan kaplayan Kasiopia (Kasiyopiya) küme yıldızları da döner. Bunlrı gözleyebilirsiniz. Bunları bilince Gökyüzü hakkında bir fikriniz olur. Bunları gözlemek için mevsim beklemeye gerek yok, her mevsimde olabilir. Bir de mevsimlik gözlemler vardır, onlar da gezegenlerdir. Gezegenlerin, uzaklıklarına göre dünyamızdan görünmeleri yıllarca sürer. Bilirsiniz gezegenler, Merküri, Venüs, Dünya (uydusu Ay), Merih ya da Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Plüton olmak üzere dokuz olarak bilinmektedir. Ancak varsayımlara göre daha olması gerekmektedir. Ancak çok uzakları görmek için elimizdeki araçların geliştiğinde bunların da görüleceği söylenmektedir. Bunu anlamak için bildiğimiz gezegenlerin Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter'le Satürn'ü gözle görebiliyoruz. ötekileri görmeye gözümüzün gücü yetmiyor. Tıpkı onun gibi elimizdeki dürbünlerin de gücü ancak Uranus, Neptün'le Plûto'yu görebiliyor. Yakın zamana dek Plûto da görünmüyordu. Akılda tutulmaz ama bir fikir vermek için söyleyeyim; gezegenlerin güneşe uzaklıkları, dünyada bir benzeri olamayacak uzaklıktadır. Örneğin Plûto güneşe Yedi buçuk (7,5) milyar km. Güneşe en yakın olan gezegen Merkür de kırkaltı (46) milyon km. olarak bilinmektedir. Yedi buçuk milyar km. ötesini görecek dürbünler yapılınca yeni yeni gezegenleri de göreceğiz. Bu denli uzak bulunan gezegenlerin dünyadan görünmeleri de farklıdır. Bu fark, zaman olarak üç (3) ay ile ikiyüz kırk sekiz yıl (248) olarak bilinmektedir. Bu mesafeleri değerlendirmek için insanların söz arasında KOCA DÜNYA dedikleri dünymızın çevresi, bilirsiniz sadece 40. 000 (Kırkbin) km. dir.
Üstteğmen, besbelli şaka olarak:
-Burçlar için ne diyorsunuz? Genç bu kez de:
-Bütün anlatttklarım, Kepler'in, Kopernik'in, Newton'un kuramları yani matematik ölçümlere dayanan bilgilerdir. İnsanlar, gözle görülen beş gezegeni gözle görmeye başlayalı, (İ. Ö. 500) türlü rivayetler ortaya atmıştır. Ancak bunlar hep safsataya dayandığı için bilimsel gelişmeler karşısında yok olmuştur. Yazık ki günümüzde bu gelişmelerden habersiz kimseler kendilerini, burçlara sarılarak açıklamaktadır (!)7, 5 milyar km. mesafeleri ölçen bilim, önemi olsa burçlara bigane kalır mı? Burç murç dedikleri şeyler bazı insanların kendi içlerinde. Tıpkı şeytan gibi! Hani şeytan da vardı! Vardı ama herkesin şeytanı başka başka idi; yani kişilerin içinde. Şeytan bugün açık açık, bencilliğe, hep ben'e dönüşmüştür. Burçlar da buna benzer, falcıların yan malzemesi. Elinin çizgisine bakar, rüyalarını dinler, bir de ay olarak doğum olayını öğrenirse, ezberini okur!
Üstteğmen teşekkür etti, ayrıldık. Azıcık gecikerek çadırlara döndük.
Nöbetim olmadığına sevindim. Abdullah Erçetin pestil olmuş hemen yattı. Yatarken:
-İki saat sonra nöbete nasıl kalkacağım? demişti. Üzüldüm; ödünç kalkabileceğimi söylemek için döndüğümde Abdullah, mışıl mışıl uyuyordu. Sonra ne oldu, bilmiyorum!
21 Haziran 1944 Çarşamba
Tiiii, ti, tiiiiii sesi gelince birden fırladım; Abdullah nöbetini aksattı mı? Aksatmamış, Harun Özçelik, Abdullah'ı kaldırmakta biraz zorlanmış, kalkınca da iyice açılmasına yardım etmiş, yüzünü falan ıslatmış. Sevindim.
Şerif Çavuş, (bizim deyimimizle) damladı (Türkçesi, çıktı geldi). Yerimizde sıraya girdik. Hazırol, rahat, Hazırol, uygun adım, marş. Uygun adımla bir süre yürüdük. Hepimizin kulağı atış sözünde. Geçen yıl gelenler, pazartesi ya da salı diyordu. Bu gün Çarşamba, belli bir belirti yok. İsmet İnönü'nün yolu dediğimiz patikaya dek yürüdük. Tam patikaya varınca konuşanlar oldu. Şerif Çavuş istikamet çiftlik deresi deyip marş marş verdi. Düdük sesi bekleyerek dereye dek koştuk. Dur düdüğü çaldı. "Avcı yürüyüşü geri dön!" dedi. İlk duyduğumuz bir komut, arkadaşlar hep şaşırdı, duraladı. Ben bulunduğum yerden patikadan kestirme, ayak basılmamış yerlere basarak çıktım. Şerif Çavuş'tan bir takdir aldım. Geçmiş kamplarda arazide Avcı yürüyüşü diye bir söz duymadınız mı? diye sordu. Duymamışlar. Şerif Çavuş, beni göstererek:
-O nereden duymuş? Arkadaşlar:
-O avcı! dediler. Uygun adımla çadıra döndük.
Kahvaltıda herkesin dilinde bir dedikoduyla karşılaştık. Dünkü D.T.C suskunluğunun nedeni kabadayı Nurettin gününü Aşkale'de geçirmiş. Haber abartılarak yayıldı; Yıldızlı sürgün, bir kuyu kapatmış, yeni bir kuyu açmış. Abartılı oluğu belli ama gene de gülüyoruz.
Bugün de atış olmadığı kesinleşti. İsmet İnönü'yü at üstünde yakından görmek için Söğütözü'ne gitmeyi Şerif Çavuş'a önerdiler. Başka gruplar bunu çok yapmış biz neden yapmayalım? Şerif Çavuş ne olur dedi, ne de olmaz. Az gülümsedi, arkasından komut verdi. Tüfek as! Uygun adım Marş! Kamp alanını iki kez durmadan dolaştık. Üçüncüye dönerken istikamet verildi:
-Çiftlik deresi. Dere içine dek uygun adım yürüdük. Söğütözüne dönen patikaya çıkınca rahat yürüyüş geçtik. Söğütözü’nden İnönü'lerin geleceği alan çok uzaklardan görünüyor. Şerif Çavuş tetikte ama biz sivilliğe tam döndük. Uzunca bir zaman sonra toparlanıp yürüyüş koluyla kampa dönerken beklediklerimiz geldi. İnönü yaklaşırken Şerif Çavuş bizi yoldışına almak için sola döndürürken İsmet İnönü atını yavaşlatıp eliyle devam işareti verdi, selâm verip geçti. Mevhibe İnönü ise daha ilerde tarlaya saparak solumuzdan geçti. İnönüleri yakından bir daha görmenin sevinci mi, yoksa onları bahane edip fazla yorulmadan gün geçirdiğimizden mi, neşeli olarak Kampa döndük.
Öğle yemeğinde nerdeyse tüm gözler kabadayı Nurettin'i arar gibiydi. Olaysız olarak bu günü de geçirdik. Birileri futbol için izin almış, tören alanında oynamaya çıktılar. Buna çok sevindik, daha iyi, biz de biz bize çalışma yaparız.
Boru çaldı, yerlerimizde toplandık. Hazır ol, Rahat! bir kaç kez tekrarlandıktan sonra uygun adımla yürüdük. Bir süre sonra yerimize döndük. Acayibimize geldi, bu denli erken dönmezdik. Tüfek çıkardık, serbest olarak tüfekleri temizledik. Büyük bir gürültüyle cemseler geldi. Tüfekler, cemselerdeki askerlere sıra ile teslim edildi. Şaşırdık, hani atış vardı? Şerif Çavuş sordu:
-O tüfeklerle mi atış yapacaksınız? Onlar atıştan kaldırılmış tüfekler. Atış için ayrıca tüfek gelecek ama onlar size dağıtılmayacak, siz atış yerine gidip atışınızı yapacaksınız. Ben sevindim: İki gün hem tüfek taşımaktan hem de özellikle onun nöbetinden kurtulmuştum.
Silah teslimi oldukça uzun sürdü. Serbest saat borusu çaldı. Topçular bu kez iki top çıkarmışlar. İki büyük daire yapıp karşılıklı oynamışlar. Çadıra girip akordiyon çaldım. Erdal İnönü çadırdaysa dinleyeceğini bildiğim için inadına çok iyi çaldığım parçaları seçtim. Klasik parçalardan Schubert, Seranad-Röslein-Beethoven, Für Elise, Menuette-Mozart, Alla Turka, Menuette-Haydn, menutte-Boccherini menuette-Offenbach, Barcarol-Brahms, Macar Dansları-Johan Stauss, Mavi Tuna, Viyana Ormanları-Mendelsshon, Düğün Marşı-Schumann; Rüya-İvanovici, Tuna Dalgaları; Carmen Silva v. b.
Dans-Film müziklerinde Komparsite, La paloma, Volga, Çiçorniya, Lili Marlen, Zeybeklerden aklıma geleni sıraladım. Terlemişim, ayırdında değilim. Çadırdan çıktım. Erdal İnönü çadırın dışındaymış, ben açılıp serinlerken bana:
-Ben de kendimi çalışmaya kaptırınca terlerim! deyip çadıra döndü. Arkadaşların yanına gittim. Az sonra boru çaldı. Şerif Çavuşdüdük çalarak geldi, bir eliyle de toplantı yerini gösterdi. Birkaç kez yerimizde Hazır ol, rahat, hazır ol! rahattan sonra uygun adım marşla yürüdük. Oldukça geniş bir alanda bize rahat verdi. Çifter çifter çekişme, yaralı taşıma, pusuya yatma hareketleri, takla atma, sinerek, sürünerek gitme hareketleri yaptık. İyice toza battık ama sızlanmadık. Boru çalınca uygun adımla yerimize döndük.
Akşam yemeği sakin geçti. Herkesin dilinde aynı soru:
-Yarın atış var mı? Şakacı takımı lâf uyduruyor:
-Yeni tüfek ısmarlanmış, birkaç gün içinde gelecekmiş o nedenle kamp uzatılmış! Yapmayın, şakanın sırası değil, sinirlerimiz bozuldu gibi sözler tekrarlanarak su tankerlerine gidildi.
Gece dersi borusu yerine yat borusu çaldı. "Yanlış!” sesleri yerine Üsteğmen (bizim Muzaffer Üsteğmen değil) “yanlış değil bu gece bir istisna, yarın çok yorulacaksınız!” Üstteğmen uzaklarda da aynı sözleri söyledi, sesi yankılandı. Hemen yattım. Nöbetim yok. Hesapladım yarın akşam da yok. Bir sevindim bir sevindim; sevinçten uykumun kaçacağından korktum. Öylece uyumuşum.
22 Haziran 1944 Perşembe
İlk kez tii, mii duymadan arkadaşların patırtısıyla uyandım. Tartışma sorusu:
-Atış yaparken, atış bekleyenler ne yapıyor? Gözümü açar açmaz yanıtladım:
-Hiçbir şey yapmaz, bekler. Bin kişi bekleyecek mi? Hayır, atış yapan birliktekiler bekler.
-Öteki birlikler eğitimini sürdürür.
-Öyleyse biz eğitimi sürdüreceğiz!
-Elbette!
Biz konuşurken Şerif Çavuş geldi, her günkü gibi düdük elinde ötmeye hazır. Ama düdük öttürmeden komut verdi, "Yürüyüş kolunda toplan. . . Hazır ol, istikamet Büyük meydan.” Büyük meydan denilen yer, tüm kamptakilerin toplandığı yer. Sevindik. Çünkü meydanda önemli olaylarda toplanılır. Öyle olmadı. Büyük meydanda bir iki turdan sonra yerimize döndük. Az sonra da Üstteğmen geldi. Bakışlarımızdan anlamış olmalı, boynunu büker gibi yapıp:
-Sıramızı bekleyeceğiz, günlük Eğitim Progrmına devam! dedi.
Kahvaltıya gittik. Herkes neşeli. Bir bölümü silah kullanmış olmaktan, bir bölümü de kampın bitmesinden ileri geriyor. Şakacılara söz çıktı, kiminle konuşsalar karavana sözünü söylüyorlar. Yusuf Asıl, konuştuklarına soruyor:
-Bir karavana helvaya ne dersin? Mustafa Saatçı ise Yusuf'a:
-Hiç büyümüyorsun, ben seni 12'nde görüyorum. Böyle diyerek, atışta 12'den vuracağını söylemek istiyormuş. 12 sayısı ile karavana bugün en çok söylenen sözler oldu. Geçen kamp durumlarımız başka yerlerde olduğundan bugün Kepirliler birbirlerine her günkünden de yakın geldi. Geçmiş kamplardan anılar tazelendi. Ancak olaylar anımsanıyor ama kişi adları hep unutulmuş. Naci Yüzbaşı? denince omuzlar kalkıp iniyor. İsmet Yüzbaşı? Yok öyle biri! denince olmayan iki ad söyledim, Lâtif, Faik. Düşündüler. Oysa onlar eski öğretmenlerimizdi, Lâtif Yurdçu, Faik Bakır. Kendi kendimize bir süre güldük. Yusuf Asıl duramadı bayan öğretmenleri söyledi:
-Üstteğmen Pesent Ilgaz, (Biçki-dikiş Öğretmeni) Yüzbaşı Cemile Kun! deyince susturdular.
Şerif Çavuş komutlarını verdi; Takım yerine, hazır ol! Rahat, hazır ol; uygun adım marş! Sola dön, istikamet Harp Okulu. . . Uzunca bir süre gittik. Oldukça da dik bir yokuş; terleyenler oldu. Neyse dönüşü serbest döndük. Tek sıra komutu verildi, iki sıra, üç sıra, dört sıra olduk. Sıra ile hepimiz komut verdik. Hava çok sıcak. Geçmiş günlerde bu denli terlememişik. Kamp yerine dönünce büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Atışa geçen grubun yarısı arkada bekliyormuş. Şerif Çavuş bizi de serbest bıraktı. Ancak toplu bulunacağız, her an toplanabilirmişiz.
Yemek borusu çaldı. Yemekte altı masa boştu. akıl yürütüldü, atışa altmış kişi alınıyor. 10 saatte 600, 1000 kişi için 13 saat. Saat 7'ye dek atış sürerse yarın öğleden sonra sıra bize gelir. Yemek sürecinde atış grubu geldi, doğru yemeğe gittiler. Çok meraklı taifesi gidip onlardan bilgi aldı. Saati gelince eğitim borusu çaldı. Sıra olup yürüyüşe çıktık. Bir ötemizdeki çadırlarda kalan bizim sınıfın yarısı da bize katıldı. Marş marş verildi. Dönüşte yeniden 3' erli boy sırası olduk. İstikamet Yedek Subay Okulu! dendi. Dar bir patikadan tepeye çıkıp Yedek Subay Okulu'nun yanına dek yürüdük. Fısıltı olarak aramızda Yedek Subay Okulu özlemi dolaştı. Ancak altı aylık süreç içimde bir korku yarattı. "Şurada 20 günü bitirinceye dek, kendimizi bitmiş sayıyoruz. Oranın buradan farkı ne? Geçen cumartesi bir grup Yedek Subay adayı gördük, bizden farksızlar." Yedek Subay Okulu ötesinde bir bina daha var. Kurmay subaylar oradan yetişiyormuş. Tatildeler sanırım, nöbetçi askerlerden başka kimse görünmüyor. Onun da önünden tren yoluna yoluna yöneldik. İstasyona dek yürüdük. Güvercinlik. Etimesgut'u biliyordum ama Güvercinlik duymamıştım. Yolcu trenleri durmazmış. Az soluklandıktan sonra geldiğimiz yoldan geri döndük. Yokuş inişinde Avcı yürüyüşüne geçtik. "Avcılar konuşur!" dedim. Şerif Çavuş çok dikkatliymiş, yüzüme baktıktan sonra:
-Yalnız sen konuşabilirsin! dedi. Bize katılan arkadaşlar ilgiyle sordular:
-Neden sen? Arkadaşlar anlattı:
-Avcı yürüyüşünü o bilmişti.
Yokuşu inince gene üçerli olduk. Kamp alanında bir iki turdan sonra kendi yerimize gidip durduk. Serbest saat başladı. Ne var ki bizde hal kalmamıştı. Gene de bilgi almak için öteki gruplarla ilişki kuran oldu:
-Atışlara yarın da devam edilecekmiş! Az ilerimizde bulunan 2. sınıflar çok yorgun değilmiş, beni çağırdılar, akordiyonu alıp gittim, Halayları istediler. Timurağa'dan başlayarak, Sivas halayları, Hoşbilezik, Çıtırdak, gene Timurağa, son olarak da Trakya Hora'sını ekledim. Bunu duyunca öteki gruplardan yirmi kadar katılan oldu. Meğer bizim hemşeriler bunu bekliyormuş. Bu kez de bizim bölüm türküler söyledi. Türkülere de katılanlar oldu. Yemek borusu çaldığında tüm kamp grupları orada toplanmıştı.
Yemek neşeli geçti. Yüksek sesle:
-Karavana ile bizi yemeğe alıştırdılar, Karavana attık! diyenler oldu. Söylenenlere güldük ama biraz suskun kaldık. Çünkü biz tüm öğrencilik yaşamımızda karavanadan yemek yedik.
Yemekten sonra ders olmayacağı söylenmişti. Buna karşın bizim Şerif Çavuş geldi, düdüğü elinde, sözlü komutlarını sıraladı:
-Takım, yerini al, hazır ol, rahat, hazır ol! Uygun adım marş, istikamet, Çiftlik deresi. Dereye bir gün inmedik dedirtmemek için Şerif Çavuş bizi gece mece dinlemedi götürdü. Götürdü ama, çoğunu serbest yürüttü, konuşmalara göz yumdu. Dönerken yokuşu da serbest çıktık. Kamp alanında uygun adım yürüdük. Alanda küme küme konuşanlar vardı. Atış yapanlar serbest bırakılmış. Bizim arkadaşlardan Halil Yıldırım kendini tutamadı:
-Ama haksızlık bu! deyince Şerif Çavuş:
-Yarın akşam da siz kalırsınız! deyince fısıltı yayıldı:
-Şerif Çavuş da konuşuyormuş! Hep güldük. Rahata geçtik. Üsteğmen geldi, olduğumuz yere oturmamızı istedi. Üstteğmen, askerlik hakkında bilgiler verdi. O konuşurken hep Binbaşı Nuri Teoman'ı düşündüm. Çünkü üstteğmenin her sözü onun sözlerinin çizgisini izliyordu. Her söylediğini, belleğimde Nuri Teoman'ın sözleriyle karşılaştırma gereğini duydum:
-Gerçek bir asker, kesinlikle bir sivil değildir; o sivilliği üstünden çıkarıp tıpkı giysileri gibi bir yana atmıştır. Bu bir yan, sonsuzluk çukurudur. Onu alıp bir daha giymesi söz konusu değildir. Bir başka benzetmesi de fidan aşısıdır:
-Ahlat ağacına armut aşılarsan artık o ağaç ahlat değil armuttur.
Bundan sonra sivilliği anlatırdı:
Askerle sivilin ayrı düşünmesi doğaldır. Sağ ayak, sol ayak ya da sağ kol, sol kol gibi, birbirini destekleyen varlıklardır. -Sivillikte aşı yok, yalancı aşılamalar, meyve vermez, verdikleri insanlara zarar veren yabansı meyveler yaparlar!
Ben, buncağızları yazabiliyorum; onlar, bunları başka, daha inandırıcı örneklerle anlatıyorlar. Muzaffer Yiğit Üstteğmeni bu gece, böylesine duygularla inanmışların, inançlılığa inanırca inledim. Anlattıkları salt biz değil tüm öğretmenler, çünkü öğretmenlere tam anlamıyla Atatürk'ün baktığı gibi bakıyor, ne görüyorsa ona umut bağlayıp yurdun yararı için onu istiyor.
Yat borusu konuşmaları kesti ama, Muzaffer Üstteğmenin söyledikleri, belleğimde kalacak, benzer düşünceleri bir mıknatıs gibi belleğime çekip onları, daha da pekiştirip yoğunlaştırarak yaşayacak!. . .
Yat borusu çalınca, uyuyup uyuyamama kaygısına kapıldım. Oysa iyi atış için bedenin rahat olması gerektiğini çok iyi biliyorum.
23 Haziran 1944 Cuma
Tiiii, ti, tiiii her sabahkinden daha etkili oldu. Yatarkenki kaygım da boşunaymış, çok iyiyim. Akşamki duygusallığım üstümden sıyrılmış, köydeki Paşaağılı ya da Müsellim Sırtlarındaki avcılıklarımı anımsadım. Vuramıyordum ama vurmak için atıyordum. Oradaki benle buradaki ben gene Ben'im,
- Öyleyse gene vurmak için atacağım, ve de vuracağım!
Arkadaşlar benim yaptığımın tersini yapıyor. Şerif Çavuş bile heyecanlı. İlk kez ağzından bu sabah değişik bir söz çıktı:
-Heyecanlı mısınız? Bana bakarak:
-Sen, sen Avcı, ne diyorsun? Ben de:
-Kullanacağım tüfek sağlamsa kurşun yerini bulur; göz, gez, arpacık doğrusundan hedefin kurtulması olanaksız!
Şerif Çavuş düdük çaldı, toplandık. Hazır ol, rahat. Biraz daha sert bir hazrol, uygun adım marş! İstikamet verildi, gittik geldik. Belli ki vakit doldurma. Hemen Üstteğmen'in sözünü anımsadım:
-Gerçek asker olsa böyle düşünmez mi? "Vakit geçirdiğimiz belli!" İşte bir sivil mantığı. Yeniçerilileri anımsadım; ömürleri savaşlarda geçmiş. 200 yıl hep kazanmışlar. Sonraları aralarına sivil karışmış, işler bozulmuş. Bunları düşünerek yürüdüm.
Şerif Çavuş'un komutuyla durduk. Ne rastlantı, kahvaltı borusu çaldı.
Atışı geçenler daha rahat, üç karavana atanlar bile kahkahalarla durumlarını anlatıyor. Hamdi Keskin Öğretmenin bir derste anlatığını anımsadım; bir fakülte öğrencisi (Öğretmen Hukuk fakültesi olarak açıklamıştı) hiç çalışmazmış. Böyleyken sınavlarda başarılı olurmuş. Hamdi Keskin Öğretmene, nasıl başarılı olduğunu anlatmış:
-Sınav yapılan yerin kapısında durup sınavdan çıkanlardan soruları öğreniyormuş. Neşeli çıkanlardan onların verdiği yanıtları da dinliyormuş. Sırası gelince de genellikle aynı sorular sorulduğundan sınıfını geçiyormuş.
İşte böyleleri, karavanaya maravanaya aldırmıyor.
Kahvaltıdan sonra Eğitim borusu çaldı. Tüm gruplar yerlerinde toplandı. Oldukça değişik balonlar uçurulmuştu. Sözde atış yapanlar, bırakılacakmış. İnanmamama karşın içimde gene de bir kuşku var. "Olmaz öyle şey!" denmesine karşın Erdal İnönü tek çadırda kaldı. Bir başka olmaz da Prof. dr. Fahri Ecevit'in oğlu Bülent Ecevit hem fakültede okuyor hem de bir devlet dairesinde memur. Daha buna benzer nice "Olmaz öyle şey!" vardır, olup gitmektedir de! Ama bu sabah gerçekten bir değişme olmadı, tüm gruplar bir yanlara yürüdü. Ancak bizim gibi yerinde duran oldukça büyük bir grup vardı. Belli ki bunlar atış yapacaklardı. Belki beklediğimiz için bize uzun geldi, oldukça gecikerek cemseler geldi, geldikleri gibi Karabiberler deresine indiler. Bir süre sonra da en ucumuzdaki birlik dereye yöneldi. Onlar inince Şerif Çavuş, görev gecikmesi olmasın duyarlığı ile düdük çaldı, ezberlediğimiz komutları tekrarladı:
-Hazır ol! Rahat! hazrolll! Marş! sola dön, İstikamet, Rasat Tepe! Oldukça uzak gittik. Kısa bir moladan sonra geri döndük. Bekleyen kümelerden biri daha inmiş. Atışlar, Hamurçuru denilen yerde yapıldığından ses duyulmuyor. Sonunda biz de bekleme alanına yanaştık. bizim sınıf gene bir gruba dönüştü. Bu kez Halil Dere, Mehmet Kocaefe ile bir sıraya düştüm. Halil Dere ile kaşgöz, elkol işaretleriyle konuştuk. Bu arada Halil Dere kendi çavuşundan bir uyarı aldı:
-Bir daha konuşursan, atışta en sona kalacaksın! Mehmet Kocaefe kendini tutamadı:
-Arkadaşa mermi kalmazsa ne olacak! deyiverdi. Çavuş:
-Öyleyse senin mermileri kullansın! deyip gitti. Kolumda saat var ama kolumu sıyırıp bakmaktan çekiniyorum. Bu ara yemek borusu çaldı. Çavuşlara aşağıdan işaret verilmiş, uygun adımla yerlerimize gittik. Rahat, yemek paydosu komutlarından sonra dağıldık. Gerçekte dağılamadık; onulması zor bir kuşkumuz var:
- Bize yine ayırımcılık yaptılar. Belki de tüfekleri değiştirecekler. Mermi bitti, neden demesinler? Neredeyse suçluluk duygusuyla yemeğe girdik. Üsteğmenin bütün sözleri, sahteymiş gibi gelmeye başladı. Kendimi bu duygudan kurtarmak için, gidip yüzümü yıkadım. Yarından sonra yapacaklarımı düşündüm. Daha önce kurduğum düşleri tekrarladım. Her cumartesi Konservatuvara gideceğim , belki tanıdıklarım da gelecek! "Beni göndermezler!" demesine karşın belki Röslein da gelecek, bizim bölümü seçecek!
Eğitim Borusu çaldı, Şerif Çavuş sanki borunun ağzında, üflenince bizim yanımıza düşüyor. Bu kez neşeliydi:
-Böyle olduğuna sevindim, atış sonlarında görevliler de rahatlar. Onların rahatlığı atış yapanların yararınadır.
Al sana, bir güvence, Şerif Çavuş, yalan konuşmaz, kendi deneyimlerini söyler.
Yerinde toplan, rahat; hazır ol, ileri marş. Doğru çiftlik deresine hem de serbest yürüyüşle gidiyoruz. 2. sınıflar da önümüze çıktılar. Onlar daha rahat. Dere tabanına inince, Takım dur, rahat, hazır ol, istikamet Atış alanı!
Bizi bir Üstçavuş karşıladı, Üçerli kolların aralarını 5'er metre açtırdı. Sıraları bozmadan üçer üçer çağırılacağımızı söyledi. Gülerek:
-Korku ya da heyecan yok, siz tetiği çekince kurşun kendi yolunda gidecek, size küstüğü için size gelmez! dedi. İlk üç kişiyi kendi götürdü. İsmail Tıknaz, Abdullah Özkucur, Mustafa Barış atışlarını yaptılar. İsmil Tıknaz'la Abdullah Özkucur için sıfırlı levhalar kalktı. Mustafa Barış bir 10 levhası gördü. Bir süre gözledik. Ben yakından tanıdıklarımdan Şevki Aydın, İsmil Koralay, Süleyman Alkan, Rahmi Özdemir; Hüeyin Atmaca'nın birer 12 tutturduğunu saptayabildim. Sıra bizim sınıfa geldi, öndeki kısa boylu grubunun içinde bir Salih Baydemir bir 12 vurdu. Büyük bir grup karavana ya da ondan aşağı attı ki o dereceleri göstermediler. Bizim sıraya geldiğinde önce ben girdim 10-12-12 vurdum. Halil Dere ise 12-12-12 yaparak "Bravo”larla karşılandı. Kocaefe karavana attı. Sonrakilere bakamadım. Sanırım önemli bir durum olmadı. Üstçavuş, Halil Dere ile beni kutladı. Sanırım yüzlerimize pek dikkatli bakmadı ki "Kardeş misiniz?" diye sordu. Arkadaş olduğumuzu söyleyince Atış Poligonuna gidip gitmediğimizi sordu. Gitmediğimizi söyleyince bize birer kart çıkartmak üzere Yüzbaşıdan ricada bulundu. Yüzbaşı'nın yanından dönünce arkadaşlar bizi kutladı.
Atıştan sonra gene küçük gruplara bölünüp kampa çıktık. Kamptakiler serbest kalmış, top oynayanlar var, grup grup dansedenler var. Bizim grup dönünce hemen Akordiyon istediler. Ben de bunu bekliyordum. Akordiyonu alır almaz komparsiteyi bütüm gücümle baslara basarak çaldım. Çok neşeli, eğlence sevenler var, birden bire değişik bir hava oldu. Konservatuvarlı Ragıp Haykır, Yanlışlıklar Komedisinden iki sahne gösterebileceklerini söyledi. Mehmet Yelaldı, Abdulah Ön, Davulcu diye arkasından konuştuğumuz gerçekten iyi bir arkadaş olan Selahattin Ertürk bir arkadaşıyla katıldı. Akşam olabildiği kadar çok katılımlı bir eğlence yapılacak. Tören zili çalınca herkes neşeli, güneşin Tosun Oturtan tepelerinin ardındaki ufuktan etkisiz bir kızarıltı olarak kaybolurken söylenen İstiklâl Marşı'nı bu kadar anlamlı bir görüntü içinde az insan söylemiş, az insan dinlemiştir. Söyleyenler, kolay kolay bir araya gelemeyecek, değişik Fakülte ya da Yüksek Okullardan öğrenciler. D. T. C fakültesi, Hukuk Fakültesi, Fen Fakültesi, Siysal Bilgiler Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü, Yüksk Ziraat Enstitüsü, Konservatuvar, Yüksek Köy Enstitüsü, yuvarlak olarak 1000 genç. Hiç kimseden buyruk almadan bir araya gelip eğleniyorlar.
Yemek borusu erken çaldı. Kimseden buyruk alınmadı diyorum ama genel durumdan memnun olan bir yönetim var. Yemek borusunun erkene alınması bunun kanıtı.
Bu coşkuya karşın sakin bir hava içinde yemeklerimizi yedik, her akşamki gibi kendi yerlerimize çekildik. Eğlence hazırlayıcılar öyle karar vermişler. Üç kişilik bir grup Yüzbaşı Celal Çelik'ten izin alınmış. Yat borusuna uyulacak!
Komutanların çadırları az ileride, Önü açık, yüksek bir çadır, önünde de arkası kapalı önü açık büyük bir gölgelik çadır var. Etrafı açık, oldukça yüksek, komutanlar içinde rahat geziniyorlar. Geceleri de lüks yaktıklarında uzaklardan bile görünüyorlar. Oyun yerindense iyice görünüyorlar. Gösteri yerinde toplanmalar başlayınca akordiyonu alıp gittik. Değerli arkadaşlarım Halil Dere ile Abdullah Erçetin yanımda. Bizi görünce elele tutuşanlar oldu. Dans için en güvendiğim parça Komparsite. Dansçılar için de öyle. Komparsite çalınca hemen kalkanlar oluyor. Gösterilerin bir sırası varmış, uzunca bir duraklama olunca, Hidayet Gülen Öğretmenden ta 1939 yılında mandolin çalışırken öğrendiğim bir Kafkas dansı vardı onu akordiyonda çok güzel çalıyordum. Arada ses olsun diye çalmaya başladım. İki kişi ortaya oynayarak çıktı. Oyun havası olduğunu biliyordum ama oynandığını hiç görmemiştim. Oynayanların el çırpıp sağa sola dönerek oynamayı sürdürdüklerini görünce ben de coştum. Buna karşın bana (kol işaretiyle) biraz hızlı uyarısı yaptılar. Çalabildiğim hızla çaldım. Zaten melodi üç bölümlü, bölümler; bir el içinde tekrar gibi kısa kısa. Hiç zorluk çekmedim. Oyun çok beğenildi. İkinci kez istenildi, tekrarladılar. Benim için de çok değişik bir olay oldu.
Selâhattin Ertürk Davul- Zurna şiirini okudu. Prof. dr. Fahri Ecevit'in oğluna gene takıldılar, yerlerde sürüyerek orta çıkardılar ama okumadı, yerine arkadaşı Nezir Nezihi iki şiir okudu. Bizden Ekrem Ula işaret edince Bengi'yi çaldım. Ona da bizimkilerden başka, sonradan, Egeli olduklarını öğrendiğimiz on kadar arkadaş katıldı. Harmandalı çalınca ortalığa en az yüz kişi çıktı. O biter bitmez Dağlı Zeybeğine başladım, ortada Ekrem Ula, Zekeriya Kayhan, Mehmet Gönül kaldı. Oyun sonunda Ekrem Ula bana, "Dur!" işareti verdi. Ortalığı biraz genişlettiler. Ortaya Konservatuarlı olarak bildiğimiz Nuri Altınok'la Ragıp Haykır çıktı, yanlarına birini daha çağırdılor. O gelen oynayacakları oyun hakkında bilgi verdi:
-William Shakespaere'in Yanlışlıklar Komedisi’nden iki sahne, çıkanlar, bu sahneleri, tiyatroda tıpkısını oynamaktadır. (Sahnede kılıkları değişir.) Arkalarından bizim koro başladı, Barcarol'u, Ninni'yi söyledik. Ninni biterken yat borusu çaldı. Sanırım herkes kampın tek parlak ışığı olan komutanlar çadırında oturanları gördüler. Oldukça yavaş bir aralanma oldu. Gülüşler, sevinçleri belli ediyordu ama giderek azaldı. Ben çadıra akordiyonu koyarken nöbetçi olduğum söylendi. Üzülmedim, bir bakıma iyi oldu, mutlu bir gün geçirdim. Benim için bundan daha fazlası ne olabilirdi ki? Yatağımda düşüneceğime ayakta düşünürüm. Bir saat dediğin nedir ki? 60 kez 60 sayacağım. Bana bu sayı çok yabancı değil, Kepirtepe'de Kamber Amcamlara giderken hep sayardım. Ne zaman birisi Yeni Bedir köyü ile Kepirtepe Köy Ensitüsü arasını sorsa 3600 adım! derdim. Oysa km. taşlarına göre 4 km. 'dir. Böylece hızlı gidişim de ortaya çıkardı. Köyümü soranlara da bunu söylerdim. Kepirtepe ile Lüleburgaz arası 5 km. Bana göre 4500 adımdır. Köyüm de öyle, Lüleburgaz-Çeşmekolu arası 15 km. Bana göre 13.900 adımdır. Bunları kurgularken nöbetim bitiverdi. Adaşım İbrahim Ertur ufuldanarak geldi. Benimse gözlerim açıktı.
24 Haziran 1944 Cumartesi
Tiiii, ti, tiiii, tii, ti, tiiiiii! Gider gitmez Tchaikovsky Kapricchio İtalyana'yı çalacağım. Ben mi benzetiyorum, gerçekten bir benzerlik var mı? Varsa, askerlerin, başka bir deyimle orduların arasında özel ilişkiler var demektir.
Şerif Çavuş, düdüğü elinde geldi; "Takım yerine! hazır ol, uygun adım marş.” Bir süre gittik. “Takım dur, sıra bozmadan geri dön! Uygun adım marş.” Birkaç kez tekrarladık. Mustafa Saatçı'yı sıradan çıkardı. Mustafa çok konuşuyor, paylayacak sandık. Oysa onu komutan olarak seçmiş, (Mustafa Saatçı Uzunköprülü, Şerif Çavuş ona hemşeri kayırması yaptı ama biz anlamazdan geldik) Mustafa Saatçı ciddileşerek bizi yürüttü, koşturdu, durdurdu, tek sıra yaptı. Kahvaltı borusu çaldı da Mustafa Saatçı'dan kurtulduk.
Kahvaltıda herkes neşeli, bizim ekmeklere saldıran dersini almıştı. Hiç görmediği için ayrıldı sanmıştım, uzaktan gösterdiler, boyu kısalmış gibi göründü. Erken bırakılacağımız kanısına kapılmıştık, aldanmışız, kahvaltıdan sonra tüm Kamp birliği bir araya gelip dörtlü sıra oldu. Dört, beş Üstteğmen, Üst Çavuşlar, dizimizin etrafında, uygun adımla Söğütözüne gittik. Orada mola verildi. Anı olarak Atatürk'ün hasır sandalyelerine oturmamız önerildi. Serbest olarak çevreyi dolaştık. Toplan komutuyla toplanıp yola çıktığımızda İsmet İnönü eşi Mevhibe İnönü ile geldi, sözlü olarak selâm verdi. Komutanlar deneyimli, bize de rahat verdiler. Tüm kamp, "Yaşa, varol!" diye haykırarak Söğütözünü inlettik. Uygun adıma geçtikten sonra gene serbest yürüyüşe döndürüldük. Kamp alanına çıkınca gene dağıldık. Şerif Çavuş:
-Az sonra Üstteğmen gelip sizinle konuşacak. Bugün yemek erken olacak, yemekten sonra tören yapılacak; Kamp komutanı sizinle konuşacak, ondan sonra gidebileceksiniz! dedi.
Kendi aramızda şakalaşmaya başladık:
-Bu kadar çabuk mu olacaktı!
-Sus, ağzını yırtarım; İsa'nın doğumundan beri burdayım! diye bağıranlar oldu.
Üsteğmen geldi:
-Sizlerin görev anlayışından memnunum, bana büyük umut verdiniz. Sizlerin başarısı nedeniyle tüm Köy Enstitüleri'ni kutlarım! Yarınki Türk Gençliği daha dinamik olacak, buna inandım, Onlara sizler, güç vereceksiniz!dedi. Bana da ayrıca:
-Avcılık yaptığını söylediğin zaman bütün kalbimle inanmıştım. İnancımı sarsmadın, bundan sonra da bu inanç tüm arkadaşların içinde zaman içinde büyüyecek! Öğrenciliğiniz gibi öğretmenliğimizde de başarılı olmamızı dilerim!dedi.
Yemek borusu çaldı.
Yemeğe giderken acıkmadığını söyleyenler oldu. Onlara karşı da “Hasanoğlan'a akşam sekizde varacaksın, ona göre!” uyarıları yapıldı.
Yemekte çok değişik duygular içinde kimi saçma sapan; kimi unutulmayacak güzel sözler söylendi. Konuşmalar iyice gevşetmiş olacak, tören borusu çaldı. Birden toparlanıp kendi bölümümüze koştuk. Erdal İnönü çadırının önündeydi. Eliyle göstererek:
-Alışmıştım! dedi. Ben :
-Biz de öyle, üzülmeyin, bir süre sonra gene yatacağız onlarda! dedim. Muttalip Çardak yanımdaydı, kaşlarını çatarak:
-O belki kalmaz! Erdal İnönü'nün rengi değişti. Ben:
-Gelecek yıl gene beraber olacağız! deyince Erdal İnönü gülümseyerek:
-Elbette! Umarım! Gene burda olacağız! diye tekrarladı.
Tören durumuna geçtik. Ses verildi. Yüksek sesle İstiklâl Marşı'n söyledik. Bayrak indi.
Kamp Komutanı Albay Şükrü Kızıltuğ, kısa bir konuşma yaptı.
-Kışla yaşamının, ona alışık olmayanlara sıkıntılı gelen bir tarafı vardır. Bu sıkıntılara katlanmakta zorluk çekerler. Siz bunun çok az bir süreciyle tanıştınız. Işıksızdınız, susuzdunuz, gönlünüzce temizlenemezdiniz. Bunları, yetkililer bilmiyor mu? diye sorduğunuz oldu. Onların hepsini biliyorduk. Ama onları size verseydik hudutları bekleyenlerin nasıl bir yaşam sürdüğünden haberiniz olmayacaktı. Bu bir örnektir. Ordu hakkında konuştuğunuz sürece kulağınıza küpe olacaktır. Kampların kuralları, kışla kurallarına bakarak çok daha hoşgörülüdür. Ancak asker olmayanlara bu bile zor gelir. Biz sürekli böyle denemeler yaparız. Yedek asker toplamalar, Yedek Subaylık böyle denemelerdir. Bu kamplar da onlar gibi bir deneme. Bu seneki denemeden çok memnun olduk. İlk gelenlerden gelecek yıl da bu anlayışta çalışmalarını, Kamp dönemini bitirenlerden de Yedek Subaylık dönemlerinde başarılı olacağını umarak kendimle birlikte tüm arkadaşlarım adına uğurlar olsun! diyorum.”
Balgat tepeleri, Karabiberler çifliği "SAĞOL!" sesiyle çınladı.
Sıralar dağılınca bütün alan insan seli oldu. Yükü olmayanlar Ankara'ya yollandılar. Benim akordiyon var, araba beklemem gerekiyor. Salt o da değil, eşyalarım Yusuf Demirçin arkadaşın Akköprü'de akrabalarının evinde. Yusuf’la toparlanıp çıktık. Arabalar gelip gidiyor. Çoğu da özel araba, iki ya da üç insan alıp gidiyor. Melûl mahsun beklerken bir araba önümüze dek geldi. Sürücünün yanında bir bayan var. Bayan, eliyle işaret ederek:
-Akordiyoncu, yalnız seni alabiliriz, gel! dedi. Omuz silktim:
-Arkadaşım var, eşyalarım onun evinde ondan ayrılamam! Bayan arkadakilerle konuştu, Arabadan inerek arkaya geçti, arkada iki kişi varmış. Bayan anneymiş, oğlunu almaya gelmiş, oğlu da bir arkadaşını almışmış. Bayan çok konuşkan. Oğlu Hukuk Fakültesindeymiş. Dönüp yüzüne bakamadım ama o, dansedenlerden olduğunu söyledi. Akordiyon çalışımı beğenmiş. Taki gibi çalıyormuşum. O bunu anlatırken ben, dinlememiş gibi Ulus'a gideceğimizi söyledim. Anne, Ulus’tan geçecekleri, oğul ise istediğimiz yere bırabilecekleri ekledi. Yusuf'a baktım, Yusuf:
-Ulus Meydanı!dedi. Ulus Meydanı’na girerken Taki'nin kim olduğunu sordum. Radyoda akordiyon çalan biri olduğunu, hangi günler çaldığını da söyledi. Ben de asıl Piyano çalıştığımı, akordiyona pek zaman ayırmadımı anlattım.
Ulus'ta indik. Kızılırmak Kıraathanesi'ndeki arkadaşlara akordiyonu bırakıp Akköprü'ye giderek alacaklarımızı alıp döndük. Yusuf arkadaşlara araba olayını anlatınca arkadaşların kimisi gıpta kimisi de hasetle baktı. İçimden, yüzden düşünceleri okumaya başladığımı geçirdim. Saat yedi Kırıkkale banliyosuyla okul döndük. Doğrudan bizim salona gittim. Öztekin Öğretmen keman çalıyordu, girince gülerek:
-Ne çalıyorum bil bakalım! deyince ben:
-Johann Sebastian Bach, Air, (Er) 3. süite, do major, BWV 1068 deyince ilk aferini aldım. Öğretmen çalışmayı bıraktı:
-Yemek zili çaldı, bu gece dinlenin, yarın görüşeceğiz! deyince ayrıldım. Yemekte, kamp değil kimin nereye gideceği konuşuluyor. Kaldığıma bu kez sevinemedim. Röslein okulu bitiriyor, ayrılacak, belki bir daha göremeyeceğim. Yanına oturduğum arkadaşlara şaşıyorum. Pazarören çıksa! diyen var. Cılavuz’u gönüllü isteyen var. Kepirtepe'yi isteyen Kepirtepeli çıkmayışına ise şaştım. Ben yanlış mı düşünüyorum acaba? Kampın bitmesini dört gözle bekliyordum; sözde çok sevinecektim.
İçinden sekiz saat önce çıktığım kampın bu denli çabuk silineceğini beklemiyordum. Öylece buruk buruk düşünerek yattım.
(*) Konuya ileride değinilecek!