Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

11 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yeni Köy Enstitüleri Müfredat Programı Üstüne İlk Özeleştiriler

 

25 Ocak 1944 Salı

 

Dikkat ediyorum, arkadaşların çoğu dersleri değil de öğretmenleri önemsiyorlar. Örneğin salı sabahı özellikle tüm konuşmalarda Öğretmen Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin adı geçiyor. Öğretmenin adı geçiyor ama salt ad söyleniyor ya da öğretmenin söylediği ders dışı sözler tekrarlanıyor. Oysa öğretmenin söylediği, kalıcı olarak bellenilmesini istediği nice sözler kaybolup gidiyor. Salı günü tümden Sabahattin Eyuboğlu Öğretmene ayrılmış gibi, ilk konuşan onunla söz başlıyor kapıdan son çıkan onun adını söylerken kapıyı kapatmış oluyor. Dikkat ettim, salı günü Sabahattin Eyuboğlu, çarşamba İbrahim Yasa, Perşembe, Hamdi Keskin öğretmenlerin adları egemen. Oysa en azından daha o kadar öğretmen var. Örneğin Salı günleri Yunus Kazım Köni Öğretmen, çarşambaları Doçent Halil Demircioğlu yokmuş gibi geçiştiriliyor. Oysa bakıyorum tarih dersinde tüm arkadaşlar, kendilerinden geçercesine onun anlattıklarını dinliyorlar. Ben, bu tür bir değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Kişi olarak ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsam Sabahattin Öğretmeni seçerim ama işin içine dersler girince zerre kadar birini ötekinin önüne geçirmem. Biliyorum ki bir gün çözmek zorunda kalacağım sorunların anahtarını ikisi de bugün verecekler. Özellikle Doktor Ziya Talat Çağıl'ın kitabını karıştırdıktan sonra Yunus Kazım Köni Öğretmenin dersini çok önemsemeye başladım. Baştan sona okuyup tam değerlendiremememe karşın daha ilk satırlarda Doktor Ziya Talat'ın değindiği bir nokta benim de çok dikkatimi çekti:

“Bulüğ Çağı!” Nedir bu bulüğ çağı denilen yaş basamağı? Yıllardır öğretmenlerimin söylediği bir takım kapalı anlamlı sözler duyuyordum:

-Senin yaşındakiler düş kurarlar, Sen de düş kurma yaşını atlatınca “Hanyayı, Konyayı” anlayacaksın! Bu düş kurma yaşları hangi yaşlardır? Okuduğum Köy Enstitüsündeki sınıfımın yaş durumu ilginçti; 30 arkadaşın yarısı 15-18, öteki yarısı 12-15 arasıydı. Sınıfta yaş yığılması da 12-14 yaşlarıydı. Bir arkadaş 12, beş arkadaş 13, dört arkadaş da 14 yaşındaydı. Özellikle bu küçüklerle iş derslerinde aramızda bir anlaşmazlık çıkınca öğretmenler genelde göz kırparak, yaşlıları susturur, sözde bir orta bulmuş gibi yaparak sorunları çözerdi. Biz yaşlı olanlar bunlara alışmıştık. Giderek bu yöntemin bizim okulla sınırlı olmadığını anladık. Zaten kardeşli büyüyenlerimizin bu konuda kuşkulu da olsa bir takım gözlemleri vardı. Ancak bu çok yaygın tavrın kitapta yeri var mıydı? Hiç unutmadığım bir olay yaşamıştım. Okulumuzun adı henüz Köy Öğretmen Okulu idi. Alpullu, Şeker Fabrikası Okulunda konuk kalıyorduk. Pazar günleri çevre incelemesine çıkar, olanak buldukça spor yapardık. Uzun koşularda iddialıydım. 1000 m'de geçildim arkasından gelen 5000'ye tüm gücümle asıldım ama gene kaybettim. Tek yarış Çuval koşusu kalmıştı; onu artık kaybetmemem gerekiyordu, tüm dikkatimi toplayarak kazandım. Spor olaylarını yöneten öğretmen birinci ile ikincinin ellerini kaldırırken açık açık yanlış söyledi (Ben öyle düşündüm) İkinci Hasan Üner birinci ben ikinci olarak duyuruldum. Öğretmene nasıl baktım ayırdında değilim, öğretmen kulağıma:

– Hasan senin kardeşin, aranızda tam 5 yaş var! deyince toparlanıp güldüm.

Benim kendi gözlemlerim ya da deneylerimle kazandığım bu bilgiler, 10-15 yaş arası çocuklarının öteki yaş yetişkinlerinden farklı olduğuna inandırdı. Ancak bu fark neden o yaşlarda? diye sorduğumda bunun yanıtını bilemiyorum. Şimdiye dek bunu bana kimse söylemedi. İşte sözünü ettiğim kitapta bu olaya değiniliyor. Tam anlamasam bile benim beklediğim konuya değinilmesi beni umutlandırdı. Doktor Ziya Talat konuya bir çocuk babasının oğlunun sınıfta kalma nedenlerini soruşturmasıyla konuya giriyor. Önce çocuğun yaşını soruyor. Çocuk, bulüğ çağı sürecindeymiş (13-15 yaşlar arası. Bu kişiye göre 12-16 da olabilir) Psikolog Doktor Ziya Talat:

– Çocuklar en çok bulüğ çağında sınıfta kalıyor. Çünkü bulüğ çağı, yaşamın en zorlu bir bunalım dönemidir. Bütün organlar gibi ruhsal durum da tümüyle değişmekte, yaşamda alacağı gerçek şekline dönüşmektedir… Şimdiye dek çalışmamış olan iç guddelerin bir bölümü de çalışmaya başladığından organizma adeta kendini yeni baştan onarmaktadır. Örneğin kan içeriği bile başkalaşmaktadır. Kalp ise organların birden serpilmesine karşın bir süre daha eski durumunu sürdürür. Bu çok önemli bir biyolojik olaydır. Küçük kalan kalp büyüyen organlara kan yetiştirmekte zaman zaman aksaklık bile yapar. Yeni yeni uyanan cinsel organlar bedenin enerjisine birden ortak olur. Bu ortaklık psikolojik duyarlığı devindirince zihin etkinleşir, düş kurmalar doruğa çıkar. Tüm bu değişimler çocuğu daha önceki ilgi alanından uzaklaştırmaktadır. Bunları bilmezden gelip çocuğu çalışmaya zorlamak, onu yaşamdan soğutmaktadır. Oysa bunları göz önüne alarak bilimsel yollardan öğrencilerin gelişme basamaklarını daha kolay aşmalarına yarımcı olunursa okullarda bu denli genci başarısız gösterip onların onurlarıyla oynanmaz. Çünkü sınıfta kalmak bulüğ çağı çocuğunun içine sindireceği bir olay değildir. Onlar, bunu da yetişkinlerden çok farklı değerlendirmektedirler. Bu nedenledir ki bir kez sınıfta kalanların büyük bir bölümü okulu terketmekte; kalanların çoğu da gelecek yıllarda gene kalmaktadır. Bunu, çocukların zekalarına bağlayanlar, kırılan onurları hesaba katmamaktadırlar. İşte, önerdiğimiz Psikolojiden gelen bir Öğrenim teorisi ya da Psikoloji ışığında hazırlanacak Müfredat programları bu eksikliği giderecektir.

Psikoloji doktoru Ziya Talat Çağıl'ın kitap yazmak gereğini duyduğu öğrencilerin sınıfta kalması olayını Psikoloji bilimine bağlaması, benim de bu konuda öğretmenimizin düşüncelerini öğrenme isteğimi kamçıladı. Ortaya konulan savın doğruluk derecesiyle, bizim Köy Enstitüleri'nde toptan sınıf geçirmelerin bu savla bir ilgisi olup olmadığını öğrenmek istiyorum.

Sorumu evirdim çevirdim rahat soracağım biçime soktum. Hazırladığım programı bozmamak için de Sabahattin Öğretmenin bu dersinde yapabildiğimce sinmeyi planladım.

Kahvaltıda arkadaşlar, metinlerde geçen kişileri soruşturdular. Ekrem Bilgin dışında hiç birisi Sokrates dışında bir ad söyleyemedi. Onun da yaşadığı dönemi tartışma konusu yaptılar. Önce İsa öncesi mi, yoksa sonrası mı? sorusu soruldu. Ekrem kesin olarak, “ İsa öncesi! dedi ama belli bir tarih söyleyemedi. Konuşsaydım duraksamadan İ. Ö. 470-399 diyebilirdim. Çünkü o ünlü dörtlüyü daha orta birinci sınıfta sıralayıp ezberlemişti. İlerden beriye, Sokrates, Platon, Aristoteles, Büyük İskender. İ. Ö. 470-399, 428-347, 384-322, 356-321 yılları arasında yaşadılar. Sokrates 71, Platon 81, Aristoteles 62, Büyük İskender 35 yıl yaşamıştır. Sustum ama bildiğim halde susmanın da bir tadı olduğunu öğrendim. Söz bu kez Montaigne'e döndü. Montaigne'in doğum tarihini biliyordum ama ölüm tarihini anımsamadım. Bu kez söz Shakespeare'e geçti. Onda dayanamadım:

– 1564-1616 deyiverdim. Arkadaşlar, ötekilerde susuşumu bilmediğime yormuşlar. Bunu söyleyince sordular:

– Nasıl bildin? Bu kez tarih ezberleme yöntemimi anlattım. Sanat Tarihi dersinde öğretmen Lüleburgaz camisini önemsediğini söyleyip üstünde durunca caminin yapılış tarihini öğrenmiştim. Tam o günler tiyatroda Yanlışlıklar Komedisini izledik. Komedinin yazarı Wilhelm Shakespeare'in de doğumu ayni yıl olunca bundan böyle onu unutmam olası değildir. Lüleburgaz camisini nasıl unuturum? İlerde belki unutacağım. Unutacağım ama bu sıralar ikisi de canlı canlı dilimizde dolaşıyorken unutmam. Shakespeare'in ölüm yılı ise sayı olarak ilginç, iki 16 (1616) Bu tarihte olan önemli sayılan bir olay da İstanbul'un önemli camilerinden biri olan Sultan Ahmet Camisi tamamlanmıştır. Sultan Ahmet camisini yaptıranı sordular. Adı üstünde Sultan Ahmet yaptırmıştır. Mimarı doğal orak Mimar Sinan değildir. Çünkü Mimar Sinan 15 3o yıllarında Süleymaniye 1564 yılında (Lüleburgaz) Sokullu Mehmet Paşa, 1574 yılında Edirne-Selimiye'yi yaptırdığına göre 1616 yılında bir de Sultan Ahmet camisi yapamazdı. Ekrem Bilgin hemen Mimar Sinan'ın yüz yıl yaşadığını söyledi. Bu kez de mir mimarın kaç yaşlarında cami yapabileceğini irdeledik. Gülüşerek yirmi yaşında olduğumuzu, cami değil kulübe bile yapamayacağımızı söyledikten sonra Mimar Sinan'a 35 yaşlarında Süleymaniye camisini yaptırdık. Özellikle ben Edirne'de Selimiye Camisini üç kez gezmiştim. Her gidişimde oradaki görevli tekrar tekrar Mimar Sinan'ın söylediği bir sözü söylemişti:

– Selimiye Mimar Sinan'ın ustalık eseridir. Mimar Sinan kendisi:

– Rüstem Paşa Camisi, (İstanbul çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Selimiye ustalık dönemim eserleridir! demiş. Bu doğruysa Mimar Sinan Süleymaniye’yi en erken 4o yaşlarında yapmıştır. Bu hesaba göre 1510 yılında doğmuş olması gerekir. Öyleyse 1610 yılında ölmüştür. Görülüyor ki Sultan Ahmet Camisi'ni Mimar Sinan değil başkası yapmıştır. Mimar Sinan, Sultan Ahmet diyerek kitaplığa gittik.

Kitaplık her derste olduğu gibi gene tıka basa dolu. Halil Dere bana yer ayırmış ama oraya gitmek için on kişinin rahatını kaçıracağım. Kapının ardına düşen sandalyeyi öğretmenin tam karşısına çektim. İçimden de kendimi cesaretlendirdim:

– Verdiğim sözü tutacağım, öğretmen kendisi kaldırmazsa kalkmayacağım!. . .

Az sonra öğretmen geldi. Gelir gelmez de:

– Hava ılıdı mı ne? Yoksa biz mi soğuklara alıştık; ne dersiniz? Bu alışkanlığımız iyi mi? İsterseniz bunu bir kez daha Montaigne öğretmene soralım! deyip kitabı açtı. Parçanın, kadının yavruyu kucakladığı bölümü hızlıca okuduktan sonra

– Gerçekten alışkanlık pek yaman bir öğretmendir ve şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi  içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine gözlerimizi kaldırmaya izin vermez.

Bence en büyük kötülüklerimiz, küçük yaşımızda belirmeye başlar ve asıl eğitimimiz bizi emzirip büyütenlerin elindedir!...

Öğretmen gülümseyerek:

– İşte Montaigne Öğretmenin düşüncesi! Ne dersiniz? Soğuklara kendimizi alıştırabilir miyiz? dedikten sonra arkadaşlara baktı. Bu bakış, konuşmak isteyenlere bir çağrıydı, b unu tüm arkadaşlar anlamıştı. Neredeyse derslikte bulunanların yarıdan çoğu parmak kaldırdı. Hemen öğretmenin önünde oturan Azmi Erdoğan ise parmağını öğretmenin önüne dek uzatarak ben, ben, ben bile dedi. Sanırım öğretmen bu tavırdan hoşlanmadı ki, en uzakta oturan Bekir Semerci'ye işaret etti. Bekir Semerci Okuduğumuz Alışkanlık parçasını özetler gibi birşeyler anlattı. Öğretmen uyarmak gereğini duymuş olacak:

– Kendi gözlemlerimizden yararlanamayız mı diye sorunca Bu kez Bekir Semerci kendi gözlemlerine döndü; memleketindeki bir görmezin rahatça dolaştığını, tanıdıklarıyla karşılaşınca seslerinden ayırdığı için adlarını söyleyerek selamlaştığını anlattı. Bekir Semerci'ye oturmasını işaret eden öğretmen gene soru soracak gibi bakınca on kadar parmak kalktı. Durmuş Ali Uğur'la, Azmi Erdoğan ayağa kalktılar. Öğretmen Durmuş Ali'ye söz verdi. Durmuş Ali de Bekir gibi önce Montaigne'in parçasına girdi. Öğretmen hiç bir tepki göstermeden ön yakınındaki Azmi Erdoğan'a baktı. Azmi Erdoğan kalkmış olmanın sevincini saklayamadan gülümseyerek kalktı. O da av köpeklerinden, ev köpeklerinden söz etti. Kaybolan bir köpeğin bir hafta sonra eve döndüğünü anlattı. Azmi konuşurken Burhan Güvenir parmak kaldırdı. Öğretmen o na başını döndürünce Burhan Güvenir önce, arkadaşların tek hayvan alışkanlığından söz etmeleri yetersiz buldu. Ona göre tüm hayvanlar sahiplerine alışırmış. Komşu köye verilen kedi bir gün eski evine gelmişmiş. Başka parmaklar kalkık dururken öğretmenin tam karşısında oturan Şükrü Koç parmak kaldırdı. Şükrü Koç'un parmak kaldırışında sanki bir başkalık vardı; öğretmen gülümseyerek Şükrü'ye:

– Siz, değişik bir şey söyleyeceksiniz galiba, sizi dinleyelim! deyince Şükrü Koç:

– Konuyu bir yana itip başka şeyleri konuşuyoruz. Arkadaşların anlattıkları tümüyle alışkanlık değil öğrenme ile ilgili. Öğretmenimiz Montaigne kesin olarak öğrenme dışında bir olandan söz edip işi öğrenmeye getiriyor. Alışkanlık bir öğrenme değildir. Sözü başa döndürürsek, üşümenin de ısınmanın da alışkanlıkla doğrudan bir ilgisi yoktur. Soğuğa dayanan insanlar alıştığından değil kendini eğiterek uyum sağlamasından, iklimlere ayak uydurmasındandır. Daha önce kalkan parmakların hepsi indi. Bu kez de Veli Demiröz parmağını kolunu omuzundan bükerek, olabildiğince yükseğe kaldırdı. Öğretmen söz verince Veli Demiröz, Şükrü Koç'a dönerek:

– Başkasının söylediklerini eleştirmek marifet değil biliyorsan sen doğrusunu söyle! Deyince u kez de Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen gülümseyerek Hasan'a işaret etti. Hasan Özden:

– Öğretmenim bana göre biz konuşanlar, konumuz olan alışkanlığı değil kendi alışkanlıklarımızı sergiliyoruz. Söz gelimi az önce konuşan arkadaşımız, Şükrü Koç'a çatmayı alışkanlık haline getirdiğinden kalktı konuştu. Oysa derse başladığımızdan beri konuşanlar içinde, ben de dahil hiç birimiz Şükrü arkadaş kadar konuya yakın olamadık. Arkadaş açık açık alışkanlığın öğrenmeden farkını belirtti. Oysa öteki arkadaşlar öğrenme ile alışkanlığı karıştırdı bile diyemeyeceğim ikisini de bir saydılar! Öğretmen elini kaldırarak:

– Tartışmayı tartışma olarak, tartışma kuralları içinde yapalım. Tartışma karşılıklı atışma değildir. Yoksa ben mi daha başlarda, sormakta hata ettim? Sorumu tekrarlayayım mı? diye sorunca konuşmak istemediğim halde elimi kaldırdım. Öğretmen bana dönerek:

– Hata ettiğimi mi söyleyeceksin? deyince ben:

– Hayır öğretmenim hata etmediniz. Arkadaşlar daha önce okuduğumuz parçanın tümünü düşünmeden salt bu günkü bölümünü ele aldılar. Oysa okumayı kestiğiniz yerden sonra öğrenmenin önemini çocuğa doğru bilgileri kimlerin vereceği belirtilmektedir. Öyle olunca Montaigne Öğretmenimiz açık açık, alışkanlık hastalığını önleyecek bir eğitim, sorunu kökünden çözer, demektedir. Arkadaşların kimileri alışkanlıklarla canlıkların doğadan gelen özelliklerini de karıştırmaktadırlar. İnsanlar alıştıkları için yürümezler, yaradılışı yürümeye uygun olduğu için yürürler. Balıklar doğası gereği yüzerler ama insanlar öğrenerek yüzerler. Arkadaşlar sanırım bilmezler, ben bir süre çobanlık yaptığım için çok gözledim. (Çobanların ayrıldığı zamanlarda ağabeylerimle kendi koyunlarımız kısa bir süre kendimiz sürerdik) Koyunlar, köpeklerin birden havladığını duyunca ön ayaklarını tıp tıp yere vururlar. Biri ikisi değil tüm sürü bunu yapar. Koyunlar bunu öğrenmiş değildir. Yeni doğan kuzular gördüm, anneden doğan kuzu az sonra ayaklanır. Zar zor ayakta dururken çobanın köpeği yaklaşırsa yeni doğmuş daha annesini bile görmemiş kuzu ayağını tıpkı annesi gibi yere vurur. aynı hareketi yapar. Yumurtadan çıkan ördek yavruları hemen suya dalar. Bunlar öğrenme değil cinslerinin özelliğidir. Öğretmenimiz bize sanırım şaka olsun diye üşümeyi örnek verdiler. Üşümek; ısınmak, donmak, yanmak insanların o tur değişikliklere dayanma gücüne bağlıdır. İnsanlar için üşüme ya da ısınma alışkanlığı söz konusu değildir. . Sıcağa katlanan insan alıştığı için değil, deneye deneye sıcağa ya da soğuğa katlanmasını öğrendiği için direnir. Zaten bazı zorluklara katlanmak insanın ya da canlıların özünde vardır. İnsanlar zorluklara derece derece farklı katlanırlar. Öğrenme de bir zora katlanmadır. Bu katlanma gücüne irade deniyor. Öğrenmede ya da zorlu işlerde insanlar irade gücüne göre başarılı olurlar. Çalışmada, öğrenmede hatta tamı tamına yaşamda insanı başarıya götüren iradedir. Alışkanlıklara tutsak olma ise iradesizliktir.

Öğretmen, “ İrade” sözünü çok tekrar ettiğimi söyleyerek bunun bir rastlantı mı yoksa bir yerden alma mı? diye sordu.

-“Geçen yıl Öğretmenlik Bilgisi Derslerimizde okuduğumuz eğitimcilerden Herbart'ı hazırlayıp arkadaşlara anlatmıştım!” deyince öğretmen:

– Ben de bunu sezdim! dedi. Öğretmen daha sonra konuşmalarımızın da alışkanlıklardan arındırılması gerektiğini anlattı:

– Karşımızdaki insan bizim gibi düşünmeyebilir, dahası bizim sevmeyeceğimiz düşünceleri de önümüze koyabilir. Böyle bir durumda sıradan bir tepki yerine dengemizi bozmadan savunmamızı yapmamız gerekir. Tartışmalar, özellikle bir etki-tepki karşıtlığıdır. Tepkide şiddeti seçerseniz, karşılığı da şiddet olacaktır. Bakın burada da bir sabır-sabırsızlık durumu ortaya çıkıyor. Sabır bir irade firenidir. Sabırsızlık ise irade yoksunluğudur. Öğretmen bana bakarak:

– Öğrenme, kişinin direnci ile oranlıdır, alışkanlık ise dirençsizliği ile! diye bir genelleme yapalım mı diye sordu.

Zil çalınca öğretmen:

– Kesin bir sonuca bağlayamadık ama, sanrım yolu doğrulttuk! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince önce bir gürültü koptu. Tartışma olacak diye beklerken Bekir Semerci bana:

– Dur arkadaş! diye bağırdı. Durdum, gelince boynuma sarıldı, kendinin de benim gibi bir süre çalıştığını, ikimizin de feleğin sillesini yiyenlerden olduğumuzu tekrarlayarak büyük salona geçip yanyana oturduk. Bekir Semerci'nin böyle davranması beni çok rahatlattı. Kendime güvenim hep vardı ama gene de çevremde hiç konuşmadığım insanlarla çevrili. Hepsi değilse bile içlerin de beni sevmeyenler bulunabilirdi. Öylelerinin daha çok öfkelenmesini istemem; deyip çekiniyordum. Bekir Semerci bugün öylelerinin olası olumsuz düşüncelerini yok etmiş gibi rahatlattı.

Bekir’le konuşurken bu kez de Muhittin, Muhittin İlhan geldi, Muhittin’le ara ara konuşuyorduk. Bu kez gelişini Bekir'e yordum, herhalde hemşeriler, diye düşünürken Bekir:

-Gel bakalım Ankaralı arkadaşım! deyince düşüncem değişti. Muhittin'le ilk günlerden beri ara ara konuşuyorduk. Oturunca Bekir için değil benim için geldiğini anladım. Konuşunca olay daha da değişti. Muhittin benim bilgimden, doğru, güzel şeyler söylediğimden söz etti. Bunları dinleyince iyice cesaretlendim. Yunus Kazım Köni öğretmen de beni tanıdı. Daha önce Psikoloji tarihiyle ilgili bir ödev vermişti. Sanırım onu da anımsayacaktır. Neredeyse öğretmen gelmeden ayağa kalkacakmışım gibi bir duyguya kapıldım.

Öğretmen gecikmeli olarak geldi. Nerede kalmıştık? diye sordu ama kimseden bir yanıt çıkmadı. Zaten öğretmen de bir yanıt beklemiyormuş, çantasından bir kitap çıkarıp masanın üzerine koydu. Oysa geçen derste iki arkadaşa, Veli Demiröz'le Mehmet Toydemir'e ödev vermişti. Önce onları anımsatmayı düşündüm. Ancak arkadaşlar hazırlanmış olsalar kalkıp kendileri söylerdi. Hazır olmadıklarına göre onları mahcup etmek istercesine ortaya çıkmak doğru olmaz! diye düşündüm. Gene de içim içime sığmıyordu kitabı göstererek; “Önerdiğiniz kitabı buldum, Psikoloji laboratuvarı da açılmış, çalışıyormuş!” dedim. Öğretmen değişik bir sesle:

-Öyle mi efendim, bak ben bunu unutmuşum, açıldığını biliyordum da çalışıp çalışmadığı konusunda kesin bir fikrim yoktu. Buna sevindim! dedikten sonra İsviçre'de gördüğü bir psikoloji laboratuvarını anlattı. Devlet desteklemesiyle açılmış, öyle birkaç hevesliyle değil değişik konularda uzmanlaşmış hekimlerin çalıştığını, salt gözetim yapmadıklarını yeni yeni veriler toplayıp Psikoloji bilimini geliştirdiklerini anlattı. Öğretmen böyle konuyu kendine göre değiştirip uzun uzun anlatınca kalkmaktan vazgeçtim. Önceki hevesim de kalkmamıştı. Öğretmen birden bana dönerek:

– Siz neler öğrendiniz efendim? deyince oldukça şaşırdım. Gene de kendimi toparlayarak bir Psikoloji doktorun tüm Ankara okullarında sınıfta kalan öğrencileri saptadığını, sınıfta kalış nedenlerini araştırdığını anlattım. Öğretmen araştırma yapanı tanıdığını, önemli bir konuya değindiğini, uygar ülkelerde bu işin yüzyılın başında ele alındığını, öğrencilerin sınav sistemlerinin çoktan değiştirildiğini söyledikten sonra özellikle Fransa'da Binet-Simon testlerinin geliştirilerek öğrenci yeteneklerinin gerçeğe yakın ölçmeye yaklaştıklarını, Fransa'dan hemen sonra Almanya, özellikle de Amerika test sisteminin uygulanmasını hızla geliştirdiğini anlattı.

Öğretmen az duraksadıktan sonra sanırım geçmiş derslerde psikoloji üstüne yapılan tartışmaları anımsayarak:

– Bakın psikoloji bizim karşımıza nerelerde çıkıyor! deyip güldü. Daha sonra da Amerika'da psikoloji biliminin benimsenip yaygınlaşmasına neden olan bir olayı anlattı. “A.B.D Connecticut Eyaletindeki Harvard üniversitesinde okuyan Clifford Beers adlı bir öğrenci ruhsal bir bunalım geçirir. Öğrencinin kuşkulu durumunu geleneksel ölçülere dayanarak “Delirdi, ya da delirme belirlileri gösteriyor!” deyip Akıl Hastalıkları Hastanesine (Deliler Evine) kapatırlar. Ancak Clifford Beers delirmediğinin, sınırlı bir ruhsal bunalım geçirmekte olduğunun bilincindedir. Deliler Evinde bir süre kalır, ancak boş durmaz, düşündüklerini, nedenlerini, niçinlerini, başından geçenleri, “Kendini Bulan Akıl” adını verdiği kitabında anlatır. Kitap, kısa sürede arka arkaya basılır. Halk, kitabın yazarını bir kahraman gibi karşılar. Clifford Beers başta olmak üzere, onun düşüncelerine katılanlar hemen ruhsal bunalım olayına el atarak “Ruh Sağlığı Komitesi” kurarlar. Kurulan Komitenin çalışmaları tüm A.B.D Eyaletlerinde yankılanınca komiteler birleşerek ülke çapında Ulusal Ruh Sağlık Kurumuna dönüşür. Ruhsal olaylara ilgi çığ gibi genişler. Salt yetişkinler değil çocuklar da gözetim altına alınır. Genel amaç:

– Sağlıklı bir toplum kazanmak! olarak özetlenir. Kurumda çalışacak uzmanlar yetiştirilir, halk bilinçlendirilir Psikologlar, Psikiyatristler yetiştirilir. Bu etkinliklerin tamamlayıcısı olarak da anne- babalara sağlıklı çocuk yetiştirmelerine yardımcı olacak “YOL GÖSTERME VE KORUMA KLİNİKLERİ” vardır. Okullarda arkadaşlarıyla uyum sağlayamayan ya da özel bir sorunu olan öğrenciler bu kliniklerce gözetilerek gerekli önlemler alınır.

Öğretmen iki elini bir birine vurur gibi yaparak:

– Ya işte böyle efendim! dedikten az sonra da:

– Amerikan halkının alakası takdire şayan değil mi? diye sordu. Öğretmen zaten yanıtlanması için sormamıştı; öyle sorsaydı bile kimsenin çıt çıkaracak durumu yoktu. Gene de kıpırdanmalar oldu, öğretmen arka taraflara bakarken sol tarafında oturan Mustafa Parlar:

– Efendim! deyince öğretmen baktı:

– Buyurun! dedi. Mustafa Parlar hem rahat konuşuyor hem de soracağı soruyu düşünerek soruyor. Yalnız bu kez söze başlarken nedense “ Efendim!” diye başladı. Öğretmenin sık sık efendim deyişi arkadaşlar arasında dil pesengi olarak anıldığından Mustafa Parlar'ın efendimi dikkat çekti, gülenler oldu. Bu kez de öğretmen gülenleri uyardı:

– Dinleyelim efendim!

Mustafa Parlar, Amerikalıların söz konusu olaya, zenginliklerinden, ayrıca zenginliğin verdiği şımarıklıkları nedeniyle de alkol, oyun eğlenceye kendilerini kaptırdıklarından çeşitli hastalıklardan çok çektikleri için canlarına tak demiş olacak, belki bu duyarlıklarından bu konuda söz birliği etmişlerdir! Öğretmen gülümsedi, bir ara kaşlarını çattı, alnını kırıştırdı. Mustafa Parlar'a bakarak:

– Siz öyle mi diyorsunuz efendim! deyip eliyle oturmasını işaret etti. 8-10 parmak kalktığı anda ders zili çalınca. Öğretmen:

– Bunu da tartışalım efendim: Refah, toplumları mutlu mu eder yoksa mutsuz mu? Bu tartışma yakın zamanlarda Ankara'nın lise, öğrenciler arasında tartışma konusu yapıldı. İki tarafı savunan çocuklar da güzel fikirler ortaya attılar.

Öğretmen çıkınca bir süre oturup öyle, derste geçen süreçte aklıma takılan olayları sıraladım. Sanırım benim gibi dalıp dalıp gidenler hep olmaktadır.

– Kimler ne düşünüyordu bilmem ama ben, geçen yıl okuduğumuz Booker Washington'un Tuskegee okulunu düşündüm. fakir zenci çocuklarını çalıştırıp ustalık öğretiyorlar. Okulun devletle bir ilgisi yok. Belki bu da o kurumların gözetiminde sürdürülmektedir. Trakya Genel Valisi Kazım Dirik Paşa'nın bizim köylülerle yaptığı konuşmayı anımsadım. Genel Vali daha önce gelmiş, küçük el tezgahlarında dokunan işleri çok beğenmiş, dokuyuculara o işleri sürdürenlere daha doğrusu bundan böyle de sürdüreceklere yardım sözü vermiş. Ancak yardımın yasal yanı olduğu için dokuyucuların bir birlik kurmalarını önermiş:

– ... Köyü Eldokumaları ya da Elişlemeleri v. b. gibi. bir adla yasal bir birlik oluşsun! Köydeki bu iş sahipleri 20-30 arası bir sayıdır. Genel Vali'nin 2. gelişine dek bu birlik sağlanamamış. Kazım Dirik Paşa olumsuz yanıtı alınca. yakın bir tarihte Edirne yakınındaki bir Yunanistan ili ile bir Bulgaristan ilini gezdiğini, bu illerin köylerinde Elişleri, Eldokumacılığı, Sütçülük-Peynircilik birliklerinin bulunduğunu anlattıktan sonra bizim köylülere açık açık:

– Tembellik ediyorsunuz, küstüm size! deyip ayrılmıştı. Bizim köylüler geçen yıl, “Bu olayın üstünden tam on yıl geçti, biz hala adam olamadık!” deyip acımsı acımsı gülüşüyorlardı. Sütte zarar etmişler, yünlerini satamamışlar. Hububatlarına da zaten hükümet el koymuş. Kazım Dirik Paşa'yı Rahmetle anıp:

– Yaşasaydı; onun yüzüne bakamayacaktık! Adam bize neredeyse yalvardı! diyen olunca birileri de sözde eleştirmişti:

– Bize öylesi yaramaz, alacaktı sopayı eline, diyecekti ki “Hadi göreyim, sıkıysa yapmayın!” bak o zaman nasıl yapardık! Arkasından da bir süre kahkahalar, ya, ya, ya; işte biz öyleyiz. !. . . . Kısa bir sürede bunları anımsadım. . . .

Mustafa Parlar parmak kaldırdığında dersliğe döndüm.

Tartışma konusu; “ Refah, toplumları mutlu mu eder, yoksa mutsuz mu?” Bence bu tümcenin kuruluşunda bir eksiklik var, değiştirmek istesem doğrusunu nasıl kurabilirim?

Refah, bir toplumu oluşturan insanların çok çalışması bilinçli yaşamasıyla oluşur. Bu iki özelliği yakalayan bir toplum refahını daha da artırmak için çabalar. Ancak kişiler alınteri dökmeden büyük bir servete konarsa, yerli yersiz harcamalarla, kimi kez de doğru yoldan çıkarak mutsuzluk çukuruna düşerler. Bunu bir toplum yapsa yapsa sömürge düzeni kurarak ganimetler paylaşımından çok pay alanlar işi sefalete dökerlerse sonuç mutsuzlukla biter. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun ilk üç yüz yılı böyle bir gelire sahipken insanların mutlu olduğunu yapılan camilerden, köprülerden, çeşmelerden anlıyoruz. Ganimet dönemi kapanınca yılgınlık, bıkkınlık, isyanlar, işkenceler genel bir umutsuzluk dönemi başlıyor. 1600 yılına dek yazılmış şiirlerle sonrakiler karşılaştırınca bu durum daha iyi anlaşılmaktadır. Hele kamunun nabzı sayılan halk şiirleri, türküleri bunu kesin çizgileriyle göstermektedir. Arka arkaya kaybedilen savaşları içine sindiremeyen halk “ Aman Padişahım izin ver bize-Eğer izin vermezsen at bizi denize! demiş ama bunu demeden önce nasıl kahrolduğu anlaşılmaktadır. “ At bizi denize!” ne demek? Hayat, yaşamaya değmez, bizi bu durumlara düşürdün! İşte Refahını alın teriyle sağlamamış toplumların sonu budur. Bir biriyle ilgili olaylar; Sömürge düzenin de gelişmişi, bilinçlisi vardır. Osmanlı yıkılırken, onun yerlerini elin den alanlar da sömürge kuruyordu. Bu da bir toplumsal olgudur. Bunda da çalışmak, işini bilinçli yapmak refahını sürekli kılacak düzeni sağlam temeller üzerine kurup sürdürme önemli.

Yemekte konu müzik. Neden müzik? Biz salt müzik dersi okutmayacağız ki! Köy Enstitüleri'nde sanatsal gelişmeler olacak. Sanat Tarihi okuyoruz. Malik Aksel Öğretmen boş yere mi bize, mimarlık değeri olan yapıları anlatıyor? Şan dersi görüyoruz, bu derste öğrendiklerimiz belki gittiğimiz Enstitüde bizden istenecek. Özellikle tiyatro dersi, besbelli enstitülerdeki oyun, gösteri türü çalışmalar bizlere yüklenecek. Genel Müdürümüz Müfredat Proğramını anlatırken bunu açık açık duyurdu. İşaret parmağını bir kaç kez salonun tabanına doğru çekiçleyerek “ Köy Enstitülerinin öğretmen kaynağı burası olacak!  dedi. Öyleyse resim, müzik, tiyatro, sanat tarihi ile özel eğlenceleri yönetecekler bizim bölümden olacak. Şaka olarak başladığımız konuşmanın sonunda oldukça ciddileşerek bundan böyle “ Müzik Bölümü “ değil, kesinlikle “ Güzel Sanatlar Bölümü” demeye karar verdik. Başka bölümden diyenleri de uyaracağız. Bölümümüzün adı “GÜZEL SANATLAR BÖLÜMÜDÜR!” Buradan diploma alabilirse, okuduğumuz bölümlerden hangisini daha çok sever, sevdiğimiz dalda da başarılı olacağımıza inanırsak o dersleri okutacağız.

Kendi aramızdaki konuşmalardan kendimiz etkilendik, bir başka değişim olmuşçasına Salona daha iyimser olarak döndük. Kemancılar heman kemanlarına sarıldı. 2. Sınıflar bugün erken davrandılar, salondaki piyanoda Hüseyin Çakar, alttaki piyanoda Mehmet Zeybek çalışıyordu.

Akşama plak dinleyebileceğimizi düşünerek listedeki plakları hazırladım.

Mehmet Zeybek ellerini ovuşturarak geldi. Piyanoda çok çalışınca parmaklarının uçları acıyormuş. Parmaklarını gösterdi, sahiden parmak uçları ezik ezik. Hiç aklımdan geçmeyen bir olay; piyano ya da akordiyon çalan parmaklar acır mı? Piyanoya oturunca bir süre parmaklarımı izledim. “ Yok benim parmaklarımda yorgunluk, eziklik, olsa duyardım!” deyip başladım çalışmaya. Soprano Rabia Erler'in Zerlinda'nın aryası dediği parçayı kendime göre güzel çalıyorum. Bu parçada ayrıca 32'lik nota da çalmış oluyorum. Ayrıca Beringer de 32'lik notaların özellikle doğru çalınması için Almanca açıklama yapmış, orasını da Türkçeye çevirdim. Parça, La majör tonunda ( 3Diyez) bestelenmiş. İki etüt dışında üç diyezli çaldığım ilk parçam oluyor. Piyano sıram değildi ama gelen olmadığından yemek saatine dek çalıştım.

Yemekte konu, çalınacak parçalar. Johann Sebastian Bach var; 3 nolu Süit. Süit tanımını biliyoruz, ancak eserin bütünün oluşturan parçalar hakkında fazla fikrimiz yok. Örneğin dinlemek üzere hazırladığım 1068 numaralı sol major 3. Süit, Uvertür, Air, Gavotte, Bourree, Gigue başlıklarına bölünmüş. Bunlar için de salt üvertür hakkında bilgimiz vardı; o bilgi de bu uvertüre uymuyor. Çünkü biz üvertürü, opera açılmadan önce çalınan açılış müziği olarak öğrenmiştik. oysa burada opera falan yok. Daha önce dinlediğimiz 1060 nolu, do majör süitte de (3 plak) Uvertür, Courante, Gavotte, Forlane, Menuett, Bourree, Bassapied bölümleri vardı. Biz bunları bilmiyoruz. Mehmet Öztekin Öğretmen, zaman içinde bunları öğreneceğimizi söyleyip geçmişti. Bunlar eski dönemlerde kullanılmış parça adlarıymış.

İyi kestirmişim, yemekten sonra Öztekin Öğretmen gülerek:

– Kulaklarımızı temizleyelim; rahat rahat uyuruz! deyip yerine oturdu. Liste, masası üstündeydi. Hemen kemancıların dikkatini çekti:

– Keman çalışanların ilk hedeflerinden biri de “Air” çalmaktır, sayılı keman parçalarından biridir! deyip dikkatle izlenmesini istedi

 

2. Grup Plak Dinleme listesi

Johann Sebastiyan Bach,Süit no: 3, 5 plak

Sergei Rahmaninoff, Rapsodi (Paganini), 3 “

Ludwig van Beethoven, Leonora uvertürü, 2 “

 

– Uyarı iyi oldu, arkadaşlar uvertürü de ilgiyle dinlediler. Air gerçekten güzel, ben daha önce dinlediğim için biliyordum. En çok özenenlerden biri de Mehmet Yelaldı oldu.

Proğramda Rahmaninoff'un Rapsodisini görünce öğretmen beni övdü:

-İyi bir seçim deyip, Rahmaninoff'un Paganini'nin bir keman parçasını piyanoya uyarlamasını anlattı. Sözde ben bunu düşünerek hem keman çalanları hem de piyano çalanları sevindirmişim. Oysa benim böyle bir düşüncem yoktu. Gecede 10 plak sınırlaması olduğundan, ben bu sayıyı tutturmak için böyle seçmiştim.

Beethoven'in Leonora uvertürü için öğretmen kısa bir bilgi verdi. Beethoven Fidelio operası için önce bir Leonora uvertürü bestelemiş. Sonra bunu üçe çıkarmış. Daha sonra da Fidelio'ya şimdiki üvertürünü bestelemiş. Leonora'lar Fidelio operası oynanırken aralarda çalınıyormuş.

Öztekin Öğretmenin şaka olarak söylediği “ Kulaklarımız temizlensin!” sözü bir bakıma gerçekten doğru çıktı. Gün boyu kulaklarımda tınlayan anlamsız tartışmaların, gereksiz iddiaların pürüzleri silindi gitti. Özellikle Johann Sebastiyan Bach'ın Air'i duru su gibi; az şırıltılı ama çok etkili. Air sözü Almanca olmasa gerek; şimdiye dek hiç duymadım. Mehmet Öztekin Öğretmenin söylediğine göre Air, “Şarkı, türkü” anlamına geliyormuş. Bir orkestra ya da operalarda arada tek söylenen ya da bir aletle çalınan esermiş. Buna arya da denirmiş. Arya öğrenmiştik, demek böyle de yazılıyormuş. Sesli sesli esnediğimin ayırdına varınca elimi ağzıma kapattım.

 

26 Ocak 1944 Çarşamba

 

Uyanır uyanmaz kaygılanmaya başladım; İbrahim Yasa Öğretmen ödev veriyor ama, verdiği ödevleri istemiyor. Anımsarsa ödev konusunu açıp bir kaç sözle savuşturuyor. Oysa ben okunmak üzere bir çok şey yazdım. En iyisi yazdıklarımı sınıfta okumak. Öğretmen:

– Konuş! derse, ben de:

– Tarihler, değişik adlar var onları okumadan söyleyemem! deyip okumakta direnirim. Olmazsa:

– Öğretmenim ben size ödev olarak hazırladım, sizden başkasının okumasını istemiyorum, gönlümce bazı eleştirilerim var, arkadaşlarım yanlış değerlendirme yaparlar, özür dilerim! dersem öğretmen beni bağışlar, okumayacak olsa bile ödevimi alır deyip kendimi sevindirdim. Ödevim, okunacak düzgünlükte yazıldığından sakınacak bir taraf yok. Düşüncelerimde yanlış ya da yetersizlikler olabilir. Onu da öğretmen hoş görecek, yanlışları düzeltecek, sakıncalar varsa uyaracaktır. Kaygılarım dağıldı, koşarak bizim bölüm binasına gidip ödevimi aldım.

Kahvaltıda herkesten çok ben neşeliydim; kim ne söylese güldüm. Hemşerim Kadir Pekgöz arkadaşların dikkatini çekti:

– Sizce bu sabah hemşerimde bir başkalık var mı, yok mu? diye sordu. Ekrem Bilgin hemen sorunun yanlışını söyledi:

– Var mı, yok mu 2 ayrı olumlu-olumsuz soru bir arada sorulmaz. Sorulursa, verilecek yanıtlar tutarsız olur. Ekrem'in söylediği gerçekte bir söz oyunuydu ama benim işime yaradığı için ben de ona katıldım. Var mı, yok mu sorusuna söz gelimi “ Var!” diyen aynı zamanda “ Yok!” mu ya yanıt vermiş olmaktadır. Böylece yanıt veren hem var, hem de yok demek zorunda kalıyormuş. En çok ben güldüm. İşime geldi, çünkü az önce arkadaşlardan gizli bir neden için gülüyordum; oysa şimdi önemsiz de olsa gülecek bir nedenim var. Neşelenme önceki olumlu kararımdan dönme olasılığını düşünmeme engel oldu. Arkadaşlarla kendi bölümümüz sonlarını konuşarak ders salonuna gittik. Yerler gene kapışıldığında, dağılmak zorunda kaldık. Halil Dere erkenci, o nedenle benim yerim hazır. Gerçi öğretmen den uzan oturunca konuşma zorlaşıyor ama gene de ayakta kalmaktan iyi.

Doçent İbrahim Yasa gülerek geldi. Gelir gelmez de Ankaralı arkadaşları kaldırarak bize tanıttı:

– Ankara köylerinin ekonomik ve sosyal durumlarını incelemem de bana yardımcı olacak arkadaşlarım! dedi. Bir kaçı dışındakileri daha önceki konuşmalarından öğrenmiştik. Bu kez ötekiler de belirlendi. Ankaralı arkadaşlarımız: Yusuf Demirçin, Ali Bayrak, Ahmet Allı, Turan Aydoğan, Mustafa Aydoğan, Ali Bilgin, Burhan Güvenir, Muhittin İlhan, Talip Apaydın. Ali Bayrak için karşı çıkan oldu. Ali Bayrak sinirlenerek:

– Şakanın sırası değil arkadaşlar, uzun süreli bir çalışmaya katılıyorum. Ankaralı olmasam katılır mıyım? diye sordu. “ Katılırsın!” diyen olunca İbrahim Yasa Öğretmen araya girerek:

– Durun bakalım, biz daha işe başlamadık, başlayınca belki sizlerden de yardım isteyeceğiz. Biz sembolik olarak Ankaralıları seçtik, iş genişleyince hepimizin sırtına biraz yük binecek! deyince Fakı Yörük Ali Bayrak'ın Ankaralı olduğuna inandığını, çünkü arkadaş kolay kolay yük altına girmez! deyince öğretmen de güldü. Öğretmen görev alan arkadaşları ayrı ayrı kaldırarak konuştu. :

– Ankaralı olmanın dışında gerçek ilçe, bucak, köy durumlarını, Ankara’ya kaç km ya da saat olarak uzaklıklarını sordu. Talip Apaydın için, “ İlçesinin km'sini yanlış söyledi!” diyenler oldu. Mustafa Aydoğan'la Turan Aydoğan'ın akraba olduğunu öğrendik. aynı zamanda Turan Aydoğan öğretmene şair olarak tanıtıldı. Öğretmen anlamazdan mı geldi ya da şaka olarak mı öyle konuştu tam anlaşılmadı, gülümseyerek Turan Aydoğan'a eliyle işarete ederek, böyle yapıyor musun? deyince gülenler oldu. Burhan Güvenir doğru anlamış, açıkladı:

– Arkadaş Saz şairi, değil efendim, kitaplarda şiirleri olanlar gibi yazıyor! deyince gene gülenler, düzeltme yapanlar oldu. Hasan Özden parmak kaldırıp sordu:

– Arkadaş açıklasın efendim kitaplarda Fuzuli'den Baki'den, Yahya Kemal'den, Faruk Nafiz'den, Behçet Kemal'e dek bir çok şairin şiiri var. Ancak hepsi farklı. Arkadaş bunların hangisine, söylesin de öğrenelim. Mehmet Toydemir'le Mustafa Parlar da:

– En iyisi bir kaç şiirini okusun! dileğinde bulundular. Öğretmenin bu şiir tartışmasına kızacağını beklerken tam tersi oldu; öğretmen önce A.B.D'de okurken benzer bir olayla karşılaştığını, öğrencilerin küçük bir şakadan başlattıkları tartışmanın günlerse sürdüğünü, kendisi gibi başka ülkelerden olan (Türkiye, Japonya, Hindistan, İrlanda, İsveç) öğrencilerin bu tartışma dışında kalmasına karşın uzun süre etkisinde kaldıklarını anlattı. O olay da böyle bir şiir nedeniyle başlamış. Bir öğrenci ödevini anlatırken Amerikalıların ünlü şairlerinden Walt Whittman’ın bir kaç dizesini okumuş. Bir başkası da karşı çıkıp o dizelerin doğrusu böyle değil! deyince dinleyenler:

– Bu önemli bir konu, bunun doğrusunu öğrenmeyiz deyip üzerinde çalıştıkları projeyi (Bu da ne ki?) durdurup, iki gün boyunca adı geçen şairin tüm şiirlerini gözden geçirmişler. Öğretmene yakın oturan Yusuf Asıl parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Yusuf Asıl:

– Bizim arkadaşlar arasında da çok şair demeyeyim ama şair denecek ölçüde şiir sever var. Edebiyat Öğretmenimiz Hamdi Keskin Öğretmenin söylediğine göre (Defterlerine göre söyledi) en az 10 şair arkadaşımız var. Biz de bir tartışma başlatıp Turan Arkadaşın kimin yolunda gittiğini öğrenebiliriz. Öğretmen Yusuf'a gülümseyerek baktıktan sonra:

– Benim de benzer bir teklifim var, gelin biz bu tartışmayı bizim yeni projemiz konusunda yapalım. Siz, ayrıca bu teklifinizi Hamdi Keskin Öğretmene yapabilirsiniz. İsterseniz sizin dileğinizi ben iletirim; Hamdi Beyle ilişkilerimiz çok iyidir.

Öğretmen gene konusuna döndü, Ankaralı arkadaşlarla karşılıklı konuştular. Tüm arkadaşların düşüncelerini aldılar. Sami Akıncı parmak kaldırdı, kendi köyünde yaptığı çalışmayı anlattı. İbrahim Yasa Öğretmen Sami Akıncı'ya sorular sordu:

– Bu çalışmayı niçin yaptın? Sami ilk çalışmasını, okulda arkadaşlarına köyü tanıtmak için yaptığını, bizleri göstererek Kepirtepeli arkadaşlar hep yapmıştı dedi. Sami:

– Daha sonra, okul müdürü aynı konuda ödev verdi. O zaman da eski düşüncelerime yenilerini ekledim. Sonra bunun daha da ge işletilmesi gerektiğini düşünüp eklemeler yaptım. Amacım; çok sevdiğim köyümün geçmişini irdeleyerek yaşadığım zamanı da onun üstüne oturtmaktı. Bu amacımdan ayrılmış değilim. Sizlerden öğreneceklerimi de ekleyerek, (Köyümün adı Bayramlı'dır) Bayramlılı hemşehrilerime köylerinin geçmişiyle birlikte bugünkü durumlarını, gerçeğine uygun olarak yetişecek yeni Bayramlılara iletmektir.

İbrahim Yasa Öğretmen Kepirtepe'den gelenleri tanımak istedi. Bunu daha önce de yapmış olması, oldukça tuhafıma gitti. Neyse ki Sami ile ilgili soru sormadı.

Tekrar Sami'ye bakarak:

– Bizim amacımız da önce küçük çaplı bir araştırma yapmak, sonra bunu yurt çapında genişletmekti!. Gene Sami'ye dönerek:

– Biliyor musun, A.B.D'de yapılan başarılı işlerin önceliği hep, senin gibi işe küçük başlayıp yılmadan sürdürenlerdedir. Örneğin Ford, Rakfeller v. b. kurumlar incelenince hep bu görülür, başlangıçta bir Sami vardır. Salt ticari kurumlarda değil, bilim yuvaları olan üniversitelerin temellerini de hep Sami'ler atmıştır. Örneğin ünlü Harvard Üniversitesi'ni Harvard adlı bir kişi kurmuştur. Bu nedenle üniversite adamın adını taşımaktadır. Bizim, İstanbul'daki Robert Kolej gibi. Robert Koleji de bir Amerikalı zengin, Robert kurduğundan okul onun adını taşımaktadır.

Ders zili çalınca öğretmen gözlerini Sami'ye çevirdi, bir şeyler söyleyecekmiş gibi baktı, sonra çantasını alıp gitti.

Öğretmenler dış kapı önünde karşılaştılar, Rüzgar Halil Demircioğlu'nun kravatını uçuruyor. (İbrahim Yasa kravat takmıyor) İbrahim Yasa geri geri gelerek kapı bitişiğinde heyecan heyecanlı konuştular.

Halil Demircioğlu Öğretmen gülümseyerek “ Günaydın!” dedikten sonra yüklü çantasını masa üstüne koydu. Bir elinde çanta bir öteki elinde kitap varmış, kitabı da çantanın yanına bıraktı. Yepyeni bir şey söylermiş gibi sordu:

- Biz büyük Nutku topluca okuyoruz ama acaba sizde, kendi okumuşluğunuz gibi etki bırakıyor mu? Olmazsa bundan sonraki bölümleri gene sorulu cevaplı yapabiliriz. Doğrusu ben soruyu anlayamamıştım; Sabri Taşkın, Hasan Gülün, Kemal Güngör, Kadir Aytekin, Durmuş Ali Uğur yüksek sesle yanıtladı:

-Çok iyi anlıyoruz öğretmenim! Öğretmen gülümseyerek:

-Peki iyi öyleyse! deyip Atatürk'ün Padişah Hükümeti ya da Son Osmanlı kalıntı yöneticileriyle yaptığı yazışmalar bölümlerini okudu. İnanılır gibi değil, gelen onca telgrafta tek bir destekleyen yok, hep engel hep olumsuzluk. Besbelli Atatürk gecelerini telgraf makinesi başında geçirmiş. Damat Ferit Paşalar, Ali Rıza Paşalar, Cemal Paşalar sırtlarını Osmanlı Sarayına dayamış, sayısız görevli emrinde tepe tepe kullanıyor. Oysa Atatürk neredeyse tek başına tüm yazılara; telgraflara birer birer yanıt veriyor. Bir yandan da kendi taraftarlarına yol gösteriyor. 19 Mayıs 1919'dan 23 Nisan 1920 gününe dek bu yalnız sorumluluk sürüyor. Savaş sürdüğünce sonrakiler daha da önemli olmakla birlikte hiç değilse bazı sorumlulukları yüklenenler oluyor. Öğretmen sık sık dikkatlerimizi buna çekiyor. Atatürk Samsun'a çıktığında da arkadaşları vardı ama onların hiçbir sorumluluğu yoktu. Salt Atatürk'e inanmışlar, onun yolunda ölümü göze almışlardı. Ölümü göze almışlardı çünkü Osmanlı düzeninde Padişahın emrine karşı gelmek, ölüm demekti. Onlarda Atatürk'le olunca, Atatürk başarılı olamazsa tıpkı Atatürk gibi yanındakiler de idam edilecekti. Nitekim Halife ölüm fermanlarını hazırlamıştı. Öğretmen bunları bir masal dinler gibi dinlemememizi söyledikten sonra:

-Düşünün hem yurdu düşmana teslim etmiş, düşman süngüsü altında yaşıyor hem de yurdu korumak için ölümü göze alanların ölüm fermanlarını hazırlıyorlar. İşte bu düşüncedekilerin ölümleri gerekir; memlekete ihanet budur. Arkadaşlardan soranlar oldu:

-Kurtuluştan sonra onları niçin idam etmediler. Öğretmenden önce arkadaşlardan bazıları:

-Onları 150'likler listesine alıp yurt dışına attıklarını söyledi. Öğretmen gülümseyerek:

-Bu konuyu; sabrederseniz bütün olarak ele alacağız. 150'likler denilen 150 suçlu kişidir. Bunların çoğu Atatürk'e karşı olduğundan değil doğrudan büyük suç işlediği için yurttan kovulmuştur. Örneğin Rıza Tevfik'le arkadaşları Sevr Anlaşmasını imzaladıklarından suçlu görülmüştür. İşte bunları bir bütün olarak bir başka derste konuşacağız. Öğretmen konuşacakmış gibi başını kaldırırken ders zili çalınca gülerek:

-Saatle iyi anlaşıyoruz, hiç bir sözümüz yarım kalmadan dersi bağlıyoruz!

Öğretmen ayrılınca bir grup arasında Rıza Tevfik tartışması oldu. Rıza Tevfik Bölükbaşı ile aynı kişi mi? Sevr Anlaşmasını Rıza Tevfik Bölükbaşı mı imzaladı? Tartışanlar arasında bizim Kepirtepeli kimse yoktu. Yoktu ama az ileride Mehmet Başaran'ı gördüm; sanki karışacakmış gibi bakıyordu. Seslendim:

-Sen de benim gibi, çok severdin onu savunsana! dedim. Başaran elini sallayarak:

-Bunların tartıştığı onun şiirleri değil varlığı-yokluğu üstüne; deminden beri onu bekliyorum, hiç birinin ağzından şiir sözü çıkmadı. Başaran'a takılmakla iyi etmişim, o da konuşma gereksinimi duymuş olacak, Rıza Tevfik'in şiirlerinden Fikret'in Kabrinde'sini, Sorma Hocam'ını, Uçun Kuşlarını anımsamaya çalışarak yemeğe gittik.

Yemekte arkadaşlar başka konulardan söz ederken Rıza Tevfik olayını ben açtım. Kepirli arkadaşlarım Kadir'le Abdullah da dahil bizim masada hiç kimsenin olumlu-olumsuz bir fikri yokmuş. Oysa Fikret Madaralı Öğretmen gibi Sabahat Kartekin Öğretmen de Rıza Tevfik'in şiirlerini beğenerek okuduklarını, bizlerin de okumamızı salık vermişlerdi. Ekrem Bilgin:

-Sevr anlaşmasını imzalaması onu milletin gözünden düşürmüş! dedi. Bu kez de ben:

-Sevdiğim şiirlerinin birisi dışındakileri (Uçun Kuşlar) o zaten çok önceleri yazmış. Sevr Anlaşmasını imzalarken öldüğünü varsayıp okumaya devam edeceğimi söyleyince Kamil Yıldırım karşı çıktı. Kamil'e sordum:

-Sevr Anlaşmasını başka kimler imzalamıştı? Onlar da affedildi, belki önemli işlerde çalışıyorlar. Biz neden salt Rıza Tevfik'e takılıyoruz. Örneğin Sevr Anlaşmasından önce tüm yurdu düşmanlara teslim eden Mondros mütarekesini imzalayanlar da bir hata işlemişlerdi. Onlara neden önemli işler verildi? Arkadaşlar onu da bilmiyormuş, ben ; “Rauf Orbay!” deyince şaşkın şaşkın bakıştılar. Ekrem Bilgin, saptadığım en büyük yanılgısını yaptı:

-Mondros mütarekesini İsmet İnönü imzaladı! deyince bu kez en yakın arkadaşı Halil Yıldırım, Ekrem'i uyardı:

-Yavaş ol arkadaşım, tersine gitmeye başladın! deyip güldü. Nihat Şengül:

-Çok bilen çok yanılır! Nihat tartışmayı bitireceğini sanıyordu. O sözünü söyleyip bir süre durdu. Ben, bu kez de:

-Çok bilen, çok yanılıyorsa o zaman çok yanılan da çok bilir olmaktadır ki, o zaman o sözün bir anlamı kalmamış olur. Nihat önce söylediğime dikkat etmemiş, birden bana:

-Sen çok yaşa arkadaş, sahiden bu sözün tersini söylemek de yanlış olmaz:

-Çok bilen çok yanılır! Öyleyse çok yanılan da çok bilir!

Gülüşerek Güzel Sanatlar Salonuna yöneldik. Arkamızdan bir birisi “ İşt, işt!” Müzik salonuna mı? Baktım, Muttalip Çardak. “ Hayır, Güzel Sanatlar Salonuna! deyince Muttalip “Sen yok musun sen!” deyip boynuma sarıldı. Müzik bölümü denmesin in eksikliğini en çok öne sürenlerden biri Muttalip olduğu için böylece onun unutkanlığı yüzüne vurulmuş oldu.

Öztekin Öğretmen bizden önce gelmiş, bizi kapıda karşıladı. Çarşamba günleri özel program uygulanıyordu.

Öğretmen önce sordu:

-Geçen çarşamba ne yapmıştık? Bana bakınca ben, “ Geçen çarşamba günü toplantıya katıldığınız için geç gelmiştiniz! Öğretmen:

-Öyleyse bugün telafi çalışması yapalım! deyip koro işareti olan havada daire çizdi. Önce marşları tekrarladık. Okul şarkılarında içimizden yöneticiler çıktı, onlar birer ikişer şarkı söyletti. Türkülere sıra gelince öğretmen çalışmayı durdurarak:

-Şan öğretmeniniz bir süre türkü çalışmalarına ara vermemizi istedi. Kendisinin özel programı varmış, onu uygulayacakmış. Birden gülümsedim, türküleri sevmediğimden değil, söylemesini usta birinden öğrenmek istediğimden. Bildiğim türküyü ben hiç bilgisi olmayan insanlardan öğrendim. Çoban Mustafa ya da Kamber'den duyup öğrendim.

Bu kez öğretmen kemancıları toplu çalışmaya aldı. 2. Sınıfların çarşamba-cuma günleri öğleden sonra Enstitü bölümünde uygulama dersleri var. O nedenle alt odadaki piyano bana kalıyor. Sevinerek alt odaya gittim. Faik Canselen Öğretmenin önemsediği işaretleri tekrarlayarak pişirdim.

Robert Schumann'ın Choral'ini ezberlemişim, buna çok sevindim. Öğretmen:

-Bunu ezberle! Ezberle deyişimden amaç; piyanoya her oturuşunda bir kaç kez çal, o senin belleğine yerleşecektir. Dikkat edersen dört ses için düzenlenen parçada sesler tek ses gibi kaynaşarak sürüyor. İşte bu kaynaşık sesler, armonin ses düzeni konusunda uyaracaktır. Armoni, doğadaki o ilahi ses uyumlarını inceleyerek doğmuş bir ses kaynaşması kuramıdır. Renklerdeki kaynaşarak yok olan, hani Newton çarkı falan denen bir olay var ya, onu hiç unutma; tıpkı o çark gibi, seslerin de kaynaştığı bir ses kümesi düşün! demiş, sonra da hızlı bir şekilde do sesine vurarak, uzayan sesin giderek değiştiğine dikkatimi çekmişti. Sahiden uzayıp giden sesin giderek tüm gam notalarının aralarına ses eklenerek uzadığını duyar gibi olmuştum. Öğretmen:

– Bu ses içinde bildiğimiz tüm notaların bulunduğunu, tıpkı renk bileşimi gibi bir ses bileşimi olmaktadır. Buna, renklerde dendiği gibi çark-mark denmemiş ama varlığı duyumsanarak, benzeri yapılmaya kalkışılmıştır. İşte Armoni bilimi diye karşımıza çıkarılan olay budur. Renklerde gözlerin işlevini müzikte kulaklar yüklenmektedir. İşte bu ses olayını kavramana yardımcı olacak bir parça budur! diyerek Robert Schumann Choral'ini göstermişti.

Abdullah kimi günler beni uyarıyor. Alt oda, çevresi kapalı biraz da çukurda olduğu için zil sesleri duyulmuyor. Abdullah görev edindi, geçerken soruyor:

– Hızlı piyanist, yemek yemeye niyetin varsa kalk! deyip gülüyor. Hamdi Keskin Öğretmen Abdullah'a ödev vermişti, iki hafta geçti Abdullah yapmadı. Anımsatmak dilimin ucuna geliyor bir türlü söyleyemiyorum. Söylediğimde bir neden öne sürüp yapamadığı söylese hemen yardım önerisinde bulunacağım. Kimi kez öyle olmuyor, sanki anımsatmam bir suç olmuş gibi tavır takınılıyor, ona üzülüyorum. Bu kez de yemeğe giderken kendi Edebiyat ödevimden söz ettim. Hamdi Keskin Öğretmen Baki'nin Terkibi Bend'ini inceleyerek Terkibibend şiir türünün özelliklerini sormuştu. Ayrıca isteyenleri aruz kalıbını bulabileceğini söylemişti. Yapılması zorunlu olmamakla birlikte yapılmasından öğretmenin hoşnut olacağı açıktı. Zamanım var, elimde kaynak kitaplar da var, neden yapmamayım?

Yemekte bir sözü biraz saptırarak yarınki Edebiyat dersine getirdim. Abdullah'a gerek kalmadı bu kez Halil Yıldırım:

– Aman arkadaş, anma şu dersin adını, nesi edebiyat onun? demez mi? Ağzımdaki lokmayı yutamadan öylece kaldım. Az bekledim, lokmamı yuttuktan sonra kendimi tutarak Terkibi Bendi sordum. Arkadaş bilmediğini söyledi. Gazel, Kaside, Murabba, Na't, Münacat, Mesnevi, Rübai diye sıralarken bu kez, arkadaş beni uyardı:

– Boşuna yorulma, ben onları bilmiyorum, öğrenmeye de niyetim yok. Burasını bitirip bir müzik öğretmenliği kapabilirsem dünyalar benim olacak. O zaman da bana kimse gelip gazel mazel sormaz! Bu çıkışa susmam gerekirdi ama nedense susmadım:

– O zaman da kreşiendo, diminiendo, dacopa, vivace, presto soracaklar. Arkadaş bu kez de beklemediğim bir yanıt verdi:

– Onları sorarlarsa sana gönderirim! deyince güldüm; şimdiki durumda üç Köy Enstitüsü biliyorum, bunların hiç birisinde Bostan Korkuluğu olarak adam beslemiyorlar. Oralarda böylesine gerek yok, onlar bostanlarını kendileri bekliyor. Nihat Şengül:

– Hey, siz sözü uzattınız! deyince Nihat'a dönerek:

– Bana söylenenlere karşı benim söylediklerimde bir fazlalık varsa onları hemen geri alır, özür dilerim. Halil Yıldırım benden erken davrandı:

– Ben söylediklerimin hepsini geri alp özür diliyorum. Bu konuşmamızı şaka sayıp üstün de durmayalım! Ekrem Bilgin duramadı:

– Tartışmanız bitti biliyorum ama konuşmalar arasında bir söz geçti; “Bostan Korkuluğu!” Bostan korkuluğunu biliyorum, onu anlatmaya kalkmayın; onun, sizin konuşmanızdaki yeri neydi? Abdullah Erçetin bana yardım etti. “ Bostan Korkuluğu!” deyiminin yaygın olarak hiç bir iş yapmayan ya da işe yaramayan kişiler için kullanıldığını anlattı. Tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy'un bir şakasını da örnek verdi. Tarım çalışmaları yaparken sık sık ayakta durup bakınan bir arkadaşımız vardı. Öğretmen bir gün onu uyardı:

– Hey, 6 Ali!Bostan korkuluğu bostanlarda olur, biz patates çapalıyoruz. Niyetin boyunu göstermekse fasulye tarlasına geçeceğimiz günü bekle! demişti.

 

Hamdi Keskin Öğretmenin sık sık, “ İsterseniz yaparsınız !” dediği ödevlerin bir bölümünü yapmak istiyorum. Özellikle de Hamdi Keskin Öğretmen:

– Baki üzerinde duracağız, durmamız gerekiyor; çünkü Baki, bizim tarihimizin en görkemli günlerinde yetişmiş, o ihtişamlı günleri yaşamış, hem şairliğini sürdürmüş hem de devrin en büyük makamlarından biri sayılan kadılıklara dek yükselmiş, hepsinden öte padişah Kanuni Süleyman’dan iltifatlar görmüş, oğlu 2. Selim, torunu 3. Murat günlerinde aynı sadakatı göstererek görevler yapmış sayılı değerlerimizden biridir! diyerek, neredeyse “ Yapın!” demiş kadar zorlayıcı bir uyarıda bulunmuştu. Bu nedenle ben, Fuzuli, Ali Şi'r Nevai, Baki gibi çok yaygın şöhretiolan şairleri, defterime geçireceğim. Önce Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman'ın gazeli üstüne yaptığı Tahmisi yazıyorum. Bununla bir taşla iki kuşu vurmayı hesapladım. Tahmisi ezberlemeyeceğim ama bunu anımsamakla hem Kanuni'nin şiirini hem de Baki'nin Tahmisini blleğimde tutmuş olacağım. Kanuni'nin gazelinden bir beyiti bir çok insan söylemektedir. Bunu ben daha önce en az on insandan duymuştum:

“ Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cıhanda bir nefes sıhhat gibi”

Bunu duyduğum öğretmenlerimin nerede niçin bu beyiti okuduklarının bile yerini, zamanını anımsıyorum. Fikret Madaralı Öğretmen, Salih Siya Büyükaksoy Öğretmen, dr. Sezai Feray, beyitin tamamını, Hemşire Ayşe Abla ise salt 2. mısraını:

“ Olmaya cıhanda bir nefes sıhhat gibi, deyip revire düşenleri uyarırdı. Beni görünce de sağlığıma dikkat ettiğim içi övgü amacıyla söylerdi. Kepirtepe'deki süreçte tüm sağlık kontrollerinde övgülü sözler (Maşallah) dinliyordum.

 

Tahmis-i Gazel-i Sultan Süleyman Han

 

Came-i sıhhat Hüdadan halka bir hil'at gibi

Bir libda-i fahir olmaz cisme ol kisvet gibi

Var iken baht u sa'adet kuvvet u kudret gibi

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

 

Ehl'i vahdet ka'ina'tun akil ü dandasıdur

Merd-i farih alemün mümtaz ı müstesnasıdur

Gör nedir ol kim sözi güya Mesih enfasıdur

Saltanat dedükleri ancak cıhan gavgasıdur

Olmaya baht u sa'adet dünyada vahdet gibi

Ta'at hak munis-i bezm-i bekadur akibet

Sıhhat – can u beden senden cüdadur akibet

Bad-ı sasardur fena alem hebadur akibet

Ko bu ayş u hişreti çünkim fenadur akibeti

Yari baki ister isen olmaya ta'at gibi

Alemü gözden geçürsen eylersen bin yıl rasad

Cevr içinde durmasan görsen hezaran nik ü bed

Her taraftan aksa dünya mah gelse ki ya'ad

Olsa kumlar sayısınca ömrüne add ü adet

Gelmeye bu şişe-i çarh içre bir sa'at gibi

Menzil-i asayiş-i ukbaya ister isen vusul

Hub u dünyadan feragat gibi olmaz doğru yol

Şad-man erbad-ı uzlettir heman Baki melül

Ger huzur itmek dilersen hey Muhibbi fariğ ol

Olmaya vahdet makamı kuşe-i uzlet gibi

 

Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman) -Baki

 

Tahmis, bir gazele ek olarak yapıldığından ölçüsü gazelin ölçüsüdür. (Aynı vezin. )

 

Hal* ki  çin de* mu* te ber bir nes ne yok  dev  let  gi bi

Ol ma yâ dev let  ci han dâ  bir  ne  fes  sıh  hat gi bi

Fa i  lâ  tün fa i  lâ tün fa i  lâ  tün  fa  i lün

-  .  -  - -  i  -  - -  .   -  -  - . -

Not: 1 (*) İşaretli heceler ya da harflerde vezin gereği değişiklikler yapılmıştır.

 

Not. 2 Daha önce başkası tarafından yazılan bir gazeli çok beğenen bir şair, seçtiği gazelin düzenine uyarak, ikili dizeleri beşe çıkarırsa, ortaya çıkan yeni ürüne Tahmis denir. Kanuni Sultan Süleyman'ın gazeline dokunmadan Baki tarafından yapılan bu tahmis, türünün en güzel örneklerinden biridir. Tahmis, burada görüldüğünce gazelin beyitleri öncesine eklendiği gibi beyitler arasına da eklenebilir. Önemli olan gazel şairini tanıtan dizenin olmasıdır. bbbaa olacağı gibi abbba olarak da örnekler vardır. Tahmis için, Divan Edebiyatında bir şairin gazelinin özelliğini bozmadan bir başka şairin, geleneksel özelliğini bozmadan bir başka şairin katılması da denebilir. Divan Edebiyatında dize benzeri (Beş dizeli) bir de Muhammes vardır. Muhammeslerde uyak- kafiye düzeni aaaaa-bbbba-cccca . . . . olarak gider, tek şah beyiti vardır. Tahmisin bir gazel kalıbına uymasına benzer bir zorunluluğu olmadığından muhammesler uzun olur (15-20 kıt'a)

Divan Edebiyatı şiir dilinde en küçük birim mısradır. Ancak mısralar, şiir içinde her zaman bir bütünlük oluşturamadığından şiirin en küçük ölçüsü olarak beyit benimsenmiştir. . Çünkü beyit, kesinlikle söylenecek sözü, okuyan ya da dinleyenin anlayacağı bir anlam bütünlüğüdür. Bu nedenle beyit kuruşu esasına göre kurulan Gazel, Kaside (Na't, Münacat) mesnevi, Terkib-i Bend; Terci-i Bend, v. b. türler beyitlerle sürüp gider. Serbest müstezatlar dışında Divan Edebiyatımızda yaygın olarak üç mısralı kümelenmeler pek kullanılmamıştır. İkili beyitlilerden sonra dörtlü kümeleşmeler önemli yer tutar. Rubailer, Murabbalar. Rubailer tek dörtlüktür, söylenmek istenen bu dörtlükte söylenir. Kafiyeleri genellikle aaba olur. Başka kafiye dizisinde olanlar da vardır, örneğin aaaa gibi. Murabaa dörder mısralık kıtalardan oluşur. Zaten söz anlamı da dörtlü ya da dörtgendir. Genellikle, dörtlü dört kıta olarak yazılırsa da bu ölçüyü aşanlar olur. Örneğin Fuzuli'nin, “ Perişan halin oldum!” değişiyle başlayan murabba'ı yedi kıtadır, kafiyeleri, aaaa-bbba-ccca. . . . . : olarak sürer (4. mısra tekrarlamaktadır-Gözüm canım efendim sevgili sultanım!), yine Fuzuli'nin “ Hasılım berki melanet dağıdır!” mısraı ile başlayan murabba'ı da yedi kıtadır; Kafiye düzeni de gene aaaa-bbba-ccca. . . . olafrak sürer. Fuzuli yaşıtlarından Ahmet mahlazlı şair ise “ Olmaz!” redifli Murabba'ında bu sayı (14) on dört kıtaya çıkarmıştır. Onun da kafiye düzeni, aaaa-b bba-ccca. . . . . olarak sürer. Yavuz Sultan Selim'in (Selimi) mahlasıyla yazdığı bir beşli örnek:

 

MURABBA

 

Gözlerin fitnede ebrun ile enbaz mı ki

Dil asılmaya iver zülfüne cambaz mı ki

Bana kahreylediğin lütfuna ağaz mı ki

Ne yi ki işve mi ki cevr mi ki naz mı ki

Dili saydetmede alem bilir üstadluğun

Ki sakın aleme yayılmaya bitadluğun

Bilmezem sırrı nedir bilmiş iken yadluğun

Ne yi ki işve mi ki cevr mi ki naz mı ki

Dil nedir nesne mi var aşk oduna yakmaduğun

Aşk zincirine gerden mi kodun takmaduğun

Beni gördükçe yüzün döndürüben bakmaduğun

Ne yi ki işve mi ki cevr mi ki naz mı ki

Kast eder huni gözün hançer ile canumuza

Bigünah girme bizim padişahım kanumuza

Bizden ıraz edüben gelmedüğün yanumuza

Ne yi ki işve mi ki cevr mi ki naz mı ki

Bu Selimi kuluna cevr revan eyledüğün

Bunca sıdkın reh-i aşkınla yalan eyledüğün

Yüzün döndürüben yine nihan eyledüğün

Ne yi ki işve mi ki cevr mi ki naz mı ki

 

Yavuz Sultan Selim (Selimi)

Kafiye: aaab-cccb-dddb-eeeb

Ölçü: (Vezin. ) Failatün feilatün feilatün fülün

 

Biz de * nı raz e dü  ben gel me  di  ğin  yâ  nu  mu za

Ne* yi  ki iş ve mi ki  cev * r  mi ki*  nâ* z  mı ki

Müf te i lün fe i lâ  tün  fe  i  lâ  tün  fe i  lün

- .  .  -  .  .  -  -  .  .  -  -   .  .  -

Not: Ölçüye (vezne) uymak için imale, zihaf, ulama sanatlarından yararlanılmıştır.

Not: (*) Ulama, özel uzatma, imale var.

Özet olarak açıklama: Gözlerinle kaşların fitnelikte ortaklık mı ediyor. (İşte) gönül onlara asıyor, (o da) cambaz mı ki (ki, acaba anlamında) bizi (Beni yerine) kahretmen (Yoksa) bir lütuf mu? Gönül kandırmakta (Avlamakta, çelmede) ustalar ustası olduğunu alem biliyor. (Herkes) Aman, bu zulmün (Hiç olmazsa) bari herkese yayılmasın. Anlayamıyorum doğrusu, sana bu denli yakınken sen neden uzak duruyorsun. (Sahi ) bunlar ne ki? (yoksa bunlar) işve (cilve) mi, cevr (eziyet) mi, naz mı? (dır)

Gönülün sözü mü olur; aşkının ateşiyle yakmadığın (Yanan) bir varlık yok. Aşk zincirine takmadığın gerdan mı kaldı. Gerdan: Umut verici bakışlarla bakıp sonra vazgeçmek anlamında kullanılmıştır. Beni gürünce yüzünü öbür tarafa çevirmen ne anlama geliyor? Bu bir tatlı numara mı, acı çektirmeye devam mı yoksa naz mı ediyorsun. Gözlerin, kanlı hançerler gibi (neredeyse canımızı alacak) bakıyor. Aman diliyorum, (Aman dilenecekler gibi görüyorum) kıyma canımıza (canıma) (Besbelli) Bizden yüz çevirmiş olarak yanımızdan geçmen; ne anlama geliyor? Bu bir yaklaşım şekli mi, acı çektirme mi, yoksa nazlanmak mı?

Selimi kuluna çok acı çektirip, gözyaşı döktürdüğün, yıllardır bu aşk yolunda yalan söylediğin, yüzünü gösterip gösterip yine kapattığın (Gizlediğin) (nın) anlamı ne? Bu bir yaklaşım şekli mi, acı çektirmek mi yoksa naz mı ediyorsun.

 

Divan Edebiyatında çok kullanılan şekillerden biri de Müsammat genel başlığı altındaki türlerden biri de Tekibibend'tir. Terkibibend, başlık olarak iki sözden oluşmaktadır, terkip ile bend. Terkip, birleşme, birleşmiş, bütünleşme, bütünleşmiş anlamındadır. Bend, Bir konu ya da olayı bütün olarak belli kurallar içinde anlatan şiir, demektir. Böylece Terkibibend, şiir gruplarından oluşan uzun şiir anlamına gelmektedir. Terkibibendi oluşturan şiirler, aruz kalıbına göre yazılır. Her bend, bütünün bir parçasını anlatmasına karşın kafiyelenişleri başka başka olur. Biçim olarak gazel şeklidir. Bütün mısraları kafiyeli olanları da vardır. Her bendin son beyti kendi arasında kafiyeli olur. aa-ba-ca-da-ea. . . . . . ff gibi. Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümü için yazdığı ünlü Mersiye'si de yedi bentten oluşan bir “ Terkibibend” tir. Her bend 8 beyitten oluşur. Beyitler, aa-ba-ca-da. . . ee. dir. Baki, mersiyesini Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümü üzerine Terkibibend olarak yazdığı Mersiyesinde son bolümü Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'ya ayırmıştır.

Onun usta yöneticiliği nedeniyle ülkede karışıklık çıkmamış, Kanuni Sultan Süleyman'a diş bileyen düşmanlar saldırıya geçememiştir.

Mersiye, halk arasında ağıt olarak bilinen daha çok ölenlerin ardından yapılan yakarışlar türünden bir şiir şeklidir. Baki'nin Kanuni Mersiyesi olarak bilinen Terkibibend'in ilk bendi.

 

Bend 1.

“ Ey pay-ı bend -i dam- geh- kayd-ı nam ü neng

Ta key heva-yi meşgale-i dehr-i bi direng

 

An ol günü ki ahir olup nev-bahar-ı ömr

Berki, hazane dönse gerek rüy-i lale reng

 

Ahir mekanın olsa gerek curra gibi hak

Davran elinden erse gerek cam-ı ayşa seng

 

İnsanın odur ki aine-i veş kalbi saf ola

Sinende neyler adem isen kinei peleng

 

İbret gözünde niceye dek gaflet uykusu

Yetmez mi sana vakıa-i şah-ı şir-i ceng

 

Ol şeh-suvar'ı mülk'i saadet ki rahşine

Cevlan deminde arsa ı alem gelirdi tenk

 

Baş eğdi ab-ı tığına küffar-ı Engerüs

Şemşiri gevherini pesen eğledi freng

 

Yüz yire koydu lütf ile gül-berk-i ter gibi

Sanduka saldı hazin-i devran güher gibi

 

Kafiye, aa-ba-ca-da-ea-fa-ga-hh

Ölçü (Vezin) mef'ûlü failâtü mefaîli failün

 

İb ret  gö  zün de  nî ce ye dek gaf le tuy ku su

Yet mez mi sâ na â kı a  î  şah ı şir i cenk

mef û  lü  fa  i lâ tü  me fa î  lü  fa i lün

-  -  .  -  .  -  .  .  -  -  .  -  .  -

Açıklaması:

“ Ey şan ve şöhret doruğunda olan insan, bu gelip geçici dünya işlerini ne zaman bırakacaksın? Düşün ki sen de bir canlısın, önünde sonunda sen de lale yaprağı gibi solacaksın. Sen de kadeh dibindeki son damla gibi toprağa düşecek, sürdüğün o görkemli günler, damlacıklar gibi toprağa karışacaktır (Yok olacaktır) İyi insanın kalbi ayna gibi açıktır, öylece kalmalıdır. Böyle olmak için insan yüreğinde kin olmamalıdır. Ey kalbi berrak olmayan insanlar, bu gafletiniz daha ne kadar sürecek? . Bu kahraman Padişah size bir örnek olsun. Düşünün ki o mutlu ve güçlü insan atına bindiğinde, koskoca dünya ona dar gelirdi. Usta Macar kafirleri bile onun kılıcının şavkından ürkerek teslim oldular. İşte o kahraman, bir gül yaprağı gibi başını yastığa koyar koymaz, insanın kaderi sayılan o kuyumcu ustası onu alıp en değerli mücevherleri arasına (hazinesine) yerleştirdi. “

Hamdi Keskin Öğretmen görünce hoşlanacaktır, sanıyorum. Şimdilik burada kesiyorum. Öğretmenin vereceği gazelleri de ekleyince az buçuk bir bilgi yumağı oluşacaktır. Öğretmen kişilerin yaşamlarındaki tarihler üzerinde durmadığından hayatlarını işe karıştırmıyoruz. Yanlış anlamadımsa Hamdi Keskin Öğretmen aruz kalıplarını konuşurken bir ara:

– Gelecek yıllarda Divan Edebiyatı üzerinde daha ayrıntılı duracağız! demişti; belki şairlerin yaşamlarını o zaman isteyecektir. Öğretmenin öyle demesine karşın ben yazdığım şiirlerin kalıplarını (Vezinlerini) gösteriyorum. Ayrıca özet olaram anlamlarını da açıklamaya çalışıyorum.

Ödevimi tamamlamaya çalışırken herkesin gittiğinin ayırdında olamamışım. Sami Akıncı'nın masasını boş görünce geç olduğunu anlayıp toparlandım.

Yatakhanede konuşmalar okul müdürleri üstüneydi. Rüstem Gündüz'le Rahmi Özdemir Kızılçullu Eski Müdürü Emin Soysal'ı, Çiftelerli İhsan Güvenç'le Musa Çınar da yeni müdürlerini övüyordu. Uyaranlar oldu, Süleyman Alkan:

– Yiğitler, anladık müdürlerinizi seviyorsunuz ama bizler de uyumak zorundayız. Üstelik karşılaştırması zor bir konu seçmişsiniz; birinizin müdürü ayrılmış gitmiş, onu geri getirmek olası değil, hiç değilse bizce hiç değil. Öteki ise bir ay sonra buraya gelecek, göreceksiniz. O gelsin gitsin, ondan sonra yaparsınız bu tartışmayı!

Konuşanlar gerçekten sustu ama bu kez de benim uykum gitti. Ayrılan müdür Kızılçullu müdürüydü, gelecek olan çifteler müdürü. Çifteler müdürü bir ay sonra niçin gelecek? Yoksa buraya müdür olarak mı atanıyor? Bir ara Çiftelerliler böyle bir haber yaymışlardı. uykudan gözlerim kapanarak bunları düşünmeye çalıştım. . . .

 

27 Ocak 1944 Perşembe

 

Akşam yatarken müdür tartışması vardı. Nasıl bitti, ya da bitmeden kesildi, o sıra uyumuştum. Uyandığımda da gene bir tartışma ile uyandım:

-Gazel okumak! Gazel okumak, bir deyimdir. Gerçekte de gazel okumak var ama, tartışma hangisi? Bizim plaklarda vardı; Hafız Burhan! Çok çok uzatarak söylüyordu. “ Magriiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip mi aceeeeeeeeeeeeeeeppp!? Uzayıp giden i'ler, e'ler de dalgalanarak söyleniyordu. Bunları arkadaşların bilmesi söz konusu değil bence. Onların içinde benim gibi defalarca Hafız Burhan dinleyen yoktur. Bizim Kepirtepelilerde olmadığını iyice biliyorum. Kepirtepeliler, bir yazar, bir şair olarak benim “Vahit Dede”mi gördüler; onu da uzaktan uzaktan. O okula geldiğinde yakınına bile sokulmuyorlardı. Fikret Madaralı Öğretmen Vahit Dedemin yazı ya da şiirini görünce bana getirirdi. Özellikle Kırklareli'de günlük çıkan Yeşilyurt gazetesinde yazıları, şiirleri çıktığında Fikret Madaralı Öğretmen dersliğe getirince gülümser:

– Senin Deden gene yazmış! derdi. Arkadaşlar anımsasa anımsasa belki bunları anımsarlar.

Vahit Lütfi Salcı benim gerçek dedem değildi. Babamın özellikle de babamın büyük ağabeyi, bir Bektaşi Dedesi olan Mehmet amcamın arkadaşı olduğundan bizim köye gelince bizde kalırdı. Daha önceleri de bizim köyden evli olduğundan çok sık gelirmiş. Eşi ölünce, o yakınlığı sürdürmüş. Geldiğinde çoğunlukla bizim kahve sohbetlerine katılır, daha doğrusu o konuşur, köylüler kuzu kuzu onu dinler. Tüm köylülerin Vahit Lütfi Salcı'ya saygıları vardır. Özellikle Yunan işgali sürecinde köylülere, sabır, güven, direnç konusundaki uyarıları sık sık anılır, saygıları tekrarlanır. Her geldiğinde bana da okumayı önerir, Müderris Ahmet Amcamı öne sürüp okumuşluğu özendirirdi. 1938 yılında Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna kaydımı Vahit Dede yaptırdı. Kayıtları yapan Fikret Madaralı Öğretmenle de o sıra tanıştılar. Böylece ben, daha okul öncesi övütlerini dinlediğim, Ordinaryus Profesör doktor Fuat Köprülüye göre ülkemizin en iyi folklor yazarı Vahit Lütfi Salcı ile Fikret Madaralı öğretmenin çizdiği çizgiler arasında yürümeyi öğrendim. Vahit Dede'nin en sevdiği şair Rıza Tevfik'tir. Rıza Tevfik'in aynı zamanda Bektaşi dostu görünmesi Vahit Dede'yi kendine bağlamıştır. Fikret Madaralı Öğretmen kendisine Sevres Anlaşmasını söyleyince Vahit Dede:

– Ne var onda, o imzaladı, biz de onun imzasını beğenmeyip kendimiz imzaladık. Şairin şiiri baki kalır, Allah ömürler versin ama ben zaten Feylozofu yaşıyor saymıyorum. Tıpkı, Yunus Emre, Pir Sultan ya da Namık Kemal gibi yapabileceğini yapmış, başka bir anlamda “Ununu elemiş, eleğini duvara asmış!” olarak düşünüyorum. Siz bir şey görmediniz, o sarıklı softalar bizlere, bizden öncekilere neler etmediler! İşte o, yürekli Rıza Tevfik onlara:

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

“ Şarabı men'etme o değil hüner;

Aşıkım, badesiz pek başım döner,

Gönlümdeki muhabbet ateşi söner,

Özrüm var, sade su içemem hocam.

Nar'ı cehennemi önüme serme,

Günahımı döküp kaygılar verme,

Kitapta yerini bana gösterme,

Ben pek o yazıyı seçemem hocam.

Feylozof Rıza'yım dinsiz anlama,

Dini ben öğrettim kendi babama.

Her telde oynarım, cambazım amma,

Sır'at Köprüsünden geçemem Hocam! “

 

diyerek onlara en ağır şamarı vurmuştur. Bu şamarın zamanı da önemli. Molla Sır'atçıların en azgın olduğu dönem. Tevfik Fikret'in vefatı onların işine yaramış, (Tevfik Fikret-Mehmet Akif atışmalarını, unutmayalım.) Seferberlik denilen büyük felaket yenilikçi subayları can derdine düşürmüş, böylece 31 Mart intikamını almak üzere şahlanan sorumsuz grubun at oynattığı yıllarda bu Cesur Adam, yeniliğe susamış halkımız için bir umut olmuştur. O da bunu, son hatasına dek hakkıyla yapmıştır.

– Çok dikkatle dinlediğimi gören Fikret Madaralı Öğretmen Vahit Dede'ye değil bana dönerek:

– Beri bak, bu senin Deden burada okuyacağın kitaplardan, dinleyeceğin derslerden daha canlısını, kendi yaşadığı gerçekleri öğretecek, onu iyi dinle! demişti.

Bu konuşmaları anımsarken Vahit Dede'nin gazel için anlattıklarını da anımsamaya çalıştım. Köye geldiğinde ilk karşılaşmamızda daha okuduğum değil ezberlediğim şiiri sorardı. Faruk Nafiz Çamlıbel, Necmettin Halil Onan, İbrahim Alaettin Gövsa, Kemalettin Kamu, Enis Behiç Koryürek'ten şiirler ezberlemiştim. Bir keresinde de son ezberlediğim Yahya Kemal Bayatlı'nın Mahurdan Gazel'ini okudum. Vahit Dede, şiirden ya da okuyuşumdan söz etmeden hemen gazel üstüne konuşmaya başladı. Buraya nokta koyuyorum.

“ Ders zili çaldı!” uyarısı yapıldı. Halil Dere unutmamış, işaret etti. Sandalyem hazır.

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek, İlk günden beri, birlikte yaptığımız ders saatlerini, sordu. Benden başka hiç kimsenin not tutacağını sanmıyordum. Ummadığım arkadaşlar, defterlerini açarak günü gününe doğru yanıt verdiler. Süleyman Koyuncu, Niyazi Başkaya, Arif Işılak, Muhittin İlhan, Süleyman Karagöz, Mustafa Aydoğan, sayabildiklerim bu yedi arkadaş oldu. Parmak kaldıranlar daha da çoktu, dikkatimi dağıtmamak için yazmayı kestim. Öğretmen ilk derste neler konuştuğumuzu sordu. Çok arkadaş söz aldı. Söz sözü açtı, arkadaşlar giderek sözü Köy Enstitüleri dönemindeki Türkçe derslerine kaydırdılar. Hamdi Keskin Öğretmenin de amacı buymuş besbelli soru içinden soru çıkararak, çoğunlukla Çifteler'den gelen arkadaşları konuşturunca oradaki Türkçe derslerinin bir okul düzenine değil de yeri geldiğince okuma saati karakterinde yapıldığı kanısı güçlendi. Dilbilgisinden hiç söz edilmedi. Kitap okuma saatinden övgüyle söz edildi. Kitap tanıtma yapıldığı söylenince öğretmen inceden inceye okunan kitapları, çıkarılan sonuçları sordu. Ancak sonuç beklendiği gibi çıkmamış olacak ki, öğretmen kuşkulu bir tavırla sorular sordu:

-Okunan kitabı kim seçiyordu? Kitabı kimin seçtiği, konusunda arkadaşlar bir birine düşünce öğretmen bu kez de gülerek tartışmayı durdurdu:

-Hadi kitap seçiciyi yöneticilere bırakalım! deyince doğrucu Kadir Cantekin dayanamadı:

-Zaten öyleydi! deyiverdi. Arkadaşlar konuşurken ben de bizim Kepirtepe'yi düşündüm. Söylediklerine göre onlarda bizim vakit cedvelini uygulamışlar. Üstelik onların iş yerleri daha dağınık, daha çeşitliymiş. Bizim durumumuz, onlara göre daha rahat olduğunu onların konuşmalarından anladık. Buna karşın bizim onların söylediği gibi bol bol kitap okumaya ayıracak zamanımız yoktu. Biz kitap okumayı Lüleburgaz'da kaldığımız yaz öğle paydoslarında Fikret Madaralı Öğretmenin gözetiminde yapabilmiştik. Kendi yerimize geçince o olanağı bir daha bulamadık. Zamanımız olduğunda da toplanıp, dersteymiş gibi birlikteliği sağlayamıyorduk. Birlikte kitap okumak çok ayrı bir olaydı bizde. Biz, otuz arkadaş, aramızda anlaşıp bir okul piyesi bile hazırlayamamış başımıza bir öğretmen istemek zorunda kalmıştık. Bu nedenle Çiftelerli arkadaşların anlattığı bu işte, bir başkalık hatta bir terslik var gibi geldi bana. Şimdi burada üç okulun öğrencisi bir arada. Öteki iki okul arkadaşlarımız, biz Kepirliler için:

-Siz Kepirliler, birbirinize çok saygılı, çok bağlısınız! diyorlar. Onlara göre onlar, bizim gibi birbiriyle anlaşamazmış. Hani bir söz var “ Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Hem anlaşamıyorlar, hem de öğretmensiz, programsız kitap saatleri sürüp gidiyor. Biz, bir piyes için bile anlaşamazken burada anlaşmışlık, kaynaşmışlık örneği oluyoruz. Bir başka nokta daha dikkatimden kaçmadı, sürekli yapılan kitap okuma saatlerinde hangi kitaplar okundu, nasıl bir sonuca bağlandı? Bu konuda bir açıklama yapılmadı. Hiç okuma saati yapılmayan okulumda ben, bireysel olarak okuduğum kitapların salt adlarını değil elliden fazlasının özetini çıkardım; öyle ki, onlar üstünde konuşulsa her an üç-beş laf edebilirim. Oysa konuşanlar, Pearl Buck'tan Ana'sı, Erich Maria Remarque'tan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Sabahattin Ali'den Kuyucaklı Yusuf, Reşat Nuri Güntekin'den Çalıkuşu, Pitigrilli'den Onsekiz Kıratlık Bakire, J. R. Cronin'in Şahika'sı adlarından öte geçemediler. Onların da, düşünsel taraflarından çok hikayelerini anlattılar.

Hamdi Keskin Öğretmen derslikte büyük bir grubun suskun olduğunu görünce sormak gereğini duydu:

-Sizler konuşmalara katılmıyorsunuz, bunun bir nedeni mi var? diye sorunca! Hasan Özden:

-Öğretmenim siz söze başlarken üç okul diye bir ayırım yaptınız biz, sıra bizim okula gelince konuşmak üzere arkadaşları dinledik! Öğretmen gene konuşanların tarafına dönerek kitaplıkların özellikle de kullanılan kitapların korunma durumunu sordu. Eskiyen kitapları öğrencilerin onardığı, hatta cilt yapıldığı söylendi. Öğretmen bu kez de:

– Kitaplığın düzen sorumlusu kimdi? diye sordu. Müdür başta olmak üzere Md. Yardımcısından Türkçe öğretmenlerinden söz edildi. Konuşmalar sürerken ben gene eski günlere, 1941 yazına gittim:

– Biz Kepirtepeliler, kurulacak Hasanoğlan Köy Enstitüsü ilk hazırlıklarını yaparken, Çifteler Köy Enstitüsü'nden tatilde gidecek yeri olmayan biri bize katılmıştı. Şimdi 2. sınıfta olan bu arkadaş, sürekli kitap okuduğunu söylerdi. İş arasında kitap açıp okumaya kalkmasına önce şaştık, sonra da kızmaya başladık. Çünkü işbaşında kaçamak yapıp bir kenara çekilir kitabını açardı. Bizden bir sınıf önde olmasına karşın doğru dürüst bir iş becerisi yoktu. Bunu anımsatınca da, açık açık işi sevmediğini, okumayı sevdiğini söylerdi. Arkadaşlar ona kısa zamanda “Açık Göz-Jandarma!” sıfatını yapıştırmıştı. Arkadaşta görüp şaştığım bir de kitabı rule yapıp cebine sokmasıydı. Kitabı cebinden çıkarınca bir süre eliyle bastırıp düzeltmeye çalışması görülmeye değerdi. O kitabı ondan sonra birinin alıp okumasını bana göre olanaksızdı. Kitap okul kitaplığından alındığına göre (Arkadaşın fakirliğini bildiğimden kendi parasıyla aldığını düşünmüyordum) veren sorumlu kitabı o haliyle nasıl geri aldığını merak etmiştim. Bugünkü konuşmalarda bu sorunun yanıtını bulur gibi oldum.

Hamdi Keskin Öğretmen Hasan Özden'e bakarak:

– Biraz da sizin çalışmalarınızı. . . . . derken zil çaldı.

Öğretmen son olarak:

– Köy Enstitüleri'nde kitap okumak önemsenen bir olay, bizim bakanlığımız da bu konuda onları destekliyor. Bu konu gelecekte önemli bir etkinlik durumuna dönüşecek. Bu nedenle şimdiden konularımız arasına alırsak yapacağımız konuşmalar ilerde işimize yarayacaktır! deyip ayrıldı.

Öğretmen ayrılır ayrılmaz Çifteler grubu arasında bir çatışma başladı. Sessiz, sakin Ali Bilgin birden:

– Ulan oğlum, yalan söyleyeceksen kendi adına söyle, bizi katma! diye söylenerek çıktı. Arkasından seslenenler oldu:

– Kızma gel, bak biz kızmadan dinledik, neler yaptığımızı da böylece öğrenmiş olduk! deyip gülüştüler.

Bizim dersimiz kitaplıkta olduğu için ayrılmak zorunda kaldığımızdan tartışmanın sonunu dinleyemedik.

Öğretmenimiz Doçent Niyazı Çitakoğlu neşeli bir yüzle geldi. Yerine oturunca da Almancadan çevrilen kitap okuyup okumadığımızı sordu. Benim konuşmaya niyetim olmadığı için, sanki duymamışça öteki arkadaşlara baktım. Hüseyin Orhan okuduğu kitapların hangi dillerden çevrildiğine hiç dikkat etmediğini söyledi. Öğretmen bir süre övütte bulundu:

– Okuduğunuz kitabın hangi dilden çevrildiğini bilmelisiniz. Kitap dilimize çevrilmiş olsa bile yazıldığı ana dilden gelen bir havası vardır, bunu bilmek, kitabın ruhunu daha iyi kavratır! deyince parmak kaldırdım:

– Almanca'dan çevrilme daha yeni iki kitap okudum biri Friedrich Schiller'den Marie Stuart, Stefan Zweig'ten Merhamet.

Öğretmen çok memnun olduğunu söyledikten sonra, okuduğum kitaplar üzerinde düşünüp düşünmediğimi sorunca:

– Çok düşündüğümü, örneğin Marie Stuart'ta İngiltere Kraliçesi Elizabet'e düşman olduğumu, Merhamet'te de ise yazar Stefan Zweig'e kızdığımı anlattım. Öğretmen dikkat kesilerek niçinlerini sordu. Marie Stuart, bir kraliçedir. Tıpkı Elizabet gibi. Ama o Elizabet gibi sinsi, içinden pazarlıklı değil, açık yüreklidir. Açık yürekliliğine güvenerek olayları haklılık üstüne kurmaya çalışır. Oysa Elizabet binbir dolap çevirip Marie Stuart'ı mahkum ettirir.

Merhamet, doğrudan yazarın kotardığı bir öyküdür. Yazar, çok güzel ama özrü olan bir bayanı genç, yakışıklı bir subayla bir baloda tanıştırır. Subay, mesleği olarak yaşam anlayışı başka, yeri-yurdu pek belli olmayan bir gezgincidir. Narin, özürlü bir bayanın onunla uyuşması olası değildir. Bunun böyle olmasını yazar kendisi kotardığından yazara kızdığımı tekrarladım. Öğretmen çok memnun kaldı. Schiller'i sordu. Dört haftadır Schiller'in şiirini çevirdiğimi; ayrıca daha orta okuldayken Kefil adlı hikayesi okuma kitabımızda vardı, severek okuduğumuzu, ayrıca Wilhelm Tell adlı kitabını da Fikret Madaralı Öğretmenin derslerde okuduğunu anlattım.

Öğretmen arkadaşlara dönerek, ayrı ayrı Wilhelm Tell'den sorular sordu. Kadir Pekgöz'e ise kitabı özetletti. Arkadaşların da yer yer uyarılarıyla Kadir oldukça doğru bir özet çıkardı. Öğretmen bu kez de bana gene Schiller'den şiir vererek bunu da çevirmeye çalış, ama çevirini kendin yapacaksın! diyerek dikkatle yüzüme baktı. Kuşkulandırmamak için kendim de inanmışça “Kendim yapacağım, başka kim yapacak ki? diye dikleşir gibi rol yaptım. Öğretmen de:

– Ha şöyleeeee! deyip şiiri verdi. “ DER ANDSCHUH”

Başlığı tanır gibi oldum ama tam çıkaramadım gene de “Çorap olsa gerek!” diye geveledim. Öğretmen:

– Çorap mı eldiven mi? diye sorunca gülümseyerek:

– El çorabı! dedim. Öğretmen bu kez de:

– Yok yok el çorabı değil ayak eldiveni! diye kahkahayı bastı. Kendimi toparladım, o sıra şansım da yardım etti çorabın Strumpf olduğunu anımsayıp:

– Die Strumpf! dedim. Öğretmen:

– İşte oldu şimdi! “Geç olsun da güç olmasın! demişler. Bu da güzel bir söz; yabancı dil öğrenme felsefesine çok uygun! dedikten sonra bana verdiği şiiri Almanca olarak okudu.

Sami Akıncı'ya daha önce bir yazı vermişti, Sami parmak kaldırıp onu söyleyince öğretmen, Sami'ye okumasını söyledi. Sami hem Almancasını okudu hem de ara ara Türkçe açıklamalar yaptı. Büyücülük ya da Şeytan oyunları türünden bir olay anlatılıyordu. Birden anımsadım:

– Bu yazı Faust'tan, Johann Wolfgang von Goethe'nin Faust kitabından! dedim. Öğretmen Sami'ye okumasını kestirip nereden anladığımı sordu. Gerçekten okunan bölümde Faust, şeytan sözü geçmiyordu ama Margarit, önce güzel kız, sonra da zavallı güzel sözleri geçince Faust'taki sahneleri anımsadım. Gerçekten Faust'tan bir bölümmüş, zaten Sami'nin elindeki kağıdın altında yazılıyormuş. Bu kez öğretmenin sahiden bana güvenmeye başladığını anlar gibi oldum. Çünkü bir süre yüzüme baktıktan sonra:

– Sen bu belleğini, yabancı dilde daha iyi kullanabilirsin, bunu bir daha düşünelim! dedi. Öğretmen Sami'ye okuduğu yere işaret koymasını söyleyip hepimizin yabancı dile daha önem vermemizi; temelin çok zayıf olduğunu, buna karşın bazı temel dayanakları iyi kavradığımızı, bırakırsak bunlara yazık olacağını anlattı. Ders bitince öğretmen, sanki yeni tanıdığımız biri gibi yüzlerimize sevgiyle bakarak ayrıldı. O ayrılınca da arkadaşlar öğretmenin başkalaştığından söz ettiler. Kimileri de:

– Biz iyi olursak çevremizdekilerde bize iyi davranır! gibisine genel övütler sıraladılar.

Yemekte geçen akşamki konu açıldı. Duymuştum ama ben tümüyle başka bir yoruma saplanmıştım. Okul Müdürü gelecek falan, denince birilerinin okul müdürleri buraya atanacak, sanmıştım. Meğer olay başkaymış, “ Tüm Köy Enstitüleri'nin müdürleri gelip bize Enstitülerini, çalışmalarını anlatacaklarmış. Nedense buna sevindim. Çünkü ben bu haberi duyunca Çifteler müdürünü bizim okula müdür yapmış gibiydim. Adamı tanımıyorum, belki sahiden iyi bir müdürdür ama, kimi arkadaşlar, bunu kişisel kazanç gibi ortaya getirip böbürleniyorlar. Özellikle Çiftelerliler bundan açık açık övünç payı çıkarıyorlar. Eğitimbaşı Tahsin Türkay, onlardan gelmiş, Bizim bölüm başkanımız onlardan gelmiş, Md. Yardımcısı Tahir Erdem onlardan gelmiş; Tarım Bölümü Başkanı İzzet Palamar onlardan gelmiş. Daha sayıyorlar ama onları ben tanımıyorum. Öyle olsa ne olacak? deyip geçmek var, çoğunlukla öyle yapıyorum ama gene de:

– Eeee, yeter be! diyesim geliyor. Tüm Çiftelerliler için diyemem bunu. Örneğin Yusuf Demirçin'den, Talip Apaydın'dan, Mehmet Ünver'den pek duymadım böylesi bir söz. Gelgelelim. Nazmi Erdoğan'ın her sözünden biri:

– Bizim Çifteler! oluyor.

Müdürler falan derken söz eski müdürlere kaydı. Kızılçullu Müdürü Emin Soysal, ayrılmak istememiş. Direnince Milli Eğitim Bakanlığı Müfettiş gönderip okulu teftiş ettirmiş. Herhangi bir kusur bulamamışlar ama gene de Müdürü Emin Saysal'ın Bursa Öğretmen okuluna nakli çıkmış. Gelen Bakanlık Müfettişlerinden biri uzun boylu biri de ona göre kısa boyluymuş. Emin Soysal nakledildiğini duyunca öğrencilerle konuşurken müfettişleri kastederek:

– Bir kavakla bir kabak geldi beni teftiş etti, bir bok bulamadılar ama ağalarına “Bulduk!” diye haber saldılar! demiş. Arkadaşlar müfettişlerin adlarını da verdiler; uzun boylusu Hikmet Türk, şişmanı Hayrullah Örs! denince birden titredim. Hayrullah Örs, benim kanıma göre haksız iş yapmaz. Ben onun kadar sözünün sahibi, onun kadar sabırlı, onun kadar çalışkan, onun kadar çalışanları seven bir kimse görmedim, bundan sonra da göreceğimi ummuyorum! deyince arkadaşlar hep bana dönüp baktılar. Sanıyorum o koca bir müfettiş ben yanlarında onlar gibi bir öğrenciyim, nasıl böyle konuşuyorum? İşin ilginci benim Kepirli iki arkadaşım Kadir'le Abdullah da şaşırmış gibi bana baktılar. Hayrullah Örs'ü nasıl tanıdığımı anlattım. Kepirtepe'ye çok geldiğini, geliş nedenlerinin de okul Müdürümüz Nejat İdil'le önce öğretmen-öğrenci sonra da sıkı dostluktan ileri geldiğini, bunu kendilerinden dinlediğimi anlattım. Sonra da, iki yıla yakın bir süreçte benim için nota arayışını, bulup, bekletişini, biz, Hasanoğlan'dan Kepirtepe'ye dönünce notayı bana gönderişini anlattım. Ayrıca, okula geldikçe bizim dersliğe gelip kitap okuduğunu, bizim aramızda olmaktan hoşlandığını söyleyince bu kez Kadir'le Abdullah da bana katıldı. Böylece Emin Soysal'a tümden güven duyan arkadaşlarda bir kuşku belirdi. Nitekim Ekrem Bilgin:

– Biz daha çocuğuz, olayları doğru değerlendiremiyoruz. Koskoca Milli Eğitim Bakanlığı öyle emrindeki insanlarla kavgalı olur mu? gibisine soru bile sordu.

Söz yeni müdürlerine geldi. Kamil Yıldırım, Kızılçullu Köy Enstitüsüne, Emin Soysal'ın yerine gelen Hamdi Akman'ın önce yolda yürüyüşünü, sonra derslikte nasıl gezindiğini, susup susup birden parladığını anlattı. Bizim müdürümüz İhsan Kalabay'ın da Abdullah bir iki hareketini tekrarladı. Çok sinirlendiği zaman; “Sen beni ne sanıyorsun? “ diye bağırışını, ya da birisi yeni bir şey söyleyince kaşlarını çatıp; “Bak onu bilmiyordum, demek o öyle miydi? deyişini tekrarladı. Kadir Pekgöz dayamadı, o da eski müdürümüzün, derslikte gezinirken bir eli cebinde olduğunu, buna arkadaşların:

– Bir yandan konuşurken bir yandan da paralarını sayıyor! deyip gülüştüğümüzü anımsattı. 4 numaralı arkadaşımız Mehmet Aygün, eski müdürümüzün bakışını; yürüyüşünü sahiden çok benzetiyordu. Arkadaşların isteğine karşı durmayan Mehmet Aygün Müdürümüzün taklidini yapa yapa zamanla sahiden bir taklitçi olmuştu.

Bugünkü çalışmamız, yazma, nota yazma üstüne. Öztekin Öğretmen nota yazmasını çok önemsiyor. Özellikle tahtaya yazılacak notaların doğruluğu ölçüsünde düzgün olmasına da dikkatimizi çekiyor. Her ay haftanın bir gününde nota yazıyoruz. Bu dördüncü nota günümüz. Önce benim defteri alıp arkadaşlara gösterdi. Nota yazmak için seçeceğimiz parçayı bize bırakıyor. Bu nedenle ben Beringer Piyano metodundan istediğim parçayı seçip bakarak yazıyorum. Son yazdığım Robert Schumann'ın Choral'ıydı. Çoğu iki vuruşlu olduğundan çok düzgün görüntüsü vardı. Öğretmen defteri kaldırarak arkadaşlara tekrar tekrar gösterdi.

Ne düşündüyse arkadaşlar, hepimizin aynı parçayı yazmamızı önerdiler. Sonunda İstiklal Marşı üzerinde anlaştık. İstiklal Marşını salt nota olarak yazmaya çalıştık. Çalışma sonunda Öztekin Öğretmen:

– İsteseydim bana bu denli yardımcı olmazınız, bakın ben şimdi bu yazdıklarınızı alıp dersine girdiğim Enstitülü öğrencilerime vereceğim. Onlar topluca mandolin çalışması yapıyor. Hem güzel bir örnek olur, böyle yazmaya özen duyarlar, hem de ellerinde hazır bir nota olur.

Son saatte öğretmen bizi gene serbest bıraktı, küçük odadaki piyanoda çalıştım. Bu saatler en rahat çalıştığım saatler oluyor. Beethoven'in Für Elise'sini ağır ağır çıkarmaya başladım. Piyano çalışmalarımdan giderek umutlanmaya başladım. Beringer'deki güzel parçaları çalınca arkadaşlar, kemanları kesip dinliyorlar. Dün, ara ara takıştığımız Muttalip Çardak:

– Anam, sen bize kemanları attırıp piyanoya mı döndürmek istiyorsun, bu ne hız, bu ne ilerleme böyle? deyince basbayağı gururlandım. Für Elise'yi kıvırırsam çok daha mutlu olacağım.

Kendi salonumuz, gerçekte bize dar geliyor. Orası bizim hem çalışma hem de dinlenme yerimiz. Oysa dersler dışında orada kemanlarla bir piyano sürekli çalınıyor. Ara ara gene konuşabiliyoruz ama öyle rahat bir konuşma olanağı yok. Bu nedenle bizim kendi arkadaşlarımızla kendi sorunlarımızı konuşmak üzere başbaşa kaldığımız yer yemekhane. Konuşmak için neredeyse yemeğe koşarak geliyoruz. Doğal olarak da oturur oturmaz, eğer çok önemli bir başka konu yoksa hemen bölümümüzün bugünkü durumu, geleceği ya da aramızda geçmiş olaylar üstüne şamataya başlıyoruz. Genellikle de ya geçmiş bir dersimizden ya da gelecek bir dersin önemsediğimiz bir köşesinden konuya giriyoruz. Örneğin yarın ki derslerden Sanat Tarihi, yaygın bilgiye dayanan bir ders. Belki zor değil ama o denli öğrenme kaynakları kıt bir ders ki nereye baş vuracağımızı bile bilemiyoruz. Konular da çok çeşit değil, cami, mescit, han, hamam, çeşme, türbe, köprü gibi hep bildiğimiz yapılar ama o kadar çok ki, hangisinin nerede olduğunu bellekte tutmak oldukça zor. Biraz da şaka olsun diye kendimiz karışıklık yaratıyoruz. Örneğin İnce minare nerede? dense en az dört yer adı bile bile değişik yerlerde söyleniyor. Yazarak öğrendiğim için ben bu şakalara pek katılmamama karşın onları dinlerken kimi zaman bendeki bilgiler de bulanıklaşıyor. Şimdiye dek okuduğumuz beş kentin beş önemli simgesini iyice bellemiş durumdayım. Onların yanında 2. derecede olanlar sık sık yer değiştiriyor. Edirne için kaygım yok, oradaki camileri, kulesini, köprülerini gördüğüm için, edindiğim bilgilerimden hiç bir kuşkum yok. “ Selimiye'nin yapısı, Üç Şerefiyeli'nin kapısı, Eski Cami'nin yazısı!” (Bunu Muradiye olarak söyleyen de var) diyerek bilgiçlik bile yapıyorum ama söz Bursa'ya geçince Ulu Cami ile Yeşil Türbe dışında kekeler gibi oluyorum. Konya için kurtarıcı Mevlana müzesi var. Bir de yılbaşı gecesi şiirlerini dinlediğimiz Namdar Rahmi Karatay anımsatmasıyla Karatay Medresesini anımsıyorum. Oysa daha dört beş çok önemli sanatsal yapı var Konya'da. Kayseri deyince yutkunma başlıyor. Erzurum deyince ˘Çifte Minare ile Emir Saltuk türbesi deyip geçiyorum Sivas'la Erzurum'un ikisinden birine bir türlü yerleştiremediğim İnce Minareyi, söz kalabalıklığı yaparak Sivas'a, Kongrenin yapıldığı lise binasına atlayarak kendimi avutuyorum.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben Sanat Tarihi deyince onun içinde daha başka bilgileri de düşünüyordum. Sanat olarak bize Müzik, Resim, Heykel, Mimarlık, Şiir gibi şeylerden söz etmişlerdi. Sonradan Sabahat Kartekin Öğretmen de buna dansla tiyatroyu eklemişti. Oysa biz ilk günden beri camilerden, çeşmelerden söz ediyoruz. Malik Aksel Öğretmen kendisi ressam olduğuna göre sanırım resimle ilgili bilgiler verecektir. Ancak tiyatro üstünde duracağını sanmıyorum. Çünkü Mahir Canova Öğretmen daha ilk dersinde Çin Tiyatrosu tarihinden başladığına göre demek oluyor ki tiyatro Sanat Tarihi içinde yok. O zaman şiirin de olmaması gerekir, çünkü Hamdi Keskin Öğretmen de şiirin tarihini okutuyor. Müzik zaten üç öğretmenin Mehmet Öztekin, Faik Canselen, Hilmi Girginkoç öğretmenlerin ortak olarak tarihiyle, günceliyle birlikte yürüttükleri bir ders. Öyleyse bizim Sanat Tarihi dediğimiz ders, salt resimle mimarlık tarihi olarak kalıyor. İşin ilginci bizde mimarlık diye bir ders yok. Malik Aksel Öğretmene kala kala resim tarihi kalıyor. Buna göre biz bu derse Resim Tarihi diyebiliriz. Veysel Erüstün, resim öğretmenimiz, Malik Aksel de Resim Tarihi öğretmenimiz.

Yatınca da bu tür olayları sık sık aklımdan geçiriyorum. Bu gece de aklıma Malik Aksel Öğretmen takıldı. Malik Aksel Öğretmen nereliydi?

İstanbul'da okuduğunu anlattı ama kesin kez “ İstanbul'da doğdum!” demedi. Belki İstanbul'da değil de yakınında bir yerde doğmuştur. Tekirdağ ya da Çorlu, Saray gibi bir yerde doğamaz mı? Lüleburgaz ya da Kırklareli diyemiyorum, çünkü kendisi “ Oraları hep gezmek istiyorum!” dedi. Öyleyse Lüleburgaz'a olan ilgisi ne olabilir? Salt Sokullu Mehmet Paşa Camisi olmasa gerek. Faik Canselen öğretmeni anımsadım, hiç ummazken bir gün, Kırklareli'de doğduğunu söyleyince şaşırdım. Orada doğmuş ama orasını hiç görmemiş. Malik Aksel Öğretmen de öyle olamaz mı? Okul Müdürümüz Hürrem Arman da çalışırken yanımıza gelip konuşmasaydı nerede doğduğunu bilmek şöyle dursun düşünmeyecektim bile. O bana sordu, “ Nerelisin'“ diye. Ben, “ Kırklareli!” deyince gülümseyerek:

– Hemşeriyiz! dedikten sonra kendisinin de Kırklarelili olduğunu söylemişti. Ancak o, Kırklareli'de doğduktan sonra orada uzun süre yaşamış, orada okumuş, Yunan işgalini de Kırklareli de geçirmiş. O günleri anımsadığına göre “Topal Zabit!” lakaplı Kırklareli işgal kuvvetleri komutan, aksayarak yürüdüğü için halk ona Topal sıfatını yapıştırmış. O zamanki dilimizde bizim subaylara zabit dendiğinden ona da Topal sıfatı yanında subaylığını belirten Zabit deyivermişler.

Topal Zabit, çok hoşgörüsüz, gaddar biriymiş. Sürekli çarşı-pazar gezip en küçük kusurlardan ötürü halkı sopadan geçiriyormuş. Üstelik Topal Zabit'in eli de uzunmuş. Dükkanları gezerken görüp beğendiklerini gösterip, Türkçe olarak:

– Bunu bana hediye edeceksin değil mi? diye sorarmış. Sorarmış ama, sahibi evet-hayır demeden, beğendiğini yanında gezdirdiği askerlere göstererek aldırırmış. Kırklareli halkı Topal Zabit üstüne yüzlerce acı olay anlatır. Sonra da o olayların hepsini aşan rahatlatıcı bir anıyı ayrıntılarıyla tekrarlar.

Topal Zabit, iki yıl kan ağlattığı Kırklareli halkını soyup soğana döndürdükten sonra Yunan askerinin çekilmek zorunda kaldığı günlerde Fransız askerlerinin koruması altında çalıp çırptıklarını alarak Yunanistan'a dönerken Kırklareli-Edirne arası İnece köprüsünde pusu kuran Türkler tarafından vurulur. Topal Zabit böylece cehennemi boyladığı gibi, çalıp çırptıkları koyun, keçi, sığır sürüleri, onca soygun ganimeti de yanına kalmaz; hepsi sahibi olan topraklara döner. Acıklı işgal anıları dinlerken gerilen yüzler, İnece Köprüsü'ne gelince az da olsa yumuşar, gülümsemeye dönüşür. Benim bildiğim bu öyküyü Müdürümüz Hürrem Arman kesinlikle bilmektedir. Umarım gelecek güzel günlerin birinde bunları onunla da anarız.

– Beklemediğim bu rastlantılardan biri de Malik Aksel Öğretmen neden olmasın? Sokullu Mehmet Paşa camisini görmek istediğine göre Lüleburgazlı olmaması gerekir. Ancak konuşmalarından da bir Lüleburgaz özlemi duyduğu açık açık anlaşılmaktadır. Bakalım sonuç nereye varacak? Belki de Nuri Öğretmen gibi ummadığım bir yerden geldiğini söyleyecektir. Hamitabat İlkokulundaki başöğretmenim Nuri Öğretmendi. Bizim köylülerin çok sevdiği Nuri Bey. Kepirtepe'de okurken her karşılaştığımda benimle konuşur, hatırımı sorar. okumam için övütler verirdi. Öylesine güzel konuşurdu ki, ben onu hep İstanbul'a yakıştırır, öyle olduğuna inanmıştım. Son konuştuğumuzda nasılsa doğduğu yerden söz etti. Gülümseyerek:

– Siz orasını şimdi Bingöl olarak öğreniyorsunuz, orada bin göl değil tek bir tane göl yoktur. O adı oraya nasıl yakıştırmışlar bilmem. Gitmedim ama doğduğum yer olarak ilgimden araştırdım, il sınırları içinde bile tek bir göl bulunmamaktadır. Oranın eski adı Çapakçu'du, ben oralarda doğmuş, çok küçük ayrılmışım! demişti. Malik Öğretmenin de böyle bir durumu olabilir.

 

28 Ocak 1944 Cuma

 

Akşam, uyumadan önce uzun uzun Malik Aksel Öğretmeni düşünmüştüm. Ne ilginç, gözlerimi açar açmaz Malik Aksel Öğretmenin adını duydum. Güzel yazı yazan, aramızda ressam olarak tanınan Harun Özçelik, birine biraz bilgiççe, Hakkı İzzet'i; Ferit Apa'yı tanıyorum ama Malik Aksel'ın adını hiç duymadım; neresi meşhurmuş onun? diye sorunca ilgilendim. Hemşerim Kadir Pekgöz'le Harun Özçelik konuşuyordu. Hemşerim Kadir, ressam olarak Malik öğretmeni övünce Harun böyle bir tepkide bulunmuş. Onlar konuşarak yakınımdan geçerken Harun'a da ben sordum, Ferit Apa, Hakkı İzzet dediklerin kimdir? Harun çok iyi niyetle yanıtladı:

-İkisi de ressam. Onları da ben tanımıyorum. Ne var ki benim tanımam gibi tanımamam da bir ölçü olamaz. Onlar eğer ressamsa gene ressamlığını sürdürürler. Bende böyle olunca bu sende de böyle olur, Sen tanısan da tanımasan da Malik Aksel adında bir ressam vardır, işte o bize sanat tarihi öğretmektedir. Bu Harun parmağını ağzına götürüp “ Sus!” işareti verdikten sonra yavaşça “Hidayet Öğretmen onu hiç sevmiyor. Bunu Kadir'e söyleyemedim. Salt onu konuşturmak için tanımadığımı söyledim!” diye açıklama yaptı.

Kahvaltıda konumuz gene sanat tarihi dersleri:

-Hep, camileri okuyup minarelerimi konuşacağız? Müzik güzel sanat değil mi? Gelin, bunu bölüm başkanına soralım, bakalım o ne diyecek? Ben bu konuyu düşünmüş, kendime göre bir gerekçeye dayandırmıştım ama burada açmadım. Bakalım bölüm başkanımız ne diyecek!

Şaka yollu da olsa bir çok olasılıklar öne sürüldü:

- Siz üslendiğiniz dersleri yaptınız da başka ders mi araştırıyorsunuz!

-İyi işte madem ki camileri okuyorsunuz cami imamlarının da müziği vardır, onları inceleyin!

-Ekrem Bilgin sormayı üslendi. Şansı da varmış, Müzik salonuna girer girmez Mehmet Öztekin Öğretmenle karşılaştık. Ekrem çok doğal bir biçimde sordu:

-Sanat Tarihi öğretmenimiz bize salt mimari eserleri okutuyor, biliyoruz ki resim gibi müzik de bir güzel sanattır. Öztekin Öğretmen gülümseyerek sözü Ekrem'in ağzından alarak:

-Maalesef, üstümüzdeki yöneticiler bizim gibi düşünmüyorlar. Kitaplara koydurup Edebiyatı, Müziği, resmi, mimarlığı, dansı güzel sanat diye okutturuyor; üstelik bir de Güzel Sanatlar Akademisi adıyla yüksek dereceli bir okul açıyor da o okulda, bile edebiyat, müzik, dans sözlerini ettirmiyorlar. Bize de bu Güzel Sanatlar Akademisini örnek gösterip susturdular! Öğretmen böyle değince kimseden bir ses çıkmadı. O sıra zaten Malik Aksel Öğretmen gelmişti, her zamanki gibi “ Günaydın!” deyip masaya geçti, çantasını boşaltmaya başladı.

Yerlerimize oturunca öğretmen sanki konuşmalarımızı dinlemiş gibi önce uzunca bir “ Eeeee!” çektikten sonra:

-Hep camilerden minarelerden söz etmeyeceğiz, onlar bizim geçmişimiz, onlardan kopmamak için zaman zaman kendimizi yoklayacağız ama bir yandan da dünyada neler oluyor, neler olmuş onlara da bakacağız. Daha önce tarih derslerinizde kulak misafiri olduğunuz bir Rönesans vardır. Bugün biz de ondan söz edelim! deyip yüzlerimize baktı. Kuşkulu bakışlarla bizi süzdükten sonra da:

-Tarih olarak Rönesans dönemini anımsayalım! dedi. Tek olarak kimseye sormadığı için birlikte konuştuk:

-Türkler İstanbul'u aldıktan sonra Avrupalıların gözü korktu:

-Türkler tüm Avrupa’yı alacak!

Bundan sonra sözü öğretmen alıp, tüm Hıristiyanların birleşme girişimini; kralların eski husumetlerini bir yana itip kuvvet birleştirmelerini anlattı. Bu hareketliliğin sanat yaşamına da sıçradığını söyleyen öğretmen, yutkunur gibi ağzını oynattıktan sonra gülümseyerek:

-İşi bu denli basite indirmeyelim. Bakın, okuduğunuz okulun Güzel Sanatlar Bölümünde okuyorsunuz. İstanbul'un alınması kuşkusuz Avrupa için önemli bir kayıptı; burası doğru ama İstanbul'u Türkler 1453 tarihinde aldı. Oysa Rönesans başlangıcı için başka nedenler vardır. Örneğin, işin ilk ışığı Edebiyat alanında görülür. Yazar Alighieri Dante 1265-1321 yılları arasında yaşamıştır. Bir başka ünlü yazar Giovanni Boccaccio 1313-1375 yıllarında yani 50-60 yıl farklı olarak ardarda yaşamışlardır. Salt bunlar değil doğal olarak başka yazarlar da vardır. Bunlar İtalyan diliminin ateşleyicileri. Dikkat ederseniz İstanbul daha Bizans'tır. İstanbul, Alighieri Dante'nin ölümünden 78 yıl sonra alındığına göre İstanbul'dan kaçan bilginler Dante'ye hangi yeniliği götürmüş olabilir. Buraya bir nokta koyup işin gerçeğine inmeye çalışalım. Avrupa ulusları, Haçlı Seferlerinde Doğunun gelecekteki gücünü sezmeye başlamıştır. Zaten onlar, Eski Yunan klasiklerini okumaya başlayınca doğunun gerektiğinde büyük bir güç olduğunu Med-Yunan savaş tarihini okuyunca anlamıştır. Persler neredeyse 100 yıl Yunanlılara göz açtırmamıştır. Bunu öğrenmeye başlayan yeni kuşaklarda bir değişim rüzgarı esmeye başlamıştır. O zamanın en etkili aracı olarak bilinen edebiyat az önce adını ettiğimiz yazarlarla ilk muştusunu yapmıştır. Biliyoruz ki o dönemlerde insanları bir birine bağlayan en etkili bağ dinsel bağlardı.

1200 yaşlarına ulaşıp geçmiş Hıristiyanlık koyu bir taassuba dönüştüğü gibi Kilise hesapsız bir zenginlik kazanmıştır. İşte Kilise, yeni yeni yeşermeye başlayan uyanışa kendi işine gelecek bir yenilik katma hesaplamış, hem halkı avlamış hem de kiliseye yeni bir görünüm kazandırmıştır. Amaç, kiliseyi halkın gözünde yüceltmektir. İşte bu amaçla, başta İsa olmak üzere tüm kilise tarihinin kaydettiği kişileri, olayları, resme, heykele dökerek kiliseyi bir sanat müzesi durumuna dönüştürmeyi amaçladılar. Güzel Sanatların tümünü alanları yüksek zeka, dirençli çalışma alanlarıdır. Bu yetenekteki insanlar da yeteneklerini değerlendirmek isterler. Bu nedenle özellikle İtalya'da (Dikkatinizi çekerim, Kilisenin başı bulunan Papalık-Vatikan) doğan Rönesans, kilise çevresinde palazlanıp gelişir. Rönesans denilince anımsanan adlar da neredeyse Kiliseyle özdeşleşmişlerdir. İnsanlığın böylece basma kalıp algılayıp yaydığı bu durumu biz değiştiremeyiz. Ancak, gerçeği görmemiz de bizim elimizdedir. Rönesans salt bir resim olayı değil dünya görüşü olayıdır. Zaten bir iki yüz yıl sonra bu, Avrupalı aydınlar tarafından da açıklanmış, Resim-heykel kıskacına sıkıştırılan Rönesansı fikirsel düzeyde de gelişme anlamına gelen Aydınlanma Çağı olarak adlandırmıştır. Biz olaya resim açısından baktığımız için haklı olarak Rönesansı Resim sanatının yeniliği olarak benimseyeceğiz. Ancak biz, bir resim heveslisi olarak resim sanatına getirilen yeni anlayışı, bu anlayışı görselleştiren kişileri, kullandıkları teknikler açısından inceleyip bilgilerimizi artırmaya çalışacağız. Bu arada olağan üstü çalışmalar sonucu üretilen üstün değerdeki sanat yapıtlarını da öğrenmeye çalışacağız.

Öğretmen bundan sonra sırasıyla önündeki kitaplardan sayfalar çevirerek Fra Bartolomeo'dan İsa önünde insanlar, çocuklar, Domenico Beccafumi'den bir bayan, Giovanni Bellini'den Süslenen bayan, Agnolo Bronzino'dan Venüs'le çocuklar, Annibale Karracci'den İsa ile Aziz Petrus’u, Andrea Caztagno'dan Genç Davud'u, Vencenzo Catena'dan bir yemek masası, Cimabue'den Santa Trinata Madonna'sını, Lucas Cranach'dan Venüs'ü, Albrecht Dürer'den kendi resmini gösterdi, yapılış tarihlerini özellikle belirterek ressamların tarih şeridindeki yerlerini belitti. Dikkat ettik bu on ressamın tarih şeridindeki süreçleri 300 yılı kapsamaktadır. Böylece Rönesans'ı bir kaç olayla başladı-bitti diyerek geçiştiremeyeceğimizi anladık.

Malik Aksel Öğretmen saate bakmadan, dersin bittiğini kestirebiliyor. Yüzünü bizden döndürüp kendi kendine konuştuğu da oluyor. Tamı tamına duymadık ama sanırım o, içinden:

-Haydi Malik Aksel, vakit tamam, toparlan da vaktinde çık! Öyle yaparsan arkandan:

-Haydi çık! dercesine bakan olmaaz! diyor.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Veysel Öğretmenle kapıda selamlaştılar. Dikkat ettim; Malik Öğretmenin yüzü gülüyordu.

Veysel Öğretmen de girer girmez; havanın durumuna değinerek, içerde model çalışması yapacağımızı söyledi. Bir sandalyeye keman, yay, dik olarak keman metodu, Seybolt kondu. Seybolt'un S harfi ilginç, Gotik Almanca harfleri gibi. Kadir Pekgöz, nedense “S” harfini sorun yaptı. Veysel Öğretmen çok iyimser, uzlaşıcı bir kişi. Kadir'e “S” harfini çizmemesini söyledi. Arkadaşlardan gülenler oldu. Bu arada biri de “ Eyyyy bolt!” diye seslendi.

Veysel Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:

-Çizerken keman resmi çizdiğinizi unutun . Onun yerine neyi nasıl gördüğünüzü iyi saptamaya çalışın. İçinizde belki:

-Gene mi keman? Biz bunu çizmiştik! diyenler varsa onlar yanılıyorlar, biz keman çizmiyoruz, kemanı oluşturan çizgileri göründüğü gibi çizmeye çalışıyoruz. Bu dediğimi anlarsanız, resim çalışmalarına biraz daha ısınmış olursunuz. Ressamlar, elma çizerken elma çizdiğini akıllarından bile geçirmezler. Ancak elmanın çevresindeki nesneler içinde özellikle bir duruşu vardır. Ressam onu saptamaya çalışır. Bir cismi olduğu gibi göstermek için insanlar fotoğraf makinesini bulmuş. Düşünelim ki insanlar eskiden insanların görüntüsünü fotoğraf gibi görüntülüyormuş. Öyleyken müzelerde korunan resimler onlar değil, kişiye tam benzemediği halde bir takım özelliklerini koruyanlar makbul sayılmış. Ben çoğu kez öğrencilerime resim yapma ile yemekler arasında bağ kurmalarını öneririm. Bu örnek tıpkı benzemez ama bir andırma kurulabilir. Kabak yemeğini düşünün, bildiğimiz kabak yemek olunca gene kabaktır ama bir başka kabak olmuştur. Bir model çalışması resim de öyledir; ona tuz, biber, limon ya da karabiber katılmaz ama usta ressam onun tadını arttıracak bir şeyler ekler.

Öğretmenin konuşması nasıl etkilediyse eskiden hemen çizip kağıt verenler bu kez sabırla silip çizmeyi sürdürdüler. Veysel Öğretmen daha önce uyarmıştı:

-Kalem çalışmalarında silgi kullanmamaya çalışın, düzeltmeleri biraz daha koyuca çizerseniz yeterli olur! demişti. Bu kez de uyardı:

– Silgi, çok zorda kalmadıkça kullanılmayacak!

Veysel Öğretmen, Abdullah Erçetin'in, Ekrem Bilgin'in, İbrahim Şen'in, Mehmet Ünver'in resimlerini aldı. Bana bakıp gülümsedikten sonra:

– Hadi bunları beşe tamamlayalım! deyip benim kağıdı da aldı.

Öğretmen çıkınca azıcık gocunur gibi içime döndüm. “Hadi seninkini de alalım! Ne demeye geliyor? Az sonra da:

– Resmini almadığı daha dokuz arkadaş var, en sonuncu olmadığına sevin! deyip, yemeğe gittim.

Yemekte bizim resimlerin ne olacağı üstüne varsayımlar öne sürüldü. Daha çok resmi alınmayanlar konuştu. Arkadaşımız Halil Yıldırım:

– Veysel Öğretmen dersine gittiği Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerine gösterebileceğini öne sürdü. Azmi Erdoğan da ona katıldığını ancak öğretmenin resimleri olumlu yönden değil de olumsuz yönden örnekleyeceğini ekledi. Azmi'nin demek istediğini önce pek anlayamadık. Talip Apaydın Azmi'den açıklama isteyince Azmi ağzındaki baklayı ortalığa çıkardı. Azmi Erdoğan'a göre öğretmen bizim resimleri götürüp Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerine,   “Bakın, onlar, ancak bu kadar resim yapabiliyorlar! diyecekmiş. Azmi'nin sözü tüm arkadaşları etkiledi, yakın arkadaşları olan Yusuf Demirçin, Muttalip Çardak, Ali Kuş, üçü de Azmi'yi ayıpladı. Benim susuşum dikkatlerinden kaçmamış, sordular:

– Sen ne diyorsun? Ben de, az öncedeki kendi durumumu anlattım:

– Biz henüz kendimizi karşımızdakilere anlatamadık. Karşımızdakiler tarafından anlaşılmadığımızı biliyoruz da, niçin anlaşılmadığımızı hesaba katmak istemiyoruz. Böyle dedim ama, sözüm yarım kaldı. . . . .

Askerlik Dersimizin öne alındığını, saat 15:00-17:00 arası yapılacağı duyuruldu. Buna hepimiz sevindiğimiz için tartışma o saat uçup gitti.

Öztekin Öğretmen, aradaki bir saat için şarkı çalışmamızı önerdi. Şarkı çalışmalarını seviyorum ama kimi kez karşıma tek tek söyleme olayı çıkıyor, işte ondan hoşlanmıyorum. Bu kez öyle olmadı, Öztekin Öğretmen beni piyanoya oturtup ara ara, o işaret ettikçe ses vermemi tembihledi. Kolaylık olsun diye Öztekin Öğretmen ses adlarını da kendisi söyleyeceğini ekledi.

Böylece bir sıkıntıdan daha kurtulmuş oldum; bir büyük hata yapmazsam Öztekin Öğretmenin, “Şarkılarımız-Türkülerimiz-Marşlarımız!” çalışmalarında ses verici olarak piyanoya oturacağım. Şarkıların çoğunu tek sesli olarak çalıyorum, Marşların da bir ikisi dışındakileri akordiyon ses temposuyla çalabiliyorum. Tek yabancısı olduğum Faik Canselen Öğretmenin İleri Marşı var; onu da en kısa zamanda iki sesli olarak (Notasına uygun) hazırlayacağım.

Çalışmamız kısa sürdü, büyük salona geçtik. Geç kalmışız, oldukça gerilerde yer bulabildik.

Binbaşı Nuri Teoman, her zamanki gibi düzgün adımlarla kapıdan girdi, sağa sola bakmadan öğretmen masası önünde durarak eliyle selamlayarak, “ Otur!   “ komutunu verdi. Geçen ders gelemediğini, öğretmenliğinin tali görev olduğunu, kendisi öyle saymasa bile mafeyklerinin o gözle baktıklarını anlattı. Bu arada da tali, mafevk sözlerinin anlamlarını açıkladı. Tali “ikinci derece, alt mevki ya da rütbe, iş vb. olan”, Mafevk “yüksek makamda olan, büyük rüdbeli; yüksekte oturan , amir” dedikten sonra sözün bir askeri tabir olduğunu anlattı. Bu kez de tabiri bize sordu. Tabir, arkasından da tabir caizse sözlerini kullanarak cümleler kurdu. Nuri Binbaşı giderek sözü iyiden iyiye dil konusuna döktü, bu ara eski -yeni dil sözlerini eleştirdi. Tabir sözü yerine deyim denmesine ise güldü. “Tabir” in geniş anlamına karşın “deyim”in büzülüp kaldığını söyleyince arkadaşlardan gülen oldu. Arkadaşların gülmesi hoş karşılamamış olacak Nuri Binbaşı bir an durdu. Bu kez de kendisinin yanlış ya da eksik düşünmüş olabileceğini söyleyip ağız değiştirdi. Harp yerine savaşı beğendiğini, ancak Harbokulu yerine Savaşokulu denmemesi önerisinde bulundu. Yeni söz eski söz çatışmasını Fikret Madaralı Öğretmen bize zaman zaman anımsatıp ilgimizi çekiyordu. Özellikle eski kitaplarda karşılaştığımız Muallim -öğretmen, talebe-öğrenci-mektep-okul sözleri bu değişikliği kendiliğinden ortaya getiriyordu. Örneğin ben, Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna girdiğim yıl sınıfımızda otuz arkadaştık. Yarıdan çoğu İlkokulu yeni bitirmiş, üstelik 2-3 ay Orta Okullara devam ettikten sonra (Kasım ortalarında) gelmişlerdi. Ötekilerin çoğu da bir orta okul denemesi geçirmişler ama biri dışında hiç biri bundan söz etmiyordu. Hele birinin Orta Okul 3. sınıftan gelmiş olduğunu okulu bitirince öğrendik. Böylesine karışık bir ortama köyden, üstelik de İlkokuldan sonra üç yıl ara verip gelince oldukça bocalamıştım. Özellikle unutamadığım bir anım vardır, sık sık tekrarlarım. Matematik dersinde Ahmet Gürsel Öğretmen, küp çizdirince su kabı çizmeye çalıştığımı görünce gülmüştü. Dörtgen çizmemi isteyince nasıl bir tavır aldımsa bu kez öğretmen “Murabba!   “ demişti. Murabba çizmiştim bu kez de mustatil, müselles çizmemi istemişti. Onları da çizince öğretmen hayıflanan bir sesle:

– Senin işin çok zor be oğul, sen önce bizim dilimizi öğren, bak arkadaşların biliyorlar. Sen önce geometri şekillerini çiz, altlarına adlarını yaz, bildiğin şekiller olduğu için çabuk öğrenip arkadaşlarını takip edebilirsin!” demişti. Öğretmenin dediğini anlar gibi olmuştum ama işin salt geometri değil tüm dersler bakımından aksatıcı bir olay olduğunu daha sonra anladım. Hele bir süre okuduğumuz Gramer (Dilbilgisi) dersinde iyice bocalamıştım. Gramer dersi sonradan kaldırıldığı için çok sevinmiştim. Ahmet Gürsel Öğretmen de kusurlarımı hoş görerek yetişmeme yardım ettiği için yıl ortalarında sınıfın yarısını, yıl sonunda da biri dışında hepsini geride bırakmıştım. Okulu bitirirken ise not ortalaması bakımından birinciliği yakalamıştım. Bu zorlu savaşımın başlangıcı, Yeni Dil-Eski Dil tartışmasına dayandığı için burada anımsadım.

Binbaşı Nuri Teoman, ne düşündüyse, bu konuyu neden açtığını da anlattı.

Ona göre, Türk Ordusu her çağda yeniliklere kapısı açık bir kurummuş. Örneğin Osmanlı Devleti'nin kuruluş etkenlerinden biri o günün savaşçılarının yenme hırsıymış. Bu hırs onları fütuhata yöneltmiş. O günün fütuhatları sonuç olarak ganimete kavuşmakmış. Bu da halkın daha rahat yaşamasını sağlıyormuş. Osmanlı İmparatorluğunu yücelten güç, aslında yeni bir kuruluş olan adı üstünde, Yeni Çeri Ocağı'ymış. Osmanlı İmparatorluğu Bir İslam İmparatorluğu olmasına karşın daha önceki Emevi ya da Abbasilerin yolunda gitmemiş, onların bir basit taklitçisi olmadığını söyledikten sonra :

– İşte bu da bir yeniliktir! diyerek yüzlerimize baktı. Acımsı acımsı gülümseyerek:

– Ya sonra ne oldu? diyeceksiniz. Sonrası ne mi oldu?

– Söylediklerimiz oldu; eskittiklerini yenileştiremediler. Yenileşmeyen her şey eskir. Devlet kuruluşları da insanlar, evler, eşyalar gibidir; yenileşmez ya da yenileştirilemezlerse eskirler. Onlar için eskimekse, çürümek anlamı taşır. Yeni Çeri Ocağı kuruluşunda adı üstünde yeniydi. 300 yıl bu yeniliğini korudu ama düşmanlar onun korkusundan daha ivedi yenileştiler. Tarih derslerinde “1492 yılında Amerika bulundu!” diye sözler geçer. Amerika, vardı da kaybolmuş muydu? Hayır, sadece, böyle bir kara parçasından kimsenin haberi yoktu. Avrupalılar bizimle savaşmak için yenileşmeye, yeni zenginlikler bulmaya kalkışmıştı. O dönemlerin fisebillah varlıklı masallar ülkesi olarak Hindistan biliniyordu. İşte Avrupalı bu zengin ülkeden yararlanma amacıyla deryalara açıldı. Hindistan'a gemiyle gidileceğini biliyorlardı. Çünkü doğuda olan bitenden haber almayı öğrenmişlerdi. Bizim kültürümüzün ürünü olan 1001 Gece masallarını onlar da okumuşlardı. Biliyorsunuz o masallardaki kahramanlar gemilerle Hindistan’a gidip gidip paralı olarak geri dönerler. İşte bu tutkuları uğruna Avrupalı gemiciler, açık denizlere açıldılar, Hindistan yerine karşılarına Amerika çıktı. Uzun zamandan beri düşledikleri hazineyi bulmuşlardı. Yeni hazinenin Avrupa'ya taşınması, bölüşüp üretime geçirilmesi 200 yıl kadar sürdü. 1492, 1592, 1692 tarihlere bakalım. 1692 yılında biz 2. Viyana Kuşatmasında başaramayınca, karşımızda eski Avrupa'yı değil bölüşülen yeni hazinenin güçlendirdiği Avrupa'yı bulduk. Öyle ki, şimdiye dek yapılan savaşlarda işgal eden kuvvetler çekilince arkasından gitmek yokken, yenilen ordumuzu Viyana'dan Tuna'nın güneyine dek takip edip Osmanlı Rumeli'sinin yarısına el koydular. Üstelik, daha ileri gitmelerini durdurmak için ağır koşullara boyun eğdiğimiz gibi, geleceğimizi de tehlikeye sokmuştuk. 1683- 1699. İşte size Karlofça Andlaşmasının gerçek nedenleri. Sonrasını geçen derslerde konuşmuştuk. Hep aynı hikaye:

– Eller yenileşti, biz yenileşemedik! Niçin, neden? Sorularını soran yok!

– Yenileşmek! Nedir bu yenileşmek? Ev mi yaptırıyoruz, giysi mi diktiriyoruz? Şimdi bir de dilde yenileşme atağı başladı. Yukardan beri yenileşememekten yakınırken, görüyorsunuz bu kez de yenileşmeden kaygı duyar tavrına girmiş oluyorum. Asla! Sakın, sakın sakın öyle anlamayın, yenileşmenin en ateşli savunucusuyum. Ama hangi yenileşmenin?

Bana sorarsanız yenileşmeyi sizler yapacaksınız. Kimse o yenileşme dilde yenileşme diyenler biz daha sabretsinler, sizler görevleri devralınca yenileşme köylerden ciddi olarak başlayacaktır. Köy okulları düzenli açılıp, gençler okur-yazar olunca dilini, şu konuştuğumuz güzel dilimizi onlar da konuşacak. Siz de köylü çocuklarısınız, ne var ki sizler şanslısınız, okullar size sezdirmeden “ At, ot, et, but diyerek konuşmayı öğretti. Kendiniz öğrendiğiniz için ayırdında olmayabilirsiniz. Biz bu işin içinde olduğumuzdan her gün sıkıntısını çekiyoruz. Karşımıza gelen cin gibi gençler, dillerini konuşamıyor. Kendi aralarında sınırlı sözlerle anlaşmayı konuşma sayıp onunla yetiniyorlar. En uyanıkları önce onbaşı seçilir, seçilenlerin büyük bir çoğunluğu anlaşılır derece onbaşı sözünü doğru söyleyemez. On mu, om mu? anlayabilirsen anla! Anadolu’nun değişik yörelerindeki kusurları saymıyorum, Karadenizli bir hoş konuşur, Trakyalısı oldum olası göçmendir. Ne var ki iş ciddi çalışmalara geçince iş değişir. Tüfeğin parçalarını, çalışmayan tüfeğin hangi mahalde tutukluk yaptığını gerektiğinde komutanına telefonla bildirecek olan erin düzgün anlatamaması büyük zararlara yol açabilir. İşte size konuştuğumuz dil ya da lisan için çaresiz yeni baştan bu işi düzeltme. Bu düzeltme bir yeniliktir. Bazı yazarların söylediği gibi mevcut sözlere yeni anlam kazandırarak bir tür tercüme etmek o başka bir konu; onu okumuşlar, okullar, yazarlar yapsın. Ancak onda da bir sınır olmalı. Devletimizin adı Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet ne anlama geliyor? Bunu bana açıklar mısınız? Ama gene ben soracağım niçin açıklanmasını isteyeyim? Böyle sorular başlarsa onun sonu kargaşaya dönüşür; Sözgelimi hükümet, Reisicumhur, vali, kaymakam; istiklal, İstiklal Marşı. Özellikle İstiklal Marşımızın söylemek istedikleri nasıl silinip unutulur. Bizim için bir çok kutsal ata yadigarı vardır ancak bunların biri ikisi olduğu gibi kalmalıdır: İstiklal Marşı ile Atatürk’ün Büyük Nutku ve Gençliğe Hitabesi. Öteki değerlerin lafsı tarafları tartışılabilir, ancak bunlara matuf bir girişim kabul edilemez!

Binbaşı Nuri Teoman sözünü bitirirken zil çaldı. Öğretmen:

Söz sözümü henüz söylemedim haftaya konuşalım! deyip ayrıldı.

Ders bitince Halil Dere dizime vurarak:

– Kalk, yorulmadın mı oturmaktan! deyince, Binbaşının anlattıklarını dikkatle dinledim ama dediklerini değil de demek istediklerini anlamadım, ne söylemek istiyor? Halil Dere.

– Yok yahu o, şu yeni bazı yazarların yazdığı şiirlere kızmış, onları kastediyor! dedi. Halil öyle dedi ama ben gene eskilere gittim, dilimizin yenileşmesini Atatürk istemiş. Yıllardır kullandığım küçük lügatım, dili yenileştirmek için kurulan Türk Dili Araştırma Kurumu yayını! Böyle düşünüp duraksadım. Salonda her kafadan bir ses çıktığından durulur gibi değil, Halil Dere'yi alıp bizim bölüme götürdüm. Alt oda boşmuş, bir süre, doğru dürüst çaldığım parçaları tekrarlayarak arkadaşa müzik ziyafeti çektim. İyi oldu, Halil Dere'ye karar değiştirtip yarın konsere gelmeye razı ettim. Onunla Ankara'da dolaşmak iyi oluyor. Arkadaşın bencilliği yok, ne dersem uyuyor. Hoş, ben de onu kendi isteklerim için zorlamıyorum ama, öyle bir durum çıksa beni kırmayacağına güvenim olduğundan birlikte gezmeyi yeğliyorum.

Akşam yemeğin de konu yarınki konser:

– Bakalım hangi besteciden ne dinleyeceğiz? Bach, Beethoven, Mozart, Hayd, Schubert, Mendelsshon, Schumann, Dvorak, Tchaikovsky, Weber, Biset, Paganini, Brahms, Berlioz, Rimsky Korsakov... Hangisinden ne dinledik? denince herkes pısladı. Ben, Schumann'ın Ren Senfonisini, Mozart'ın Klarnet konçertosunu söyleyebildim. Ötekilerden dinlediklerimi, bizim plak dinlemelerimizdekilerle karıştırdığım için söylemedim. Paul Ducas'ın Büyücüsünü hepimiz anımsadık. Bir süre de ona güldük, onu neden unutmuyoruz?

Yemekten sonra kitaplığa gittik, Halil Dere'nin eski arkadaşları toplandı; Kemal Karadeniz, Hasan Özden, Şükrü Koç, Faik Demir; Muzaffer Kayhan. Söz hemen Nuri Teoman'ın konuşmasına döndü. Ne ilgisi varsa, Çiftelerli davalı öğrenciler hemen araya karıştırıldı. Bu arada karşı karşıya gelip çok az konuştuğum arkadaşlardan biri Turan Aydoğan'ın adı geçti, arkasından da bir şiirden söz edildi. Makineler çalışıyormuş, takur-tukur, işçiler çalışırmış, falan filan... Hiç birşey anlamadığım için sordum:

– Ne var bunda? Ben bunu sorunca hepsi yüzüme baktı.

– Sen bilmiyor musun, bu tür şiirleri kim yazar? Sahiden bilmiyordum, bilmediğimi söyledikten sonra da tekrarlayarak:

– Yemin ederim bilmiyorum! dedim. Nazım Hikmet adını hiç duymamış olmama inanamadılar. Sonra da açıkladılar:

– Öyle makineleri, makinelerde çalışanları o yazarmış. Duraksadım; yeminli falan bilmediğimi söyledim ama sanırım bir yanılgım var, İsmail Habib'in Edebi Yeniliğimiz kitabında böyle bir ad vardı! deyip sözümü geri aldım. Kitap yanımda, açıp okumayı, ondan sonra üstüne konuşmayı yeğleyip sustum.

Yatınca gene aklıma geldi, yazdıkları için Namık Kemal de hapis yatmış, sürgüne gönderilmişti. Ne Namık Kemal'i; Vahit Dede de gençliğinde sürgün edilmiş, padişah değişmesi sonun yeni Padişah 5. Mehmet'in (Mehmet Reşat'ın) büyük affı sonunda geri dönmüş. Sinop’a sürgün edilişini, oradan kaçmaya kalkışınca Erzurum'a sürülüşünü, oradan da kaçarak Rusya'ya sığınmasını uzun uzun anlatmıştı. Vahit Dede sürgün edildiğinde benim yaşlarımdaymış. Olayı yeni duymuş gibi içim burkuldu. Çok gezdiği, zorlu yaşamı nedeniyle çok bilgili olduğu söylenince, gür, uzun, omuzlarına dökülen beyazlaşmış saçlarını (Bestecilerin resimlerdeki saçları gibi) göstererek:

– Ben bu saçları, değirmende ağartmadım! der, Felek üstüne yazılmış şiirler okurdu. Çoktandır ona mektup yazmayı tasarlıyordum; tam sırası deyip gözlerimi kapadım.

 

29 Ocak 1944 Cumartesi

 

Zilden önce uyandım. Vahit Dedeme özel zarflı, süslü kağıda mektup yazmayı tasarladım. Postane yakınında bir kitapçıda güzel zarf kağıt olduğunu görmüştüm . Zil çalar çalmaz kalktım. Halil Dere beni gözetliyormuş, birlikte yemekhaneye gidip almak isteyenler için kumanyalarını hazırlattık. Başkan Hüseyin Atmaca'nın yardımcılarından Rahmi Özdemir bize yardım etti. Onun son nöbetiymiş bize takıldı:

-Son nöbetimde Müzikçi arkadaşları sevindireyim! dedi. “Son nöbetim!' deyince Hüseyin Atmaca'nın da nöbeti bitti sandığımdan:

-Yeni Başkan kim olacak? diye sordum. Rahmi Özdemir güldü:

-Hüseyin Atmaca başkanlığı bırakmaz. O öyle çalışmalar içinde yetişti, salt ders çalışmakla yetinmez, hep başka işleri olsun ister. Biz yardımcı olarak seçildiğimiz arkadaşlar, nöbetimizi başkalarına devredeceğiz; o nedenle öyle söyledim!dedi.

Al sana yeni bir konu; şimdi bir süre bu konu üstünde tartışmalar yapılır. Rahmi Özdemir, ne güzel, sakin sakin bunu bir görev olarak düşünüp günü gelince bırakıyor.

Kahvaltıda Rahmi Özdemir'den duyduklarımı laf olsun diye söyledim. Kimse umursamadı. Çevre karlı olmasına karşın hava oldukça yumuşak. Trene rahat bindik. Sabah treni oldukça tenha oluyor. Ortaya yeni bir soru atıldı; tren akşamları çok dolu olmasına karşın sabahları neden tenha? Sorunun yanıtını bulamadan Kurtuluş Durağına indik. Konservatuvar kapısına dek aynı sorunun yanıtını bulmaya çalışanlar oldu. Sonunda ortak bir karara varıldı:

-Sabah daha önce bir tren geçtiğinden Ankara'da çalışanlar onunla erkenden işlerine gidiyor. Dönüşleri de bizim trene uygun geldiğinden bizimle dönüyorlar. Bizim tartışmalarımıza katılmayan Mehmet Öztekin Öğretmen Konservatuvar kapısından girerken gülerek sordu:

-Rahatladınız mı şimdi? Hadi biraz da bugün kimlerin hangi eserlerini dinleyeceğinizi tahmin etmeye çalışın. Tutturamasanız bile aklınızdan geçecek eserler sizin beyin repertuvarında kalır! deyip içeri girdi. Faik Öğretmen bu kez bizi alt odada beklemiş. İçeri girdiğimizde ince uzun boylu bir gençle konuşuyordu. Bizi göstererek:

-İşte bizim takım, Bremen Mızıkacıları diyebilirsin bunlara. Yeni başladılar ama çok çalışkan olduklarından hepsi “Tabir caizse, sırım gibi!” asılıyorlar çalgılara! deyince bir süre güldüler. Mehmet Öztekin Öğretmen gençle tokalaşırken:

-Merhaba Sabahattin! dedi. Sonra da bize dönerek:

-Genç bestecilerimizden Sabahattin Kalender, yakında onun besteleriyle karşılaşacak, sonra da şarkılarını, öğrencilerinize öğreteceksiniz!' deyince Faik Canselen Öğretmen tamamladı:

-Sabahattin'in bir eseri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının repertuvarına girdi bile! deyip Sabahattin Kalender'e onaylattı. Sabahattin Kalender biraz renklenir gibi oldu, “Estafurullah!” deyip Faik Öğretmeni göstererek:

-Sırayı istemeyerek bozduk ama sizin yeriniz açık, orasını kimse dolduramaz!” dedi. Faik Öğretmen Sabahattin Kalender’e takıldı:

-Ne derler, meşhur bir sözdür “ Boynuz, kulağı geçermiş!” Sabahattin Kalender biraz yüksek sesle:

Yapma Abi ibenden böyle birşey nasıl beklersin? Sen de biliyorsun ki benimki küçük bir denemeydi. Kısa bir fısıltılı konuşma yaptılar, arkasından da yüksek sesle güldüler. Sabahattin Kalender gülerek izin isteyip ayrıldı.

Biz sıralara oturunca Faik Öğretmen elindeki kağıda bakarak önce besteci adlarını okudu. Biraz karışık olmakla birlikte Johann Sebastian Bach. Ludwig van Beethoven, Josef Haydn , Wolfgang Amadeus Mozart, Franz Schubert, Johannes Brahms, Robert Schumann, Felix Mendelsshon, Georges Bizet, Anton Dvorâk, (Anton Dvorjak okunur) Sêzar Franck adları sıralandı. Faik Öğretmen:

-Oooo, ne çok insan adı öğrenmişsiniz; gene de “Bitti!” diyemeyeceksiniz, çünkü daha bir çokları karşımıza çıkacak. Bunların, oğulları, kardeşleri de var. Biliyor musunuz Büyük Bach olarak tanıdığımız bestecinin ailesinden yirmi kadar besteci çıkmış; bunlar 200 yıl kadar Avrupa'da kralların, büyük sarayların müzik işlerini yürütmüş Büyük Bach'ın 4 oğlu ise Josef Haydn'la Mozart'la boy ölçüşmüş. Birisi ise Mozart'a öğretmenlik yapmış! dedikten sonra öğretmen bir süre durduktan sonra da uzunca bir “ Yaaa'!” çekip programı okudu:

 

1-Wolfgang Amadeus Mozart, Senfoni 40. Sol minör,

2-Edvard Grieg, Op. 23, Peergynt Süit

3- Peter Tchaikovsky, Op. 40 İtalyan Kaprisi ( Capriccio İtalien)

Faik Öğretmen, genel olarak senfoni türü üstüne açıklamalar yaptı. Senfonilerin, konser salonlarının sürekli konuğu olduğunu, senfoninin bu şöhreti kazanmasın da en büyük payın Viyana Klasikleri olarak anılan özellikle Josef Haydn, Wolfgagn Amadeus Mozart'la Ludwig van Beethoven'in olduğunu, onları izleyen Johannes Brahms, Anton Bruckner, Anton Dvorâk, Gustav Mahler'in onları izlemesiyle senfoni gürü öteki türleri iyice gölgeledi dedikten sonra sözü Mozart'ın bugün çalınacak 40 nolu senfonisini tanıttı. Öğretmen:

-Gerçekte Mozart'ın 60 kadar senfonisi olduğu söylenmektedir, ancak bunların bir bölümünü Mozart, bu konuda gelişen zevkine göre mükemmel olmadığı düşüncesiyle konser düzeyine sonradan çıkarmak üzere beklemeye bırakmıştı. Kendi sağlığında izniyle konserlere çıkan senfonileri 41 olarak bilinmektedir. Bugün dinleyeceğimiz 40 numara olduğuna göre demek biz, Mozart'ın beste sırasına göre son senfonilerinden birini dinleyeceğiz. Bu senfoni dört bölümlüdür.

1. Bölüm, Allegro Molto. Allegronun ne olduğunu biliyoruz. Bizim dilimizde biraz hareketli-çabuk, anlamına gelmektedir.

2. Bölüm, Andante, yani az önceye göre biraz ağırlaşacaktır. Başka farklar da vardır ama bunu çalgıların ses katılımlarından anlamaya çalışacağız. Daha çok ileriki yıllarda bunun da ayırdına varacağız.

3. Menuetto. Bu bölüm hareketten çok ritimden ayrılık göstermektedir. Eskiden çok ünlü bir oyundan esinlenilmiş bir ritimdir.

4. Allegro assai. Son bölüm de baştaki tempoya dönmektedir. Burada da assai sözü, çalgıları kullananların duygusallığıyla ilgilidir. Senfoni sonat formunda düzenlenmiştir. Buradaki form sözü bizi şaşırtmasın. Henüz form konusunu okumadığımız için yabancı gibi geliyorsa da dikkatli dinleyince bunu da sezebiliriz. Bu eksiklik, senfoniyi duyarak dinlememizi engellemez. Form konusuna geçince bu senfoniyi örnek alabiliriz. Bu senfoninin bir özelliği de yaylı çalgıların egemen olmasıdır. Mozart nedense bu senfonide, ötekilere göre nefesli çalgıları hem azaltmış, hem de katılanların seslerini oldukça kısmıştır. Senfonide genellikle iki tema sürekli karşılaşıp kovalaşır. Bakalım bunu sezebilecek misiniz? Giriş de çok ilginçtir umarım siz de beğeneceksinizdir.

2. Edvard Grieg op 23 Peergynt, süit.

Faik Öğretmen önce Edvard Grieg'in Norveçli olduğunu ancak Norveçli olmasına karşın Almanya'da yetiştiğini, Alman Müzik ekolünden sayıldığını buna karşın kendi yurdunun konularını ele aldığını söyledi. Sözü Peergynt'e getirdi. Peergynt'in bir Norveç yazarı olan Henrik İbsen'in bir romanından aynı adla bir opera bestelediğini, daha sonra da çok beğenilen bu operanın önemli müziklerini birleştirerek iki süit yaptığını anlattı. Bu tür süitleri başkalarının da yaptığını örneğin Georges Bizet'in Carmen, Arlezien süitlerini anımsattı (Bunları daha önce birini konserde; diğerini plaktan dinlemiştik. ) Öğretmen Peergynt operasını, merak edenler için İbsen'in aynı adlı kitabını okumamızı önerdi. Bu arada ben, okuduğumu söyledim. Öğretmen hemen:

-Bakın işte, İbrahim okumuş, size anlatır! Deyip Peter Tchaikovsky'nin İtalyan Kapriçyosuna geçti. Öğretmen bu eser için de:

- Dinleyeceğimiz 3. eser, bestecinin iyi eserlerinden olmamasına karşın çok çalındığını, biraz yaygaralı oluşu özellikle de besteleniş hikayesinin ilginçliği eserin önemini arttırdı, hemen hemen her mevsimde salt bizim ülkemizde değil dünyanın öteki bölgelerindeki konserlerde de hep çalınıyor! dedikten sonra da eserin besteleniş hikayesini anlattı.

Besteci çok çalışkan bir insanmış, Besteciliğe geç başlamış ama olağan üstü çalışarak büyük bir repertuvara ulaşmış. Rahatsız olunca doktorlar, ılık iklimli bir ülkede dinlenmesini önermişler. Rusya'nın soğuğuna göre İtalya sıcak sayıldığından besteci İtalya'ya gitmiş. Ancak, parça buçuk İtalya'nın tek devlet olma süreci yaşadığından yurdun hemen hemen her köşesinde asker yığınakları varmış, askerler gece gün düz savaşa hazırlanıyormuş. Besteci nereye gitse yakınında asker. Doğal olarak da askeri heyecanlandıracak bandolar. Besteci bando seslerinden yakınırken bir gün elinde olmayarak bir bando temasını önce aklından geçirmiş giderek tema diline takılmış. Doktorların beste yapmasını sakıncalı görmesine karşın dayanamamış oturup bu dinleyeceğimiz eseri bestelemiş. Capriccio İtalien (İtalyan kaprisi- kapriçiyosu)

Faik Öğretmen:

-Bu günlük bu kadar, mabadı haftaya! diyerek bizi serbest bıraktı. Öztekin Öğretmen de:

-Benim söyleyecek yeni bir sözüm yok, konser kuralları hep disipline dayanır. Şef. Prof. Praetorius'un değneğini gösterecek değilim; herkes kendinin Praetorius'u olmalı! deyip bizi uğurladı.

Halil Dere, hiç bir işi olmadığını benimle rahatça gezebileceğini söylediğinden doğrudan Ulus Meydanı'na indik. Önce kırtasiyeciye gittim. Zarf-kağıt aldım. Yakındaki kitapçıya gittik, Yanlışlıklar Komedisini sordum, o kitabın satıldığı yeri söyledi. Yakınmış, kolay bulup kitabı aldım. Benim de işim bu kadardı. Önce Kızılırmak Kıraathanesine gittik. Bizden kimse yoktu. Az oturup kalktık. Bu kez de Havuzlu Kıraathaneye gittik. Bizim 2. sınıfların hepsi oradaymış. Şevki Aydın, Kepirtepe'ye geldiğinde benim satranç oynadığımı görüyordu, onu anımsamış, bir süre satranç oynadık. Film saatini bekliyorlarmış. Şevki Aydın Mehmet Zeybek'le birlikte. Mehmet Zeybek Halil Dere'ye takıldı:

– Gel hemşerim, film çok güzel, beraber izleyelim! Halil Dere'ye baktım, yumuşak yürekli arkadaşım ikircil duruma düştü; o demeden ben ona önerdim, yakındaki Yeni Sinemaya girdik. İstemeyerek girdiğim sinemada önce oldukça sıkılmıştım. Halil Dere sıkıldığımı bildiği için sık sık uyardı:

-Göreceksin sonu iyi olacak, ben rüyamda gördüm! Film önce tarihle ilgili gibi başladı. Saçlı sakallı  bir ihtiyar ortalıkta gezinirken bir saraya girdi. Nasıl olduysa birden durum değişti, saray bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs'ün Sardes kentindeki sarayı oldu. Kral Krezüs, Lidya, Sardes üstüne kısa da olsa bilgim vardı. Bu nedenle birden dikkat kesildim. Kral Krezüs'ün güzel kraliçesi de ilgimi çekti. Derken durum değişti. Yaşlı adam yok oldu, yerine çok yakışıklı bir genç çıktı. Genç adamla kraliçe sarayda birlikte yaşamaya başladılar. Öyle ki, filmin başındaki ihtiyarı unuttum. Genç adamın etkisinde filmi izlerken bir de baktım; yaşlı adam gene karşıma çıktı. Meğer o genç adam o ihtiyarmış. İhtiyar güzel kraliçeyi görünce gençliğini anımsayıp düş kurmuş, besbelli. Babam, düş kurmayı, “Aç tavuk, rüyasında kendini buğday ambarında görür!” atasözüyle karşılardı. Özellikle ağabeylerimden biri, daha başlamadığı işinin kazanımlarından söz edince hemen bunu söyler:

-Aç tavuk durumuna düşmeyelim!

Sinemadan çıkınca ilk kez bir sinema filminin artistleriyle ilgilendim. Güzel, bayan artist: Yvonne de Carlo ile Cornel Wilde oynuyor. Bu arada Halil Dere'den bir de İngilizce-Türkçe ortak harflerinde bazılarının değişik seslendirildiğini öğrendim. Wilde, vayld okunurmuş. Bunu öğrenmem iyi oldu. Kitaplarını okuduğum Oscar Wilde'yi bundan sonra vayld olarak seslendireceğim. Oscar'ın Oskar olduğunu daha önce öğrenmişim. Bizim “ C” harfimizin Fransızcada   “k” okunduğunu Almanca da ise bir çok yerde gene “k” bir çok yerde de hiç okunmadığını biliyordum, Nacht, Bach, Ervachen (Gece, dere, uyanmak) gibi

Filmden sonra koşarca Konservatuvara döndük. Tam zamanında yetiştik. Ancak benim oturmayı planladığım yere gene o güzel bayan oturmuş, Mahmut Ragıp Öğretmenle konuşuyordu. Salt yüzünü yakından görmek için yerlerin boş olup olmadığını sordum. Mahmut Ragıp Öğretmen elini avuç olarak oynatıp oturabileceğimiz işareti yaptı. Güzel bayan da yüzünü döndürüp, baktıktan sonra:

-Aaa, oturun oturun! deyip gene Mahmut Ragıp Öğretmeni dinlemeye döndü.

Güzel bayanın dönüp bakmasına sevindim ama, doğrusu nedense ben onun yüzüne bakamadım. Oysa yüzünü yakından çok görmek istiyordum. “ A, oturun oturun!” deyişi kulaklarımdan bir türlü gitmedi de nedense az da olsa gördüğüm güzel yüzünün gözümden hemen silinmesine şaştım. Yoksa ben onun yüzüne bakamadım mı?

Az sonra, alışıla geldiği üzere, önce Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, arkasından da Şef. Prof. Praetorius alkışlandı. Şef, orkestraya döner dönmez müzik çok hafif olarak başladı. Aynı ince seslerle bir süre sürdükten sonra sesler çoğalmaya başladı. Faik Öğretmenin söylediğini anımsadım:

-Yaylı sazlar bu senfonide daha çok duyulacak! Uzun süre onun etkisinde kaldım. Zaman zaman nefesliler duyuldu ama öne geçmediler. Bu arada senfoninin bölümleri arasını saptamayı tasarladım. Kolaymış; hiç değilse bu senfonide bu kolay oldu. Birinci kısımla ikinci kısmı rahat seçtim. . İkinci kısmın sonlarına doğru güzel bayanın kıpırdanır gibi olduğunu görünce dikkatim gene dağıldı:

-Acaba sıkıldı da kalkacak mı? Sıkıldıysa neden sıkıldı, yoksa müziği, Mozart'ın senfonisini beğenmedi mi? derken sessizlik oldu. Kendimi toparladım. Meğer üçüncü, Menuette bölümü bitmiş. Dördüncü, son bölüm başladı. Bu bölüm oldukça canlı, zaman zaman da bitecekmiş gibi bir sanı uyandırıyor. Bu kez de senfoni sonunda güzel bayan kalkmak isterse, yanımdan geçmek zorunda kalacak, ona nasıl bakacağımı içimden kuruntularken bir alkış tufanı koptu. Senfoni bitti. Beklediğim gibi olmadı, güzel bayan Mahmut Ragıp Öğretmenle konuşmayı sürdürdü. Ara ara baktım, ellerini şıplatır gibi yaparak bir şeyler anlattı. Çok neşeli biri olduğu belli. Peer Gynt'te müziğe dikkat ettim. Kitap beni çok etkilemişti. Annesiyle büyüyen, büyüyünce annesini bırakıp giden bir haylaz oğlan. Bu “ Haylaz oğlan” söylemi bana çok yabancı değil. Bunu İlkokula gittiğim yıllarda çok duymuştum. Başka köye gittiğim için öğle paydoslarında, evden getirdikleri yeyip okul bahçesinde, orada bulunanlarla oyun oynuyordum. Okulun hemen bitişiğindeki evde oyun arkadaşım Mestan oturuyordu. Mestan, sürekli okul bahçesinde kaldığı için annesi, başını uzatıp çağırırdı:

- Mestaaaan hadi gel! Kimi kez Mestan ortalıktan kaybolur annesini duymazdı. İşte o zaman annesi söylenirdi:

-Gene nereye gitti bu haylaz oğlan! “Haylaz” sözünün anlamını o zaman soruşturup öğrenmişti. Sonraları baktım bu sözü büyük ablam da kullanırmış. Kimi zaman benim için; “Benim kardeşim haylaz değildir, deyip beni işe yönlendirirdi.

Haylaz Oğlan dediğim Peer Gynt, Kendini çok seven annesi gibi sevgilisini de terkedip dünyayı dolaşıyor. Sahi, böyle biri de Beyaz Zambaklar Memleketi'nde vardı. Ancak o zengin olarak dönmüştü. Bu ise, zibidi bir genç olarak gittiği gibi, bu kez zibidi bir yaşlı olarak geri döndü. Üstelik iyice ihtiyarlamıştı. Onun o vefasızlığına karşın onu sevgiyle karşılayan Solweig'i onu anımsaması inanılası değil. Bu karmaşık duyguları yazarın yazması çok önemli, her babayiğidin yapacağı iş değil. Bakalım besteci bunları nasıl anlatacak? Müziği merak ediyorum. Küçük bir bölümünü Asım Öğretmen çalmış, onu, en sevdiği güzel parçalar arasında saydığını söylemişti. Asım Öğretmen ona “Solveyn Şarkısı” demişti. Sık sık çalardı. Asım Öğretmenin akordiyonla çaldığı parçaları anımsıyorum:

- O Çiçorniya, Volga Volga, Santa Luçiya, Türkçe adı “Deniz!” olan bir şarkı (Deniz ne kadar hoşşşşşş!) diye kimi kez de sesle katılırdı) Mavi Tuna, Avcıların Şarkısı (Weber'den) Soysallığa İmni, Beethoven'den.

Orkestra Süiti çalmayı sürdürüyor. Bern de Asım Öğretmenin Solveyn şarkısını bekliyorum. Ya ben melodiyi unuttum ya da orkestra değişik çalıyor; “Tamam işte! derken sesler gene başkalaşıyor.

Bir ara da beni bir gülmek tuttu; müziği dinlerden benzetmeler yaptım. Köyden anımsadığım kimi benzetmeler gene aklıma takıldı; tekeri bozuk arabalar vardır, yolda giderken tekerin bozuk geri gelince bir ses çıkarır. Onlara güldüm; nerden nereye! Konser dinlerken köydeki tekeri bozuk araba düşünüyorum. Bunu köyde söylesem bana kesinlikle inanmazlar. Özellikle Furtun Şerif Enişte hemen karşılar:

-Sen büyüdün, kendini kasabalı sayıyorsun, bizimle alay etmek içinden geçiyor ama bunu beceremiyorsun! der. Hele; “Yakınımda çok güzel bir bayan otururken bunlar aklımdan geçti!” desem gerçekten yabancılaştığıma hükmederler. Belki de içlerinden bana acırlar. Ben bunları düşlerken süitin birinci bölümü bitti. İnanamadım, Asım Öğretmenin Solveyn şarkısı (Asım Öğretmen şarkının adını Türkçe olarak böyle söylüyordu) konusunda yanıldığımı düşünmeye başladım. Geçekten birinci bölümde böyle bir şarkı yok.

İkinci bölümde başlarda umutlanır gibi oldum ancak orada da gene değişik ritimler, ses çarpışmaları uzun sürdü. Umudu kestiğim bir sırada; bitmeye yakın, beklediğim çıktı. Hemen anladım, besteci en güzel melodisini tıpkı kitaptaki gibi sevgililerin ya da Solweig'in sevincine saklamış. Kitabı okuduğumda da Peer Gynt ile Solveig'in buluşma sahnesinde çok duygulanmıştım. Gene o sayfayı okumuş gibi ağlamaklı oldum, burnumun içi yandı. Sanırım gözlerim yaşardı göz yaşlarımın acısı burnuma aktı.

Alkışlarda kendime gelir gibi oldum. Alkışlar kesilir kesilmez orkestra başladı bir iki çıkıştan sonra Ta taaaaa, ta ta tiiii, taa, taaaaa, ta, ta, tii, ta, taaaaaa! Sahiden mi öyle yoksa ben mi yakıştırıyorum; İlk askerlik kampımızı Lüleburgaz Kışlalarında yapmıştık. Çadırlarımız, iki alayın çadırları arasındaydı. Sabahları onların Kalk Borusu!” dedikleri tek bir metal çalgı ile çaldıkları sesi duyar gibi oldum. Oradaki seste, çok uzaklara gönderiliyormuş gibisine uzayıp gidiyordu. Nedense sabah erkenden o ses beni çok etkiliyordu. Yanılmıyorsam buradaki seslerle gerçekten bir benzeşiklik var; ya da zaman zaman çok anımsatıyor. Burada birden çok çalgı, güçlü sesler beni yanıltmış olabilir. Faik Canselen Öğretmenin asker kışlalarından söz etmesi de beni yanıltmış olabilir. Ayrıca yer yer, çok dinlediğimiz gene Lüleburgaz Tümen Bandosu da benzer sesler çıkarıyordu. Benzetmemi daha da güçlendirecek sesler avlamaya çalışırken birden alkış koptu.

Halil Dere dürttü, “ Yol verecek misin? “ Neye? Kime? diye sorunca Halil Dere gülümseyerek:

-Bırak şimdi numarayı, baştan beri bunu bekliyordun! derken Güzel Bayan Mahmut Ragıp Öğretmenden izin alıp kalkınca biz de kalktık. Bizden yol mol isteyen olmadı ama ikimiz de yol istenmiş gibi geri çekildik. Güzel Bayan çok nazikmiş, gene bize bakarak gülümsedi, teşekkür etti. Birden değiştim, ortalıkta Ne Solveig ne de Peer Gynt kaldı. Halil Dere kolumdan çekmese öyle duracaktım. Şakacı arkadaşım Halil Dere, koluma dokunarak:

-O sana vuruldu galiba! deyince kendimi toparladım:

-Benim neyime vurulacak? O Konservatuvarın en güzel kızı! diyerek, azıcık da yalandan bilgiçlik tasladım. Böyle dedim ama bu sözüm de Halil Dere'den çok beni etkiledi. Tıpkı, az önceki Solveig şarkısı gibi kınalı saçlı güzel de uzaklara uçtu gitti.

Kapıdan çıkınca Abdullah Erçetin takıldı:

-Bu yakışıklıyı o kıza göstermek için mi getiriyorsun, buraya? Ben de:

-Hayır kızı yakışıklıya göstermek için! Bu kez de Halil Dere:

-Sen varken bize kim bakar! deyip Abdullah'a yakışıklığı üstüne övücü sözler söyledi, bildiği film yıldızlarını sıralayarak benzetmeler yaptı. Bu arada ben de Abdullah'ı Schubert'e benzettiğimizi söyledim. Halil Dere'nin:

– Onu görmedim; hangi filmde oynamıştı? diye soruşuna da Abdullah bir süre kıs kıs güldü.

İki yanımda yürüyen iki yakışıklının zıtlaşması sürerken arkamızdan yetişenler oldu.

Kamil Yıldırım, Mozart senfoniyi beğenmediğini söyledi. Bizden kimse karşılık vermeyince arkadaşı Nihat Şengül:

– Ne var bunda; gayet doğal, her çalanı beğenecek değiliz ya! Ben de 2. çalanı beğenmedim, bak, adını bile unuttum! Bu kez de Kamil,

– Bakın son çalana bayıldım! der demez, Nihat bu kez; deminkinin tersine:

– Bak işte bu olmadı, Mozart Senfoniyi beğenmeyip de o teneke tıngırtısı gibi gürültüleri beğenirsen; bunun üstünde durulur! İki arkadaş arasında bu zıtlaşma olunca ilgiyle dinledim. Kamil Yıldırım bu kez:

– Ne teneke tıngırtısı, orkestra çalgıları nasıl konuşuyordu! dedikten sonra ti, ti, tri, ti, ti, triii! gibisine sesler çıkarınca Abdullah'la Halil Dere bakışıp gülüştüler. Abdullah gülünce cesaretlendim;

– Abdullah melodileri kolay beller, bir de ondan dinleyelim. Abdullah, başkasının üstüne gitmekten hoşlanmaz hemen Kamil'e baktı. Kamil de isteyince önce Kamil gibi “ Ti” ile denedi. Sonra da “ Ta” daha uygun! deyip iki defa trampam, trampam, dedikten sonra da

– Ta, taaaaaaa, ta, ta, ti taaa, taa, taa, ti, ta, taaaaa, ta taa tam, tatatatatam! diye sürdürdürdü. Bizim oyun, Halil Dere'nin de hoşuna gitti, bir ara o da anımsamaya kalkıştı. Ta'lı; ti'li oyunumuz Kızılırmak Kıraathanesine dek sürdü. Orada, öteki arkadaşlara karışınca konumuz değişti. Sinemalardan söz açıldı. Sinemaseverler gördükleri filmleri karşılaştırma yarışına kalkıştılar. Konuşmaları bir süre dinleyen Nihat Şengül, (Namıdiğer Charles Boyer Nihat) sonunda cebinden çıkardığı Charles Boyer fotoğraflarını masaya koyunca tartışma sona erdi. Böylece, film artistlerini tanımada Nihat Şengül üstünlüğünü korudu.

 

Nihat Şengül

   

 Charles Boyer

 

Konuştukları filmler: Vaterlo Köprüsü; Robert Taylor-Vivien Leigt, Vanina Vanini, Alida Valli, Mss Miniver, Greer Garson. Rüzgar Gibi Geçti, Clark Gable-Vivien Leigt. Bunlardan, Vanina Vanini dışında hiç birini görmemiştim ya da gördüğümü anımsamamıştım. Gene de konuşmalarına bir güvensizlik duydum. Bir kaç hafta önce birlikte izlediğimiz Danko Pista filminden söz eden yoktu. Oysa film bir müzik severin yaşamın anlatıyordu. Konuşan arkadaşlar o denli sevmişlerdi ki ikinci kez gidip gördüler, günlerce de üstünde konuştular. Öyleyken burada kimse ağzına almadı. Yeni yeni bir durumu daha sezer gibi oldum, sinemalarda gösterilen filmler çok farklı. Hoş, gerçekte sinemaların yerleri, yapıları da farklı. Anafartalar'daki Sümer sinemasında gösterilen filmler çoğunlukla ağlatıcı filmler. Sık sık da Mısır filmleri gösteriliyor. Yusuf Vehbi'yi orada tanıdım. Bir de bayan, Ümmügülsüm. Çalınan Taç, İki Yetime gibi acıklı filmleri orada gördüm. Bunlar benim düşüncem, arkadaşlara söylemiyorum; yanılmış da olabilirim.

Pencereye yakın oturanlar Öztekin Öğretmenin İstasyona geçtiğini söyleyince biz de yola çıktık. Hava biraz daha ılımış gibi; üşüyoruz ama buna razıyız. “Aman daha soğuk olmasın!” diyenler var. Trende de Abdullah Erçetin'le Halil Dere inadını söyleştiler. Halil Dere orta bölümde müzikle pek ilgilenmemiş, konserlere katılması biraz da benim isteğimle oluyor. Abdullah onun zayıf tarafını yakaladı, söz uzadıkça üstüne üstüne varmaya başladı:

– Kınalı saçlı güzel, opera bölümünde, onunla evlenirsen; bol bol opera izleyeceksin. Halil Dere, sanki ortada ciddi bir durum varmış gibi birden tavır takınarak:

– Yok öyle yağma! deyince Abdullah, sorusunu tekrarladı:

– Operada söylemesine izin vermeyecek misin? deyince ben de söze karıştım:

– Operada çalıştığını bile bile evlenirse neden izin vermesin? Halil Dere, beni duymamış gibi, başını atarak:

– Asla! deyince şaşırdım. Halil Dere, kendi kendine birşeyler söyledi

– Benim inançlarım var! deyip durdu.

Onun inancı varmış, öyle şeylere gelemezmiş. Bunları duyunca üzüldüm; içimden kendime sordum, “Nasıl bir inanç acaba?” İçim cız etti, nereden nereye! Birden Maksim Gorki'nin Benim Üniversitelerim'deki öyküyü anımsadım Gilda! Gilda güzel bir bayan, çocukluğunda, opera sanatçısı olmayı düşler, çalışıp çırpınır sonunda ünlü bir opera sanatçısı olur da. Ama aşk denilen tutkuya kapılınca sanat yolunu bırakıp gönül yolculuğuna çıkar. Ancak çıktığı yol onu mutlu etmez. Mutsuzluğunun tek nedeni bu değildir ama yaşlı, hasta yatağında hep eski günlerini, bir bakıma da yaptığı evlilik yanılgısını sayıklar durur. Başka nedenleri olsa bile onun yüreğinde salt o kalmış, onun pişmanlığı içinde yaşamını tamamlarken bir yandan da hala yüreğindeki ünlü operaların primadonnalığı özlemini sürdürür.

Maksim Gorky'nin Gilda'sını (Bu, Lisa da olabilir) araya getirip, Kınalı saçlı güzeli bu tür duygulara karıştırdığım için üzüldüm. Oysa Mozart'ın 40 nolu Senfonisini dinlerken onun da seslere katıldığını düşleyerek güzel duygular içinde uçar gibiydim.

Yemeğe gene yetişemedik. Ancak sağolsun bizim başkan Hüseyin Atmaca, özellikle bizim yemekleri sıcak tutturmak için gerekeni yapıyor. Ayrıca, yemeğe ulaşıncaya dek bizi bekliyor.

– Öztekin Öğretmen ayrılırken, bizim salona uğramayacağını söylediğinden ben de Kitaplığa gidip bugün aldığım Yanlışlıklar Komedisini okudum. Tiyatroda gördüğümüz zaman anlayabildiklerimi, arkadaşlardan öğrendiklerimi yazmıştım. Anlayamadığım ya da karışık gelen benzer kardeşlerin nasıl olup böyle ters düştükleriydi. Kitabı aldığıma göre okuyup Wilhelm Shakespeare listesine bir de komedi eklemiş olacağım. Sorulunca da; “ Hamlet, Macbeth, Kral Lear, Julius Caesar, Antonius ile Kleopatra, Romeo ve Jülyet, Othello, Atinalı Timon, Yanlışlıklar Komedisi!” diyebileceğim. Gerçekte ben Wilhelm Shakespeare'in Coriolanus (Koryolan) kitabını okumak istiyorum. Beethoven'in aynı adlı uvertürünü dinlerken Faik Canselen Öğretmen kısaca değindi. Olay tarihte yaşanmış bir olaymış, ilgimi çekmişti. Uzun süren bir savaştan sonra zaferi kazanan Komutan Coriolanus, yendiği düşmanın kentini yok etmek niyetindedir. Niyetini uygulamaya koymak üzereyken sevgilisinin orada olduğunu öğrenir. Sevgilisine zarar gelebilir kaygısile kenti işgal etmekten vazgeçer. Sevgilisinin bırakılacağını umarken fırsattan yararlanan düşmanı toparlanıp savaşı sürdürür, sonunda Coriolanus yenilir. Acıklı bir olay ama gerçek sevginin etkisi bakımından önemli bir ölçüt bence. . . . .

Yanlışlıklar Komedisi:

Birbirine düşman iki kent. Sicilya adasındaki Siracusa, İyonya'da, Ephesus. Bu iki düşman kent bir birine misilleme olmak üzere karar almışlardır; birisinden öbürüne ayağı düşen bir yurttaş 1000 lira para ödediği takdirde canını kurtarır, ödemez ya da ödeyemezse canından olur. Ephesus'ta yakalanmış olan Aegeon, bu nedenle Ephesus Dukası Salinus karşısına çıkarılmıştır.

Duka Salinus karşısındaki Siracusalı suçlu Aegeon'dan savunmasını istemektedir. İşlediği suç, kurtulma koşulu kendisine söylenmiştir. Aegeon, Ephesus Dukası karşısında acıklı hikayesini anlatır.

Aegeon, Siracusa doğumludur. Genç yaşında ticarete başlamıştır. Gemilerle başka kentlere gider, aldıklarını bir başka yere götürerek işlerini sürdürür. Gittiği kentlerden biri de Epidamnum'dur. Epidamnum kentinden tanıdığı bir meslekdaşı kendisine borçlanmıştır. Borçlu arkadaş, gerçekte çok varlıklıdır. Ancak borcunu ödeyemeden ölür. Yaptıkları anlaşmalara göre Epidamnumlu tüccarın bütün varlığı Aegeon'a kalmıştır. Böylece Aegeon birdenbire çok varlıklı olmuştur. Mutludur, sevdiği biri olmuştur, gecikmeden ikiz çocukları olur. Çocuklarını çok severler, ikizler birbirinin tıpkısıdır. Tanıdıkları bir varlıksız kadın da o sıralar ikiz çocuk doğurmuştur. Varlıksız kadının o ikizlere bakamayacağını düşünerek, bakmak üzere onları da alırlar. O dönemlerde geçerli olduğunca, iki ikiz kardeşin iki yardımcısı onlarla birlikte büyüyecektir. Aegeon ailesi Epidamnum'daki işlerini tamamlayıp kendi kentleri Siracusa'ya dönmeye karar verirler. Mutludurlar, yolculukları da çok iyi gider. Ancak talihleri bir döner; gemileri bir kayaya çarpıp ikiye bölünür. Aile de ikiye bölünmüştür, bir oğlu ile ikizlerden biri karısıyla geminin bir parçasında; kendisi, bir oğlu ile öteki ikizin biri onun yanında kalmıştır. Dalgalı denizde bir süre korkular içinde çırpındıktan sonra gelen bir gemi karısıyla yanındaki çocukları kurtarır. Buna çok sevinen Aegeon, kendilerinin de kurtarılmasını beklerken kurtarıcı geminin ters yönde gittiğini anlar. Kurtarıcı geminin Korinthli olabileceğini söylemesine karşın arkalarından bakar kalır. Bir süre sonra da bir başka gemi onları kurtarır. Kendileri de kurtulmuştur ama gözleri yollarda, kulakları gelecek haberleri bekleyerek tam18 yıl geçirmişlerdir. 18. yaşına basınca kardeşini aramayı aklına koymuş olan oğlu bu umudunu hep korumuş, 18. yaşına gelince de kardeşini aramaya kalkışmıştır. Kardeşi sağ ise kendi adını taşıyacağını düşünerek en ücra köşelere dek uğramayı göze almıştır. “ İşte benim kaderim!” diyen Aegeon:

– Ben de oğluma katıldım, tam beş yıldır, köşe bucak tüm Hellas boylarını dolaştıktan sonra buraya; Ephesus'a geldim!

Ağlamaklı bir sesle başından geçenleri Aegeon 'u sakin sakin dinleyen Ephesus Dukası Sollinus:

– Yasalar yürürlüktedir, acılarını anlıyorum ama yasaları değiştiremem! dedikten sonra Aegeon'a 1000 lira bulup buluşturmasını söyleyip Zindancıya teslim eder. Baba Aegeon böylece ortadan çekilir. 2. Sahnede birlikte olduğu oğlu ile uşağı bir tüccarla konuşur. Besbelli; babasını kurtarmak için para aramaktadır. Tüccar, kendi çıkar yöntemleriyle yol gösterir; kendilerini Siracusalı değil Epidamnumlu göstermelerini önerir. Epidamnum'daki varlıklarını paraya çevirme işlemleri başlar. Oğul Aegeon’un yanında gerçekte çok para vardır. Çok parayla ortalıkta dolaşmamak için uşağıyla paraları güvenilir bir yere gönderir. Oğul Aegeon gönderdiği uşağı Dromio'yu beklerken kayıp ikiz kardeş uşak çıkıp gelir. Onun az önce konuştuğu tüccarla bir ilişkisi yoktur. O, gerçekte kayıp uşak kardeş Dromio'dur. Efendisini eve, yemeğe davet için gelmiştir. Oysa karşısındaki onları arayan Siracusalı kardeş Antipholus’tur. Ancak bunu izleyici 2. Perde başlayınca kavrayabilmektedir. Çünkü perde açılınca Ephesuslu Antipholus'un eşi Adriana, kız kardeşi Luciana'ya durumu anlatmaktadır. Böylece komedinin en karışık gibi görünen düğümü çözülür gibi olur. Kaybolan Siracusalı ikizlerin eşleri efendi-uşak ikisi de Ephesus'tadırlar. Efendi Antipholus Ephesus'ta tanınmış bir tüccardır. Daha önceki sahnede gördüğümüz tüccar bunu muştular gibidir. 2. Perdenin 1. Sahnesinde iki kız kardeş olan Adriana ile Luciana doğrudan komedi ile ilgili değilmiş gibi genel bir konuyu izleyicilere sunarlar. Deneyimli abla kardeşine bazı bilgileri aktarır. Onlar konuşurken efendisini çağırmaya giden uşak döner, Bayan Adriana kocasını sorunca uşak olayı abartarak anlatır. Bayan Adriana olayı yanlış yorumlar, az önce kız kardeşine erkekler hakkında söylediklerinin bazılarını anımsayarak, kocasının kendisi aldattığı kanısına varır. Kardeşi Luciana da şaşırmış, hemen ayrılmıştır. Adriana da mutsuz bir tavır içinde sahneden çekilir.

2. Perde 2. Sahne.

Siracusalı Antipholus görünür. Elindeki tüm değerli servetini daha önce güvenilir bir yere göndermişti. Götüren uşağı birlikte gezdikleri Dromio'ydu. Ancak az önce ona sorunca Dromio saçmalamış, doğru bir yanıt vermemişti. Bunun üzerine gitti, güvenilir yerden öğrendi ki, tüm serveti güvencede. Uşağına güveni tazelendi, bunu kendi kendine konuşarak, bir tür özür diledi. Tam bu sıra “İyi insan adı anılırken gelir!” özlü sözünde denildiği gibi uşağı Dromio geldi. Gelir gelmez de az önce başka türlü düşünen Efendi, düşündüğünün tam tersi, öteki Dromio ile yapılan konuşmayı tekrarladı. Kendi uşağı Siracusalı Dromio, dili tutulurca, efendisine öyle şeyler söylemediğini, hiç bir zaman da söylemeyi düşünmediğini tekrarladı. Böyleyken konuştukça sinirlenen efendi uşağını haksız olarak döver. Dayak yemesine karşın uşak Dromio söz yarışına kalkışarak efendisiyle bir süre cebelleşir. Bu sıra umulmadık iki konuk çıkar gelir, iki kız kardeş, Adriana ile Luicia. Siracusalı Antipholus şaşkındır. O bir şey demeden Bayan Adriana açar ağzını yumar gözünü, tam bir karı-koca ağız kavgası başlatır. Siracusalı Antipholus şaşırır ama gene de söylenenlerin yanlış bir kişiye söylendiğini anlatmaya çalışır. Bu arada kız kardeş Luciana da enişteye çıkışır. Sonunda bayanlar, payladığı Siracusalı Antipholus'u evlerine yemeğe çağırırlar. O da bu çağrıya uyar. Duruma şaşan uşak Dromio sorar:

– Ben ne yapacağım? Ona da Luciana yanıt verir:

– Sen kapıcılık yapacaksın. 2. perde kapanır.

3. Perde

Perde açıldığında Ephesuslu Antipholus'un evi önünde, ev sahibi Antipholus, uşağı Dromio, Tüccar Balthazar, kuyumcu Angelo bulunmaktadır. Ev sahibi Anthipulos işlerin uzun sürdüğü için eve gelmekte gecikmiştir. Böylesi gecikmelerde karısının kendisine çıkıştığını söyleyip kuyumcu Balthazar'dan tanıklık etmesini ister. Çünkü gecikme nedeni onunla yaptığı altın-gümüş ya da süs alkış-verişindendir. Hem konuşurlar hem de kapının açılmasını beklerler. Ev sahibi, karısının güzel yemeklerinden söz eder, Balthazar da güzel yemeklere bayıldığını söyler. Kapıya dayandıklarında kapının kilitli olduğu görülür. Ev sahibi şaşkınlaşarak uşağı Dromio'ya kapıyı açtırmasını söyler. Dromio kapıya seslenir:

– Hey, Jen, Gillian, Cicely, Maud, Bridged, Marian adlarını sıralar. Bu çağrıya kapı içinden yankı gelir:

– Mankafa, insanlar bir tanesiyle baş edemezken bu kadar kızı ne yapacaksın? Yanıtı Siracusalı Dromio vermiştir. Böylece aranan uşak ikizler önce böyle sesle karşılaşırlar bir süre de birbirini görmeden karşılıklı konuşurlar. Karşılıklı kimlikler sorulur, aynı adlar söylenince, ad hırsızlığından söz edilir. Konuşmalara hizmetçi Luce de karışır. İşin doğrusu, evin bayanı Adriana, kapının kocasına açılmasını istemez. Ev sahibi bir demir bulup kapıyı kırmak ister. Balthazar; sabır diler, bir lokantada yemek önerir. Ev sahibi Ephesuslu Antipholus çok kızmıştır. Yanındaki kuyumcu Angelo'ya:

– Karım için ısmarladığım gerdanlık bittiyse onu alıp benim tanıdığım bir başka kadın var ona gidelim. Yemeğimizi de orada yeriz. Kuyumcu Lucas:

– Birkaç saat içinde biter, gerdanlığı oraya getiririm! deyip ayrılır. Ev sahibi Antipholus karısının yaptığına bir türlü inanamaz, kendi kendine konuşur:

– Bu şaka bana pahalıya patlayacak!

2. Sahne.

Siracusalı Antipholus 'la Luciana konuşur. Luciana, eniştesine çıkışır, Daha yeni evlendiklerini, ne zaman ondan bıktığını hatta sevmeden, salt zenginliği için evlendiğinden dem vurur. Siracusali Antipholus bunlardan bir şey anlamaz ama o da Luciana'yı gözüne kestirip aşkını açıklar. Luciana eniştesinin bu durumunu bir türlü ciddiye almaz, durumu ablası Adriana'ya duyuracağını söyleyip ayrılır. Bu sıra Siracusalı Dromio gelir, efendisine sorar:

– Siz benim Efendim misiniz? Ben sizin köleniz miyim? Sonra da bir kadından söz eder. Bu kadın, Ephesuslu Antipholus'un mutfağındaki kadın olacak, orada kapıda kaldığında tanımıştır, Efendisine onu anlatır. Mutfakta çalışmış olduğunu da yağlı olduğundan anlıyoruz. Efendisi bir süre takılır, kadın üstüne şakalaşırlar. Kadının zenginliğinden söz edilir; öyle ki onun zenginliği dünyaya bedeldir. Efendisi dünyadaki devletleri sayar, İrlanda; İskoçya, İspanya, Portekiz, Fransa, İngiltere, Amerika, Hindistan sayılır. Kadın aynı zamanda bir büyücü olduğunu, onun bedenindeki işaretleri görmeden bildiğini, adının Dromio olduğunu bilir. Onunla istediği gibi birlikte olsa kendisini bir fino köpeğine çevireceğinden korktuğunu söyler. Bunları dinleyen efendi bu kez onu rıhtıma gönderip bir gemi bulmasını, buradan gitmek istediğini söyler. Dromio gidince de kendi kendine söylenir:

– Beni, tanımadığım bir kadının “Kocam!” diye çağırışını doğru bulmuyorum, yüreğim istemiyor böylesini. Ne var ki o kadının dilber kız kardeşi beni büyüledi. . . .

Bu sırada kuyumcu Angelo gelip gerdanlık getirir. Gerdanlığı Ephesuslu Antipholus ısmarlamıştır. Şaşkına dönen Siracusalı Antipholus bir süre direttikten sonra gerdanlığı alır. “ Nasıl olsa, bir gemi bulur kaçarız hesapları yapar.

4. Perde 1. Sahne:

– Bir tüccar, kuyumcu Angelo yanlarında bir görevli vardır. Tüccar kuyumcuya duyurur:

– Sizden alacığımın son sınırı bitti. Paskalya demiştik, o çoktan geçti. Kuyumcu:

– Size olan borcum kadar Antipholus'tan alacaklıyım. Ona ısmarladığı bir altın zincir vermiştim. Bugün saat 5'te borcunu verecek, o saatte onun evine gelirseniz sevineceğim.

Bu sıra Ephesuslu Antipholus'la uşağı Dromio gelir. Görevli:

– O sıkıntıdan da kurtuldunuz; işte kendisi geliyor. Antipholus uşağı Dromio'ya bir urgan almasını söyler. Devamla:

– Beni güpe gündüz evime sokmayan karımla yaltakçılarına bir oyun göstereceğim. Dromio da:

– Bin liralık ip alırım! deyip gider.

Kalanlardan kuyumcuyla Ephesuslu Antipholus tartışırlar, kuyumcu Antipholus'u görevlilere tutuklatır. Rıhtıma giden Siracusalı Dromio gelir, gidecekleri yere kalkacak bir gemiden söz eder. Sevinçlidir. Onu dinleyen Ephesuslu Antipholus:

– İşte bir deli daha der. Efendisinin durumuna bakan uşak olayı tekrarlar, Epidumnum'a gidecek gemi bakmaya yolladığını anlatır. Bunun bir dolap olduğunu, bunu karısı Adriana'nın hazırladığını sanan Antipholus Dromio'yu paylayıp karısı Adriana yanına gönderir. Uşak kendi kendine söylenir “Adriana'nın yanı, yani o şişman kadının yanı, Mendaze'nin bana “ Kocam!” dediği, yer.

2. Sahne

İki kız kardeş, Adriana, Luciana. Adriana kardeşine sorar:

- Ah, Luciana'cığım, demek enişten olacak kişi seni sevdiğini söyleyerek baştan çıkarmaya çalıştı. Luciana oldukça temkinli konuşur. Ancak Adriana kararsızdır, karşı olmasına karşın vazgeçemediği bir yanını da gizleyemez. Sonunda da:

-Dilim onu ilençle anarken yüreğim de hep korumaya çalışıyor, onun iyiliğine dua ediyorum.

Siracusalı Dromio gelip efendisinin tutuklandığını duyurur. Telaş içinde para hazırlanmasını ister. Bir yandan da tutuklayanı kötü olarak anlatır. Adriana senetten söz edince uşak düzeltme yapar:

-Hayır bir zincir yüzünden. İstenen para hazır olur. Kardeş Luciana gelir. Adriana kederini anlatır.

3. Sahne. Kent Meydanı.

Önce Siracusalı Antipholus vardır, kendi kendine konuşur:

-Kime baksam selam veriyor, kiminle konuşsam beni candan dinliyor. Sanırım bu insanların hepsi büyücü. Besbelli ki gösterdikleri bu yakınlıklar hep gözbağcılık oyunları. . . O konuşurken kendi uşağı Siracusalı Dromio gelir:

-İşte altınlarınız! deyip konuşmasını sürdürür, o kötü bakışlı görevliye lanet eder, para vermeden nasıl kurtulduğunu sorar. Bunlardan bir şey anlamayan efendisi daha şaşkındır; uşağından bir açıklama bekler. Uşak bir sürü şaklabanlıktan sonra efendisi sözünü kesip gemi işini sorar. Uşak gemi işini daha önce kendisine söylediğini, ancak o zaptiye çavuşunun yanında kendisini anlamadığı söyleyince Efendisi iyice afallar, hayırsever bir gücün kendilerine yardımcı olmasını diler. Bu dilek, ilk bakışta ters teper, bir fahişe gelip yakasına yapışır, beraber olmak ister. Başka zamanlar bunu rahat yaptığını, kendisine bol para verdiğini söyler. Anlatılanlara yabancı olan Siracusalı Antipholus fahişeyi karşısından kovar. Bu kez de fahişe şaşırır, çünkü, onun bildiği Antipholus her zaman ona bahşişini verir gönlünü alırmış. Bu kez bu terslik neden? O da sinirlenip Antipholus'un evine gitmeye karar verir.

Sahne 4.  Antipholus

Ephesuslu Antipholus 'u tutuklayan görevliyle tutuklu Antipholus gelir. Tutuklu görevliye güven önerir, kaçmaya niyeti olmadığını, gerekli paranın hemen geleceğini söylerken elinde iple uşak Dromio girer. Kendisinden para sorulunca elindeki ipi gösterir. Para sorulduğunda da efendisine:

-Siz bana o parayla ip almamı söylediniz! der. Efendinin sabrı kalmamıştır, uşağını bir temiz döver. Uşak neye uğradığını bir türlü anlayamaz. Duruma şaşıran görevli de Efendiye sabır diler. Bunu duyan uşak Dromio:

-Asıl sabır bana gerekli! diye haksızlığa uğradığını anlatmaya çalışır. Çok duygulanmıştır, kendini eşeğe benzetir, eşeklik üzerine bir yığın söz söyler. Efendisi daha çok kızar:

- Defol git! Karım geliyor, gözüme görünme! deyip bir daha pataklar. Bu sıra Adriana, Luciana, Fahişe, Pinch, başkaları girer. Dromio Adriana'ya “Anımcığım, kendini urgandan koru!” diye uyarır. Bunu duyan efendi uşağına bir daha vurur. Bunu gören fahişe Adriana'ya:

-Buna ne dersiniz, kocanız deli değil de nedir? diye sorar. Adriana da:

-Görünüşe bakılırsa öyle olacak! deyip doktora döner:

-Sizin üfürükçülüğünüz de vardır; ne olur, iyi edin onu! der. Doktorla Antipholus bir süre dalaşırlar. Antipholus bu ara sinirlenip doktora da vurur. Doktor, hastanın içine şeytan girmesinden falan söz edince Antipholus bu kez daha yüksek sesle doktor-falcıya bağırır:

-Kes sesini, bunak üfürükçü, ben deli değilim! der. Adriana'nın:

-Ah, zavallı acı çeken ruh… keşke olmasaydın! dediği duyulur. Bunu duyan Antipholus yanıt verir:

-Oynaşların bunlar mıydı küçük hanım; evime girme hakkımı bile kullanamadım. Demek şu suratsız herif, benim evimde benim yerimi almıştı? Adriana bunu duyunca:

-Kocacığım, bugün bizim evde seninle birlikte yemek yediğimize Tanrı tanıktır. Eğer yemekten kalkıp gitmeseydin şimdi orada olacaktın. Antipholus bu kez uşak Dromio'ya dönüp sorar:

-Sen söyle uğursuz herif ben nerede yemek yerim? Uşak efendisinin bugün evde yemek yemediğini söyler. Eve gittiklerinde kapıların kapalı olduğunu anlatır. Efendi ile uşağın konuşmasını dikkate almayan doktor Efendinin deliliğini öne sürüp bağlamak ister. Adriana ile Luciana da uşağa para verdiklerini söyleyince Antipholus'un savunması boşa çıkar. Onu bağlamaya kalkarlar. Bir yandan da, karşılıklı ağır sözler söylenir. Luciana acıyarak bakar. Bu sıra orada bekleyen güvenlikçi uyarı yapar. “Antipholus benim güvenliğimdedir, başka bir suçtan dolayı benim tutuklumdur. O suçundan kurtulunca alabilirsiniz” deyip onları susturur. Ancak Adriana olayı irdeler. Antipholus'un suçu bir para işidir. O para da beklenmektedir. Para gelir gelmez özgürlüğüne kavuşacaktır. Konuşmalar arasında kuyumcu Angelo'nun adı geçer. Angelo'yu tanıyan Adriana dikkat kesilir. Onlar kuyumcu falan derken Siracusalı konuklar, Efendi-Uşak gelirler. Onları gören Adriana ile Luciana can korkusuna düşerler. Çünkü az önce onlara hakaret etmişlerdi. Onlar korkularından hemen sıvışırlar. Onların kaçışına şaşıran konuklar, ellerindeki kılıçlardan korktuklarını öne sürüp gülerler. Dromio efendisine takılır:

-Az önce karın olmak isteyen güzel bayan bile senden korktu! der. Neşelidirler, rıhtıma gidip bir gemiye atlayacaklar, doğru yurtlarına döneceklerdir. Uşak Dromio rıhtıma gider, Antipholus da kendi kendine konuşur:

-Bütün Ephesus'u verseler burada bir gece daha kalmam! deyip sahneden çıkar.

5. Perde

Tüccar Bathazar ile Kuyumcu Angelo dertleşirler:

-Kentin en güvenilir adamı bunları nasıl yapar? diyen Kuyumcu daha ileri giderek:

-İsteseydi tüm mallarımı ona emanet ederdim! der. Bu sırada Siracusalı efendi uşak gelir. Söz konusu zincir Antipholus 'un elindedir. Zinciri gören kuyumcu duramaz:

-Efendimiz nasıl oldu da az önce almadığınızı söylediğiniz zinciri şimdi elinizde gezdiriyorsunuz? Elinde zincirle gelen Antipholus, zincir aldığını hiç bir zaman saklamadığını söyler. İki taraf için de sıkıntılı bir durum olur. Bu kez tüccar:

-Söylediniz efendim, ben kulaklarımla duydum deyince iki taraf karşılıklı horozlaşmaya kalkarlar, kılıçlar çekilir. Tam bu sıra Adriana, Luciana, fahişe ile yanındakiler gelir. Adriana konuşur:

-Durun; vurmayın, tutup bağlayın onları evime götürelim! der. Dromio efendisini uyarır;

– -Kaçalım Efendim, şurada bir manastır var, oraya sığınalım! Efendisi ona uyar, manastıra sığınırlar. Böylece çiftler Siracusalı efendi-uşakla, Ephesuslu Efendi uşak birbirini bulmuştur. Adriana ile takipçileri manastıra gidip kaçakları almak isterler. Başrahibe Kilise kurallarını anımsatıp isteklerini geri çevirir. Adriana ile yanındakiler, kilise üstü güç olan Duka'ya başururlar. Duka başka bir iş için zaten gelecekmiş, başvuruyu önemser. Üstelik Duka Antipholus'u sever sayar. Çok önemli bir olay da Ephesus'a bir kaç gün önce gelip, vergisini ödeyemeyen bir Siracusalı'nın asılma günüdür. Bu arada o da asılacakır. Asılacak Siracusalı Aegeon, Siracusalı Antipholus'un babasıdır. Duka, adalet koruyucusudur; Kilisedekileri getirtir. Siracusalı çiftine baba da katılır. Bu kargaşada Ephesuslu Antipholus ile uşağı da ortaya çıkar. Uzun uzun savunmalar, haklı haksız sataşmalar yapılarak zaman uzatılmakla birlikte olay, Başrahibenin konuşmasıyla aydınlanır. Siracusalı Aegeon'un bedeli de ödenip, özgürlüğü sağlanır. Bu arada başka bir bilinmeyen de açığa çıkar. Başrahibe, baba Aegeon'un eşi, efendi kardeşlerin annesidir.

Kitabı bitirince öyle sevindim ki Mahir Canova öğretmene karşı güvenim birden arttı. Onun verdiği rolleri yapamadığım gibi bundan böyle yapacağım üstüne de en ufak bir umudum yok. Hiç değilse böyle okuyarak, açıklamalar yaparak iyice gözden düşmekten kurtulurum. Çünkü Mahir Canova Öğretmen çok mükemmel bir insan. Onun gözünden düşersem, yaşam boyunca ben başka kimsenin gözüne giremem. İnanıyorum ki onun gibi bilgili, onun gibi dengeli, onun gibi dilimizi doğru konuşan bir başkası yoktur. Sanırım bu özelliklerinden dolayı ünlü Rejisör Karl Ebert o kadar insan içinden onu kendine yardımcı seçmiş. Onun, “Ben de bir Rumeliliyim, ben de bir göçmen çocuğuyum” deyişine şaşıyorum. Benim bildiğim göçmen çocukları oldukça çekingen, ürkek, tutuk olurlar. Örneğin, Hüsnü Yalçın'la, Emrullah Öztürk. Hadi onlar, annelerini, babalarını Bulgaristan'da bırakıp gelmişler; babalarıyla gelenler de öyle. İşte Abdullah Erçetin'le Hüseyin Orhan aileleriyle gelmişler. Öyleyken ataklık açısından Hüsnü ile Emrullah'tan farkları yok. Başkasının çocukların ı dert edinirken olayı kendime kaydırdım. Ben de annesiz büyüdüm. Annem yaşasaydı daha mı sağlıklı olacaktım? Belki de annem beni şımartacak, kendimi sıkmayıp okumayacaktım. Zühre Teyzem yeğenim İsmet'i şımarttı, İsmet neredeyse bir öğretmenlik bile koparamayacaktı. Hoş, henüz koparmış da sayılmaz; bir kaç yıl denenecek. İsmet, deyince Kızılcıkdere köyü gözümün önüne geliyor. Orada ne çok tanıdığım var. Mehmet dayım, Pehlivan Hasan, Mehmet Ağanın oğulları Mehmet Ali ile Enver. Enver'in at binişini hiç unutmuyorum. Ata, karnın üste atlar atlamaz koştururdu. Ben de çok denedim ama olmadı; ya at gitmedi ya da ben öbür tarafa yuvarlandım. Ben benim beceriksizliğimi atlara yoruyordum. Bizim atlar, koşum atı, Enver'inkiler özel, binek atı, onun da farkı var. Askerlik dersimize ara ara gelen Nurettin Üsteğmen bu farkı anlatmıştı. . . . . . .

 

30 Ocak 1944 Pazar

 

Satranç oyunu sözleri arasında gözlerimi açtım. Satrancın nasıl oynandığını biliyorum ama gerçekte nasıl oynanması gerektiğini bilmediğimi söyledim. Söylediğime gülenler oldu. Gülenlerden biri de hemşerim Kadir Pekgöz'dü. Kadir, benim Kepirtepe'de çok oynadığımdan söz etti. Ben de Kadir'e dönerek sordum:

-Sen Kepirtepe'deki öğrencilerden Cavit Kafkas'ı, Tevfik Uğurlu'yu tanırsın, onlar beni yeniyordu. Onların bir çok etkinlikte önde olduğunu bildiğim için onlara yenilişime üzülmüyordum. Ama hiç bir etkinlikten tanımadığım Rafet Kurşun da yeniyordu beni. Rafet Kurşun'u küçümsemiyorum ama o bana benim bu oyunu yeterince öğrenmemiş olduğumun anlamlı bir belirtisiydi. Kepirtepe'den ayrılalı 4 ay oldu, bu zaman içinde oynayıp yeni taktikler geliştirmediğime göre benim ustalığımdan söz etmek yanıltıcı olur.

Biz kahvaltıda salt Satrançtan söz ederken Başkan Hüseyin Atmaca duyuru yaptı. Banyo öğleden sonra, Saat 10'da salonda toplanılacak, Eğitimbaşımız Tahsin Türkay, okul yönetimiyle ilgili bazı açıklamalarda bulunacak. Tüm arkadaşların bulunması zorunludur. Hemen olasılıklar öne sürüldü:

-Orta bölümde yeni görevler açıldı, bizi oralara tıkıştıracaklar,

-Köylere giden arkadaşlar gibi bize de üç ayda bir para verecekler. (Paralar, 20 ile 100 lira arasında sıralandı. 20 lira olacağını söyleyen azarlandı)

-Yüksek Bölüm Öğrencilerinin barınacağı bir binayı kendileri yapacağı duyurulacak. (Bu olasılığı ön süren İbrahim Şen de güzelce paylandı) Öfkeli sözler söylendi:

-Yeter be! Yaptıklarımız az mı geldi?

-Bıraksınlar ölünceye dek inşaat işçisi olalım!

-Sus, b unu duymasınlar “ Siz istediniz! deyip hemen işe başlatırlar!

-Çok yaparlar, vallahi sırtlar ceketimi giderim köye!

-Çok gidersin, ceketi almaya izin verirler mi sanıyorsun? Bu arada Abdullah Erçetin bana takıldı:

- Gene şanslı sen çıktın, ceketin çok, birini alsalar, ötekiyle gidersin. Bu kez de söz, benden ödünç ceket istemeye geçti. İbrahim Şen'in yakın arkadaşı Ekrem Bilgin sordu:

-Bunlar şimdi İbrahim Şen'e mi söylendi?

-Yo, herkes içini boşalttı!!!

Kahvaltıdan kalkınca ben Müzik Salonuna gittim. Başka gelenler olmuş. Talip Apaydın:

-Vallahi ellerim tutmuyor, oysa ne kadar çok keman çalışma heveslenmiştim! deyince Mehmet Zeybek'ten kibrit alıp sobayı yaktım. Gelenler oldu, keman sesleri arasında ben de iki saat piyano çalıştım, Piyano çalışırken keman seslerini duymuyorum bile. Bir ara Für Elise'yi çaldım, kemancılar bir birini susturup dinlediler. Konuşanları duydum:

-Piyano metotları ne iyi, baksanıza ne güzel parçalar var! Abdullah Erçetin düzeltti:

-O, metot dışından çalıyor! Birilerinin yüzlerini görmek ister gibi oldum ama çabucak kendimi topladım; kendi kendime “ Sen kendi işini görmene bak, ellerle yaptığın tartışmaların sana bir yararı olmaz

Piyanodan kalkınca Tiyatro Tarihi kitabını karıştırdım. Ne ilginç, daha önce de karıştırmıştım, nasıl da görmemişim; Yunan Tiyatrosu bölümünde, daha önce okuduğum kitaplar üstüne bilgiler var. Kral Oidipus, Oidipus Kolonosta, Antigone. Kitaplar hakkında bilgiler yanında özetleri de var. Ben de özet çıkarmıştım, onları yanımda getirmediğime üzüldüm. Bunların kitabımızda oluşuna çok sevindim; arkadaşlarla yaptığım tartışmada ne denli haklı olduğumu şimdi daha iyi anlayacaklar. Tiyatro Tarihi kitabımızda öteki Yunanlı yazarların kitapları da var. Kitabı kapattım keman çalışan arkadaşlara öylece baktım. Çaldıklarını kesinlikle duymayacak ölçüde kendimden geçmiştim.

Yemek zili çaldı.

Kemanlar kesildi, sorular soruldu:

-Bu ne zili?

-Olsa olsa yemek zili.

-Hani toplantı vardı? “Hani toplantı vardı?” sorusu sorularak yemeğe gittik. Kadir Pekgöz , Nihat Şengül, Kamil Yıldırım toplantıya katılmış. Toplantıda iş, para gibi konulara girilmemiş, yüksek okullarla kurulacak ilişkiler geliştikçe karşılıklı gel-gitlerde gösterilere de yer verilecekmiş. Bu bakımdan hazırlıklara şimdiden başlanacakmış. Bu hazırlıklarda görev alan arkadaşlar gönüllü yazılmış. Özellikle millî oyunlarla halk türkülerinin önemi anımsatılarak titizlikle ele alınıp bir örnek oyun ekibi kurulması istenmiş. Kısacası bizi arayan soran olmamış. Salt adımız geçmiş:

-Saz, söz etkinliklerini Güzel Sanatlar Bölümü yapacak! denmiş. Konu hemen yüksek okullara dayandı. Yüksek okul olarak bizim sınıf daha yeni yeni Yüksek Ziraat Enstitüsüne gitmeye başladı. Bizim ölüm de konser bahanesiyle Konservatuvara girip çıkıyor. Geçen yıl Dil Tarih Coğrafya Fakültesine gidenler olmuş. Ankara'da Yüksek Okul olarak bir de Siyasal Bilgiler Okulu varmış. İlçe kaymakamları oradan çıkıyormuş. Bizim Genel Müdürümüz oraya derse gidiyormuş. Böylece öğrendik ki zaten bu okullar bir biriyle ilişkili, hiç değilse öğretmenler okullar arasında bir bağ kuruyorlar.

Yemekten sonra banyoya gittik. Halil Dere banyoda dünkü konseri anlattı. Benim konser falan dinlemediğimi, kınalı saçlı kıza baktığımı, kızın geçmemesi için sandalyemin yerini değiştirdiğimi anlattı. Hiç karşılık vermedim. Dinleyip gülenlerden biri olan Arkadaşımız Kemal Güngür bana dönerek:

-Götürme şu nankör Muğlalıyı, bir daha beni götür, yaptıklarını kimseye söylemeyeceğime şimdiden yemin ederim! deyince bir Muğlalı, Denizlili tartışması başladı. Geldikleri okuldan, okuldaki bir kızdan söz ettiler. Bayanlara hangi saçın yakıştığı tartışması yapıldı. Onlar tartışırken benim aklıma okuduğum bir şiir geldi. Orhan Seyfi Orhun'un olduğunu biliyorum ama ilk iki dizesinden ileriye gidemeyeceğimi anlayınca ortalığa getirmedim. O mısralar da gerçekten öyle miydi?

 

“ Çıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahate,

Bu yolculuk bilmem nasıl erecektir nihayete? “

 

Nihayete, nihayete, nihayete? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Orada kaldı. Ancak, Kınalı Saçlı Bayan sözleri uzadıkça o şiir ilgi görecektir. Defterimin birinde olduğunu biliyorum. Gerçi o gözlerden söz ediyor ama gözlerle saçlar derken duraksadım, Kınalı saç deyip duruyorum, oysa bizim arkadaşım Mehmet Yücel'le giz olarak uzun süre saklı tuttuğumuz Kınalı Yapıncak'ımız vardı. Kınalı yapıncak renkli bir üzüm, üzümü sevdiğimiz için kıza o adı koymuştuk. Ad koyduğumuz kızın saçları, söz konusu bayanın saçları derecesinde kınalı değildi. Belki de bu bayanın saçları gerçekten (Yakma) kınalıdır. Bizim köyde bile saçlarını sürekli kınalayanlar vardır.

Halil Dere ile ilişkimiz salı gününe dek burada kesiliyor. Onun da ödevleri var. Ben piyano için hazırlanıyorum. Faik Canselen Öğretmen kimi zaman pazar akşamları dinleyip pazartesi günü armoni dersinden sonra Ankara'ya dönüyor. Böylesi benim de işime yarıyor. Rahat çalışıyorum, sıcağı sıcağına öğretmene tekrarlıyorum. Gerçek saatinde yani pazartesi, öğleden sonra dinlediğinde de şimdiki çalışmamla karşısına çıkıyorum. Çünkü pazartesi sabahları, arka arkaya altı saat ders var. Piyanoda parmaklarımı alıştırmadan oturduğum bile oluyor. O nedenle akşamdan ders yapmak benim yararıma. Koşa koşa salona gidişim bundan.

İyi ki gelmişim. Alt odadaki piyano boşmuş, istekle çalışmamı sürdürdüm, Für Elise'yi de oldukça hızlandırdım. İngiliz Krallık Marşını çok iyi çaldığıma inanıyorum, Faik Öğretmen anımsayıp bizim İstiklal Marşı'mızı isterse ne diyeceğim. Piyano için düzenlenmiş notası yok. “ Olanı çal!” derse, ne karşılık veririm? “ Dolaplardaki kitaplar arasında olabilir!” deyip, aramaya karar verdim. “ Hemen bu gece bunu isteyeceğini sanmıyorum!” deyip kendimi rahatlattım.

Yemekte Faik Öğretmenin geldiğini öğrendik. Bunu duyar duymaz tabaktakileri kaşıklayıp kalktım. Az sonra da Faik Öğretmen geldi, gelir gelmez de İbrahim, biz işimizi yarına bırakmayalım. Senin çok çalışmış olman, dinlenecek parçaları da çoğalttığından zamanı uzatıyor. Bilirsin çiftçiler ne kadar ekerse o kadar ürün toplarlar! deyip bir kahkaha bastı. Beringer metodunu alıp alt odaya gittim. Bir süre sonra Faik Öğretmen Mehmet Öztekin Öğretmenle birlikte geldi. Faik Öğretmen bana takıldı:

-Sen ne yapıyorsun, neler çalıyorsun? Ben seni zaman zaman övüyorum, Öztekin Öğretmen bunlardan habersiz; merak edeceğini düşündüm, gel gör! deyip getirdim, sağolsun beni kırmadı. Şimdi sıra sen de, çal bakalım neler çalacaksın! deyince duraksadım, neredeyse bir titremeye tutuldum. Sanırım Faik Öğretmen anladı. Piyano üstünde kapalı duran Beringer'i hızla açtı:

-Ne çıkarsa bahtımıza! deyip bir kahkaha daha attı. 46. sayfadaki Duport, Menuett çıkınca birden rahatladım. Kısa ama melodisi güzel bir parça bir kaç kez tekrarlayıp umursamazmış gibi birkaç sayfa birden çevirdim şansıma S. Aletter'den, Mozart'tan parçalar çıktı. Mozart'ınkini her oturuşta çaldığım için duyarak çalıyordum. Mehmet Öztekin Öğretmen alkışladı. Faik Öğretmen bu kez bir de “Son parçamızı!” deyince İngiliz marşını çaldım. Faik Öğretmen ayağa kalkarak: Bu haftaki dersimiz bu kadar, bu bir hafta senin olsun, gönlünce istediğin parçalara çalış! dedi. Öztekin Öğretmen eliyle omuzuma vurdu, gülerek:

-İbrahim, hadi göreyim seni, kim demiş, geç kalınırsa müzik öğrenilmez, keman, piyano çalınmaz diye. Biliyor musun? İsmet İnönü bile viyolonsel çalışıyormuş! deyince ben de:

- Biliyorum! deyiverdim. İki öğretmen de ilgiyle bana baktılar. İsmet İnönü'nün Kepirtepe'ye gelişini, oradaki olayları anlattım. İki öğretmen de kahkahalarla güldüler. Öztekin Öğretmen Faik Öğretmene dönerek:

-Ben demiştim sana, “İbrahim oldukça önemli badireler atlatmış!” ama onlardan ders almasını bilmiş! deyip gülüşerek gittiler. Onlar gidince daha çok heveslendim, Für Elise'yi en az 20 kez tekrarladım. Gelen giden olmadı, yukarıya çıktım Talip Apaydın'la Mehmet Ünver çalışıyordu. Talip, sessizliği bulunca ayrılamadık, kendi kemanlarımızın sesini dinlemek çok hoşmuş! dedi. Sanırım:

-Sen geldin, şimdi piyanoya oturup bu sessizliği bozacaksın! demek istememiştir (!) Gene de ben:

-Çalışmanıza bakın, rahatınızı kaçırmadan burada yazı okuyacağım! deyip Yanlışlıklar Komedisi özetini bir daha okudum. Gerçekten tek tek çalınca keman sesi dinlemek pek rahatsız edici değil. Arkadaşlar da bunu deniyormuş, baktım sıra ile değişe değişe aynı metot parçasını çalıyorlar. Oldukça geç yatakhaneye döndük, herkes uyumuştu.

Uykum olmasına karşın öğretmenlerin konuşması aklımı kurcaladı. “İbrahim, oldukça önemli badireler atlatmış!” sözleri ne anlama geliyor? Badire ne demek? Bunu çok duydum, hep “Daha ne badireler atlatacaksın ya da atlatacaksınız!” gibilerde söylendi durdu ama aslı ne? “Çok çalışmak” olarak düşündüm, olmadı, çalışmaktan ders almak, doğru da söyleyiş biçimi uygun düşmüyor. Badire, badire derken önce Bedir, sonra da bizim köydeki Bodur, Bodur Veli'yi anımsadım; acaba onun sıfatı da Bedir'den mi yakıştırıldı? Bu kez de Kepirtepe'nin bitişiğindeki Kamber Amcamın köyü Yeni Bedir, deyip durdum. Yeni Bedir köyüne bunca gidip gelmeme ya da ondan söz etmeme karşın köydeki Bodur Veli'nin bodur sıfatıyla bu köy adı arasında bir ilişki kurmaya şaştım. Kesinlikle bir ilişki vardır. Bedir-Bodur, İbrahim-İbram, Mahmut-Mamıt, Zeliha-Zalle olarak değiştiğine göre bu neden olmasın?

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ