Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

13 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köy Enstitüleri Yasasına Karşı İlk Bilinçli Tepki Belirtileri

 

13 Mayıs 1945 Pazar

 

-Belki de gelmeyecek!

-Yo, bu kez gelir, kaç gün kaldı burada! Biz gitmeden gelmesi gerekir…

-Geçen yıl gelip konuşmadığına üzüldüğünü söylemişti.

Son sınıflar böyle konuşunca ben, Genel Müdürün geleceğine iyice inandığımdan taslak olarak hazırladığım yazımı yanıma aldım. Aldım ama zaman zaman da kaygıya kapılıyorum, Genel Müdür, bu tür olaylardan hoşlanmıyorsa bana zarar verir mi? Zarar verirse nasıl bir zarar olur bu? Genel Müdürün adını daha ilk yıl Alpullu’da kaldığımızda öğrenmiştim (1939 Nisan). Tarım Bahçesinde çalışıyorduk. Ahmet Korkut öğretmen yanında birisiyle gelmişti. Öğretmeni tanıdığım için uzaktan görünce sevinmiştim. Yakınımızdaki öğretmenler konuştu:

-Yanındaki kim?

-İsmayıl Hakkı Bey!

-Genel Müdür mü?

-Hayır, bu İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Genel Müdür ise İsmail Hakkı Tonguç!

Az sonra, Ahmet Korkut öğretmenim beni çağırdı, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun elini öptüm. Onun çıkardığı Yeni Adam dergisini okuyordum, yazıları okuduğumdan yanında rahattım. Ahmet Korkut Öğretmen de yanında olunca kolay ısınmıştım. Ancak öteki İsmail Hakkı da belleğime yerleşmişti. Birkaç ay sonra Lüleburgaz’a geçince İsmail Hakkı Tonguç da geldi. Marangozluk atölyesinde iki arkadaş çalışıyorduk. Ben hızar makinesinde tahta kesiyordum. Sanırım işimi çok önemsedi, daha önce bu işlerde çalışıp çalışmadığı sordu. Bir yıl önce köyde çobanlık yaptığımı, şimdi ise burada marangozluk yaptığımı söyleyince gülmüş, kendisinin de okumak için zorluklar çektiğini anlatmıştı. O zaman kendisinin de göçmen çocuğu olduğunu, hattâ buralarda akrabaları bulunduğunu söylemişti. Hasanoğlan’a taşınınca başka Enstitülerden de ekipler gelmişti. Oyun oynanırken ben akordiyon çalmıştım. Oyundan sonra beni yanına çağırmış, güzel sözler söylemişti. Böylece kendisini ikinci kez çok yakından görmüştüm. Yüksek Bölüme gelince ise çok karşılaştım, bir keresinde ise özel davetli olarak kendisiyle Radyo Evine gidip bir gece konseri izledim, konserden sonra da evinde kaldım. Arkadaşlarım içinde kimseye nasip olmayan bu ilgiyi böyle bir tartışmada silersem sonra üzülür müyüm? Daha doğrusu böyle bir çıkışı yapmalı mıyım? Bir süre düşündüm.

Kahvaltıda arkadaşlara baktım, onların derdi dünkü oyun, Bir Evlenme, Agafya Tihanovna ne dedi, neden öyle dedi? Omlet neden öyle yaptı, Anuçkin şunu yapamaz mıydı? türü tekrarlar. Özellikle de Jevakin’in anıları! Javakin bir emekli deniz subayıdır, çalıştığı dönemlerde Donanmayla çok gezmiştir. İtalya üstüne anıları bitmek bilmez, özellikle de Sicilya kızlarını över. “Ah o Sicilya kızları!,, Bu arada Genel Müdürün geleceği tekrarlandı. “Şimdi sırası mı idi?,,

-Bizden mi soracaklar sırasını? Hemşerim Kadir ilgiyle sordu:

-Jevakin kimdi? Ne demek istediğini bilmeme karşın anlamazdan gelerek:

-Jevakin, emekli bir deniz subayı. Arkadaşlar güldü. Sanırım benim salt olayı saptırmak için öyle konuştuğumu anladılar. Kadir:

-Biliyorum abi, o rolü yapan kimdi? Ben:

-Ötekileri bilemiyorum ki onu söyleyeyim, oyuncuların kılık kıyafeti tam Rus olduklarından seçmek kolay olmadı!

Belli ki, Genel Müdürün geleceği herkeste bir tedirginlik yaratmış durumda olaylara değinip teğet geçiliyor. Bunu, benim dışımda birçok arkadaşın fiskoslara katıldığı anlamına bağladım. Öyleyse onlar neden konuşmuyor? Onlar neden kendi çıkarlarını düşünmüyor ya da öyle görünmeye çalışıyor? Düşündüklerini, ancak susmaları gerektiği öngörülerinin baskın çıktığını anlar gibi oldum. Bu da benim duraksamam için yardımcı oldu. Kalkıp uluorta konuşma yerine, salt kendi açımdan düşüncemi söylemek!

Arkadaşım Halil Dere anımsatmasa Pazar günleri banyo işini kesinlikle aksatıyorum. Onun bu alışkanlığı işime geliyor, gelip beni neredeyse paylayarak götürüyor. Gere bir grup arkadaş banyoya gittik, konuşma konusu gene Genel Müdürün gelişi, ne konuşacağı üstüne oldu. Daha önce bizden daha sert tavırları olan Şükrü Koç bu kez oldukça çekingendi, dikkatimi çekti. Sonunda konuştu: Hüseyin Atmaca, Genel Müdürün bu sıra çok üzgün olduğunu, kendisinin yakınları olan kimselerin parti içindeki yetkilerinin kısıldığını, onların yardımı azalırsa işlerin daha da zorlaşacağını anlatmış.

Benim için yeni bilgi; Parti içi ya da dışı ne demek? Gene de açık açık soramadım, nasıl olsa konuşulurken bir yeri gelince açıklığa kavuşur ya da bir ara sorarım. Gene de “Olanak bulursam salt ders konusundaki düşüncemi söylerim!’” deyip kararımı noktaladım.

Banyodan sonra bağlar arasındaki Çay Evi’ne uğradık. Oldukça kalabalık vardı. Okul Müdürü yasak etmiş ya da yasak edecekmiş söylentisi yayılmış, arkadaşlar “İnadım inat!,, derce doluşmuşlar. Masalarda insanların böyle karşılıklı bakışarak boş oturmasına şaştığım için fazla kalamıyorum, ayrılıp solona döndüm. Kimsecikler yok, oturup piyanoyu canlandırdım. İlk aklıma Bach, Wachet auf geldi. Salon sessizliğinde parça daha da güzelleşiyor, birkaç kez tekrarladım. Talip Apaydın da bunu çok sevdiğini söylemişti. Bunu aklımdan geçirirken Talip’in sesi geldi:

-Vallahi, bunu benim için çaldığına inanıyorum! dedi.

Onun böyle demesi hoşuma gitti, yazdığım şiirleri söyledim. O da bana bu kez Cahit Sıtkı Tarancı’yı önerdi. Tarancı’dan şiirler yazmıştım, Talip önerince bir daha Varlık’ları taramayı göze aldım. Talip, şiir denemelerinden birkaç tanesini Dergi Koluna verdiğini söyledi. O da serbest biçimi beğeniyormuş. Gene de ben, Varlık Dergisinden aldığım üç serbestçi şairin, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet’in ilk şiirlerinin ölçü kalıplarına uyduğunu anlattım. Talip onları görmediğini, bakacağını söyledi.

 *

Yemekten sonra kitaplığa geçip Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirlerini aradım. Varlık Dergisi’nin hemen hemen her sayısında adını görmeme karşın şiirlerini neden almadığıma şaştım. Ancak dergileri açıp baktıkça anımsadığım şiirleri görünce bu kez de kendime şaştım, Cahit Sıtkı’dan aldığım şiirler var. Bunları Talip’e neden söylemedim? Varlık Dergisi 1937 Sayı 96’daki de bunlardan biri: Gençlik Böyledir İşte!

 

 Gençlik Böyledir İşte!
 
 İçimi titreten bir sestir her gün,
 Saat her çalışında tekrar eder;
 “Ne yapın tarlanı, nerde hasadın!..,,
 Elin boş mu gireceksin geceye?
 Bir düşünsen.. Yarıyı geçti ömrün;
 Gençlik böyledir işte, gelir gider,
 Ve kırılır sonra kolun, kanadın.
 Koşarsın pencereden pencereye…
 
 Ah o kadrini bilmediğim günler,
 Koklamadan attığım gül demeti.
 Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
 Eserken yelken açmadığım rüzgâr!
 Halbuki sular batıya meyleder.
 Ağaçta bülbülün sesi değişti,
 Gölgeler yerleşiyor pencereme;
 Çağınız başlıyor ey hatıralar!
 Cahit Sıtkı Tarancı

 

Cahit Sıtkı da çok genç, oysa yaşlıymış gibi konuşuyor. Besbelli bu şairler önce tiyatro çalışması yapıyorlar; önce yaşlı rolleri alıp yaşlı numarası yapıyorlar. Niçin? Belki de şiirlerini en çok yaşlıların okuyacağını bildiği için!

Yönetim tarafında bir hareket olunca salona geçtim. Salon tıklım tıklım. Dikkatimi çekti, Enstitü Bölümünden de öğrenci var. Sordum, karşılık verildi:

-Onlar şarkı söyleyecekmiş. Öyleyse toplantımız eğlenceli olacak (!)

Az sonra kalabalık bir grupla Genel Müdür geldi. Enstitü Bölümü öğretmenlerinden gelen var. Abdül Rezzak Tığlı, Cemil Toygar, Nazif Balcıoğlu, Ziya Kaplan görebildiklerim. Bayanlardan da var. Şakaları bir yana itip düşündüm:

-Yapılacak konuşmalar daha çok Köy Enstitüleri üstüne olacak, bundan kuşkum yok.

Genel Müdür, gülümseyerek geldi. Sanki olaydan habersizmiş gibi, Enstitü bölümüne bakarak:

-Bak bak bak, onlar da gelmiş, nasıl olsa geleceğiz! demişlerdir. Ben de söze buradan başlamış olayım: Gelecekteki asıl amacımız, okumak isteyen herkese bir Yüksek Okul okuma şansı vermek!

“Okumanın yaşı sınırı yok bizim için!” dedikten sonra, bu konuya her zaman değindiğini, bunu, kendisiyle konuşan herkese anlattığını tekrarladı. Ancak, bunun nasıl başarılacağını hiçbir Allah’ın kulunun sormadığını, kendisi anlattıkça sonuçlara herkesin sevindiğini (gülerek) söyledi. Birden sesini değiştirerek bunları bize anlatmak için gelmediğini, bunları bizlerin yaşayarak göreceğimizi, bizim şimdilerde başka işlerimizin olduğunu söyleyip

-Gelelim bizim bu günkü konumuza! diyerek Hürrem Arman’a baktı. Hürrem Arman, sanki habersizmiş gibi, elinin arkasıyla ağzını kapatıp bir iki kez öksürdükten sonra:

-Sizin emirleriz üzerine biz toplandık efendim. Kendi yasamızın bizi en çok ilgilendiren, bunu tekrarlamakta yarar görüyorum, yasanın tüm maddeleri bizi ilgilendiriyor ama biz stajlara dağılmak üzereyken bir kez de topluca anımsamak amacıyla çok önemli maddeler üzerinde konuştuk. Arkadaşlar fikirlerini söylediler, karşı fikirler öne sürüldü. Ancak yürürlükteki yasaların uygulanması yolunda fazla tartışılamayacağı üzerinde durarak, bu koşullar içinde neler yapabileceğimizi görüştük.

Hakkı Tonguç:

-İyi işte, kalan kısımlar üstünde de bugün duralım! dedikten sonra bir benzetmeyle konuya girdi:

-Biz yöneticiler, iş başında olduğumuz sürede kendimizi Anne-Baba gibi görür, üslendiğimiz işe öyle bakarız. Anne-baba da çocukları doğunca yavrularına ihtimamla bakarlar. Çocuk büyüdükçe mutlulukları artarsa da kaygıları da başlar. Çocuk geliştikçe sorunları çoğalır. Öyle ki bir gün çocuğun sorunlarının bir bölümüne anne-baba bile yardımcı olamaz. Bizim çocuklarımız henüz o denli gelişmediği için biz onlarım gereksinimlerini karşılamaya çalışıyoruz. Tam yapıyoruz diyemiyorum, ancak insanların gereksinimleri sonsuzdur, onları karşılamak olası değildir, bizler çocuklarımıza yardımcı oluyoruz. Benim evde bir oğlum var, bunu kastetmediğimi bilirsiniz benim ayrıca on sekiz hayır on dokuz çocuğum var! (Genel Müdür bu kez sesli sesli güldükten sonra) Bunları, bugüne getirmek kolay olmadı. Bakın bu işlerin ilk günden beri içinde olan arkadaşım gönüllü olarak sizlere bu işin başlangıcı için yaşadıklarını anlatacak. Bunu ondan ben rica ettim, o da beni kırmadı!

Genel Müdürün yanında oturan Ferit Oğuz Bayır kalkıp tüm salonu selâmladı.

Feri Oğuz Bayır, 1936 yılında Eğitmen konusuna el attığını, kısa bir denemeden son kazanılan başarıya güvenerek Edirne/Karaağaç’ta eski, salaş bir asker kışlasında yokluklar içinde Eğitmen kursu açtığını, altı ay sonra da oradan, dikiş makinesi kullanan, aşı aşılayan, ayakkabı yapan, çorap ören, otomobil süren becerikli insanları Trakya köylerine göndererek Trakya’da büyük bir canlılık yarattığını anlattı.

Ferit Oğuz Bayır konuşurken onunla öğünen, kendisine sonsuz saygı duyan köyümün Eğitmeni Mustafa Güvener’i anımsadım. Mustafa Güvener, köyümüzün delikanlısıydı, benim Bektaş ağabeyimin arkadaşı, benim de Mustafa ağabeyimdi. Gerçekten Eğitmen Kursuna gitti, oldukça başkalaşarak (şımararak değil, bilgilenerek) geldi, şimdi de köyde sözü geçen sevilen bir insan. Bu arada, daha Kepirtepe’de okurken İlköğretim Dergisi’nde okumuştum, Kazan Köyü Eğitmeni Yalçın, kendi çalıştığı köy dışındaki köylerin bile yaban ahlatlarını aşılayıp armut yapmıştı. Bunlar Eğitmen Kurslarının başarılarıydı. Ancak Ferit Oğuz Bayır bunları anlatmadı, o olayı başka tarafa döndürerek kafasına göre şekillendirdi. Bir kez kurs açılan bina bir asker kışlası değil bir eski okuldu. Bina eskilerde (1900 yıllarında) yapılmıştı ama olağanüstü korunmuştu. Oldukça büyük bir binaydı. Yüz dolayında Eğitmeni en küçük biriminde barındırabilirdi. Nitekim bizim 80 kişilik okulumuza binanın birkaç odası yetmişti. Ancak binanın tamamı kullanılır durumda oldukça da donanımlıydı. Orada gördüğümüz Reviri bir daha hiçbir yerde göremedik. Oyun bahçesinde iki voleybolla bir futbol sahası vardı. Üstelik tüm Trakya’nın fidan gereksiniminin sağlayan bir büyük fidanlık vardı, okulun bir kapısı o fidanlığa açılıyordu. Biz fazla yararlanamadık ama Eğitmenler oradan yararlanmışlardı. Son sınıfa geçince biz de 15 günlük sürelerle iki kez orada çalışma yapmıştık. Böylesi bir olanak bolluğu içinde açılan Eğitmen Kursu için yokluktan söz etmek, doğrusu biz Köy Enstitülüler, özellikle de Kepirtepe çıkışlılar için talihsizlik oldu. (*) Ferit Oğuz Bayır anılarını anlatırken beş yıl içinde beş kez yer değiştiren Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün durumunu düşündüm. Kolumuz altında bir battaniye ile Hasanoğlan’a gittik. 8 ay aralıksız inşaatlarda çalıştık. Kepirtepe’ye dönünce zorunlu olarak köylerimize dağıldık. Yuvamız deyip trenden inince ara beklemeden okula koşanlarımız oldu. Vakit gece yarısıydı. Okula gidince bıraktığımız ranzalar tam takır tahta olarak boştu. Sabahı titreyerek ettik, sabahleyin de öylece köylerimize dağıldık. İki ay bizi arayan soran olmadı. İki ay sonra da okula dönerken birer yorgan getirmemiz istendi. Evlerden getirdiğimiz yorganlarımızla okulu bitirdik. Nerde kalmıştı Karaağaç’ta sarındığımız Saray yorganları, nerede kalmıştı o porselen tabaklar, bardaklar altın rengindeki kaşıklar çatallar, sedef süslemeli dolaplar, o oymalı masalar?

(*) Notlarımı bilgisayara aktarırken bir kez daha bu sözlerle karşılaşınca eklemek istedim: 2000 yılında bir grup arkadaşla (Edirne/Karaağaç arkadaşlarım, 78 Hüsnü Yalçın, 70 Halil Basutçu, 16 Sefer Tunca, 4. sınıftan Doğan Güney) ilk göz ağrımız okulumuzu gördük. Aradan altmış iki yıl geçmiş. Gerçi biz gene okulumuzu saraylardan daha görkemli görüp önünde boy boy fotoğraf çektik ama ben nedense Ferit Oğuz Bayır’ın kehânetini (!) anımsadım. Besbelli o 2000 yılının encamını 1945’lerde görmüş. Çok acıdır, söz konusu bina, kırık camlarına karşın yapı olarak dimdik dururken ona göre birer kulübecik durumunda olan, 1945’lerde marşlar söylenerek diktiğimiz binalardan, bir kaçı dışında ortalıkta bir eser kalmadı.

 

 

 

1800’lü yıllarının sonlarına doğru yapılan modalaşmış bir yapı. Resmin sağı da benzer şekilde uzamaktadır (simetrik). Bahçe, oyun yerleri öbür tarafa bırakılmış.

Binanın alt pencereleri kapatılmış, bizim bulunduğumuz zaman onlar açıktı. Aklımdan hiç çıkmayan bir anı vardır, ben okula yalnız gelmiştim.Karaağaç istasyonunda trenden oldukça geç inmiştim. 10 Kasım 1938. Atatürk’ün öldüğü gün. Tren yolu boyunca gireceğim okulun önüne geldi. Kapı kapalı, ancak (şimdi kapatılmış olan pencereler açıktı), içerde insanlar vardı. Pencerenin birine vurdum. İçerideki kişi pencereyi açtı sordu:

-Ne istiyorsun? Öğrenci olmak için geldiğimi söyledim. Az sonra büyük kapı açıldı, ben içeri alındım. Kapıdaki kişi beni o, az önce konuştuğum kişi yanına götürdü. Meğer o kişi gelen öğrencileri sorgulayıp kayıtları yapan sorumluymuş.

 

 

Beni bir süre sorguladıktan sonra, o gece orada kalabileceğimi söyleyip beni kayıt yapılanların yanına gönderdi.İlk gecemi, o kayıt yapan kişinin iyi yürekliliğine yorup, öğrenciliğe kabul edileceğim umudu içinde rahat bir uyku çekmiştim. Sabah kalkınca, kaydını yaptırmışların sevinçlerine katılarak kendimi de oraya yakıştırmıştım. Kalkıp çevreye bakınca orasını daha da sevmiştim. O günlerin günlüklerinde anlattığım üzere önce bir kayıt evraklarında eksiklik sorunum çıktı, onları tamamlamak için bir süre direnmeden sonra kaydım yapılmıştı. Sevincim sonsuzdu, yeğenim İsmet Yanar da gelmişti. İki kardeş çocuğu bir aradaydık. İlk büyük ilgimiz okul binası üstüne olmuştu. Köylerdeki evlerimize göre bina bir masal sarayıydı. Heybetli görünüşü bir yana, geniş, güzel bir bahçesi vardı, 20 dolayında dersliği, bir o kadar odası, geniş toplantı salonları, hepsinden öte insanı şaşırtan eşyası vardı. Birkaç ay sonra Alpullu’ya yaşınırken eşya doldurulan vagon sayısını ben saymadım ama sayanlar 80-90 kadar demişti.(En çok eşya taşıyanlardan biri olduğum için sayacak durumda değildim.) Eşyaların çokluğunu Kepirtepe’ye geçince zaman zaman almaya giden gruplarda olduğumdan sonradan daha yakından görmüştüm. İki piyano yıllarca orda bekledi. Müzik sevdiğim için özellikle müzik aletleri ilgimi çekiyordu, sedefli kaplama ut, mandolin, keman yığınlarını şimdi bile görür gibiyim. Hele o koca, süllü, kaplama dolaplar, masalar, yaylı karyolalar! Sanırım bunlardan bizim gibi Eğimenler de yararlanamamış. Demem şu ki, Ferit Oğuz Bayır, yıllarca Trakya Genel Valiliği yapan General Kâzım Dirik’in Trakya’ya kazandırdıklarını görmemiş, ya da yapılanları kendi hesabına geçiriyor.

Neyse, konuşmacı anlatacaklarının kitaplar doldurabileceğini, işlerinin çokluğu nedeniyle şimdilerde yazamadığını ancak birgün kesinlikle yazacağını söyleyip sözünü kesti. Kendisine teşekkür eden Genel Müdür tekrar Anne-baba oğul örneğine dönerek, bizlerin de büyüdüğümüzü, bu nedenle (O “Binaenaleyh” dedi) bizlerin de kendi sorunlarımızı görmeye başladığımızı gülümseyerek söyledikten sonra Hürrem Arman’ın kendisine verdiği notlara bakarak bizlerden iletilen istekleri okudu. Bunlar arasında benim önerim Kitap konusu da vardı. Ancak benim konum sıralananların en sonundaydı. İlk sıralardan başladı. Kim niçin sormuşsa pek anlamadık, köylerde çalışanların aylıklarını almak için ilçelere gidememesi olayıydı. Genel Müdür bunu kendine göre kısaca açıkladı:

-Yasak diye bir şey yok, işleri aksatmamak bakımından bir işbirliği sorunu, öğretmen arkadaşlar her zaman izin isteme hakkına zaten bir vatandaş olarak sahiptir! deyip geçti. 10 yıl köyde kalmayı ise:

-Bu bir yasa sorunu, bunu biz burada konuşsak da bir yarar sağmaz. Biz bizim yapacağımız işler üstüne konuşalım! deyip yüzlerimize bakınca parmaklar kalktı. Genel Müdür neredeyse gülümseyerek Hasan Özden’e işaret etti. Hasan Özden’i çok yakından tanımasam, kesinlikle kayırma diyecektim. Öyle değildi. Hasan Özden:

-Teftiş için stajlara çıkıyoruz, teftiş nedir bilmiyoruz. Bunun için ikinci sınıflara bir ders konamaz mı?

Genel Müdür birden değişti:

-Haklısın, önümdeki notlarda bu ders-kitap konusu geçiyor bunu onunla birleştirelim olur mu? deyince Hasan Özden yerine oturdu.

Hasan oturdu ama benim beynim çalıştı, Hasan Özden iyiden iyiye Genel Müdüre tanıtılmış. Müfettişlik stjlarında müfettişler gibi yolluk alma konuşuldu. Genel Müdür bunun gerçek müfettişler için bir yasal hak olduğunu, müfettiş olmayanların alamayacağını bildiğini anlattı. Daha sonra gelen sorular fazla üzerinde durıulmadan geçilince sıra kitap konusuna geldi. Ben kendi açımdan olayı Çocuk psikolojisine dayamak istiyordum. Genel Müdür bunun tüm Köy Enstitüleri’nin konusu olduğunu, konunun Talim Terbiye Kurulunca ele alındığını, bunun ayrıca bir müfredat Programı işi olduğunu söyleyip konuyu başka bir yöne çevirdi. Özellikle bizim sınıf için:

-Gelecek ders yılı boyunca birer ay Bakanlıkta staj yapacaksınız. Bu stajlarınız sırasında benimle temas kurun, bu konudaki düşüncelerinizi uygulamaya geçirelim! dedi. Arkasından da sordu:

-Böyle daha iyi olmaz mı? Hürrem Arman hepimiz adına (!) karşılık verdi:

-İsabetli olur efendim.

Genel Müdür:

-Dersleriniz kesiliyor ama daha buradasınız, umarım stajlara dağılmadan görüşürüz. Görüşemediklerim olursa şimdiden başarılar! deyip ayrıldı.

Büyükçe bir kalabalık “Sağolun! dedi. Dışarden gelenler salondan çıkınca önce sakin sakin konuşmalar başladı. Mustafa Parlar, parlarca:

-Bu konuşmaların bize ne yararı oluyor? diye sordu. İhsan Güvenç, aynı ses tonuyla:

-Söyleyelim yapmasınlar! deyince, Ahmet Özkan:

-Biz söylediğimiz için mi yapılıyor bu toplantılar! deyince sesli gülenler oldu. Arkasından karşılıklı takılmalar başladı. Genel Müdürle en çok yakınlık kurduğunu söyleyenler varmış onlar sıralandı: “Hüseyin Sezgin elçimiz olarak gidip söylesin:

-Arkadaşlar toplantıları istemiyor! desin.

Hüseyin Sezgin:

-Vallahi söylerim, yeter ki siz isteyin! Yaşa “Motor!,, sesleri arasında salon boşaldı. Salon boşalmıştı ama boşalamayanlar vardı. Hattâ boşalmak şöyle dursun dolanlar olmuştu. Ben, kendimden çok bu konuda daha kararlı olanları düşündüm, hiç biri konuşamadı. Üstelik en keskin konuşması beklenen Hasan Özden sanki avlanmıştı.

Yemekte bizim bölüm öğretmenlerinden gelen olmadığı duyuruldu. Mahir Canova Öğretmenin gelmeyeceğini biliyorduk ama Faik Öğretmenin geleceğini umuyorduk.

Yemekten sonra kitaplığa gidip Meslek Kitapları bölümündeki kitaplara baktım. Meslek Kitapları dedikleri hepsi öğretmenlikle ilgili kitaplar dergiler. İbrahim Alaeddin Gövsa, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Fahrettin Fındıkoğlu, Mustafa Şekip Tunç, Sabri Esat Siyavuşgil, Cemil Sena Ongun, Necmettin Halil Onan, Sadrettin Celal Antel, dr.Halil Fikret Kanat, Nevzat Ayasbeyoğlu, Hasip Ahmet Aktuna, Fuat Baymur’n kitapları var. dr. Halil Fikret’in kitaplarını, Pedagoji ile Pedagoji Tarihi’ni biliyordum. Sadrettin Celâl Antel’in kitabı Test Usüllerini karıştırdım. Birden sevindim, aradığım da sanki buymuş! Doğrudan bir şey anlamadım ama araştıracak bir konu bulmuştum. Daha önce çalışmalarından tanıdığım dr.Ziya Talât’ın çalışmalarının esas ışığını Sadrettin Celal veriyordu. Toplantıda bulamadığımı sanki burada bulmuştum. Rahatladım, bu yazar bir de dergi çıkarmış, dergiler arasında onu aradım. Dergiyi bulamadım ama, bulamadığıma üzülmedim. Elimdeki kitap bana oldukça ip ucu verecekti.Yazarın başka kitapları da varmış, onlar Bakanlık Kitaplığında kesinlikle vardır, alacağım. Rahatlayınca alıştığım eski Varlık’lara döndüm. Cahit Sıtkı’nın şiirlerine takıldım. Cahit Sıtkı ararken Cemil Sena Ongun’un bir şiirini buldum. Demek o da şiir yazıyormuş. Buna biraz şaştım. Allah Fikrinin Tekamülünü (Tanrı üstüne düşünceler yürüten) yazan düşünür-yazar (Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin deyimi) demek şiiri de bir kıyıya itmemiş. Üstelik şiirin konusu da yazdığı kitaptan pek uzak değil. Yakınlık ya da benzerlik kurduğum için defterime aldım. Varlık Dergisi 1937 sayı 96:

 

 Son Günün
 
  Bir kesik damardan kan çıkar gibi,
  Güneşten fışkıran son usareden,
  İçip de mest olmuş, şimdi kar gibi
  Uzanmış ördüğün sahipsiz beden.
 
  Ne arzusu kalmış, ne mefkuresi!
  Tatmadığı bir şey kalmamış burda;
  Sormadan çekilmiş ebedî yurda!
  Cehennem nerdedir?,,”Cennet neresi?,,
 
 Bu tatlı dünyaya geldi geleli
 Sevgiye, bilgiye, iyiye doymuş;
 Gözleri kapalı gittiği belli,
 Başını toprağa severek komuş!
 
 Fazilet aşkının yıldırımından
 Yüzüne bir soluk alev yayılmış;
 Ölmemiş, kendinden geçmiş bu yatan
 Sevdiği ölüme karşı bayılmış!
 
 İçinde nedamet yok ki ey Sena!
 Kararsın günahla kabrinin taşı.
 Kirletir göz yaşı, çelenk ve dua,
 Bu fani süslerden kurtulan başı…
 
 Cemil Sena Ongun

 

Gerçekte bu şiiri yazdım ama sevmedim. Sanki şiir değil, yazar düşüncelerini sıralamış. Gerçi ölçüleri uyakları yerinde ama okunanı çekmiyor. İnsanın, Cemil Sena Ongun’a:

-Bunlar senin düşüncelerin duyguların değil! diyesi geliyor. İşte ben de öyle dedim ama yine de rahat değilim; biri bana:

-Sana göre şiir nedir öyleyse? dese; ne derim? Bunları düşünerek yattım. Bir süre de bunu düşündüm. “Şiir, sana göre, bana göre olur mu? Neden olmasın?” sorusuna, insanların yaşlarını düşünerek bir takım ölçüler koydum. Bu şiir belki yaşlı insanların seveceği türlere girebilir. Örneğin Şinasi Özden de ölümden –kalımdan söz ediyor ama sanki onun söyledikleri şakaymış duygusu uyandırdığından; yazdıkları o denli etki etmiyor. Bildiğim şiirleri anımsayarak bir süre hangisini neden sevdiğimi düşünerek uyudum.

 

14 Mayıs 1945 Pazartesi

 

Öğleden sonra, sanki bir iş yapıyormuşum gibi, dersim olduğunu düşünüp seviniyorum. Öğleye dek ise, ne yapılacağı üstüne kaygım var. Büyük bir olasılık, arkadaşlar toplu keman çalışması yapacaklar. Bu da benim için çok beklediğim bir durum. Öyleyken bugün buna sevinemiyorum. Derslerin düzgün sürdüğü günlere göre gerçekte bugün tüm olarak boşum; doyasıya piyano çalışabilirim. Beklediğim de buydu! “İşte oldu!” deyip neden sevinemiyorum?

Kulaklarım da çevremdeki konuşmalarda:

-Dünkü toplantı bize ne kazandırdı?

-Ne kaybettirdi? Kazanmak, kaybetmek. Birden aklıma bir şiir geldi, Cahit Sıtkı’nın yeni yazdığım şiiri, Gençlik Böyledir İşte!

Salt gençlik mi, sanırım tüm yaşam böyle! Gençlik Böyledir işte! yerine rahatça “Yaşam Böyledir işte!,, denilebilir!

Kahvaltıda arkadaşlar çok başka şeyler üstünde durdular; daldan dala atlarken konu gene Gogol’un Bir Evlenme oyununa dayandı; oradaki tiplerin her biri bir arkadaşın ilgisini çekmiş. Ekrem Bilgin, Jevakin’e takılmış. Piyesteki durumuna değil bir sahnedeki konuşmasını tekrarlıyor. Jevakin gençliğinde deniz subayı imiş. Rus Donanmasının bir subayı. Adamın piyeste fazla bir yeri yok. Ancak olduğu zaman tüm konuşmaları dikkat çekici. Bir yerde eski arkadaşlarını anlatıyor. Arkadaşları birbirine ad takmıştır, çoğunlukla da bu adlarla çağrışırlarmış. Bunlarda birinin adı da Delik’miş. Jevakin, bunu evin kızı önünde (evlenecek olan Agafya Tihanovna) anlatıyor. Anlattığı konuyu bir yana bırakıp arkadaşının Delik takma adını tekrarlayıp ortalığa getiriyor. Bununla da kalmayıp ortalığa soruyor:

- Delik ne demek? Sonra da Delik sözünü tekrarlayarak, demek bir yeri delikmiş! gibi bir söz söyler. Ekrem bunu kendine göre yeniden kurgulayıp tekrarlayınca hepimiz gülüyoruz. Öyle ki, arka masada oturanlardan uyarma geldi:

-Ne oluyorsunuz? Onlar da bizim arkadaşlar, olayı biliyorlar. Bizden biri:

-Jevakin konuşuluyor! deyince hepsi güldü. Belli ki Jevakin onlarda da konu olmuş. Bir Evlenme piyesini hep okuduk, yarım yarım sahneler hazırlayıp karşılıklı konuştuk ama yaptığımız o oyunu canlandırmak değilmiş. Belki sahnede hava biraz değişmiştir de biz bunun ayırdında olmamışızdır. Ancak, tiyatroda gördüğümüz Bir Evlenme sanırım Gogol’ün tasarladığı düzeyde oynandı. Kitabın önsözünde Gogol bir arkadaşına:

- Uzun zamandır tasarladığım bir oyun var, üstünde çok düşünüyorum ama bir türlü yazamıyorum! diyor. Besbelli düşündükleri, böylesine ince güldürü numaralarını kişilere yakıştırmakmış. Görünüşte ortaya çıkan insanlarda gülünecek bir taraf yok. Ancak konuştuklarında her birinin sırıtan bir yanı ortaya çıkıyor. İşte bunlar, izleyiciyi etkileyip güldürüyor ki, sanırım Komedi Tiyatrosu da bu oluyor!

  *

Umduğumuzun tersine, Öztekin Öğretmen çok geç geldi. Gelince de:

-Öğretmenlerin böyle gelmemiş olması, bizim plânlarımızı da bozuyor! değil mi? diye bize sordu. Az sonra plâk dolabının önünde duran Öztekin Öğretmen:

-Bugün kendi kendimize bir müzik şöleni yapalım, bu plâkları dinlemeden giderseniz beni kınayacaksınız biliyorum. Böyle bir anım olsun istemem. Bu nedenle benim olmayan ders zamanlarından yararlanalım, diye düşündüm. Örneğin, plâklarımız arasında Don Juan Operası var, bunu neden birlikte bir kez olsun dinlemeyelim?

Operayı bir kez dinlemiştik. Anımsatmayı düşündüm ama gene de sustum. Öğretmenin belli bir amacı olabilir diye düşünüp sustum. Öğretmen önce Mozart’tan söz etti. Sonra kısaca Opera tarihine değindi. Daha sonra da bana işaret etti plâğı taktım. Her plâk sonunda kısa bilgiler verdi. Kendisinde, Mahmut Ragıp’ın notları varmış (Mahmut Ragıp, Müzik Öğretmen Okulundan öğretmenimizin öğretmeni) onları zaman zaman okuduğundan belli operalar hakkında bilgisi varmış, onu anlattı. Opera sonunda da:

-İlerde radyoda bunu dinleyince okulda bunun plağı vardı, bir kez olsun dinleyemedik! demeyesiniz! diye bunu düşündüm! dedi. Gene dilime geldi, sustum. Arkadaşımız İbrahim Şen duramadı:

-Bir kez dinlemiştik ama o yarım dinlemeydi üstünde hiç konuşulmamıştı! deyince Öğretmen güldü:

-Bakın işte ben bunu da bekliyordum. Hepinizin susmasına doğrusu şaştım. Farketmez, ben onu saymıyordum, o zaman salt dinlemiştik, şimdi bir nebze olsun üstünde konuştuk! dedikten sonra:

-Yarın, öbür gün gene böyle zamanımız olursa birlikte dinleyelim, küçük, büyük dinlemediğimiz plâk kalmasın! diyerek saatine baktı:

-Size çalışma zamanı da kaldı; haydi biraz da serbest çalışın! deyip ayrıldı.

Öğretmenin tavrı arkadaşları rahatlattı:

-Oh be, öğretmenin iyi tarafı tuttu, dileyelim bu birkaç gün sürsün! Bir başkası:

-Ne birkaç günü, biz okulu bitirene dek sürsün! Daha daha! da diyen oldu. Keman akortları başlayınca ben alt kattaki odama çekildim. Benim için fazla bir kazanç olmamakla birlikte, çevremdekilerin hoşnut olması beni sevindiriyor. Sabahki gülmeler aklıma geldi, arkadaşımız Ekrem’in ilginç bir tarafı var. On kişinin bir sürü zırva sözü arasından gitmiş Jevakin’in delik sözünü yakalamış. Bu söz sahiden geçiyor mu? Bundan bile kuşku duymama karşın Ekrem’in söyleyişine rahat rahat gülüyorum. Sahiden Jevakin denilen kişi bunu söylüyor mu? Hanon çalışırken de buna güldüm. Ya bu kitapta yoksa ne olacak? Bunu kime anlatabilirsin; tüm arkadaşlar, Ekrem’in sözüne gene gülecekler.

 *

Yemekte herkes neşeliydi, yarın ne dinleyelim? 17 plâk olan Bach kantat var. Kantatlar hakkında da bilgi tazeleyebiliriz! Opera hakkında fikrimiz var. En kısa bir opera bile bir saat sürmekte. Normal operalar için iki saat deniyor. Don Juan normal bir opera, 23 plâk. Bach kantat da 17 plâk, bir opera kadar uzun. Nereden nereye… Bach, 200 kantat bestelemiş, arka arkaya çalınsa 400 saat. Gece gündüz dinlense 20 gün sürecek. Bir tartışma başladı, 400 saat kaç gün? Günleri 20 saat yapıp 400 diyoruz ama oradan ötesi gelmedi. Bu kez de kendimize güldük, 400 saatin kaç gün olduğunu bilememek, onurumuza dokundu. Ortaklaşa bulmaya çalıştık. 10 gün 240 saat. 5 gün 120 saat, 15 gün 360 saat eder. 40 saat 2 gün sayılsa 17 gün eder! Gene de kendimizi eski birer matematikçi sayarak masadan kalktık.

Heykelciler, alçı düzlemler üstüne yazılar yazmış. Alçı plâkalar. Ölçülü biçili. Dikilen heykelleri, büstleri tanıtan yazılar. Venüs, Samotrake (Kanatlı Zafer Tanrısı) Disk Atan (Sporcu), Atatürk, İnönü, Mithat Paşa, Namık Kemal yazılarını işaretlenen yerlere koyacaklar arasına katıldım. İşi yapacaklar belli, İsmail Koralay, Halil Basutçu, Niyazi Baykal, Mehmet Öztürk. Mehmet Öztürk 1. sınıf olduğu için biraz geri çekiliyor. Bu, benim işime yaradı, o ne yaparsa yapmaya katıldım. Baktım Mehmet taşıyor, hemen levhaları aldım. Zor bir tarafı yok ama, düşürüp kırmak ya da kırılmasa bile düşürmek sakarlık sayılacağından (bizim Kepirtepe çalışmalarında sakarlık, pek istenmeyen bir sıfattı. Sakarlığa hiç düşmedim ama sakarlığın ne olduğunu da hiçbir zaman öğrenememiştim) Burada böyle bir söz yok. Bugün iş birliği yaptığım Mehmet Öztürk, Kastamonu/Gölköy Köy Enstitüsü’nden gelme. Bizim Bayram Bayrak’ın yakın arkadaşıymış. Şimdiye dek hiç konuşmamıştım. O da tıpkı Bayram gibi saygılı bir arkadaş. Gölköy’den bu yıl oldukça kalabalık arkadaş gelmişti. Bayram Bayrak aracılığıyla, oradan gelen Hasan Yılmaz’ı, Rasim Köktürk’ü, Cemal Türkmen’i tanımıştım.

İşimiz oldukça uzun sürdü. Levhaları yerine takanlar çalıştı, biz neredeyse onlara bakarak yardımcı olduk. Bir bakıma iyi oldu, Mehmet Öztürk Gölköy hakkında beni bilgilendirdi.

Gerçekte Gölköy üstüne geçmişten gelen yanlış da olsa bir olumsuz inadım vardı. 1941 yılında Hasanoğlan’a taşındığımızda oradan bir yeni bir müdür atanmıştı. Mehmet Tuğrul! Onunla bizim Kepirtepeli arkadaşlar anlaşamadılar. Yeni gelen Müdür oradan gelirken dört öğrenci getirmişti. O öğrenciler bizimle kaynaşma yerine Müdürün kolu altında kaldılar. Müdürle gerginlik sürdükçe de arkadaşlar bizden kaçmıştı. Sonunda bizden iyice uzaklaştılar. Daha sonra oradan gelen 20 kişilik ekiple ben iyi anlaşmıştım. Onlardan Sepetçioğlu ile Çıtırdak oyunlarını öğrenmiştim. Ancak arkadaşlar daha önceki olayların etkisiyle Gölköylülere yakınlık göstermemişti. Mehmet Öztürk’le bunları konuşarak vakti geçirdik.

Ayrılınca salona döndüm, kimsenin olmaması dikkatimi çekti: Ya çok çalıştılar, dinlenmek için ayrıldılar ya da çok sıkıldılar rahatlık duymak için dışarılara çıktılar! Salondaki piyanoda hevesimi aldım, küçük parçalardan başlayıp Mozart, Maman’a dek tekrarladım. Kimse gelmeyince saate bakmayı akıl ettim; yemek vakti!

Yemekte herkes neşeli. Anladım, arkadaşlar bugün sıkılmamış!

Yemekte konu, yarınki dersler, Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Kazım Köni. İkisi de Talim Terbiye Kurulu üyesi. Tüm ders kitaplarını bunlar inceliyormuş. Ekrem Bilgin konuştu:

-Bizimkiler hariç! Hep güldük. Gene de eklemeler oldu:

-Bizim de bir gün kitabımız olur, o zaman incelerler. Bunlar konuşulurken bir yazıyı anımsadım; İsmail Habip’in ders kitabı Edebî Yeniliğimizi, Nahit Sırrı nasıl eleştirmişti? Öyleyse Nahit Sırrı, bizim öğretmenleri de aşan bir çizgide ki, düşündüklerini, daha doğrusu onların göremedikleri görüp söylüyor. Yazarın yazdıkları, kitapta bulunan yanlışlar. Öyleyse o yanlışları inceleyenler görememişler. Birden Nahit Sırrı gözümde öne geçti. Bu kez de Nahit Sırrı aklıma takıldı, o, Goldoni’nin Kahvehane’sini de eleştirmişti. Üstelik hem kitabı küçümsemiş hem de oyundaki oyuncuları değerlendirmişti. Aklıma bir kurnazlık takıldı; bu söylediklerimi Sabahattin Eyuboğlu öğretmen okumuştur. Öyleyse Nahit Sırrı’yı da biliyordur. Acaba onun hakkındaki düşünceleri nedir? Bunun nasıl sorarım? Bir süre bunu düşündüm ama sorma yolunu bulamadım, düpedüz soramam. Ancak bir yazı üstüne olursa dolaylı olarak Nahit Sırrı’ya geçilebilir. Varlık’ların ilk sayısından başlayarak Nahit Sırrı’nın yazılarını aramaya karar verdim. Ne rastlantı, daha ilk sayıda yazısı var. Ancak yazı bir hikâye, İstanbul’da bir semt Kanlıca! Hikâye güzel ama bununla konuya giremem. 2. sayıda aynı hikâye sürüyor. Ancak bu sayıda daha ilginç yazılar buldum. Behçet Kemal’den bir şiir. Oldukça öğüt verici…Cahit Sıtkı’dan da bir şiir. Cahit Sıtkı’nın Varlık Dergisi’nde çıkan ilk şiiri.

 

  Akşam Vakti
 
 Neden öyle sessiz duruyorsun söyle?
 Şarkın mı tükendi dersin, biten günle,
 Yoksa gün mü bitti şarkınla beraber?
 
 Çığlıklar içinde can verdiği bu an,
 N’olur gözlerine geceler dolmadan,
 Bana altın gibi bakışlarını ver…
 
  Cahit Sıtkı

 

Dergide ayrıca Malik Öğretmenin bir yazısı var, onu da almayı düşündüm ama, geç oldu. Okumakla yetindim. Sevinerek yattım. Yatınca da şimdiye dek neden okumayı salt kitaplara yönelttiğimi sordum. Oysa dergiler daha yararlı bilgiler veriyor. Gene de mutluyum, daha bir yılım var, bu zaman içinde başka dergileri de karıştıracağım.

 

15 Mayıs 1945 Salı

 

Uyanır uyanmaz Sabahattin Öğretmenin adının anıldığını duydum:

-Gelmeyeceği söylenmişti! Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca:

-Kim demiş onu? diye sordu. Ötesini duyamadım. Doğru mu değil mi pek bilemiyorum ama Hüseyin Atmaca, öğrenci başkanlığı dışındaki birçok işinin arasında kendisini; Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin asistanı olarak tanıtır. Dışardan gördüğümüz kadar da bunda haklı gibi. Çünkü Sabahattin Öğretmenin çok yakınında duruyor, onun da kendisinin yakınında olmasını istediğine tanık oluyoruz. Neredeyse, Sabahattin Öğretmenin tüm işlerinde eli var. Kimi arkadaşlar bunu şakaya getirip, Atmaca’nın Mimar-Öğretmen Mualla Eyuboğlu’ya aşık olduğu inancına dek götürüyor. Bunu, Ekrem Ula’ya sorduğumda (Ekrem Ula, Yapı bölümünde olduğu için Mualla Eyuboğlu’nun en güvendiği öğrencisi) Ekrem:

-Hüseyin Atmaca’nın beyninde kaç tilki vardır bilinmez ama bilinen şudur ki, o tilkilerin birbirinden haberleri yoktur!

 *

Kahvaltıda konu Sabahattin Öğretmen. “Kararlı, söylediği sözü yerinde söyleyen, kimseyi incitmek istemeyen ancak yeri geldiğinde kestirme konuşarak ağır söz kullanmadan ağır konuşan” tanımları yapıldı. Ardından da Montaigne’i sevdiği için onun etkisinde kalmış olacağı öne sürüldü. Bu kez de Montaigne’in yazdıkları üstünde duruldu. Adamın bütün yazılarında söyledikleri doğru mu ki, onun dediklerine hemen kapılıyoruz? Bunu ben çok kez düşünmüş kendime sormuştum ama bu denli kararlı olmamıştım. Bu görüşümüzü Sabahattin Öğretmene nasıl yansıtırız? Ekrem hazırmış:

-Bugünkü derste gene Montaigne derse sorarım!

-Ne soracaksın? Ekrem’den önce ben:

-Montaigne’nin dediklerinin doğruluğunu biz nereden biliyoruz? Gerçi o geçmişle kendince bağlar kuruyor ama, geçmişten kalanlarla yetiniyor. Oysa yazdıklarının geleceğe yönelik tarafları da var, onları neden tartışmayalım?

Sorarız-soramayız inatlaşması yaparak masadan kalktık. Ekrem sözünden caysa bile benim aklım yattı. Zaten daha Montaigne’in Üç Büyük Adam yazısını okuyunca bunu düşünmüştüm. Onun övdüğü üç büyük adamın biri bizim padişahımız Kanuni Sultan Süleyman. Kanuni Sultan Süleyman, kan dökücü, memleketleri yakan yıkan olabilir. Ancak ona büyük Adam denir mi?

Konuşarak Kitaplığa gittik. Kitaplıkta oldukça sıkışık oturuyoruz. Belli arkadaşlar, erken davranıp yer tutuyorlar, bizler her zaman bir yerlere sıkışıyoruz. Öğretmen gelmeden daha ben heyecanlandım, doğrudan bunu açamam. Ancak konu açılırsa ortaya getirmem bir anlam taşır.

Öğretmen gülümseyerek geldi, ders yılını bitirmek üzere olduğumuzu söyledi. Konuştuklarımızın birçoğunu uçuracağımızı, ancak uçanların bir bölümünün gene bize döneceğini, insan beynine yerleşen bilgilerin gerçekte göçmen kuşlara benzediğini, göçmen kuşlar nasıl yuvalarına dönüyorsa bilgilerin de öyle geri geldiğini anlattı Az duraksayıp başını kaldırdıktan sonra:

-Ancak! deyip, “Ancak”ı tekrarladıktan sonra:

-Göçmen kuşlar, döndüklerinde bıraktıkları yuvalarını bulamayınca nasıl orada kalmazsa, dönmesi beklenen bilgiler de bilinmeyen yönlere uçup giderrrr! Bilgilerin yuvaları, daha önce alınan bilgilerin kendisi değilse bile yaklaşık kalıntılarıdır. O kalıntılar, psikoloji derslerinden bilirsiniz çağrışım yoluyla geri dönen bilgileri yerlerine yerleştirir.

Öğretmen, gülümseyerek yüzlerimize bakarken parmaklar kalktı. Öğretmen yakınındaki Mestan Yapıcı’ya işaret etti. Mestan Yapıcı:

-Biz, psikoloji üstünde pek durmadık! deyince öğretmen kaşlarını çatıp:

-Hemen işi genel eleştiriye kaydırmayalım. O ayrı konudur. Benim söylediklerim benim anlayışımdır. Sen ya da birileri psikoloji okumayınca bu iş başka türlü olmaz. Benzetmemin öbür yanını düşünelim; kırlangıçların geliş gidişi öyle değil midir? Yüz ya da iki yüz yıl önce yaşayanlar da psikoloji okumamıştı, bildiklerini unutuyorlar mıydı? Unutanlar da vardı unutmayanlar da? Hafızlar vardır, bilirsiniz, adamlar Kur’anı, ezber okurlar. Ara ara unuttukları yerler olur. Unutulan yeri tamamlamak için, bildikleri yeri defalarca tekrarlar. Bir de söz vardır:

-Tekrar bilginin anasıdır! Öğretmenin neşesi kaçmış gibiydi, biraz gerilimli bir sesle:

-Eleştiri üzerinde pek durmadık. Benim bir yanım da eleştirmenliktir. Yazdığım eleştiri yazılarımı görmüş olanlarınız vardır belki! deyip bakınca parmak kaldırdım. Gülümseyerek işaret etti, Varlık Dergisi’nde Şinasi Özden’le yaptığı konuşmayı söyledim. Öğretmen:

-Evet o da bir bakıma bir eleştiriydi, deyip başka var mı dercesine bakınca Nahit Sırrı’nın İsmail Habip’in kitabı üzerine yazdığı ile Kahvehane temsili için yazdıklarını ekledim. Öğretmenin hoşnut olduğu belliydi. Üstümdeki çekingenliği atmıştım. Pusuya durmuş gibi, esas eleştirim için fırsat beklemeye başladım. Öğretmen okunan kitaplar üzerinde durdu, en çok okunan kitapları sordu. Bu arada Tercüme edilen klasik kitapların okunup okunmadığı soruşturdu. Beklediğim konudan uzaklaşılınca bozulur gibi olduğum bir sırada konu birden gene Montaigne’e döndü. Amerikalı yazar Upton Sinclair’in yazdığı Altın Zincir’in bir eleştirme kitabı sayılıp sayılamayacağı tartışması yapıldı. Yer yer toplumsal eleştiri sayılabileceği söylenince Mehmet Toydemir bana kapı araladı:

yleyse Montaigne için de bir eleştiri gözüyle bakabiliriz.

Öğretmen, Montaigne üstünde, onun düşüncelerinin hepsi doğrudur görüşüyle durmadığını, Deneme yazı türünün, insanların düşüncelerini daha net anlatmaya elverişli olduğunu gösterme açısından durduğunu, ayrıca bir düşünürün nasıl yaşadığı dönemi bütünüyle kavradığına örnek gösterdiğini söyleyince gene söz istedim, Üç Büyük Adam denemesini eleştirerek, Kanuni’nin üç oğlu ile yedi torununu, ayrıca büyük dedesi Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Sultan Cem’in soyundan gelenleri onca yıl sonra tümüyle ortadan kaldırdığını anlattım. Sonra da sordum:

-Bunca cinayeti işleyen ya da işletene Büyük Adam denir mi?

Bu kez de Büyük Adam-Büyük Padişah tartışması başladı. Ummadığım arkadaşlar, padişahların bazılarını övgüyle andı. Oysa övdükleri o dönemde yaşayan halkın canlı oluşuydu. Bursa’da sayısız eseriyle anılan Çelebi Sultan Mehmet’in büyük adam olacak bir tarafı var mı? Kendisi tahta çıkmak için kardeşlerini, onların devamı olacak çocuklarını birer birer yok etmiş. Onun büyüklüğü değil tek başarısı, kendisi gibi bencilce davranan kardeşlerini ortadan kaldırması olabilir. Arta kalan eserler, kesinlikle o dönemde yaşayan insanlarındır. Sultan Ahmet Camisini yaptıran Padişah 1. Ahmet anıldı. Buna ise güldüm; Sultan Ahmet çocuk yaşında (10 yaşında) tahta çıkarıldı, 27 yaşında da öldü. On altı yıl süren padişahlığında da önemli bir iş yapılmadı. Yaptırdığı o büyük cami, kendisinden önce sağlanan ganimetlerle onun adına kotarıldı. Düşünelim ki Osmanlı İmparatorluğu’nun en görkemli zamanında tahta çıkmıştı. Söylenenlerin tam tersine Padişah Sultan Ahmet dönemi, onun beceriksizliği yüzünden kadınların eline kalmış (Kösem Sultan) öylesine bozulmuş ki bir daha da düzeltilememiştir. Tarih böyle yazmaktadır.

 Sabahattin Öğretmen, tartışmalara hiç karışmadı, gülümseyerek dinledi. Bir süre sonra da:

-Bu, bu yılın son tartışması olabilir; araştırın, bilgi toplayın, unutsanız bile unutulanların izleri kalacaktır, burada gene kurcalar, kırlangıçları yuvalarına toplarız! deyip ayrıldı.

Kitaplıktan, öteki zamanlardan farklı ayrılır gibi durum vardı. Herkes yanındakine bir şeyler anlatmak için durdurmaya çalışırca, ağırdan alıyordu. Salona tam yerleşmeden Yunus Kâzım Öğretmen geldi.

O da, Sabahattin Öğretmenin ders sonunda söylediği sözle konuşmaya başladı:

-Bu dersimiz, bu yılın son dersi olabilir! deyip bir süre sustu. Sonra da “Efendim!,, diyerek konuşmaya başladı. Söyledikleri önceleri pek anlaşılamadı ama sonunda:

-Gelelim Psikoloji ya da Ruhbilim dediğimiz bilimin serüvenine! deyip geneyüzlerimize baktı. Serüven sözünü sordu. Serüven için, macera, hikâye, yolculuk gibi anlamlar öne sürüldü. Öğretmen bu kez de:

-Konuşalım bakalım, sonunda hangisi yakışırsa onu yerine koyarız! deyip sözünüsürdürdü:

-İnsan türü yer yüzünde ilk göründüğünde, besbelli öteki canlılardan farklıydı. Farklıydı ki, öteki canlıların kemik fosilleri dışında bir izi kalmamışken insanlardan bir takım başka izlere rastlanıyor. Çok karanlık dönemlere gitmeye gerek yok, yakınlara gelelim, son on bin yıllar içinden kalan kalıntılar gösteriyor ki, insan türü, kendisi için sık sık söylenen “İnsan, alet yapan bir tür hayvandır!” sözünü doğrulamaktadır. Daha yakın zamanlara yaklaştıkça bu aletlerin arasına süs sayılacak türden çizimler de katılmaktadır. Biraz daha beriye geldiğimizde tapınaklarla karşılaşıyoruz. Demek oluyor ki insan türünün öteki canlılara göre daha başka farklılıkları var. İyice berilere, aile kurma, çocuk yetiştirme, avcılık derken, topraktan yararlanma dönemlerinde insanların gelişen, gelişmeyi sağlayan bir yanları olduğu elle tutulurca ortaya çıkıyor. Daha kestirme gelirsek bunu toplu yaşama döneminde daha iyi anlayacağız. Sözgelimi en ilkel dönemlerde yapılan ayinler, duyulan acıların belirtileri… Beriye yaklaştıkça ürün bolluğu için yapılan şenlikler. Bakın iki zıt olayla karşı karşıya geliyoruz. Acı duyma, neşe dediğimiz iç rahatlıkları…Bunu isterseniz hemen yazılı döneme taşıyıp, elimizde bulunan en inandırıcı, Eski Yunan belgeleri üstünde sürdürelim.

İsa takvimi ölçeğine göre on bin yıldan beri insanların acıları, neşelerini karşılıklı paylaştıklarını öğrenebiliyoruz. İnsanlar bu acıların kimilerinin nereden geldiğini bilmiş, kimilerini bilememiş. Bildiklerinin çaresini aramış, bilemediklerini de bilemediği bir yerden kaynaklandığına yormuş. İşte bu acıları verenler için bir sorumlu kurgulamış, bu kendisi dışındaki güce bir ad vermiş; Tanrı! Böylece tarihte okuduğumuz çok tanrılı çağ başlamış. Burada bizi ilgilendiren nokta canlı bir varlık olan insan türünün bildiğimiz canı yanında bir başka etkin yanı olduğu düşüncesine yöneltmektedir. Bakın hemen ortaya bir Tanrı sözü getirdik, arkasından da Çok Tanrı’dan söz ettik. Çünkü insanlar, canı dışındaki bir etkinin itişiyle karşılaşıp da çözemediği sorunları hep kendileri dışındaki bir güce bağlamayı bir kurtuluş sanmış. Böylece birbiriyle ilgisi olmayan sorunlarını başka başka Tanrılara yüklemişler. Ölüm, insanlar için bir acı verici olaydır, öyleyse bunu Ölüm Tanrısı yapmaktadır. Savaşlar insanlar için acı vericidir; ya da tersi olmaktadır. Bunun da bir tanrısı olmalıdır. Tarlalar bol ürün vermiş, bol ürüne insanlar sevinmiştir. Bunu kim yapmış olabilir? Doğal olarak Bereket tanrısıdır. Bağlardan sağlanan üzümler, üzümlerden çıkan şıralar insanları şenlendirmiştir. Bunun kesinlikle bir tanrısı vardır. İşte bir tanrı daha!..

İnsanlara tek tanrılar mı zarar verir, insanların kimileri de insanlara zarar verir. Tiyatrolarda gösterilen maskeler, bunları kanıtlamaktadır. Bu tür insanlar uzun süre görülmüş olacak sonunda bunlar için bir sıfat takılmış (Bu bilimsel bir bulgu değil, bir sanıdır) Kötü Ruh! İşte size insanlardın can dediği yaşatıcı gücü yanında büyük bir dirençle bireyi yönlendiren ikinci güç ortaya gelmiştir. Burada böyle diyoruz ama bu güç, söze başlarken belirtildiği gibi ilk insanda da vardı, ancak bunu candan ayıramıyordu. Buradaki gelişle ruhun varlığı gelişmesi değil, insanın kendini zamanla bilmesi, bu bilgisi ışında kendini bilmesidir. Bir canlı olarak inanların canı yanında bir de ruh tarafı olduğunu sık sık baş vurduğumuz Eski Yunan bilginlerince üstünde durulduğunu biliyoruz. Çok Tanrılı dönemden Tek Tanrılı dinlere geçildiğinde insanlar, rahatlıkla ruhsal güçlerinin aksatıcı yönlerini bu kez de inançları gereği Tanrı’larına bağlamışlardır. Din adamlarının yetersiz bilgileri, olayı aydınlatamadığında Tek Tanrılı dönemde de insanların, ruh-can ayırımı sürekli sorun olmuş. İnsanın dengeli yaşamını kuramayan ruh-can uyumsuzluğu kişiyi normal kabul edilen devinimlerden çıkarınca toplumsal bir tepkiye neden olmuş, böylece alışılagelen hareketlere uyamayanlar günahlı sayılarak yaşamları kısıtlanmıştır. Yurdumuzda, günümüzde de zaman zaman acınarak kimi zaman da gülümsenerek anılan Tımarhaneler bunlardır. Bilirsiniz, taşkınlık yapanlara takılırlar:

-Tam tımarhanelik! Bunun yeri de bu yüzden çok anılmaktadır:

-Bakırköy! Bakırköy, güzel bir yerdir, ancak tımarhane onun güzel adını kendi titri altına almıştır (gölgelemiştir).

Batı uygarlığını doğuran uyanışlar sonunda gelişen bilimler, birbirini izleyerek 19. yüzyıla gelinmiştir. Aristo döneminden bu yana zaman zaman kurcalanan insanların ruhsal tepkileri, 1850 yıllarında değişik bir şekilde ele alınmış, iş deneye kaydırılmıştır. İşin ilginci ruhsal durumları bozuk sayılanların değil normal olanlar üzerinde durulmuştur. Şirazeden çıkan ruhlar yerine dengeli sayılanların davranışları ele alınmıştır. Sözgelimi, uykusuz kalan bir öğrenci ile uykusunu almış bir öğrencinin; anlatılan olayı anlamaları ya da aynı öğrencinin aç bırakılarak çalıştırılması ile normal beslenerek çalışmaları arasındaki farklar türlü basit deneyler giderek geliştirilmiştir. Kitaplardan Weber, Feschner deneyleri olarak okuduğumuz bu çalışmalar, kırk yıl sonra bir başka bilgin Wilhelm Wundt tarafından daha ayrıntılı olarak ele alınıp kalıcı bir laboratuvara dönüştürülmüştür. Yıl 1879! İşte bu olay Psikoloji biliminin doğum tarihidir. Bu laboratuvarda neler ölçülür? Bu laboratuvarda ölçülenleri saymam olası değil, bir insanın bütün devinimleri ölçülebilir. Bu önemli değil. Önemli olan bir insanın iç rahatlığı sürecinde bedensel rahatsızlıkları da yoksa bunu dışındaki rahatsızlıkları ölçülebilir. İşte biz bunlara ruhsal rahatsızlıklar diyoruz. Bu yeterli mi? Psikoloji laboratuvarını açan Prof Wilhelm Wundt’ un bir çok öğrencisi olmuştur. Öğrencileri de durmadan çalışıp, yeni yeni görüşler ortaya getirmiştir. Bunlardan biri, Avusturyalı Sigmund Freud’dur. Ona göre, normal insanların ruhsal durumlarını ölçmekle yetinmemeli, bunca ruh bozukluğu içinde kıvranan hasta var, onlara da çare aramalı, dahası böyle durumlara düşmeden önce düşme durumundakilerin acısını azaltma yolları aranmalıdır. Freud da kendi yöntemleriyle çalışmasını sürdürür. Wundt’un Amerikalı öğrencilerinden Stanley Hull, Amerika’ya dönünce, öğrendiği yenilikleri tüm kıtaya duyurmuş büyük ilgi toplamıştır. Bu buluntuların etkisi olacak o sıralar, Deliler evinden nasılsa çıkan bir genç, tımarhanede yediği dayakları, çektiği acıları, içi yana yana bir kitapta anlatır. Clifford Beers! Yeniliklere susamış uyanık Amerika halkı, bu gencin kitabını rekor düzeyde okuduğundan başka, büyük bağışlarda bulunarak, onun, ruh hastaları için kurum oluşturmasına yardım eder. Yaşadığı acıları başkalarının yaşamamasını dileyen Clifford Beers, ilk olarak Connecticut Eyaletinde iki ruh sağlığı kurulu kurdurur. İş bununla da kalmaz yeni denemeler yapılması, hastaların, böylesi acımasız durumlara düşürmemesi için yüzlerce ruhsal denetim evleri açılmasına önayak olur. Psikiyatri adı verilen ruh rahatsızlıkları böylece yeni bir başvuru, bir ruhsal sığınak yerine kavuşur. Artık 1910 yıllarına gelinmiştir. Amerikan halkı, insanların ruhsal durumu ile iş yaşamlarının ilişkisini iyi kavramıştır. Bir kaç yıl sonra patlayan Büyük Savaş için A.B.D Ordusu, Avrupa’ya gönderilecek savaşçıları bile psikologların seçiminden geçirir. Ruhsal durumları bozuk olan insanların savaşta başarı kazanamayacağı hep bilinmektedir. Amerika, Avrupa’ya göndermek için tasarladığı iki milyon asker yerine bir milyon gönderir. Gönderir ama bizim bir sözümüze uygun olarak:

-Bir göndermez Pir gönderir! ki savaşı kazanır. Böylece, insanların ruhsal durumlarının rahatsızlıkları, gerekli önlemler alınırsa önlenir; hiç değilse süre gelen acıklı durumlardan kurtarılır fikri yaygınlaşır. İş burada bitmez, yetişmekte olan çocukların gözlenip ruhsal durumlarının en az bedensel durumları ölçüsünde korunması gündeme gelir. İşte biz öğretmenlerin çok iyi hesaplamamız gereken nokta burası. Yukarda belirttiğim olaylar elli yıl önce yaşanmış olaylardı. Şimdi 1945 yılındayız, biz halâ Bakırköy, Mazhar Osman sözlerini sayıklıyoruz. Şimdilerde bunu yavaş yavaş değiştirip Fahrettin Kerim Gökay’ın adını sayıklamaya başladık. Benim sizden ricam olacak, psikoloji konusunda, kenar köşede bile olsa göreceğiniz bu konudaki yazıları okuyun, kitapsa alın, dergi ise saklayın, günlük gazete ise yazıyı kesin, koruyun. Gelecek yıl derslerimizde bu konu üzerince karınca- kaderince biz de duralım!

Öğretmen sağlıklı çalışmalar dileyip ayrıldı!

Öğretmen çıkınca bir süre kimse kımıldamadı, yüzler oldukça durgun, başlar gözleri gezdiriyormuş gibi karşılıklı bir süre gezdirildi. Numan Köseoğlu elini şaplatarak:

-Ben bu psikolojiyi halâ anlamadım, yoksa aptal mıyım? diye sordu. Tam karşısındaki Fakı Yörük onu teselli etti:

-Aptal olsan öğrenmediğini nerden bileceksin? Gülenler oldu:

-Bilmediğini bilmek, öğrenmenin başlangıcı! diyenler, yanında:

-Şimdi bir şeyler söylendi, söylenenleri anlamamak önemli, anlatılanlar bize psikolojiyi öğretmedi. Önemli olan söylenenleri anlayıp anlamama! Ahmet Özkan ekledi:

-Aman dikkat, kendinizi ele vermeyin, Mazhar Osman’ı boylarsınız! Mazhar Osman hikâyeleri arasında salondan ayrıldık. Mazhar Osman, deli doktoru. Gülenler oldu:

-Delilerin ayrıca doktoru mu olurmuş?

 *

Yemekte de Mazhar Osman hikâyeleri dinledik.

Delinin bir nasılsa kapalı olduğu yerden çıkmış. Çok güçlü olduğu için yanına kimse yanaşamıyormuş. Deli, karşısına çıkanlara da:

-Ben Mazhar Osman’ım, bana dokunanı içeriye atarım! diyormuş. Sonunda olayı Mazhar Osman’a anlatmışlar. Mazhar Osman delinin yanına gitmiş. Deli, ona da:

-Ben Mazhar Osman’ım demiş. Mazhar Osman da deliye sormuş.

-Ben kimim? Deli gülümseyerek:

-Delinin birisin, hadi uzatma, bak, seni buraya getirttim işte! Bu da bana yeter! Söyle adamlarına beni içeri kapatsınlar! deyip uzun süre direndiği görevlilere teslim olmuş!

Bir başkası da nasılsa bakıcıların gözünden kaçıp bahçedeki ağaçlardan birine çıkmış. Görevliler bir türlü indirememişler. Deli:

-Ben hepinizden yükseğim! deyip kahkahalarla gülüyormuş. Sonunda olay Mazhar Osman’a duyurulmuş. Mazhar Osman ağacın altına gelmiş, hastaya:

-Boyunu benimle ölçmek istiyorsan gel yanıma, ben senin çıktığın yere çıkamam! deyince hasta:

-Peki! deyip ağaçtan inmiş.

Yemekten sonra kendi salonumuzda toplandık. Plâk seçme konusunda son sınıflara uymaya karar aldık, onlar bizim konuklarımız. Onlar da söz birliği etmiş gibi Beethoven Keman Konçertosunu istediler. Sessizce konçertoyu dinledik. Plâktan sonra bir süre, savaşın bittiği, plâk, pikap satışlarının çoğalacağı üstüne varsayımlar yapıldı. Bu arada yapacağımız gezi gerçekleşirse İstanbul’a uğramamız söz konusu, bu tür satış yerlerini öğrenme konusu da dile getirildi. Bu arada ben de Beyazıt Meydanına yakın Şamlı İskender müzik aletleri satış yerinden söz ettim. Öztekin Öğretmen orasını anımsamadı, benden sordu:

-Neresi o dediğin yer? Üniversite kapısını, bitişiğindeki Askeri Tıp Fakültesini tarif ettim. Orası Fatih yoluymuş, onu da ben öğrenmiş oldum. Öztekin Öğretmen:

-Oraya da uğrarız, orası bizim gezeceğimiz yerlerin yol kavuşağı üzerinde! dedi. Konuşmalara ara verip Mozart Serenad kv 622, no 13’ü koyduk. Arkadaşların sevdiği eserlerden biri de buydu. Adı da ilginç, Küçük Şeylerden bir Gece Müziği. Yatakhaneye dönerken varsayımlar üretildi:

-Mozart bunu bir istek üzerine ayaküstü bestelemiştir. Çünkü değişik melodiler ustalıkla birleştirilmiş!

-Vay, vay vay! Geleceğin Mozart yorumcuları, falan fısıltıları arasında yataklara dağıldık.

Güzel müzikler dinlemiştim, içim rahattı, iyi uyuyacağımı kurarken birden gözlerim açıldı. Dinlediğimiz Serenat ne kadar güzel! Ancak onu piyanoya aktarınca o güzellik kesinlikle kalmaz. Oradaki yaylı çalgıların uyumunu bir piyanonun vermesi beklenemez! Bunları düşünürken uyumuşum.

 

16 Mayıs 1945 Çarşamba

 

Halil Basutçu uyandırdı:

-Kalk arkadaş, bugün işlerin çok olacak! Arkadaş şaka olarak söylüyor. Bununla, onların atölyeye gideceğimi anımsatıyor. Ben de :

-Korkum yok, nasıl olsa arkadaşlarım bana yardım ediyor. Arkadaşım iyi yürekli hemen bir duygusal denge kurdu:

-Ne var bunda, sen de bir gün güzel müzikler çalarsın ödeşiriz!

Olur mu, olmaz mı bilmem ama arkadaşımın böyle deyişine sevindim. Demek ki, benim çok severek çalıştıklarım, başkaları tarafından da bir iş sayılıyor! Çaldıklarım salt kulaklar için olduğundan dinleyenlerce çok gelip geçici sayılabileceği kuşkusunu taşıyordum. Bunu, sık sık düşünürdüm; piyanoda çalışırken kimi kez kendi arkadaşlarım gelir “Şunu çal!” der. Çalarım, teşekkür eder gider. Duygusal olarak o an, arkadaşa bir şey vermişçesine sevinir gibi olurum ama, ortalıkta bir şey görünmediğinde benim sevincim de arkadaşla birlikte gider. Zaman zaman bu duygu beni rahatsız eder. Bunu başkasından duyduğum bir sözle anlatmaya çalışırım. O an:

-Rüyada bal yemiş gibi olurum! Rüyada bal yemek!

 *

Kahvaltıda konu doç. İbrahim Yasa oldu. Onun da son dersi, ne yapacak?

-Ne yapacağı var mı, o da konuşarak geçirecek!

-O, o kadar uzun konuşmaz!

-Soru sorarlar!

-Kimler sorar? Bu soru yeni bir konu ortaya getirdi. İbrahim Şen, sınıftaki arkadaşların adlarını bilmediğini söyledi. Uzun boylu biri, kısık sesli biri, çok gülen biri, cırlak sesli biri gibi sıralama yapınca hep güldük. Gerçekten, olayla birlikte o kişiyi anlatınca yakıştırması doğrulanıyor. Ancak uzun boylu biri dediğini kolay bulamadık, İhsan mı, Mustafa mı, Burhan mı, yoksa Fakı mı? soruları sıralandı. Ekrem takıldı:

-Arkadaşım, sen uzun boylulara sırt çevirmişsin galiba! Nihat Şengül tamamladı:

-Ne yapsın, onun bir uzun boylu arkadaşı var, o yetiyor ona! Halil Yıldırım ekledi:

-Yetiyor değil, artıyor bile demek gerekir! Arkasından da bıktırıyor! Sözleri geldi.

Konuşmaları dinleyen hemşerim Kadir sordu:

-Kim bu konuştuklarınız, bunlar bizim sınıfta mı; bana da söyler misiniz? Hepimiz güldük. Hemşerime sıraladım:

-Mustafa Yüksel, İhsan Arıkan, Burhan Güvenir, Fakı Yörük.

 *

Doç. İbrahim Yasa, birileriyle konuşarak kapıya dek geldi. Kapıdakilere bir şeyler anlattığı belliydi. Onları başını sallayarak uğurlayınca pipo ağzında kapıdan girerken döndü, kapı önünde piposunu söndürüp geldi. Gelir gelmez de:

-Dersler kesiliyormuş, öyle mi diye sordu, karşılık beklemeden:

-Dersler kesilse bile bizim çalışmalarımız sürecek değil mi? diye sordu. Birden sessizlik oldu, öyle sanıyorum ki herkes ödev vereceği kaygısına kapılmıştı. Öğretmen sözlerini sürdürdü:

-Öğretmenin tatili olmaz, ben bu tatil sözlerine kızıyorum. Tatil sözünün gerçek anlamı nedir kuzum? diye sordu. Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen Bekir Semerci’ye işaret etti. Bekir Semerci tatili, bir süre iş bırakma, olarak söyleyince birçok parmak kalktı. Bu kez öğretmen:

-Sen, sen, sen diye söylenenleri dinlemezce konuşturdu. Öğretmenin ilgisizliği, parmakların inmesine neden oldu. Arkadaşlar tatilin ne olduğunu kendilerine göre anlatırken önündeki kitaba bakan öğretmen, başını kaldırarak sordu:

-Ne oldu şimdi? Neye karar verdik? Söyledikleriniz beni yalanladı mı? dedi. Sanki üzülmüş gibi bir tavır takınmıştı. Tekrarladı:

-Tatil sözünün öğretmenle bir ilgisi yok, onu yanlış olarak okullara yakıştırmışlar. Salt öğretmenler değil, öğrenciler için de tatil sözü yerine oturmamıştır. O tatil dediklerini okullar yapar. Okulların nesi? deyip güldü. Arkasından da:

-Nesi olacak, binaları yapar! deyip yüzlerimize baktı. Daha sonra da bize genel bir soru sordu:

-Uygarlık nedir, uygarlaşmak nasıl olur? Toplumlar, ilkellikten uygarlığa nasıl geçer? Uygarlığı tanımlayanlar oldu. Tanımlayanları gülümseyerek dinleyen, yer yer de başıyla onaylayan öğretmen uygarlaşma aşamalarını sordu. Bunda da bir anlaşmazlık çıkmadı. Öğretmen “Dur!” deyip konuşmaları kestikten sonra, uygarlaşma aşasındaki yenilikler değinerek:

-Kara sapandan pulluğa geçince her şey tamam oluyor mu? diye sordu. Sabanı onaran köy ustasının yerini tutacak Pulluk ustasını hemen yetiştirebilecek misin? deyip yüzlerimize baktı. Arkasından da:

-Gereksinimler organ doğurur! derler. Bu, şu demektir, pulluğu getireceksin kullanılacak, yıllar sonra onun da tıpkı saban onaran gibi ustası olacak. Olacak ama bu arada eski alışkanlıklar da sürecek. Sabanları derme çatma yapana usta deniyordu, pullukları onarana ne diyecek? Gene usta! değil mi? işte benim dediğim bu, tatil de böyle, geçmiş zamanda bir başka şey için kullanılan söz, yeni bir oluşum olan okulun yakasına da yapıştırmış. Söylediğim, bir şekil değil, işin gerçeği. Okul binası tatilde olabilir, öğrencinin oraya gelip gelmemesi öğrenci için önemli değil, öğrenci yaşamını sürdürmekte tıpkı büyümesi gibi bilgilerini de artırması aralıksız olacaktır. Yemek için tatil yapılıyor mu?

“Ramazan!” diyen oldu. Öğretmen güldü:

-Al işte! Ramazan kimin için bir önem taşıyor? İki milyar insanın yaşadığı dünyada kaçı Ramazanla ilgili? Üstelik o çok başka bir olay. Bizim konumuz bilgi edinmek, edindiğimiz bilgileri bilimsel yollarla öğrencilerimize iletmek! Bakın bizim yanlışımız nerede; tarihimizi iyi biliyoruz. Biliyoruz ama ders almıyoruz. Osmanlı Döneminde bir çok yenilik girişimleri olmuş ama dinsel inançlar yüzünden kısa zamanda durdurulmuş. Dinsel inançlar yeniliklere neden karşı? Oysa Kutsal kitabımız yenilikleri öneriyor. “Oku!,, buyruğunun anlamı nedir? Bu buyruğu en aydınımız bile benimsemiyor. Bakın size çocukluğumdan anımsadığım bir şiir okuyacağım. Bunu yazan şair sağdır, öğretmendir, aydın bir insandır. Ancak bir alışkanlıktan o da kendini kurtaramamıştır. Kesin konuşmuş olmayayım belki şimdi başka düşünür.

 

  Allah Sevgisi
 
Kim çıkarır sabahleyin erkenden,
 Dünyamıza ışık veren güneşi?
 Gece vakti denizlere serpilen,
 Ay doğuyor, kim yapıyor bu işi?
 
 Kışın kuru sandığımız fidana,
 Baharda kim yeşillikler giydirir?
 Bülbül öter, yuva yapmış ormana,
 Bu sedayı acep ona kim verir?
 
 Vatan, millet ne demektir bilmeden,
 O sevgiyi kalbimize kim verdi?
 Babamızdan güzel bir şey isterken,
 Gönlünüze kim koyuyor ümidi?
 
 Akşamüstü karanlıklar içinden,
 Milyonlarca yıldızı kim parlatır?
 İşte bütün bu şeyleri düşünen,
 Yapan, eden, yaratan hep Allah’tır.
 İbrahim Alaettin Gövsa

 

Şairin söylediklerinin aksini, aklı başında olan kimse söyleyemez. Niçin söylesin? Söylerse söylediğini kanıtlaması gerekir. Ancak bu şiiri yazan bunları çocuklara söylüyor. Amacı Allah’ın gücünü çocuklara, öğrencilere anlatmak. Çocuk bu denli koşullandırılırsa yetişkin olunca yeniliklere doğru bakabilir mi? Neredeyse ağzına lokmayı da Allah verecek! Böyle koşullandırılan bir toplumun insanları sularda mikrop olacağını ve de gözle görülmeyen mikrobun hastalık yapacağını kavrayamaz. Çünkü düşünce olarak, aklını bir güce bağlanmıştır. Bu olayı insanlık yüzyıllarca yaşamıştır. Kölelik çağında da köle olanlar bu mantalite ile kölelik yapıyordu. Onun koruyucusu da efendisi idi. Bu zihniyeti çocuğa aşılarsan ondan yenilik bekleyemezsin. Bunun dinle imanla ilgisi yok. Bilimlerin tarihleri incelenince görülüyor, sayısız buluşların sahibi dinsel alanlarda yetişmiş insanlar. Batı, dediğimiz uygar dünya ibadetini de yapıyor, bilimsel çalışmalarını da. Ünlü Fransız bilgini, belki adını bile duymadınız; Claude Bernard, biyoloji Biliminin kurucusudur:

-Mabedimi kaparım, laboratuvarımı açarım! Laboratuvarımı kaparım, mabedimi açarım! diyerek dinle bilimin bir arada olabileceğini kanıtlamıştır. Minarenin tepesine yıldırım koruyucusunu koyacaksın; bunun ne olduğunu soran çocuğa:

-Bu bir insan buluşudur, Amerikalı bilgin Benjamin Franklin bulmuştur, yıldırımın ateşini çekip toprağa iletir, böylece yangınlar önlenir! diyeceksin. Arkasından da bu şiiri okutacaksın! Bu, insanın düşünce düzenine sığamayacak ölçüde çatışık bir terslik yaratmaktadır. İşte Atatürk bunun için “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir!” demiş. diyen Öğretmen, bir süre yüzlerimize baktıktan sonra dilimizin, Türkçe’nin tarih boyunca ihmal edildiğini, bu yüzden Osmanlılar zamanında insanların okuma yazma olayına önem vermediğini anlattı. İstemeyerek, sık sık yakından tanıdığı Amerika’dan söz ettiğine üzüldüğünü ancak gördüklerini de göz ardı edemediğini söyledikten sonra Amerika’ya insanların çoğunun, Ortaçağ Avrupası’nın din savaşlarından kaçarak sığındığını, tüm çaresizliklerine karşın okullar kurduklarını, 17-18-19 yüzyıllarda açılan sayısız Üniversitenin günümüz Amerika’sının göz bebeği olduğunu, dünyanın her tarafından oraya öğrenci geldiğini anlattı. Öğretmen gülümseyerek:

-Nereden nereye kaydık! Okullar tatil olabilir, okullar tatile girdi de diyebiliriz. Bizim için tatil söz konusu değil değişim bir sözden ibarettir. Ben öyle düşünüyorum. Öyle insanlar da olabilir, bakarsın biri “Ağustos ayında kitap okumayacağım!,, diyebilir. Bir başkası da buna “İşte tatil bu!” diyebilir. Bunlar çok özel ve de bireysel tavırlardır. Ben, sizlere böyle davranmayın diyorum, bu, şimdilik sizin seçiminiz olmamalı, sizler şimdi öğrenme zincirini aralıksız uzatmalısınız! Kapıdan girerken bunu söylemeyi tasarlıyordum. Bakın gene de söyledim. Amacım kendi konumla, salt toplumbilim olaylarıyla zamanınızı geçirin! demek değil. Bakın bir tatil sözü bile toplumsal bir sorun. Gazete ilânlarına bakın, adam dükkanını kapatmış, “Dükkân tatilde! diyebiliyor. İlçenin kaymakamı izin almıştır, gidip sorsan oradakiler Kaymakam için “tatilde” diyebilirler. Yaz tatili, kış tatili, bayram tatili gibi türleri de vardır. Hepsinin ortak tarafı, gördükleri işe ara vermektir. İşte bu, işe ara verme anlayışına karşıyım, ben. Trenle giderken açıp bir kitap okursan, bir sinemaya girip öğretici bir film izlersen, bir konsere gidip bir eser dinlersen senin tatilin söz konusu değildir. Öğrenme de bir iştir. Ancak bu işe ara verirsen beyinsel duraklamaya neden olursun. Beyinsel duraklamalar öğrenme işlerinde kopukluk yaratır, bu kopuklar da bir daha bağlanamaz. Bağlansa bile bağ yerleri iletkenliğini kaybeder, çağrışım olayı aksar, bu da öğrenmeyi zorlaştırır. Bunları psikoloji derslerinizde konuşmuşsunuzdur. Konuşmamışsanız konuşacaksınız. Öğrenmenin bilimsel yöntemleri bellidir. Buna uyanlarla uymayanları da görüyorsunuz. Biz, kara saban, pulluk tartışması yaparken Amerikan uçakları yirmi bin km. uzaktaki Japonya üstünde uçuyor. Bunları düşünerek çalışmalarımızı daha bilinçli yapmalıyız! Öğretmen az duraksadıktan sonra, yeni yılda gene birlikte olma dileğiyle ayrıldı.

  *

Doç.Halil Demircioğlu her zamankinin tersine bugün çantasız geldi. Onu çantasız görünce nedense daha uzun boyluymuş sanısına kapıldım. Bir değişikliği de kürsüye çıkmadan doğru arka sıralara doğru gitti. Sanki arkalarda oturanları kontrol ediyordu. Birilerine de takıldı:

-Hep burada mı oturdunuz, size gözüm alışmamış gibi geldi! Arkadaşlar güldüler. Arkalarda oturanın biri de bizim Kepirli Bekir Temuçin’di. Bekir, cesaretle kalkıp açıklama yaptı. Dersleri sürekli izlediğini, zaman zaman da kalktığını, çok kez önlerde oturduğunu, bugün gecikerek geldiği için yer bulamadığından orada kaldığını söyledi. Öğretmen anımsadı mı yoksa gönül almak için mi:

- Sesini anımsıyorum, kulaklarım gözlerimden daha duyarlıdır. Gözlüklerim de bunu kanıtlıyor değil mi? diyerek yumuşak bir dönüş yaptıktan sonra masasına geçip oturarak konuştu:

- Dersimizin konusu olduğu için Kurtuluş Savaşının ayrıntılarına dek indik. Ancak Atatürk’ün yaptıklarını bir bir saymamıza, onun bir insan, bizim gibi bir birey olmasına karşın 19 Mayıs 1919 tarihi ile Ankara’ya geldiği 27 Ekim 1920 tarihleri arasında bir yıldan fazla geçen gecelerini telgraf makineleri başında geçiren çabalarını düşündük mü acaba? diye sordu. Parmaklar kalktı; Atatürk’ün Bandırma vapuruyla Samsun’a gidişini, yanındaki arkadaşlarını da sayarak anlatanlar oldu. (Kâzım Dirik, Dr. İbrahim Tali, Binbaşı Arif, Dr. Refik Saydam, Hüsrev Gerede, Cevat Abbas, Kemal Doğan) Öğretmen, söylenenlerden besbelli hoşnut oldu:

-Bakın işte bu güzel, geçmişin bu yanlarını iyi bilirsek geleceğe umutla bakarız. Öğretmen bundan sonra Cumhuriyet döneminde yapılan Devrimleri sıraladı. Yazının neden değiştirildiğini, Kılık-kıyafetin serbest bırakıldığını, Soyadı taşıma zorunluğunu, her kademedeki toplumsal kurumların seçimle yapılmasını, evliliklerin tek eşe indirilmesini, kadın- erkek eşitliğini, yasal nikah zorunluluğunu, her çocuğun ilk öğretimden geçmesi koşulunu anlattı. Sonra da sordu:

-Bu yapılanlar gerçekte bir devrim midir? Yoksa halkın gelişen dünya koşullarına göre yapması gerekeni yapamadığı için, yapması gereken değişimi kolaylaştırıcı bir devlet desteği mi? Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen parmakların indirilmesini istedikten sonra:

- Bunu çok yönlü düşünün. Bu konu; sizin önünüze sık sık, çok değişik boyutlarda çıkacaktır. Şimdiden savunmalarınızı hazırlayın. Öğretmen bundan sonra Atatürk’ün kişisel özelliklerini, insan olarak yaşam anlayışını, halka inmesinin nedenleri anlattı. Asker olarak yetişmesine karşın, sivil tavırlarını, özellikle çocuklara karşı sevgisini, tarih boyunca küçümsenen köylüler için “Köylü, milletin efendisidir!,, deyişinin nedenlerini açıkladı. Küçük çaplı da sayılsa bir çiftlik kurup tohum ektirdiğini, traktörle tarla sürdüğünün geçek nedenlerini irdelememizi istedi. Her Türk gencinin Atatürk’ü ders olarak öğrenme yerine kendi yaşam gücüne güç katacak bir tükenmez, bir anıt güç olarak güvenip öğrenmesi gerektiğini vurguladı. Bunları söylerken öğretmenin sesi iyice değişmişti, duygulandığı besbelliydi. Az durduktan sonra:

-Ders demiyorum, birlikte çalışmalarımız kesilecektir ama duygularımız sürecektir, vatandaş olarak karşılaşacağımızı da umuyorum. Ancak, yurt sorunlarında yürek birliği içinde olacağımıza kesinlikle inanıyorum, sizlere başarılar diliyorum, hoşça kalın! deyip ayrıldı. Bir süre kimse yerinden kımıldamadı. Uzun sürmedi ama sürmüş etkisi bıraktı. Ali Yücel en yüreklimizmiş ortalığa sordu:

-Arkadaşlar ben anlayamadım, öğretmen mi ayrıldı? Gülenler oldu. Devrim Tarihi dersimizin bittiği söylendi. Doç. Halil Demircioğlu gene gelecek ama bizim sınıfa değil öteki sınıflara. Gülenler oldu, herkes kalktı. Birileri de:

-Resmen 3. sınıf sayılırız! deyip çığlık attı. Darısı öteki derslerin başına!.

-Dersin başı mı olurmuş?

-Sözgelimi a dostum, anlayana sivrisinek saz! Türü konuşmaları arasından salondan çıktık

 Yemekte bizim masada da Doç. Halil Demircioğlu’ dan söz edildi:

- İki ders yılı geldi gitti, hep kendisi konuştu! dendi. Kim konuşacaktı ki? Devrim Tarihi bu, ayrıntılarına dek o biliyor. Tüm derslerde böyle yumuşak değildi; geçen yıl İç isyanlar sırasında isyan bölgelerinden gelenlerin karşı koymaya kalkışlarında oldukça sert davranmıştı. Konya/Bozkır İsyanlarını anlatırken Veli Demiröz’ün yaptığı bir ters çıkışta Veli Demiröz’ü fena paylamıştı. Ben, gene de:

-Ende gut, alles gut! dedim. Bir işin sonu iyi bitmişse, başı da iyi sayılır. Sanki Almanca biliyormuş gibi bunu söyleyince arkadaşlar ciddî ciddî baktılar:

-Sen Almanca biliyorsun!

-Sadece bu sözü!

-O da yeter!

 Yemekten sonra Heykel çalışmalarına katılmak üzere Yapı Bölümüne gittim, (Nusret Suman gelmemiş) Mualla Eyuboğlu yönetiminde Açık Hava duvarlarının donanımını yapacaklarmış, İsmail Koralay bana:

-Müzikçi, gelmeyebilirsin! deyine sevinçten az daha oynayacaktım. Ezberlediğim, daha da ezberlemek istediğim şiirleri bir araya toplamak istiyordum. Onu biraz fazladan saydığım için kendi zamanlarımın dışında yapmak istiyordum İşte bir benim olmayan zaman (!)

Kitaplığa neredeyse gizlenerek oturdum. Şairlerin bir sıralamasını yaptım: Mevlâna, Dehhânî, Hataî, Fuzulî, Bakî, Nef’î, Nabî, Nedim, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Kazak Abdal, Karacaoğlan,  Gevherî, Dertli, Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli, Şinasi Özden…

 

Gazel
 
Mahest nemidanem Hurşit ruhet yane
Bu ayrılık oduna nice ciğerim yane
Müfdem zi firaki ti mürdem ki heme danent
Aşk odu nihan olmaz yanar düşücek cane
Sevda-iruhi Leyli şud hasıla ma hayli
Mecnun bigi vaveyli oldum yine divane
Saed tir zened dil an Türkî keman ebrû
Fitneli ela gözler çün uykudan uyane
Ey Şah Şucaeddin Şems ül hak-i Tebrisi
Rahmetinden eğer ne’ola ize bir katre dane
 
Mevlâna
 
 
Gazel
 
Bir kadehle bizi saki gamden azad eyledi
Şad olsun gönlü anın gönlümü şad eyledi
Bende idi bunca yıllar kaddine servirevan
Doğrulukla kulluk ettiyçün azad eyledi
Hurşid-i huban eden sen dilberi şirin lebi
Bisütün-ı aşk içinde beni Ferhat eyledi
Od ile korkutma vaız bizi kim lal-ı nigar
Canımız bizim oda yanmaya mutad eyledi
İster isen mülk-i hüsmn-i abad ola tad eyle kim
Padişahlar mülkünü tad ile abad eyledi
Nas getirdi hüsnünün davasın ıspat etmeye
Ol ki yarin kaşını nun gözünü sad eyledi
Aldatıp aldı Dehhani yok bahaya canımı
Sorana” Bir buseye aldım!”deyu ad eyledi
 
Dehhanî 
 
Gazel
 
Eya gönül kuşi derler behar imiş mene ne
Bisat-ayş acep ruzigar imiş mene ne
Diyorlar oldu deli Leylin zülfüne Mecnun
Deminde ol dahi bikarar imiş mene ne
Akıttı yaşım devran batırdı kanıma el
Rakip elindeki dest-i nigar imiş mene ne
Lebin zülali ne söz tükendi ömr-i aziz
Hayat-ı Hızr eğer payidar imiş mene ne
Bu baht-ı bed ki menim var Hatai ol şumi
Gam ehline diyeler gamgüsar imiş mene ne
 
Şah İsmail (Hatai)
  
 
Gazel
 
Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şemi yanmaz mı
Kamu bimarına canan deva-ı dert eder ihsan
Neden kılmaz bana derman beni bimar sanmaz mı
Gül-i rahsarına karşı gözümden kanlı akar su
Habibim fasl-ı bahardır bu akan sular bulanmaz mı
Şeb-i hicran yanar canım kan akar çeşm-i giryanım
Uyarır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı
Gamım pinhan tutardım ben dediler yare kıl ruşen
Desem ol bivefa bilmem inanır mı inanmaz mı
Değildim ben sana mail aklımı sen ettin zail
Bana tan eyleyen gafil seni görgeç utanmaz mı
Fuzuli rind-i şeydadır hemişe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı
 
Fuzuli
 
Gazel
 
Hasılım yoh ser-i kuyinde belâdan gayrı
Garazım yok rey-i aşkında fenâdan gayrı
Ney-i meclis-i gamım ne bulsan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı
Yetti bikesliğim ol gayrete ki çevremde
Kimse yok çizgime gidab –ı belâdan gayrı
Perde çek çehreme hicran günü hey kanlı sirişk
Ki gözüm görmeye ol mehlikâdan gayrı
Ne yanar bana kimse ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
Bozma ey mevc habâbım ki bu zeyl
Komadı hiç imâret bu binâdan gayrı
Bezm-i aşk içre ey Fuzulî nice ah eylemeyem
Ne temeddû bulunur bende hevâdan gayrı
 
Fuzulî
 
 
Murabba
 
Perişan halin oldum sormadın hal-i perişanım
Aşkından derde düştüm kılmadın dert-i dermanım
Ne dersin güzel hanım böyle mi geçsin ruzigarım
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım
  
Seni sevdim seveli senden vefa görmen
Seni kande görsem ehliderde aşina görmen
Vefa vü aşinalık resmini sana reva görmen
Gözüm cansım efendim sevdiğim devletli sultanım
 
Değer her dem şerh yayından bana bin ok
Kime şerh eyleyem kim mihnet-i endü-i derdim çok
Sana kaldı mürüvvet senden özge hiç kimserm yok
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım
 
Nazar kılmazsın ehli derde gözden akıdan seyle
Yamanlıktır işin uşşak ile yahşi midir böyle
Gel Allah aşkına bendene cevretme lütfeyle
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım
 
Gönlümden gözüm yaşı gibi dembedem akıp gitme
Ben seni terk etmezem sen dahi beni terketme
Amandır zalim olma ben kulunu incitme
Gözüm canım efendim sevgilim devletli sultanım
 
Katı gönlün neden bu zulme bidada ragıptır
Güzeller sen gibi olmaz cefa senden ne vaciptir
Sen gibi nazenine nazenin işler münasiptir
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım
 
Fuzuli şive-i ihsanın ister bir gedayindir
Yaşarken ser-i kuyin ölende hak-i payindir
İster öldür ister ko hükm hükmün ray rayindir
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım
 
Fuzulî
 
 
Gazel
 
Korkum oldur göz deye hak-i der-i cananıma
Yoksa kuhl asa çekerdim çeşm-i hun efşanıma
Bağda dolabı çok çekti çevirdi bağ-ı ban
Öykünür deyu gamında hale vu efganıma
Çeşm-i ebru hal-i Hindu zülf-i cadu olsa ger
Öykünürdü aftab ol afet-i devranına
Düşmese ağzımdan ol şirin dehanın lebleri
Vasf-ı lalin durmadan zikreylesem yaranıma
Yar defterden yine Baki silinmek var demiş
Yanlış anlatmış adular ben kulun sultanına
 
Bakî
  
Gazel
 
Nevbahar oldu gelin azm-i gülistan edelim
Açalım gonca-i kalbi gülü handan edelim
Komayıp lale gibi elden ayağ bir dem
Mest olup gonca sıfat hak-i giriban edelim
İçelim lal-i muzafı saçalım curaları
Hak-i gülzarı bu gün kan-ı bedehşan edelim
Menzil-i ayş-ı tarab hürrem-i abad olsun
Yıkalım zirk-i riya deyrini viran edelim
Okusun vasf-i ruh-ı yar ile Baki şi’rini
Bülbülü gülşen-i mecliste gazelhan edelim
 
Bakî
 
 Gazel
 
Sakiya cam-ı mey ne hoş gül olur
Kim alırsa eline bülbül olur
Der gören taze dağı sinemde
Ne güzel kırmızı karanfil olur
Gam-ı zülfünle dud-ah-ı kebût
Laciverdi lâtif karanfil olur
Rişte-i muyi-i dilbere dolaşan
Beste- ben-i zülfü kakül olur
Baki’ye ab-ı vasl ermez ise
Ateş-i hecr ile yanar kül olur
 
Bakî
 
Gazel
 
Naz ederse gamzesi uşşak-ı zare naz eder
Zülfü bir aşiftedir rüzigare naz eder
Böyle şuha müptela olmak pek güç
Bulsa cümle dilberan-ı şivekara naz eder
Dehre mağrur olma ey gafil ki bunda ademe
Tali-i yüz döndürür gahi sitare naz eder
Görmedim Nef’i gibi rind-i ali meşrebi
Hem geda hem padişa-ı kamkare naz eder
Çeşm-i gibi mestolup ruhsat verir nezzareye
Durmaz amma gamzesi ol ahd-ı karara naz eder
 
 Nef’î
 
Gazel
 
Yazanlar peykerim destimde bir peymane yazmışlar
Görüp mest-i maili aşk olduğum mestane yazmışlar
Bana teklif-i züht etmezdi idrak olsaydı zaitte
Yazıklar ki ona akil bana divane yazmışlar
Değildir gözlerinde saye-i müjganı uşşakın
Hatın resmin beyaz-ı dide-i giryane yazmışlar
Benim aşık ki rüsvatlıkta tuttu şöhretim şehri
Yazanlar kıssa-ı Mecnu’nu hep yabane yazmışlar
Nice zahirdir ey Nef’i sözünden dildeki suzin
Yazınca nüsha-ı şi’rin kalemler yane yazmışlar
 
Nef’i
 
 
Gazel
 
Mahşer olmuş sahn-ı kağıthane dünya bundadır
Cennete dönmüş güzeller temaşaa bundadır
Bu da bir gündür kıyametten nişanı aşikar
İşte gör ol afitab-ı alem ara bundadır
Dilberin bala bülendi aşığın üftadesi
Bir yere gelmiş bugün a'la vü edna bundadır
Anmasın sofi dahi kısmette vahdet alemin
Yari tenha avlayan uşşak-ı şeyda bundadır
Cümleden ol güne sermestan-ı sahib-halden
Nef'i-i şuride-i bibaki rüsva bundadır
 
Nef’î
 
 
Gazel
 
Tutti mucize güyem ne desem laf değil
Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil
Ehli dildir diyemem sinesi saf olayana
Ehli dil birbirini bilmemek insaf değil
Yine endişe bilir kadr-i der-i güfrarım
Rüzgâr ise deni dehr ise sarraf değil
Verdi yine der-i genci mani elime
Aleme berri güher eylesen itlâf değil
Lev-i mahfus u suhandır dil-i pâki Nef’î
Tâb-ı yâran gibi dükkençe-i sahaf değil
 
Nef’î

 

Seçtiğim şiirlerin çetrefillilerinden çoğunu yazdım. Divan Şairlerinin şiirleri zor anlaşıldığı gibi yazımı da çok oyalayıcı. Zaman zaman yazmaktan bile kaçacağım geliyor. Gene de sabrımı ölçme bakımından direniyorum. Bu zorluğuna karşın ezberlenmesi bana kolay geliyor. Redif dedikleri tekrarlar anımsamayı kolaylaştırıyor.

Sağ elimin işaret parmağı azıcık uyuştu ama bir şeyler kotarmanın sevinciyle yemeğe yetiştim.

Bu akşam arkadaşların sorunu, iyi keman, iyi yay, iyi reçine. Takıldım:

-Eksik konuşuyorsunuz; onlara birer de iyi kemancı da gerek! Halil Yıldırım güldü:

-İyi söyledin arkadaşım! Ancak ötekiler önce Halil Yıldırım’ı payladılar:

-Baykuş gibi olumsuzluk etme! Halil:

-Baykuş’un uğursuzluk getirdiği söylenir, ama gerçeği de söylemiş olabilir. İnsanların işine gelmediği için orasına pek değinmemiş olabilirler! deyince bir süre susuldu. Bu susuştan hoşlanmadım:

-Sizin sözünüze karşı ben konuştum, bana değil de arkadaşa çatmanız neden? Hemşerim Kadir araya girdi:

-Sen haklıydın, o da bizden biri, kendini nesine güvenerek ayırmaya kalkıyor? Bu kez de Halil Yıldırım:

-Haklı söylenen söze haklı olduğu için gülünce baykuş mu olunur? Ekrem arabuluculuk yaptı:

-Doğrusu ben gücenmedim daha çok sevindim de; çünkü Bay kuş denmişti, bunun bir de bayan kuşu var demek ki? Bu kez gülerek Ekrem’e sataştılar:

-Koca kafalı, durup durup böyle saçmalıklar yapıyorsun. Gene de Ekrem’in bay-bayan kuş sözü başka şakalara neden oldu. Arka masada oturan arkadaşlar “Kuş!,, sözlerini arkadaşımız Ali Kuş olarak algıladıklarından seslendiler:

-Ali Kuş’u çekiştirmeyin!

Masadan kalkınca parmaklarımı yokladım. Piyanoya oturursam daha fazla yorarım! düşüncesiyle büyük salona gittim. İyi ki gitmişim önce Kepirli arkadaşlarla bir süre konuştuk yeni yeni haberler var. Harun Özçelik muştuladı, staja ayrılmadan önce Hidayet Öğretmen bizi çaya bekliyormuş. Halil Dere geldi, staj süresince yapacaklarından söz etti. Muğla bölgesinde köyleri gezmek büyük sorunmuş, ondan dertlendi. Ben, salt Lüleburgaz’ı düşünerek kolaylıktan söz ettim. Oysa benim de il olarak zorluklarım var, Vahit Dede’nin bucağına gitmek oldukça sıkıntılı olacak. Gerçekten Lüleburgaz köyleri, ilçe topraklarını ikiye bölen Edine-İstanbul asfalt yolunun iki yanına yayılmış durumda. En uzağı, olsa olsa Lüleburgaz’a yaya olarak üç saat. Bedir Köyleri, (Eski-Yeni) Ayvalı, Kırıkköy, Evrensekiz, Ahmetbey, Karıştıran’lar (Büyük-Küçük) düpedüz asfaltın bitişiğinde…

Yatınca da bir süre bunları düşündüm, ne yapacağımızı tam bilmeden düş kurmanın ne anlamı olur ki? Babam, bu tür konuşanlara:

-Suyu görmeden paçaları sıvama! deyip güler.

 

17 Mayıs 1945 Perşembe

 

Derse gelen öğretmenlerin adlarıyla adı uyuşanlar söz konusu edildi, Sabahattin yok, Hamdi yok, Sıtkı yok, Kazım yok, Sıra Müdürle Eğitimbaşına geldi: Rauf yok, Hürrem yok. Abdullah Ön yanıtladı:

-Üzülmeyin yakında onların yerine olanlar gelecek. Öğrencileri hesapladınız mı hangi adlar çok? Hasan Gülel: Abdullahlar! deyince, Abdullahlar gelecek! dedi. Kahkaha ile gülenler oldu. Rüstem Gündüz:

-Rüstemlerin başı kel mi? Onlar neden konuşulmuyor? diye sorunca, onun yerinin çok başka yerde olduğu söylendi. Konuşmalara katılmadım ama bu adlar konusu benim hep ilgimi çekiyordu. Geçen yıllar sınıf arkadaşlarımızın adlara göre bölgelerini sıralamıştım. Nedense öğretmenler üzerinde durmamıştım.

Arkadaşlar, Mahir Canova’yı, Aydın Gün’ü, Malik Aksel’i, Veysel Erüstün’ü, Hilmi Girginkoç’u saymadılar ama onların adlarında da öğrenci yoktu. İsmail var ama İsmail Hakkı yok. Hasan var Ali var da Hasan Ali Yok. İşin ilginci Cumhur Başkanının adını taşıyan yok. Buna karşın bizim sınıfta 3 Kemâl var, Kemâl Kızılelma, Kemâl Karadeniz, Kemâl Güngör.

Kahvaltıda da adlar üstünde duruldu. Arkadaşlar baba adlarını söylediler.

Hamdi Keskin Öğretmen oldukça neşeli geldi. Gelir gelmez de sordu:

-Şairler yalan söyler! diyorlar, siz buna inanıyor musunuz? Parmaklar kalktı. İlk sözü Hasan Özden kaptı:

-Yalan söylemezler belki ama çok abartılı konuştuklarından dedikleri eksik olduğu için öyle bir inanç yerleşmiş olabilir. Hasan hemen İstiklâl Marşı’ndan dizeler okudu. “Sönmeden yurdumun üstünde en son ocak!” buradaki sözler bizim hoşumuza gidiyor ama abartıdır, ve de doğru değildir.

Öğretmen başkalarına söz verdi. Mehmet Kocaefe söz istedi. Öğretmen söz verince Kocaefe kendisinden öncekilere çattı:

-Başkalarına ne bakıyorsunuz, bizim dergideki şairlere baksanıza yazdıklarında doğru denecek bir şey var mı? Turan Aydoğan parmak kaldırdı. Söz verilince Mehmet Kocaefe’ye dönerek söze başlayan Turan’ı öğretmen durdurarak.

- İşi kişiselliğe dökmeyelim. Arkadaş genel bir tavır takınmış, siz dönüp onu sorumlu tutuyorsunuz. Gördünüz, ben de benzer bir soru sordum. Bakın arkadaşınız ad vermeden doğrudan İstiklâl Marşı’mızdan örnek verdi. Yazarı Mehmet Akif’i andı mı? Fuzulî’den bir dörtlük okudu. Anlamadık. Bu kez de Kur’an’dan 224 ncü ayeti okudu. Türkçeye çevirdi:

“Şairlere ancak doğru yoldan sapmış olanlar inanır!” Öğretmen gülümseyerek:

-Bunu günümüz diline çevirip haksızlık etmeyelim, burada kastedilen doğru yol, dini bütün olarak sıfatlandırılan beş vakit namazını kılanlar da kastedilmiş olabilir. İslâmiyetin ilk günlerindeki yaşam koşulları çok değişti, insanların o günlere göre daha çok çalışmaya gereksinimleri var. Söz gelimi öğretmen olacaksınız, beş vakit namaz kılmanız zor olacak! Öğretmen bu kez de:

- Biz bu konuyu din bilginlerine bırakalım. Ortada böyle bir söylenti var bunun kutsal kitabımız Kur’an’da yeri olduğunu bilelim, yeter deyip ikinci gazel olarak Gayrı redifli gazeli okudu. Gazelden sonra da

 

“Ne yanar bana kimse ateş i dilden özge
 Ne açar kapım bad ı sabâdan gayrı,,

 

beyitini, Fuzuli’nin bir Türk şairi olan Necati’den aldığını anlattı.

Öğretmen bundan sonra Leyla ile Mecnun konusunun Arap kültüründen gelme olmasına karşın daha sonra ortak bir İslâm mitolojisine dönüştüğünü, Fuzulî’den başka, Arap yazarları gibi, İran, Çağatay, hattâ Anadolu Türklerinin ortak konusu olduğunu anlattı. Öğretmen Fuzulî’den sonra Bakî’den Kanunî mersiyesinden bölümler okudu, Bakî’nin adı üstünde durdu. Bu arada Nef’i ile Nabî’nin ad anlamlarını anlattı. Nedim! deyip durdu. Öğretmen kaşlarını kaldırarak:

-Divan Edebiyatı halktan o denli kopmuş ki, bu güzel adamların yaşam boyu ürettiği o canım eserleri, okumamış, şairlerini tanımamış. Bakın, Nef’i bir Padişah gözdesi tarafından boğdurulup denize attırılmış. Yıl 1640, ya da iki aşağı üç yukarı. Nef’i’nin bu ülkede yaşadığını belirten bir işaret yok. Bakın Nedim de öyle. O Nedim ki İstanbul için inciler dizmiş. Şiirleri seslendirilip söyleniyor da bunları kim söylemiş? diyen yok. Uygar ülkeler olarak adlandırdığımız Avrupa’da bu tür vefayı halklar gösterir. İşin ilginci batıya gitmeye gerek yok gerçek Türk Halkı benimsediği şairlerine nasıl sahip çıkıyor, gördük; sekiz Yunus Emre, on Karacaoğlan kabrinden söz ediliyor. Osmanlı ailesinin tufeyli takımı için bile sıra sıra anıt mezarlar türbeleri camiler sıralanırken sarayın çevresine sokulan sömürücü takımı, üç yüz yıldır Osmanlı tebâsı olarak gerçek halka yutturulmuş. Eserlerini okuduğumuz, tartışmasız çok değerli insanlar da o karmaşa içinde ömürlerini tüketmişler. Biz öğretmenler işi bu taraftan alıp Cumhuriyet Yönetimini halkımıza gerçek yönüyle anlatmalıyız. Duraklamadan sonra devrile devrile çürümeye yüz tutmuş bir yönetimin yerine geçen yeni yönetim, sağlam ellerde olmazsa bir daha niçin devrilmesin?

Öğretmen Nedim’in İstanbul Kasidesi’nden bir bölüm, ardından da Kâfir ile vardır redifli gazellerini okudu. Öğretmen duraksayınca bunu fırsat sayıp Cahit Sıtkı’nın Varlık Dergisinde çıkan Nedim’e dair şiirini gösterdim. Öğretmen “Oku!,, deyiverdi. Kısa bir duraksamadan sonra toparlanıp okudum.

 
             Saadabad
 
                        Mevsim tam lâle zamanı
                        Geçtim bir akşam Saadabad'dan
                        Koltuğumda Nedim Divanı.
           
             Sorma ne kalmış o hayattan;
                        Ne def'i gam eyleyen şarap,
                        Ne mest-naz Saadabad harap.
                                                                        
                        Saadabad değil Kağıthane,
                        Çingenenin fal baktığı yer;
                        Lâle Devri ancak efsane!
                         
                        Koca Nedim ne oldu o günler?
                        Dilde lezzet bunca mısraın,
                        Söylemiyor bize nerede mezarın!
 
  Cahit Sıtkı Tarancı

 

Öğretmen gülümsedi. Gülümseyince okuduğumu beğenmediğine yordum. Oysa öğretmen başka bir ilgi kurmuş. Bana:

- Tam zamanında okudun, ne var ki Ankara’dayız. İstanbul’un şimdi tam Lâle Zamanı. Dilerim bir gün İstanbul’da da okursun.

Öğretmen yeni ders yılında da çalışmalarımızın süreceğini umduğunu söyletip başarılı çalışmalar dileyerek ayrıldı.

Almanca öğretmeni doç. Niyazi Çitakoğlu’nun gelmediğini bildiğim için bir süre yerimde oturdum. İçimden kendimi dinledim, öğretmen hoşnut oldu, olmasa o sözleri söylemezdi. Acaba arkadaşlar ne dedi?

Herkes kalktı. Beni gören Kepirli arkadaşlardan gelenler oldu. Derken tüm Kepirliler toplandık. Harun Özçelik :

-Hidayet Öğretmeni unutmadık değil mi? O şimdi atölyesinde yalnız, bizi bekliyor. Bizi görünce çok sevinecektir. Topluca, Hidayet Gülen Öğretmenin atölyesine gittik. Hidayet Gülen Öğretmen gerçekten çok sevindi, zaten çayı kaynıyormuş bize çay içirdi. Kepirtepe’yi özlediğini söyledi. Kurucu Müdürümüz Nejat İdil’den mektup almış ondan söz etti. Atölyesinde yaptığı elişlerini gösterdi. Mandolinler onarmış, bağlama yapmış. Hidayet Öğretmen, çalışma alışkanlığını çocukluktan aldığını, ancak sonraki zamanlarda da bunu sürdürdüğünü, özellikle öğretmen okulunda çok iyi resim-İş öğretmeni olduğunu (İsmail Hakkı Tonguç) anlattı. Sözü Genel Müdüre getirerek, kendisini öğretmeninin de unutmadığını o nedenle böyle bir çalışma ortamı bulduğunu anlattı. Hidayet Öğretmen, okullardaki Resim-İş derslerinin iyi gitmediğini anlatırken kimi öğretmenlerin işi sevmemesine karşın, kolay sanarak bu yola girdiğini, bu nedenle de yararlı olamadıklarını anlatırken kimisinin de öğretmenliğe uygun yapıda olmamasına karşın bu mesleğe girdiğini, bunların öğrenciler gibi devlete de zarar verdiğini anlatırken kimisinin tam Mazhar Osmanlık olduğunu söyledi. Hidayet Öğretmen, elleri bir şeylerle hareket etmezse sıkıldığını, işlerden yorgunluk duyunca mandolin çaldığını, şimdilerde de sürekli bağlama çaldığını söyledi, çaldığı bağlamayı alıp gösterdi, kendisi yapmış. Bana takıldı:

-İbrahim sen işte bu zevki tadamayacaksın, akordiyon yapmak bir insanın harcı değil. Hidayet Öğretmen az önce konuşurken kimi öğretmenler için (yanılmıyorsam) Mazhar Osmanlık demesi ilgimi çekti. Bu sözün çok söylendiğini, bunun ne anlama geldiğini sordum.

 

 

 Ord.Prof.dr. Mazhar Osman Uzman

 

Hidayet Öğretmen Mazhar Osman’ı iyi tanıyormuş, bana:

-Sana ben bildiklerimi anlatsam inanmazsın. Bilir bilmez insanlar adam hakkında o kadar şey uyduruyorlar ki, benim anlattıklarım onların yanında gerçek dışı sanılır. En iyisi ben sana bir yazı vereyim onu oku! Hidayet öğretmen bir dergiden kesilen bir yazı verdi. Mazhar Osman’ın resmi de vardı. Yazıyı sevinerek cebime koydum.

Konu Kepirtepe’ye aktarıldı, oradaki, yokluk içinde olunmasına karşın sıcak bir ortamda çalışıldığını, buradaki olanakların orada olması durumunda orasını Lüleburgaz’ın bile üstüne çıkaracağını gülerek söyledi. Kepirtepe’deki sanat öğretmenlerini adlarını söyleyerek övdü. Şimdilerde Köy Enstitülerinde o tür öğretmen kalmadığını, bu nedenle çok sorun yaşandığını anlattı. Benden, özel olarak (Lüleburgazlı olduğumu bildiği için) Mehmet Salih Arı öğretmene, Ortatokul Müdürü Yalçın Bilguvar’a, Öğretmen Hakkı Yücel’e, Doktor Sezai Feray’a, bay-bayan Eczacılara selâm götürmemi istedi.

Hidayet Öğretmenin atölyesinden ayrılınca arkadaşlarla Kitaplıkta bir süre oturduk. Yeni kitaplar gelmiş, arkadaşlar kitap karıştırırken ben Mazhar Osman’ı okudum. Meğer Mazhar Osman çok ünlü bir asker-doktormuş. Avrupa’da okumuş, daha sonra da Avrupa’ya, Amerika’ya gitmiş. Bununla da yetinmemiş, Yunus Kâzım Öğretmen’in anlattığı psikolojik yenilikleri yurdumuzda ilk uygulayan olmuş. Hastanesine gelen hastaları dövmek bir yana çağımızın en modern yöntemlerini Bakırköy hastanesinde o uygulamış. Psikiyatri denilen akıl sağlığını koruma düzeninin yurdumuzdaki kurucusuymuş. Uzun yıllardan beri üniversitede ders veriyormuş. Uluslararası ününden dolayı da Ordinaryüs profesörlüğe yükselmiş. Yazıya göre, psikiyatri ya da psikyatri denilen ruhsal hastalıklar bilimi ülkemizde Mazhar Osman adıyla birlikte anılır olmuş. Ona eski söylemlerin geleneği olarak Deliler doktoru diyenler, kör kütük bilgisiz kimselermiş. Onların birbirini kötülemek için kullandığı bu söz, Mazhar Osman’ın değil kendi yazgılarının bir görüntüsüymüş. Ordinaryüs Prof. Dr. Mazhar Osman’ın kendi alanındaki bilimler üstüne yazılmış kitaplardan oluşan zengin bir kitaplığı bulunmaktaymış. Mazhar Osman üniversitedeki derslerini sürdürüyormuş. Bunları öğrendiğime sevindim.

Mazhar Osman’ın adı karışan birçok hikâye birden benim açımdan değer değiştirdi. Bunları birileri kendi kafalarına göre uyduruyorlar. Bizim köydeki Deli Ramadan’ı anımsadım. Ramadan, bizim köyde doğma değil başka bir köyden gelme. Bizim köyden birileri Balkan köylerinden gelin almış, gelinden bir süre sonra gelinin annesi de kızının yanına gelmiş. Yanında bir de oğlu varmış. Bu oğul büyüdükçe arkadaşlarından farklı davranışlar yapıyormuş. Kimseye bir zararı olmadığından üstünde duran olmamış. Gelin gelen ablasının eşi ölünce abla bir başka köye gidip evlenmiş. Kardeşini götürmemiş. Köyde yalnız kalan Ramadan, önceleri kapı kapı gezip yiyecek almaya başlamış. Köylülerin merhametine sığınan Ramadan bunu alışkanlık durumuna getirmiş. Askerlik çağı gelince Ramadan’ı geri zekalı bulup askerden düşmüşler. Tek başına kaldığı evde sürekli yalnızlaşan Ramandan bir gün evi yıkılınca sokakta kalmış. Bu kez de saplıklarda samanlıklarda yaşamaya başlamış. Kimseye zararı dokunmadığı için kimse de üstüne varmamış. Ben okula başladığımda Ramadan kocaman biri olmuştu. Çok az konuşur, kızınca yüksek sele bağırırdı. Biz çocuklar kendisinden korkardık ama bu verdiği zarardan değil, bize, “Zarar verebilir,, dendiğindendi. Ramadan’ın bir de cesaret gösterisi vardı. Köyün ortak malı iki boğayı (Biri sığır, biri manda) köyde ancak o tutardı. İkisi de iri, kendilerine yaklaşanları kocaman boynuzlarını sallayarak korkuturlardı. İşte Ramadan onları korkusuzca tutar, istediği yere kapatırdı. Bunu nasıl yaptığı sorulduğunda, birileri:

-O deli, delilerde korku olmaz, onları Allah öyle yaratmış! derlerdi. Böyle bir deli olayı yaşanan köyümde bile Mazhar Osman hikâyeleri anlatıldığını anımsar gibi olup düşündüm. Bunlar dışardaki söylemlerin köylere kadar yayılmasından ileri gelmektedir. Deli dedikleri ortalıkta dolaşırken insanlar şakalarında birbirlerini Mazhar Osman’a gönderirler! Hazır deli önlerinde dururken onu ele almayı düşünemezler!

Zaman zaman kahvedeki şakaları anımsar birilerinin karşısındakine:

- Seni Mazhar Osman’a gönderirim! dediğini duyar gibi oluyorum.

 *

 Yemekte arkadaşların İngilizce derslerindeki sıkıntılı durumlarını dinledik. Bizim Almanca sorunumuz kalmadı. Almanca’yı kavradığımızdan değil kavrayamayacağımızı iyice anladığımızdan susmayı yeğliyoruz. Yeni İngilizce öğretmenleri söz vermiş onlara İngilizceyi kavratacakmış. Nihat Şengül:

-Kavratsın da görelim bakalım! dedi. Doç. İbrahim Yasa’nın sözünü anımsadım:

-Biz, Almanca için sık sık uzun tatiller yapmıştık. Tatillerin kopukluğundan çağrışımlar olmuyor, siz de mi kopukluklar yaptınız?

Salona dönünce Öztekin Öğretmeni, bizi bekler bulduk. Gülerek:

-Müzikçiler için çalışmalara ara vermek yoktur, bunu unutmayın. Çalgınız elinizde yoksa bile aklınızda olmalıdır. Unutmamak da bir tür çalışmadır, deyip koro işareti verdi. Birden toparlanıp kalıplaşmış programımızdaki marşları, şarkıları, türküleri söyledik. Bundan sonra öğretmen kemancılarla çalıştı. Serbest kalınca ben de küçük odadaki piyanoda ezberimdeki tüm parçaları tekrarladım. Ara verince unutacağımdan korkuyordum; birdenbire fikir değiştirdim. Aylardır çalmadığım parçalar var onları bile unutmamışım. Aylar değil belki ama uzun süredir çalmadığım Chopin parçalarını, Czerny etütlerini çalışıma sevindim. Tam kalkıyordum, Yıldız, Halise yanlarında Aksulu Pakize geldiler. Yıldız’ın sonradan söylediğine göre Pakize gelmek istemiş. Halise, Schubert Moment Muzikali çok seviyormuş, onu istedi. Yıldız Für Elise hayranı. Pakize için Türk Marşını çaldım. Pakize’ye takıldım:

-Bizim bölüme gel ! Gülümseyerek sordu:

-Geleyim mi?

-Gel!

-Başarılı olamam, kendime güvenemiyorum; üstelik bir yıl geride kalmış olacağım! Pakize haklıydı. Benim, “Gel!,, değişim zaten bir şaka, takılmaydı. Pakize onu doğru anlamış, ayrılırken anımsattı:

-Gel! dediğine göre gene gelebilirim!

- Her zaman, kapımız açık!

Gülüşerek gittiler.

Yemekte takılmalar oldu:

-Malik Aksel Öğretmen gelmiş!

Halil Yıldırım “Geldiyse sevinirim!” deyince çatanlar oldu:

-İşte buna kızılır; yıl boyunca gelmesini isteme, dersler kesilince gelmesini bekle! Bir süre sen-ben tartışması oldu. Neyse ki, Öztekin Öğretmen “Yarın bir süre çalışalım!,, demiş, o anımsandı, konu keman çalışmalarına dönünce tartışmalar da kapandı.

Yemekten sonra Kitaplığa gidip, yarım kalan şiir yazmamı sürdürdüm. Prof. Dr. Köprülüzade Mehmet Fuat’ın Eski Şairler ve Divan Edebiyatı Antolojisi’nden Nabî’nin iki, Nedim’in üç gazelini yazdım.

 

Gazel
 
Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
Biz neşatın da gamın da rüzigarın görmüşüz
Çok da mahrur olma meyhane-i ikbalde
Biz hezeran mest-i mağrurun humarın görmüşüz
Top-ı ah-ı inkisara payidar olmaz yine
Kişver-i cahın seng-i hisarın görmüşüz
Bir huruşuyla eder bin hane-i ikbali pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisarın görmüşüz
Bir hadengi can-güdaz-ı ahtır srmayesi
Biz bu meydanın nice çabuk süvarin görmüşüz
Bir gün eyler derdes cangüdaz-ı pay-ı gahi caygah
Bir adet mağrur-ı sadrın itibarın görmüşüz
Kase-i der yüzer tebdil olur cam-ı murad
Biz bu bezmin Nabiya çok badeharın görmüşüz
Nabî
 
Gazel
Bir devlet için çarha temennadan usandık
Bir vasl için ağyara müdaradan usandık
Hicran çekerek zevk-i mülakatı unuttuk
Mahmur olarak lezet-i sahbadan usandık
Düştük kat’i çoktan heves-i devlete amma
Ol daiye-i dağdağa fermadan usandık
Dil gamla dahi dest-i giribandan usanmaz
Bir yar için ağyar ile gavgadan usandı
Nabi ile ol afetin ahvalini nakle
Efsane-i Mecnun ile Leyla’dan usandı
Nabî
 
Gazel
 
Tahammül mülklünü yıktın Hülâgü Han mısın kâfir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir
Kızoğlan nazı nazın şehlevent avazı avazın
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kâfir
Ne mani gösterir düşundaki ol ateşin atlas
Ki yani şule-i can suzi hüsn ü an mısın kâfir
Nedir bu gizli ahlar çak-i giribanlar
Acep bir şuha sen de aşık-ı nalan mısın kâfir
Sana kimisi canım kimisi cananım deyu söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kâfir
Şarab-ı ateşin keyfi ruyun şulelendirmiş
Bu haletle çerağ-ı meclis-i mestan mısın kâfir
Neden sık sık bakarsın berit-i mücellaya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir
Nedim-i zarı bir afet esir etmiş işitmiştim
Sen ol cellat-ı din ol düşmen-i iman mısın kâfir
 Nedim
  
Muradın anlarız ol gamzenin izanımız vardır
Beliğ söz bilmeyiz ama biraz irfanımız vardır
O şuhun sunduğu peymaneyi reddetmeyiz elbet
Anınla böylece aht etmişiz peymanımız vardır
Münasiptir sana ey tıfl-ı nazım hüccetin al gel
Beşiktaş’a yakın bir hane-i viranımız vardır
Elin koy sine-i billura aşıka rahm et zira
Beyaz üzre bizim de pençe bir fermanımız vardır
Güzel sevmekte zahit müşkülün varsa bizden sor
Bizim ol fende çok tetkikimiz itkaamız vardır
Koçup her dem miyanınla canına can katmada ağyar
Be hey zalim sen insaf et bizim de canımız vardır
Sıkılma bezme gel bigane yok davetlimiz ancak
Nedim’a bendeniz var bir de sultanımız vardır
 
 Nedim
  
 
Gazel
 
Ey şuh-i kerempişe dilzâr senindir
Yok minnetin asla
Ey kan-ı güher anda ne ki var senindir
Pinhan-ı hüveyda
 
Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
Baş üstünde yerin var
Gül goncesisin kuşe-i destâr senindir
Gel ey gül-i ranâ
Neylersin edip bir iki gün har-ı cefayı
Sabret de sonra
Peymane senin hane senin yar senindir
Ey dil tek ü tenha
Bir buse-i can bahşine ver nakt-i hayatı
Ger kail olursa
Senden yanadır söz yine pazar senindir
Ey aşık-ı şeyda
Çeşmanı mest-i sitem kahkülü pür ham
Ebruları pür çin
Benzer ki bu dil-zar-ı cefakar senindir
Biçare Nedima
 
Nedim

 

Bu şiirleri okuya okuya daha iyi anlayacağıma inanarak yazıyorum. Hamdi Keskin Öğretmen okuyor, ben neden okumayayım?

Yatınca da kendimi kışkırttım; Babam:

- Gayretin elinden iş kurtulmaz! der. Babam benim bu çalışmamı yakından görse kesinlikle okula gönderdiğine pişmanlık duyar. O ağabeylerimin tembelliğinden yakınırdı, sanırım benim çalışmalarımdan hoşnut olacaktı. Kendi kendime söylendim:

-Geçmiş ola İbrahim, çıktığın yola devam !....

 

 18 Mayıs 1945 Cuma

 

2. Kampın bu yıl erkene alındığı duyuruldu. 20 Mayıs Pazar günü doğru Sarı Kışlaya!

Kamp haberi bir çoğumuzu şaşırttı. Uyanır uyanmaz da o konuşulmaya başlandı. Sorular arka arkaya dizildi:

-Aynı yerde mi?

-Gene bütün okullar birlikte mi?

-Komutanlar değişir mi?

-Gene 20 gün mü?

Bu konuda en yetkili öğrenci başkanı Hüseyin Atmaca. Ne yapmış etmiş kendini Bakanlık stajında son gruba katmış. Her gün Ankara’ya gelip gittiği ayrıca daha önce Planör kursuna gidip Planörlük Brövesi aldığı için herkes onu haklı sayıyor. Soruları yanıtladı:

-Tarih değişikliğinden başka değişen bir şey yok. Geçen yıldan tek fark bizim Askerlik Öğretmenimiz Sıtkı Ulay’ın bu yıl Talim Taburuna katılması. Bu da bizim arkadaşların yararına olacak bir olay.

Kahvaltıda tartışma konusu:

-Sıtkı Ulay’ın bize ne yararı olur? Ekrem Bilgin karşılık verdi:

--Masalardan ekmeklerimizin çalınmasını önler!

Geçen yıl bir ara masalarımızdan ekmekler yürütülmüştü.

Topluca salona döndük. Ders yok. Öztekin Öğretmen bizi serbest bıraktı. Arkadaşlar kamp haberini duyunca kemanlara sarıldılar. Ben de başladığım işime döndüm, eski Varlık’ları tarayıp Vahit Dede’nin yazılarını gözden geçiriyorum.

Kendisine “Varlık Dergisi’ndeki yazılarını okudum!” deyince “hangilerini?” diye soracaktır. Birileri elime geçmemiş olabilir. Yazıların asılları elindeymiş, o bulamadıklarımı sorarsa? Kendi kendimi sıkıntıya sokuyorum, Vahit Dede bunca işi arasında bu denli eski yazılarını soruşturur mu? Böyle dememe karşın aklım gene tamamını bulmakta. Bulamazsam, Varlık Dergisi’ne uğrayıp alırım.

Salon bir ara boşaldı, piyanoya oturup bir süre çekiçledim. Kemancılar gibi ah, vah demedim ama 20 gün piyanodan ayrılmak bana da dokunuyor. Neyse ki ben akordiyonu götürüyorum. Az da olsa sağ el parmaklarım çalışıyor. 20 gün ne ki, ondan sonra gezi, geziden sonra da Müfettişlik stajı. Burada kalamazsam asıl o zaman ellerim uyuşacak! Bunları düşünerek oldukça candan çalıştım.

 *

Akşam yemeğinde buluştuk. Yarınki konser için tartışma yok. Konser, Gençlik Konseriymiş. 19 Mayıs Bayramı nedeniyle Cumhurbaşkanlığı Orkestra konseri yok. Onun yerine Konservatuvar Yüksek Piyano Bölümünü bitiren piyanistler çalacakmış. Buna ben ayrıca sevindim. Konsere öğleden sonra yine konser saatinde gidilecek. Öğleden önce Bayram Törenini izleyeceğiz. Bayram Töreni deyince içim cızladı. Bu bayrama katılma amacıyla Sıtkı Şanoğlu Öğretmen bir yıldır öğrenci yetiştiriyordu, katılamadıklarına üzülmüştür.

Yemekten sonra bir süre Büyük Salona uğradım, konu genellikle geçen seneki kamp. Anılar depreşiyor. Ne yazık ki çoğu gerçekliğini kaybetmiş, “Sanıyorum”, “Öyle değil miydi?”, “Yapma Yahu!” gibisine karşılıklarla düzeltilmeye çalışılıyor.

Erken yattım. Yatınca da Müfettişlik Stajına gidersem neler yapacağımı tasarladım. İl merkezinde kalmak zorunda olursam Vahit Dede’nin bucağına gideceğim. Eski adı Keşirlik, Kırklareli’ye 30 km. imiş. Yaya olarak 6 saatlik yol, yaya bile gidebilirim. Çevre köylerin çoğu bizim Amuca kabilesi köyleri, onları da görmüş olurum. Kocatarla, Malkoçlar, Terzidere, Ahlatlı, Devletliağaç, Karaballar, Ahmatlar, Tatlıpınar... Bu köylerin hemen hemen hepsinde babamın akrabaları var. Ara ara bizim köye gelenler olur. Köylerine uğrayınca babamın adını verirsem bana da yakınlık duyarlar. Yeğenim İsmet’e, Arif Kalkan’a, Yakup Tanrıkulu’ya, Recep Kocaman’a, İdris Destan’a, Poyralı’ya Ahmet Güner’e, Karağlı’ya Mehmet Aygün’e uğrayacağım. Merkezde Hasan Amcamlarda kalacağım. Neredeyse bir ayım böyle geçecek. Öteki öğretmenli köyleri de dolaşmak gerekirse bir ay bile yetmeyecek. Gitmiş gibi sevinerek esnedim. Lüleburgaz köyleri bu kadar da değil, Lüleburgaz’ın 36 köyü vardır, tümü de okulludur.

 

19 Mayıs 1945 Cumartesi

 

Kepirtepe’deki 19 Mayıs sabahlarını anımsadım, şair Celal Sahir Erozan’ın şiiriyle uyanıyorduk. “Uyanın Samsunlular.” “Uyanın Kepirliler!” Burada, oradaki birlik olmadığı için kimse çağrıda bulunmuyor.

Doğan geldi:

-Ne yapacağız bugün?

-Bugün konser saatine dek bayram yapacağız. Ondokuz Mayıs Bayramları çok güzel olur, görünce seveceksin!

Kahvaltıda kimler neler yapacak özet olarak belirlendi. Tribünlerde oturulacak yer derdine düşenler oldu. Benim böyle bir isteğim yok, geçenleri bir yerden görsem yeter.

Yıldız’ın annesi geldi, o nedenle kimseyle bir bağlantım yok. Doğan’la dilediğimiz gibi dolaşacağız. Arkadaş Yusuf Demirçin anımsattı, geçen yıl onun Akköprü’de oturan akrabasının evine giysi bırakmıştık. Cumartesi serbest kalınca onları giyip Ankara’da rahat dolaşıp, akşam da Hasanoğlan’a dönmüştük. Yusuf beni düşünmüş, sordu:

-Tamam mı? Buna çok sevindim, neredeyse boynuna sarılacaktım. Araya Doğan’ı da sıkıştırdım. 19 Mayıs Stadına yürüdük. Yürüdük, diyorum ya aslında yürüyemedik, öylesine kalabalık! Gene de bir yer bulup geçen grupları izledik. Sporcuların, Harp Okulu öğrencilerinin geçişleri görkemliydi. Yakınımızda biri ötekine :

-Hasan Ali Yücel konuşuyor! dedi. O dediği insan (genç biriydi) tepki gösterdi:

-Bırak şu dalkavuğu! Doğan’la bakıştık. İkimiz de şimdiye dek Hasan Ali Yücel hakkında böylesi bir söz duymamıştık. Tankların, uçakların geçişi, alanda oyunlu gösteriler oldukça uzun sürdü. Arkadaşlardan bize katılanlar oldu. Dönüşte aile bahçesinde çayla simit yiyerek karnımızı doyurduk. Öğleden sonra futbol maçı varmış, konseri ekip maça gidecekler çıktı. Biz Doğan’la kararlıyız, konsere gideceğiz. Arkadaşlardan ayrılınca Kızılırmak Kıraathanesine uğradık. Asım Öğretmen vardı. Bir süre de onunla konuştuk. Doğan dalgınlık yaptı, Asım Öğretmene kampa katılıp katılmayacağını sordu. Asım Öğretmen yüksek sesle gülerek bana:

-Bak çocuk benim askerlik yaptığımı bilmiyor, benimle ilgilenmemiş! deyince Doğan çok üzüldü. 14 kişilik sınıfımızdan bize yalnız, Azmi Erdoğan, İbrahim Şen, Yusuf Demirçin katıldı, konsere gittik. Tüm izleyiciler öğrenciydi. Biz gene balkona çıktık. Konsere ilk çıkan geçen yıl da konser vermişti, Eftal Dölen. Beethoven’den bir sonat çaldı ama benim duymadığım bir sonattı. Sanırım oldukça zor bir sonat. Çok hızlı pasajlar geçti. Arkasından bir bayan, Selçuk Evrenesoğlu. Mozart’tan çaldı ama, adını duyamadık. Ancak ben çok sevdim. Arkasından bir erkek çıktı, Franz List’ten 2 Rapsodi çaldı. Son çıkan Bedia Dölener, Bach çaldı, ancak parçaların adlarını öğrenemedim. Bunların üçü geçen yıl da çalmıştı. Sanırım bu yıl tek kişi konser diploması almış.

Konserden sonra berber Sabri’ye gidip saçlarımızı kestirdik. Kestirmezsek kampta askerlere kestiriyorlar.

Tren yolculuğumuz neşeli geçti, içki içenler olmuş, sarhoşluk numarası yaptılar.

Okula döndük, herkeste bir telaş. Yarın öğlede Sarıkışla’da olacakmışız. Kamyonda çok sıkışacağız. Bir grup arkadaş sabah trenle gitmek istiyor. Trenle gideceklerin listesi yapıldı. 140 arkadaşız. Uzun tartışmalardan sonra büyük bir grup trene karar verdi. Ancak kamyon, belli bir yerden trenle gidecekleri alacak, Sarıkışla’ya birlikte gireceğiz. Ben, akordiyon yüzü suyuna kamyonla gidiyorum.

Yatınca geçen yılki kampı baştan sona anımsadım. Genel kural:

- Olaylara kendini kaptırmadan sabredersen, kazasız belâsız yirmi günü geçirirsin! Ben geçen yıl sıkılmadım. Ayrıca Kepirtepe kamplarında da fazla sıkılmamıştım. Kepirtepe’deki ilk kampta bir bacağımın şişmesi yüzünden üç günlük dinlenme dışında hiçbir sorunum olmamıştı. Arkadaşların çoğuna göre yaşlı olduğumdan olacak olaylardan pek etkilenmiyorum.

Yatınca gene de azıcık kaygılandım. Hata yapmak kimse istemez. Ne var ki kimi zaman hata kendiliğinden gelir. Özellikle öteki okullardan gelenler, durup dururken insanlara sataşıyor. Öfkene yenilip olayı büyütürsen, al sana belâ!

Kendime şans dileyerek gözlerimi kapadım.

Uyumak üzereyken Halil Dere geldi, o da benim gibi düşünmüş, bir iki söz söyleştik, karşılıklı şans dileklerinde bulunduk…

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ