Büyük Değişim, Eski Tutkuların Giderek Azalması
21 Mart 1942 Cumartesi
Akşam kurulmuş gibi yattım. Bu kurulmuş gibi sözü büyük ablamındı. Pancar taşıdığımız sıralarda çok erken kaldırılıyordum. Sabah uykulu uykulu durumumu görünce ablacığım bana acır, bir sonraki akşam yatarken uyarırdı. “ Akşamdan erken yat, kendini öyle bırakma, kurulmuş gibi yat.” Kurulmak babamın saatinden geliyordu. Babam gerekli olunca saati alır, gırt gırtt kurardı. Saat kurulunca vakti şaşırmadan bildirirmiş. Bu, söz bizim evde çok geçerliydi. Öncelikle benim için büyük ablam söylerdi. 4. 5. sınıfları başka köyde okuduğum için o zaman da sabah kalkmalar önemliydi. Sanırım o zamandan sonra bu söz benim kulağımda yer etti. Benimsediğim gibi sözü büyük ablama bağladım. Şimdi bile kimi zaman konuşurken, özellikle de köyde çok geç kalktığımda, ablam sanırım içinden geç kaldığımı geçirir, ama bunu bana söylemez. Okulda erken kalkıp kalkamadığımı sorunca, kalktığımı söylerim. Ablam hemen, “Kendini akşamdan hazırlarsan, neden kalkamayasın?” der, arkasında da ekler: “ İnsan kendini akşamdan kurunca, rahat rahat kalkar!” İşte ben de kendimi akşamdan kurdum, sabahleyin de zilden 9 dakika önce uyandım. Saatim okul saatiyle uyuşmuyor ama bir iki günde ben okul saatine uyduruyorum. Recep Kocaman da kendini akşamdan iyi kurmuş, bugün nöbetçi, az önce yanımdan geçti. Ayaklarının burnuna basa basa yürüyor. Zil çalmadan kalkmayacağım. Düşünmemeye çalışıyorum ama elimde olmayarak, kendimi Edirne yoluna çıkmış gibi düşünüyorum. Birden aklıma bugünkü askerlik dersi geldi. Üsteğmen geçen derslerde bizim yaz kamplarını anlatmıştı. Zil çalınca da “Devam edeceğiz” deyip gitmişti. Bugün o gelirse yaz kamplarını anlatacak. Zil çaldı, birden konuşmalar başladı. Sanırım bir çok arkadaş akşamdan kurulmuşlar. Onlara söylesem acaba kurulma konusunda söyleyecekleri olur mu? Çoğu daha çocuk, babalarının evlerinde iş gördükleri yok. Olsa benim gibi anlatırlar. Arada bana “ Sen çok konuşuyorsun! “ diyorlar ama gerçekte onların anlatacak fazla sözleri yok. Bunu çok iyi anladım. Örneğin Hasanoğlan’da birlikte tanık olduğumuz bir çok olayı yanlış anımsıyorlar. Geçen gün müzik çalışmalarından söz ederken önce gelen Behire Bil Öğretmeni sonraya geçirerek, Kepirtepe’ye dönerken uğurladığını söyleyen oldu. Oysa Behire Bil Öğretmen haziran başında geldi temmuz sonunda ayrıldı. Yerine gelen Süheyla Öğretmen de ekim sonunda(29 Ekim) ayrıldı. Oysa bizim ayrılışımız 6 aralıktır. Arkadaşlar hazırlandı, birlikte dersliğe gittik. Hüseyin Serin çok sevinmiş. Onu yazmayacağımı sanıyormuş. “ Neden yazmayayım? Öğretmen adını verdi, ben de yazdım! “ dedim Böyle deyince tüm kuşkulular inandı. Hüseyin Serin’le aramızın iyi olmadığını sananlar var. Bir bölümü hala Hüseyin Serin’in benden öc alacağını umuyor. Oysa Hüseyin hala benden korkuyor, bir bahane bulup bu kez daha fena döveceğimi ya da Yeni Bedirli arkadaşlara dövdüreceğimi sanıyor. Hasanoğlan’dayken benzer bir konuşma geçmişti Ben o zaman:
-Kepirtepe benim kendi çevrem, orada kendimi evimde sayıyorum, kendi gücüm yetmezse arkadaşlarım, akrabalarım, benim hakkımı korur! gibi birşeyler demiştim. Sanırım Hüseyin bu sözden kendisine pay çıkardı. Kepirtepe’ye dönünce de bana karşı hiçbir tavır takınmadı. Kahvaltıya Edirne’ye selam gönderenleri dinledik. En sevinçli de Hasan Gülümser. Kahvaltıdan sonra yiyecek paketlerimnzi aldık. Kamyon geldi. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenle Ahmet Ağabey de geldi. Kazım Usta bizim yiyecekleri bir sandığa koydurdu. Bir yığın ip gösterdi, “ Gerekli olabilir! “ dedi, kamyonun arkasına attık. Biz kamyonun yanında okulun pencerelerine bakarken üsteğmen geldi. Bizi görünce yanımıza geldi. Ders için bir şey söyleyeceğini sandık. Oysa üsteğmen” Aaa, ne iyi, keşke ben de sizinle gelebilseydim, Edirne’yi çok severim! “ dedi. Üsteğmen gidince biz de “ Ne iyi insan, gönül almasını biliyor. İstese Edirne’ye her zaman gidebilir! “ türü yorumlar yaptık. Arkadaşlar derslere girince Salih Ziya Öğretmen’le Ahmet Ağabey geldi, yola çıktık. Babaeski’ye dek bildiğim yerleri ben anlattım. Lüleburgaz, yokuşu çıkınca bir yanda Ergene, Türkgeldi, bir yanda Sarmsaklı, Ayvalı, sonra Kırıkköy, daha sonra solda Pancarköy-Alpullu, tepeyi aşınca Sofuali, Babaeski. Oradan öte sustum. Arif Kalkan’ın memleketine yakın ama Arif pek gezmemiş. Köyleri zaten hızla geçtik. Havsa’da azıcık durduk. Bir sür sonra uzaktan Edirne çıktı. Minareleri görmek için uzun süre bekledik. Sonunda bir yerde gerçekten dört minare ikiye indi ama hemen üç, az sonra da gene dört oldu. Demek o öylenen yer bu denli kısaymış. Edirneye girince önce çarşıya yakın bir yere gittik. Biz kamyonda bekledik. Ahmet Ağabey birini yanına almış geldi. Köprülerden bildiğimiz yola çıktık. Ağaçlar yaprağa dönüşmüş. Daha o kadar açılmamış ama kış kuruluğu da geçmiş. Karaağaç’taki ilk okulumuza gidiyoruz diye sevinirken kamyon sola döndü, değişik olarak anımsamaya çalıştığımız fidanlığın önünde durduk. Öğretmen, Ahmet Ağabeyle yanındaki yakındaki binaya gittiler. Uzunca bir süre kaldılar, çıkıp bir iki tarfa girdiler, döndüler. Bir genç geldi, bizi alıp fidanlığa götürdü. Fidanlık denilen yer, çok geniş. Karaağaç yolundan görülen tarafı en dar yeriymiş. Biz bir birimizi güldürme yarışına kalkıştıkk. “ Sefer şu ağacı sökecek, Arif şu dikenli dalı kesecek, derken Salih Ziya Öğretmen ellerini şaplatarak bizi çağırdı. Fidanlık hakkında bilgi verdi. Sonunda “ Burada kalsaydık bol bol yararlanacaktık, kısmet değilmiş! “ deyip kesti. Bize ayrılanlar belli yerlerdeymiş. Kökleri çuvalla sarılı olan bir yığın gösterildi. Önce onları aldık. Fidanın kökündeki toprak kendirle sarılmış, kurumuş, dökülmüyor. Ağır ama taşıması kolay. Önce onları aldık. Düpedüz toprağa gömülmüş, oradakiler tutup çıkararak verdikleri var, bunlar çoktu, birer ikişer onları taşıdık. Bunlar düpe düz kesilmiş ağaç dalı gibi tutup atıldı. Kökleri de topraksız. İsmet sordu “ Bunlar tutar mı? “ Oradakilerin hepsi birden “ Tutar! “ dediler. Küçük tenekeler taşıdık. Kedi kuyruğu gibi küçük, bunlar çam. Çok kıymetli oldukları gibi çok da nazlıymış, “ Dikkat edin! “ dediler. 100 kadar taşıdık. Uzunca bir mola verildi. Kumanyalarımızı yedik. Kamyona gelenleri yerleştirdik. İkinci hamlede sepet çubuğu benzeri sırt sırt fidan taşıdık. Bir iki küme ise iyice köksüz olunca arkadaşlar iyice şaşırdılra. Ben onları tanıdım, bunlar, söğüt, kavak çubukları, su kenarlarına ekilince tutarlar. Bizim köyde bu ekimler her yıl yapılır. Dere suyu yer değiştirirse taşacak taraflara hemen bunlar ekilir. Bir yıl içinde o yer sık fidan olur, sel suyu kolay kolay söküptoprağı alamaz. Sanırım bizim dere kenarlarına bunlar ekilip yeşillendirilecek. Biz konuşurken Salih Ziya Öğrertmen geldi benim söylediklerimi anlattı. Artezyen akıntısına ekilecekmiş. Kavaklar da bizim okul yakınındaki çukurluğa salt yeşillik için dikilecekmiş. Çamların küçüklüğünden söz ettik. Bunların cinsi böyleymiş. Trakya iklimine bunlar daha uygun düşüyormuş. Taşımayı tamamlayıp kamyon bağlandı. Karaağaç'a uğramak istedik. Öğretmen, “ İnmeden bir dolaşalım, orası askere ait içeri bırakmazlar! “ dedi. Kazım Usta Karaağaç tarafına yöneldi, çarşıya girmeden döndü, binanın Edirne tarafından birazını gördük. Edirne’ye döndük. Hükümet Binasının önünde kamyon durdu. İndik, Öğretmen saatini gösterdi, beni de uyardı: ” Tam yarım saat, tuvaleti öğrenin! “ deyince Ahmet Ağabey, tuvaleti gösterdi, caminin hemen yanındaymış. Dağılmadan önce tuvalete gittik. Az ileride şekerciler vardı, fındık fıstık aldık. İsmet şekerli leblebileri çok sever, biliyorum, bir kese kağıdı aldım, “ Sen bunları çok seversin! “ dedim. İsmet çok sevindi. Sonra da güldü. Okula ilk geldiğimiz günlerde İsmet’in babası gelmişti. Bize izin alıp Edirne’yi gezdirmişti. İşte o gün Muhittin Eniştem bir külah renkli, şekerli leblebiyi alıp İsmet’e vermiş, “ Oğlum, şekerli leblebiyi çok sever! “ demişti. Bunu anımsadığımı görünce İsmet bir hoş oldu, çatur çutur yemeye başladı. Arasta denilen yere gittik. bir uçtan girip yarıdan döndük. Sürekli saate bakıyorum. Saat bir türlü ilerlemiyor. Kendi kendimizi şaşırtıyoruz. Geç kalacağı telaşı içinde Arastanın yarısını iki kez dolaştık da iki adım öteye gidemedik. Vaktinde kamyona döndük. Edirne'den çıkarken nehirlere bakmak aklımıza geldi. Göz görebildiği yerler su. Edirne'ye girerken kamyonun önü görüşümüzü sınırlamışmış, bunun ayırdında olamamışız.
Dönüşte çok daha güzel göründü. Sanırım biraz da güneşin vuruşu aydınlattı. Minareleri bir daha ikileştirmeye çalışırken Edirne iyice arkalarda kaldı. Hasan Gülümser şakacı, Edirne’yi arkada bırakınca çocuk gibi ses çıkararak “ Aaaaa, bu kadar kısa olsun istemezdimmmm! “ dedi. Bu söz, uzun süre tekrarlandı. “ Bir cumartesi günü gelip pazar günü dönebiliz! “ Önerisi yapıldı. Uzun tartışmzlardan sonra bunu Ahmet Ağabey aracılığıyla yapabileceğimizi benimsedik. Cavit, Hasan, Sefer, Arif, Hüseyin, İsmet, Ertur hepsi çok kararlı. Ben zaten çok istiyorum. Biz bunu konuşurken kamyon durdu. Babaeski’ye gelmişiz. Kazım Usta “ Mola verdik! “ dedi. İndik. Hemen bitişikte kahve var. Salih Öğrtmen çağırdı, bize çay söyledi. “ Güzel, temiz iş yaptımk, şimdi bunları bir de yerlerine yerleştirirsek, sevabı hepimizin olacak! “ dedi. Ne düşündüyse, “ Size biraz daha gezme izni verebilirdik ama geç kalırız kaygısından bunu yapamadık! “ deyince ben, bizim tasarımızı anlattım. Salih Ziya Öğretmen “ Aaa, ne güzel olur, bir engelim olmazsa ben de katılırım. Ahmet Bey ne dersin? “ diye sordu, gülerek Ahmet Bey, bayılır buna, kalacak yer de kotarır! “ diye ekledi. Ahmet Ağabey, “ Tatillere rastlatırsan okullarda kalırlar. Başka zamanlarda da otellerde yer bulunur. Ancak kesin karar verip yer ayırmak gerekir. Edirne’nin bu sıralar, günü gününe uymuyor. Bir dolup bir boşalıyor! “ dedi. Daha iyimser olarak kalktık. Alpullu fabrika bacasının boyunu ölçmeye çalışırken Kırıkköy’den geçtik. Az sonra da kendimizi Lüleburgaz’da bulduk. Salih Ziya Öğretmenle Ahmet Ağabey indi Selçuk Korol Öğretmenle Faik Bakır Öğretmen bindi. Hava kararırken okula indik. Salih Ziya Öğretmenin tembihine göre yüklediklerimizi ayrı ayrı kümeledik. Tam yemek zili çalarken okula girdik. Umduğumuzun tersine arkadaşlar kendileri gitmiş gibi sevinç içinde bizi karşıladılar. Anımsadıkları bir çok yeri. , olayı sordular. Aşık Ahmet, elini kulağına atıp Edirne Köprüsü türküsünü söyledi. Sonunu birkaç kez tüm sınıf tekrarladı. “ Edirne Köprüsü taştan, sen çıkardın beni baştan! “ Herkes susunca ben, “ Sadece Edirne köprüsü mü taştan sanıyorsunuz. Bazılarının yüreği de taştandır! “ dedim. Tüm arkadaşlar canlandı, Mehmet Yücel:
-Duyun arkadaşlar, Dayı bugün Edirne’de efkarlanmış! deyip güldü. “ Kim? kim ? kim?
İsmet hemen liste hazırlamaya başladı, 23 Nisan’da Edirne’ gidiyoruz. Tüm sınıf yazıldı. Yat ziline dek Edirne konuşuldu. Yatınca öyle düşündüm. Sevinmek için sevinme bahanesi arıyoruz, bulup seviniyoruz. Bugün Edirne’ye gittik. Ne oldu? Uzaktan uzağa baktık, geldik. Gene gitsek gene aynı durum. Orada kalıp bir süre yaşamadıktan sonra Edirne’yi tanımak olası değil. Gene de, giden olursa ben de katılırım. Ozellikle okullarda kalınacaksa neden gitmeyeyim? Eski okulumuz falan yok, o kocaman binada şimdi askerler yaşıyor. Belki de alt katlar atlara ayrılmış, ahır yapılmıştır. Hiç değilse bizim atölyeler atlara, katırlara ayrılmıştır. Onları orada görsek, gene özlemeye devam edecek miyiz? Kimi zaman Hemşire M’yi özledim diye düşünüyorum. Bu doğru olabilir mi? O evlenmiş, çocuğu olmuş. Onu görsem eskisi gibi hoşlanabilecek miyim? Ya yanında kocası da olursa bana gene öyle hoş görünecek mi? Okuduğum kitaplarda da böyle olaylar var, pek çoğunda eski sevginin kalmadığı açık açık anlatılıyor. Zaman zaman Hasanoğlan’ı anımsıyorum. O kupkuru okul bahçesinde keman çalışmamı özlemler anıyorum. Süheyla Öğretmenin gelip dinlemesini iple çektiğimi heyecanla anımsıyorum. Oysa o gittikten sonra da ben o bahçede daha 2-3 ay yaşadım, bu süreçten belleğimde bir kırıntı yok. Demek ki Hasanoğlan’ın canlanması için başka nedenler, başka çağrışımlar gerekiyor. Sanırım ben Edirne’yı benzer yan nedenler yüzünden anımsıyorum. Onların ortadan kalktığını düşünsem, Edirne beni o denli ilgilendirmeyecek. Oldukça yorulduğumun ayırdındayım. Gene ablamın sözünü anımsadım:
-Kendini kur, sabah dilediğin saatte kalk! Kendimi nasıl kurayım? Yarın Pazar, belki çalışma yapılmayacak. Belki diyorum ama kesinlikle Salih Öğretmen gelecek. O fidanları öyle ortalıkta bir gün boyunca bırakmaz. Gelirse kuşkusuz bizi gene çağıracaktır. “ İşte kurdum kendimi, rahat bir uyku çıkarıp sabah dinlenik olarak kalkmalıyım! “ Dedim ama, yattığım tarafım ezilmiş gibi oluyor, öbür tarafa dönüyorum. Az sonra da öbü tarafım da aynı duruma giriyor. Neredeyse “ Yatağım sertleşmiş ! “ diyeceğim. Oysa yatağım, köydeki yatağıma göre en an iki kar yumuşak. Köydeki yatak neredeyse tahta gibi olmuş. Buradakini bir yana itip köydeki yatağı yumuşatmayı düşünürken üst üste esnedim. Gene de köydeki yatağın yumuşatılması için ne türlü bir öneri öne süreceğimi düşünmeye başladım. Doğrudan söyleyemem. Çünkü herkes o tur yataklarda yatıyor
22 Mart 1942 Pazar
Hüseyin Serin neşeli bir yüzle arkadaşları uyarıyor. “ Taze çay içmek istiyorsanız, hamen kalkın ! “ (Arkadaş hemen, hamen, zaman sözünü zamen, tamam sözünü tamem olarak söyler. Başka değişik söyledikleri de vardır. Bu yüzden arkadaşın diline takılanlar olur. Köyü İbriktepelilerin genelde Bulgarca konuşmalarından yansıyan bu kusurlar için arkadaşa çok takılmalar olmuştur. Ahretlik sözünü doğru söylemediği için de aramızda adı Aretlik olarak anılır! “ Aynı sözleri dün Salih Ziya Öğretmen Babaeski’de kahve önünde durunca bize söylemişti. Sefer Tunca onu anımsadı, “ Nöbetçi, kendini Babaeski’de mi sandın? “ Bu sözle, birilerinde kuşku uyandırdı, sorular başladı:
-Bunlar ne konuşuyorlar? Dillerinin altında neler var? Edirne’de gördüklerini bize anlatmadılar mı yoksa?
Pazar günleri nöbetçi öğretmenleri yatakhaneye pek uğramıyor, oldukça gecikerek dersliğe gittik. Hava güzel olunca ilk işimiz hemen önümüzden geçen asfata bakmak oluyor. Havalar ısınınca yolda araçlar da çoğalıyor. Kamyonların yokuşu tırmanırken çok ses çıkarması, otobüs biletçilerinin İstanbul’ bir kişi ya da Edirne’ye iki kişi diye bağırmaları, çocukların ilgisini çekiyor. Bizim artkadaşlar genellikle Ali Güleren’e “ Koş Ali Aga, sana yer ayırmışlar! “ diye takılıyorlar. Kahvaltıda arkadaşlar futbol oynamayı kurarken kamyon geldi. Salih Ziya Öğretmenle Besim İyitanır Öğretmen indi. Besim İyitanır, çizmeli. Kılığı da ilgi çekiyor. Çizmeler siyah, kilot pantolon külrengi, ceket kahverengi. Kravat kırmızı, gömleği beyaz. , kasketi kareli çizgili, nokta nokta kabarcıkları var. Elinde ince bir çubuk, arada çizmelerine vuruyor. “ Mehmet Yücel arkadaşiımız:
-Bu adam kesinlikle süvaridir, Üsteğmene duyuralım! dedi. Kim duyuracak? Şaka ediliyor ama benim gibi herkes Besim İyitanır Öğretmenden korkmuş durumda. İsmet Yanar çıktı ortaya:
-Ben söylerim! Söyleyeyeceklerini de hemen tekraraladı:
-Üsteğmenim, Arap atlarını seven bir de öğretmenimiz var, Besim İyitanır! “ diyecekmiş. Herkes güldü ama, gülüşler kısa sürdü. “ Ya Üsteğmen onu tanıyor, öyle bir şey olmadığını biliyorsa; dahası gidip; “ Senin için böyle söylediler! “ , derse ne olacak? “ Ben hemen İsmet’e “ Olmaz, bunun sonunda Besim İyitanır Öğretmen beni sıkıştırır, zor durumda kalırım! “ dedim. “ Mehmet Yücel: ”
-Yaşa dayı, şu atak yeğenini dizginle, başını derde sokmasın! “ İsmet sözünü geri aldı. Kahvaltıdan çıkarken Salih Ziya Öğretmen beni çağırdı, “ Ben fidanları taşıtacağım, dünkü arkadaşlar da yardım ederse sevinirim, çocuklar karıştırabilir; neyi nereye koyacağımızı iyi bilirsek ekerken rahat oluruz! “ dedi. Arkadaşlara söyledim, kimse karşı durmadı, birlikte fidan tepeciklerinin yanına indik. Orhan, Hilmi, Halil Basutçu, Hüsmü Yalçın arkadaşlar da bize katıldı. 8 A erkekleri topluca geldi, yığınları ayrı ayrı Tarım Barakası önüne taşıdık. Salih Ziya Öğretmen arkadaşlara ekilecek yerleri, yorulmadan göstererek bir kez daha anlattı. Çamlar şuraya, eski ekilmişlerin hemen devamına, elmalar, erikler, ayvalar, vişneler, okul binasının altınki yarım kalan boşluğa, Söğütlerin yarısı, birinci derenini iki yanlarına, kavaklarla karışık. Diğer yarısı artezyen akıntısına. Akasyalar binaların aralarına kümelenerek dikilecek! “ Dün fidanlıkta aklıma gelmişti ama nedense unuttum soramadım, bağ çubuğu da alınacaktı, neden alınmadı? Bu kez sordum. Salih Ziya Öğretmen yo yo, bağ çubuğunu Edirne! den almayı hiç düşünmedik, bağ çubuğumuz hazır, onu Tekirdağ’dan alacağız. Ne yazık ki onlar bize parayla veriliyor. O nedenle muhasebeci Hikmet Özsan’ı bekliyoruz. O, böyle alımlara biraz nekez davranıyor. Amma söz verdi bu hafta onu da halledeceğiz. ! Dersliğe giderken yeni bir konu tartışılmaya başlandı, Tekirdğ’a da öğrenci gidecek mi? Halil Basutçu gülerek beni gösterdi:
-Çiftçi başı o, o bilir! Söz hoşuma gitmedi ama ben de güldüm, “ Çiftçi başı ne demek? “ Arkadaşlar daha ilk derslerde Salih Ziya Öğretmenin bana öyle dediğini anımsattılar. Bir iki kem küm ettim ama içimde de sevindim: ” İyi ki daha baştan kendime çiftçi başı dedirtmiştim. Tekirdağ’a gitmek istemem ama, iki kez Türkgeldi, bir kez, Sarımsaklı, bir kez Edirne, iki kez de Evrensekiz’e bu Çiftçi başılık nedeniyle gittim. Eğer öğrenci gidecekse Tekirdağ’a da gideceğimi umuyorum. Derslikte arkadaşlar benzer konuları konuşuyorlar. Çoğu işlerin içine girmekten yana değil. Müdür Beyin anlattıklarını da doğru anlamayanlar var. Fikret Madaralı Öğretmenin anlattıklarına Müdür Bey şaşmış! “ diyen çıktı. Oysa Müdür Bey onlara şaşmamış, şaşılası o karşı koymalar, ilerde sizin başınıza da gelecek diye bize anlattı. Onlara ne gerek var? Bizim köyde çalışan Eğitmen Mustafa Ağabey, karşılaştıkça bana Köy muhtarımız Çavuş Amcadan söz eder, onun yardımıyla başarılı oluyorum! “ der. Çevre köylerde çalışan arkadaşları bu son 4 yıl içinde 2’şer, 3’er yer değiştirmişmiş. Nedenleri apaçık, köylülerin, hepsini değilse bile içlerindeki bazı uyumsuzların, fitne fücurların, “ Pireyi deve yapma! “ yarışlarından, dürüst insanlarınsa tepkisizliğinden. “ Bana dokunmayan bin yaşasın! “ düşüncesine saplanım kalmışlar. İyi ama bin yaşayan yılan, böyle düşününden, hatta onun çocuklarından geçtik, torunlarına, torunlarının da torunlarına zarar verecektir; bunu düşünmüyorlar. Tıpkı Yaban , Çalıkuşu, Kuyucaklı Yusuf romanlarındaki fesat , insanların benzerleri günümüzde de köylerde bulunmaktadır. İsmet’in köyüne gittiğimde, kaç yıldır orada öğretmenlik yapan Hamdiye-Nazif çifti, köyden çok memnum kaldıklarını; buna karşın ( çocuklarını severek okuttukları) birkaç dengesizin sürekli laf yakıştırması yüzünden ayrılmaya karar verdiklerini söylemişlerdi. Zaman zaman içimden yaptığım benzetmeyi gene düşündüm:
-Bizim sınıf genel olarak tıpkı bizim köy insanları gibi. Söylenen bir sözü dosdoğru anlayanlar var. Buna karşın söylenen sözün anlatmak istediğini araştırmadan kafasına göre saptıranlar da az değil. Tahsildar makbuzlarını saklamayan Şişman Hüseyin, her yıl tahsildarların hırsızlığından söz eder. Bunu ben bile 1936 yılından beri kahveye indikçe dinledim. Her defasında da başta babam, sayısız öteki komşular sorar:
-Tahsildar o makbuzları niçin veriyor? Bunu yanıtını genelde şöyle verirler:
-Niçin veriyorsa veriyor. Makbuz vermişse verdiğini bilmeli! Bu kez tüm kahvedekiler güler:
-Şişman Hüseyin, tahsildar dürüst değil anladık, biz ona dürüst gözüyle bakmıyoruz. Bu nedenle de verdiği makbuzları saklıyoruz. . Tahsildar isteyince de getirip gösteriyoruz. O zaman adam deftere işaretini koyup gidiyor. Bir keresinde de babam bağıra çağıra yakın zamanda olan bir olayı anlatmıştı. Tahsildar Kemal Bey yıllarca Lüleburgaz köylerini gezmiş, Yol paralarını toplamış. Kimseden de ikinci kez para istememiş. Çevresindekiler:
-Ne Dürüst Adam! demeye başladıkları bir sırada, Kemal Beyin topladıkları parayı teslim edeceği yere teslim etmediği saptanmış. Devleti 36 000 lira zarara soktuğu için hapse atılmış, şimdilerde de hapishanede yatıyormuş. Söylenen söz üzerinde hiç durulmadı, “ Kemal Bey hangisiydi?
Bu olayı anımsadım. Bizim arkadaşlarda da aynı umursamazlık var. Söylenen söz, niçin söylendi, bundan bana bir pay düşer mi? gibi soruları kendilerine sormuyorlar. “ Bana dokunmayan yılan bin yaşasın! “ Yılan bu sözleri duyacak mı? Gene bizim köylü Şişman Hüseyin’i anımsadım. O konuşmaların sonunda gidip o tahsildarı hapiste görmek isterdim, yüzüne bir iki söz söylemek isterdim! “ deyip rahatladı, bir de kahkaha attı. Oysa kızdığı tahsildar o değil, onun tahsildarı o sıralarda köyleri gezmekteydi. . Herkes ondan, bu kez:
-Makbuzla karşılayacağım! “ demesi beklerken o, gayet rahat, “ Nerde bizde makbuz saklayacak kafa? Allah vermemiş, kul ne eylesin? türü basma kalıp sözleri söyleyerek, kendi sözlerine kendi gülüp susmuştu. Yerler değişik, yaşlar çok değişik ama sanki önemli bir benzerliği sezer gibiyim. Arkadaşların kimisi, çok basit ders konularını bile, “ Ben bunu yapamam! “ deyip duraksıyor. Fikret Madaralı Öğretmen Hüsnü Yalçın arkadaşa, “ Emrullah Öztürk’le biraz birlikte çalışın! “ dedi. Konuşmalarını dinledim. Emrullah kesinlikle öğrenmemek için diretiyor. Dilbilgisi çalışacaklar. Hüsnü Yalçın cümleler yazmış:
-Bu kitabı okuyalım, yarın Lüleburgaz’a gidelim. Mehmet 18 yaşındadır. Arkadaşın giysileri yenidir. Bu kitabı okursan beğeneceksin. “ Sakla samanı, gelir zamanı! “ . “ Ak akça kara gün içindir! “ . ir süre onları dinledim. Hüsnü arkadaş. “ Bu kitabı okuyalım! “ deyip anlatıyor:
-Burada okumak, bir iş bildiriyor! Emrullah dinlemeden, daha doğrusu anlamak istemiyorum, dercesine soruyor:
-Ne işi bildiriyor? Okumak, gitmek sözleri yanında, yeni sözlerini yanyana koyup karşılaştırıyor. “ Cümlede bunlar birer iş bildirdiği için bir adları vardır! “ diyor ama Emrullah tıpkı bizim köylü Şişman Hüseyin gibi gülümseyip Hüsnü’nün sözleri kesiyor. Bir süre dinledikten sonra çalışmalarından habersizmişim gibi yanlarına gittim. “ Aaa, ne iyi arkadaş arkadaş çalışıyorsunuz! “ dedim. Hüsnü’den önce Emrullah: ”
-Hüsnü bana aklınca gremer(Gramer demiyor, Bulgaristan’da öyle deniyormuş) öğretmeye çalışıyor ama ben bunu vaktiyle öğrenmeliymişim, artık geçmiş! deyip kalktı. Öğretmenin söylediklerini anımsatmaya kalkacak oldum, Hüsnü Yalçın:
-Zaten yorgunum, biz başka zaman gene çalışacağız! diyerek beni bu konuda savuşturdu. Haklı olarak Hüsnü, Emrullah’ı kader arkadaşı saydığından:
-Kol kırılır yen içinde! sözüne uyarak gerçeği sakladı. Anlamazdan gelip Edirne yolculuğumuzu anlattım. Hüsnü Edirne’ye gidince Tarihçi Osman Nuri Peremeci’yi görmek isterdi. Bu nedenle sanırım içinden bize katılmayı düşünmüştür. Böyle sandığım için Edirne’de kalamadığımızı anlattım. Ancak, arkadaşların akşam konuştukları toplu gezmeyi gerçekleştirmek için çalışacağımı tekrarladım. Hüsnü sevindi. Amacım zaten oydu. Daha sonra bir hafta arası bizim köye gitmeyi önerdim. Mayıs ayı için karar verdik. Gitmiş olan Emrullah geri geldi:
-Hala beni mi çekiştiriyorsunuz? diye sordu. Bizim köye çağrımı ona da söyledim. Ne yapacağım sizin köyde? giye sorunca bizim Üzeyir Ağabeyden söz ettim. “ Bulgaristan'ın her köşesini bilirmiş! “ deyince Emrullah, “ Ben öyle çok bilmişlerle konuşamam! “ deyip konuşmamı bağladı. İçimden al işte bir bizim köylü: Şişman Hüseyin, Küçük Ali, Şamşilli Sülman(Köylüler Süleyman demezler)Hüsnü üzüldü, tuvalet bahanesi edip kalktı. Ben üzülmedim. Amacım Hüsnü Yalçın’ın gönlünü almaktı; sanırım biraz olsun başardım. Bugün bizim sınıfın dinlenme günü sayıldı. Banyo sıramız duyuruldu. Fidanlar yerlerine taşınmış. 8. sınıflar soluk soluğa geldiler. Öğleden sonra maç denemesi yapacaklarmış. Futbol alanının bir bölümü iyice kurumuş, diğer yarısını da ezeceklermiş. Bizim masadan Hasan Üner, Yusuf Asıl, Mehmet Aygün futbolcu. Hilmi altınsoy gene güreş sporunu seçmiş. Arkadaşlar güldüler:
-Hilmi, olmayanların ustasıdır, güreş yapmak ortaya gelse kaçacak delik arayacak! “ Bunu söyleyen Yusuf Asıl, Hilmi’nin geçen yıllardaki sözlerini anımsattı: ” Tekirdağlı Hüseyin Pehlivanın kıspetini alacaktı. Onun sekiz yıllak Başpehlivanlk ünvavını da geçecekti. Gerçekten Hilmi bunları söylüyordu. Bugün gülerek:
-Bunları uyduruyor musunuz, yoksa gerçekten ben söyledim mi? “ diye sorunca yakın masadakiler bile güldü. Hilmi aklınca kurnazlık yaptı:
-Bırakın bunları şimdi, Tekirdağ’a bağ çubuğu almaya ne zaman gidiyoruz? Salih Baydemir, “ Bağ çubukları henüz büyümedi, büyüsün gideceğiz! “ Hilmi azıcık duraladı: ” Yaaa Salih, (Yahu yerine) ne diyorsun sen? Çubuk dedikleri yeşil filiz mi? “ Bu kez, hepimiz masadan kalktık, gülmem ek için ağızlarımızı tutarak bahçeye çıktık. Hilmi anladı, Mehmet Aygün’ü sorumlu tuttu, üstüne yürüdü. Şakalaşarak Tarım Barakası tarafına gittiler. Banyo saatine tam 3 saat var. Atölyeye baktım kise yok. Akordiyonu alıp girdim. Önce yavaş yavaş parmak çalışması yaptım. Öğleden sonra çalışacak olabilir düşüncesiyle bir süre tetikte durdum. aradan bir saat geçince, gönlümce çalmaya başladım. Tuna Dalgalarını gittikçe daha rahat çalıyorum. Vals temposu giderek hoşuma gitmeye başladı. Dağa düzenli oluyor. Nota atlasam bile tempoyu bozmadığım için arkası düzgün geliyor. Karmen Silva, Gülnihal, Bahçemizde Gül. Parçalarını aynı tempoda olmak üzere bir solukta çalıyorum. Marşlarla valslerin tempoları hiç sorun değil. Tangolardan komparsite’nin solosunu hala düzeltemedim. Elimi gözetmeden rastlatamıyorum. Bakınca da güzel olmuyor. O nedenle soloyu atlıyorum. Çoktandır Süheyla Öğretmenin notalarını çalmamıştım. Tamburini aksatmadan çaldım. Toselli Serenatın yalnız girişini çala biliyorum, ötelerini çalacağımı sanmıyorum. Notalar çok atlayarak gidiyor. Zaten sesler de güzel olmuyor. Belki de ben düzgün seslendiremiyorum. Schubert Serenat kolay. Onun melodisini zaten duymuştum. Münevver Öğretmenden( Güzel çoban diye) ilkokul 4-5 sınıflarında okurken çok dinlemiştim. Yalnız bendeki notanının sonunda şarkıda olmayan bir incelme var, orasını da ezberleyince sorun kalmayacak. Parçayı seviyorum. Başka çocuklar da duymuşlar, hemen ilgileniyorlar. “ Biz bu şarkıyı öğrenmiştik! “ diyen de var. Oysa çaldığım onların şarkısı değil, keman için hazırlanmış nota. Tamburin, Toselli Seranat hep keman için hazırlanmış. Ancak ben akordiyonla da çalıyorum. Süheyla Öğretmen verdiği için onları hiç unutmayacağım. Süheyla Öğretmen beni kemana ısındırmak için: ” Bir gün birlikte çalarız! “ demişti. Gerçekten umutlanmış kemana daha sıkı sarılmıştım. Artık öyle bir umudum yok ama, bir gün karşılaşırsam, Tangolar mangolar, valsler, malsler (Süheyla Öğretmen bu tür müzikleri küçümsemezdi ama bizim için, kemanla çalınmalarını gereksiz görürdü. ) çalıyorum diyeceğim. Banyo saatimize yarım saat varken önce dersliğe gittim. Halil Basutçu: ” Detirdiğin fidanları ektin mi? “ diye sordu. Belli ki o da takılma gereksinimi duymuş. Belki de “ Evet ektim! “ deyip sözü keseceğimi sanıyordu. Oysa ben öyle yapmadım: Fidanları ben sizin ekmeniz için getirdim. Onları çabuk ekin ki biz gidip yenisini getirelim. Bekir Temuçin, Yakup Tanrıkulu ikisi birden: İnsaf, her yere sen mi gideceksin? “ Herkes güldü. Gülenlere baktım: ” Neden güldüğünüzü tam anlayamadım; her yere gittiğime mi, yoksa he yere gidebilecek durumda oldukları halde gitmeyip, gitmediklerine pişman olanlara mı? Yakup: Kim, biz mi her yere gidebilecek durumdayız? İsmet bana yardıma koştu: ” Evet siz, işter otobüsler, her gün Edirne’ye bir kişi, İstanbul’a iki kişi diyor! “ Mehmet Yücel: ” Kavga etmeyin arkadaşlar, olay anlaşılmıoştır, o edirne’ye bir kişi dendiği zaman Yakup arkadaş iki kişi olarak gitmerk istemektedir. İstanbul! a iki kişi dediklerinde ise, keyfi değil mi, tek gidecektir. Bu nedenle bir türlü yolculuğunu gerçekleştiremiyor! “ “ Yaşa iskelet, Odun kesicinin hık deyicisi, sözleri edildi. Sefer Tunca: ” Edirne’ye gidemeyenler üzülmesin pek yakında gene gidilecek; bu kez gitmeyenler gidecek. Fidanlığın örnek Meyve bahçesi var, meyveler olduğu zaman orada, öyle dalları silkeleyerek toplamak yok; isteyenler yerdekileri alıyor. Kısacası “ Armut piş, ağzıma düş! “ olayı orada uygulanıyor. İşte arkadaşlarım siz o rahatlık içinde gidip, armutları, kaysıları, tutkarı başınızı yukarıya bile kaldırmadan yiyeceksiz. İsterseniz Salih Ziya öğretmene sorabilirsiniz. İsmet, bu sözlere ek yaptı: ” Salih Ziya Öğretmene değil, ikinci gerubu Besim İyitanır Öğretmen götürecek! “ Derslikte herke kahkahayla güldü. Arkasında da “ Ben yokum, giden gitsin! “ sesleri yayıldı. Banyo süresince de 2. grupta Edirne’ye gidecek arandı. Bu defe da ben: ” Öyleyse biz Edirne’ye bir kez daha gideceğiz. Çünkü biz gidince Besim İyitanır Öğretmen gelmez. Çünkü bizi seçen öğretmenimiz bizimle olur, biz de onu mahcup etmemek için çalışırız. Bizden sonra 7. sınıflar gidecekmiş, iki çocuk geldi: ” Abiler, bizim sıramızı da kapatıyorsunuz, Bayrak Törenine yetişemeyeceğiz! “ Hemşerim Kırıkköylü Rüştü ile Pehlivan Köylü Nuri Altınseven; ikisi de belki okulun en genç öğrencileri. Mustafa Saatçı ile Sami Akıncı bizimkileri karga tulumba dışarı attılar. Arkadaşlar arkasından Sami Akıncı için ileri geri kon uşuıyorlar ama o bir öneride bulununca kolay kolay karşı duramıyorlar. Sanırım bui, derslerinin çok iyi olamsından çok, yönetimcilerle iyi ilişkilerinden ileri gelen bir çekingenlik. Daha doğrusu korkuya dayalı bir uyma. Törene dek derslikte gene fidan dikme işlerini tartıştık. Kimi arkadaşlar belleklerini hiç zorlamadan konuşuyor. Ali Önol, durup duruken “ Geçen seneki fidanlar ne oldu? diye sordu? “ diye sordu. Dinledim, kimse yanıt vermedi. Birden: ” Geçen sene fidan dikmedin ki ne olduğunu soruyorsun! “ Hemşerisi Fetttah gene öttü: ” Geçen sene bütün fidanları sen mi ektin? “ Gülerek; ” Geçen sene fidan diktiğini sananlar, masallardaki gibi odun oldular. Geçen sene daha şubat ayında okulun başka yere göçeceği duyulunca bahçe çalışmaları durduruldu. O dedenle fidan ekilmedi. Evvelki sene fidanlarını soruyorsanız(Pencereyi göztererek)hemen törten yerininaltından dereye dek alanda. Hepsi yeşil yeşil olmuş. Benim ilk diktiğim fidan, ilk sırada asfaltın kenarında, benim boyumu geşmiş, gittim baktım. Siz de benim gibi ilgilenseydiniz böyle konuşmazdınız. Fattah’a baktım: ” Ne o Fetto, kukuriko, rikosunu atar istersen sadece” kuku” derim. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorsan öğren. Kaçacak delik ararsın. Baba Ali2ne güvenme o biraz sonra kendi kendine ağlayacak. Çünkü düşünmeden konuşan korkaklar hep öyle yapar. Düşünmeden söyler, taşa çarptığını anlayınca kurtuluşu ağlamakya bulurlar. Bakın bir daha öztleyelim. Geçen yılki fidanları sordunuz. Geçen yıl fidan ekilmedi. Sdiz uyuyor musunuz yoksa maksaktı şekild dedikodu mu yaratmaya çalışıyorsunuz? Evvelki yıl siz debenimle birlikte çalıştınız. Ben fidanlarımı izliyorum, siz neden ilgilenmiyorsunuz? Şimdi geldim esas soruma: ” Fidanların hepsini ben ektim! “ gibi bir söz söyledim mi? Binleri aşan fidanı benim ekemeyeceğimi bilmiyor musun? Bunları ben eksen senin gibilerinin burada ne işi olur? Amaç salt fidan ekmk değil başka işiler de var. Burada sayılıp dökülemeyecek bu işleri, yapanlar, kendi yaptıklarını anmaktan utandıkları için başkalarının yaptıklarına dil uzatırlar. Tıpkı “ Kedinin eremediği ete murdar! “ demesi, “ Tilkinin, erişemediği üzüme koruk! “ demesi gibi. Anladın mı “ Kuku! “ Fettah kalktı dışarı çıktı. Baba Ali başını sıra üstüne bıraktığı kollarına koyup öyle bekledi. Sami Akıncı bana: ” Bunları öğredndin onların sözüne neden bu kadar içerliyorsun? “ Sami’ye baktım: ” Bütün kavga edenleri sen mi barıştırıyorsun? “ dedim. Sami duraksadı, sarardı, “ Hayır arkadaşım, bennnnn. derken öteki arkadaşlar kahkahalarla güldüler. Sami sağına soluna baktı anladı, o da güldü. “ Demek istiyorum ki, diyerek sözünü söyledi. Ben. “ Ya işte öyle, şimdi gelip sağıma vursa solumu çeviririm ama. İnsan konuşurken beklemediği bir tepki hiç ilgisi olmayan insanlardan gelince kendini kolay kolay tutamıyor. Sami oturduğu yerde bir süre güldü…Elini kaldırarak haklısın hem de çooook haklısın! “ dedi. Bayrak törenine çıktık. Töreni Namık Ergin Öğretmen yönetti. Namık Öğretmen bana “ İbrahim, sen şu işi artık üslen, disiplinli bir duruma sokalım. Ben burada oldukça sana yardım ederim. Sen ses ver, başlat bitir, ötesini bize bırak! “ dediZaten daha önce İlhan Görkey Öğretmen de bana havalar düzelince sen yöneteceksin! “ demişti. Ben hazırlandım. Dedim ama gene de bir kaygı duydum, gel-git olayı pk kolay değil. Ben bunu Hasanoğlan’da denedim. Orada bayrak direğinin hemen dşbşnde bizim yatakhane çadırımız vardı. Akordiyonu oradan alıp çıkıyordum. Oysa burada akordiyonu koyacak yer yok. Akordiyon elimde meydanlarda beklemek zorunda kalabilirim. Bunları düşündüm ama bunları Namık Ergin Öğretmene söyleyemedim. Derslikte arkadaşlşarın harıl harıl Atasözü, Türkü, masal konuştuğunuı dinledim. Fikret Madaralı Öğretmen bunlardan öernekler istemişti. Yarın soracağını söyleyenler olmuş; bu da herkesi etkilemiş. Edebiyat Tarihi Dersleri kitabını karıştırdım, Masal da yok, Atasözü de. Türküye benzer şiirler var amam onların da adları başka. İlgin Abbas Amcamın sazla çalıp söylediği nefese rastladım. Pir Sultan Abdal yazmış:
Güzel aşık cevrimiziÇekemezsin demedim miBu bir rıza lokmasıdırYiyemezsin demedim mi Yemeyenler kalır naçarGözlerinden kanlar saçarBu bir demdir gelir geçerDuyamazsın demedim mi…
Kitapta iki şarkı ile bir türkü de var ama. bizim türkülere benzemiyor; onları yazmadım. Şair Nedim yazmışmış. Şaheserler Antolojisini bir da ha taradım. Geçen Gün anlattığım Altın Sakallı Dev’den(Ben onu Talihin Çocuğu olarak anlatmıştım) başka masal sdeğil ama masalımsı olarak bir de Gülle Bülbül var. Oscar Wilde yazmış. Atasözleri için daha önce öğretmen yazdırmıştı. Öğretmen köylerde çok sözlenen Atasözleri de sormuştu. Benim saptadıklarım: Tavşana kaç, tazıya tut, Üzüm üzüme baka baka kararır, Kedi eremediği ete murdar, dermiş, Bak bana bir gözünle, bakayım sana iki gözümle, Kelin tırmağı olasa kendi kaşınır, Borç yiyen kesesinden yer, Alma yetimin ahını çıkar aheste aheste, (Çoğu aheste sözünü ayeste der) Deveye boynun eğli demişler, o da; nerem doğru, demiş, İt iti ısırmaz, Su destisi su yolunda kırılır. Kuyruğunu sallayan kancı…………, Baba oğlununa bağ vermiş, oğlu babasına bir salkım üzüm vermemiş, Fakirin bir oğlu olmuş, sevinçten……… sını koparmış. türü başka sözler de var ama ben onları yazmıyorum. Kendi kendime konuştum: ” Ben onları yazmıyorum ama onlar var. Var ki, konuşuluyor; hem de akşam sdabah birkaç kişi bir araya gelince ulu orta söyleniveriyor: Anasına bak, kızını al. Anası neyse danası da o olur. Hiç kimse ayranım ekşi demez. Doğrucu, dokuz köyden kovulur……. Yat zili çalınca bıraktım. Yeni bir karar aldım, yatınca şiirlerden başka hiçbir şey düşünmeyeceğim. Arkasını bırakmasaydım şmdiye dek Han Duvarlarını ezberleyecektim. . Neredeyse 80, 90 dizeyi ezberlemiştim, vazgeçtim. Namık Kemal, İzmir Yollarında, O Geliyor, Mahurdan Gazel, Çoban Çeşmesi, Fikret’in Necip Ruhuna, Röslein, , İstiklal Marşı(Tamamı)Gemiciler’le Süvariler şiirlerini tekrar ede ede ezberledim. Faruk Nafiz Çamlıkbel’den iki şiir daha seçtim: Ali, At. . İkisi de kisa ama güzel. Ali’yi İsmail Habib’in Edebi Yenikliğimiz 2. kitabında buldum. Ne ilginç Ali şiiri bana, bizim köyde sık sık anlatılan benzer bir olayı anımsatıyor. Çoban Yusuf’unaşık oluşu. . bu tür konuları düşünmeyecektim. Kendimi, bedenimi gererek uyardım. Ayaklarım ranzanın ucuna dek gitti.
23 Mart 1942 Pazartesi
Sefer Tunca nöbetçi. Akşamki tartışmaları bilerek anımsattı: ” Tekirdağ Yolcuları hemen kalksın! Az konuşanlardan Biri de Halil Basukçu; çoğunlukla toplu şakalara katılmaktan kaçınır. Bu kez ilk sözü o söyledi: ” Tekirdağ’a gitmiyorum, biraz daha yatabilir miyim? “ Sefer Tunca’dan bir dakika izin çıktı ama bu kez de Tekirdağlılar sordu: ” Tekirdağ’a gidilmez mi? “ Tekirdağ’a gitmek iatemeyenler ya Tekirdağ hakkında bilgisizdir ya da tembel! “ Halil Basutçu yanıtladı: ” Sanırım ben ikisine de uyuyorum! “ Bir grup birden: ” Olmaz, bir kişi ikisini de olamaz; bildiğimiz örnekler hep tek tek. Örneğin Hilmi Altınsoy; Tkirdağ hakkında çok şey bilir ama tembeldir. Öeneğin Bekir Temuçin tembel değildir ama Tekirdağ’ı bilmez. Bir yanda Hilmi öte yanda Bekir Temuçin yükseksesle, kendilerine sataşanlarla söz yarışı yaparken Namık Ergin Öğretmen: ” Neler oluyor burada, ben neler duyuyorum? “ diyerek kapıdan girdi. Ben az önce çıkmıştım, dolabımı düzeltiyordum. Namık Öğretmen yüksek sesle: : Tembellikten, çalışkanlıktan söz ediyorsunuz, besbelli çalışkanlar kalkmoş işlerini görüyor, tembeller yataklarında lak lak ediyorlar! “ dedi. Konuşanların çoğu hazırlanmış durumda olduklarından kapıdan sıkışarak çıktılar. Dersliğe gittiğimde Hilmi Altınsoy: ” Abi ben Tekirdağ’a gitme hakkımı sana devrediyorum. Sen kşi bugün bir daha Namık Ergin Öğretmenin gözüne girdin, seninle yarışmak benim haddim değil! “ Bu kez arkadaşlar Hilmi Altınsoy’a: ” Hakkın mı vardı ki, hakkını devrediyorsun? “ diye sordular. Ben, işi uzatmamak için : ” Tekirdağ’ı gördüm, görmeyen arkadaşlar görsün, gidileceği zaman da bunu Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmene söyleyeceğim! “ dedim. Kahvaltıya Tekirdağ sözü edilertek girildi. Kahvaltı ederken sordum: ” Nereden çıktı bu Tekirdağ işi? “ Nöbetçi Sefer Tunca’nın sabah şakasından! “ Bu kez de ben, Türkçe dersi ödevlerini ortaya getirdim. Hasan Üner, kitaplığa gelen yeni kitaplardan söz etti. Yeni günümüze gerçekte böyle başladık. Öğretmenlerin bir bölümü kahvaltıya geldi. Naci İnan gene yok. İçimden bir ses Naci İnan Öğretmenini tümden gittiğini duyurur gibi oldu. Kimseye bir söz söylemedim ama, durum öyle gibi, dedim içimden. Azıcık üzüldüm. Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi: ” Kitap kitap, diyordu işte bir yığın yeni kitap daha geldi, Öğretmenlik mesleği üzerine kitaplardan tararlanacaksınız. Milli Eğitim Bakanlığı düşünmüş olacak bu konuda yardımcı kitaplar gönderdi! “ dedi. Arkasından da gülerek: Kitap okumamak için hiçbir bahaneniz yok, kış geçti, kitabını alan istediği bir köşede okuyabilir. Hiç bir okulda olmayan özel bir okuma saati ayrılmış. Sizden, iyi yetişmenizi isteyenler, güzel planlar düzenliyorlar. Bunu anlayın, zamanlarınızı ona göre değerlendirin! “ Bu arada Ulus gazetesinden bir yazı okudu. Yazıda Cumhurbaşikanı İsmet İnönü’nün köy okulları üstne sözleri vardı. Yazı aynı zamanda daha üç Köy Enstitüsünün açıldığını, (Konya/İvriz, Sivas/Yıldızeli/Erzurum/Pulur) toplam öğrenci sayısının 10. 000 olacağını yazıyordu. Böylece Köy Enstitüleri 1-Kepirtepe, 2-Kızılçullu, 3-Çifteler, 4-Hasanoğlan, 5-Arifiye, 6-Savaştepe, 7-Gönen, 8-Gölköy, 9-Ladik, 10-Beşikdüzü, 11-Cilavuz, 12-Akçadağ, 13-Haruniye, 14-Yıdızeli, 15-İvriz, 16-Pulur olmak üzere 16’ya çıkmış. Bu sayı yakın zamanda 30 olacakmış. Öğretmen gazeteyi bırakarak bize, “ İşin önemini, kendinizin nasıl bir görev soprumluluğu altına girdiğinizi yavaş yavaş anlamaya başlayın. Bakın bu ders yılı sonunda iki Köy Enstitüsü, Kızılçullu ile Çifteler’i bitirenler olacak. Şaka maka değil, otuzar kırkar öğrencisi, köylere dağılacak. Bir yıl sonra da siz aynı durumda olacaksınız. ! “ Öğretmen bir şey düşünür gibi durdu, Sahi siz, Hasanoğlan’da oralardan gelen öğrencilerle tanıştınız, içlerinde son sınıflardan gelen olmuştur. Tanıştınızsa işte onlar 3 ay sonra köylerine öğretmen olarak gidecekler. Siz, en sağlıklı bilgiyi onlardan alacaksınız. Ancak, mektup yazacak kadar, yakınlık kurdunuz mu? önemli olan o! “ öğretmen bunu söyleyince kimse tınmadı. Biraz da inat damarım tuttu, parmak kaldırdım: ” Ben, dört beş arkadaşla tanıştım, Çiftelerden Ali Yılmaz , Abdullah Özkucur’la, Kızılçullu’dan, Hicri Kızık, Yaşar Özgün, Hüseyin Atmaca adlı arkadaşlarla konuştum, mektuplaşacağımıızı kararlaştırmıştık. Ancak ben, daha önce Kızılçulla’dan Ziya Fikri Özden arkadaşla, Çifteler’den de AliYılmaz’la mektuplaştığım için onlara yazmadım. . Ayrıca Ladik, Haruniye, Arifiye, Pazarören, Beşikdüzü’lü arkadaşlarla mektuplaşıyorum! “ Öğretmen, söylediklerimi dikkatle dinledi, çok memnun olduğunu, bunu aksatmadan sürdürmemi söyledi. Asrkadaşlarla mektuplaşmaların insana çok şeyler kazandırdığını, mektupların yüzü yüze konuşmaktan bile önemli sayıldığını anlattı. Mektupların bir yazı türü olduğunu, mektuplarla yazılmış romanların olduğunu söyleyince de öğretmene dikkatle baktım. Öğretmen gülerek: ” Söyle! “ deyince “ Balzac’ın İki Yeni Gelinin Hatıraları! “ dedim. Öğretmen: ” Bak bak, iyi gidiyorsun, Dede’yle karşılaşınca bunları anlatacağım, çok mutlu olacaktır! “ dedi. Sonra da arkadaşlara Vahit Lütfü Salcı’nın ilk kayıtlar yapılırken benim için: ” Okuyacağından umutluyum, çalışacağına da kefil oluyorum! “ dediğini anlattı. 2. Derste öğretmen, verdiği ödevleri sordu. Yapanlar karmak kaldırdı. Öğretmen dikkatli bakmamış gibi yaparak Yakup Tanrıkulu’nun numarasını okudu. Arkadaşlar revirde olduğunu söylediler. Bu kez öğretmen Yakup’un rahatsızlığını sordu. Yakup gibi, Mehmet Başaran, Harun Özçelik, Ali Önol, Hüseyin Orhan, Hilmi Altınsoy arkadaşların da revirde olduklarını söylediler. Öğretmen bu kez de: ” Aman ha, biz sizi dimdik ayakta, sağlıklı insanlar olarak düşünüp öyle istediğimiz için, boyuna çalışmanızı, verilen ödevleri yerine getirmenizi istiyoruz. Oysa bunların yerine getirilmesi sağlık sorunlarınızla ilgilidir. Sağlık sorununuzu ise tümden siz yürütmek zorundasınız. Sizin aslında birinci göreviniz sağlığınızı korumaktır! “ Sağlık şakaya gelmeyen bir sorundur. Büyüme çağındasınız, buna çok dikkat etmelisiniz. ! “ deyince arkadaşlar yemekleri öne sürdüler. Öğretmen sürekli aç kalıp kalmadığımızı sordu. “ Aç kalıyoruz! “ diyen olmadı. Bu kez de öğretmen, sorun açlık değil, galiba dikkatsizlik! “ dedikten sonra, “ Açlıktan olsa bizim tarafı gösterdi, ağabeyler sararıp solardı, bakın onlarda birşeyler yok! “ deyince Sam i Akıncı açıkladı, Yakup, Hilmi, İdris, Ali, Küçük Mehmet arkadaşların Edirne’den başlayan bir rahatsızlıkları vardı. Şimdi Harun Özçelik de onlara katıldı, çık sık revire taşınıyorlar! “ dedi. Yusuf Asıl güldü. Yusuf gülünce öğretmen yanına gitti: ” Ne o senin dilinin altında birşeyler var! “ deyince Yusuf: ” Öğretmenim onlara özel yemekler çıkıyor, anlattıklarına göre , böbrek, ciğer yiyorlarmış. bize öyle anlatıyorlar. ! “ dedi güldü. Öğretmen: ” Bak bak işin içinde neler var! “ Yusuf’a dönerek: ” Sen sen olda kapılma böyle söylentilere, “ El sofrasındaki baklavadan, kendi çıkınındaki azık, yeğdir! “ gibilerde bir söz vardır. Revirde yatma sıkıntısı o ciğerleri, böbrekleri alır götürür! “ Öğretmen nedense dönüp Yusuf’a Mehmet Başaran’nı sordu: ” O da mı o Ciğerciler takımından? “ Yusuf birden yanıt vermedi, yutkundu. Salih Baydemir: ” Asıl ciğerci öğretmenim! “ Fikret Madaralı Öğretmen kahkaha ile güldü. “ Ömürsünüz çocuklar! Bu gayraetlerinizi biraz da derslerinize gösterseniz, neşelerinize bizi de katmış olacaksınız. Bunu da biraz düşünün! “ dedi. Öğretmen Hüsnü Yalçın arkadaşa önc baktı, sonra sordu: ” Siz ne yapıyorsunuz? bakın arkadaşlarınız şakalaşarak, mektuplaşarak kendilerine bir yerf açma gayreti içindeler. Siz burasını bitirince onlar gibi kendi köyünüze gitmeyeceksiniz. Hoş onların bir bölümü de belki kendi köyüne gitmeyecek ama, onlarda gitme umudu olduğundan içlerinde bir güven gücü belirmiş durumdalar. Siz ikiniz böyle bir iç güce sahip değilsiniz. Sizimn bir yabancı çevre içinde olacağınız kesin gibi. Bu konuda neler düşünüyorsunuz, düşündüklerinize dayalı bir hazırlığınız var mı? Hüsnü inandırıcı bir şey söyleyemedi: Bir iki sözü tekrarladıktan sonra bu yaz bir iki arkadaşla gezmeye çıkacağını ekledi. Öğretmen: ” Bu da güzel, Trakya’daki köyler ufak tefek farklarla bir birine benzer. Ancak hiç birisi Bulgaristan köyleri gibi değildir. Az da olsa göedüklerin sana bir fikir verir! “ dedikten sonra Emrullah’a baktı. Emrullah ayağa kalktı, “ Benim ne olacaım belli değil, neyi düşüneyim? “ deyip oturdu. Fikret Madaralı Öğretmen az durdu. Sinirlenip kötü sözler söyleyecek diye sessiz sessiz beklerken öyle olmadı, öğretmen. “ Haklı söze ne denir? seni en iyi sen düşüneceksin. Umarım öyle yapıyorsundur! “ deyip. Sami Akıncı’ya geçti. “ Çalıştın çabaladın, sınıfını geçtin, sonunda okulunu bitirdin. Ogün semnin karşılaşınca bu soruyu soracağım: ” Şimdi ne yapacaksın? “ Sen de benim gibi o günü düşün bana yanıtını ver. Sami Akıncı biraz renklendi ama gülümseyerek: ” Öğretmenim darılmayın ama ben köye gidip öğretmenlik yapmak istemiyorum. Bu okula gelirken de bunu düşündüm. Bu okuldan yararlanıp başka okullara geçmek istedim. Ailem beni okutamayacaktı, bunu anlamıştım. Bir süre daha çalışıp şansımı başka yerlerde arayacağım. Tam bilmiyorum. Çıkan yasada bize hak verileceği yazılı bu hak nasıl olacak bu yaz onu araştıracağım! “ Öğretmen Emrullah’la Hüsnü’ye bakarak, : ” İşte Sami’nın düşüncesi bu. Hepinizin bu tür bir yaşam hazırlığı olmalıdır! “ Öğretmen ayrılıncaNöbetçi Sefer Tunca geldi: Tüm arkadaşlar, Tarım Barakasına davetlidir! “ dedi. Revirde olanlar, yazıp Salih Ziya öğretmene götürdü. Halil Basutçu gene konuştu: Tekirdağ Sevenler öne düşsün! “ şakalaşmak isteyenler bi birinin arkasına geçmeye başladı. Sözde onlar gitmek istemiyormuş. Oysa sabah en çok yaygara yapanlar onlardı. Herkes sevdiği arkadaşila itiş kakış yaparak gittik. Salih Ziya Öğretmen yok. Besim İyitanır Öğretmen var. Önce ben bozuldum, çok iyi biliyorum bana takılacak. Gerçekten de öyle uzaktan baktı göremedi galıba, b elki de gözlükleri uzağı göstermiyor. Yakına gelince, beni göstererk “ Bizim köylü, Salih Öğretmen ikimizi görevlendirdi, o gelene dek arkadaşlara biz yardımcı olacağız! “ . Pullukla çekilmiş iki çizgiyi gösterdi. “ Bu çizgilerin arasına çamlar için çukurlar açılacak. Geçen yıl ekmişsiniz, gene de bir örneği beraber yapalım! “ deyip bel küreğini aldı, elliye elli bir çukuru kendisi kazdı. Küreği bir kez ben iki kez de öteki arkadaşlar almak istek, vermedi. “ Ben tarımcıyım, toprakta yetişen bir insanım, tıpkı sizin gibi. Bir tane olsun yapayım, görün, tıpkısını sizden istemeye hakkım olsun! “ dedi. Çukuru bitirince geri çekildi, güldü. Terledim, gördünüz. Sizi terleyince görünce bunun ne demek olduğunu ben de anlamış olacağım. Terlemeyen i, nsxanlar, çalışırken terleyenin durumundan anlamazlar! “ deyip güldü. Bıraktığı yerden her zaman taşıdığı çubuğu aldı, eğilik çukurun derinliğini ölçtü. Çukur çubuk boyuncaydı. İşte bu çubuk elli santimdir. sizin yaptıklarınızı delip ölçersem sakın gücenmeyin, bu bir ilke işidir. Yapılan işler hep kontrol edilir. Amaç işilerin düzgün yapılmış olmasıdır. İkişer metre ara ile işaretler yapıp kazmaya başladık. Besim İyitanır Öğretmen bir süre ayrıldı, okula doğru gitti. Ancak arkadaşlar, çalışmayı hiç aksatmadılar. Saati sonranrın dışında kimse bir yorum yapmadı. Mehmet Yücel’le İsmet Yanar’ın yapay bir tartışmasından başka ki, mse konuşmadı. Zil çalmaya yakın Besim İyitanır Öğretmen geldi. “ İyi çalıştınız, teşekkür ederim! “ dedi. Paydos ettik. Arkadaşlar, daha doğrusu hepimiz biraz şaşırdık. Besim İyitanır Öpğretmen göründüğü gibi değil. Daha doğrusu biz onu tam değerlendiecek durumda değiliz. Titizlik gösterdiği tavırlar var, önem vrdiği ilker var. Bunları seçebilirsek iyi davranacak, anlamazdan gelirsek şiddet gösterecek. Yemekte yeni bir haberle karşılaştık. Önce saçma gibi geldi. Ancvak tüm öğrencilerin ağzına yayılmış. Geçen hafta okulumuza gelen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldiğinde bizim müdürümüüzü traş olmamış durumda sakallı olarak görünce, berbere gitmeye vakit bulamıyor düşüncesiyle traş makinesi hediye etmiş. Olaya önce güldük. Ancak konuştukça olayın saçmalığını, uydurulmuş olabileceğini söyleştikse de, Okul Müdürüümüzü dile dolayan bu söylemin öğrenciler tarafından iyi karşılanmıyacağını, bunun okul Müdürümüzün kulağına dek gideceğini, bunun da onu üzeceği kanısına vardık. Bunun ortadan kalkması için önlem düşünmeye başladık. Müdürüümüz hergün Lüleburgaz’da, özellikle apaçık olan Çal Eczanesinde oturduğunu hep biliyoruz. Öyleyse bu makine hediyesi ne oluyor? Ben biraz daha sertçe tepki göstermiş olacağım. İşe giderken Sami Akıncı, yavaşça, “ Sen bilmiyorsun galiba o haber doğruymuş, gerçekten öyle bir şey olmuş, Hasan Ali Yücel geldiğinde Müdür Bey onu uzamış bir sakalla karşılamış. O da bir şaka yapmış, bir makine göndermiş! “ Hasan Ali Yücel geldiğinde kapıyı ben açtım, Okujl Müdürününü yanına ben götürdüm. Müdür Beyin sakallı olduğunu tam bilemiyorum! “ Sustum. “ Gene de bu sözün kesilmesini isteyelim! “ Salih Ziya Öğretmenin geldiğini gören arkadaşlar sevindi. Besbelli sabah sıkılmışlardı. Tyarım Barakasında toplandık. Salih Ziya Öğretmen yaptığımız işleri beğendi; iki gruba ayırdı, bir grup kazdı bir grup ekmeye başladı. Besim Öğretmen gelmedi. Grup değişimi yaparak yüz fidan ektik. 6 saattik bir çalışma sonunda kişi başına 5 fidan dikmiş olduk. Öğretmen bunun büyük bir başarı olduğunu ancak bu başarıyı da her zaman beklediğini söyledi. Böylece Kepirtepe 2. Çam ormanına kavuştu! “ dedi. Arkasından da gülerek, yıllar sonra okulu dolaşmaya geldiğinizde “ bu çamları biz dikmiştik diyerek o günün öğrencileine bu günleri anlatacaksız. İşte yaşamın en güzel tarafı da budur! “ dedi. Okula dönerken ellerimizin biraz kızardığını konuştuksa da ben atölyeye sapıp akordiyonu gene açtım. İstyiklal Marşı tuşlarını iyice belledim. Elim doğru gidip dönebiliyor. İzmir Marşını, gençlik, Onuncu Yıl, Dumlupınar Marşlarını, radyodan aldığım Türk marşını içer gibi çalıyorum. Bugün biraz sıkıldım, erken bırakmak istedim ama İlhan Görkey Öğretmenin tembihini anımsadım: İzinlisin ama o saatte ortalıkta pek görünme! “ demişti. Oturdum, zili bekledim. Az değil iki saat akordeon çalışıyorum. Yemeğe giderken arkadaşlara katıldım. Yeni bir haber: ” Pazartesi gününden sonra değişik bir çalışma programı uygulanacakmış. Pazartesi, salı, perşembe günleri sanat, çarşamba, cuma günleri de tarım çalışması yapılacakmış. Müdür Bey için yapılan konuşmalardan kendi kendime takıldığım Naci İnan öğretmenin dönmeyişinden kederlenir gibi oldum. Kimseyle konuşmadan oturup matematik çalıştım. Hilmi geldi, biraz sıkılarak, “ Abi, “ Öğretmen, şu büyüf harfleri çok soruyor. Ben de nedense onları hep unutuyorum. Sen benim koca kafama vura vura bana bunları öğret! “ dedi. Büyük harfler dedikleri de E. 0. B. 0 ile E. K. 0. K idi. Hilmi’ye öğretmekten çok bunları, başkalarına nasıl daha rahat anlatabilirim düşüncesiyle bir hazırlık yapıp, örnekler seçtim. Önce ezberden yapılacak sayılar yazdım. 50-60-80, bunları bölebilen sayılar. Bunları çoğalttık. 10’la 1000’e ulaşan sayısız 2, 3, 4 sayı üzerinde durduk sonda Hilmi: ” Ne kadar kolaymış? “ deyince çizgiler çizip ayırmaya başladık. Oynar gibi bu geceyi E. B. 0. B ile geçirdik. Sonunda Hilmi kendisi 6, 8, 10 sayılarının E. K. 0. K’si 120, 18, 24, 36 sayılarının E. B. 0. B’si 6 diyebildi. Birlikte yaptığımız onlarca örneği de aldı gitti. Yatarken de gene gene teşekkür etti. Sıkılır gibiydim Hilmi’nin sevinci beni rahatlattı. Rahat uyuyacağımımı umarak yattım.
24 Mart 1942 Salı
Sami Akıncı nöbetçi, “ Zil çaldı arkadaşlar! “ deyip gitti. Arkasından takılmalar oldu. “ Bakalım bu nöbetinde kimler var? Kimler olacak? Raif Kayın, Sırıklım ya da bülbül, Kamil Varlık, Mehmet Karadeniz, Mehmet Özalp, Hasan Çetin, Selim Gezen, Haydar Mandacı, Hasan Arabacı, Recep Türköz, Tevfik Yıldırım, Rasim Dereli adları sayıldı. Bunlar hep iyi, çalışkan çocuklar ama biraz da başına buyruklar. Böyle oldukları için de onlarla herkes kolay uyum sağlayamıyor. Söylenenlere gülmekle birlikte gerçekten ben de Sami Akıncı’nın nöbetçi grubunu merak etmeye başladım. Söylenti hep N üstüne dönüyor. Zaten söylenmeye çalışılan da o: ” Acaba N de nöbetçi mi? “ Belki herkesten çok ben merak ediyorum ama nedenini de bilmiyorum. Bildiğim tek şey N çok kurnaz biri. Yumuşak yumuşak: ” Sami Abi! “ diyerek yaklaşıp kendini değerlendiriyordur. Çünkü Sami Akıncı kültür dersleri öğretmenlerinin övgüleri nedeniyle okulda ad yapmış biri. Sözde okulumuz İş Okulu. Sanat derslerinde çırpınanları çalışırken uğrayanlar övüyorsa da o, orada kalıyor. Sanat derslerine hiç girmeyen, tuğla üstüne bir tuğla koymamış, rende ile keseri ayıramayan, tarım çalışmalarında bir fidan dikmemiş olan Sami Akıncı, küçük sınıflara örnek gösteriliyor. Kim gösteriyor? Öğretmenler. Sözde öyle bir örnek verilince onlar da birer Sami Akıncı olacaklarmış. Herkes Sami Akıncı gibi olsa bu okulda işleri kim yapacak? Bunları zaman zaman belli arkadaşlarla konuşuyoruz ama sözlerimiz aramızda kalıyor. Bu görüşe sınıfımızda katılmayan yok gibi. Sami’yi korumaya çalışan bir iki kilşi dışında tüm arkadaşlar benim gibi düşünüyorlar. Onların da çoğu geçen yıllar Sami Akıncı çevresinde toplanmıştı. Hasanoğlana gitmeden önce yapılan kooperatif seçimlerinde Sami Akıncı beş-on oy alabilmişti. Hele Hasanoğlan’da iş çalışmaları önemsenince Sami Akıncı hasta olacak duruma girmişti. Sonunda Hüsnü Baykoca onu gene korudu. Böylece Sami Akıncı, Hasanoğlan’da Kepirtepelilerin taptığı küçüklü büyüklü 6 bina ile öteki ekiplerin yarımlarını tamamladığı 5 binanın hiç birisinde ne bir çivi çaktı, ne de bir tuğlayı şuradan alıp şuraya bıraktı. Adı anılmaz olmuştu. Kepirtepe’ye dönünce eski öğretmenler gelir gelmez Sami Akıncı’yı gene eski yerine koydular. İlhan Görkey Öğretmen bile nöbet cedvellerini ona yaptırmaya başladı. Oysa o, ne dersimize geldi ne de Sami’nin bir başarısını gördü. Besbelli ki birisdi ona Sami Akıncı’yı önerdi. Okul Müdürü derste bile köydeki tarım çalışmalarında sen ne yapacaksın Sami? diyor da, tüm sınıf tarımda çalışırken Sami’yi muhasebeci Hikmet Beyin odasında görünce ses çıkarmıyor. Arkadaşlar şakalaşırken ben bunları düşündüm. Kahvaltıda bir çok arkadaşın gözleri ortalıkta dolaşıyor. Aradıkları kesinlikle N. Ortalıkta yok. İsmet dayanamadı, ne fesat insanlarsınız, arkadaş grubuna kız bile almamış! “ dedi. Yanıtlar hazır: ” Ne biliyorsun almadığını, bak N kahvaltıda da yok! “ “ Tamam! “ diyenler oldu: N nöbetçi ama buraya gelmedi, Sami Abisi ona: ” Sen biraz daha uyu! “ demiştir! “ gülüşmeler arasdında kahvaltıdan çıkarken Melahat Erkan’la karşılaştım: ” Haftaya oyunlara başlıyoruz, kızlardan katılacakları kendilerine sorup listeye alacağız. Listeleri İlhan Görkey Öğretmen görecek, yoklamalar ona göre yapılacak. Bu nedenle katılmak isteyen arkadaşlarla görüşmek istiyorum. N’yi göremedim! “ Melahat hiç duraksamadan N de katılacak ama o şimdi rahatsız. üç gün derslere de girmeyecek! “ Yürüyüp gittim. Kimseye bir şey söylemedim. Arkadaşlar, biraz da Sami’nin yokluğundan yararlanıp olayı iyice cıvıttılar. Bu kez konuştum: ” N rahatsız, derslere de girmiyor. ! “ Herkes sustu. Bekir Temuçin: Öyleyse hasta olduğu için nöbete gelmemiştir! “ Ahmet Gürsel Öğretmen içeri girince Bekir’in sözü öylece ortada kaldı. Öğretmen bahardan, havanın güzelliğinden söz ettikten sonra, hepimize baktı. “ B ugün birhayli eksik var, hayırdır! “ dedi. Rahatsız olanlar sayıldı. Sami söylenmeyince öğretmen eliyle Sami’nin yerini gösterdi: O da mı rahatsız? “ Mustafa Saatçı nöbetçi olduğunu söyledi. Öğretmen arkasını dönerken kapı vuruldu Sami geldi. Öğretmene söz söylemeye başlarken öğretmen biliyorum, deyip otue işareti verdi. Öğretmen: ” Çalışanlar çalışmayanlar? “ diye yüksek sesle konuştu. Emrullah’a “ Ne haber? “ diye sordu. Emrullah: ” İyilikler öğretmenim! “ dedi. Öğretmen iyilikler daima iyidir. Biz de sözümüzü iyilikle başlatalım, dilerim bu iyi olacak! “ deyip Emrullah’ı tahtaya çağırdı. Emrullah’ın yüzü gerildi ama gene de tahtaya daha düzgün kalkıp gitti. Öğretmen tebeşir alıp tahtaya x=y, x+4=y, 2x+10=y-30, x+20=y-30… 45, 55, 75’in E. B. 0. B’unu, 60, 70, 80’in E. K. O. K’unu istedi. Gözüm Hilmi’ye takıldı. Gülümsedi. İçimden : ” Dur bakalım! “ dedim. Emrullah çok bekledi. Öğretmen bir başkası yardım etsin! “ deyince Hilmi Altınsoy ayağa kalktı. Öğretmenin işareti üzerine Hilmi tahtaya gitti. Öğretmene sordu hangisinden başlayayım? “ Öğretmen gülerek, doğru yapacakların kabulümüz, hangisinden istersen başla! “ deyince Hilmi, önce E. B. O. B’u buldu: 5, E. K. O. K’u 42000 olarak buldu. Sami Akıncı: “ Yanlış! “ deyince Hilmi duraladı. Öğretmense devam etmesini söyledi. Ancak bundan sonraki Hilmi’nin her sözüne öğretmen söz ekleyip, öteki soruları da çözdürdü. Sonunda da Hilmi bir aferin aldı. Öğretmen daha önce birlikte çalışmamızı söylemişti. Bana “ Emeğin boşa gitmedi! “ dedi. Dönüp Sami’ye “ Neresi yanlışŞ” diye sormadı. Konu öyle kapanır gibi oldu. Öğretmen çıkınca ben sordum. Ancak Sami nöbetini bahane edip gitti. , 2. derse gelmedi. Tahtaya kalkıp 60, 70 , 80
Ayırımını bir daha yaptım. Öğretmen geldi, gördü sanırım anladı. Gülerek sayılar büyüdükçe yanılmalar artar. Biz sayısal dıoğrudan çok mekanizmanın kavranmasını istiyoruz. İnsanlar yapa yapa alışırialıştıkça da daha dikkat kesilir! “ dedi tahtayı sildirdi. Daire çizip içine gene üçgen çizdi. Çember üstünden eşit kenar üçgenlerin çeşit kenar üçgenlerin durumlarını anlattı. Geçen derste benim “ Sonsuz olamaz! “ dediğimi anımsatıp sonsuzluk söz ko nusu olmadığını, milimetrik çizimlerle 360 olduğu söylendiğini, bunun bile olanaksız olduğunu anlattı. Sonra da daşire merkezine geçerek buradan geçebilecek doğruları daha doğrusu çapları gösterdi. 180 eşit uzunluktaki doğruların alanı daire dediğimiz şekli oluşturur! “ diyerek, ikinci bir daire çizdi. Bu kez de çeşitgen üçgenler çizdi. Daire içine çizilen üçgenlerin, eşit kenar, ikiz kenar, dik üçgenlerin alanlarını daire yardımıyla bulduğumuz gibi çizilecek öteki üçdenlerin de alanlarını dairede ölçüleri yardımıyla bulacağız. Bu konuda bizden önce bulunmuş kurallar işimize yarayacak, adım adım onları öğreneceğiz! “ derken zil çaldım. Öğretmen bu kez: ” Hep ceğiz cağız! “ diyoruz, ziller çalıyor, alıp çantaları gidiyoruz! “ deyip güldü. “ İşler sizin omuzlarınıza yüklenıyor. “ Gayret dayıya kaldı! “ diye bir söz vardır; duymuşsunuz! “ deyince arkadaşlar “ Duyduk! “ dediler. İsmet: ” Bizim de dayımız var! “ dedi. Öğretmen bana baktı: Tabii tabii, gayret hep ondan geliyor zaten, dayılığı hakkediyor! “ deyip ayrıldı. İki dersimiz de boş. Arkadaşların çoğu işe çağırılmaktan kuşkulanıyorlar. “ Sessiz duralım arkadaşlar, ders çalışıyoruz, biri birimize engel olmayalım! “ Bunu söyleyenlerin bir bölümü herkesten önce kendi sözlerine gene kendileri gülüyorlar. Gene de konuşmalar kesildi, bir süre sessiz çalıştık. Bir ara Hilmi yanıma geldi “ Şu “ Cebir” denilen şeyi ben bir türlü anlamıyorum! “ deyip, dersteki işlemleri önüme koydu. x=y,
x+4=y, 2x+10=y-30, x+20=y-30 denklemlerinin, salt x , y harflerine göz alıştırmak için yazıldığını ilk ikisinin denklem bile olmadığını, öteki ikisinin de akıldan biye bulunacağını anlattım. “ Öğretmen onları bir alışkanlık olsun diye yazdığını, Emrullah azıcık konuşsaydı öpretmen bunları anlatacaktı. Sen de ötekileri öne aldığından öğretmen söyleyecekleri söylemedi, konu yarım kaldı! “ x=y var sayılan iki eşit değerdir. Bunları arayıp bulmak söz konusu değildir. Bu harflerin denklemlerde böyle kullanılacağını göstermek için yazılmıştır. x+4=y, bu da deminkine benzeyen bir alıştırma. Bir değere 4 ekleyince bir başka değere eşit oluyor, demektir. Bunun tersini de söyleriz: 4 ü ’ y’den çıkarırsak x olur. x=y-4. Burasa istersek x’le y’ye bir çok değer verebiliriz. Örneğin x=10 olunca y=14 olur. . istersek aralarında 4 fark olan sayıları düşünebiliriz. 20=24-4 gibi. Ancak bunlar bir cebir işilemi değil. 2x+10=y-30, bunda da x ile y’yi tam bulamayız ama ötekilerden farklı olarak sayısal bir ölçü buluyoruz. 2x=y-30-10 yapabiliriz. Bunu da y-2x=40 olur. İstersen kendin bir sayıdan bir başka sayının iki katını çıkarınca 40 olacak sayıyı bulbilirsin. Bu cebir değil zihinsel hesaptır. Bunu cebir yapmak için ikinci bir ek verilirse ozaman cebirsel işlem olacaktır. y=60 olsa, x 10 olacaktır. 60-20=40. x+20=y-30 da yarım bir olaydır. Öğretmen bunların yarım olduğunu anlatacak. Biz buna da gönlümüzce değer verip yarım bir sonuç alabiliriz. Örneğin:
y-x=20+30=y-x=50 olur. Bir sayıdan bir başka sayı çıkınca kalan yüm sayılar söylenebilir. 75-25=50, 100-50 v. b. Oysa cebirde bir başka sayı daha verilerek x-y değerleri kesin bulunacaktır. Örneğin 2x+ 4y=44, x+3y=28 olan bir işlemde x, y değerleri bulunabilir. X=10, y=6 denklem kurulacak.
Hilmi anladığını söyleyerek ayrıldı. Ancak benim iki dersim aynı sözleri tekrarlayarak geçti. Hasan Üner yeni gelen kitaplardan söz etti. Fikret Madaralı Öğretmen kitaplığa 8. sınıflardan çocuk seçmiş, onlar düzenliyormuş. İçlerinde Hasan’in akrabası Fevzi Üner de varmış. “ Sen tanıyorsun, istediğin kitabı ondan alabilirsin! “ dedi. Fevzi bizim kooperatif grubumuzdandı. Hasdanoğlan’da çalışırken de birlikte olmuştuk. Buna sevindim. Okuma saatlerinde kitaplık açık oluyor, gidip kitapları kendim seçeceğim. Yemekte Hasanoğlan sözü geçti. “ Geçen yıl biz bu günler neredeydik, ne yapıyorduk? “ Ben geçen yılla bu günler bir göçec eğimizi biliyorduk ama nereye gideceğimizi bilmediğimiz için varsayımlar yapyorduk. Yam tarihini defterime bakarak söyleyebilirim ancak bu günlerde buradan ayrılacağımızı herkes söylüyordu. Öyle ki biz İsmet’le onların köyüne gittiğimizde köy öğretmeni bile bize doğrudan nereye gidiyorsunuz diye sormuştu. Oysa biz o zaman daha tam olarak gideceğimize inanmıyorduk. Sanırı bugünler Ankara sözü dilmeye başlandı Böyle dedim ama çoğu bana inanmadı. Bildiklerinden değil, derinliğine düşünemediklerinden. Konuşmalarında çoğu Ankara’ya hangi ayda gittiğimizi bile yanlış söylüyorlar. Hilmi arkadaşların yanın bana bir daha teşekkür etti. Sami Akıncı’yı öğretmenler masası yanında görünce Mehmet Aygün gülerek: ” Samicik bugün yalnız nöbet tutuyor, arkadaşı hastaymış! “ dedi. Kızın nöbtçi oyduğunu neredn biliyorsun? “ diye sorduk. Mehmet güldü: ” Yo bilmiyorum, bir şey de ben uydurmak istedim; nasıl olsa herkes kendine göre birşeyler yakıştırıyor! “ Sözü uzatmadan kalktık ama benim acayibime gitti. “ Nasıl olsa herkes bir şey uyduruyor? “ İçimden sordum: ” Ne demek bu? Yoksa inanarak konuştuklarımız da böyle mi algılanıyorlar? Belki de bu düşüncede olduğu için arkadaşların tüm olaylarda vurdumduymazlık içinde oldukları göze çarpıyor. Öyleyse onlar öğretmenlerin anlattıklarını yüzden kavrayamıyorlar. Böyle düşünerek Atölyeye gittim. Arkadaşların dikkatinden kaçmamış, Hasan’la Yusuf neden suskun olduğumu sordu. Yusuf arkasından 4 Mehmet’e kızdığımı söyledi. Hamdi Öğretmen “ Nedir bu fis kos, yoksaaleyhimdemikonuşuyorsunuz; neden bu da gitmedi falan mı diyorsunuz! “ deyince İçimdeki kuşku çıktı: Naci Öğretmen gitti! , dedim. “ Hamdi Öğretmen Caci Öğretmen buraya yola çıkarken, gerçekten gelmek üzreyken askerlik şubesinden çağrı almış, gümn vermişler. O da gelmekten vazgeçmiş, şube emrini Okul Müdürlüğüne göndermiş. Bu sözleri duyun ca hepimiz gözlerimizle İrfan Evren Öğretmeni aradık. Hamdi Öğretmen biraz acımsı gülerek: ” O burada, malzele listemizi veriyor, nihayet ödeme emirleri gelmiş. Haydi bakalım, gerçek ustalığımızı gösterecek disiplinli bir çalışma yaparak bizden istenenleri tamamlayalım. Naci Öğretmenin açığını kapatamayız ama, sizlerin bir yaş büyümüş olması bizim için bir güven olacak. 8. sınıfları da unutmayalım, onların içinde iyi çocuklar var. Onlardan da yararlanacağız! “ Hamdi Öğretmen güzel sözler söyledi ama duyar duymaz dinledik. Naci İnan Öğretmen sanki karşımızda gülümsüyordu. B ir an için içimden ağlamak geçti. Ayrılıklar hep böyle oluyor. Nerede nasıl olursa olsun, ayrılık üzücü bir olay. Hasan Çevik , Ömer Uzgil, Sabit Soysal, Ömer Tanalı, öğretmenler hep böyle gitti. Öteki tanıdıklardan ayrılmalarda da böyle bir acıklı durum oluyor ama onları bir daha görme umudu insanı biraz rahatlatıyor. Oysa bu rahatlatma aslında geçici. Ayrılık ayrılık oluyor. Tekrar görüşmr fazla bir şey değiştirmiyor. Ben, köydekilerden ayrıldım; sık sık gidip görüşüyorum ama bir birimizden öyl uzaklaşıyoruz ki, ken ablalarım bila bana yabancı gibi bakıyorlar. Onca sevgilerine karşı, benden çekindikleri bir taraf oluyor. İşte ben onu sezince onlardan uzaklaştığımı, ben uzaklaşmamış olsam bile onların beni öyle gördüklerini anlayıp üzülüyorum. Ayrılıp gidenlerde de bir uzaklaşma oluyor. Çok sevdiğimiz Ömer Uzgil Öğretmen Hasanoğlan’a geldiği zaman görüştük. Ne denli yakınlık gösterse de sanki ben sizin artık öğretmenininz değilim. Ben şimdi Isparta/Gönen Köy Enstitüsü Müdürüyüm, . Oradan gelen ekipteki çocukları sizden daha çok kendime yakın buluyorum, onlardan sorumluyum! “ der gibi bir durumu sezmiştik. Ömer Uzgil Öğretmen belki bu tür bir düşünce taşımamıştı ama görev gereği bizden çok onlarla ilgilendi, onların sorunlarını çözdü, zamanının çoğunu onlar için harcadı. Bunu uzaktan uazaktan gören bizler ayrılığın acı tarafını görmezden gelemedik. İrtfan Öğretmen paydosa yekın geldi. Bizden önca o, “ Naci Ağabeyi bizden ayırdılar! “ dedi. Yusuf Asıl, “ Askerlikten sonra gelemez mi? diye sorunca da Şirfan Öğretmen, “ Nerede? O çok zor bir olasılık. Zaten askerlik süreci de 3 yıla çıkarıldı. Üç yıl sonra hiç birimiz buralarda olmayacağız! “ dedi. Askerlik sözü beni sevindirdi, “ Tüm askerler için mi bu süreç yoksa yeni askerlik için mi? “ diye sordum. İrfan Öğretmen ilk askerlik için olduğunu 2. askerliklerin savaş nedeniyle toplanması yüzünden bir sınır verilmediğini söyleyince az kalsın bayılacaktım. Ağabeylerim üçüncü yıllarını çoktan dolmuş durum. Paydos olunca kitaplığa gittim. 7. Sınıfların önünden geçerken bir mandolin sesi duydum. Çalan güzel çalıyordu. Daha doğrusu çaldığı parça çok hoşuma gitti. Ben bu parçayı anımsıyorum, Hidayet Öğretmenin bana verdiği Muallim Hulusi kitabında bu parça vardı Müziğe İmni gibi bir adı vardı. Sevmiştim ama kimse üstünde durmadığı için bakıp geçmiştim. Çalan çocuk notadan çalıyor. Notasını 8. sınıflardan Doğan Güney’den almış. Doğanı herkes gibi ben de tanıyorum. Üstelik Edirne’ye gelenlerden. Eniştesi şair, besteciymiş. Hasanoğlan’da da bir ara birlikte derse katılmıştık. Behire Bil zamanından. . Fevzi kitaplıktaymış, kitaplığa girdim. Yığınla yeni kitap. OkulMüdürümüz, kitaplığa bakanlara tembih etmiş, 9. sınıflar gelince meslek kitaplarını gösterin! “ demiş. Fevzi bana dikkatle önce onları gösterdi. Baktım iki büyükçe yığın biri Pedagoji, öteki Ğedagoji Tarihi. İkisini de aynı yazar yazmı: Dr. Halil Fikret Kanat. Hiç başka kitaba bakmadan ikisinden de aldım. Pedagoji sözünün anlamını tam bi, lmemekle birlikte Müdür Beyin sık sıok konuşmasından öğretmenlerle, öğrencilerle ilgili oluğunu biliyordum. Kitapları alınca Doğan Güney’i buldum. Doğan kendisi yazmış, notaları da güzel yazmış. “ Ben biliyorum, nota kalabilir! “ dedi. Doğan’ı tanıyorum diyorum ama çok da konuşmuş değilim. Ancak çok ilgin bir olayı anımsadım. Büyük binanın bitişiğindeki tuvaletler yapılırken erkekler tarafının askılıkları ölçülmk istenmiş. Değişik boyda insan olacağı düşünülerek bir ölçü tutturmak düşünülmüş. Namık Ergin Öğretmen tam o sıra oralarda bulunan Doğanı çağırıp duvara işaret ypmış. Bundan çok mutluluk duyan küçük Doğan bunu uzun süre tuvaletlerde ………. göstererek karşılaştıklarına anlatmıştı. Doğanın nota yazısına bakınca onu da anımsadım. Doğan Hasanoğlan’da da bana Schubert’in bir parçasını vermişti.
Bugün akordiyona ara verdim. İki kitap elimde dersliğ girdim. Naci Öğretmenin ayrılması tüm arkadaşları etkilemiş. Ayrılık mayrılık derken gene bir yıl önceki bizinm göç telaşımızdan söz edildi. Bu kez konuştum: ” Bizim Ankara’ya göçümüz tam olarak nisanda anlaşıldı. . Bir hafta izinkli gittik. İzinden dönünce de 1 Nisanda hazırlık yapıp 16’sında yola çıktık 18 Nisan günü öğleye doğru Ankara İstasyonunda olduk. Akşam saat 8 sıralarında Hasanoğlan köy camisine girip yataklarımızı serip eşyelerımızı yerleştirdik. . Saat 10 sıralarında cami önünde yemek yeyip, köy çeşmesi önünde bir süre bakınıp gülüştükten sonra camiye dönüp yattık. Yatıldı ama. saat 12’ye dek konuşuldu. Konuşmalar da hep Mustafa Saatçi üstüneydi. “ İmam, cenaze yokayacak mı, Hafız ezan okuyacak mı? Arada da acaba İskelet gece kalkıp gezeceık mi? türü sözlerdi! “ . Gene bana soruldu: ” Sen bunları nasıl aklında tuttun? Ben, “ Ben bunları günü gününe yazdım, işaretmedim. Tarih sıralarını aksatmadan not ettim. Onlara bakınca ayrıntılar aklıma kolayca geliyor. Örneğin 10 Temmuz günü Hasanoğlan Köy Enstitü’nün temeli atıldı. Bunu neden unutmam biliyor musunuz? Çünkü Trakya Köy Öğretmen Oulu binasının da temeli 18 Temmuzda atılmıştır. Bu iki yakın tarih bir birini anımsatmaktadır. Biri anılınca öteki kendiğinden anılıyor. Böylece sık sık anılmış oluyor. Bu sık anılmalar, unutmayı önlüyor. Arada bir de notlar karıştırılırsa, olaylar kolayca biliniyor! “ Konuşmayı kersip kitaplarırı karıştırdım. Önce perk önemsemedim. Kitapların yazarı bir doktor. Doktorlar öğretmenlerne ne öğretecekler ki? “ diye kendime sordum. İki kitabın ikisi de Pedagoji ama biri tarihi. Tarih olanını öne aldım. Kitaba giriş yazıları var. Ghiriş yazılarında tarihte okuduğumuz ülkelerdeki okulları ya da okuma şekilleri anlatılıyor. Tarih okur gibi okumaya başladım. Önce Yunan tarihini seçtim. Sokrat var, Eflatun var. Bu adları çocukluğumdan beri duyardım. Evvelki yıl Fikret Madaralı Öğretmen tarih okuturkn biraz söz etmişti. Bu kez onları anlatan bir kitap bulunca iyiden iyiye okumaya başladım. Okudukça da OkulMüdürümüzün bu kitapları neden bizim sınıfa önerdiğini anlamaya başladım. Bunlar doğrudan doğruya Müdür Beyin dersini ilgilendiren kitaplar. Yazarıo doktor ama sanırım öğretmenlik yapıyor. Çünkü bir yerde öğretmenlere, “ Meslekdaşlarım! “ diyor. Sokrat, Eflatun’la birlikte çok ad var ama Aristo da çok önemli bir öğretmenmiş. Tarihte okuduğumuz Büyük İskenderin de öğretmeniymiş. Bu kitapları aldığıma çok sevindim. Çok şeyler anlatılıyor ama ben gene de bneni ilgilendirenleri kısaca yazaran öğrenmeye çalışacağım. Yunanıstan tarihi, ni okumuştuk ama ben, salt savaşları, Leonidas’ı, Homeros’u, Perikles’i İskender’i bir de çok duyduğum Sokrates’le Eflatun’u anımsıyordum. Hele son ikisinin ne yaptığını pek bilmiyordum. Şimdi öğrendim ki, Eflatun da Aristo da okul kurmuş. Aristo’nun kurduğu okul, şimdiki liselerin ilkiymiş. Eflatun da okul kurmuş, Akademya. Akademi. ancak akademi nasıl bir okul bilmiyorum. Sanırım yüksek okullardan biri. Türklerle ilgili bölümü de karıştırdım. Türklerin salt savaşlarıı ile göçlerini okumuştuk. Oysa burada, okuma yazma durumları açıklanıyor, , yetişmiş insanlar tanıtılıyor. Bu ki, tapların bana yeni bilgiler vereceğine inanarak yattım. Yatınca geçmiş günlerdeki tarih deraslerimizi düşündüm. Derste okuduk geçtik. Edebiyat kitabında Ömer Seyfettin’in bir yazısını okumuştuk. Bir deniz kıyısında Hektor’las Aşil döşüşüyordu. . Onu okurken Fikret Madaralıo Öğretmen bize bir uyarıda bulunmuştu. “ Şu okuduğunuz olayı, tarih Dersinde okuduğunuz Yunanistan bölümüne eklerseniz. Bu, Yunanistan Tarihinde size bir anımsatma yapacaktır! “ Onu düşündüm bu kitapta yazılanları da bildiğim Yunanistan tarihine katabilirsem, Yunanistan tarihi üstüne konuşurken bunlartan çok yararlanabilirim, Orta Asya Türkleri ya da Mıısır tarihi için de geçerli bir durum. Kendi kendime bir yararlı çalışma yöntemi bulduğuma sevindim. Müdür Beyin dersinde de rahatça kon uşma yolum açıldı. Daha önce bir Snellman’dan söz ediyordum. Bu kez, Sokrat, Eflatun, Aristo eklenecek. Öteki sayfalarda sayısız kimse ortaya çıkacak.
25 Mart 1942 Çarşamba
Gene bir Tekirdağ sözüyle uyandık. “ Tekirdağ’a gidecekler kalksın! “ Bir çok arkadaş, şaka da olsa “ Gitmeyenler kalkmayacaksa ben Tekirdağ’dan vaz geçtim! “ dedi. Hilmi başta tüm tekirdağlılar: ” Tekirdağ’dan vaz geçilir mi? “ Halil Basutçu yanıtladı: ” Olmayaşak olandan neden vazgeçilmesin! “ Bu kez Tekirdağlılar, Jhalil Basutçu’yu trkirdağ listesinden sildiklerini söylediler. Bekis Temuçin Halil Basutçu’ya arka çıktı: Basutçu Enirnel olmasına karşıon götürülmediğine üzülmedi tyekirdağ için neden üzülsün? Bu kez de Bekir Temuçin dile takıldı. “ Karıncanın kardeşi varmış! “ “ Eti ne ki, bu duolsun! “ Bunu söyleyenlerden biri de Fettah idi. Bekir altta kalmadı: ” Et isteyenlere seni gösteririm, beni düşünme! “ Fettah Biricik şişmanlıktan yakınanlardan biri olduğu için bu söz dokundu: ” Boyundan büyük konuşma! “ Latif Öğretmen geliyor! Uyarısı tartışmayı kestirdi. Latif Öğretmenden önce çıktım. Öğretmen: ” Benim geldiğimi adımı anarak duyuracağına “ Kalkın arkadaşlar! desen daha iyi olmaz mı? “ 6 Ali öğretmenin karşından durdu. “ Ben demedim öğretmenim! “ Öğretmen güldü: Tabii ki sen demedin, ben de sana, sen dedin demiyorum. Kim demişse o bunu anlar! “ Ali duraladı, kesinlikle yanlış bir söz söyleyecekti. Yanından geçen Arif Kalkan kolundan çekince yürüdü. . Gülüşerek dersliğe gittikArif olayı ankadaşlara anlatınca Mustafa Saatçı Ali Aga’ya sordu: ” Doğru söyle Latif Öğretmene ne diyecektin? “ Ali gülerek: ” Bana bakarak söyde, neden bana bakarak söyledin? “ diye soracaktım! “ Hepimiz güldük. “ Öğretmene böyle soru sorulur mu? “ tartışması çıktı. Çoğunluk sorulmaması gereğini söylemesine karşın birkaç kişi “ Sorulue görüşünde diretti. Bunların başında Salih Baydemir olduğunu görünce üüzüldüm. Salih’e: ” Sahi mi söylüyorsun şaka mı? “ diye sordum. Salih Baydemir: Ben böyle düşünüyorum, neden sorulmasın? “ İşin ilginç yanıAli Güleren, olaya neden olan Ali Aga sözümnden döndü: ” Salih’e: Hemşerim, iyi düşün, yarın sen de öğretmen olacaksın! “ deyince arkadaşlar gülmekten sıralara yattılar. En çok gülenlerden biri de Salih Baydemir oldu. Kahvaltıda da bunu konuştuk. Salih durdu durdu bu Ali Aga’nın ipiyle kuyuya inilmez. ! “ Salih’e teşekkür ettim. Nedenini sorunca, söylediği söz için: ” Bizim köyde çok söylenen Atasözlerini yazmıştım, bunu unutmuşum, bana anımsattın, onu da ekleyeceğim! “ Bu kez, Türkçe ödevleri anımsandı, herkes ne yaptığını anlatmaya başladı. Bunları duyunca Hilmi Altınsoy çok tekrarladığı sözünü bir daha söyledi. “ Vay anacığım, senin oğlun gene yaya kaldı! “ Mehmet Aygün Hilmi’nin annesine mektup yazacağını söyledi: ” Senin oğlun hep yaya kalıyor! “ diyecekmiş. Ben karşı çıktım: ” Hep diyemezsiniz, dün aslanlar gibi başardı, onu da yazacak mısın? “ Ben Mehmet Aygünden yanıt beklertken Hilmi: ” Yaasa bile benim anam ona inanmaz, o, bildim bileli benim başaramayacağımı söyler. Buraya gönderirken de: ” Git oğlum oralarda bir yere belki başını sokacak yer bulursun! “ demiştı. Beni anama anlatmak için boşuna yorulmayın! “ Önce güldük, olumlu olumsuz sözler ettik. Hilmi tam yanımda oturduğu için yüzünü tam göremedim ama birz asık surak olduğunu sezdim. Üzüldüm, annesinin üvey olabileceğini düşünüp sormadım, sustum. Derslikte Salih Ziya Öğretmeni beklerken Tarım Barakasına çağırıldık, bugün tüm gün tarım çalışması yapılacakmış. Nedense Hilmi’den uzak durmaya çalıştım: ” Benim annem üvey! “ diyecek diye içimde bir korku oluştu. Ben de annesiz büyüdüğüm için, annesiz çocukları ilk gü nlerden beri özel olarak izlemeye çalışırdım. Köyde annesiz akranlarımızla bu konusa oyunlarımız vardı. Köyün dışına çıkıp ağladığımız bile olmuştu. Benim gibi annesiz olan İsmail Ahmet’i en iyi arkadaş sayıyordum. Bunu duyan Halam oğlu Hilmi ile kavga bile etmiştim. Hilmi: ” Ben senin en iyi arkadaşınım! “ diye diretince, annesizliğimizi anlattım. Hilmi şaşırmıştı. Sonra uzun uzun ağladı. Gözlerini silerken bana sormuştu: ” Sen annesiz nasıl duruyorsun? “ Bunları anımsadım. Hilmi’yi incitmemek için ona sezdirmeden uzağında durmaya çalıştım. Numaralarımız arka arkaya olduğu için birlikte çağırılmaktan korkarken Besim İyitanır Öğretmen beni çağırdı” Çeşme Köylü! “ deyince arkadaşlar güldüler. Besim Öğretmen gülenlere: ” Ne gülüyorsunuz, o size köyünü tanıtmadı mı? Köyünde büyük bir çeşme vardır, köy adını o çeşmeden almıştır! “ Öğretmenin yanına gittim. Öğretmen bu defa “ İlk numara kim, gelsin! “ dedi. Mehmet Aygün geldi. Öğretmenle birlikte okulun İstanbul tarındaki ilk dere kenarına indik. Boydan boya sürülmüş tarlaya gittik. Tarlanın kenarında(Öğretmen Bahçe diyor) iki metre uzunluğunda iki tahta vardı, öğretmen onları almamızı söyledi. Bir de birer metre çıtadan yapılmış yarım dikgörtgen var, onu da aldık. Elizideli tahtaları ucuca getirip yarın kareyle 90 derece yaptık. Çıtakarın uçlarını işaretmelik. Önce bilinsizce yaptığımı ikinci kez yapınca anladım. Tıpkı bah çubuklarını ekerken yaptığımıza benzer bir işaretleme yapacağız. Besim Öğretmen: ” Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır! “ derleribizimki de böyle! “ dedi. Öğretmen gelmek üzere ayrıldı. Biz durmadan tüm tarları işaretledik. Bakınca küçük görünmesine karşın oldukça büyük bir yermiş. Öğleye doğru öğretmen geldi. Niçin böyle yaptığımızı sordu. Bir iki olasılık söyledikse de tam yanıt veremedik. İşaretlerimiz aralarına değişik sebzeler ekilecekmiş. Önce bu işaretli yerler kazılarak eşit aralıklı sebzelere ayrı ayrı hazırlanacakmış. Besim Öğretmen sordu: ” Tarh nedir bilir misin? “ Biliyordum, daha önce Alpullu’da yapıp ektik. Ayrıca adını söylemeseler de bizim köyde böyle ayrı ocaklar hazırlayıp sebzeler ekildiğini biliyorum. Nede nse bunları bir yana bırakıp: ” Biliyorum, sayıları bir birinden çıkarma! “ dedim. Besim Öğretmen tavrımdsan bir şey anlamamış olacak, iyi niyetle: ” O senin dediğin matematik tarhı, bizimki sebzelerin yataklarıdır! “ deyince bu kez onu da biliyoruziAlpullu! da sebze bahçesi yapmıştık! “ deyince, öğretmen “ Haaa , tabii ya onu ben de görmüştüm. İşte onun biraz daha genişini burada da yetiştireceğiz. Paydos zili çalınca öğretmenle birlikte okula çıktık. İsmet kaygılanmış, benim hoşlanmadığımı biliyor. Üzülüp üzülmediğimi sordu. Mehmet Aygün çok iyi çalıştığımızı, Besim Öğretmenin, çalşışanlara karşı çok yakınlık gösterdiğini anlattı. Yemekte de bizim ayrı çalışmamız üstüne varsayımlar kuruldu. Varsayımlar arasında benim Besim Öğretmen tarafından kayırıldığım da vardı. Bu hoşuma gitti. İçimden: ” Varın siz öyle bilin, ben her an bir anlaşmazlık çıkacak korkusu içinde dişimi sıkıyorum. Böyle olduğumu bilse çoğunuz sevinecek. Sizi sevindireceğime öyle düşünmenizi yeğlerim! “ deyip gülümsedim. Öğleden sonra iki gruba ayrıldık, bizim gerup bağ aralarını kabarttı, öteki grup çamlığı kazdı. Çamlık bel kürekleriyle bellendi, biz, bitki tabakasının köklerini kestik. Bir süre sonra biraz daha kuruyunca bel kazması yapılacak. Mehmet Aygün’le gene birlikteyiz. Mehmet arada , Besim Öğretmenin sertliğinden söz etti. Bu konuda konuşmamıştık ama onun söyledikleri benim de düşünceme uydu. Salih Ziya Öğretme çoğunlukla çalışırken nedense bana soru soruyor. Gene bana, sizin bağaları kaz kez kazıyorsunuz? “ dedi. Bir kez kazdığımızı, bir an sonra da çıkan otları kazıdığımızı anlattım. Salih Ziya Öğretmen: ” sizin orası anladığım kadarıyla biraz kumsal, bizim burası tam kepir. Bu fark bizi iki kazıma zorluyor. Çünkü buranın yaban otlartının kökü derincde, üstten kesmeyle sorun çözülmüyor. Köklr derinde olduğu için yaz boyunca büyüyecekler. Bunu önlemek için, bir ikincisini de bellemek zorundayız! “ . Öğretmen kon uşurken uzaktan Müdür Bey’le İlhan Görken Öğretmenini geldiğini gördük. Öğretmen onları karşılamaya gidince arkadaşlar biraz üzgün olarak: ” İstersen üçüncü , dördüncü çapayı da yaptırırsın, nasıl olsa elinde amele var! “ türü konuştular. Müdür Bey” Kolay gelsin, bol üzümler olsun bağcılar! “ dedi. Daha sonra da geçen yıl buralara gerektiği gibi bakılamadığını bu yıl çok iyi bakılacağını umduğunu söylei. Salih Ziya Öğretmene “ Ne diyorsun kuzum, seneye ilk üzümü tadacak mıyız? “ diye sordu. Salih Öğretmen: ” Genellikle bağların üçüncü yıllarda biraz kouksu da olsa üzüm verdiğini anlattı. Müdür Bey: ” Canım, koruk moruk, bu çocuklar, emeklerinin ilk mevvesdini tatmış olunlar, o da yeter. İsterlerse gelecek yıllarda gelip olgunlarını da yerler! “ İlhan Öğretmene dönerek : ” Gel biraz da çam ormanında doşaşalım! “ dedi, gülüşerek gittiler. Salih Öğretmen de birlikte gidince biz gene rahat kaldık. Aynı tempoda çalışıyoruz amasözler değişiyor. Bu kez de Mehmet Yücel: ” Bunlar kurnaz adamlar, bizi çalıştırmakiçin düşünüp güzel sözler seçiyorlar. “ Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırmış! “ Hasan Üner, daha önce okuduğumuz Ziya Gökalp’in yazısını anımsattı: ” Yüzüyle, sözüyle sirke mi satacaktı abisi? Onun görevi bu! “ Öğretmen geri dönünce konuşmalar kesildi. Öğretmen birer birer bağ çubuklarına, tomurcuklara baktı: ” On gün sonra burası yemyeşil olacak! “ deyince ben “ Yeni çubuklşar geç kalmıyor mu öğretmenim? “ diye sordum. Öğretmen: Geç kalmasına geç kalıyor ama çubuklarımızı adamlar bir türdü hazırlamadılar. Bunlar, Edirne Numune Fidanlığı gibi çalışmıyorlar. “ Gelin alın” demeden gidecek halimiz yok. Bugün yarım haber bekliyoruz! “ dedi. Arkadaşlar dikkatle dinlediler. Kuşkusuz herkesin aklından Tekirdağ sözü geçiyordu. Öğretmen fazla bir söz söylmedi. Paydosa dek herkes içinden düşündü. Paydos zili çalınca olası Tekirdağ yolculuğu sözleri değişik şekillerde başladı. Her söyleyen kendini içine kattığı bir grupla Tekirdağ’a gitti, geldi. En kuşkulular benden sordu: ” Senin bu konuda kesin bilgin var mı? “ Gerçekten hiçbir bilgim yok; olsa sormazdım! “ Ancak içimden geçti, herkes Tekirdağ’a gi, tmek için can atıyor. Benim fazla bir ilgim yok. Böyleyken gideceğime inanmaya başkladım. Öğretmenler kendilerine saygı duyup içlenlikle söylediklerini yerine getirmeye çalışanları unutmuyorlar. Salih Öğretmen Tekirdağ’a giderse beni gene götürecek. Namık Ergin Öğretmen Hasanoğlan’dayken Sili Usta’nın beni yanına alıp ayırmadığını anlatmış. Hamdi Bağ, İrfan Evren öğretmenler gibi Salih Ziya Öğretmen de söyledi: ” Numaramla, 66 Bu çok güzel bir değerlendirme, biz seni yıllardır tarttık, biliyoruz ama bir yabancının bunu kısa zamanda takdir etmesi senin çalışkanlığının sonucudur. Namık Öğretmen bunu , her sözü edildiğinde anlatıyor; biz de sevinerek dinliyoruz. . Bu çok güzel bir şey, bunu yapabilmek çalışma şevkini kazanmakla olur. Bunu sen bunu sen başarmış durumdasın! “ Öğretmene ne söyleyeceğimi bilemediğim için boynumu büküp susmuştumSonra sonra düşündüm; pek bir şey yapmadım gibi geliyor bana ama durmadan da çalışmıştım. Mustafa Günewri Öğretmen benimle arkadaş gibi konuşuyordu. Şerif Baykurt-Süheyla Başokçu olayında beni seçip araya koyması, sonraları beni birhayli düşündürmüştü. İki genç öğretmen önce birbirlerini sevip anlaşıyorlar. Biri Kayseri’ye atanıyor, biri Hasanoğlan’a. Bir süre sonra biri gelip konuşmak istiyor, öteki konuşmaya yanaşmıyor. Şerif Baykurt Mustafa Güneri’nin tanıdığı olduğu gibi benim de hemşerim, Kırklarelili. İşi bu hemşeriliğe bağlayarak beni Şerif Baykurt’la tanıştırıp karşılıklı ilişki kurdurdu. Bundan sonra Şerif Baykurt’un Hasanoğlan’da danışmanı ben oldum. Neden öğrtetmenlerden biri değil de ben? Hüsnü Baykoca Öğretmen, yaşamının büyük bir bölümünü Kırklareli’de geçirmiş, Şerif Baykurt’un çocukluğunu bile bilir. Sanırım onun yaşlılığı düşünülerek uzak durulmuştu. Belki de abartıyorum ama kendime bundan da bir pay çıkardım. Hele ben başta olmak üzere daha Kepirtepe’deyken tartışmaya başladığımız Asli Yılmaz Demirbilek Öğretmenle, Hasanoğlan’gittiğimizde de bir süre zıtlaştıktan sonra arkadaş gibi olmam, koca binaların çatılarını Ali Yılmaz Öğretmenin bana güvenerek bırakması, ayrılırken ağlamaklı olması, onun insanlığundan da olsa benim de bunu hakkedecek bir tarafın olduğunu kanıtlar, bence. Böylec kendi kendime övünç payı çıkarıp bunlara ndenler sıraladım. Tekirdağ’a gitmek de benim hakkım olabilir. Paydosta atölyeye gittim. Doğan’dan aldığım parçayı çaldım. Ne kadar kolaymış, bir bakışta çaldım. Sanki ben bunu daha önce çalmışım gibi geldi. Sanırım Behire Bil Öğretmen kemanla çalıyordu. Bir kaç defa çalınca basları da katarak oldukça sesli çaldım. Kapıda tıkırtı oldu, açtım, Doğan arkadaşlarıyla gelmiş, benim nota diye arkadaşlarına söylüyor. “ Okuma saati, ben izinliyim! “ deyince nöbetçi olduklarını söylediler. Mehmet Özeren, Namık Yücel, Mürsel Dilek. Hasanoğlan çatı çatma arkadaşları. Onlara bir süre değişik parçalar çaldım. Gerçi onlar parçalardan çok akordiyonun kendisiyle ilgilendiler ama, olsun; ben onlara karşı bir görev yapmış olmanın rahatlığını duydum. Doğan akordiyona sarılacak gibi bakıyor. Çalması çok kolay gibi sanıyor. Çalışsa çalabilir. Kemanıo ilerlettiğine göre notaları okuyor. Notaları okuyan için akordiyon çalmak, parmak alıştırmaya bakıyor. Onlar gidince ben de dersliğe döndüm. Derslikte yapılacak toplu geziler tartışıyor. Bana da sordular, “ Önce nereye gitmek istersin? “ Konuşmaların öncesini bilmediğim için ben: ” Önce kendi köyüme gitmek isterim! “ dedim. Kızanlar oldu: ” Oyun bozanlığı ediyorsun! “ Olayı anlayınca düzelttim: Yusuf Asıl’ın köyü tarafını, Saray’ı söyledim. Bilmiyordum, daha önce soruşturulmuş, Uzunkörü ile Saray eşit oy almışmış. Ben “ Saray! “ deyince bir sevinç çığlığı atıldı. Saray grubu kazanmış. Uzunköpru grubu beni, bile bi, le öyle davranmakla suçladı. Neyseki konu kavgaya dönüşmeden durdu. Sami Akıncı en güzel sözleri söyledi. Kendisi Bayramlı köyünden, arkadaşları kendi köyüne çağırmış, yakın ilçe Uzunköprü Yusuf Asıl da aynı sözleri söylemiş, o da kendi ilçesi olan Saray’a çağırmış. Benim bunlardan haberim yok. Bana sadece ikisinden biri söyleyince ben de: ” Daha önce Saray’a gittim ama hiçbir şey göremedim, Orada gözüm kaldı, o nedenle ben Saray, olsun demiştim. İşte Sami Akıncı bu sözümü içtenlikli buldu: ” Arkadaşa biz bizim düşüncelerimizi aktarmadık. Onun Saray’a bir özlemi varmış, haklı olarak orasını seçti. Bu nedenle kınamaya, ya da sitem etmeye hakkımız yok! “ dedi. Hiç bir şey demedim ama Sami Akıncı’nın öteki arkadaşlardan farını bir kez daha farkettim. Bekir Temuçin, Ali Önol, Fettah Biricik takımına kalsa iş kavgaya gitmeden susulmayacak. Kavga edecek durumda olsalar belki de böyl cerbezelik etmeyecekler. Yemek süresince Yusuf Asıl’ı dinledik. Bir bakıma Saray’a gitmiş kadar olduk. Recvep Kocaman Saray’ı görmüş, : ” Bizim Pınarhisar, Saray’dan daha güzel diyecek oldu. Yusuf neredeyse ağlayacaktı. “ Oylama oldu, geri dönülmez! “ diyerek yatıştırdık. Dersliğe döndüğümüzde Hilmi Altınsoy tahtaya birşeyler yazıyordu, dikkat etmeden geçtim. Yerime oturunca İsmet: ” Dayı, şuna bir şey öğrettin başımıza matematikçi kesildi! “ dedi. Baktım Hilmi tahtaya alt alta sayılar yazmış 30-45-60…. 78-88- 108…12-44-72…. 40-70-120…. 80-90-100…. 50-70-90…. E. K. O. K. ya da E. B. O. B. lerini buluyor. Öteki arkadaşlar benden önce İsmet’e çıkıştılar. Beki Termuçin, Yusuf Asıl, Mehmet Aygün Hilmi’ye arka çıktı. Daha sonra Sami Akıncı sayılar söyledi, onları da yaptılar. Ben ilgilenmedim. İkinci kitabımı açıp baktım. Pedagoji. Yazarı dr. Halil Fikret Kanad. Yazarın soyadı Kanad , “ D” ile yazılıyormuş, ben onu daha önce kanat, “ T” ile yazmıştım, düzelttim. Ancak bu kitap beni azıcık sıktı. Gene tarihten söz ediyor ama çok dikkatli okumak gerekecek dört sayfa kadar okuduktan sonra kapatıp gene ötekini açtım. Bu kez karıştırdım. Müdür Beyin andığı Pestalozzi’yi buldum. İsviçreli biri. Üniversite bitirmiş. Bir papaz ailesi çocuğuymuş. Ge nç yaşında evlenmiş. Önce çiftçilik yapmış. Ancak insanların daha dürüst olması yolunda bazı işlemler yapılabileceğini düşünmeye başlamış. “ İnsanlar, nasıl yetiştirilirse daha çalışkan daha az zararlı olurlar? “ Kendisinden önce bu konuda yazılmış yazıları okuyarak, kendi düşüncelerini geliştirmiş. Bu konuda önce yazılar sonra da bu yazıları kitaplara çevirmiş. Bu konuda bilgilerini geliştirdikçe bunları uygulamak için okul açma yollarını aramış. “ Kendi düşüncelerini uygulamak için okul açmak! “ Burada biraz düşündüm: ” Bir adamın düşüncelerini uygulaması için okul açılır mı? “ Açılır mı ne demek? “ İşta kitap bunu yazıyor. Yat zili çalınca kitabı kapatıp kalktım. Bir kişi nasıl okul açar? Petyalozzi İsviçreliymiş. İsviçre nasıl bir ülke ki orada insanlar okul açmayı düşünüyorlar? “ Yoksa okullar bazı insanların dşüncelerine göre mi açılıyor? Bizim okul da böyle bir düşünce ürünü olabi, lir mi? Neden lise ya da öğretmen okulunda değiliz de ayrı bir yasa ile köyden kasabadan uzak bir yerde okuyoruz? Neden tüm okullar yalnuz derslere girip çıkarken biz dört saat dersten sonra daha dört saat atölyelerde çalışıyoruz? Bu tür soruları sorarak yatağa girdim. Sorular, bir birine karışarak gene ge ne aklıma takıldı. Bu kitaptan bakalım neler öğreneceğim. Öğrenciler için yazılmış bir kitap olduğu üstünde yazdığına göre herkesin bilmesi gereken bilgileri veriyor. Okul Müdürümüz de okumamızı istediğine göre alacağım bilgiler benim için gerekli olacak bilgilerdir, bundan kuşkum yok. Sanırım bu soruları sorarken uyudum.
26 Mart 1942 Perşembe
Mehmet Yücel’in şakalarıyla uyandık: ” Si, zi Tetirdağ mekirdağ deyip yalanlarla kaldırmak istemiyorum. Kalk zili çaldı, şimdiöğretmenler gelecek azarlanacaksınız. Lütfen kalkın, adam gibi dersliğinize gidin! “ Birkaç ses birden: ” Aferin İskelet, gene adam gibi konuştun, yarın sabah sen de bu dediğini yap! “ Benim bildiğim Mehmet Yücel, bu dediğini her zaman yapmaktadır. Derslikte çok konuşmakla birlikte yatakhanede o denli kopnuşmamaktadır. Çok takuılan olursa yanıtını verir, susar. Ancak öyle bir yanıt verir ki onu duyanlar gülmekten kolay kolay susamazlar. Bugün nöbetçi olduğu için yürüdü gitti. Sanırım bir başka zaman gereken yanıtı verecektir. Halil Basutçu arkadaşla ikimiz biz genel olarak konuşmalara karışmıyoruz. Adımız geçince sessiz kalmamakla birlikte özellikle yatakhanede uzayacak şamatakardan kaçınıyoruz. . Halil derslikte de bu özelliğini sürdürüyor. Ben, derslikte istemeyerek karışıyorum öyleki kimi zaman bu karışma, kaygaya bile yaklaşıyor. Derslikte Hilmi Altınsoy’un matematikçiliği gene tartışma konusu oldu. Tahtada akşamdan kalma E. K. O. K’lar, E. B. O. B’ler var. Mustafa Saatçı: ” Silin şunları gözüm görmesin! “ demiş. Hilmi Altınsoy, Bekir Temuçin sildirmek istemiyor. Taraftarlar giderek arttı. Kalsın diyenlerin belli amacı varmış: ” Öğretmen tahtada bunları görünce bunlardan soracaktır. Hazır bunları biraz anlamışken kahtaya kalkar öğretmenin gözüne gireriz! “ Karşı tarafın görüşü daha ilginç: ” Öğretmen bunları görürse, kaldırır bunlardan sorar, bunları yapamayacağımıza göre, öğretmene neden bunları anımsatalım? “ Halil Basutçu iki tarafın görüşlerini duyunca dayanamadı: ” Haydaaaa! Sizin kavganız tahta silinmesi değil, çalışıp çalışmama kavgası! “ Özellikle bilmeyenler, bugün kalkmasa bile yarın nasıl olsa kalkacaklar; n’olur bu günden öğrenseler! “ Sana ne, bana ne sözleri arasında kahvaltıya gittik. Kahvaltıda çay-peynir olunca o gün güzel bir gün sayılıyor. Şaka da olsa bunu veren nöbetçi arkadaşımız gelenek olarak teşekkür alıyor. Mehmet Yücel teşekkür aldı. Biz uzaktan Mehmet Yücel’i konuşurken, Mehmert Yücel bayan öğretmenin karşısında dimdik duruyordu. Öğretmen konuşuyor, o da başını kaldırıp indiriyordu. Arkadaşlar güldü: Iskelet, Mata Hari karşısında nasıl mum gibi duruyor! “ İlk kez duyduğum bu mata muta sözünü sordum. Arkadaşlar gülüştüler, herkes bir birinin üstüne attı: ” O söylesi, bu söylesin! “ sözleri arasında kahvaltıdan kalktık. Öğretmenler geldi. Fikret Madaralı Öğretmenle merdivende karşılaştık; çantasını bana verdi. Derslikte masasının üstüne koydum. Tahta öylece E. B. O. B. E. K. 0. K lerle doluydu, onları sildim. İsmet bana sinirlendi: ” Sen neden siliyorsun, öğretmen öylece görsün anlasın! “ İsmet’e sordum: ” Öğretmen neyi anlayacak? Anlasa anlasa, seninle benim de bu anlayızlarla aynı olduğumu anlayacak. Böyel olsun istemiyorum. Tesine öğretmen, onları da benim gibi titiz olduğumu sansın, uyarmasın. Daha sonra onlar nasıl olsa bensiz bir yerde yakalanacaklar, o zaman cezalarını çekerler! “ İsmet: ” Ohoooo, ölme eşeğim ölme yaz gelecek! “ deyip oyurdu. Bu kez de ben İsmet’e: ” Benim eşeğim yok ki ot beklesin. Sen bni kimi zaman eşekler arasında gördüğünde o eşekleri benim sandınsa aldanmışsın, onlar benim değil; onların ne düşündüğü ise benim umurumda değil! “ Gülenler oldu, eşek yapıldık diyenler oldu. Öğretmen girince kon u değişti. Öğretmen “ Günaydın! “ dedikten sonra hemen kitaplıktan yeni kitaplardan söz etti. Göreniniz var mı? “ diye sorunca iki kitabı da kaldırıp gösterdim. Öğretmen kitapları istedi, verdim. “ Ben de bunlardan söz edecektim, Okul Müdürümüzün özel olarak getirttiği öğrtetmen kitapları, Öğretmen yetiştiren okulların Öğretmenlik bilgisi adı altında okuttuğu kitaplar. Bunlardan yararlanmalısınız! “ dedi. Kitapları geri verdi. Çantasından çıkardığı bir kitaptan parçalar okudu. Parçalarda çoğunlukla hayvanlar konuşuyordu. Öğretmen başlıkları söylemedi. Bu tür daha önce parça okuyup okumadığımızı sordu. Arkadaşlar okuduklşarı söylediler. Ben soruyu tam anlayamadığım için sustum. Karga ile tilki, Çakalla, fare gibi sözler söylenince Karga ile tilki olayını anımsadım. Öğretmen, aslanlı, develi kısa kısa yazılar okudu. Kimisine güldük, kimisine üzüldük. Sonunda bunlarla nasalları karşılaştırarak bir ayırım yaptık. İnsanları aydınlatıcı örnekler içinde hayvanlar konuşturuluyorsa bu tür yazılar masallardan ayrılırBunlar şiir şeklinde de olur, düz yazı şeklinde de…Öğretmen , Muallim Siracettin, Tevfik Fikret, Halil Nihat Boztepe adlı yazarlardan örnekler verdi. Bir de yabancı yazardan söz etti: La Fonten. Onun kitabından on kadar şiir okudu, Sinekle At, Rüzgarla sinek, Aslanla Fare, Ağustos Böceği ile karınca, Karga ile Tilki, Kurtla Leylek, Aslanla Eşek, Kartalla Karga, Tavşanla Kurbağa, Güvercinle Karınca…Bunların daha önce okuduğumuz ya da dinlediğimiz masallarla aralarındaki benzerlikleri, ayrıldığı tarafları konuştuk. Bu türün en usta yazarı: Fransız La Fontaıne(La Fonten)Öğretmen ayrılırken, bundasn böyle nöbetlerinde burada kalacağını, okuma saatimizde birlikte kitap okuyacağınızı muştuladı. Öğretmenin duyurusuna bozulanlar, bu kez bir başka acı duyuru ile karşılaştılar. “ ). sınıflar Tarim Barakasına! “ Kimimiz gülerek kimimis sinirlenerek Tarım atölyesine gittik. Bizi önce Besim İyitanır Öğretmen karşıladı. Besim Öğretmen işaretl sıra olmamızı söyledi. Sonra da “ Toplu durun ki biz de yapacağımızı rahat yapalım! “ gibi bir açıklama yaptı. Saydı 24 kişi çıktık. Bana, “ =lmayanları yaz bana ver! “ dedi. Beni ayırdı, Mehmet Aygün’ü aramış. Bana döndü” Senin arkadaşın da yok mu? dedi. Mehmet en öndeydi. Öğrtetmen dikkatli bakmamış, Mehmet ayrıldı. İkimize: ” Sizi tanıdım, yeni arkadaşlar tanımak istiyorum! “ dedikten sonra sayarak on iki arkadaşı alıp gitti. Seçtikleri de özellikkle uzun boylular oldu. Hasan Üner, Hilmi Asltınsoy, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl, biizim grupta kaldı. Salih Öğretmenin yanımnda bir yabancı vardı, konuşması bitince yanımıza çıktı. Gelecek bağ çubukları için yer hazırlayacağımızı söyledi. Kürek, belküreği, çapa alıp gösterilen yere gittik. Bağ olarak bildiğimiz yerin bitişiği, Lüleburgaz yönü tarafı. Öğretmen: Ayhnı büyüklükte hazırlayacağız, çubuklarımız eksik gelirse, seneye tamamlarız! “ dedi. Öğretmen: Di mi ya, deyip güldü ama başta Hilmi olamak üzre bizim arkadaşlar somurttu. “ Çubukların eksik gelmesi demek onları başkası getirfecek anlamı taşımaktadır. Böylece Tekirdağ’a gitmek, bize göre suya düştü. İşe başladık. Öğretmen az ayrılınca söylenmeler başladı. İçimden gülmek gelmekle birlikte nesense azıcık ben de üzüldüm. Mehmet Aygün bana sordu: ” Şimdi onlar ne yapıyordur? “ Söz Besim İyitanır Öğretmene döndü. Daha ilk gün Besim Öğretmenin gözlerine takılanlar olmuştu: ” Adamın nereye baktığı belli olmuyor! “ Bugün de en önde duran Mehmet Aygün’gü görememesi konu edildi. Çok dengeli belleyip kazdık, topakları kırıp düzelttik. Öğretmen geldi, neşeli bir şekilde konuştu, Hasanoğlan’daki köy bağlarını sordu. “ S oğuk iklim, orada bitkiler geç uyanır, gibi sözler söylerken bize: ” Geçen yıl gittiğinizde dikkat ettiniz mi, bağlar yapraklanmışmıydı? “ diye sordu. Arkadaşlar duraksadı hepsi bana baktı. Öğretmen gülerek: “ Hadi canım siz de, onuda mı bakışarak anımsayacaksınız; kendi gözleriniz kiradamıydı? “ dedi. Be, hiç duraksamadan, “ Biz bundan 20 gün sonra gittik, 18 nisanda. O zaman havalar iyice ısınmıştı; kuytulardaki bağların yanından geçtik, yeşermişlerdi! “ Öğretmen: İşte dikkat buna derler. Bakıp da görmeyenlerin bir adı vardır: Bakar kör! Böyle olacağınızı düşünemiyoruz, olmanızı ise asla istemiyoruz; biraz daha dikkatli olmalısınız! “ Arkadaşlar bizden önce paydos etmiş, Besim Öğretmen gelince bizi de paydos ettirdi. Salih Ziya Öğretmene de “ Çocukları derslerinden aldık, yemekten önc biraz soluklansınlar! “ Öğretmenler gülüştü. Biz elimizdekileri toplayıp kapı aralığına bıraktık, ayrıldık. Yolda Besim İyitanır üstüne sözler edildi. “ Adam göründüğü gibi değil galiba! “ Nasıl görünüyor ki? “ Bunu kim sordu anlayamadım ama, Mehmet Aygün yanıtını çabuk verdi. “ Bakar körlerin değerlendirmesi bu kadar olur! “ Derslikte de Besim İyitanır Öğretmen konuşuldu. . Yarım saat önce bırakmış. Hem de boş derslerinden aldık! “ demiş. İki grubun getirdikleri karşılaştırıldı: Bakar körler, boş derslerinden alınıp çalıştırılanlar, yarım saat önce bırakıldığı için sevinenler! “ Öğleden sonra ekiplerin yer değiştirilmesi istendi. Besim İyitanır’ın ekibi değişmek istemedi. Buna da ben sevindim. Öğle uyemeğinde gene Bakar körlük konuşuldu. Bu arada Kör Adam şiirini anımsadık. Hilmi Altınsoy bir ara hepimize: ” Rüyada gibiyim, siz ne konuşuyorsunuz yaaa! (Yahu yerine kullandığı bir ses)Bunlar olurken ben yanınızdamıydım? “ Yusuf Asıl: ” İşte bir bakar kör! “ deyince Mehmet Aygün karşı koydu: Bakar kör değıl, “ Duyan duymaz! “ Bir süre gülüştük. Öğleden sonra ekip değişmesi olmayacağını Salih Ziya Öğretmen Mehmet Yücel arkadaşa söylermiş, o da arkadaşlara duyurmuş. Zil çalınca biz, öğretmeni beklemeden çalışmaya başladık. Öğretmen geç geldi, gelince de Tekirdağ’dan nihayet haber geldi, cumartesi bizi bekliyorlar, dedi. Hepimizde bir sevinç belirtisi sezildi ise de içimizden öğretmeninin söyleyeceğini bekledik. Sali Öğretmen sözü söylememiş gibi başka işleri ortaya getirim bir süre konuştu. . Sonra da “ Siz devam edin! “ deyip gitti. Tekirdağ’ı en son görmüş olan ben, bir kez daha bildiklerimi anlattım. Bildiklerim de bir iskele, balıkçı tekneleri, denize düşecekmiş gibi bayıra yapıştırılmış evler, bir dik yokuştan aşağıya doğru inerken kasabaya giriş, genişçe bir yolla iki tarafa sıralanmış dükkanlar. Aralarında Bilal Dayımınkisinin de bulunduğu sıra sıra asmalı kahveler. Tekirdağ Bağlığı nerede diye sorsalar bilmem. Çünkü ben bağ falan görmedim. Benim geçtiğim yollarda da bağ diye bir nesne görmedim. Tekirdağ’da hiç bağ yok deseler inanacağım. Zaten gittiğimnde denizi görünce bağ falan aklıma bile gelmedi. Üsdtelik ben denizi daha önce gördüm. Ancak benim gördüğüm deniz İstanbul deniziydi. Hertarafı binalarla sıralanmış, ne yana baksan bitiveriyordu. Tekirdağ denizi açık, gözünün görebildiğin- ce uzaklara gidiyor. Bak bakabildiğin kadar, masmavi su! . Öğretmen gelmedi, biz de benim saatime göre iki dakika önce paydos ettik. Mehmet Aygün benimle kaldı, arkadaşların gelmesini bekledik. Onlar bu defa yarım saate yakın geciktiler. Tarım Atölyesini kapatıp akordeon çalışmaya gittim. Yeni parçam İmni, bu ad ne anlama geliyorsa bilmiyorum ama parça hem kolay hem de çok güzel. Uzata uzata çaldım. Kapıda ses duydum. Biraz fazla bastığımın ayırdındayım. Okuma sati ya vurdu ya vuracak; kapıyı açtım, kızlardan bir grup, bu şarkıyı çok seviyorlarmış, duyunca duramamış, gelmişler. İçlinde N’de var, şarkının sözlerini de biliyormuş: ” İstersen yazıp veririm! “ dedi. İstedim, bildiğine de içimden sevindim. Zil çaldı, gittiler. İçimde gene çalışma isteği doğdu. Bırakmak üzereyken, kaldım tam bir saat çaldım. Yeni parçşa o denli kolay ki, baslarda bile çalabiliyorum. İnce notalarda, baslarda çalarak uzattım. Yemek zilinde istemeyerek akordiyonu kapattım. Yemekte arkadaşlar kendi aralarında kon u bulup tartıştılar hiç oralı olmadım. Tekirdağ sözü zaten ortadan kalkmış durumda: ” Çubuklar oradan gönderilecekmiş! “ Bir cumartesi günü gidip pazar günü dönmeyi önerdim. Bir iki kişi çıkı. Ancak onlar da kalacak yer konusunda çekimser. Bşilal Dayımın kahvesinde yatmayı önerdim. Razı olanlar oldu. Derslikte de bir süre konuşuldu, sonunda Tekirdağ sözü ortadan kalktı. Mehmet Yücel nöbetten dönünce ona takılanlar oldu. Mehmet Yücel’in beklediği de buymuş, bir çok söz üretip arkadaşları güldürdü. Yemekler; aşçıbaşı nöbetçi öğretmen derken gündüzkü bir sözü anımnsadım, sordum: ” Mata Hari önünde durmak! “ ne demek? Mehmet Yücel birden bozuldu, sordu: ” Kim söyledi bunu? “ Söylemedim, sadece ne anlama geldiğini sorup sustum. Öteki arkadaşlar da da bir ilgi uyandı. Ancak Mat Hari adı yabancı olduğu için üstünde kimse durmadı. Ya da ö yle sanıldı. Ancak Mehmet Yücel yanıma geldi: ” Dayı sen o sözü nereden duydun? “ diye sordu. Bu kez ben de ona: ” Sen o sözü kime ya da kimlere söyledinse onlardan duydum! “ dedim. Mehmet Yücel üzgün olarak ayrıldı. Yatınca gene geldi, bu kez olayı anlattı. Bergüzar Öğretmen geldiği sıralarda biraz sert davranıyordu. Herkese ad takan Mehmet Yücel bunu da Mata Hari denilen birine benzetmiş. Mata Hari sözünü duymuş ama onun kötü biri olduğu hakkın da fikri yokmuş. Bunu duyan biri, Mata Harı’nin gerçek durumunu anlatınca Mehmet Yücel korkmuş; bu sözün unutulması için konuştuklarında ricada bulunmuş, uzun zamandır da bu söz ortadan kalmışmış. Başkasına söylemeyeceğime ben de söz verdim ama bunu söyleyen Mehmet Aygün’ü de ele vermedim. Mehmet Yücel rahatladığını söyleyerek gitti. Ancak ben kendi içimden olayı düşündüm. Babamın sözlerinden biri de” Bülbül’ün başına ne gelirse dili yüzünden gelir, güzel öttüğü için alıp kafese koyarlar! “ der. . Oysa bülbüller kafesleri sevmezmiş. Bir süre düşündüm: ” Mata Hari kimdir, ne yapmıştır? Bunu öğrenmeliyim! “ Mehmt Yücel’in çok kaygılanmasına da şaştım: ” Niçin acaba? “ Bu soruyu kafamdan atmak için öteki konuları anımsadım. N, gene numarasını yaptı. Gerçekten şarkının sözlerini biliyor mu? İstemeyeceğim, sözünde duracaksa getirsin kendisi versin. Bakalım kendi getirip verecek mi? Anna Karenin’i okurken bir ara N’yi Anna’ya benzetmiştim. Ne saçma düşünce, N daha çocuk, ben ona zaman zaman kızıyorum sanırım o nedenle kötülemeye çalışıyorum. Bugün bunun hiç bir anlamı yok!
27 Mart 1942 Cuma
Mehmet Aygün İdris Destan’ın en iyi arkadaşı. İdris’in nöbetlerinde hep onun yanında oluyor. Zil çalarken kalktım. Baktım Mehmet İdris’le konuşuyor. Yanlarına gittim. Mehmet İdris’i yemekhaneye gönderdi: Burada kalıp şamatalara karışma! “ dedi. Mehmet’in sözü hoşuma gitti. Gerçekten nöbetlerinde en çok tartışma çıkanlardan biri de İdris Destan. . Başkalarına o da takıldığı için, ona, borçlarını ödetmekten geri kalmıyorlar. Bu sıralar rahatsız olması arkadaşı Mehmet Aygün’ü düşündürmüş. İdris’i ben de seviyorum ama böyle bir yardımı hiç düşünmemiştim. Arkadaş olarak güzel bir şey. Sefer Tunca Fettah Biricik’i, Arif Kalkan Yakup Tanrıkulu’nuiHüsnü Yalçın Emrullah Öztürk’ü hep koror ama onları bağları salt arkadaşlıktan değil. Ben de İsmet’in yardımına koşuyorum ama bunu akraba oluşumuzdan yapıyorum. Kapı önünde dolabımı karıştırırken bunları düşündüm. Bir yandan da içerde konuşmaları dinledim. Mehmet Aygün’e sataşan olmadı. Buna biraz da Mehemöt Yücel’in soruşu neden oldu sanırım. Mehmet Yücel, “ Hemşerim İdris Destan, nöbet tutacak mısın diye sordu? “ Bu soru, İdris’in rahatsızlığını anımsattığından takılmayı kimse düşünmemiş olabilir. Derslikte gene Hilmi Altınsoy. Bu kez x+14+20= y-12 türü rastgele sayılar yazmış. “ Başımıza dert oldun diyenler oldu. Sami Akıncı önce: ” Bırakın arkadaş cesaretlensin! “ dedi ama arkasında Hilmi’ye de: ” Be kardeşim, x den sonra bari öyle aynı işaretli sayıları yazma! “ diye ekledi. Hilmi anlamadı. Bekir gitti, x+38=y-12 yazdı. Kahvaltı zili çalınca tahta öyle kalmıştı. Kahvaltıda konuşuldu: ” Tahta öyle kaldı, öğretmen görünce sormayac ak olsa bile tahtayı görünce anımsayıp gene kaldıracak! “ sözleri edildi. Bunları konuşarak kahvaltıdan çıktık. Nedense bizden önce dersliğe giren olmamı. Ya da biz öyle sandık. İçeri girince tahtanın temizlenmiş olduğunu gördük. Bizden sonra gelenler sordular: ” Tahtayı kim sildi? “ Biz haberimiz yok, mok dedikse de üstünde de durmadık. İsmet en sonra gelenlerdendi. Tahta silinmesinden söz edilince: ” Onu AliAga silmiştir, içimizde en kurnaz o! “ dedi. Bunu duyan Ali Güleren gülümseyerek: ” Ben sildim, ne var yani tahtanın temizliği sizi rahatsız mı etti! “ deyince tüm arkadaşlar güldü. Ali Güleren’in dört yıldır eline silgi aldığını görmemiştik. Biz gülerken Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Yeni giysiler içinde, gülerek girdi. . İşin ilginci, tahtaya bakınca, bak bak bak, tahtanız bile tertemiz, bahar benim gibi sizi de sarmış! “ dedi. İsmet, dayanamadı, 6 Ali arkadaşımız temizliği seviyor, bu sabah o temizledi! “ deyince Öğretmen Ali’ye baktı: ” Ne güzel, bahar herkesi etkiler, tüm doğadaki canlanış bundandır. 6 Ali’yi kutlarım. Bu canlılık uzun sürmeyebilir. Fırsatı kaçırmadan bir yoklayalım! “ deyip Ali Güleren’i tahtaya kaldırdı. 10x+20=100, 2/X+50=75 Ali x’li konuları anlamadığını söyledi. Öğretmen: “ Bu itiraf da içten gelen bir ses, peki öyleyse x’siz denklemler yazalım! “ deyip 3/5’i dolu olan bir bidona 24 litre eklendiğinde 1/5’i boş kalan bidonun tamamı kaç litreliktir? 180 sayısının 2/3’ünden 3 eksik say kaçtır? Ali bunları da yapamadı. Daha doğrusu yapmak için bir girişimde bulunmadı. Buna karşın öğretmen çoğu asal sayılardan kurulu çıkarma, toplama, bölme denklemler yazdı: Hiç olmazsa bunları yapmalısın! “ demesine karşın Ali hiç birini yapamadı. Öğretmen biraz üzgün, Ali’ye oturmasını söyledi. “ Benim dediklerim doğruydu ama sen henüz baharın coşkusuna ulaşamamışsın, yakın zamanda o coşkuyu duymanı beklerim! “ dedi. Öğretmen defterine baktı, ne düşündüyse kendi kendine “ Bir de gönüllü kaldıralım bakalım! “ deyip bizim tarafa bakarken İsmet parmağını kaldırdı. Öğretmen gülümsedi” Gel bakalım! “ dedi. Ali Güleren’ sorduklarını tekrarladı. İsmet onları eksiksiz yaptı. İkililere(2. derece denklemler) geçelim mi? diye sordu. İsmet siz bilirsiniz? “ deyince öğretmen gülerek: ” Sesin biraz zayıf geldi, sende de bahar coşkusu geç kalmış galiba? “ deyip güldü. İsmet: ” Öğretmenim bahar coşkusu var ama tahtadayım, her soruyu yanıtlayamayacağımı da biliyorum! “ deyince öğretmen haklısın, bir bir sınavdır. Derler ki sınavlardan Napolyon bile korkarmış. Napolyon’u bilirsiniz gelmiş geçmiş zamanların en büyük savaşçılarından biri. Sayısız kralların tacını yere çalmış ama adam gene de sınavdan korkuyormuş! “ Tahtaya üç denklem yazdı. İsmet’e birini yap yerine otur! “ dedi. Hepimize siz de oturduğunuz yerde yapın. Üçünü de yapanı burada görmek isterim! “ dedi güldü.
S oru 1. 2x+3y= 180, 2x-3y= 120…. x’in, y’in değerlerini bulun…. Soru 2. 12x3-2x2+4x+2 sayısını 3x+1’e bölünüz. Soru 3. 20x3+5x2-3 x+45 sayı toplamından 15x3-4x2+21x+12 sayı toplamını çıkarınız. 1. sorunun yanıtını yapmadan verdim. x=75, y=15. Öğretmen elini kaldırarak “ Olmaz, olmaz, üçünün de sonucunu bekliyorum! “ dedi. 2. soru azıcık uzun sürdü. Biryandan Sami’yi gözetledim. 12x3-x2+4x+2/3x+1= 4x2-2x+2 buldum. Öğretmen geldi işlemi gördü. . -12x3+4x2 kalan -6x2+4x+2- -6x2-2x, kalan 6x+2+2-6x+2 kalan 0-0 öğretmen baktı, başıı sallayarak “ İyi! “ dedi. 3. soru daha kolaydı. 5x3+9x2-24x+33 kalemi sıraya koyarken Sami yaptığını söyledi. Öğretmen bir başka yapan da var ama o susmayı tercih etti. derken zil çaldı. Öğretmen : ” Neyse, yetiştiremeyenler bir birlerinden yararlamnarak hem tamamlasımlar hem de unuttuklarını anımsamaya çalışsınlar dedikten sonra , aynı tempoda bir deneme de geometridenn yapalım, o ne durumda? “ deyip gitti.
Ahmet Gürsel Öğretmen gittikten sonra bir süre sessiz oturduk. Öğretmenlik Bilgisi dersimiz var. Müdür Bey gelir mi, gelmez mi? Yazı tura atanlar oldu. Yazı turalarda çoğunlukla gelmeyeceği çıktı. Mehmet Yücel tersini söyledi: ” Bu güzel havalarda neden gelmesin, az önce öğretmeni dinlemediniz mi? İnsanlar meysimlere göre tavır taklınıyorlar, bizim gibi yılın dört mevsiminde miskin miskin düşünmüyorlar! “ Mehmet Yücel’in sözüne gülerken Müdür Bey geldi. Girer girmez de, bize bakarak: ” Benim kitaplarım olacaktı, size söylemişlerdir! “ deyince sözümnü bitirmeden kitapları kaldırdım. “ Tamam, tamam! “ deyip kitapları aldı. Kitapları kaldırara gösterdi. Yazarının ıkendisinin de öğretmeni olduğunu anlattı. Parmak kaldırıp “ Yazarı doktor! “ derdemez Müdür bey gülerek: ” Anladım önce onu açıklayayım! “ deyip. Yazarın doktorluğunu anlattı. “ Bnu doktor o sizin bildiğiniz doktorluk değil, bu başka bir şey! “ dedi. Birinci ders Pedagoji kitabından bölümler okuttu, kendisi açıkladı. İkinci derste de Pestalozzi bölümünü açtırıp okuttu. Kendisi de uzun uzun Pestalozzi’nin öğretmenlik anlayışı üstünde konuştu. Ders sonunda arkadaşlar bu kitaplardan edinmek istediler. Müdür Bey gülümseyerek, kitapları kaldırdı: ” Bu koca kitapları biz baştan sona böyle okumayacağız. O nedenle ders kitabı olarak almamıza gerek yok. Zaman zaman işimize gelenleri birlikte okuruz. Adı geçen önemli kişileri ben size söyleyeceğim. o kadarı yetecek. Bana: ” Ders dünleri bu kitapları unutma, hazır bulundur! “ deyip ayrıldı. Müdür Bey gidince yerime oturdum. Bir an için sıra bana dar gelir gibi oldu. Böylece kitapların bende kalmasını sağlamış oldum. Hemen savunmam da hazırlandı: ” Müdür Bey öyle istedi!” Bir süre bekledim: ” Bu konu üstüne söz söylenecek mi? “ Kimse oralı olmadı. “ Zaten kitaplıkta aynı kitaplardan başkası var, isteyen olursa onları salık veririm! “ deyip, yarım bıraktığım matematik ödevlerimi tamamladım. Öğretmenin Aliy’ye sorduğu bilmece gibi sorular herkes gibi beni de şaşırttı. Buna benzer soruları köyde bile sorarlar. Örneğin : Anasıyla babasını yaş toplamı 100’dür. Çocuğun yaşı babasının 1/4’ü, anasının 1/5’i dir. Her üçünün ayrı ayrı yaşlarını isterler. Aynı soruyu çevirip çevirip sorarlar. 100 sayısını değiştiemeyi bile dünmezler. Denklem kurma diye bir şey zaten bilmezler. Öğretmen denklem istemektedir. İki derstir Ahmet Gürsel Öğrertmen matematik üzerinde durdu. Kuşkusuz önümüzdeki derslerde geometriyi anımsatacaktır. Geometride dairelerde dayanıp kaldık. Sayısız denecek kadar teoremler var. Şimdiye dek hiç önemsemediğimiz teğetler bile önemli sorun olarak karşımıza çıktı. “ Teğete dik olan doğrular dairenin merkezinden geçer! “ İlk duyulunca yanıltıcı gibi geliyor ama doğru. Çünkü dai, renin teğet noktası, teğet geçen doğrunun orta noktası durumunda. Kesişen iki doğru 360 dereceyi dört eşit açıya bölüyor. Bu açıların daire içinde kalanların bilinirliğinden yararlanarak teoremi kanıtlayabiliyoruz. Diyorum ama tahtaya kalkınca bunları söylerken: ” Öylemiydi? “ ya da “ Neden? Soruları gelince şaşırmamak elde değil. Perşembe günleri atölyede olmamız gerekiyor. Ancak durum bu sıralar her gün değişiyor. “ Acaba? “ soruları içinde yemeğe gittik. İrfan Öğretmeni görünce sevindim. Son günlerin tatlısı tahin helvası. Eskiden bir ara çok severdim. Bizim dükkanda en çok satılanlrdan biridir. Karavana denilen çınko paplara doldurup bir birine kapatılır. telle de sım sıkı bağlanır. Küçüklüğümde babam Hilmi ile ikimizi çağırır, biten karavanayı temizlememizi söylerdi. Babam gülerek: ” Hadi şunu temizleyin! “ derdi. Bir süre sonra biz kendi kendimize, bu işin temeizleme değil yalama, olduğunu anladık. Karavanayı temizleyince bir gün Hilmi babama doğrudan “ Yaladık! “ dedi. Babam gülümsedi, sonraları o da: “ Hadi şunu yalayın! “ demeye başlamıştı. Sonra sonra karavana altındaki helvaları sevmemeye başladım. İlkokul 4. 5. sınıflara giderken öğle yiyeceklerimi okula götürüyordum. Ablam arada helva koyuyordu. Ablamın koyduğu helvalar gene tatlı gelmeye başladı. Besbelli karavana altı kırıkları farklı oluyor. Helvadan soğumam böylece geçti. Zaten bir daha karavana yalamadım. Okula helvanın gelmesine de geçen yıl kooperatifi yönetirken ben neden olmuştum. Fikret Madaralı öğretmene önerdiğim önce” Düşünelim! “ demişti. Sonra: ” Deneyelim! “ deyip iki karavana getirdik, giderek bu haftada çift üçlüye çıkmıştı. Şimdi koopertatif yok. Ahmet Ağabey’le Asaf Amca(Satın alımcı) bizi düşünerek arada helva çıkarıyorlar. Yemekte, atölyede yapacağımız işleri sıralarken İrfan Öğretmenin beni çağırdığını söylendi. Koşarak gittim. “ Öğleden sonra tarımdasınız, Yarın da bir yere gidecekmişsiniz, atölye anahtarını Hamdi Öğretmene vermeyi unutma , yarın atölyede bizim işimiz olacak! “ dedi. Azıcık şaşırarak yerime döndüm. Masada kimseye söylemak niyetinde değilim. Hemen bir yalan uydurdum. “ Yarın sabah 8. sınıflar atölyede çalışacakmış. Akordiyon açıktaysa kapatmamı söyledi! “ dedim. Kimse inanmadı ama, üstünde de duran olmadı. Hava oldukça sıcak. Kızlar değişik giyinmişler. “ İnce giyinince daha küçülüyorlar! “ dedim. Hilmi çıkıştı: ” Sen böyle diye diye bizi onlardan soğutuyorsun! “ dedi. Dedi ama elini ağzına kapatıp sustu. Geçen gün kızlar üstüne söz söylememeye yemin etmişti. Ortaya söylediği için “ Yemin bozulmaz! “ . dedik rahatladı. Konuşa konuşa Tarım barakasına gittik. 7. sınıfın erkeklerıyle 8. sınıfların biri geldi. Sınıflar ayrı ayrı toplandı. Öğretmenler gülüşerek geldiler: ” İşler sizi bekliyor, çalışalım, ekelim, yetiştirip yiyelim, bizden kimse hesap soramaz! “ türü sözler söylediler. Salih Ziya Öğretmen benimle Sefer Tunca. İçin “ Onları ben alıyorum, burada kalsınlar, sen alacaklarını al: ” diyerek Besim İyitanır Öğretmene arkadaşları gösterdi. Besim İyi Tanır Öğretmen bizin sınıfın hepsini aldı. Öteki sınıfları Da yarıya bölüp sıraladaıktan sonra düzenli olarak dere bahçeye götürdü. İşin ilginci Besim Öğretmen kendi de kocaman bir çapayı omuzuna alıp yürüdü. Arkasından gülerek baktık. Omuzunda çapa öteki elşinde çubuğu arada çubuğuyla çizmelerine de vuruyor. Sali Öğretmen öteki öğrencileri onar kişilik gurplara ayırdı, içlerinden birini de yötetici yaptı. Sefer Tunca arkadaşla dikkatli dikkatli inceledik. Salih Öğretmen besbelli yaşı küçük olanları grup başı yaptı. Nedim Menekşe, Fahrettin Şen, 7. sınıflardan Nuri Altınseven grup başları. Öğretmen sıkı sıkı tembihledi, grup başlarına karşı gelmek yok! “ Bağ çubukları için hazırlanmış bağ çevresive hendek açıldı. Öğretmen geldi, ilk işi yarın Tekirdağ’a gidileceğini söyledi. Bu kez bize ikiniz geleceksiniz, ama bu kez Tekirdağlı arkadaşlardan alalım, kaç kişiler? diye sordu. Sefer, 6 kişi olduğunu söyleyince ikişer kişi de bizim öteki arkadaşlardan seçmemizi tembihledi. Tekirdahlılardan gelmeyen olursa onların yerine arkadaş seçmeyi bize bıraktı. Seferi Aşçıya gönderdi. Bize 12 kişilik kumanya hazırlamasını söyledi. Çubuk demetleri için olası demetlik ipler hazırladık. Sefer gelince sapı çıkmış kazma, kürek, çepin, bel türü araçları ayırıp bir kenara yığdık. En geç pazartesi günü bunları İrfan Öğretmene götüreceğiz. Öğretmen bizi arıların yanına götürdü. Arılar çevremizi sarınca Sefer kaçtı. . Ben kaçmayı kendime yediremedim ancak bir arı geldi yüzüme kondu, uzun züre yüzümde kaldı. Sefer kaçmamı, öğretmense kıpırdamamı söyleyince bunu duyan çocuklar da kaç, kıpırdama demeye başladılar. Sonunda Salih Öğretme yanıma geldi, gülerek sahiden yüzünde arı var, ben şaka ediyorsun sanmıştım! “ deyip beni güneşe çevirdi. Güneşe dönünce arı uçtu. Bunu bilmiyordum. Meğerse arıların böyle de bir özelliği varmış. Paydosta ben atölyeye gidip çalıştım. Bir süre Sefer de yanımda kaldı. Ben deresliğe gelene dek Sefer yarınki Tekirdağ sözünü etmeyecek. Akşam birlikte açıklayacağız. Yemek ziline dek çalıştım. Yemekte Hilmi Hasan, Yusuf uçuyorlar. Tekirdağ’gidiyorlarmış. Önce Sefere kızdım: ” Hani açıklamayacaktı? Sefer yemin etti, söylememiş. Meğer aşçı başı nöbetçilere söylemiş. Tekirdağlıların gideceğinği kim söylemiş? Onlarsa kafadan atıyorlarmış. Daha doğrusu onlar tüm sınıfın gideceğini sanıyorlarmış. Derslikte durumu açıkladık. Harun Özçelik rahatsızlığını, Ali Güleren de istemediğini söyleyince Sefee, Fettah Biricik’le Ali Önol’u, ben de İsmet’le Arif Kalkan’ı seçtim. Konu kapandı. Kalanların da bir sevinci oldu. Sınıfın yarısı gidince kalanlara ders ya da çalışma olmayacak. Çalışma saatinde Tekirdağ konuşuldu. Konuşulan da deniz, balıklar, gemiler. Ben pek sevinmedim ama Salih Ziya Öğretmenin beni seçmesini önemsediğim için kasılmıyorum. Çalışma saatinie Tekirdağ ile başladık Tekirdağ ile bitirdik. . Yatınca Bilal Dayıma uğramayı planladım. Planladım ama bvir süre de düşündüm. Rekirdağ yakınlarında bağa benzer yerler görmemişim. Ya Tekirdağ’ın uzağında karşı tepelere gidilecekse! Oealardan çarşıya gelmek olasılığı yok gibi. Böyleolumlu olumsuz düşünürken uyudum.
28 Mart 1942 Cumartesi
Mustafa Saatçı, “ Siz beni götürmüyorsunuz ama ben size yardımcı oluyorum, lütfen kalkın, geç kalmadan Tekirdağ’ınıza gidin! “ “ Yaşa, nazik İmam, kibar Hafız! “ sesleri arasında kalktık. . Hava güzel. En sevinçlilerden biri Fettah Biricik. Fettah, benim bulunduğum yerlere ona engel olacağımı düşünüyormuş. Bunu açıkça söyleyince ayıpladım: ” Neden böyle düşünüyorsun? Anlaşamadığımız çok konu olabilir. Onlarda gene tartışırız. Ancak bir arkadaşının seni seçtiği zaman ona ben niçin karışayım. Üstelik bi bir okul işi. Neyse anlaşmış olarak kahvaltıya gittik. Hilmi, Hasan, Yusuf, uçuyorlar. Salih Baydemir doğrucu: ” Ben Tekirdağ’a değil bağ çubuğu taşımaya gidiyorum! “ deyip gıcıklık yaptı. Bu kez karar verdik: ” Muratlı’da n kamyonu durdurup Salih’i aşağıya atacağız. Akşam gelirken de kamyonun arkasında biraz koşturup sonra yukarı çekeceğiz. Salih gülerek buna sevindi: ” Ben de duracağınız yerde beklerim! “ gibi şaka etti. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenle Ahmet Ağabey geldiler. Kahvaltıdan sonra fazla beklemeden yola çıktık. Asfalşt yoldan sapınca hepimiz çevreyle ilgilendik. Buranın da güzel bir yolu var. Üstelik bu yolun iki tarafında yeşermeye başlamış ağaçlar sıralanmış. Ben bu ağaçları biliyorum: Akasyalar. Kırklar eli’de bizim köyde çok vardır. Çiçek açınca çok güzel kokarlar. Konuşa konuşa Kılavuzlu köyüne geldik. Buradan ötesini merak ettim: ” Acaba Tekirdağ’a gene yokuştan mı ineceğiz yoksa başka yoldan mı? derken Tekirdağ önümüze çıktı. Herkes Tekirdağ’ı görüp, Aaaa! “ diye sevimnç belirtiyor. Bense, A ma demeden Bilal Dayımın kahvesi önüne ineceğime seviniyorum. Gerçekten Bilal Dayımın asmalı kahvesi önünde kamyon durdu. Ahmet Ağabey’le öğretmen biz e beklememizi söyleyip bir yere gittiler. Bir süre sonra yanlarında iki kişi ile döndüler. Sali Öğretmenden izin isteyip Bilal Dayıma el ettim. Hemen geldi. Önce öğretmenlerle konuştu sonra bana gene buraya geleceksiniz, ben buradayım, beklerim, deyip ayrıldı. Biz oradan deniz kıyısına indik. Kamyon deniz kıyısındaki asker kışlalarını geçince uyanmala başlamış bağlar içine girdi. Bir iki bağ geçince kamyon durdu. Uçları toprağa gömülü yığınla çubuğu görünce tam yerine geldiğimizi anladık. Deniz masmavi az ilerimizde. İçimizde herkes deniz görmüş ama böylersini gören yok gibi. Masmavi uzaklaşıyor. Hilmi bile ilk görmüş gibi hayretle bakıyor. Az sonra bağ sahibi geldi. Öğretmenin yanındakiler bağ sahibini tanıttılar: ” Mahmut Bey! “ Adamın adı, babamın adı olduğu için ilgiyle baktım, gen, memur kılıklı, kravatlı biri. Öteki Tekirdağlı konuşurken Avukat Bey, dedi. Mahmut Bey avukatmış. Lüleburgaz Ortaokulu Müdürü Yalçın Bilguvar’ın avukat olduğunu biliyordum ama böyle bağcı birinin avukat oluşuna şaştım. Ayrıca babamın adını taşıması da beni ona yaklaştırdı. Çubuklar, yirmişer yirmişer bağlanıp uçları toprağa gömülmüş. Mahmut Bey de bizim Salih Ziya Öğretmen gibi yüksek sesle konuşuyor, kahkahalar atıyor. Bi rra söz bizim okuldan açıldı. “ Tekirdağlılar olarak okulu buraya almayı çok istedik. Hazır binalar vardı. “ Toprağı az! “ dediler. Az değil, şu ördüğünüz orman dahil arka yüzlere dek hazine arazisi. Orman, deniz, bu bağlık varken o garip tepeyi seçmelerine hep şaştık. Öğretmen, yakındaki Kışla binalarını sordu. Yok denecek sayıda asker olduğunu, yukardaki kışlaların da boşaltılmaya başlandığını söyledi. Çubukları kamyona yükleyince kamyonu az aşağına çektiler. Öğretmen, “ Yarım saat deniz molası var, denize bakmak var ama çok yaklaşmak yok! “ deyip güldü. Hemen saati ayarladım. Kında bir iskele var oraya gittikBizi gören kayıkçılar gezdirmek istedi, binmeye can attık ama cesaret edemedik. “ Açılr da yetişemezsek! “ korkusundan isteklerimiz içimizde kaldı. Ammet Ağabeyle Kazım Usta da geldi. Onlarla birlikte döndük. Mola bitince hermen giiidileceğini düşünürken Öğretmen, “ Yarın saatte çarşıda geçiririz ondan sonra “ Yolcudur Abbas! “ der yola çıkarız! “ deyince, sıçrayasım geldi. Tekirdağ içine çıkınca tam da Bilal Dayımın kahvesi önünde durdu. Yarım saat, yeter de artar bile deyip kahveye daldım. Arif’le Sefer de benimle geldi. Kahvenin gazete köşesinde çayla yiyeceklerimizi de yedik. Arkadaşlar, çarşı yolundan denizin öbür tarafına inmişler. Aynı yere biz de gidip döndük. Vakit gelince de kamyona sıkışıp yola çıktık. Dönüşte pek rahat olamadık. Çubuk yığınını ortaya topladığımızdan kenarlara dağılmış olarak oturmak zorunda kaldık. Böyle olunca da konuşmalarımız sınırlı oldu. Okula akşam yemeyi sıralarında döndük. Kamyonu boşaltıp yemeğe girdiğimizde arkadaşların çoğu salondan çıkmıştı. Yemekte oldukça neşeli konuşmalar oldu. Hilmi Altınsoy sanırım en neşelimizdi: ” Artık bana kimse Tekirdağlısın ama Tekirdağ’ı görmedin, diyemez demesi bizi birhayli güldürdü” Besbelli Hilmi, daha önce Tekirdağ’ı görmemiş! “ Tekirdağ’a gelmemiş olan arkadaşlar Edirne gidişimizde olduğu gibi olay üstünde durmadılar. Arkadaşlar gördüklerini anlayınca Ali Güleren, ellerini bir birine vurarak: ” Ben neden gitmedim? “ deyince “ Kazlığından! “ diye yanıt alması, bir ara tartışma başlatmışsa da çabuk kersildi. Bir karar daha alındı: ” Tekirdağ’a bir cumartesi günü gidilip pazar günü dönülecek! “ Karar alındı ama “ Hemen gidelim diyenler oluğu gibi, bunu yaza bırakıp denize girmeyi isteyenler de direnmeye geçti. Sami Akıncı, denize girmek isteyenlerin haklı olduğunu düşündüğünden bu gruba katılınca tartışma durdu. Yatarken, herkes yarın bağ ekimi için işbaşı yapacağımızı öne sürüyordu. Ben hiç oralı olmadım. İnsanlar durmadan çalışıyor. Adam avukat olmuş ama bağcı lık yapıyor. Bilal Dayım, kahvecilik yanında yazın, kavun, karpuz, üzüm alıp takalarla İstanbul’a gönderiyormuş. Aklım bizim köye kaydı. Köyde çiftçi, liten başka bir iş düşünmeyenleri bir yana, çiftçiliğin yanında bir başka işi de yapmaya çalışanlqarı öbür yana koyup karşılaştırdım. İkinci gruba girenler bana daha sevimli geldi. Bunlardan biri köyde Ahmer Ağa Salim dedikleri benim Salim Amcam. Çiftçiliğini yapıyor. Yaz kış Lüleburgaz pazarında tezgah kurup meysimlik yiyecekleri satıyor. Kavun, karpuz, kabak, patates, soğan, sarımsak türü çürümezleri seçip zararrı önlüyor. Öte yandan onun kahveye çıktığında konuşmalarını dinliyorum, sanki bizim köylü değilmişçesine herkese ders veriyor. Aralık ayında Hasanoğlan’dan dönerken Arifiye Köy Enstitüsü’nde kaldığımızda geldi, beni buldu. Üstelik yöneticilere çıkıp bana izin aldı, kaldığı birliğe götürdü. Birliği, okula çok yakın olan Kalaycı Köydeydi. Bir metre kar içinde oralarda dolaştım ama çok hoşuma giden bir olayla karşılaştım. Salim Amcam ikinci askerliğini yapıyor, rüdbesi çavuş. Çavujş ama köy ona komutan, deyip saygı gösteriyor, askerler çevresinde koşuşturuyor. Beni bırakmak için okula geldiğinde öğrencilerin bile çevresinde toplandığını görünce iyice şaştım. Meğer amcam oraya her zaman gelir karşılaştıklarıyla konuşurmuş. Bekleme salonunda otururken Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın işlerini gören bayanın amcamı görünce kahvenizi nasıl istersiniz diye sorması ise beni iyice şaşırtmıştı. Bu durumu tüm köylülerin görmesini çok isterdim. Salim Amcam belki çok insancıl davranışlılığından ötürü böyle karşılanıyor. Ancak köyde öteki dışa dönük kişiler de azımsanmayacak bir çevre ediniyorlar. 66 hanelik köyde neden böylesi 5, 6 kişi çıkıyor da ötekiler, yaşam boyu kendi küçük evreninde sıkışıp kalıyor. Salim Amcamı anımsayınca az düşündüm, köye dömnünce, evine uğrayacağıma, mektup yazacağıma söz vermiştim. Evine uğradım, mektup yazdım. Ayrıca okuluma döndümü de duyuracaktım, bunu da yaptım. Easnerken bir şey daha beni şaşırttı: Uzun bir zamandan söz ediyor gibiyim. Oysa Salişm Amcamla 11-12 Aralık 1941 günleri görüşmüştük. Daha tam olarak 3 ayı birkaç gün geçmiş. Köyde kış yüzünden sıkıntılı geçen uzun süreç yüzünden aylar yıl gibi uzun geldi. Düşünüyorum da salt bunlar değil, Süheyla Öğretmeni de unutmuş gibiyim. Arkadaşlarla konuşmalarda bile geçen yıl deyip duruyorum. Oysa geçen yıl, en az 365 gün anlamı taşımaktadır. Süheyla Öğrtmenden ayrılalı ancak 180 gün oldu. Yarım yıl. “ Vay canına, bu da az değilmiş! “
29 Mart 1942 Pazar
İsmet nöbetçi. Her nöbetinde bir yeni numara ortaya getirip tartışma açmakta ustalaştı. Kıskançları çatlatan numaralar bulmak en büyük isteği. Uyanı uyanmaz bana seslendi: ” Dayı, “ İstanbul’dan ne alacaktık? Edirne’den fidan, Tekirdağ’dan bağ çubuğu alındı. Bunların önce sözü edildi, sonra da gerçekleşti. Şimdi İstanbul için söyleneceklerin, olabilirlik inandırıcığı var. İsmet bundan yararlanıp numarasını yaptı. İsmetQ’in niyetini anladım ama birden inandırıcı bir yanıt bulamadım: ” Bilm iyorum, onu öğretmenler bilir! “ dedim. İsmet diretti: ” Sen nasıl bilmezsin? “ Anladım, İsmet numarası için benden destek bekliyor. Dün yolda konuşuklarımızı anımsadım. Muratlı yolunda, yol boyu akasya ağaçları vardı. Akasyalardan söz ederken onlara benzer koku verem Alpullu’da tanıyıp kokusunu sevdiğimiz Atkestaneleri üstüne konuşulmuştu. Bu konuşmalardan esinlenerek: ” Anladım, hani şu kokulu çiçk açan akasya, atkestanesi türü fidanlar alınacakmış! “ deyip önemsememiş gibi yapıp sustum. İsmet susmadı: ” Beni sakın unutma, İstanbul’a gitmeliyim, alacaklarım var! “ deyip çıktı. İsmet nöbetçi. Böylece arkadaşlara kalkın fakan demeye gerek kalmadı; herkes İstanbul sözü duyunca gözünü açtı, toparlanıp ranzalardan indi. Konu üstünde kimse konuşmadı ama herkesin içinde bir İatanbul özlemi uyanmıştı. Dersliğe gittiğimde söz açılır düşüncesiyle olayın çok az bir olasılık olduğu üstüne yakıştırma hazırladım. “ Fikret Madaralı Öğretmen onların yerine ceviz ekilmesini önermiş, böylece bu yıl akasyadan vazgeçilmiş! “ diyeceğim. Derslikte hiç kimse İstanbul’dan söz etmedi. Kahvaltıda bizim sınıfın çalışacağı duyuruldu. Kahvaltıdan topluca bağ yerine gidip dikime başladık. Eski çubuklar tomurcuk açmış, yeni, çubuklar kupkuru. Bu bir süre konuşuldu. Salih Ziya Öğretmen uzun uzun onun önemsizliğini açıkladı. Konuşmalar arasında bir arkadaş, öğretmene “ Neden akasya, at kestanesi ekmiyoruz? “ diye sordu. İçime bir kuşku girdi: ” Acaba bizim şaka-yalan ortaya çıkacak mı? Salih Öğretmen çok açık olarak: ” Onu çok düşündük ama bu yıl daha geri bıraktık. Onlar doğrudan süs bitkisi olarak yetiştiriliyor. Bizim henüz besin bitkilerimiz tamamlanmadı! “ deyip kesti. Bu kez de ceviz ekimi öne sürüldü. Salih Öğretmen gülerek. : Siz gelmeden önce biz bir çuval ceviz ektik. Ceviz geç çıkan bir bitkidir. Her halde cevizleri mayıs ayı sonlarında göreceksiniz! “ dedi. Öğlede bir saatten fazla dinlenme verildi. Öğle paydosuna yakın saatlerde ekimi tamamladık. Salih Öğretmen hepimize bir kütük ayıracağını o kütüklere numaralarımızın yazılacağını, okula üzüm zamanında geldiğimizde bize ikram edileceğini anlattı. Bu kez ben, öğretmene bunu bağdan çok cevizlerde yapılmasını önerdim. Lüleburgaz bağlığındaki benim ceviz ağacaımı anlatınca Salih Ziya Öğretmen çok etkilendiğini söyledi: ” Bu çok ilginç, kitaba geçecek bir olay, o ağaç şimdi duruyor mu? “ diye sordu. Köye gelip giderken önünden geçtiğimi anlatınca öğretmen: ” Seni anlıyorum, ancak sen burada fidan ekerken bunu anımsayıp neden burada ektiklerinden birini peydahlamadın? “ diye sordu. Öğretmen bunu sorunca arkadaşlardan gülenler oldu. Arif Kalkan Asfalt yakınında bir elma ağacında adı yazılı! “ deyince öğretmen: “ Bravo, sen bunu hak ettin! “ dedi. Arkadaşlara bakarak buna siz ne diyorsunuz? “ diye sordu. Bana döndü, sen bu okulda kaldığını belgeyle kanıtlamış olacaksın! “ deyşnce bu kez Orhan: ” Öğretmenim, İbrahim, okul çatısını çatarken de en tepeye, uç köşelere adını yazdı! “ deyince. Öğretmen: ” Haaa, siz bunu biliyorduz da ona katılmadınız öyle mi? anladım! “ dedi başka bir şey demedi. Ne olduysa konuşma birden kesildi. Böylece ceviz ağaçlarına ad verme işi de bu günlük sözde kaldı. Öğle yemeğinde, öğretmen çıktıktan sonra okula gelip gelemeyeceğimizi düşledik. Ben bunun zor olacağını, o zaman burtada bulunacakların hep yabancılaşacağını, gelenlerin bundan sıkılacağını söyledim. Örnek olarak ta aratatillerinde bile okula geldiğimde sıkıldığımı, kaçmak istediğimi, iki ay önceki uzun tatilde geldiğim de bile amcamlara kaçtığımı anlattım. Yusuf, Hilmi, Orhan kalabileceklerini savundular. Yemekten sonra bir süre derslikte çalıştım. İlk banyo saati bizimmiş, onu geçirdiktn sonra akordiyon çalıştım.
Bugün, tüm notaları çıkarıp yeni baştan birkaç kez sıraladım. Tuna Dalgalarında tökezlediğimi anladım kalındandan inceye inerken ses sırası öyle bozuluyor ki, bir ara çalmaktan bile vaz geçmeyi düşündüm. Karmen silvayı daha iyi çaldığını farkettim. İzmir Marşı da öyle daha başlangıçta sesler karışıyor. Bir süre durup düşündüm: ” Ara vermeden çalışacağım. İstiklal Marşı hazır. Bu akşam çalabilirim. Nevar ki, böyle alıştırırsam ta atölyeden okul önüne akordiyon taşıyacağım. Hasanoğlan’a gitmeden önce bunu denedim. Aynı duma düşmemek için kendi kendime çıkmaktan vazgeçtim. Dersliğe gittim. Derslikte yeni bir söylnti. Fikret Madaralı Öğretmen kitap okumayı daha düzenli yapmamız için üst koridoru okuma saati için hazırlatacakmış. Gene geçen yıla döndük, o zaman da bu denenmişti. Ancak o zaman kış henüz çıkmamıştı. Kış çıkarken de Hasanoğlan’a boylamıştık. Bu kez öyle değil, yaza çıkıyoruz; başka bir yere de gitmek söz konusu değil. Arkadaşlardan gülenler oldu: Mustafa Saatçı: ” Kitap okuyanlar gitse de rahatça konuşsak! “ deyince Yusuf Asıl, Bekir Temuçin, Halil Basutçu, Salih Baydemir birden: ” Neyeymiş o, konuşanlar kitaplığa gidecek, okuyanlar burada kalacak. Onlar gitsinler ki, bu saatte konuşulmayacağını onlara orada öğretsinler! “ Yeni bir yartışma: ” Kimler okuyor, kimler okumuyor? Bunu ayıran bir grup çıktı. Yusuf ‘la İsmet bu gruba girdi. Arkadaşların yarıdan çoğu buna karşı oldu. Halil Basutçu bir öneride bulundu: ” Bu arkadaşlara Mustafa Saatçı da katılmalı. Çünkü hiç okumayan ların başında o var. O oymazsa bu grup eksik kalır! “ Mehmet Yücel Ali Aga’yı da ekledi. Biz gülüşürken tören zili çaldı, okul önüne indik. Hamdi Bağ Öğretmen nöbetçi ya da birinin nöbetini almış, töreni o yaptırdı. Tören bizim okuma saatini bölüyor. Dersliğe gittikten az sonra yemek zili çaldı. Yemekte gene sızlanmalar başladı. “ Minicik de olsa ekmek veriliyor. Bulgur pilavı da dolu dolu! “ diyecek oldum birkaç kişi birden: ” Senin Yeni Bedir köyün var ıoradan nevaleni alıyorsun! “ sözleriyle karşılandım. Oysa ben, arkadaşları düşünerek o nevale işini bırakmışım. Bu arada küçük sınıfların bir çoğu ekmek getirtiyormuş. Beyaz Köylü Ahmet nöbetçiydi, yanımızdan geçerken ona sordum. Hiç saklamadan, arkadaşlarla anlaştık, sırayla getirdiyoruz! “ dedi. Lüleburgaz- Çorlu-Muratlı arası köylerden olanlar aynı yöntemi uygulamaya koymuşlar. Dersliğe dönünce bu konu uzun uzun tartışıldı. Bizim sınıfın çoğu uzaklardan olduğu için yakınların bu tür yararlarını kesinlikle kıskanıyorlar. Kıskançlıklarını da dolambaçlı yollarla gizlemeye çalışıyorlar. Dahası bana da söz bile söyletmiyorlar; dedikleri de: ” Sen zaten bu konuşulanları ilk günden beri yapıyorsun! “ Yanıt vermedim: ” Siz öyle inanıyorsanız inanmanıza devam edin. Elin çocukları karşınızda ev ekmeyi yerken de beni anımsayın; o ekmeklerini herhalde rüyasında yiyordur, siz yediğini görmediğinize göre! “ Edebi Yeniliğimiz 2 adlı kitabı açtım, karıştırıken Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ali adlı şiirini gördüm. Ben bu şiiri yazmış, ezberlenecekler arasına da katmıştım. Okudum yutkundum ilk iki dörtlükten ötesi gitmedi. Üstelik bu şiiri kitabın yazarı İsmail Habip Sevük beğenmiş güzel sözler yazmış. Kerndi kendimi utandırdım. Daha önce Han Duvarlarını ezberlemeye kalkmıştım. Bir takım bahanelerle ondan vazgeçtim. Zar zor Çoban Çeşmesinği belleğimde tutmaya çalışıyorum. “ Kesinlikle Ali şiiri ezberimde olacak! “ küçük bir kağıda bşir daha yazıp cebime sıkıştırdım. İlk dört dize aklımda zaten ötekilerin yerleri değişiyor. Onları yerlerine yerleştireceği: Söz! . Zil çaldı, Yusuf asıl koluma takıldı. “ Mart ayı bitti. Oyunlara ne zaman başlayacağız? “ Ben, “ Sabah oyunlarına biz başlayamayız. İş paydosu ile okuma saati arasında oyunlara katılacaklar düzenli gelirlerse o saat içinde hemen başlayalım. İlhan Görkey Öğretmenden izin alabilirsek atölyelerle yatakhane arasındaki boşluk bizim için uygun, akordiyonumu da kolayca alıp bırakırım! “ Yusuf “ Tamam! “ deyip Ahmet Güner’e gitti. Yattığımda bu kez Ahmet geldi: ” Abi, izini biz mi alacağız, yoksa birlikte mi gidelim! “ Birlikte gitmeye karar verdik. Araya oyun girince benim At şiirim başka geceye kaldı. Kafam oyunlara takıldı. Marifet oynamak değil, oyunlara başlayıp düzenlice sürdürmektir. Doğrusu ben, Yusuf’la Ahmet’e pek güvenmiyorum. Bu nedenle Hasan Gülümser’le bir iki arkadaşı çabucak yetiştirmek. Böyle düşünürken uyudum.
30 Mart 1942 Pazartesi
Yusuf Asıl uyandırdı. Zili duymamışım. Yusuf’u görünce gene oyun için sandım. Meğer o bugün nöbetçiymiş. Rüya görmüş, onu anlattı. Rüyası da gene oyun üstüne. Bir yerde grupla oyuna kalkmışız. Tam oyun başlarkn herkes kaçmış bir ikimiz kalmışız. Güldüm: ” Bu rüya değil gerçek, biz oyunlara başlayacağız bir süre sonra gene yalnız kalacağız. Hasanoğlan’da oyun öğrenmeye kalktığımızda öyle olmuştu. Senin rüya gerçeği muştulamakta. . Yusuf, rüyayayı başka olaylara yordu. Oyunları isteyen çok arkadaş varmış. Özellikle 8. sınıflar bu yıl başka Enstitülere ekip olarak gidecekmiş. Oralarda dışlanmamak için oyun öğrenmek istiyorlarmış. Türkçe dersinden sonra oyunlar için birlikte gidip İlhan Görkey Öğretmenden izin istemeye karar verdik. Kahvaltıda Yusuf Asıl neredeyse tartaklanacaktı, kahvaltı çorbasının nden yapıldığı bilen olmadı. Arkadaşlar Yusuf’a şaka olarak takıldılar ama Yusuf gerçekten üzüldü, kendisi suçluymuş gibi yüzü renklendi. Konuyu değiştirip gönül almak için bir hayli uğraştık. Neyse oyun izini konusu işimize yaradı. Tüskç dersinden sonra buluşmak için sözleştik. Türkçe dersinde Fikret Madaralı Öğretmen okuma konusu üstüne konuştu. Okumayı iki anlamda açıkladı” Birincisi gözlerle sözleri doğru görüp sözler arasındaki bağlılığı doğru kurup belli bir hızla belleye (olabildiğince) geçirilmesi, ikincisi de yazı konusunun daha önce alınmış bilgilerle bağdaştırıp bilgi hanesine doğru olarak yerleştirilmesidir! “ Ayrıca hızlı ya da yavaş okumaların da önemli olduğunu, ders çalışırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlattı. Ders çalışma okumalarında kesinlikle not tutma alışkanlığı edinmemizi önerdi. Bekir Temuçin’e, İsmet Yanar’a, Mehmet Yücel’e aynı parçayı okuttu. Emrullah Öztürk, İbrahim Ertur, Arif Kalkan da bir başka parçayı okudular. Öğretmen bu okumalar için tek söz sözlemedi ama, birinci okuyanlarla ikinciler arasında çok fark oldu. Öğretmenin hiç konuşmaması ilgimizi çekti. Öğretmen yanındaki vbir kitaptan da bir parça okudu. Gene bir söz söylemedi. Biz biraz şaşırdık: ” Öğretmen neden susuyor? “ Zil çalınca öğretmen: ” Devam edeceğiz! “ deyip gitti. 2. Derse gülerek geldi. Az önce okuyan arkadaşlara bu kez parçaları değiştirerek okuttu. Parçaların bii at yarışlarını öteki de otomobil yarışlarını anlatıyordu Okumaların sonunda otomobil yarışlarının daha az anlaşılır, at yarışlarırınsa iyi kavrandığı ortaya çıkı. Bu kez öğretmen kendisi bir bina yangını ile bir Yanardağı anlatan iki yazı okudu. Yazıları dinledikten sonra da yukardaki tanımları bir daha okuyup kendiniz açıklayın! “ dedikten sonra kitaplık konusuna geçerek yeni kitaplık çalışmaları yöntemiyle ilgili bildirimlerde bulundu. “ Yeni kiyaplardan alan var mı? “ dire sorunca ben el kaldırdım. Kitapları gösterdim. Öğretmen gülümsedi: Öylyse senden başlayacağız. Sen bugünden başlayarak Kitaplık nöbetçisisin, nöbetin 15 gün sürecek. Ders saatleri dışındaki zamanın orada geçecek. 7. 8. sın ıflardan birer yardımcın olacak, ayrılma gerekince onlara bilgi verip ayrılacaksın. Öteki ayrıntıları yazıp kitaplığa koydum, gereğini yapacaksın! “ Birden, zor bir işe sokulduğumu düşünerek sıkıldımsa da öğretmenin seçmiş olmasını da onur sayıp sustum. Öğretmen ayrılırken bana döndü, “ Adını İlhan Beye vereceğim, öğretmensiz derslerinde de kitaplığa rahatça çıkabileceksin! “ deyip gitti. Öğretemen gidince, olayın zararıma olmadığını duyumsamaya başladım. Yan tarafta konuşma oldu. Tam anlamadım ama Mehmet Yücel: ” Sırayla bu be kuzum, bir gün sen de o görevi yapacaksın! “ Bunu duyunca daha rahatladım. Konuştuğumuz gibi, Yusuf geldi, Ahmet Güner’le kalkıp İlhan Görkey Öğretmene gittik. İlhan Görkey Öğretmen bizi çok iyi karşıladı, bize “ Arkadaşlar! “ diyerek sözler söyledi. Düşündü, penceresinden oun için düşündüğümüz yere baktı. Gülerek: ” İyi yer düşünmüşsünüz, benim de görebileceğim bir alan! “ deyip bir süre gene düşündü. “ Bunu hergün değil haftanın belli günlerinde yapalım. Siz çalışırken orada yığınak olmasın, bunu sağlamanın yollarını arayalımBen arkadaşlarla da bunu görüşeyim, Okul Müdürümüzn de görüşünü alayım! “ dedi. Merak etmeyin çok sürmeyecek. Mart bitti zaten nisanın ilk günlerinde sizi çağıracağım. teşekkür ederim! “ deyip bizi uğurladı. İşe olmuş gözüyle bakarak dersliğe döndük. Arkadaşlar sorunca durumu olduğu gibi anlattık. Benim işim olduğun oraya nasıl gideceğimi soran oldu. Baktım bunu soran Bekir Temuçin. “ Kitaplık görevini Fikret Madaralı Öğretmen verdiğine göre, onu bırakamam. Ancak oyun görevimi sana bırakabilirim. Konu arkadaşlarla, katıl! “ dedim. Bekir Temuçin: ” Alay mı ediyorsun? “ deyince: ” Başka ne söylenir sana, senin gibi düşünenlere? “ Oyunları bilen ben, oynayan ben, müziklerini çalan ben, bu işe kalkışan arkadaşlar bana güvenerek ortaya çıkıyor. Sen kalkıp bana neden o görevi alıyorsun? diyebiliyorsun! “ Derslikte bir süre sessizlik oldu. Ben matematik defterimi açıp Logaritme cedveli çizdim. Bu cetveller hazır satılıyormuş ama ben nereden alacağım. Lise 1. sınıf Geometri kitabındaki örneğe uyarak daha geniş bir cetvel çizdim. Öğretmenin sorduğu beş teoremi de yanıtladım.
Paralelleri kesen doğruların oluşurduğu yöndeş açılar eşittir. /Öklit. teo. . Kesişen doğruların tüm olarak 360, yarıların 180 decece olduğunu varsayarak üçgenler oluşturup kanıtladım.
Üçgenin alanı tabanle yükseklik çarpımının yarısıdır. Çünkü bu çarpımlar bir dörtgen oluşturmaktadır. Üçgenler, iki eşit parçaya ayrılmış bir dörtgenin yarısıdır. Bunlar da çizimle kanıtlanır. Öğle yemeğinde Yusuf’un yüzü güldü. Tas kebabı, bulgur pilavı, tahin helvası. Yusuf’un ek duyurusu, “ Şeker olmadığından başka tatlı yapılamıyormuş. Şeker neden yok? Şeker sözü bize Alpullu’yu anımsattı. Şeker Fabrikasını bir süre konuştuk: ” İyi ki gezmişiz; “ Gidelim! Diyerek diretmeseydik oradan da Edernide’den olduğu gibi ayrılacaktık! “ Nasuıl olsa gezeriz, düşüncesiyle Edirne’yi tam göremedik. İstanbul’u, Ankara’yı gördük ama gezemedik. Hilmi Altınsoy hemen karıştı: ” Tekirdağ’ı bu araya katmamanıza üzüldüm! “ Bizim masada Tekirdağ’a gitmeyen bir Mehmet Aygün var. Hemen söze karıştı: ” Beni saymıyor musunuz? “ Bu defa da ben: ” Üzülme, zaten görüp gezemediklerimizi sayıyoruz. Sen de bizim bilmediğimiz Babaeski’yi biliyorsun! “ Hasan Üner bizi uyardı: ” Yemeklerde tatlı verilmediğinden söze başladınız sözü nerelere çevirdiniz! “ Bari pancar ekelim, şekerini de kendimiz yapalım! “ Pancar neden ekmiyoruz? Şeker değilse bile pekmez yaparız. Öğretmene söylemeye karar verdik. Pancar ekişlecekse bu hangi öğretme ni ilgilendirir? Salih Ziya Öğretmeni mi, yoksa Besim İyitanır Öğretmeni mi? “ Bu işi bilen biri sayıldığımdan son sözü söyledim: ” Pancar sebze sayılır! “ Bunu kasıtlı söylemiştim. Sebze olunca Besimn İyitanır Öğretmeni ilgilendirecek. Beklediğim gibi oldu: Besim İyitanır Öğretmene pancardan söz etmeyi kimse üslenmedi. Hilmi Altınsoy’dan rica ettik. Hilmi beklemediğimiz bir yanıt verdi, uzun süre güldük. “ Vallahi beni dövseniz bile ona gidemem; isterseniz üsteğmene gidip söylerim de Besim İyitanır Öğretmene asla gidemem! “ Okulda bunca öğretmen, başka insan varken neden üsteğmen? “ Hilmi bunun yanıtını vermedi ama anladık. Asonunda bu iş bana yüklendi. Neden pancar ekmediğimizi soracağım. Ben bunun nedenini biraz biliyorum ama arkadaşlara anlatmak istemedim. Pancar ekimi Pancar Fabrikası kurumuyla anlaşmalı yapılmaktadır. Ekiciler bir takım sorumluluk yüklenmektedir. Devletin okulu böyle sorumluluk altına girmez. Ekilse ekilse habersiz, az ekilebilir. Onun da çok yararı olmaz. Gene de öğretmenlere neden ekmediğimizi soracağım. Okulun önüne çıkınca aklıma geldi, benim elma fidanım ne durumda ? Geçen gün konuşuldu, var dedim ama, geçen yıldan beri bakmamıştım. Gittim, baktım, yaprak açıyor, boyumu geçmiş. Sevindim; Fikret Madaralı Öğretmene göstereceğim, bu konuyu o irdelemişti.
Bugün atölyedeyiz, yeni keresteler gelmeye başlamış. Önce gelenleri ayrı yığınlarda topladık. İrfan Öğretmen beni, Salih’i Recek Kocaman’ı alıp makineleri söktürdü. Yağlayıp, sildik. Ellerimiz biraz renk değiştirdi. Öğretmen temizlik için erken bıraktı. Kitaplığa gittim. Tevfik Uğurlu ile Cavit Kafkas geldi. Onlar da haftalık nöbetçi olmuşlar. Buna çok sevindim. Tevfik, zaten her zaman kitaplıkta opluyordu bizin Hasan Üner gibi. Neler yapılacağını biliyor. Cavit’i çok eskiden beri tanıyorum. Biz kapı önünde konuşurken Fşkret Madaralı Öğretmen geldi, anahtarı Tevfik Uğurlu’ya verdi. Bize de “ Değişerek kullanırsınız! “ dedi. Hazırlanan yazıları gösterdi, sonra okumamzı tembihledi. Çarşamba-Pazar günleri dışında her gün geldiğini, soracaklarımızı sorabileceğimizi, arkadaşlarını nöbetlerinin haftalı benimkinin 2 haftalık olduğunu tekrarladı, ayrıldı. Ben hemen bugün değilse bile öteki günler okuma saatinde atölyeye gideceğimi söyledim. Tevfik işi iyi bildiği için: ” Zaten okuma saati zili çaldıktan sonra kitaplığa kimsenin gelmediğini söyledi. Herkes kitabını ondan önce alr, ya da geri verirmiş. Paydos saatinde kalabalık olurmuş. Buna da sevindim. Birer ikişer gelenler oldu. Dikkatle izledim küçük sınıfların bir hayli kitap okuyanı var. Kitap alanlar da Kitap alma yöntemlerini biliyorlar. Nöbetlerden tanıdığım 7. sınıftan Mustafa Çörek kitabı getirdi, , sayfalasını açıp gösterdi. Yırtmadığını, sayfa koparmadığını kanıtlamak için bu bir görevmiş. Söz söylemiş olmak için Mustafa’ya sordum: ” Kitabı alırken de sen böyle inceledin mi? “ İncelememiş: ” Sdiz incelemişsinizdir, diye bakmadan aldım! “ dedi. Mustafa’ya sordum ama sorduğuma Mustafa beni utandırdı. Çocuk kitaplıkta çalışanlara güveniyor. Ya bir önceki yırtmışsa? Kitaplık görevlisi onu alırken gözden geçirmiştir. Ne güzel güven. Kitapları alırken sayfa sayfa bakmaya başladım. Mustafa Çörek bana, Kitaplık görevimin en önemli tarafını öğretti. Göz ucuyla baktım, Tevfik’le Cavit benim kadar titiz davranmıyorlar, şaka yollu bir uyarı yaptım. Ne de olsa büyük sınıfım. “ Peki Abi! “ dediler. Zil çaldı, gelenlerin ayağı kesildi. Kuşkuyla gelmiştim, birden sevdim bu işi. Yeni gelen kitapları gözden geçirdim. Ansiklopedi olduğuınu biliyordum. Aldım önce ona baktım; bir çok bilgi var. Yazarlara baktım, Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Aka Gündüz, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin, Tolstoy, Viktor Hugo, Maksim Gorki, kitaplarını okuduğum yazarlar. O sayfa bu sayfa derken zil çaldı. Ne çabuk çaldı, dedim içimden saate baktım, erken falan değil. Ansiklopediyi iyice karıştırıp tanıyacağıma sevindim. Yemeğe çıktık. Yemekte Hasan sordu: ” Abi, kitapçılığı sevdin mi? “ Çok sevdiğimi söyledim. Ansiklopediyi anlattım. Hasan güldü: ” Cumartesi günlerimi ben çok kez onların başında geçiririm! “ dedi. Yemekten sonra derslikte kaldım, matematik çalışması yapacağımı, geometri çizimlerim olduğunu söyledim. Logaritme cetvelini bitirmek istiyordum. Öğretmen yarım görmüştü, bitirdiğimi görürse çalıştığımı anlar, diye düşündüm. Gerçekten derslikte tüm çalışma saatimi aldı. Ne var ki aklım hep kitaplıkta kaldı. Orada bulunmam derslikte çalışmamdan daha mı önemli? Bunu düşündüm. Derslikte arkadaşların kitaplık için soru sormamaları dikkatimi çekti. Öteki sınıflardan 27 öğrenci kitap değiştirdi, bıraktı, aldı. Bizim sınıftan hiç kimse gelmedi. Bunu Cavit söyleyince savubma yaptım: ” Bizim sınıfın kitapçısı Hasan Ünerdir, arkadaşlar ondan ister o da üşenmeden bu işi yapar! “ dedim. Dedim ama beni yalanlayacak bir kitaplık defteri var. Çünkü kitaplar defterer yazılıyor. Kim alırsa alsın yazıldığına göre orada Hasan’ın adı yazılacaktır. Oysa defterde öyle bir kayıt yok. Hasan kendine kitap almış bırakmış. Çok almış bırakmış ama bu bir sınıfı kapsayacak sayıda değil. Yatarken bunları bir süre düşündüm. Ben neyi savunuyorum? Sınıf arkadaşlarımın çoğu kitap okumuyor. Romandan, öyküden, şiirden geçtim ders kitaplarını bile okumuyorlar.
31 Mart 1942 Salı
Zil sesiyle uyandım. Uyanır uyanmaz da nöbet tartışması başladı. Sırası gelen Harun Özçelik revşre girmiş. Ondan sonra gelen 50 nolu arkadaş Abdullah Erçetin: Matematik drsim zayıf, dersi çakırmak istemem, benim nöbetim yarın, öne alamam. Alırsam öğretmen dersten kaçtığımı düşünür! “ Ondan sonra da 51 Bekir Temuçin: ” Ben de matematik dersini kaçırmak istemem! “ deyip yüksek sesle bağırıyor. “ Öğretmen geliyor! “ uyarısı tartışmayı kesti ama ortaya nöbetçi çıkmadı. Bekir Temuçin ağlamaklı bir şekilde tepki gösterince arkasından gelen Ali Önol’da Matematik dersini kaçırmak istemediğini söyleyince ondan sonrakiler, Salih Baydemir, Hasan Üner, Hilmi Altınsoy hepsi sevdiğim arkadaşlar: ” Bu nedenle nöbeti ben üslenirim! “ dedim. İki dersin birine girsem, yapılanları anlamış olurum, fazla bir kayıbım olmaz. Arkadaşların bazıları olayın büyümesi önlendiğim için bana teşekkür etti. bir böyümü de sustu ama içlerimnden bana: ” Senin bir çıkarın olmasa bu işe girmezdin! “ der gibi baktı. Gerçekte hiçbir art niyetim yoktu. Azıcık gecikerek nöbete gittim. Neredeyse her şey hazırlanmış. Mutfağa girince Gül’ü gördüm. Birden duraladım. Gül elinde bir tepsi ile öğretmen masalarına bardak götürüyor. “ Yardımamı geldin? “ diye sordum. Nöbetçi olduğunu söyledi. Bu kez o bana sordu: ” Sen de nöbetçi misin? Boynumu bükerek: ” Öyle bir şey! “ dedim. Neden öyle konuştuğumu sorunca olayı anlattım. Gülerek, buna çok sevindiğini söyledi. Ben de çok sevindim ama içimden söylebecek sözleri de düşünmeye başladım. Durumu daha önce öğrendiğim için bu güne razı olduğum yakıştırılacak. Birden: ” Olsun, bana ne , ne derlerse desinler! “ Zili çaldırdık. Ben mutfağa girdim bir süre çıkmadım. Hiç değilse sabah, bizimkiler görmesin düşüncesiyle Gül’ü de mutfakta oyaladım. Ancak onu çağıran oldu, öğretmen masalarına gitti, geldi. Salon boşalana dek ben mutfakta aşçıbaşı ile söz yarışı yaparak oyalandım. Özellikle bizim sınıf masaları boşalınca çıkıp kahvaltımı yapıp derse gittim. Öğretmen yeni gimişmiş. Nöbetçi olduğumu söyleyip yerime oturdum. Öğretmen tahtaya üçgenler çizdi. Dikkatle baktım, dar açılı, dik açılı, geniş açılı üçgenler. Açılarla ilgii soruların geleceğini sezdim. Tahtanın sağ tarafına da paralel iki doğru çizip, onları kesen bir başka doğru geçirdi. “ Nerede kalmıştık? “ deyip gülümsedi, Abdullah Erçetin’i kaldırdı. Önce üçgen açılarını sordu. Abdullah üçgen açılarını söyledi. Dar, geniş, dik. Kesişen doğrular üzerinde oluşan açılara da dar, terslerine geniş dedi durdu. Doğrusu böyle açılar üzerinde daha önceki derslerde durmamıştık. Lise 1. sınıf Geometri kitabım olduğu için ben daha önce defterime yazmıştım. . Açtım baktım. 12 tane açı çizimi var. İç açılar, dış açılar, yöndeş açılar. Bunlar ad olarak derslerimizde ya hiç geçmedi ya da öğretmen söyledi ama söz arasında söylediği için arkadaşlar belleyemediler. tam olarak anlamadık. Kiriş teğet açısı ile merkez açısını söylemişti, onu Abdullah anımsamadı. Bekir’le Yusuf parmak kaldırdılar, ancak ikisi de yanlış adlandırdılar. Sami parmak kaldırdı. Öğretmen nedense onu görmezden geldi. Öğretmen tahtaya bir daire çizdi, daire üstüne üç açı çizdi. Bujnları daha önce çizmedik mi? Logaritmeye geçiyoruz, daireleri, üçgen ilişkilerini, çizilen açıları yutmamız gerekiyor! “ dedi. Parmak kaldırmadan ben, “ Bunları anlattını öğretmenim! “ deyince: ” Neymiş bakalım? “ deyip bana baktı. Sırayla, “ Kiriş teğet, Merkez, çevre açıları! “ deyince, “ Ha şöyle bari birkaçını duyalım! “ deyince Sami dayanamadı: Hepsini sayayım öğretmenim! “ dedi. Öğretmen Sami’ye: ” Say bakalım! “ deyip geri çekildi. Sami sıra ile on tanesini saydı. Nedense doğru açı ile tümleyen-bütünleyen(Köşelerle kesişen doğrularda oluşan benzer açılar) açıları söylemedi. Belli etmeden defterime bakıp onları tamamladım. Öğretmen hadi iki de ben ekleyeyim deyip İki eğrinin açısı ile düzlem açısı deyip kesişen dairelere teğet çizip iki eğriyi, önce kitabı açıp kapatarak sonra da tahtaya çizerek iki düzlemli açıyı ekledi. Öğretmen Abdullah’a, sana haksızlık yapacakmışız. Zamanında durumu saptadık. Herkesin bilmediğini bilmemenin affedilecek bir yanı olur. Öbür defa bunları eksiksiz isterim! “ deyip oturttu. İkinci derste de kaldım. Ancak ikinci derste bende yazılı olan açıları yazdık. Ben öyle oturmamak için öğretmenin söylediklerini de yazdım. Sözler arasında ayruılıklar var ama çizimler tıpkılar. Öğretmen ekleme yaptı bu kez on yedi açı yazdık. Gene Abdullah’ı kaldırdı bu kez açıları çizdirdi. Abdullah’ın çizgilerini çok beğendi: Bu çizgileri çizen elleri yöneten beyin matematiği yapmak şöyler dursun, uçurur azizim, bana sorarsan sen gel kendini bir sorgula. : Ey benim aklım, neden sadece ellerime kadar güç veriyorsun? Sonuna dek gidelim! Deyip diret. Uyuyan beyin kesinlikle uyanacaktır! “ Bundan sonra açılarla ilgili teoremler sordu. 1-Bir üçgenin içaçıları 180 derecedir. 2. Bir üçgenin her hangi bir iç açısı, açıyı oluşturan doğrular yönünde oluşan dış açıların her biriyle 180 dereceyi tamamlar. 3. Bir dairenin çapı, o daire içine çizilen en uzun doğrudur. 4. Bir dairenin teğetine dik inen doğru, dairenin merkezinden geçer. 5. Paralelleri kesen doğruların oluşturduğu yöndeş açılar bir birine eşittir(Öklit) Bu teoremleri kanıtlayalım. Öğretmene Postülat’ın anlamını sordum. Öğreetmen az durdu. İyi ki sordun, hep bilinir ya da biliniyor sanılıp geçilir ama çoğu zaman da insanlara engel olan bir tarafları çıkar. Özellikle geometrire geçen birkaç sözü yazalım. 1. Teorem: daha önce bulunmuş(Bilinmiş) aksiyom, , postulat, teorenmlerin izinde önümüze çıkan geometri bilinmezlerini çözme fikri, doğruyu bulma. . İki bölümde düşünülür: İpotez –hüküm. Teorem hipotez üzerine kurulur; sonuca ulaşma da hükümdür. Bir üçgenin iç açıları 180 derecedir. 180 derece olma koşuluipotez olarak ortaya konmuştur. Bu kanıtlanınca da teorem çözülür ya da gerçekleşir. Böylece araya iki söz daha katmış olduk. İpotez-hüküm. Postülat da teoreme benzeyen bir anlam taşır. Ancak biz teoremlerde olduğu gibi Postülatları teoremlerde olduğu gibi kanıtlayamayız. . Onların doğruluğunu akıl yoluyla da ha geçmişte bu konuya eğilenlerin söylediklerini olduğu gibi benimser hesaplarımızı ona göre yaparız. . Söz gelimi sonsuz doğrulardan söz ederiz ama birgün sonsuz bir doğru çizmeye kalkışmayız. Söz gelimi bir arkadaşınız “ Bir daire 360 açı çizeriz! “ demişti. Bunu bir teorem olarak kanıtlayacağımız gibi, öylece benimseyip hesaplarımızı ona göre yaparız. İşin içine kanıtlama girip sonuç alınırsa Teorem kanıtlanmış olur. İpotez-hüküm ikilemi düşünülmeden benimsenen doğru Postulattır. Bununla karıştırılan bir sözcük de aksiyomdur. Ancak aksiyomlar geometride pek kullanılmaz. Çünkü aksiyomlar akıl yürütmeye dayanır. Oysa geometrı kanıta dayanır. Gene de arada aksiyomlar işe yarar. Özellikle gözlerimizle karşılaştırarak iki nesnenin eşitliğini benimsersek bunu bir aksiyom örneği sayabiliriz. Şöyle bir örnek de verebiliriz. İki paralel doğruyu kesen bir doru üzerinde oluşacak yöndeş açıların eşitliğini ters açıların ise tamlayıcı olduğunu kanıtladıktan sonra bir başka doğunun aynı paralelleri kesdiğinde da oluşacak açıları bir öncekiler gibi kanıtlamaya kalkışmayız. Öğretmen sözünü bitiremeden zil çaldı. Öğretmen: ” 8’lere yazılım olacak, bu konuya devam edeceğız yazdıklarını okuyun, uygulamalar yapın! “ deyip ayrıldı. Öğretmen gidince arkadaşların bir bölümü bana baktı. Mehmet Yücel, ortaya konuştu: ” Sabreden derviş muradına ermiş! “ dedi. Arkasından ba bana: ” Bu sözü senin için söyledim ama uymadı! “ deyip güldü. Sami akıncı aynı sözü değiştirip tekrarladı: ” Düşünen derviş muradına ermiş! “ Anladım, teşekkür edip ayrıldım. Yemekhaneye gittim. Mürsel Dilek’le Rıdvan Ateş ellerinde birer mandolin tım tım yapıyorlar. Belli okul şarkılarını çalıyorlar. Biraz onları dinledim. Hasanoğlanda benim grubumda çalışan Hasan Akyol’l Ahmet Baştürk geldi. Nöbet grubumun çok iyi olduğunu gördüm. Bir süre Hasanoğlan üstüne konuştuk. Hiç birinin ağzından bezgin bir söz çıkmadı. Hasanoğlan bize bir ders oldu, çok çalıştık ama kendimizi de gösterdik. Okulumuz bize çok şeyler kazandırmış, orada bunu iyi gördük! “ dediler. Bizim derslikte konuşulan çok çalışmalardan, yufka yemelerden hiç biri söz etmedi. Özellikle Ahmer Baştürk bizim çatı çalışmalarımızı hi, ç unutmayacağını ekleyince neredeyse gözlerim yaşaracaktım. Sili Ustanın biz e geldikçe söylediği övgü sözlerini zaman zaman ben de anımsıyorum ama bir başkasından duymak çok daha etkili oluyor. Gül gelince konular değişti. Masa üstünden mandolini alıp az uzakta çalmaya başladı. Arkadaşlar dağıtıma başladılar. Bana taşıtmadılar. Bu arada Gül’e yaklaştım. Mandolidi bırakır diye düşünüyordum. Hiç bile olmadı, bir iji parça çaldıktan sonra mandolini elime tutuşturp çalmamı istedi. Onun çaldıklarını çaldım. Hidayet Öğretmenin kafkas Dansını kaydırarak çaldım. Hidayet Öğretmenin çaldığının yarısı bile değil ama arkadaşların kulaklarında o olduğu için benim çasldığımı onun üstüne algıladıklarından fark görmüyorlar. Çok beğendiler. Öğle yemeğinden sonda da akoriyonu getireceğimi söyledim. Gül anımsattı, bir kere daha nöbet tutmuştuk, birlikte nöbet tutmayı hep istiyorum! “ deyince dizlerimin gevşediğiini duyumsadım ama çabuk toparlandım. Arkadaşları göstererk bunlarla nöbet değil biz Hasanoğlan’da çatıları kapattık! “ dedim. Öğle yemeğini hazırladık. Zil çalınca ben gene ortalıktan çkildim. Bu kez çekilişim biraz da Besim Öğretmen nedeniyleydi. Masa yanlarında görürse benimle konuşur. Onun sözlerini Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Seçuk Korol öğretmenlerin duymasını istemiyorum. Neyse ki, Besim İyitanır Öğretmen erken kalktı. O çıkarken Ahmet Gürsel Öğretmen’le Selçuk Korol Öğretmen geldi. Ahmet Gürsel Öğretmen: “ Nöbetçisin ama derse geldin, bak bak bak, bazıları bunu yapmıyorlar! “ dedi. Ben: ” Öğretmenim sıra benim değildi ancak sizin dersiniz olduğu için arkadaşlar sıralarını bana bıraktılar. Her nöbet bugünkü gibi olmuyor. Bugün benim grup arkadaşlarım rasrladı, tüm işleri onlar yapıyor. bana onlar izin verdi! “ dedim. Öğretmen: ” Aaaa, buna çok sevindim, arkadaş dayanışması buna denir, sen arkadaşlarını korudun arkadaşların da sana göz yumdu. Güzel bir dostluk! “ dedi. Arkadaşlar öğretmenle konuşuğumu görünce hep baktılar. Bu kez kaçmadım, yanlarına gittim. Gül de arkadaşlarının masası yanındaydı. Bizim masaya yaklaşırken. İsmet kurnazlık yaptı: ” Dayı, sana biri kopya mı verdi? Nerden bildin yemeklerin böyle güzel olacağını? Oysa yemeklerin güzelliği üstüne hiş düşünmemiştim. Ben, Gül’ün nöbette olması üstünde duruyordum. Etli, patates, pirinç pilavı, üzüm hoşafı…Yemeklerin Harun Özçelik’in şansı olduğunu, onun şansi niyetine yemelerini söyledim. Böylece karşılıklı konuşma yapılmış oldu. Görevimi yaspmış olarak çekildim kapı önüne çıktım. Salon neredeyse boşalırken Fikret Madarakı Öğretmenle İlhan Görkey Öğretmen geldi. Fikret Madaralı Öğretmen beni göstererek Kitaplık Nöbetçisi seçildiğimi söyledi. Kendi aralarında konuştular. Onlar kalkınca biz de yemeklerimizi yedik. Öteki sınıflar kızlı erkekli okuduklarından çok rahat konuşuyorlar. Sakınarak da olsa dikkatle izledim; Gül de onlarla çok rahat konuşuyor ama bnimle konuşurken korkar gibi bir durum takınıyor. Özellikle yalnız kalınca yüzü değişiyor, gözleri renklenir gibi oluyor. Sürekli gülmese, konuşmak istemediğine yoracağım ama öyle de yapmıyor. Söze o başlıyor, beni dinlerken yüüzüne bakınca o değişmeleri görüyorum. Yemekten sonra ortalığı toplaınca akordeon çalacağımı söylemişim. Düşündüm, Gül anımsatmazsa çalmayacağım, sandığım gibi benden çekiniyorsa bana anımsatmaz. Bahane uydurup atölyye gittim, oradan tuvalete geçip oyalandım. Yemekhaneye dönünce baktım. Gül mandolini almış çalıyor. Ben girince, “ Akordiyonu getirecektin! “ dedi. Akordiyonu getirirsem mandolin çalışamsını engelleyeceğimi falan söyledim ama buna kendim de bir anlam veremedim. Hele yanıma gelince başını sallayarak: ” Hadi getirin n’olur? deyişi düşüncelerimi allak bullak etti. Gidip akordiyonu getirdim. Notaları masa üstüne yayıp hepsini bir iki kez sıraladım. Öteki arkadaşlar da dinledi ama Gül’ün dinleyişi ilginçti. Müzik sevdiğini iyice anladım. Ben düşünürken bu kez o konuştu. Sözlerini çok içten söyledi: Müziği çok seviyorum ama çalgı olarak akordiyon en beğendiğim! “ deyip gülünce inandım. İyi, hoş ama başka bir şey düşünemedim. Bir an kendimi yalancı saydım. O pek ala doğru konuşuyor. Akordiyonu sevdiğine söyledi, ; akordiyon benim boynumda olduğuna göre başka nasıl davranabilir ? “ Biz konuşurken öteki arkadaşların birer ikişer gittiklerini gördüm. Bu ayrılıştan Gül hiç etkilenmedi. Bu kez Gülnihal’i çaldım, gülümsedi. Akordiyonu yandaki masaya koydum. Notaları toplarken kalkıp gideceğini bekliyordum. Bu kez ciddi ciddi bir de Gül şiirin vardı, Almanca onu unuttun mu? “ diye sordu. Röslein’ın ilk dörtlüğüyle kavuştakını okudum. “ Bunları nasıl unutmuyorsun? “ diye sordu. Bazı olayların ya da rastlantıların unutulmadığını anlattım. Daha küçük olduğu için bunları bilmediğini ama ilerde onun da böyle takıntıları olacağını söyleyince: ” Sen çok mu büyüksün, kaç yaş farkımız var? diye sorması beni iyice şaşırttı. partmaklarımla 7’yi gösterince: ” Aaa, okadar da değildir! “ deyip kalktı. Akordiyonu kutusuna koyarken, akordiyonun ağır olup olmadığını sordu: ” Başaracağımı bilsem bir akordiyon aldırırdım! “ deyince cumartesi-Pazar günleri alıp deneyebileceğini söyledim. Bunu biraz da kasıtlı söyledim. Önce çok sevindi ya da öyle göründü. Az sonra da “ Olmaz, alıp götürmek, getirmek zor olur. Belli bir yerde dursa çok sevinecektim, oraya gider çalışırdım! “ deyip ayrıldı. Notaları akorddiyon kutusuna koyup kapatınca kutuyu alıp yokladı: ” Çok ağır değilmiş! “ deyip bıraktı. O sıra yanımıza gelen Hasan Akyol: ” Eline almışken yerine götür kız, ağabey getirdi bir daha taşımasın! “ deyince: ” Aaa, ne var bunda götürürüm! “ deyip kapıya dek götürdü: ” Yerini bilsem gerçekten götürürüm! “ demesi inandırıcıydı. Atöyle kapanınca götüreceğimi söyleyerek akordiyonu uygun bir yere koydum. Öteki arkadaşlar gelince işe başladık. Uzun süre düşündüm; ne oldu şimdi? Hiçbir şey olmadı, hem de olmayacak. Yaş farkı değil başka nedenler var. Ben bir kere ikimizi bir arada kesinlikle düşünemiyorum. O, karşımda çocuk gibi. Büyümüş gibi konuşuyor ama çocuk. En küçük bir kırgınlıkta ağlayacağı besbelli. Ben uzun süre C için de aynı duyguları taşıdım. Ancak son karşılaşmamızda değiştiğini farkettim; ne yaptığını iyi bilen biri olduğu besbelliydi. Gül, arkadaşları arasında, okul içinde ilgilenmeye değer ama tek başına olacak ölçüde gelişmemiş bir arkadaş. Bunları düşünürken sık sık baktım, karşılıklı gülüştük. Umarım o da benim gibi düşünmüştür. “ Bir başka nöbette buluşursak gene konuşuruz! “ diye düşünüyordur. Okuma zili çalınca kitaplığa gittim; Cavit’le Tevfik orada. Döndüm. Kitaplık olayını anlatınca Gül bu kez kitap konusunsa bilgi istedi. Okuduğum kitapları sayınca da önce şaşırdı, sonra da inanmamış gibi bir tavır aldı: ” Bu saydıklarını nasıll okudun? “ diye sordu. Okuduklarımı hep özetlediğimi söyleyince ise: ” İnanamıyorum! “ dedi. O da kendi okuduklarını sıraladıÇalıkuşu, Dağları Bekleyen Kız, Çölde Bir İstanbul Kızı, Hıçkırık, diye sıraladı. Hepsini okuduğumu söyledim, konularını, olayları sıralamaya başlayınca gülerek sözü değiştirdi. Kendisi kitap seçmediğini, arkadaşlarının övdüğü kitapları aldığını söyledi. Bu kez de ben: ” Arkadaşlarının çok okuduğu kitapları okumamışsın! “ deyinc nereden bildiğimi, sordu. Anlattım: ” Okumak istediğim kitabı sorunca: ” Kızlarda! “ yanıtını alıyorum, günlerce değil aylarca beklediğim oldu, oradan biliyorum. Bu kez yüzünün rengi değişti; belli ki okuduğu kitapların bazılarını sakladı. Üstünde durmadan geçtim. Madam Bovary’yi, Anna Karenine’ni söylemek istememiş olabilir. Akşam yemeğine iyi hazırlandık. Nöbet günümün çok iyi geçtiğine inanarak zil çalınca arkadaşların yanına gittim. Mercimek Çorbası, Sulu Köfte, İrmik Helvası makbule geçti. Mehmet Aygün sordu: ” Çorbanın yarını sabaha bıraktınız mı? Sabah çay verileceğini söyleyince sevindiler. Nöbet takımım için konuşulmaması hoşuma gitti. Nöbetten sonra konuşulsa da öemli değil, deyip geçtim. Yemeklerimiizi yedikten sonra işlerimizi çabuk bitirdikGül, ona kitap seçmemi söyledi. “ Olu! “ dedim ama neden olur dediğimi de pek anlamadım: ” Ne seçebilirim? Bunu düşünerek önce kitaplığa uğradım. Cavit-Tevfik kapatmak üzereymiş. Onlara sordum: ” Kızlar hangi kitapları okuyor? İkisi birden: ” Bizim kızlar kitap okumaz, kitapları alılar, bir iki karıştırıp bırakırlar! “ Onların düşüncelerine katılamadım. Daha doğrusu Gül’ü düşünerek onlara böyle acımasız bir kanı yakıştıramadım. Sonra kendim bir seçim yapmak üzere çıkıp dersliğe gittim. Derslikte nöbet tartışması yapılıyordu. Bana sordular: ” Sen kimin yerine nöbet tuttun? Önce anlamadım, arkadaşların yüzlerine baktım. Harun Özçelik yok. Birden “ Harun Özçelik! “ deyip yarime oturdum. Arkadaşlar, Abdullah Erçetin’e hep birden: ” Sen nöbetçisin, kaytarma! “ dediler. Bir süre bekledim, sataşan olmadı. Eğer Gül üstüne bir söz eden olsaydı: ” Ne düşünürseniz düşünün o benim hemşerim, yakın köyler insanlarıyız, bizim yakınlaşmamızdan kimse gocunmasın. Okulu bitirince bir birimize yardım biz edeceğiz. Sizler tatile çıkıldığında olduğu gibi dağılacaksınız. Belki bir daha görüşemeyeceğiz bile. Ama biz yaşadıkça karşılaşacağız! “ diyecektim. Böyle bir sataşma ya da söz olmadı, düşüncelerim içimde kaldı ma kendi kendime konuşurken iyi savunma yapacağımı anlayıp rahatladım. Sabahki matematik ödevlerimi çıkarıp baktımGene geçirdiğim bu günü gözden geçirdim: ” Bayram günü gibi bir gün oldu. Öğretmenin verdiği ödevleri ben daha önce yapmışım. Yalnız Postulat için verdiği örnekler teoremlere çok yaklaşıyor. Postülatlarda kanıtlamaya gerek yok, denirken öğretmen, kanıtlanabilecek örnekleri postülat olarak yazdırmış. Örneğin. Bir daire içine yönelik, çemberinden en çok 360 açı çizilir! “ bir teoremken öğretmen bunu bir postülat olarak düşünebiliriz! “ demiş. Bunu geçtim, Lise ! . sınıf geometri kitabındaki Aksiyomlara baktım. Bunlar da 1-Her nesne kendi kendinin aynıdır. 2. Bir nesnetinin tümü parçalarının toplamına eşittir. 3. Bi nesneye ayrı ayrı eşit olan iki nesne, kendi aralarında da eşit olurlar. Kitap bunları Öklit zamanlarında ortaya konmuş kurallar olarak gösteriyor. İsmet yanıma geldi, “ O kızla birlikte nöbet tutman birilerini çok kızdırdı ama kimse tınmadı! “ dedi. Duramadı, sordu: ” Onun nöbetçi olduğunu biliyormuydun? “ deyince, bilerek İsmet’ de kandırdım: Biliyordum, bilmesem nöbete gider miydim? Zaman zaman konuşuyoruz, bugün de konuştuk, kitaplığa sık sık gelecek! “ dedim. İsmet merak içinde ama bir şey diyemedi; ellerini bileklerinden oynattı, parmaklarını sayar gibi sıraladı: ” Tabi tabi, o senin hemşerin! “ dedi. İçimden kızdığımı da sezdi. Konuyu değiştirip önümde açık geomtri defterini göstererek: ” Bunları yaptın mı? “ diye sordu. Geometri kitabını uzattım: ” Hepsi burada var, al sen de bak. Ama sakın kitabı başkasına verme! “ İsmet kitabı aldı, az duraladı, n düşündüyse kitabı geri verdi: ” Sonra alırım, şimdi senin sıranda durdun, bizim sırada arkadaşın kitasplarına karışır! “ deyip ayrıldı. Takındığım tavrı beğenmedim ama İsmet’in konuşması da benim beklediğim gibi değildi. Zil çalınca her zamanki gibi önce kalktım. Mustafa Saatçı takıldı: Sen nasıl yapıyorsan bana da öğret SS ile nöbet tutmak istiyorum! “ dedi. Sami Akıncı’yı göstererek yanıtladım: ” Arkadaşın Sami bunun ustası, sana öğretsin! “ Mustafa Saatçı hazırlıklı olarak sormuş: Ben senden öğrenmek istiyorum, deyince ben, “ Ben de ondan öğrendim! “ dedim. Bu kez Mustafa Saatçı şaşırdı: ” Nasıl olur, o senin istediğini yapar mı? Yapmadığını biliyorum ama onun yapmamasına karşın ben tolunu buluyorum. Böylece onun karşı olması beni başka yollara zorladığından kendi işimi kendim görüyorum! “ Mustafa Saatçı gülerek: ” Çok yamansın valalhi, sana helal olsun! “ deyip koluma girdi. Mustafa Saatçı’nın okula geldiğimiz ilk günlerden beri bu denli candan yaklaştığını anımsamıyorum. İsmet’in yanlışını böylece Mustafa Saatçı olumlu yönde siler gibi oldu. Yatınca bunu düşündüm. Gül, Gül’ün köyü, bizim köyü gözlerimin önüne bir daha getirdim. Arkadaşlara söylemek istediğim gibi bir yakınlık asla kuramadım. Köyler yakın ama, insanları bir birine o denli uzak ki anlaşılması zor bir uzaklık. Kadir Pekgöz’le Akpullu’dan yaya olarak izinli giderken Kırıkköy’de bir kahveye uğramıştık. Köylerimizi söyleyince kahvedekiler hepsi “ Aaa, çok yakınmış falan filan diye söz ettiler. Kadir’in köyü için bir iki kişi söz etti. Yarım saat ötesindeki bizim köyden hiç kimseyi tanıdığını söyleyen çıkmadı. Babamın kahvesinden falan söz edince bir kişi, Ali Ağabeyimi tanıdı. O da köyden değil pancar ekiciler toplantılarında bir araya gelmeden ileri gelen bir tanışma. O zaman buna şaşmıştım. Daha sonra konuşmalardan edindiğime göre, bizim köylüler onlara iyi gözl bakmıyormuş. Bizim köylüler gibi onlar da Bulgaristan’dan gelmeymiş. Ancak onlar dinleri müslüman olmakla birlikte dilleri Bulgarca olduğundan yabancı sayılmışlar. Şimdilerde de bizim köylüler onlara sonradan müslüman olmuş Bulgar gözuyle bakıyorlar. Kimileri bunu daha insancıl bir nedene bağlıyor. Sözde onlar Bulgaristan’da eski büyük savaş yenilgilerinden sonra çevreleri Bulgarlarca sarılarak, dillerini kaybetmiş Türk demekte iseler de şimdilerdeki ayrılık sürmektedir. Hamidabatlılaın da böyle bir ayrı tavrı olunca bunu salt bizim köye bağlayamıyorum. Hamitabat İlkokula giderken yakın köylere gezi hazırlığı yapmıştık. Öğretmenimiz Ahmet Korkut, dört köy önermişti: Ayvalı, Tatarköy, Kırıkköy Çeşmekolu. Hiç unutmuyorum, Hamitabatlı çocuklar: Biz Kırıkköy’e gitmeyiz, onların evlerinde kalmayız! “ demişlerdi. Öğretmen çocukları uyarmış, bazı açıklamalar yapmıştı ama Kırıkköy öneriler arasından çıkarılmış. . Tüm bunların etkisinden olacak Gül’le konuşmak ona takılmak, onu konuşturmak hoşuma gidiyor, ondan ayrıldıktan sonra bu tür anılar, söylemler aramıza bir perde çekiyor.
1 Nisan 1942 Çarşamba
Uyandım. İçimde bir sıkıntı var. Kitaplık nöbetçisi, daha doğrusu ben derslere girebileceğim ama sanat çlışmalarınaiTarım çalışmalarına gitmeyeceğim. Öteki arkadaşların sabah dersleri bize göre daha dolu. O nedenle sabahları kitaplığı ben açacağım. Fikret Madaralı Öğretmen: ” Bir süre bunu deneyeceğiz, dersler kesilince bu daha düzenli olacak! “ dedi. Gelgelelim ben, okula gireli beri atölye çalışmalarını aralıksız sürdürdüğümden, biraz tuhafıma gidiyor, kendimi kaçmış gibi sayıyorum. Kahbaltıya giderken içimden öğleye dek derslikte kalsak dedim durdum. Dediğim oldu, Selçuk Öğretmen, Abdulah Erçetin’i bir yere yolladı. Biz kahvaltı ederken onları izledik. Abdullah gelinc muştuladı, öteki dersliklerden harita getirmiş. Bir saat bil olsa benim için yararlım olacak. Acaba hagi haritalar? diyerek dersliğe döndük. Büyük iki harita biri Asya, avustralya, öteki kuzey-güney Amerika. Avrupa zaten vardı. Böylece tüm dünya haritası karşımızda. Selçuk Öğretmen, gülümseyerek : ” Tüm dünyayyı karşımıza aldık! “ dedikten sonra: ” Hem tarih hem de coğrafya dersi yapacağız. topraklar üstünde yapılan devletler arası çatışmalar gelecekte konuşulunca tarih olur. Biz bugün geleceği de erken erken konuşacağız! “ deyip Japonya’yı gösterdi. Japonya hakkında sorular sordu. Japonya’nın uzun yıllardır Çin’le savaştığını, kendisinden daha kalabalık olan Çin’i yendiğini söyledik. Selçuk Öğretmen: Tamam işte bu Çin’de hızını alamayan küçük Japonya şimdi de dünyanın yarısını almaya kalkıştı, deyip Güney Asya’yı bize tanıttı. Japonyanın aldığı yrleri gösterdi, alacağı yerleri, daha doğrusu almak istediği yerleri gösterdi. Gösterdiği yerler bildiğimiz Hindistan dahiltüm Büyük Okyanus içindeki yerlerdi. B öylece Japonya Amerika savaşı üstüne öğretmen ağzından bilgi almış olduk. Bu savaş nedenini gerçekten tam bilmediğini söyleyince öğretmene inanamadık. Nedeni bilinmeyen savaş olur mu? Öğretmen şöyle açıkladı. Bu gösterilen yerlerde insanlar yaşıyor. Ancak buraları Avrupalılar paylaşmış sömürge yapmış. Japonlar şimdi sözd bu sömürgeleri kurtarma savaşı yapıyorlar. Amerikalılar ise Japonya oralara yerleşirse bir daha çıkmazlar deyip sözde o yerleri savunduklarını söylüyorlarsa da dillerinin altındaki baklayı çıkaramıyorlar. Avrupalı dostlarının sömürgelerini koruduklarını koruyorlar. Öğretmen haritada gösterirken kimi yerde yaşayan insanlardan söz ederken Java Adası geçti. Küçücük bir ada kayık gibi bir yer. Öğretmen orada 50 milyon insan uyaşıyor! “ deyince hepimiz şaştık Şaşkınlığımızı gören öğretmn bu kez tüm yörenin nüfusunu yuvarlak olarak topladı: 1. 200. 000. 000 buna iyice şaşırdık. 700. 000. 000 Çin, 300. 000. 000 Hindistan Toplam olarak Japonya, Filipinler, Çin-Hindi, Java, Borneo-Sumatra, Avustralya, Yeni Zelenda 200. 000. 000 Dünyanın öteki bölümünden daha çok insan. İnanamadık. Zil çalınca yüksek sesle konuştuklarımız hep bu insan kalabalıklığı üstüne oldu. Çoğunlukla da Japonya ile Java adası kafamızı karıştırdı. 60. 000. 000 Japonya bir milyardan çok insanı yönetmeye kalkıyor. Bu nasıl olur? Öğretmern dönünce bu soruldu. Öğretmen gülerek: İşte şimdi de Tarih konuşacağız. 7. 000. 000 Holanda’nın 90. 000. 000’luk sömürgesi var: Sumatra, Borneo, Java Adaları, 40. 000. 000’luk İngiltere’nin 400. 000. 000’luk sömürgesi var, Hindistan, Birmanya, Avustralya, Yeni Zelenda. 40. 000. 000’luk Fransa’nın 40. 000. 000 sömürgersi var, Kamboçya, Vietnam Avrupalılar uygarlıkta yükseldikçe gidip oralardaki birlik kuramamış, insanlareı yönetimleri altına almışlar. Opraların zenginlikleri kendi ülkelerine taşıyıp oraları zayıf bırakmışlar. Kurtuluş Savaşımızı niçin yaptığımızı daha iyi öğrenmeniz için bu gerçekleri bilmelisiniz. Siz ebunları ders olarak anlatıyorum ama bu konuda soru sormayacağım. Ama bir gün Kuruluş Savaşımızın nedenlerini sorarsam bugünkü bilgileri hepinizden bekleyeceğim. Halkımızın bir sözxü vardır: ” İte paçanı kaptırısan donun sıyrılır(kıçın açılır)Zil çaldığında gözlerimiz haritalardaydı. Öğretmen haritaları toplattı. Baktığımızı görünce: Haritalara bakacağınıza olayları düşünün öğrendiklerinizi düşünce süzgecinden geçirerek bilgi dağarınıza geçirin. “ Atatürk bize ne dedi? “ Türk, güven, çalış! “ Atalarımız ne demiş: “ Su uyur, düşman uyumaz! “ Öğretmenden sonra bir süre bakıştık. Biz yakın ımızda olduğu için Almanya’nın yaptığı savaşları olağanüstü sayıyorduk. Oysa uzağımızdaki savaşlar da o boyutlarda büyük savaşmış. Sayısal olarak daha da büyük; milyarlarca insanlar savaş içinde. Biz konuşurken Salih Ziya Öğretmen geldi. “ Ne o beni beklemiyordunuz galiba! “ dedi. Gülerek” Ben, siz sevinirsiniz diye geldim, yoksa bahçeye mi çıkmak istiyordunuz? “ diye sordu. Arkadaşlar, biraz karışık olmakla birlikte beklediğimizi söylediler. Öğretmen masa üstüne koyduğu yazıları sıraladı, dersgi türü küçük yazılar vardı onları sıraladı. Fidelerimizin canlandığını, Ektiğimiz tohumların çıktığını muştuladı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin sevincini görünce ben de derecesiz seviniyorum. Ben onun gibi bahçede oluıp bitenlere değil, olup bitenlere onun sevinmesi beni sevindiriyor. Bu okulda kimse onun kadar okulun çevresini düşünmüyor. Şuradaki ağaçlar büyünce şu olacak, buradaki bahçe göyle görünecek diyerek okul bahçesinin geleceğini görür gibi anlatması, babamın bizim bağlar, bahçeler içimn yaptığı konuşmaları andırıyor. O nedenle onun konuşmalarını içtenlikle izliyorum. Kaldırdığı bir çizimi gösterdi. Okulplanını çizen mimar Emin Onat bir ara yer bırakmış: ” Burası ağaçlandırılabilir! “ demiş. Salih Öğretmen gülerek: ” Ağaçlandırılabilir nedemek? Biz ağaçlandırdık bile ! “ deyip kahkahayı attı. Bu kez Köy Enstitüler’nden Haberler diye bir dersgi gösterdi. Milli Eğitim Bakanlığı bunu hazırlatıp tüm Köy Enstitüleri’ne gönderiyormuş. Akçadağ, Haruniye, Gölköy, Kızılçullu ile Çifteler’de yapılanları okudu. Öğretmen okuyunca şaşkın şaşkın baktık. Oraları neredeyse Sarımsaklı Çiftliği gibi geniş topraklar üzerinde çiftçilik yapıyor. Onlara göre bizim bahçeler, minicik kalıyor. Ancak o anlatılanları, traktör ya da modern makinelerle değil atla yaptıklarını söyleyince düşümdeki çiftlikler küçülverdi. . Zaten az sonra öğretmen açıkladı. Gerçeği yazıya dökünce bir büyüme bir genişleme hep olur. Gözle görüleni yazıya kendi gerçeğiyle dökmek kolay değildir. Biz de oturup yazsak. Yazdığımızı okuyunca duraksarız. Size şimdi bin çubukluk bağımız var, 600 çam, büyüyor desem birden şaşarsınız. Çünkü o sayıda ağaç düşünbürsüz. Oysa bizim çamlar santimlik boylarıyla fare kuyruğu gibi henüz toprakta. Bizimkiler böyleyken Akçadağ ya da Gökçedağ’da başka türlü olmaz. ! “ Öğretmen duraksayınca, “ Arifiye yok mu? “ diye sordum. Öğretmen gülerek: Ya, ya bak işte bu güzel bir soru. Arifiye var. Var ama Arifiye için başka bir dil kullanılıyor. Orada ektik, diktik sözleri yerine” Var! “ , sözleri geçiyor. Çünkü orası hazıra konanlardan biri. Öğretmen yazıların bir bölümünü arkadaşlara okuttu. Her Enstitü yaptıklarını anlatıyor. Anladığımız kadarıyla oradaki arkadaşlar bizim gibi yiyecek sıkıntısı çekmiyor. İsmet numarasını gene yaptı: ” Bari bizi oralara gönderseydiler. Hasanoğlan’a gittik oralarda aç kaldık, buraya döndük, ekmeğimizden olduk. Gitmeseydik bizim de birşeylerimiz olacaktı! “ deyince öğretmen: ” İsmet beni konuşturmak istiyor ama ben geçmiş üstüne konuşmak istemem. Ekmek kıtlığı bütün yurtta yatılı okullarda var. Köy Enstitülerinin hiç birisi daha kendi yağıyla kavrulamamaktadır. Bu iş o denli kolay değil yıllar geçince olacak bir birikime dayanıyor. Onların yedikleri sizden farklı olamaz. 500-700 öğrencisi olan okullara 5 elma ağacı, 8 armut ağacı meyve yetiştiremez. İşte ektik, sebzelerimiz kaç öğün dolduracak? Bu dediklerimniz yıllar sonrasını düşlemektir. Bu tür konuşmalara dayanarak karamsarlığa düşmeye gerek yok. Biz okul olarak Lüleburgaz Ortaokulundan daha üretken bir okuluz. Onların çifçi ailesinden gelmeyen çocukları pazardan bir karpuz seçemez. Ama siz ağız tadıyla hiç değilse karpuzunuzu, üzümünüzü seçecek, seçemeyenlere de öğreteceksiniz! “ Arkadaşlae hep güldü. Öğretmen de güldü: ” Biz de seçemiyoruz, diyeceksiniz. Dönüp dönüp aynı noktaya geliyoruz. Bunlar, önemli bir anlayış değişimidir. Hop! deyince olmaz. Yıllardır olmadığı görüldü. Zaman isteyen bir anlayış değişikliği yapmaya giriştik. Siz bunu beş yılda kavrayıp uygulayacalsınız; ömür boyu da bu düşünceyi çevrenize yayacaksınız. ! “ Zil çaldı. Öğretmen beni çok konuşturdunuz. Ancak bundan sevinç duyuyoru; ilginizi görünce de umutlarım artıyor. Diktiğimiz çamlar bağlar, fidanlar gibi düşüncelerimniz de serpilip gelişiyor. Fidanlar nasıl rüzgarda sallansa da olanak buldukça büyür daynıklığı artarsa sizin de zaman içinde kendinize güveniniz artacak, olumsuzlukların üstüne yılmadan gideceksiniz! “ Öğretmen ayrılırken cok candan “ Sağol! “ çektik. Öğretmen döndü gülümsedi, “ Siz de sağolun! “ deyip ayrıldı. Kitaplığa giderken İlhan Görken Öğretmen gördü, beni çapırdı. Kitaplık için izinlisin, oyun işiniz ne olacak, ben Müdür Beyle görüştüm o bana bıraktı, ben de sana bırakmak istiyordum, şimdi ne olacak? “ dedi. Kitaplık işinin belli saatleri var, ayrıca üç arkadaşız. Oyunlar da belli günlerde olacak. bir birine zarar vermeyecek düzen içinde çalışacağız! “ dedim. İlhan Görkey Öğretmen: ” Sana güveniyoruz, üslendiğin işi başarırsın, arkadaşlarını seç, oyun çalışmalarına başlayın! “ dedi. Kitaplığa girmeden çıktım, Yusuf’la Ahmet Güner’i buldum. Onlar benden çok sevindiler. Öğle yemeğinde konumuz oyunlardı. “ Hangisinden başlayacağız? “ Hiç önemli değil, ortaya çıkan arkadaşlara bir hak tanırız, hepsi ona uyar. Uymayanı oyuna almayız. Son olarak tembihledim, “ Ben bu işi çok önemsiyorum, biz nasıl bir birimize uyarak öğrendikse bize katılanlar da öyle uymak zorundalar. Uymayanlara göz yummak yok. Ben birini çıkarırsdam araya girmekte yok. Araya girer de söz ü geçmezse darılmak da yok. Korumak istedikleri olursa önce onu kendileri uyarıp koşullarımnıza uydurmalı. Ahmet gibi Yusf da dediğimi onayladı. Bu cumartesi, pazar günleri başlayacağız. Onar kişilik iki grup daha önce hazırlanmıştı. Şimdilik kızlar yok, kızların adı da anılmayacak. Kızlar kendi aralarında isterlerse bir düzen kurup öğretmenleriyle anlaşarak bizden yardım isterlerse o zaman yapılacakları biz de kendi ölçülerimiz içinde karara bağlayacağız. Oyunlar konuunda kesinlikle cıvıtmaya göz yummayacağız. Yalap şap öğrenip oyunları düzgün oynamayanlara kısacası “ Oyun Bozma’ya kalkışanlara da izin vermeyeceğiz. Öğleden sonra Tarım çalışması yapılacak, biraz utanarak Salih Ziya Öğretmene durumu anlattım. Öğretmen çok doğal karşıladı. Hasta olma, bir yerde çalış, önemli o! “ dedi. Sonra da : ” Al sana bir ödev, kitaplıkta yeni eski tarımla ilgili tüm kitapların bir listesini çıkar. Bunu hep istiyorum, kendim yapmayı çok düşündüm ama bir türlü olmadı, kısmet sananmış! “ diyeyim mi? diye takıldı. “ Çok acele de değil elin değdikçe yapsan olur! “ Buna çok sevindim. İrfan Öğretmene de uygun bir zamanda anlatabilisem Kitaplık işim tamamolacak. Kitaplığa gittim. Kimse yok, boş durmamak için Ziraat, Tarım, Ağaç, Toprak, Sebze, Bahçe, Çam, Pancar, Orman, Koru gibi sözler saptayıp ad hazırlığı yaptım. Birden aklıma geldi kitapların yazıldığıo defter var oradan aramayı düşündüm. Defter pek düzenli yazılmamı ama gene de adlar doğru okunuyor. Deftere bakmaya ara verdim, kitapları gözden geçirdim. Pedagoji Tarihi’nin 2. ’sini buldum. O da birincisi gibi kalın bir kitap. . Pedagoji alanında ün yapmış kişileri anlatıyor. Snellman’ı orada da aradım. Gerçekten Snellman yaşamış biri değil. Yaşamamış birini yaşamış gibi anlatmışlar. Romanlardaki kişiler gibi. Çalıkuşun u bitirince Fikret Madaralı Öğretmene soran olmuştu: ” Feride Öğretmen ölmüş müdür? Öğretmen önce çok gülmüş, sonra da uzun uzun romanlardaki , öykülerdeki kişilerin gerçek insan olmadıklarını anlatmıştı. “ Örneğin, Yaban romanındaki Kolsuz Ahmet Celal benzeri, Anadolu ya da yurdumuzun öteki köşelerinde yüzlerce kolsuz gazilerimiz vardır ama kitaptaki Ahmet Celal yoktur. Çünkü yazar onu öteki kolsuz gaziler gibi düşünüp , öyle biri olduğunu varsayarak yazmıştır! “ demişti. Snellman da Beyaz Zambaklar Memleketi kitabını yazan Grigori Petkov’un düşlediği bir Pedagog olsa gerek. Amncak kitapta ona benze bir ad gördüm; ” Salzmann, Snellman. Hiç ilgisi yok ama kulağa gelince bir yanıltıcı yaklaşım oluyor. Pedagoji kitabının da 2. ’sdi var. Onları da alacağım. Ayırdında değilim, dersleri bitmiş, Tevfik’le Cavit geldi. Ahmet Gürsel Öğretmenin dersi varmış, sınıfın yarını tahtaya toplayıp paylamış. Gül’ü düşündüm, matematikten ne durum da acaba? Sorsa yardım ederim ama bunu ona sözleyemem. Hem sonra nasıl yardın ederim. Keşke yardım edecek durumumuz olsa. Acaba öteki okularda kız erkek arkadaşlıkları nasıl? Sıkıldığımı söyleyip çıktım. Atölye boşalırken gittim. İrfan Öğretmenle karşılaştım, durumu anlattım. İrfan Öğretmen. Müdür Beyin bilgisi varsa bizim için hiçbir sakınca yok, daha iyi biraz dinlenmiş olursun! “ dedi. Anahtarın, , sabahları zanmanında açmak, akşamları da kapatmak koşuluyla bende kalmasında bir sakınca olmadığını söyledi. Benim de istediğim buydu. Oturdum bir sür sosyallığe İmni’yi çaldım, ezberlemişim notaya bakmadan baslardan bile çıkardım. İki taraflı çalınca çok güzel oluyor. Notaları kolay ama sesleri çok güzel sıralanmış, çalarken kendim dinleyip kendi çalışıma bayılıyorum. . Okuma saati ziliyle kitaplığa geçtim. Bu saatte gelen oluyor. Arkadaşlar bakıyor ama gelen gidenleri de merak ediyorum. Kendim karar verip kendim kararımı bozuyorum: ” Gül gelirse matematik dersiyle arasını soracağım. Bnöyle düşünerek girdim bir de baktım Gül gelmiş, görünce “ Hani yoksun, kitap seçecektin! “ dedi. “ O kadar ivedi mi olacaktı? “ diyerek girdim. Bu kez Salih Ziya Öğretmenin ödevini öne sürüp karşıya geçtim, kitap seçip gösterdim: İki Yeni Gelinin hatıraları, Izlanda Balıkçısı, Cihan Şampiyonları, Kazaklar, Gorio Baba, Eugenie Grandet, Maske adlı kitapları gösterdim. Hepsine baktı sonunda “ Sen seç! “ dedi. Cihan Şampiyonları ile Maske’yuı ayırdım. Kısa kısa okuyacaksan Maske, roman okumak istiyorsan Şampiyonları, Üzülmek istiyorsan Izlanda Balıkçısını. Biz konuşurken arkadaşları geldi aralarında konuştular. Sonunda her biri birini alıp gitti. Derslikten hedr akşam kaçmak isterken birden özledim, kalkıp dersliğe gittim. Derslikte Sabahki Salih ziya Öğretmenin konuşması üstüne yorumlar yapılıyordu. Öğretmenin okuduğu yazıların benzerleri İlköğretim dersgisinde çıktığını, bazı Köy Enstitülerinin tarim işlerine çok önem verdiğini anlattım. İlköğretim dergisiinin kitaplıkta yığınla durduğunu isteyenlerin alıp okuyacağını anlattım. Halil Basutçu gülerek” Nöbetitn daha birinci gününde bunları mı öğrendin? “ dedi. “ Hayır onları ben köyümdeki okulda okudum. Ancak aynı dergileri bura da görünce bir aksiyom yaptım. “ Köydeki dergide bu vardı, o dergi burada da var o halde o yazı burada vardır! “ Arkadaşların kimileri anlamadıkları haldı güldüler. Sami Akıncı ise bravo, çok güzel bir örnek verdin, bunu gelecek yıl mantık dersinde okuyacağız! “ dedi. Dersikte uzunca bir sessizlik oldu. İsmet: ” Dayı onbeşgün sana çok, çabuk ayrıl sıra bana gelsin böyle bilgilere gereksinmim var! “ deyince bu bir aksiyom, sen potülat, ipotez, hüküm bile öğrendin kitaplığa bunlar için gitmene gerek yok. Ben bunları bugün değil çok önceleri o dergileri karıştırarak öğrendim. Siz şimdi sözünü ettiğiniz için ben de karışıyorum. Yoksa bubnları gelecek yıl Hasan Ali Yücel’in mntık kitabındaniHani şu Hasanoğlan ÇADIR DERSLİĞİMİZDE yazarının kendisiyle tartıştığımız MANTİK kitabında bunlar hep geçecek. Arkadaşlar gülüştüler. “ Sen ne demiştimn, ben ne demiştim. Uzadı gitti. Ben, “ Sizin dediklerinizi değil ama onundediğini hiç unutmuyorum: ” Ben Newton için İngiliz, dediğimde o bana gülrek: ” Başka hangi ulus kaldı ki? “ diye sormuştu. Ben de ona: “ Erken verilen yanlış yanıta geç verilen doğruyu yeğlerim! “ demiştim. O ne demişti? “ Bak bak, elbette, sen bu kitabı okumayı hakkettin! “ demişti. Öyle miydi değil miydi tartışmadı başlatıldı ama sürmedi. Çünkü sınıfın yarısı o gün derste bile yoktu. Olmayanlar konuşunca gülmeler başladı. Derste olmayanlar niçin olmadıklarını bile açıklayamayınca iş cıvıdı. Çünkü derslik çadırı o günler küçüktü yarımız işe gidip öğleden sonra ders yapıyordu. Hasan Ali Yücel sabah bizim grubun derssine girmişti. 4-7-15-18-26-42-48-50-53-61-66-72-74-76-78 numaralar sabahçı 6-11-16-24-28-44-49-51-60-63-70-73-75-77-79 numaralar öğleden sonracıydı. Bunları konuşurken çalışma saatini doldurduk. Bu günümü de iyi geçmiş saydım. Kitaplık işi yoluna girdi, oyunları da yoluna koyacağız, Rahat olarak yatağıma yarttım. Okulu bitirince Kepire gelir miyim, gelmez miyin? Bunu bir süre düşündüm. Gelemeyeceğime karar verdim. B en çok alıngan bir insanım. Hiç bir olayı da unutmayan bir belleğim var. Olumsuzlukları unutmuyorum, Unutmadıklarım aklımda oldukça affetmek söz konusu olmuyor. Kırklareli’deki yengelerimi, köyde birkaç kişini kaç kez denedim affetmen olası değil. . Burada bir iki arkadaş için de bu geçerli olduğu gibi bundan sonra tatsız geçecek olaylara karışanlara da aynı tavrı takınacağım. Burtada sevmediğim, affetmeyi düşünmediğim kimse olunca benim buraya gelmem söz konusu olamaz. Bu nedenle ayrılınca buraya gelmeyi düşlemiyorum.
2 Nisan 1942 Perşembe
Bekir Temuçin kalk artık sabah oldu şarkısıyla herkesi uyandırdı. . Mustafa Saatçı Bekirİn sesini bedenine yakıştırmadığını söyledi. “ Yakıştırma sözü yanlış, doğru konuş! “ diye uyaran oldu. N Mustafa Saatçı sözünü geri aldı. Arkasından sordu: ” Arkadaşlar ne demeliydim? “ Doru yanıt veren olmadı. Beki uzun süre sustu yanıt bekledi. Ben bir yanıt aradım. Söylemek için değil, Mustafa Saatçının demek istediğini Bebir Remuçin’i kırmadan nasıl söyleriz? Uygun bir söz bulamadım. Sesi kocaman, boyu küçük. Sesin koman desem, boytunun küçüklüğünü belirtmiş olacağım. Boyunu anımsatmadan bir söz söylemek olası değil. Sustum. Sustum ama böyle konuşmalar her zaman tehlikeli. İyisi mi işe baştan bulaşmayacaksın. Önce dersliğe uğradım. Kitaplığı açtım. Tevfik geldi, Tevfik Uğurlu görev konusunda çok titiz. Biraz çok konuşuyor ama söyledikleri boş sözler değil, Bir kez iyi okuyor. Biraz çekingen ama, konuşmaya değer bulduklarıyla dinletecek konular seçip konuşabiliyor. Cavik kestirme konuşanlardan. Biraz tez canlı, çabuk hüküm verebiliyor. İnandığına da iyi bağlanıor. Cavit’i nasıl tanıdığıı hiç unutmuyorum. Alpullu’da okurken, Ali Ağabeyim ben dersteyken gelmiş, Ömer Uzgil Öğretmenden bana bir gün izin almış. İzin kağıdını yazıp oralarda gördüğü Cavit Kafkas’ı iin kağıdını bana vertmek için göndermiş. Cavit ben ararken Ömer Uzgil Öğretmenl karşılaştım, izinli olduğuı öğrnince koşup arabara bindim. Babaeski’ye gittik. Bir gün sonra Cavit beni buldu, sakladığı izin kağıdını verdi. Çok hoşum gitti. O zaman 5. sınıftaydı. Bir daha da benden ayrılmadı. Kızılçullu’ya, Çifteler’e arkadaş mektupların birlikte yazdık. Geçen yıl kooperatifte gene birlikte çalıştık. Hasanoğlan’da dertleşirdik. Şimdilerde arkadaşlığımız daha candan sürüyor.
Ders zili çalınca dersliğe gittim. Fikret Madaralı Öğretmn Dersliğe girince “ Günaydın! “ dedikten sonra kitaplığı çok düzenli bulduğunu söyledi, arkadaşlara dönerek, bundan böyle sizler de bu titizliği gösterirseniz kitaplık düzen içinde işleyecektir! “ dedi. Oysa ben ya da arkadaşalrımız fazla bir şey yapmamıştık. “ Öğretmen, arkadaşların dikkatini çekmek için böyle söylemiş olabilir! “ diye düşündüm. Ancak daha terli toplu bulundurusak Fikret Madaralı Öğretmenin hoşuna gideceğini de anlamış oldum. Öğretmen geçen derslerde yazı türleri üstünde durmuştu. Akşam gazetesi çıkardı, Halil Basutçu’ya Necmettin Sadak’ın yazısını okuttu. Uzunca bir yazıydı. Amerika Birleşk Devletleri ile Japan savaşlarının nedenini irdeleyen bir yazıydı. Sorun oralardaki halkların özgürlük sorunu değil, kimin sömüreceği sorunu anlatılıyordu. Arkasından Bekir Temuçin’e Şevket Rado’nun yazısını okuttu. Şevket Rado Sırbistan’dan göç eden bir aile çocuğunu anlatıyordu. Hüsnü Yalçın’a da Va-Nü’nün yazısını okuttu. Hüsnü yazının başlılığını okudu: ” Dünden devam, sonunda da “ Devamı yarın! “ diyerek bitirdi. Öğretmen güldü. Hüsnü’ye: ” Tembihleseydim bunu yapmazdın, tam istenileni yaptın. Söze oradan başlayalım! “ deyip son okuduğumuz yazının bir tefrika olduğunu, uzun yazıların günlere bölünerek gazetelerde yazılması biçimlerine tefrika dendiğini anlattı. Bunların belli bir özelliği yoktur ancak anlatılanların kendi içinde bir bütünlüğü bulunur. ! “ deyip geçti. Halil’in okuduğunu sordu. Bunu Halil Basutçu açıkladı: ” Başmakale, gazertenin baş yazısıdır. Belli bir fikri, görüşü savunur. Konuya uygun bir girişle başlar, sonunda anlatılmak isteneni anlaşılır şekilde bitirir! “ dedi. Şevket Rado’nun yazısına Kadir Pekgöz parmak kaldırdı. Ancak Kadir’in söylediklerinden pek bir şey anlaşılmadı. Öğretmen aynı sırada oturan Orhan’a sordu. Orhan yazı türünü değil anlattığı olayı açıklamaya başlayınca Sami Akıncı parmak kaldırdı: ” Bu yazı bir fıkradır, yazarın belli bir konudaki kendi görüşlerini anlattığı yazılara fıkra denir! “ dedi. Öğretmen bize dönerek, “ Önemli olan bu tanımlar değil, gazetelerdeki yazılar, ayrı ayrı, içerik, biçim hatta konu bakımınndan farklıdırlar. Bu farkları, yazıları okudukça anlayacaksınız. Bir de yazanların adı belirtilmemiş yazılar vardır. Bunlar da birer yazıdır amaKonuştuklarımız gibi ayrı bir özellik taşımazlarÇoğu okuyucuya haber duyurmak için yazılırlar! “ Öğretmen daha sonra tefrika üzerinde durdu. Uzun öykülerin, özellikle de romanların parça parça gazeteler aracılığıyla okucuya duyurmak için yazılığını, bir çok ünlü romanın önce böyle okuyucuya duyurulduğunu ad vererek anlarttı. Tefrikaları seven okuyucu sayısına göre kitap baskısı yapıldığını, bir çok romanın da ününün bu yolla yayıldığını anlattı. Bu arada bir çok tefrikanın üstünkörü yazıldığını, salt vakit geçirmek için yazılan tefrikaların bulunduğunu söyledikten sonra bir de tefrikalara güvensizliği arttıracak bir olay anlattı. . Gazeteler roman tefrikalarını iki türlü yayınlıyormuş. 1. Bitmiş bir romanı alıp bölüm bölüm vermek, 2. Yazılmakta olan roman bitmeden yazılmış bölümleri yaymak. İşte bu mtür tefrikaların birinde yazar(Mahmut Yesari) birden rahatsız olur yazeteye tefrikayı yetiştiremeyeceğini anlayınca arkadaşından rica eder. Arkadaşı da yazardır, önceki tefrikaları da izlemektedir. Arkadaşına yazacağını söyler. Rahatsız olan arkadaşı sevinir. Ancak esas tefrika yazarının rahatsızlığı artmıştır. Böylece kısa zaman olacağını sandıkları geçici yazarlık uzar. Rahatsız olan yazarı görmek üzere geçici yazar gittiğinde gerçek yazar sorar: ” Ne haber, nasıl gidiyor, söz gelişi Ayşe, sevgilisi Mehmet’i, özlüyor mu? Yardımcı yazar: ” Ben onları birleştirdim, çok mutlu olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Hasta yazar yatağından fırlar: ” Yapma yahu, ne diyorsun, sen başları okumamış mıydın? Ben Mehmet’i öldürmüş, Karacaahmet mezarlığında özel yaptırılmış türbesine koydurmuştum. Ayş de düzenli gidiğ çiçek koyuyordu! “ Devrisi gün tefrikada bir rüya anlatılmış. Meğer birkaç gündür yazılanlar, Ayşenin bir rüyasıymış. Öğretmen bunu anlatınca biz güldük. İlginçtir bunu bize anlatan öğretmen bizden daha çok güldü: ” . Ayşe, Mehmet, adları yakıştırmadır. Ancak olayın böyle olduğu inandırıcı kaynaklara dayanmaktadır. Tefrikalar konusunda bunu anımsayın, tefrika tiryakisi olmamaya çalışın! “ dedi. Ders bitince sessizce kitaplığa gittim. Hiç kimse yok, Salih Ziya Öğretmenin listesini esas kayıtlardam çıkardım. Yazdığım listedeki kitapları alıp karıştırdım. Bahçıvan, Vişne Bahçesi, Dikenli ya da Koca Tarla gibi adlar taşıyan kitapların tarımla ilgisi olmadığını gördüm. Bu kez tüm kitapları birer birer elden geçirdim. Öğretmene 22 kşitaplık bir liste hazırladım. Kitap olarak daha çok ama, onlar anyı kitaptan irkaç tane olarak sayı artırıyor. Kalan zamanımı Pedagoji, Pedagoji Tarihi kitaplarını kasrıştırarak geçirdim. Pedagoji kitabını nedense anlayamıyorum ama Pedagolji Tarihi hoşuma gidiyor. Petalozz’yi bir daha okudum. Bir de Fröbel çıktı karşıma. O da çocukların iyi yetişmesi için çalışmışBizim öğretmenler derslerine giren öğrencilerin iyi yetişmesi için didiniyorlar. Bunlar herkesimn çocuklarını düşünmüşler. Okul Müdürümüz belki de bunun için onları okumamızı istiyor. Fröbel anladığım kasdarıyla çocukların oyuncakları üzerinde de duruyor. Çocuklar, örneğin tuğla şeklinde oyuncakla oynarsa( O başka daha 7 şekil söylüyor. ) büyüdüğünde daha becerikli olurmuş. Sahiden halamoğlu arkadaşım Hilmi, çocukluğunda hep demirden oyuncaklarla oynardı. Babasının aletlerini alıp alıp ötede beride bıraktığı için babası ona küçük, oyuncak çekiç, keser, destere, çakılar, bıçaklar almıştı. O sonra sonra demir tekerlerden( Eski pulluk tekerlerinden) araba yapıyordu. Hilminin bu oyunlarına hiç katılmıyordum. Hilmi okumadı ama daha askere gitmeden önce köyün giderek çevrenin demirci ustası olmuştu. Örs başında kızgın demir döğerken kendi yaptığı düzenle aynı zamanda körükleri çalıştırması dillere destan olmuştu. Fröbel bunlarımı istiyor acaba? Kitaplar arasında bir de nota kitabı buldum. Yazan Hulusi Ökmen. Hidayet Gülen Öğretmenin bir zaman bana verdiği kitabın benzer. Onu Muallim Hulisi yazmıştı bunuysa Hulusi Ökmen yazmış. Parçaları tam anımsayamadım ama onda da Göçmen Çocuk gibi şarkılar vardı. Sosyalliğe İmni bunda da var. Kitabı hemen alındı defterine yazdım. Bu kitabı bulmam bir bakımdan kafamı karıştırdı. Sinanlı deposunda piyanolar, kemanlar, mandolinler olduğuna göre nota kitapları da vardır. İki kez oraya gittiğime göre neden nota kitabı aramadım. Orada yığınla duran dergiler, büyük boyda kitaplar görmüştüm . Oysa Hasan Amcamda görmüştüm, nota kitapları hep büyük oluyor. Üzülerek alt gözleri bir daha taradım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım; zil çaldı. Çıktım, arkadaşlara katılıp yemeğe gittim. Soranlar oldu: ” Kitaplığı düzelttin mi? “ Fikret Madaralı Öğretmenin beğenmesi benim için yeterli değil, önemli olan siz arkadaşlarımın beğenmesi, sizin beğeneceğiniz duruma getirmeye çalışıyorum! “ dedim. Hilmi Altınsoy hemen yanıtı verdi: ” Boşuna uğraşıyorsun, biz kitap okumayız. Kitapları konuşmayı sevmeyenler okur. Konuşanlar sessiz durup kitap okuyamazlar. Biz kitaplığa gitsek, hemen kovuluruz! “ Öteki arkadaşlar Hilmi’ye katılmadığını söylediler ama Hasan Üner dışındakiler pek okuyan takımından değiller. Yusuf, Salih, Mehmet Aygün(Mehmet Aygün ortalarda) için “ Okuyor! “ demek zor. Hilmi zaten okumadığını övünerek söylüyor. Öğleden sonra bizim sınıf tam kadro sebze bahçesine gittiler. Besim İyitanır Öğretmen çizmeleri çıkarmış ama bu kez de çizme gibi diza kadar çorap çekmiş. Elimndeki çubukla ikide bir çoraplarına vuruyor. Bizim şayakları andıran kalın kumaştan kilot pantolonu var. Görünüşüyle ata binenleri andırıyor. Belki de iyi bir koşucudur. Nedense kitaplık nöbetime bugün daha çok sevindim. Bir ara da iki günün hemen geçişine, kala kala 13 günümün kalışına üzüldüm. Gül için kitap baktım. “ Kalın kitapları okuyamazmış. Sefilleri, Harp ve Sulh’u, Basubadelmeyt’i geçtim. İki Şehrin Hikayesi’ni düşündüm ama o da biraz karışık, sıkılmış olabilir. 80 Günde Devrialem’le Ay a Seyahat’i sıraya koydum. Birden Sinekli Bakkal’ı anımsadım. Rabia belki hoşuna gider. Bunlarda karar kıldım: ” Şimdilik üç kitap yeter! “ Hayat Ansiklopedisini açıp Japonya’yı okudum. Jasponya da bizim gibi çok eskilere giden bir ulusmuş. Onlar da bizim gibi 1850 yıllarından sonra Batı ülkeleriyle ilişki kurmuş. Ancak onlar bu işi daha sıkı tutmuş. Çabuk ilerlemişler. Biz, 1877-78 yıllarında Rusya karşısında yenildik, Rus ordusu İstanbul’a dek geldi; bununla da kalmadı, . Tuna’nın alt bölümleri elimnizden aldı. Aynı Rusya Japonya’ya da saldırmış ama Japonya Rusya’yı öyle perişan etmiş ki, istediklerini almak şöyle dursun beklmediği kadar da toprak kaybetmiş. Şimdilerde Çin’de ilerleyen Japonya Rusya’nın öcü gibi korktuğu bir ülkeymiş. Aznsiklopediyi okurken vaktin nasıl geçtiğini hiç anlamıyorum. Bu ansiklopediden köyde olsa hiç canım sıkılmayacak O kadar çok çeşitli bilgi var ki, birinden sıkılınca ötekinde rahatlanıyor. Olanak bulursam kesinlikle alıp köye götüreceğim. Cavit geldi, yalnız yalnız oturuşuma şaştığını söyledi. Beni, sürekli konuşan biri olarak düşünüyormuş. “ Hep konuşurken gördüşü için öyle sandığını söyledim. 15 gün burada yalnız yalnız okuduğumu görünce bundan böyle beni, sessiz-Sakin okuyan biri olarak anımsayacağını anlattım. Köye ansiklopedi götürme düşüncemi söyledim. Tam bu sıra Tevfik geldi. Ona da anlatınca Tevfik işin parasal yanını düşünerek: ” Köyünde okuıl vardır, okula aldırmaya çalış! “ dedi. Güldüm: ” Ben öyle değil, kendim alıp okula vermeyi düşünüyorum. Gerektiğinde ben de okurum. ! “ bu fikrim daha yararlı görüldü. Çocuklar geldi. Eski alışkanlıklarını sürdürmek isteyenler, kitapları alıp alıp bırakmaya başladılar. Yeni yöntemimizi açıkladık: ” Kitap almak isteyenler önce adlarını yazdıracaklar. Adını yazdıranlar geçip kitap seçebilecek. Adını yazdıran kitap seçip alırsa, aldı yazılıp imzalanacak. Adını yazdırıp kitap seçmeden çıkanların adları açık bırakılıp tarih konacak. 3 kez adı açık kalanlar daha sonra seçme hakkını kullanamayacak; kitap alacayı zaman, alacağı kitabın adını söyleyip alabilecek. Bu yöntemimizi Fikret Madaralı Öğretmen çok beğendi: ” İşinizi çoğaltıyorsunuz ama, ayhak altında dolaşmaları da önlemiş oluyorsunuz! “ dedi. Gülerek: ” İnsanların kafaları çalışınca işlerinin zorluğunu değil ; yaptıklarını işe saygınlık kazandırmayı düşünürler! “ Yaptığımız yenilik fazla bir tepki çekmedi. Konuyu benim açıklamamın da yararı oldu. 7. 8. sınıfların benim uyarılarıma kolay uyduklarını bir kez daha gördüm. Bir buçuk yıl önce kooperatif çalışmalarımızda da buna benzr değişmeler olmuştu. Daha önce küçük bir kırtasiye büfesi gibi açılmış olan Sami Akıncının dükkanı, Bizim seçilmiş grubumuzca tam bir kooperatif olarak ortaya çıkmıştı. Kendine özgü düzeni kuruldu, o düzen üstüne çalışmasını sürdürdü. Ne var ki, silgi, kağıt, kalemden başka bir şey satılmayan eski dükkana alışmış olanlar, silgi alma kolaylığı içinde, helva, lokum, simit, ya da portakal, yenihayat almaya kalkıştılar. Sıra beklemek akıllarını karıştırmıkştı. O zaman da hemen bir düzen kurduk. Bir iki çıkıntı dışında düzenimiz bir tepki görmedi. O zaman da ben o çıkıntı takımını azıcık zorlayarak, saygıya çağırmış, sıraya alıştırmıştım. Zil çalınca otalık tenhalaşı. Oturup listeler çizip hazırladık. Sınıf, numara, ad-soyad- seçilen kitap-aldı-tarih-verdi-tarih-Seçmedi 1-seçmedi 2- seçmedi 3. -Kitap adı bildirecek…………………. Bir süre kaldıktan sonra ben dersliğe gittim. Matematik dersimizde öğretmenin önemsediği Teoremlere, yazdırdığı, teimleri gözden geçirdim. Çizimler ya da kanıtlar yaparken bilmemekten korkum yok ama, öğretmet tek olarak şu nedir? bu nedir? yollu soru sorarsa birden tanımlamalarda yanılabilirim. Bu nedenle Postülat, İpotez, hüküm, teorem, aksiyom, simetri, eksen, irdeleme, yanıtlama, dikey, yatay, bükey, kesişik, yandaş, ters, yöndeş sözleri ara ara geçiyor ama öğretmen bunları çok önemsiyor. Deftere kısa kısa yazdım. Derslikte yabancı gibiyim. Ortaya atılan konulardan tam haberli olmadığım için konuşmalara karışmıyorum. Karışmadığım için de benimle hemen hemen kimse ko nuşmuyor. İsmet arada bir: ” Neredesin dayı? “ diye soruyor. . Yusuf Asıl kimi kes gülerek: ” C umartesi geliyor! “ diyor. O kadar! Bir ara Sebze bahçesinde ne yaptıklarını sormayı düşündüm. Sonra vazgeçtim: ” Kim ne yaparsa yaprın, ben zamanımı iyi değerlendiriyorum. Yat zili çalınca sevinerek yattım. Yatınca da Röslein’i okudum. İki dizesi gene karıştı.
“ Röslein sprach: İch steche dich, dass du ewig denks an mich, - Und ich will’s nicht leiden” Röslein mı güzel Gül mü? Bunları düşünürken uyudum. Bütün sevdiklerime güzel uykular! “ Röslein auf der Bett! .