Cumhuriyet Gazetesine 12/6/1998
Attila İlhan’a 5. Soru Bakırköy
Fax:90
Şimdi ben bir sömürge aydını mıyım?
Bu kez kendimi sıradan bir okuyucu sınırları içine sıkıştırmak niyetinde değilim.Elimden geldiğince Köy Enstitüleri gerçeğinin tarihsel çizgisini ve yasal işlevlerini anımsatıp irdelemeye çalışacağım.Süregelen tek yanlı,salt eleştiriler,özellikle yergiye dönüştürülen değiniler okuyucuyu yanıltmakta,gerçek dışı vargılara sürüklemektedir.Bu nedenle tarihsel olguyu önemsiyor,kimi can alıcı noktaları kendi gerçeği içinde,ulaşılan sonuçları da dikkate alarak değerlendirme yanlısı olmaya,bu konuda da sonuna dek direnmede yarar görüyorum.”Belki!” diyorum,böylesi bir direnme, yergiciler,şu sapla samanı karıştırmayı bir marifet sayanlar,eleştirinin evrensel dokularını ıskalayıp külhanbeyi edasıyla bireyleri sorguya çekenler,kurumlarla bireylerin ayırdını yapmadan birinin vebalini ötekine yüklemekte sakınca görmeyenler, büyük demeye şaka olarak bile dilim varmıyor, iri yargıç- eleştirmenler(!) çoğu bilgisizlikten kaynaklanmış bulunan sapmalarını ve saptırmalarını gerçeklerin aynasında görünce bir ölçüde irkilip (içlerinden hiç değilse bir kaçı) nadim olurlar.Umarım!...
İlgilenenlerin hep bildiği ya da bilmesi gerektiği gibi Köy Enstitüleri,17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasaya dayandırılarak kurulmuştur.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yasaları T.B.M .Meclisi hazırlayıp yürürlüğe koyar,T.C.Hükümetleri de bu yasaları uygular.3803 sayılı yasa da mecliste uzun uzun tartışıldıktan sonra kabul edilmiştir.Üstelik toplantıda bulunan 278 üyenin tümünün oyuyla(Oy birliği ile) çıkmıştır.Demokratik ülkelerde olduğu gibi yurdumuzda da yasaların kapsam alanına giren sayısız kuruluş,devletin katmanlarındaki işbölümüne göre ya yürütmede ya denetlemede ya da uygulamalardaki etkinliklerin birine katılır. Daha doğrusu katılmak zorundadır.Bu büyük çarkın tepesindekiler kurumlar ya da kişiler için yasal uygulamalarda kimi ayrıcalıklar yapılmakta mıdır?Bunu ben pek olurlu yanıtlayamam ama,Köy Enstitüleri gibi tabandaki(Tabanda olduğu kesin,az sonra verilecek örnekler bunu kanıtlayacaktır.) bir kuruluşun yasa uygulayıcılarınca kayırılmadıklarını kesin olarak biliyorum.Yazık ki böylesi savlar kimi insaf yoksunları tarafından ortaya atılmış,hem Köy Enstitüleri yıpratılmış hem de bu gerçeği bilen yetkililer önünde halka apaçık yalan söylemiştir.Yazık ki bunlardan bazıları bulundukları makam yetkilerini kullanarak yakın çevrelerini de aşarak yurt düzeyin benzeri görülmemiş bir karalama kampanyası açmış makamının buyruğunda çalışmakta olan binlerce öğretmeni, öğrencilerinin gözünde kuşkulu duruma düşürmüşlerdir.Gerçi,”Yalancının mumu yatsıya kadar yanar!”özlü sözü örneği , bu sahte şamatalar,benzerleri gibi ,”Kem söz, sahibine aittir!” iletisiyle geri tepmiştir.Salt iade değil,iftiracıların sorumluluklarına bir ölçüde dersler de verilmiştir.Örneğin bunlardan,kendi kullandığı gereksiz sözlerden alınıp öğretmenler arasında “Tek Papuç Mehmet Tevfik olarak anılan Baş müfteri, Bursa’da 1951 yılı ara seçim meydan konuşmasında,”Köy Enstitüleri komünist yuvasıdır!”diyebilmiştir.Hemşinli Tek pabuç Tevfik bu sözü Bursa at meydanında,ya da bir kentin it meydanında söylese sanırım kimse kale almaz “Adam ya kaçırmış ya da fazla içmiş !” deyip geçerdi.Oysa o T.C. Hükümetinin Milli Eğitim Bakanıydı(O kendini Maarif Vekili sayıyordu;milliyetçilik üstüne palavra atıyordu ama Milli sözüne alerjisi vardı).İşgal ettiği makamın yaygın manevi değerine sığınarak, devleti oldum olası kutsal sayıp ölesiye bağlı bulunan kamu oyu, geçici de olsa bu şarlatanlıklara kapılarak geçici bir yanılgıya düşmüştü.Gerçi kamuoyu dediğimiz, o kolay kolay yanıltılıp atlatılamayan,aldanmış gibi görünse bile gerektiğinde öcünü almaktan geri durmayan güçlü sağduyu, aralarından çıkıp yetişen bu insanların böylesi yabanlaşacağından kuşku duymuyordu ama sorumluluk yüklenmiş,devletin üst basamaklarına çıkarılmış böylesi kişilerin, bu denli düşük karakterli olabileceğini ummuyordu. Bu nedenle uzunca bir çelişik duygu süreci yaşandı.Bu süreçte yalpalayanlar olduğu gibi,gerçeği ortaya dökenler:”Yalancının mumu yadsıya dek yanar!”Seninki yadsıya bile varmayacak! diyerek gerekli yanıtı verdiler ve de Tek Pabuç’u tökezlettiler. Bu yürekli insanlar bununla da kalmadı: Devlet güçlerinin kendi yollarına dikilmesine karşın ortaya atılan sahte savların nedenini, niçinini, nasılını araştırdı, buldu: “Bu savlarınızın tümü uydurma!”deyebildi. Bundan sonra da toplumun sağduyu kulvarındaki değişmez yerini aldı..Yalanı,haksız ithamları politika aracı sanıp azgınlaşanlar, bir süre sonra başlarında esen yıkım rüzgârının, ”Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” özlü sözünü söyleye söyleye geldiğini gördüler.Yıllardır, kandırdıklarını sandıkları halk onlara “Artin in aşağı!” diye bağırmıştı. Ne acıdır ki yalanı, masumları karalamayı politik çıkarları için dayanak yapıp halkı yanına çekeceğinin hesabını yapanlar,tarafsız insanların gözünün içine baka baka içtenlikten uzak tavırlarla ”Sizdenim!” diyerek ayrılık tohumu ekenler,”Toplumu kandırdık,kendimize çevirdik!” diye politikayı madrabazlık sayıp hafife alanlar,atlayan çekirge rolünden inerek yakalanan çekirge rolünü sokuldular. Sonunda, önemsememekte direttikleri insanların gözleri önünde çöp kamyonlarıyla toplanıp depolara tıkıştırıldılar.Bunu, Tarih Dede not defterine böylece işledi.O günlerin tüm uygulamaları o tip yöneticilerin yetki dışı zorlamasıyla,bu günler için ibret alınacak kötü örneklerle doludur.İşte Köy Enstitülü öğretmenler böylesi koşullarda görev yapmış,böylesi nankör bir anlayış içinde sinir savaşı vermiştir.Geçmişin asıl bu yanları dile getirilip geleceğin yanılgıcılarını önleme konusunda uyarıcı olmak varken,yaşanan sürecin gerçek yönleri irdelenmeden,salt o günlerin söylemlerini günümüze aktarmak yeni kuşaklara bir yarar sağlamaz. Eski söylemlerin çok büyük bir bölümü tarih süzgecinden geçmiş gene tarihin yanılmaz ölçüleri içinde gerçek yerini almıştır.Bu irdelemede bireylerin ayrı ayrı savunulması kesinlikle söz konusu değildir.Biliyoruz ki birey, toplum içinde ne denli güçlü olursa olsun gene bir birey olarak kalır.Bu nedenle,Toplumsal gelişimler ya da değişimler içinde bireyin etkinliği sınırsız değildir.Çünkü toplumsal süreç tarihin ta kendisidir.Nazım Hikmet’in ünlü kahramanı Benerci: “Dinle.Bireyin tarihteki rolü bilindiği gibi sınırlıdır.Bireyler, tarihin akış yönünü değiştiremez.Yalnız ritimsel devinimi hızlandırır ya da yavaşlatır.İşte o kadar!. Birey denilen varlık, tarihin kemiyetini değil,keyfiyeti etkileyebilir!”diye değişmez bir ilke ortaya koymuştur. Benerci, devamla “Bütün bunlar senin için,benim için,bizim için bilinen doğrulardır!” sözlerini ekleyip,karşısındaki kişiden “Doğru!” yanıtını almıştır.Toplumsal gelişimin deneysel kurallarını,bu uğurda verilen savaşımları,bunların girdilerini çıktılarını umursamadan halk deyimiyle “Zurnada peşrev olmaz!” deyip ortaya atılmak, bilinçli toplum yapısını zedeler,toplum değerlerinin yaygınlaşıp kökleşmesini önler.Köy Enstitüleri üstüne yapılan yayınlar bunda çok başarılı(Türk Ulusunun beklediği başarı bu mudur?) olmuştur(!)19.yy sömürgeciliği hortlayınca sanırım bu yola dökülenler, bizim basının bu taktiğini kuşkusuz doğru algıladılar,benim ve benim gibi bu olaydan acı duymuş yurttaşlarından alamadıkları “Rahmet!”dileme yerine,”Toprağınız bol olsun!” sözlerini sırıtarak bahtsız toprak yığınlarına söylettiler.Ne var ki toprak moprak sözleri de laf-ı güzaftır.Dış sömürgenler öyle bol toprak dağıtmaz; tersine kokutmadan onları toplu gömütlere atacaklardır.Biliyorum,bu düşüncemi duyan insanların bir bölüğü “Büyük bir kin!”deyip,beni haksız bulmaya kalkacaktır.Onlara da diyeceğim şu olacaktır;Taş devrinde yaşamadık.Her ne kadar 40,50,60 yıllık geçmişlerden söz ediliyorsa da,bunların “Varak-ı metrukleri ebedi kin belgesi olarak bir yerlerde saklanmaktadır.Bunlar saklanmamış olsa bu günün klinik bağımlı yazar bozuntuları, bu eski masalları,uydurmaları,yakıştırmaları nereden bulacaklardı?
Dikkat edilirse yukarda söze başlarken , Elbette insan devinimleri içinde kusurlar vardır,bunların çıkış noktaları yanlı,yanılgılı olabilir.Bunlar araştırılarak her zaman sergilenebilir.Ancak bunlar için gene gene söylenen ilke,iyi araştırıp belgeleriyle ortaya dökmektir.Köy Enstitüleri üstüne şimdiye dek yapıla gelen olumsuz kanat yazılarının içeriğinde evrensel ölçeklere yaklaşan bir tavır görülmemiştir.Bunları yapanlar,belki de başka memleketlerde,kapalı kapılar ardı için hazırlanmış söylemleri,hazır alıp, kendi çarpık mantıkları düzleminde oluşturup yakıştırıyor, ya da onları koşullandıran güç dayanaklarının yönleri doğrultusunda hem ilkel devinimlerinin ve güdülerinin doyumunu sağlıyor hem de hamilerinin beğenisini kazanmak için çala kalem bir karalama çıkarıyorlar. Nüsubet-Nasihat ilişkisiyle kurulmuş bir halk deyimini anımsayarak diyebiliriz;birilerinin günümüze dek bunlara sarılıp yazarlık taslaması bir başka gerçeği,okuyucu düzeyinin basamak sorununu ortaya getirmektedir.Halkımızın okuma düzeyi,sıfırda mı, yoksa yer küresinin sıcak kabuğuna sarılmış daha derinlere düşme tehlikesiyle karşı karşıya mı? ”Seviyesiz!” diyemiyorum. toprak altı katmanları da belli düzlemler oluşturur.Yoksa oraları da mı taban dayanağı olarak düşünülmektedir? Öyleyse bir süre sonra Magma tabakası sözü edilmeye başlanacaktır
Köy Enstitüleri’nin etkinlik sürecinin sınırlarını iyi saptamak gerekir. Onların gerçek etkinlik süreci 2.Dünya Savaş ile tamı tamına örtüşür. Köy Enstitüleri’nin öncüsü Köy Öğretmen Okulları 1937-1938 yıllarında açılmıştır. Bu yıllarda savaşçı Adolf Hitler henüz öteki uluslarla sözlü savaştadır. Ancak dört yıldır süren İspanya İç çatışması daha tam bitmemiştir. Öte yandan İtalya Habeşistan’da, Arnavutluk’ta, Japonya Çin’de,
Sovyet Rusya, Finlandiya’da savaşmaktadır.!939 yılı ise bunları gölgeleyecek daha büyük bir savaşla gelir. Almanya önce Avusturya’yı, arkasından Çekoslavakya’yı, Macaristan’ı,
Belçika’yı, Hollanda’yı, Danimarka’yı, Norveç’i, Polonya’yı sıra Fransa’ya gelmiştir.
15 günde o da gider.Az sonra bu yok oluş listesine Romanya, Yugoslavya girer, hemen arkasından bunlara Yunanistan eklenir.Bu hızlı sarsıntılar için de Köy Öğretmen okulları Köy Enstitüsüne dönüştürülüp sayıları dörtten on altıya çıkarılır.Köy Enstitüleri, kuruluşunun birinci yılını doldururken, Almanya bu kez, 22/Haziran 1941 haziranında Sovyet Rusya’ya da savaş açmıştır.Savaş yurdumuzu kuzeyden olduğu gibi güneyden de çevirmiştir.O zamanki coğrafya bölünümlerine göre Afrika’nın tüm kuzeyi Fransa , İngiltere ve İtalya yönetimindedir.Dolaylı olarak oraları da savaş alanı olmuştur.Böylece komşularımız gibi uzak komşularımız da savaşın pençesi altında inlemektedir.Milyonlar ölmüş,milyonlar yaralanmış,milyonlar yaralı, milyonlar mekanlarından atılmış,milyonlar ailelerini kaybetmiş,dinsel söylemlerin ürkütücü mahşeri tüm gerçeğiyle çevremizi sarmıştır.Yurdumuz savaşa girmemiş, bu kıyamdan sıyrılmışsa da savaş yokluğunun ve neden olduğu yoksulluğunun kıskacından kurtulamamıştır.Böylesi bir alaboradan Köy Enstitüleri soyutlanabilir mi?Onların payına düşen yokluklar öteki yurttaşlardan kuşkusuz kat kat çoktu.Bunu demeye bile gerek yok,çünkü insan türünün en gerzek yaratıklar bile savaşın hangi halk kesimini daha çok ezdiğini iyi bilir.Kuşkusuz Köy Enstitülerini tümüyle yerenler de bilir bunu. Bilir de bunlar,Köy Enstitüleri sözü edilince,sanki annesiyle babasının ilişkisini çok iyi bilmesine karşın kimseye açamadığı türünden bir ayıplı giz sayıp(Kendileri olayı bu denli saptırdılar.) ebediyete götürmek üzere susarlar.Ne var ki bu suskunluk onları içten içe kemirmekte belki de bambaşka konularda,söz gelişi kimi yaratıkların ayak kösteği gibi ,onların mantıksal etkinliklerini sürekli kösteklemektedir.Kral Midas’ın başına gelen onların başına neden gelmesin?Doğal olarak herkesteki bir suskunluğa karşı onlarda iki suskunluk! İşte bu, bu tür yaratıkların en belirgin özelliğidir. Gizler derinleştikçe kişinin bocalaması o ölçüde artar. Tanı, tartışmasız, yanılgısız Paramnesia, hem de ilerlemiş durumu, Retention! İkisi de tam anlamıyla klinik vaka!
Köy Enstitülerinin çektiği sıkıntıları sayıp dökmeye gerek yok.Örneğin zibidi takımının kendi acıklı durumlarını görmezden gelip alay konusu yaptıkları giysileri ,askerin,şu uğruna “Can feda!” naraları atılan,özellikle savaş söylemleri çıkınca fenomen olarak görülen,barış zamanlarında angarya sayılıp gitmemek için bir çoklarının çevirmediği dalavere bırakmadığı,anne-babalarını bile ortalara döktükleri,”Kutsal Vatan Görevi!” sürecinde her Türk gencinin giydiği,kalın,kaba kumaştı.Unutulmamalı ki o dönemde, gerçek Türk aydınının,tüm yurtseverlerin derdi,süslü giyim değil,umudunu yitirmeden,ruhsal dengesini korumak,sağlıkla ayakta kalabilmek,savaş döneminde yitirdiklerini, barışa ulaşınca kazanmaktı.Yaşama sevincini yitirmeden barışa ulaşabilmek,barış içinde özlemini duyduklarını kazanmak gibi düşünsel beklentilerini özveriyle geleceğe bırakabiliyordu. O günlerde özel olarak diktirilmiş iki takım kumaş giysim olmasına karşın ben de arkadaşlarım gibi asker kumaşı giysilerimle geziyordum.Başkalarınca önemli görülmeyebilir ama bu konudaki bir utancımı anmadan geçemedim.Dört erkek kardeşiz, en küçükleri benim.O süreçte üç ağabeyim de askere alındı. Büyük ağabey, Maraş-Eloğlu’da, Ortanca, Edirne-Süloğlu’da, benim bir büyüğümse en yakın,Kırklareli-Kavaklı’ da. konaklıyordu.Kavaklı iyi bildiğim bir yer,tren istasyonu,Kırklareli’ ne bitişik gibi.Annemin köyü Kızılcıkdere’ ye de iki saat uzaklıkta.Yeni diktirdiğim kumaş elbiselerimi giyip ağabeyimi görmeye gittim.Karışık çadır düzenlemesine karşın ağabeyimi kolayca buldum.Köyümüzün karpuzları tüm Trakya’da ün yapmıştı.En uzak köşelerden alıcılar geliyor köyümüzü tanıyıp gittiği yerlerde sözünü çok ediyorlardı.Bu durum ağabeyim de işine yaramış, köye yakınlığın da etkisiyle ağabeyimi erler gibi, erlere yakın astsubaylar,subaylar da tanımış.Sık sık izin alabilmesi de bu yüzden oluyormuş. Köyümüzle Kavaklı arası yaya olarak 4 saat.Lokal olarak kullanılan çadırın yakınında dururken genç bir subay beni göstererek ”Kimdir?!” diye sordu. Ağabeyim tanıttı.Öğretmen olacağımı öğrenince benimle ilgilendi,subayların bulunduğu çay evine çağırdı.Burası büyük bir çadırdı.Subaylar burada dinleniyormuş.Köyde kahvemiz olduğu bu tür mekanlara alışmam nedeniyle mekanı garipsemedim.Subayların kimileri oyun oynuyor kimileri radyo dinliyordu. Beni çağıran üsteğmenin arkadaşı bana sorular sorarken başkaları da ilgilenip konuşmamıza katıldılar.Kimileri bana sorulan soruları daha iyi bildikleri için olacak, benim yerime yanıtlar verdiler.Kimileri Köy Enstitüsü üstüne çıkarılan tevatürlerden söz etti.İçlerinden birisi, bir üsteğmen,üsteğmen ama dikkat ettim, öteki üsteğmenlerin bazıları gibi, kimi yüzbaşılar da onun etrafında toplanıp sözlerini dikkatle dinliyorlardı.Birisi “Hocam bir gün delikanlının köyüne gidelim mi?” diye sordu . Karar verildi,belli bir günde bizim köye gelecekler.Bu kez kendisine soru sorulan üsteğmen bana dönerek sorular sormaya başladı..Bu sorular çoğunlukla okuldaki çalışmalarımız üstüne oldu.Bu arada kendisinin de öğretmen olduğunu söyledi.Buraya kadar her şey güzel geçti.Az sustuktan sonra elini uzatarak elbiseme dokundu ”Okulda da böyle mi giyiniyorsun?”dedi.Kendi dilimce açıkladım.Buraya neden böyle giyinip geldiğimi, sordu.Ağabeyimi tanıyormuş,onu çağırdı.Ağabeyim gelince bana dönerek “Ağabeyine caka yapmak için mi böyle giyindin? deyince yakınımızdakilerin hepsi güldü. Onlar gülünce ben de kendimi tutamadım, güldüm.Bu sıra dışardan gelen iki üsteğmen, askerce selâmdan sonra eğilerek, benimle konuşan üsteğmenin ellerinden öptüler.Onlar oturunca “Hoca” dedikleri üsteğmen bana, bak burada yalnız kaldın,gözleriyle çevresindekilerin giysilerini göstererek,”İnsanlar içinde bulundukları duruma göre giyinmeli,giyeceklerini buna göre seçmeli, daha öğrencisin,dilerim öbür gelişinde bunları düşüneceksin!”Bu uyarıya çok üzüldüm.İçimden de “İyi ki,köyde baban böyle mi giyiniyor? demedi.Köydekilerin giyimlerini konu edip karşılaştırma yapsaydı sanırım iyice utanacaktım.Gene de çok
üzüldüm.Bir süre sonra oturanlar hep kalktı.Ağabeyim az ilerde beni bekliyordu,buruk olarak yanına gittim.Ağabeyim, konuşan subayın üniversitede profesör olduğunu,kimi subayları okuttuğunu,kendisini albayların ,generallerin bile saydığını anlattı. Bu kişi Hıfzı Veldet Velidedeoğlu imiş.Ancak onun gerçek kimliğinin ve de anlatmak istediklerinin ayırdına çok sonraları varabildim.O güne dek sayısız insanın üstündeki giysileri,özellikle beğendiklerimi hep gözlerdim.Giysi ile işin bu denli ilişkisini de pek düşünmemiştin.Okulda öğretmenler bizi uyarıyordu,bu uyarılara gönülsüz uyup giyiniyorduk.Sanırım bu gönülsüzler takımının en inatçılarından biri bendim.Köye dönünce iyiden iyiye bunu düşündüm.Babam,köyde kaldığı sürece belli bir kılıkla dolaşıyor,ancak köy dışına çıkınca kılığında bir değişiklik yapıyordu.Komşular,tüm köy insanları toprakta çalışıyor, işlerini kendileri görüyordu.Birden onlara değişik bir gözle bakmaya başladım.Okula ayrıldığımdan beri köye her izinli gelişimde özenle giyinmemin gereksizliğini düşünüp, yanlışın neresinden dönülse sürdürülmesinden daha iyi olduğunu söyleyerek kendimi kınamaktan çok bundan böyle doğruyu uygulamaya karar verdim.Ben bir iş okulunda okuyordum,üstelik ailemde herkes bir işten sorumluydu.Benden iş istemiyorlardı ama süslü dolaşmamı da istemeyebileceklerini düşünememiştim.Kesin kararımı verdim,bir dahaki tatillerde köyün durumuna uygun giysilerle gezip dolaştım.Bu kararım, kumaş elbiselerimin okul bitinceye dek dolaplarda yeni kalmasını sağladı.Böylece kendi kendime sezemediğim bir ayıptan da kurtulmuş oldum.Okulu bitirince ise,bunu hak ettiğimi düşünerek, gönlümce giydim.Sonraları da zaman zaman bu giyim uyarısını enine boyuna düşündüm oldu.Nasıl oldu da okulumun özel durumunu tam kavrayamadım, üstelik öğretmenlerin yumuşak,şefkatli uyarıları,orada çalışan öteki insanların giyim konusundaki tutumlarını tam algılayamamışım.Parasal durumun elveriyor deyip,bir çok arkadaşımın yoksun kaldığı bir olaya abartılı bir tavırla sarılmak duyarsızlığımın bir göstergesi olmalı.Utanılacak bir yanı olmamakla birlikte sırıtan bir bencil duygu olduğu besbelliydi.Sonraları asıl beni üzen ise tüm arkadaşlarımın benden önce bu duyarlığı kavramış olmalarıydı.O nedenle onlar böyle bir mahcubiyet yaşamadılar.Ancak onların,benim bu bireysel tutkumu nasıl değerlendiler? Yıllar sonra anılarını yazan bir arkadaşım beni anlatırken,”İbrahim Tunalı ile 47 yıl sonra Edirne’de karşılaşabildik.İbrahim, arkadaşlarıyla çok iyi geçinir,okuldan verilen giysilerle yetinmez yenilerini alırdı.Giyimine özen gösterirdi.Müzik alanında çok yetenekliydi ve kendi parasıyla bir akordeon almış.Bizler akordiyonu ilk kez bu vesileyle görmüştük!” demektedir.(Edirne-Yöre Dergisi)Sağ olsun, anımsanmak güzel bir olay. Ancak ben kendi açımdan salt giyim özelliğimin öncelik alışını yukarıda anlattığım olaylardan soyutlayamadığım için bir süre düşündüm.Sanırım benim unutamadığım yanılgım,arkadaşlarım üzerinde de izler bırakmış.Ancak uzun yaşam koşulları bir takım değerleri değiştirdiğinden saygı değer arkadaşım olayın salt olumlu yanlarına değinmiştir.Böyle unutulmaz bir yanılgı sonunda vardığım bilinç güveniyle kesin olarak diyeceğim şudur: Köy Enstitüleri, özüyle de sözüyle de iş ve de bedensel çalışma yeriydi.O çalışma temposu içinde yer tutmuş bu insanların,süslü giyim tutkularını gönüllerince sürdürmesi, giderek moda fetişi geliştirmesi olasılığı yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu konuştuğu zaman salt kendi üstüme aldığım bu uyarının, giderek herkes için geçerli olduğunu, üstelik çevremdeki sayısız insanın zaten buna uyduğunu gördükçe Kavaklı’da geçirdiğim o sıkıntılı karşılaşma, bende giderek, çevremi daha bilinçli izlemeye başladığım için çok mutlu bir rastlantı,unutamadığım bir an olarak belleğimde kaldı.Hele uzun yıllar sonra değerli insan Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’ya bunu anlattığımda,onun bana “Senin anlattığını anımsayamadım,ama Kavaklı, o günün koşulları içinde değerlendirilince unutulmaz anılarla süslüdür.Ancak o zaman Köy Enstitüleri üstüne pek bilgim yoktu.Sonraları ilgilendim,çok beğendiğim tarafları vardı.Ne yazık ki bir çok insan gibi ben de Köy Enstitülerinin asıl değerini kapatıldıktan sonra anladım. Şimdiki bilgim o zaman olsaydı bilesin ki sana, o zaman daha sert davranırdım, bak,burada elbisene hiç karışmıyorum!” İşin doğrusu bu biraz da o günün yaşam biçimi ya da Kurtuluş Savaşına dek giden bir toplumsal anlayıştı.Okuldaki öğretmenlerim hiç görmedikleri bir insan olarak babamdan farksız konuşuyorlardı.”Tutumlu olmak!” Giden öğretmenler veda konuşması yaparken bunu söyler,yeni gelen öğretmenlerin ilk sözü bunun üstüne olurdu.Giderek sezinledik,ekonomik bakımdan zorlu günlerden geçiriyormuşuz. Özellikle kumaş giysiler oldukça pahalıydı, üstelik zor sağlanıyordu.Bunları iş yerlerinde kullanmanın,çabuk yıpratmanın tutum anlayışıyla bağdaşması olası değildi. Bu nedenle Köy Enstitüleri üstüne yapılan giysi eleştirilerinin bizim açımızdan bir mantıksal tutarlılığı yoktu,bunu yapanlara özellikle gülüyorduk.”Bunu eleştirse eleştirse Köy Enstitülerinde okuyanlar bir başka açıdan eleştirebilir!”diyorduk.Örneğin “Yatılı liselere,öğretmen okullarına,askeri liselere tanınan haklar bizlerden niçin esirgeniyordu?”Bizler bunu zaman zaman ilgililere duyurduk ama bir etkisi olmadı ki öyle sürdü gitti.”Duyurdunuz da ne oldu?”Mantığıyla olaya yaklaşmak sanırım çözümsüzlüğü sürdürmek olmayacaktır.Hele “Verdiler de giymedik mi?” türünden savunma bizim mantıksal düzenimizde olmayan bir çarpıtmadır.Bunu karşılayacak sözümüz bile yok,sözlüklerimizde. Bu nedenle argo sözcüklerden yararlanarak “Saçma!” deyip susuyoruz.Konuyu getirip getirip vurguladığım gibi o tip mantık taşıyan besleme basın “Çevik hırsız ev sahibini şaşırtır!” sözünü kanıtlarca,çaresizlikten,öyle gerektiğinden, ya da emirlerle buna zorlandırıldıkları için öyle giyinen çocukları bundan sorumlu tutarca paylamak,bunu bir uygarlık eksikliği sayarca ortaya sürmek, basın ilkelerine uymadığı gibi, belki de kötü bir örnek sayıp ortaya sürmek bile normal görülecek bir tavır olamaz. Yurdumuzda sanki okuyucu kesimi Köy Enstitüleri düzleminin üstündeymiş,sanki Türk halkı kendisi üstün bir giysi kültürünü yakalamış da Köy Enstitüleri bu kültüre uyamamış gibi gerçek dışı savların utancını duyacakları yerde bunu pişkince tekrarlamaları, Türk basınına katkıdan çok, zaten az olan güven duygusunu kökünden yok etmektedir.Basın için bundan daha etkili bir basın virüsü olabileceğini düşünemediğimi,bu umutsuzluğumu üzülerek açıklıyorum.Çocuk Masalı Çıplak Kral öyküsündeki dalkavuk yaratıklar benzerleri gibi, bu tür yazarcıkların okuyucu kesimi(Tencere yuvarlanıp kapağını bulurmuş.) de,bu çırılçıplak gerçeği görmüyor mu? Yoksa bunlar gördüğünü söylememeyi bir marifet sayıp saygın susucu rolü mü oynuyorlar?.İşte bir toplumsal suskunluk,ya da Yaygın Retention!...
Korkunç savaş yıllarının ayrıntılarına girmenin fazla bir yararı olacak mı, bilmem!Örneğin günlük ekmek payları uzun bir dönem ( günde ) çeyrek olarak verilmişti.Çeyrek sözü iyi algılanamadığından çocukların buna “ Dört kişiye bir ekmek!” demesi güldürülere neden olmuş,oyun sahnelerine dek taşınmıştı. Çeyrek ekmekler üçe bölünemediği için sabahları patatesle geçiştirilir, ikiye bölünen küçük ekmek parçacıkları da öğle, akşam verilirdi. Çocuklar sofraya konan küçük parçalar için birbirlerine “ Dikkat arkadaş, ekmeğini katık et!” uyarıları yaparlardı. Bu uyarılar, okullardan taşarak çevredekilerin bile dillerine güldürü malzemesi, bir tür dil persengi olmuştu. Onların bu tür yoklukları, güldürülerle geçiştirmesi gerçekte huzurlu olmalarından,vurdumduymazlıklarından değildi, elbet!.Belki en huzursuz anlarıydı da yaşları gereği, işi şakaya getirip geçici bir rahatlık duyuyorlardı.Köy Enstitülerini dile dolayan,kendilerini Köy Enstitülerini karalamaya adamış cüce ruhlu kimseler, akıllarınca her köşe bucağı karıştırıp yazdılar ama bu gerçeğe,şimdi değineceğim acıklı duruma ise hiç mi hiç yaklaşmadılar.Daha doğrusu onların yularlarının ipini tutanlar, onlara böyle bir insancıl araştırma izini vermediler.Bilindiği gibi Köy Enstitülerinde okuyan çocuklar özellikle köy okullarından alınırdı.Köyden gelen bu çocukların aileleri tamamı çiftçiydi.Çoğunlukla da aileler küçük aile tipiydi.Çünkü köylerde toprak dağılımı, aileleri küçülmeye(Günümüzde de bu değişmemiştir.) zorlamaktaydı.Bu aileler,çoğunlukla karı,koca ve çocuklardan oluşur.Bunların genellikle yaş ortalamaları genç sayılacak kuşaklar içindedir.Yer yer içlerinde yaşlılar bulunsa bile, bunlar istisna sayılacak ölçüde azdır.Köy Enstitüsü öğrenciliğimde yaptığım bir araştırmaya göre 62 öğrencinin bulunduğu iki sınıftan 54’ünün babası 2.askerliğine çağırılmıştı.Bunların 38’i ise 3.kes kısa bir dönem için toplandılar.27’sinin ağabeyi ilk askerliğini 3 yıl olarak yaptı.Bu konu,”Yurdun her köşesinde böyle mi oldu?” gibi bir takıntı nedeniyle daha sonra öğretmen ve yönetici olarak çalıştığım üç Köy Enstitüsünde de bu soruşturmayı tekrar ele aldım. Daha kapsamlı yaptığım bu araştırmam da aynı doğrultuda ilkiyle örtüştü (Hasanoğlan- Ankara, Düziçi-Adana , Ernis – Van)İşte bu özel durumları(Ev işleri çoğunlukla annelere kalmıştır) onları savaş yıllarında kıtlıkların ötesinde ölçüsüz üzmüştür. Savaşa girmemişiz ama tam 23 kura askere alınmıştı. Bu 20-43 yaşlarını kapsamaktadır. Tüm öğrencilerin babaları, varsa yetişkin ağabeyleri silah altındadır. Arada bırakılan askerler olur ama gene gene toplamalar da sürer. O günlerin konuşmalarında 2. yada 3. askerlik sözleri bundandır.1939-1944 arası bu hengame aralıksız yaşanmıştır.”Evde olsaydım yardımım olurdu!” duygusu,”Gel de yardım et!”türünden anne çağrıları, içinde bulundukları yaşların özellikleri de eklenince Köy Enstitüsünde okuyan çocuklar ölçüsüz bir ıstırap dönemi geçirmişlerdir.Bu süreçte onların yok zincirine başka bir bunaltıcı sorun da eklenmiştir.Çiftçinin ürünlerini satması kısıtlanmıştır.Ürün çıkarabildinse gönlünce satmak şöyle dursun gösterilen ofislere vermek zorunluluğu vardır.Dahası verdiğin ürünün karşılığını alma günü sınırsız zaman içinde olur-olmaz ya da seneye kalırdı.Özellikle Trakya bölgesinde atların,koşum hayvanlarının kayıt altına alınması aileleri tümüyle yokluğa sürüklemişti.İşte Köy Enstitüsünde okuyan köy çocukları bu acıları iki yönden çekmiş,çekmeleri için nerdeyse kötü koşullar onların kaderi durumuna, kendi dışındaki olaylarca, dönüştürülmüştür.
Konumuz içinde başlı başına,açık ve net olarak yanıtlanması gereken sorulardan biri de bu olacaktır: Böylesi bir ölüm- kalım yaşam sürecinde,yoklukların kol gezdiği,özlemlerin,umutsuzlukların ağır bastığı bir ortamda yetişen bu insanları,sanal kurgu saptırıkları ve de özürlü beyinlilerin düzmece fantezileriyle süsleyip bol kepçe tarifeleriyle eleştirmek(!) onların gerçeğini yansıtabilir mi?Bitmedi,Köy Enstitülerinde okuyan öğrenciler için I940-1944 yılları arası tam bir kâbus dönemidir. Yukarıda değinildiği gibi parçalanmış aileler,yokluklar,yoksulluklar!..Bu durum karşısında onlar için tek seçenek vardı,bu da, şanslarına şükredip sığındıkları yuvalarında başarılı olmak,benimsedikleri öğretmenlik mesleğinin incelikleri iyi kavrayıp üslenecekleri görevleri yüz akıyla sürdürmek! İşte onlar, bu değişmez ilkeleri doğrultusundaki kararlarında durdu, sonuna dek bu kararlarını bozmadı, yurdunun koşullarına, yasalarına uyum sağlayarak yüz akıyla meslek yaşamlarını tamamladılar. Yetişme sürecinde onların en önemli yoklarından biri daha vardı, öğretmenlerinin askere alınması. Babaları, ağabeyleri gibi öğretmenleri de silah altındaydı. Ayrılanlardan boşalan yerlere yenileri verilemiyordu. Aylarca boş geçen derslerinden geri kalmalarının acısı, onların, öteki acılarından bir bakıma kat kat fazlaydı. Başka okullardaki öğrenciler dersler boş geçince, kasketleri havaya atıp neşelenirken Köy Enstitülerinde yas tutulması, Hababam Sınıfı müptelalarının “Natuka kafa-natuka mermer” düzeyindeki düz-beyinsel içgüdüleriyle anlaşılacak bir tavır değildir.Bu nedenle onlara uzak kalmış kimseler gibi,kendisini söylentilere saplantı ölçüsünde inandırmış kişiler de, kendi olmazlarını Köy Enstitülerine yamayıp, oluşturduğu puslu havada “Körkandil” şarkılarını sürdürüp duruyor.Örneğin Kepirtepe Köy Enstitüsü matematik öğretmeni Ahmet Gürsel ikinci askerliğine gidince matematik dersleri öğretmensiz geçmeye başladı..Uzun süre de yerine öğretmen gelmedi.Öğretmen Edirne yakınlarında çadırlı birliklerde kalıyormuş. Bunu duyup,adresini öğrenen arkadaşlar, mektupla, işlenmemiş konuları sormaya başladılar.Öğretmen de hiç duraksamadan mektuplara olumlu yanıtlar verdi.Bu mektuplu matematik dersi olayına ben de katılmıştım.Bu olay giderek bende silinmez biz iz olarak kaldı. Bunu unutmadığım gibi mektupları en değerli belgelerim arasında koruduğumu övünçle öğrencilerime aktardım,benzer izler bırakmayı amaçlayarak, zaman zaman öylesi görev tutkusu için kendimi zorladım. Sabır gücümü aşarak öğrencilerime yaklaşmaya çalıştığım zamanlar, Ahmet Gürsel öğretmenimin, beni gözetliyor duygusu,beni hep doğruya yöneltti,iyi sonuçlarının da zevkini tattırdı.Çok değerli öğretmenimiz Ahmet Gürsel, her derste ”Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur! derler. Bunu şöyle tamamlayalım:Sağlam kafayı da sağlam vücut koruyup,kullanabilir!” diyerek ,dersini sürdürürdü. Öğrenme tutkusunu belgelemeye yarayacak bir başka olay da bir çadır konseridir. Bu benim de ilk konser izlemem olmuştur. Müzik öğretmenin subay arkadaşının birliği Lüleburgaz-Saranlı ovasına geçici olarak konuşlanmıştır. Lüleburgaz’a inince öğretmen arkadaşıyla konuşmuş, arkadaşı onu birliğine çağırmıştır. Öğretmen, iki gün sonra ( C.tesi saat 15’de)önemli bir konser radyodan verileceğini duymuştur.(Yazık ki okulun radyosu bozulduğundan dinleme olanakları yoktur.) Öğretmen, öğrencilerine ”Gelebilirseniz gelin, arkadaşımın çadırında bir radyosu var!,,Cumartesi bir grup öğrenci iki saat yolu göze alıp askeri birliğe ulaşır.Saat gelince sessizlik içinde konser dinlenir.Gelenlerin hepsi sanırım ilk kez bir konseri baştan sona ilgiyle izler.Konser sonunda öğretmen de öğrenciler de mutludurlar. Yaşama sevinci içinde okula dönerler. Gidiş-geliş tam 4 saat yürümüşlerdir. Konserde ünlü piyanist Bruno Walter çalmıştır. Yabancı bir addır ama dinlendikleri unutmadıkları gini onun adını da unutmazlar Dağarlarına bir güzel ses tohumu ekilmiştir. İşte bu öğrenme tutkusuna ek olarak, yaşam koşullarının da zorlaması, onları, gitmeleri gereken yöne çevirmiş, ulaşmaları hedeflerine varmaları için de gerekli itici gücü kazandırmıştır. Olanak buldukça Bruno Walter’i , Alfred Corto’yu saatlerce yürüyüp dinlediler ama onların tercihleri gene de Aşık Veysel’di.Ondan nasıl geçerlerdi ki?Aşık Veysel onların bu tercihini çok iyi bildiği için” Enstitüler bir kovana benzerler-Her çiçekten alır bal yapar-Resim yaparlar, plân çizerler-Çözülmedik sorunları çözerler-Türkü söylerler,şiir yazarlar-Kimi saz düzenler kimi tel yapar”Aşık Veysel’in gördüğünü görmek için göze gerek yok,biraz insaf, biraz dürüstlük,açık yüreklilik,daha doğrusu insan olmak yeter!...
Yetersiz bütçelerine ve sayısız yokluklara karşın Köy Enstitüleri barınacak binalarını yapmış,yol,su gibi gereksinimlerini kendileri çözümlemişlerdir.Yaptıklarının bir bir sayılmasına gerek yok.Yapılar günümüzde de dimdik ayaktadır.Bence Köy Enstitülerinde uygulanan müfredat programlarını incelemek,dürüst araştırmacılar için gerçeğin öğrenilmesine yetecektir.Çamur atmaların yoğunlaştığı 1944 yılına gelindiğinde gerçekte onlar , gönüllerince iş üretme düzeyine ulaşmıştı. Asıl işlev alanları olan köylere ilk mezunları göndererek iletişimlerini kurmuşlardı.Yazık ki bu mutlu başlangıç işlevleriyle hiç ilgisi olmayan bir çamur salvosuyla karşılandılar.Bu saldırı, hiç beklemedikleri,üstüne üslük dost bildikleri birimlerce apaçık hem besleniyor hem de kendileri onlarca köstekleniyordu. Bunlardan bir kesimi halk içinde barınan, çocuklarını okuttukları kışkırtılmış çocuk babaları ya da yurt çapında huzursuzluğa bağışıklık kazandırılmış, gerçekten, yaşam bilincinden soyutlanmış yaratıklar tayfası, öteki ise Köy Enstitülerini açan, devlet adına öğrenci toplayan, öğretmenler atayan, halkın verdiği kıt kanaat vergilerle binalar yaptıran Milli Eğitim Bakanlığı örgütü. Başka bir çok olumsuz tavır takınan kişi ve kuruluştan söz edilebilir ama asıl bu iki güç özellikle ikincisi hem Köy Enstitülerini yıkmış hem de hızını kesmeden Cumhuriyet sonrası filizlendirilen uygarca insan yetişme bilimi olan pedagojiyi yurt çapında hançerledi. Köy Enstitüleri için başlatılan tek yanlı “İstemezük” korosu, tek yanlı yıkasıya saldırılar. Behçet Necatigil’in söylemi ile “Birileri çıktı ringe-Boğuştu durdu, yokken karşısında kimse! ”Buradaki ring, tüm yurt alanı.Savları ilginç,2.Dünya savaşına neden olan faşistlerin “Vur, öldür” anlamına kullandıkları komünistlik! Bu da yetmedi; Dini kaldıracaklar, camileri yıkacaklar. Kız, erkek bir arada kalıyorlar,tuvaletlerden çocuklar çıkıyor.Anne-baba tanımıyorlar.Köylülerin ellerinden topraklarını alacaklar!.Sürüp giden bu mantıksız sözleri burada sıralamaya gerek yok.Delinin,seviyesizin,seciyesizin her dönemde kullanabildiği kendine özgü tüm sözleri kullandılar, deyip kesiyorum.Pardon!Buna bir de “Mandolinle Mozart çaldılar!” takıntısını ekleyebiliriz.
Uğur Mumcu haklı olarak değinmişti.Köy Enstitülerinden yetişenlerin büyük bir çoğunluğu bu saldırılara gülümseyerek baktı.(Kırkların Cadı Kazanı)Üzülmediler,denilebilir mi?Üzüldüler, demek de yetmez,çok çok üzüldüler.Bu üzüntüleri yaşamları boyu sürdü.Yaşayanların, günümüzde de içini sızlatan yarasıdır bu,gün günden de bu yaranın sızısı artmaktadır.Nedenini sormaya gerek yok.Çok sevdikleri,uğruna bir ömür boyu çalıştıkları ülkelerinin düştüğü acıklı duruma nasıl üzülmesinler ki?Yaşamını yitirenlerse bu konuda yürekleri buruk gittiler.Ancak Köy Enstitülerinde okuyanlar Pir Sultan’ı bilirler,ondan alabileceklerini gönüllerince almışlardır.”Muhammet Divanı,Ulu Divan’dır-Kalsın bizim davamız,Divan’a kalsın!”deyip teselli buldular.Zaten “Doğru!” dediklerinin doğruluğu ilk günden daha onlarca biliniyordu.Bu inanç onları ayakta tutmuştu.Bu nedenle beddua yolunu değil Pir Sultan’ı yeğlediler.Onlar yurt insanına yardımcı olmak için görev yüklenmişlerdi.Halkla kavgalı olmak düşüncesi iç dünyalarında yer bulmamıştı.Gene de,ünlü sözle belirtildiği gibi,”Sezar’ın hakkı Sezar’ındır!”sonuç bildirisini Türk ulusundan oy çokluğu ile değil oy birliği ile alınmasını beklediler.Bekledikleri “Godot” bir türlü gelmedi.Her halde Godot, Yahya Kemal’in Mehlika Sultan aşıklarının Sihirli Kuyu’suna gitti, kuyu başında oyalanıyor. Belki de kuyuya düştü(!)Ne yazık ki Godot’u bekleyenler salt onlar değildi.Türkiye Cumhuriyeti‘ni kuranların, O’nun yaşamasını isteyenlerin, onların ardılları,yönetim basamaklarında ant içerek görev almış kimseler,gerçekten aydın sıfatını hak etmiş yazarlar,çizerler,doğru dürüst laf ediyor, etkisi bırakarak halkı yönlendirecek durumdaki kimseler, kısaca halk deyimiyle cumbur cemaat büyük bir kesim gözlerini Godot’a çevirip Sfenks rolüne takıldı kaldı.Gerçi içlerinden bir bölümü uyarıcı çıkışlar yaptı,hiç yapmadı denemez.Ancak,zaten rehaveti cehaletle harmanlayıp Fuzuli diliyle “El çek ilacından tabip,kılma derman kim derdim dermanındadır!” tevekkülü içinde kendi kısır döngüsünün tutsağı durumuna düşürülmüş halk, bu tür uyarıları kavrayamazdı; o nedenle hiç bir şeyin ayırdına varamadı. Varamadığı gibi, kendi meşreplerince yıkıcı söylemlerini çığlık korolarıyla sunanların cerbezesine kapıldı ya da yaygaraları karşısında sustu. Bu suskunluk halka nasıl bir tarihsel bedel ödetti? Bunun bilincine şimdilerde varanlar oldu. Umarım daha geç kalmadan, olayın ayrıntılarını göz ardı etmeden genel bir döküm yaparlar. Özellikle her kesimin güncel yaşamına girmiş olan TV reklamlarında bile akşam sabah “Tarih Affetmez!”diye uyarılar yapıldığı günümüzde de bu silkinme yapılamazsa,Fazıl Hüsnü Dağlarca diliyle söyleyelim, bundan böyle hiç kimse onları uyandıracak değil. Reklam amacı ne olursa olsun tüm insan yaşamı için doğruluğu olan bir uyar; ”Tarih, Yanılgıları Asla Affetmez!,,
Köy Enstitüleri üstüne yazı yazanların bir çoğu “Dıydının dıydısı” türünden gereksiz konular üzerinde durmasına karşın orada okuyanların tüm yurttaşlardan ayıran, sürekli ayırıcılık sayılacak bir yasal yaptırıma hiç değinilmemesi bir dalgınlık mıdır? Bu nasıl dalgınlıktır ki yarım yüz yıldır halkımıza müzik yayınları yapan radyolarda besteleri çalınan (Bir taramaya göre)5ooo dolayında bestecinin arasından Mozart seçiliyor ve bu aralıklarla başka başka kişilerce tekrarlanabiliyor.(Attila İlhan sık sık-Engin Ardıç 1989 vb.)Oysa Köy Enstitüleri olayında, onlara karşı düpedüz bir insancıl dışlama, yurttaşlık haklarından bir gasp vardı,bu apaçık ayırımcılıktı.”İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış” bir ulusun basını bunu nasıl gözden kaçırır?Gördü ama kurcalamak işine gelmedi.İşte işine gelme -gelmeme ilkesi burada tam “Mim” konacak türden.O günleri çok çok iyi anımsıyorum büyük boy bir günlük gazetede Emil Zola’nın Hakikat adlı kitabı tefrika ediliyordu,bir başla gazetede de ballandırıla ballandıra Dreyfus davası yayımlanıyordu. Adalet, adalet, adalet! Bense o günlerde bir çok kimseden, dayım oğlu Necmettin ile aramızdaki ayrılığın nedenini öğrenmeye çalışıyordum. Necmettin, Edirne Öğretmen Okulu’nda öğrenci, ben Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde. İkimiz de öğrenciyiz. Necmettin 6 yıllık yatılı, ona her yıl, yeni kumaş giysi veriliyor, uzunca yaz tatilleri yapıyor; buna karşın 9 yıl zorunlu hizmet yükümlülüğü yükleniyor. Bu ölçü tüm yurtta böyle, yatılı okunulan yılın bir buçuk katı yükümlülük.Ben de 6 yıl için sınav kazanıp 9 yıllık zorunlu görev yükümlülüğü ile okula girdim ama, bana sorulmadan 3 yıl sonra okul sürem 5 yıla indirildi.Buna karşın zorunlu görev yükümlülüğüm 20 yıla çıkarıldı. Bunun sonuçlarını pek değerlendirememe karşın dayım oğlu Necmettin’e değişik gözle bakar oldum.Benden çalışkan değildi.Ailelerimizin gelir durumu da aynı düzeydeydi.İlk üç yılda Necmettin’in üç elbisesine karşın bana bir takım verilmişti.Eksiğimi ailem tamamladı ama içimde bir sızı belirdi,bir yerlerimde rahatsızlık duymaya başlamıştım.İşte bu rahatsızlık beni bu ayrıcalığın nedenini aramaya yöneltti.Sorduklarım hep sustu. Bunlar aslında suskunluklarıyla sorumun yanıtını veriyorlardı.Sonra sonra bu iç acımı bir kenara itip çok çalışmaya karar verdim.Zaten üzüntümü ilettiğim büyüklerim,”Çalışırsan sınav haklarını kullanır,yüksek öğrenime geçersin!” önerilerinde birleşiyorlardı.Bu ayrıcalık tüm Köy Enstitüsü öğrencilerinin ruhsal yapısında bir gedik açmış olacak ki,onlar da benim gibi düşünerek çok çalışmaya yöneldiler.Kuşkusuz o gönül kırgınlığı hepimizin geçmişinde gene de karanlık bir nokta olarak kaldı.İşte o süreçte bu açık haksızlığı ortaya döküp tartışmaya açması beklenirken bunu yapması gereken (Onların diliyle) büyük Türk basın(!’), “Körebe” oyununu oynadı, üstelik bu körebe oyununu büyük bir kesimiyle, günümüze dek sürdürdü. Konuya değinmem, geçmişi yargılamak değil. Söz konusu olay bir boyutuyla zaten anlaşma sağlamıştı. Böyle olduğu için de taraflar yıllarca kendilerine düşeni yaptılar. Devlet mekanizması ehliyetsiz ellerde söz konusu basının koşutunda, Atatürk’ün adını ana ana Çağdaş Uygarlığın üstüne çıkacaklarını söyleye söyleye Batı Uygarlığı yerine Alman yazarı…(GUNTHER) Günter GRASS’ın Alt Kattakiler oyununun gerçeğini sahneye koyup yaşam boyu canlı canlı onattılar. Devletin öğretmeni yasalara uyarak üstüne aldığı görevi, halkına hizmette, kendine yakışacak şekilde yaptı. Cumhuriyet öğretmeni,Cumhuriyet kurulduğundan başlayarak çağdaş düzeyde görev yapmıştır.Özellikle Köy Enstitüleri etkinliklerinin başarılı çıkışıyla uygar ülkeleri bir süre yakalamıştır.Ne var ki çiftlik ağalarının devlet erkini ele geçirdikten sonra,kahyaların, bir bakıma çobansı yapılı iş bilmez(Yalancı işgüzarların) sınırlı yetili görgüsüz yöneticilerin değerbilmez tavırları karşısında öğretmenler,öğrencilerine karıştı,onların dünyasında kalmayı yeğledi.Yönetim kadrolarındaki yaratıklarla ise uzun bir süre tren,tramvay ya da öteki raylı araç yolları benzeri yaklaşmadan karşılıklı bakıştılar.Köy Enstitü çıkışlıları,içinde bulundukları koşullar mı yoksa çocuk yaşlarındaki o olumsuz çıkışlar mı etkiledi, kendilerine özgü kişilikleriyle çağdaş bir tevekkül tipi oluşturdular. Belki de onlar ”Kula kul olmaktansa devlete kul olmak!” ilkesini yeğlediler.Yazık ki umduklarını bulamadılar.Bunu, “Alan razı veren razı!”söylemi içinde unutup gitmek varken burada gündeme getirilmesi kuşkusuz,birileri durmadan saplantılarını ısıtıp ısıtıp ortaya sürmesindendir.Oysa ”Parmağım kör gözüne!” der, gibi her gün TV’lerde “İnsan hakları konularından söz açılıyor,tartışmalar yapılıyor,bireyler Uluslar Arası anlaşmalar gereği devletten haklarını alıyor. Bari birileri çıkıp geçmişin haksızlıklarını, Devletin kimi vatandaşlarına yasalarla hangi kertelerde haksızlık yaptığını serip sergilese, o birilerinin saçmalıkları, okuyucularca tepkilenecek, günün değerleri içinde yeni yorumlar oluşacaktır.Geçmişin geleceğe bir katkısı olacağını kim yadsıyabilir?.Böyle olunca kuşkusuz çamur atıcılar da, “Hık deyicileri” de çamur attıkları insanların asıl mağdur edildiğini bilmiş olacaklardır.(Belki?)Doğrusu geçmiş, onların kurguladığı gibi değil,geçmişin de kendine özgü gerçeği vardır.Bu gerçekler,terleten araştırmalarla,yığınla belgeyi elden geçirmekle günümüz insanına doğru aktarılabilir.Bir birinin ucuz uyduruklarını nakletmekle geçmişte kalan bir kurumu,hem de saygın bir kurumu karalamak, kime ne kazandırıyor?.Onların küçük kafacıklarında bu kurumların gerçeği içinde canlanması olanaksızdır. Bu kurumlarda 12-17 yaşlar arası çocuklar yaşıyordu. Bulûğ çağlarının doğal sarsıntısında bulunan bu çocuklar, insan türünün en masum yaşam sürecindeydiler.Bu
süreçte,20 yıl zorunlu görev yüklendiler.Açıkçası yuvarlak olarak 40 yaşlarına dek gönderilecekleri yerde kalacaklardı koşulu önlerine kondu.Yokluk,yoksulluk içinde çalışmalarından sonra bir de sürgün ya da göz altında tutulma gibi bir süreçle karşı karşıya kalmışlardı..Evet 20 yıl ve 40 yaşında özgürlük.Bu gün onları kıyasıya eleştirenlerin ağa babaları ise ol süreçte,bu olayı Yeniçeri benzetmesiyle bir tür devşirme çağrışımı yaptırmaya çalışıyordu.Sözde, onlar için ağır koşulları dile getirirken,dilleri altındaki mikroplu baklalar çevreye virüslerini yayılıyordu.Bence bu günün insanına aktarılacak bilgiler bunlar olmalı.Günümüz insanı kendi değer ölçülerinde bunları tartabilmeli,geçmişi de bu açıdan değerlendirmelidir.Geçmiş kendi gerçeklerinden soyutlanarak serilirse geçmiş değil, acayip,tümüyle yaşanmamış sanal bir durum ortaya çıkar.Tıpkı Haruniye İstasyonu’ndaki Düziçi Köy Enstitüsü Orkestra ve Korosu ya da benzer yakıştırmalarda olduğu gibi.
İçlerinde yetiştiğim için tüm arkadaşlarımın duygularına yakın olduğunu sandığım gözlem ve yorumlarımı, yargısal kimi düşüncelerimi, özellikle ortaya döktüm.Sergilenen bu gerçek yaşam ve geleceğe yönelik ortak süreçte kişilerin boylarını aşacak ölçülerde fantezi kabilinden tutkuları topluma sunulursa gerçek her zaman uzakta kalacaktır.Hele bu savlar,bunlara karşı yapılan savunmalar sürekli kuşku uyandırıp yüzyıllara sarılan bir uzlaşmazlık zinciri olarak uzayıp gidecektir.Bu da beklenen huzuru,karşılıklı hoşgörüyü içten içer kemirerek ülke çapsında çatışıklığı geleceğe güçlenerek taşır,ulusal değerlerde özveri birlikteliği giderek azalır.
Sözü, çok duyarlık gösterdiğimiz yerli,yabancı konusuna getirmek istiyorum.Olumlu olduğu ölçüde olumsuz yönlerini de ortaya dökmeye çalıştığım Köy Enstitülerinin gerçek etkinlikleri içinde yetişen insanların tercihi Ronsard olabilir mi?Baki’yi okuyup anlamaları genelde olası değil,bu acı bir gerçek.Tam kadro öğretmeni,sağlam bir geçmişi,geleneği olan liselerimizden yetişenlerin başaramadığı Baki’yi okuyup anlama Köy Enstitülerinden nasıl beklenir?Uzun uzun anlattığım gibi onların ders süreçleri hem kısa tutuldu hem de savaş nedeniyle dersleri çoğunlukla açık geçti.Her ne kadar buralarda okuyanlar büyük bir okuma tutkusu edinmişlerse de bu, Divan Edebiyatı’nı sökecek türden değildi.Okuma bir alışkanlıktır,okudukça kişinin görüş açısı genişler, düşün evreni varsıllaşır. Bu bir bakıma bedeni de disiplinli devinime sokar.Kişi kendi kendine bunları irade gücüyle başarır ama, Baki’yi ya da benzerlerini, bir başka deyimle, geçmişte kalmış dönemlerin kendine özgü kurallarını,dil geçerliliğini,kısacası çağının estetik zevkini o kendine özgü gerçeği içinde yakalayamaz.Bu,bir bilimsel uğraş,kişiye özgü dirençli ilgi işidir.Belki şöyle demek daha açıklayıcı olacaktır; büyük olanakları olan,yeterli zaman ayırarak sürekli uğraş verenlerin özel tutkuları sonucunda kısmen başarılacak zorlu bir bireysel tutku işidir,bu.Divan Edebiyatı’nın, kendine özgü bir yaşam biçimini yansıtan söylemleri bir yana,onun bir de derinliğine , tarihsel bir boyutu vardır.İyi bilenler, geçmiş dönemlerde Divan Şiirini “Kuyu-Kova” benzetmesiyle açıklamaya çalışırlardı.Kuyudaki kova, zincirin bir halkasını çekince çıkmaz,tüm zincir çekilmelidir!” diyerek Dehhani, Mevlana, Ahmedî, Ahmet Paşa, Necati, Fuzuli, Baki, Nabi, Nedim, Şeyh Galip, Yahya Kemal, sıralamalarını yaparlardı.Öğrenciler, söylenenleri anlamamış olsalar bile ortada büyük bir gerçeğin olduğunu sezinliyorlardı.İşte bu gerçek ne denli derinlikte olursa olsun hep vardı,vardır,var olacaktır.Olay böylesine karmaşık olduğuna göre Baki’yi bir yana itip Köy Enstitüsü öğrencilerinin Ronsard’ı okudukları hangi mantık ölçülerine dayanılarak,hangi gözlemler sonucuna göre öne sürülüyor? Bunu öğrenmek istiyorum.T.C.Devletinin Milli Eğitim Bakanlığı,tüm okulları denetleyen,müfredat programlarını hazırlayıp,uygulanmasını gözetleyen en yetkili kurumdur.Okutulan kitaplar(O zaman)sözü edilen bakanlığın yazdırdığı kitaplardır.Kaldı ki bu kitaplarda sürekli Baki var ama Ronsard adlı bir şair kesinlikle yoktur.Böyle bir karşılaştırılma hangi belge ya da gözlemlere dayanılarak yapılmaktadır?Bunu soruyorum ama yanıtsız kalacağını biliyorum.İyisi mi (Selimi)Yavuz Sultan Selim diliyle,ruhu önünde özür dileyerek noktalayalım,”
Doğruyu saydetmekde âlem bilir üstâdlığın-
Ki sakın âleme yayılmaya bitaâdlığın-
Bilmezem sırrı nedir bilmiş iken yâdlığın!.......
Sonuç belli, işve değil, cevr değil, naz değil. Apaçık hakaret, salt birilerinin gözüne girmek için karanlığa taş atmak!..
Köy Enstitülerinin açık olduğu yıllar,tüm yurdun Yerli Malı kullandığı ve bunu severek yaptığı en sağlıklı süreçtir..Şarkılar,şiirler yaygın söylemler yerli ürünler üstünedir.Doğal olarak kendi ürününden başkasını tanımayan köy çocukları için başka bir seçenek yoktur.Ayrıca derslerinde öğrendikleri, şarkılarında söyledikleri, bir noktada onları düşünsel olarak da bu olaya bağlıyordu.Örneğin İstiklal Marşı’ndan sonra en çok söyledikleri Ziraat Marşı ki onlar öğretmen olarak bu marşı iyi bilip söyletmek yükümlülüğü altındaydılar.Ahmet Adnan Saygun-Behçet Kemal Çağlar ürünü olan bu marş ”Sürer eker biçeriz,güvenip ötesine-Türklüğün her kazancı-Türklüğün kesesine-Toplandık baş çiftçinin,Atatürk’ün sesine vb. gibi Atatürk’ün yönerilerini yansıtan güzel sözlerin akışı içinde birey olarak eriyip bir bütüne dönüyorduk.Bu bütünlük, kuşkusuz Atatürk’ün de önemle üstünde durduğu,özlemini çektiği yurtsever insan topluluğu,ulusal bilinç,Büyük Nutuk’ta karşısında var saydığı Türk Gençliği’ idi.Bilindiği gibi marş “Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz-Biz yurdun öz sahibi,temeliyiz efendisi köylüyüz.”kavuştaklarıyla bir ana fikri zımbalarca belleklere üflüyordu. Görüldüğü gibi burada kesin sınırlarla çizilmiş bir emek,ürün ve “Kendini iyi bil!” üçlü bileşkesi tüm kaçamak yolları kapamakta, tüm sıkıntıları dağıtıp mutluluk yolunu açmaktadır. Çok eleştiri konusu yapılan o giysiler içinde söyledikleri bu marşları dinleyen halkın yaklaşımı, onları öyle mutlu etti, öyle gönendirdi ki, giderek halka yaklaşmayı, derviş kalenderliğini anımsatacak tavırlar içinde gençliklerinin vermiş olduğu geçici değerleri umursamadan çalışmaya yöneldiler. Oysa o günlerde kimi tatlı su aydınları, bobstil kılıklarıyla, öykündükleri zoraki kamburluk pozlarıyla sokaklarda dolaşıyor,el altından satılan İngiliz kumaşı alma hesaplarıyla günlerini tüketiyorlardı..Onlar için yaşam İngiliz kumaşı, bobstil ayakkabı idi. İstanbul’da olanların bir bölümü de Entellektüel Cavit’e uğrayıp ağabeylerinin masasında bir kadeh içebilirse,o gün kesinlikle(Kendilerince) kendilerini, tayfadaşlarının bir numarası sayıyorlardı.( Ne acıdır ki
ağabeylerin çoğu da “Devrim karşıtları”ydı.150’likler,şu birilerine batsın diye erkek şeyini ters yazarak soyadı alanlar,vb.)Okumaya yanaşmayan dolayısıyla şapla şekeri karıştıran, kendi kendini aydın sayıp sanat dünyasındaki gelişmeleri tekelinde belleyen bu tür insanlar, meşrepleri gereği Orhan Veli’ye de tebelleş olmaya kalkmışlardı.Oysa Orhan Veli hiçbir zaman onların kulvarına girmemişti. Nitekim Orhan Veli,”Ne atom bombası,ve Londra Konferansı-Bir elinde cımbız-Bir elinde ayna-Umurunda mı dünya!” derken dolaylı olarak bunları sergilemişti.Anlamazdan geldiler.Pişkindirler.Arkadan, Bedri Rahmi Eyuboğlu yetişti.”Herifçe oğlu Sen Mişel’de koyuvermiş sakalı-Nitsin Bizim köyü-Nitsin Mahmut Makal’ı? deyiverdi.Dedi de ne oldu?Ne mi oldu?En azından biz Köy Enstitülülere bunlar büyük destek oldu. Zaten bopstilliler dış modaya, ekonomi zincirine göbekten bağlıydılar. Dışarıda moda değişti, bu kez de bir şapka sevdasına tutuldular. Şapka giyince Lenin olduklarını sandılar. Gerçekte bu baştan ayağa dönüştü, onlar bunu ayaktan başa dönüş olarak algıladılar. Onlar için kolaydı,takla atmayla Devrimi bir saydılar! İşte bu süreçte içlerinden birileri * şapka tutkusunu fetiş düzeyine getirdiler. Bu sıralar Köy enstitüleri tümden kapatıldı. Yerli malı söylemleri giderek susturuldu. Oldukça uzunca bir beklemeden sonra bu kez çıtıka muz ile kapılar dışarıya açıldı bir daha da kapanmadı. Kapanamazdı, zira kapıları
açan Turgut Özal kapı anahtarlarını cebinde Demirkazıklı otağına götürmüştü, geri almak olanaksızlaşmıştı. Şimdilerde günümüz insanları pornografik gösterimleri izlerken karşılarına elinde bir muzla adem kılığında bir Havva çıkıp, ”Bu muz böyle mi yenir?” diyerek sırıtkan bir yüzle ,elinde muz,muzun ucu dudaklarında boy gösterince, manzaraya kendini fazla kaptırmamış olan sayısız yurttaşın, yarı şaka yarı ciddi ”Sakın ha,yeme,biz o muzlardan bir ara yedik,bir daha da iflah olmadık!”dediğini duyar gibiyim.Yerli malı mı?GüzelimKırkağaçkavunu, canım Uzunköprü kavunu nerdesiniz? Nerdesiniz Tekirdağ karpuzları?Tarihe geçmiş Langa hıyarı bile sokak insanın argo dilinde kaldı.Maşallah insanlarımız Batı Rüzgarları’na öteden beri iyi uyum sağlamaktadır;Bizim geleneğimizde de,”Sakin bir elveda, giden için; coşkulu karşılama, gelen için”.Bu tavır bize hiç yabancı sayılmaz, en az 400 yıl boyunca bu yapılmadı mı? Adı söylenerek; ”Yaşasın padişahımız!” sesleri arasında onun halledildiği duyurulunca, pekâlâ aynı ses tonuyla yeni padişahın adı ile“Yaşasın padişahımız!” diye bağrışıp çığrışırken koskoca imparatorluğu sadaka dağıtır gibi dağıtılmadı mı?Çevremizdeki irili ufaklı 32 devlet mantar gibi nasıl türedi,nasıl gelişti ve de bunlar karşımıza yenilmez güçler olarak bizi çepçevre nasıl sardı? Tek neden, doğal olarak bu değildi ama bunun çok büyük payı olduğu da yadsınamaz. Sanırım Ronsard’la Baki karşılaştırmasında da bu yanımızın olumsuzluk payı çok büyüktür, diyesim geliyor. Eller kendilerinden olanlara özellikle ayrıcalık tanıyor,değerlerini yaşatmak için elbirliği ile çalışıyor,o olağanüstü ürünler için bireyler kendilerine düşeni yapma yarışı ediyorlar.Sözgelimi yazın alanında hazırlayıcısı,baskıcısı,yayıncısı,yayıcısı, hatta okuyucusu üretilecek ürünün kusursuzluğu üstüne uğraş veriyor.Okuyucu bu çaba sonunda kesinlikle güzel bir alım yapacağından emin.Çünkü geçmiş günlerinden deneyimi var.Öncekiler, sonrakilerin en sağlam güvencesi.Özellikle bu olayın başka boyutları da bulunmaktadır. Konumuz gibi tarihsel yönü bulunan bir ürün söz konusu olunca, kuşkusuz bir dil sorunu ortaya çıkıyor.Bu kez usta birilerinin katkısı söz konusudur.İşte başka ülkeler bunu da titizlikle yapıyor.Kuşkusuz burada bireyden çok toplumsal bir çalışma itisinin, bir beğeni düzeyinin önemli etkisi oluyor.Bu genel olgular karşısında yapılacak benzetmeler,değer yargılamaları nasıl dengelenir,hangi ölçeklerle eksiği fazlası saptanıp tarafsız yargılama yapılır? İşin ilginç yanı, karşılaştırma için ele alınan iki şair, Baki ile Ronsard, hemen hemen akran sayılır. Birkaç yıl ara ile doğmuşlar, biri ötekinden biraz fazla yaşamıştır. İkisi de kendi ülkelerinde, yaşarken olduğu gibi ölümlerinden sonra da çok sevilmişlerdir. Bizim şairimiz Baki, Kanuni Sultan Süleyman gibi güçlü bir hükümdar, aynı zamanda şair padişah zamanında yaşamış, devlet yönetiminde önemli görevler üslenmiş, başarılı bir yaşam sürmüştür. Ronsard için de benzer bilgiler bulunmaktadır. Devrin kralı kabul etmiş, beğenmiş, yaşamsal açıdan destekleyip değerlendirmiştir. Halkının dilini güzel kullanan bir şair olarak ün yapmasına karşın, tarihte bir çok değerler gibi Ronsard’ da unutulanlar ordusuna katılmış, tam değilse bile uzun bir süre adı az anılır olanların arasına itilmiştir.Tıpkı Baki gibi.Baki belki de ad olarak Ronsard’dan şanslıdır. Kendisinden 50-60 yıl sonra yaşayan Nef’i’den başlayarak hemen hemen her devirde ünlü şairler adını anmış, değeri üstüne beğenili sözler söylemişlerdir. Nedim, Şeyh Galip gibi Tevfik Fikret’ten başlayarak günümüz şairlerine dek bir zincir oluşmuştur. Cahit Külebi,.Attila İlhan bunlar arasında en çok anımsananlardır. Böyle yazmama karşın bunları yeterli bulmadığımı hemen söylemeliyim. Şairlerin anması sevindiricidir elbette, ama “Okuyucu katındaki durum nicedir? Dendiğinde durum vahimleşmektedir. İşte yukarda değinmeye çalıştığım toplumsal algılama burada belirginleşmektedir. İşte Ronsard bu bakımdan şanslıdır.Tam üç yüz yıl az anılmış ya da anılmamış ama bir Sainte-Beuve gelmiş, Ronsard’ı yeniden doğurmuşçasına değerlendirmiş, gününün insanına sunmuştur. Bu ikinci el gibi ortaya gelen Ronsard kesinlikle kimi restorasyona uğramışsa da kalanları okuyucu için yeterli görülüp baş tacı edilmiştir. Önemli olan tarihsel dille güncel dilin ustaca buluşturulup okuyucuyu ürkütmeyecek duruma getirilmesidir. İşte Ronsard böyle bir evreden geçirilmiş yurdunun yaşayan, etkin, toplumsal katmanlarında sağlam yerini almıştır. Çevrelerindeki usta çeviricilerin de özenle seçip kendi dillerine aktardıkları şiirler, benim bile üstünde söz edebileceğim ölçüde yaygınlaşmıştır. Sabahattin Eyuboğlu, Orhan Veli, İlhan Berk gibi usta yazarların dilinden okunan Ronsard, kimse gocunmasın ama,1560 yıllarının Baki’sinden daha kolay anlaşılır duruma getirilmiştir..Bu işin- Bizim açımızdan acı ama- gerçek tarafı.”Baki bizim, tartışmasız, en iyi ozanımızdır;onu kimse ile değişmeyiz!” savı doğrudur,bununla gururlanmak hakkımızdır.Ne var ki sanatsal olaylarda ruhsal ilişkiler sanatçı-sanatsever arasındaki iletişimin karşılıklı ve sürekli oluşu koşuluna bağlıdır.Hangi nedenle olursa olsun,bu iletişimin aksaması, vefasızlık boyutuna dek uzanan bir kopmaya neden olur.Bu iki özne arasındaki iletişimi aksatan engellerin ortadan kaldırılması toplumsal bir sorumluluktur.Değerli Düşünür-Yazarımız Nurullah Ataç bu konuyu çok önemsemiş gene gene yazmıştır.Cumhuriyet Gazetesinde 10/10/1942 tarihinde yazdığı DİVAN ŞİİRİ adlı yazısında ”Ne zaman eski şiirimizden açılsa,şu sözü bir söyleyen olur:”Yazık! Bütün bu güzellikler unutulup gidecek….Bu sözün doğru olduğunu sanmıyorum…Kendim denedim:eski yazımızı da ,aruz veznini de bilmeyen bugünkü gençlere eski şiirimizden okuyorum,biraz anlatıyorum,hoşlarına gidiyor.Geçenlerde on yedisinde bir kıza,kendi kızıma Galip Dede’nin “ Ey nihal-i işve bir nevres fidanımsın benim” diye başlayan şarkısını okudum,çok sevdi,ezberledi.Bir çok yerlerini anlamaz.Ama sesi duyabiliyor,o mısradaki şiiri sezip sevebiliyor….Bu günkü gençler eski şiirimizi bilmiyorlarsa,kendilerine öğretilmediği içindir.Çocuklarımıza şiir terbiyesi vermiyoruz…… Öğrenciler, öğretmenlerinden Yahya Kemal’in şiirlerini istiyorlar,yeni bir gazelini okuyunca da defterlerine yazıp öğreniyorlar.Yahya Kemal’in gazellerini okuyup seven gençler Fuzuli’ in,Baki’nin,Naili’ninkileri niçin anlayıp sevesin?.”Elli dört yıl önce yazılmış bir yazı,sanki bugünü anlatıyor.Bu, konuya değgin ilk yazı değildir.Gazete sürecini ölçü alırsak Namık Kemal,Recai zade M. Ekrem, Tevfik Fikret, kendi dönemlerinde benzer uyarıları yapmışlardır.
Besbelli ki olay, toplumsal bir gereksinim sorunudur.”Ata yadigarıdır,koruyalım!” şamatalarıyla bir şey korunamaz.Sütçü beygirlerine yetecek ölçülerde yapılmış eski İstanbul yolları yeniden düzenlenirken yapılan şamataları anımsıyorum,bir “Ata yadigarı” teranesi tutturulmuştu.”İt ürüdü,kervan yürüdü!”Konumuzla hiçbir ilgisi yok gibi algılanmamalı,ilgisi var.Ancak ters bir ilgi, korunacak olanı görmezden gelip suçluya yamanmayı yeğlemek!Can Yücel diliyle:”Davalıysa varsıl, yasa ondan yanadır!,,mantığı(!)…Bu örnekle, kişilerin birer birer “Sık eleyip seyrek dokuma!” halk deyimi uyarınca tavır takınmaları zorunludur.(Kişiler bu zorunluluğu duymalıdır.)Örneğin bu konuda,kendi tarihimizin gelişim çizgisi içinde
ulusal değerlerimize gösterilen ilgi ne ölçüdedir,bunda bireylerimizin,dolaylı olarak toplumumuzun ortaklık payı sevinilecek düzeyde midir?.
Değerli öğretmenim Sabahattin Eyuboğlu’nun adıyla çevrildiğini gördüğüm Ronsard sonetlerini severek okuduğumu övünerek söyleyebilirim.Hele birisi şu anda bile belleğimdedir.Doğal olarak bunlar Tüm Ronsard demek değildir.Gene de bir renk,bir çeşit.Benim dünyamda Ronsard sınırlı alanda tutulmakta,buna karşın ışıması sürmektedir.Bu olaydan şunu da algıladığımı sanıyorum;duygular illa tumturaklı sözlerle, dağdaalı benzetmelerle ya da sökülmesi zorlaştırılmış kalıplarla söylenmez.İnsanın duygusal alanları kimi kez çalkantısız,duru denizler gibidir.Bu denizlerde motorsuz,yelkensiz gemiler daha coşturucu görüntüler verebilir,doğa yerine insan ruhu iç dinamiği ile pekâlâ coşup çevresine olağanüstü anlar yaşatabilir.Bu kadarcık ilgi için sanırım kimse bana “Kendi değerlerini ihmal ediyorsun!” demez,diyemez,dememeli,diyememeli!.Bu biraz da çağımız insanının genel kültür gereksinimi çerçevesinde olması zorunlu ölçeği içinde bir yaklaşımdır.
Baki’ye gelince,ben Baki’yi çok seven bir insanım.Burada anmama neden olan yazıda biz Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin Baki’yi sevmediğimiz ima edilince sinirlenmek yerine gülmüşümdür.Nedeni şudur,oldukça şiir sever bir kişi olduğumu, beni tanımış olanlar hep bilir.Öğrenciliğimde şiir günlerine aralıksız katılıp şiir okuduğum gibi öğretmenliğim süresince çalıştığım yerlerde şiir şölenleri hazırlanmasına hep önayak olmuşumdur.İstanbul’a yakın illerde çalışırken o günlerde İstanbul’da bulunan şairlerini fırsat bulunca davet ettiğimin kayıtları gazete kupürlerinde bulunmaktadır.”Bunların Baki ile ne ilgisi var?”diye sorulmadan ben söyleyeyim;şöyle bir ilgisi var.60 yılı aşan şiir severlik serüvenimde hiç kimse Baki’den bir şiir okumadı.Yeri geldiğince ben okumaya çalıştım.Çünkü Köy Enstitüsü’nde okurken Hamdi Keskin öğretmenim Baki’yi o denli çok okuyordu,o denli güzel okuyordu ki,(Hiçbir zaman siz de okuyun, demediği halde,)Hamdi Keskin öğretmenimden önceleri kısa olduğu için, beyitleri not ettim.Beyitler giderek beni ilerlere çekti, gazeller,kasideler derken kendimi Baki’nin açtığı yoldan girerek Divan Edebiyatı’nın zorlu fakat o denli de zevk ve zekâ bileşkesi ortamında buldum. Şimdi burada söylediklerim bir bakıma, bana göre gereksiz,biraz da fazladan oluyor.Belki benim,şiire,şairliğe eğilimimden dolayı böylesi etkilendiğim düşünülecektir. Kesinlikle şiir yazmayı düşünmedim,düşünemedim.Çünkü benim sınıfımda o süreçte daha,(Varlık,Yücel vb.) sayılı dergilerde şiirleri okunan Talip Apaydın,Mehmet Başaran gibi ad yapmış şairler vardı.
Divan şiirinin okunmamasını ben, değersizliğinden değil, Ronsard, Sainte-Beuve türünden bir söz süzgecinden geçirilmemesine bağlamaktayım.Everest Dağına ben çıkmayınca dağın yüksekliği nasıl değişmiyorsa ,benim okumamam, Baki’nin şiirlerindeki yüceliği eksiltmeyecektir.Ancak,yaşayan,yaşadığını biraz olsun algılamış bulunan her kişi bir gün
Avâzeyi bu aleme Dâvût gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş!
beytini duyunca kulak kesilip tekrar tekrar dinleyecek, belki de daha ileri giderek not edip okuyacaktır.
Ne derlerse katlanır Bâkî
,_Mihnet-i intizâra asla katlanmaz
söylemi,”Onurluyum!” diyebilen insanlar için günümüzde de bir ölçek değil midir? Bâkî’yi bir yabancı şairle karşılaştırmak bence çok yanlış ya da çok gereksiz olmuştur.Bilindiği gibi Bâkî,bizzat kendisi, yerli,yabancı tüm şairlerle arasına bir yıkılmaz duvar koymuş,”
“Bu arsada Bâkî nice üstada yetişti-
Alemde bugün ana bir üstâd yetişmez!
İşte bu kadar! Ancak Bâkî, her insan gibi onu yetiştiren toplumun geçerli değerleri içinde yaşamış tanık olduğu olayları yansıtmıştır.Tüm söylediklerini o günkü gibi algılayamayız. Kanuni dönemi bizim ulus olarak en doruk “ONURLU” dönemimizdir.Örneğin Bâkî tüm coşkusuyla Kanuni’nin ölümünde yazdığı ünlü kasideyi okurken ”
Tiğin içirdi düşmene düşmana zahm-ı zebânları
Bahsetmez oldu kimse kesildi lisânları!” ya da “
Aldın hezâr budgedeyi mescid eyledin_
Nâkûs yerlerinde okuttun ezanları!” deyince yutkunuyoruz.
Daha doğusu ben yutkunuyorum.Niçin, neden? gibi sorular sorup, şiirin o güzelim akışından sıyrılıyor,kendi kendime sorup yanıtlayamadığım sorular sonunda içinden çıkılmaz açmazlara düşüyorum.Ayasofya’ da bir nâkûs yeri değil mi? Nerde o öteki binlerce budgede? Onlar neden yok oldu da Ayasofya ayakta? Bu tür duraksamalarda Bâkî’nin bir sorumluluğu yok,biliyorum.Ne var ki Bâîi ürünlerinde bir seçme gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkıyor.Bu gereklik aslında tüm Divan Şairleri için geçerlidir.Benim bir ömür boyu sezinlemeye çalıştığım buna karşın neresine dek gidebildiğimi kestiremediğim bu sorunun sıradan bir okuyucu tarafından kolayca çözülmesini beklemek bence çok uzun bir zaman süreci gerektirecektir.Aşık Kerem diliyle “İşte geldim,gidiyorum-Şen olasın Halep şehri!” diyerek sıvışmak ya da “Yandan çarklı kahve, şekeri dışarıda!” gibi cızlamlarla konuyu kapatmak olasıdır.Bu yolu seçenler için Bâkî ne anlam taşır,bilinmez ama Bâkî’yi sevenler için yapılması gereken seçkilerin, ona yakışacak titizlikle ele alınması, zaman geçirmeden ortaya getirilmesi zorunludur. Ronsard‘la ,Bâkî karşılaştırmasında, dahası “Ronsard’ı Bâkî’den öne alıyorlar!” yakıştırmasını öne sürenlere sanırım verilecek en gerçekçi yanıttır budur. Bir toplum içinde yaşayan kişilerin hangi kanadı tutarsa tutsun kültürel kökenlerinin canlı kalmasında ortak tavır bilinçleri olmalıdır. Bu bilinçte buluşuyorlarsa ve de içtenlikle Bâkî’yi seviyorlarsa herkesin gönülcükleri rahat olsun, toplum yaşamında geçmişten iyice koparılmamışsa, kökleri alıp yeşertmek o denli zor değildir. Yeter ki bireyler, kendilerine düşeni yapmaya hazır olsun. Ben bir birey olarak, bir Köy Enstitüsü kökenli insan olarak yurdumun öteki bireylerinden, salt sıradanları bir yana, kendini olağanüstü Bâkî sever sanıp bunun kuruntusuyla gerdan kıranlarla ölçüşecek düzeyde, bir çok özveri sahibi gibi, hiç ayırım yapmadan(Beni etkilemeleri ölçüsünde)Divan şairlerini de sonrakileri de seviyorum. Yukarda değindiğim, değerli yazar Nurullah Ataç’ın “ Üstüne gidebilirsen Bâkî’yi de, Fuzuli’yi de, Naili’yi de okuyup zevk alabilirsin!” uyarısını hiç unutmadım,soranlara da hep önerdim.Varsın “Divan Şiirini,kendi gerçeği için değil de alkollu kafasıyla alaturka hanen delerin feryatları arasında yakalayabildiği birkaç mazmunun anlamını öğrenip,hanendeye yaklaşmak için gerekli görenler olsun. Hatta bunlar sık sık “Geçmişimiz,ulusal kültürümüz,hatta divan şiirimizi Nurullah Ataç kötüledi,kaldırdı!” desin.Gerçek, tüm öteki olgularda olduğu gibi “Alaturkalık, genlere işlemiş. Bu genlerle ortaya dökülenler kendi kendilerini uyarıncaya dek ulusumuzun çilesi sürecektir… Tekrar tekrar yazdığım gibi Köy Enstitüsü kökenliyim.Çok yokluklar içinde yetiştim.Bu yokluklar,para,pul yokluğundan çok öğretmen,kitap,zaman yokluğu idi. Bu nedenle yabancı dilim(Sözlükle metin anlayacak ölçüde Almanca) sınırlı kaldı.Çalışma yaşamımda bir yabancı dile de gereksinim duymadım.Anadilimi doğru konuşmaktan, öğrencilerime ana dillerini doğru öğretmekten öte bir kaygım olmadı.Otuz yıllık öğretmenlik sürecimi,öğretmen okullarında ve liselerde tamamladım.Aldığım takdir ve teşekkürleri anmak yerine sadece Samsun Ondokuzmayıs Lisesindeki görevim sürecinde(10 yıl) hazırladığım 2000 lise bitiren öğrencilerimin diplomalarındaki imzalarım ki bunların içinde sayılamayacak ölçüde,doktor,subay,avukat,prof,milletvekili olanlardan başka kurulan hükümet kadrolarında görev alanlar olmuştur.( Şu anda bu tür görevleri sürdürenler de bulunmaktadır).80.yaşıma yaklaşmış olduğum şu günlerde sormak gereğini duydum:
Şimdi ben bir sömürge aydını mıyım?
(*)Attila İlhan
İbrahim Tunalı
Küçük bir not daha…..
Attila İlhan ve onun gibi düşünenler için.
Günümüz insanı için anlamsız görünen,bu nedenle de pek üzerinde durulmayan bu tür söylemler,yazık ki geçmişte çok etkili oldu,suçsuz insanların gönülleri kırıldı.Bilindiği gibi sürekli söylenen sözler,gene gene yazılan yazılar,yakın ve yaklaşık anımsatmalar,insan belleğinde önce bir birikim yapar,giderek pekişerek derinlere kök salar.İlk bakışta ters etki bırakmakla beraber,”Tekrar bilginin anasıdır!”deyimi bu özellikler için söylenmiştir.Sokak sözüne dönüşmüş olmakla birlikte birine “Kırk gün deli dense,deli olur!” sözü de bu gerçeğin doğrultusunda söylenmiştir.Özellikle toplumsal konularda,kuşkulu tavırlar,imalı sözler,çarpıtılmış yorumlar,dinleyenlerde kolayca kalıcılığa dönüşebilir.Önce bir “Acaba?” oluşur.Arkasından kanma ya da inanma dediğimiz olay gelişir.Artık kişi tavır alma kıvamına gelmiştir.Usturuplu bir “Hop!” edilince, kendi inanmışlığı doğrultusunda kolayca devinime geçer.Kişileri giderek de toplumları bu yöntemlerle 1.Dünya Savaşı’nda çok yönlendirdiler.Özellikle bizim savaştığımız Arap ülkelerinde oraların halkları bizim karşımıza bu tür saptırmalarla çıkartılmıştı. İngiliz Lawrence yanındaki birkaç kişiye sonradan kahramanlıklarla onur madalyası gibi yükletilen sözüm ola başarıların altında bu tür hileler yatmaktaydı.2.Dünya Savaşı’nda ise bu yöntemler savaşan iki tarafça da bol bol kullanılarak savaş dışı toplulukları bile acıya boğdular. Kimilerinin Psikolojik savaş dedikleri bu yıpratıcı taktikler salt savaşan devletlerin silahı olmaktan çıktı, kişiler de sınırlı alanlarda birbirlerinin önünü kesmek için yeni yöntemler ürettiler. Böylece, Büyük Savaşlardan kalan SS,KGB,CİA,MOSAD vb kuruluşlarca kurumlaştırılmış bu psikopat sultası, çağımız insanının korkulu bir saptırıcı,ürkütücü kısacası umacısı durumuna dönüşmüştür.
“ Daha neler!”demek benim de usumdan geçmektedir.Yazık ki başka bir açıklama yolu bulamıyorum. Attila İlhan ve onun iz sürücüleri,temcit pilavı türünden Köy Enstitüleri’nde mandolinle Mozart çalındı deyip durmaları,anlamsız bir rastlantı değildir.Özellikle Attila İlhan bunları kitaplarına da aktarıp kalıcı bir vebal altına girmiştir. Gerçi bu yakıştırmayı daha önce Şerif Mardin C.H.P. eleştirilerine bir şaka amacıyla eklemişti ama Attila İlhan bunu Ş.Mardin’in o bilimsel büyüsü içinden “Mal bulmuş Mağrıbi ” sevinciyle kapması, şakayı şehka kılığına büründürmeye kalkışması kolay anlaşılacak türden bir tavır değildir. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından çok sonra doğanlar,bu kaynaklardan sözüm ona yararlanarak Arabın yalellisi türünden bunları alıp yazabildiler.Örneğin genç bir yazar( bozuntusu )yıllar sonra (Tempo-9 temmuz 1989)bolca çıplak kadın resimleri arasında “Köy Enstitülerinde Mozart’ı mandolinle çalarak köyleri kalkındıracaklarını sandılar!” diyebildi. Demek bu “o biçim yazarcık(!) okuduğu çocuk masallarından küçük beyinciğinde sakladığı Bremen Mızıkacılarının anı kırıntılarıyla Attila İlhan ağabeyinin(!)söylemini bir güzel harmanlayıp,belki de onlara kovboy filmlerinden simgesel olarak apardığı bir kovboy arabasını da ekleyerek,bunların köy köy dolaştığını kurgulayıp olamazlığına karar verdi(!)Böyle düşünenler, bu tür Hollywood filmlerine koşullu düş tutsakları haklı bence. Çünkü Hollywood arabalarına mandolin yakışmayacaktır. Bu tür Acar(!) eleştirmenlerin (oldukça) iri kafalarında kuşkusuz gitar vardır. Belki de Sterling Hayden’in arkaya eğik ve geniş kenarlı şapkası, gümüşlü parlak kemerleri, elinde görkemli gitarı, dörtnala kalkmış arabasında,(dizi dibinde Jean Greyfurt,) Coni Gitarı en etkileyici ses sonalitesiyle söylerken, irice kafadaki sağlıksız belleğe böyle bir iz çakılmışsa ne yapsın? Yeniden bir kurgu hazırlayacak değil ya! Kağnıyla bağlamayı zaten beyinciğinin öte tarafından atamamaktadır.”Şimdi ortaya bir de mandolin çıkarmanın sırası mı?” Ayol Ahmet Haşim ta 1930’larda demedi mi,kargalar bile sanıldığı kadar sayıyı kafalarında tutamıyorlar.Adam,”En akıllı karga ancak üçü iyi beller!” demiş.Ama “Dikkat! en akıllısı,demiş…Bunu şimdi insanların budalalarıyla karşılaştırmanın da âlemi yoktur!
Yukardan beri sergilemeye çalıştığım üzere, öğretmenin gerçek işlevi tümüyle göz ardı edildi. Bu kasıtlı bir saptırmadır, belli. Bunu yapanlara susarak yanıt vermeyi deneyenler oldu, biliyorum. Ancak bu tür yazarcıklar salt Köy Enstitülerini karalamakla kalmadı, köyün kalkınmasının gerekliliğini de karartıp, ipsiz sapsız laflar ettiler, etmeyi de hâlâ sürdürüyorlar. Bu tavırları bana ünlü Fransız yazarlarından Jules Romaıns’ın bir öyküsünü sık sık anımsatıyor.(Dirilen Şehir) Romancının ele aldığı belde(Tam bizim köyler gibi) Orta Çağ değişmezliği içinde, uygarlık gelişmesinden iyice kopmuş, tıpkı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ ı, Mahmut Makal’ ın Bizim Köy’ü düzeyinde, insanlar yaşamlarını biteviye sürdürmektedirler. Şöyle de diyebiliriz; İnsanlar ,insan türünün bilinç mekanizmasını ıskalamış, hayvansal dürtüleriyle, içgüdülerini karşılamakla yetiniyorlar. Günün birinde beldeye bir yabancı gelir, dolaşır, bu acıklı durumu görünce, üzülür, saatler geçtikçe üzüntüsü bir öfkeye dönüşür. Uğradığı genel tuvalette cebinden çıkardığı kalemle belde sakinlerine bir not yazar. Yazdığı açık açık onları aşağılama türündendir. Pisliklerini, tembelliklerini, iş bilmezliklerini, sayıp döker. Tuvalete girenler, yazıyı okuyunca çılgına dönerler.Olay çabucak yayılır,ihtiyacı olan,olmayan tuvalete koşup, yazıyı gene gene okurlar,okudukça da esrikleşip düşünsel yetilerini tümden kaybederler.İlk ortak tepkileri, yazanı yakalayıp cezalandırarak öç almaktır. Yazan bulunamaz. Doğrusu bulunamaz değil, bu yumuşuk insanlar, bu tür olaylarda,nasıl bir yöntem uygulanacağı konusunda yetersiz olduklarından doğru dürüst bir karar alıp aramayı da yapamazlar. Bir süre bu yazının silinmesi üstüne tartışılır ama silmek için de olumlu bir çaba gösteremezler. Zaman uzadıkça bu kez birilerinden yakınmalar başlar.Yakınmalarda ucun ucun,yazıyı yazanın doğru söyleyip söylemediği sorgulanmaya başlanır. Yazı silinmez ama insanlarda ilk tepkilerin tersine olumlu bir devinim başlamıştır. Bu devinim, hız kazanarak bir yarışa dönüşür. Herkes kendi işindeki eksikleri tamamlamaya yönelir. Giderek de iş temposu artar, belde de kısa zamanda çağdaş bir görünüm alır. İnsanlar iyiden iyiye meydanlardan çekilip işlerine dönmüşlerdir. Yarım yüzyıl önce okuduğum bu öyküyü hep düşünmüşümdür. Yanlış anlaşılmasın, bizim köylerin tuvaletlerine küfür yazmak şöyle dursun, kapılı tuvalet olmadığını bilmez değilim! Van, Karaköse, Bingöl, Malatya, Adıyaman, Hatay, Adana, Yozgat, Samsun, Ankara, Kırklareli, Tekirdağ ve son olarak çalıştığım İstanbul ve yörelerini karış karış gezmiş bir yurttaşım. Bu nedenle olacak köyler üstüne yazılan yazıların pek çoğunu okumaya gerek görmedim. Çünkü onlar hep eksik yazıldı, eksik yansıtıldı. Ancak Turan Dursun’un Kulleteyn’ini okuduğumu, bunun gerçeklerini gözlemlediğimi üzülerek söyleyebilirim.Bu nedenle ben,köyleri bir yana bırakıp Bab-ı Ali denilen” Kalem-Kağıt” köyünün kapılarına bir şeyler yazmayı düşlemiştim.İşe oradan başlarsam etkili olabileceğime inanmıştım.Yazık ki bunu gerçekleştiremeden Bab-ı Ali basını globallik teraneleri içinde gömlek değiştirerek bulut delenlere tırmandı.
Konumuzun özü, eğitim ve öğretimin çağdaş anlayışla yürütülüp yürütülememesi olayıdır. Öğretmen burada bir aracıdır; işlevi ise eline verilen programlara göre öğrenciye bir şeyler öğretmektir .Öğretmen bu işlevi kendini yetiştiren kurumlardan aldığı bilgiler ve kazandığı yöntemler ölçüsünde yapar. Bunun yapılıp yapılamadığını, yapılanın yararını, zararını gene devlet tarafından özel olarak yetiştirilen uzmanlar değerlendirir. Tüm uygar dünyada uygulanan bu sistem yurdumuz için de geçerlidir. Bir başka deyimle tebeşiri eline alıp tahtaya A.B.C yazan bir öğretmen bilir ki, Milli Eğitim Bakanlığı makamına oturmuş kişi, onun müsteşar, genel müdürleri, T.T. Kurumu üyeleri, müfettişler, illerdeki makamlar, varsa okulunun yönetimi onun bu işi yaptığını onaylamaktadırlar. Bu devlet çarkı, bu düzene uyamayan istisnaları çabucak saptayıp saf dışı etmektedir. Burada kişisellik, kitlesellik, gurup ya da o kökenli, bu kökenli ayırımı söz konusu edilemez. Ayrıca T.C. kurulduğundan bu yana Milli Eğitimin tüm katmanlarında bilinen ve benimsenen bir slogan vardır; ”Meslekte Aslolan Öğretmenliktir!” Bu sloganı duyan öğretmen ilk dersinde bile müsteşarlığa çıkma hayalleri kurmaya başlayabilir, basamakları başarıyla çıkabilirse hayali gerçekleşir. Bu büyük çarkın içinde taraf tutmalar, kayırmalar olabileceği kuşkusu, istisnalar için varsayılabilir. Ama bunların sınırlı kalabileceği, sürgit uzatılamayacağı düşlenir. Çok önemli bir konu da Köy Enstitüleri için çıkarılmış yasalardır. Özellikle bunlardan ikisi 3803 ve 4274 sayılı yasalar tüm tarihimiz içinde hazırlanmış en ayrıntılı en açık iş bölümünü en güzel düzenlemiş yasalardır. Öncelikle 3803 sayılı yasanın hazırlanış nedenleri üstüne açıklanan öneriler, T.B.M. Meclisinde tartışılırken ileri sürülen uyarılar ve beğeniler, içinde bulunduğumuz keşmekeşe dönüşmüş eğitim sorunlarını rahatlıkla çözecek ilkeleri içermektedir. Bu yasalar artık Köy Enstitülerinin değil T.B.M.M. nin, yani Türk Ulusu Kültür zincirinin halkalarıdır. Bu nedenle açıkça diyorum ki, ökseye yakalanmış kargalar gibi Köy Enstitüleri üstüne yaygarası tutturmuş olanlar bunları şimdiye dek yok saydılar. Bu sağlam kaynaklardan,bundan böyle konuya iyi niyetle eğilecekler,günümüz eğitim sorunları üstüne çözüm üretmek isteyecekler, kesinlikle bu güzel çalışmaları gözden geçirmelidir. 1946-1980 arası Milli Eğitim Bakanlığı örgütünde eleman yetiştiren kaynaklara göre bir araştırma yapılmasını hep beklemişimdir. Bu yapılırsa,15 000 dolayında Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenin kaçı, Milli Eğitim Bakanlığı yönetim basamaklarında görev aldığı sayısal olarak ortaya çıkacaktır. Daha doğrusu bunu ben aşağı yukarı biliyorum da bunu, halkımızın öğrenmesi önemlidir. Günümüzden geriye doğru özellikle 1980 öncesi, sonrası diye bir ayırım yapıp karşılaştırılırsa bence 1980 öncesi daha sağlıklı bir süreçtir. İşte bu süreçte Köy Enstitüsü çıkışlıların payı büyüktür. Tüm illerin geniş yönetim kadrolarında öğretmenlik dışında, müfettiş, birim yöneticisi olarak onlar bulunmaktadır. Bu dönemde her şey gül gülistan oldu, demek istemiyorum. Yönetimin başındaki politik entrikacılar hep vardı ve bunlar karşıt kanatça hep kullanarak huzursuzluk sürdürüldü.. Sözgelimi bu dönemlerde bakanlık makamına oturan Tevfik İleri, Celal Yardımcı ,İlhami Ertem, Ali Naili Erdem,Celal Ferit vb. türü insanlar öğretmenlerle cebelleşmiş,Öğretmenler bir çatı altında toplanmışken Milliyetçi Öğretmenler zuhuratı çıkarılmış,öğretmenlerin sendika isteği,yürürlükteki yasal hakları gasp edilerek reddedilmiş,üstüne üslük on binlerce öğretmen yerlerinden edilerek mağdur duruma düşürülmüştür.Öğretmenlerin değişmesi sürecinde öğrenciler ne yapmıştır?İşte eğitimin yurt çapında çökmesinin asıl nedeni budur.Bu da, olayları çatışmalara çeviren politikacıların sınıfında çalışan öğretmenin esas işlevine saygı duyulmamasından,onu küçümsemesinden kaynaklanmaktadır.”Asırlar boyu ihmal edilmiş Anadolu Köyü!” diye söze başlayan politikacı,okullarında çocuklarını okuturken ilgilenmemiş ama,seçim meydanlarında onları yermekten de geri kalmamıştır.Günümüz değerleri ölçüleriyle bakılsa Köy Enstitüleri ile oralardan yetişmiş öğretmenlerin mucize söylemleriyle anılması,kesinlikle bu günkü görevlilere örnek gösterilmesi gerekir.Kehanete gerek yok,bu bir gün kesinlikle yapılacaktır.Birileri bu tür yorumlara gerek görmemekte diretmektedir.Onlar,sık sık “Köyler mi? Onlar kalkındılar, bakın hepsinde tv. var, dizileri izliyorlar, Eşli’yi beğenip(Dallas) evlenmesi için Viktor’a fask çekenler bile oluyor. Kalkınamayanlar da kendileri kalkınsınlar!”
Bunlara benim de ekleyeceğim bir önerim var. Madem ki TV. çağındayız, T.V. programlarıyla dersler bile yapıyoruz. Öyleyse şu güzel İngiliz yıldızı Elizabet Mondgomeri, hani burnunu oynatınca her şeye sahip oluyor ya, işte ondan burun oynatarak kazanmayı da öğrenin. Zaten kıvırmak konusunda ustasınız bir de onu ekleyiverin. Böylece hem “Okullar olmasa, Milli Eğitimin işleri tıkırında yürür” diyenlerin torunları olduğumuzu kanıtlamış olursunuz, hem de geceleri çöplüklerdeki poşetlerin açılıp dağıtılması önlenmiş olursunuz.
Herkesin bildiği bir buyruk,Kutsal Kitabımız “Oku!” imiyle başlar.Dinsel anlamlarını bir yana bırakalım,bu her kişi için de geçerli, tartışmasız yetiştirici bir uyarıdır.Zaman zaman bu tür uyarıları başkalar da yapmaktadır.Ben bunların içinden bir tanesini özellikle seçip anımsatacağım.Çünkü bu,yumuşak bir söylem içinde, hem bir uyarı hem de aşağılayıcı bir kin içermektedir.Bu nedenle okumadan,yeterince inceleme yapmadan yazı yazanlara ben, Nazım Hikmet’in “Bir Provakatöre Cevap!” adı ile yazdığı ve Peyami Safa’ya nefretle söylediği “OKUMAN LAZIM EVLAT!”uyarısını seçtim. Köy Enstitülerini eleştirenler, içinde yaşadıkları bu topraklara dağılmış insanların yaşamlarından habersizler; çünkü okumuyorlar. Bunlar tıpkı onları yetiştiren ağababaları gibi at gözlüklerini takmışlar bakar numarası altında salt konuşuyorlar. Ağababaları Ebubekir Hazım Tepeyran’ları, Halit Ziya’ları, Sadri Ertem’leri, Halide Edip’leri, Yakup Kadri’leri, Reşat Nuri’leri nasıl ıskaladıysa bunlar da Fakir’den, Makal’ dan,T.Apaydın’ dan ,Osman Şahin’den geçtik, Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Tarık Dursun’u, Tahsin Yücel’i bile okumuyorlar. Okumamaları bir yana, TRT ekranlarında gösterilen uyarıcı sahneleri izleseler, hiç değilse belli bir fikir edinirler.
Yıllar önce emekli bir Milli Eğitim Bakanlığı müfettişinden(Osman Yüksel) dinledim. Müfettiş, Köy Enstitülerinin çok didiklendiği bir dönemde teftişe başlamış, Köy Enstitüleri üstüne fazla bir bilgisi olmamasına karşılık genel söylemler etkisiyle Köy Enstitülerine soğuk bakıyormuş.Yanlarında işe başladığı deneyimli meslektaşlarının da kanıları bu doğrultudaymış. İlk izlenimlerinde oldukça olumsuz gözlemleri olmuş.İki öğretmenli bir okulda biri Köy Enstitülü biri Öğretmen okulu çıkışlı öğretmen çalışıyorsa kesinlikle huzursuzluk bulunuyormuş.Yaptığı gözlemler giderek onun için uyartıcı sonuçlar vermeye başlamış..Her olayda bir çomak sokulduğunu sezinlediği halde,bunun görmezden gelinerek kapatıldığı kanısı gün günden artmış.Değişik köylerde aynı kökenli öğretmenlerde bu tür tartışmalar görülmüyormuş.Barış çağrılarında ise çoğunlukla Köy Enstitülülerden ödün isteniyormuş.Kendisinden istenen ödüne yanaşmadığı takdirde de, tüm suç Köy Enstitülüye yamanarak ceza uygulamasına gidiliyormuş.Böylesi birkaç olayı saptadıktan sonra müfettiş, tüm olaylara kuşkulu gözle yaklaşıp değişik yöntemlerle çözüm aramış.Tanıkları kendi seçmiş,soruşturma yerini ve zamanını kendi saptamış,en küçük ayrıntıların bile üzerinde titizlikle durup sözleri belgelere bağlamayı yeğlemiş.İşin içine belge girince, müfettişe her olayda yardımcı olmaya kalkışan gönüllülerin(!) ortadan yok olduğu görülmüş.Bir süre sonra ise yönetim sorumlularıyla müfettişin arası açılmış.Müfettiş geniş yetkili ve merkeze bağlı (Ankara)olduğu için hiçbir zarar görmemiş ama bu olaylar içinde unutulmaz izler bırakmış;otuz yıl sonra anlatırken bile kendi kendine gene soruyordu,”Ben o milli eğitim müdürüne ne yapmıştım ki? Bu sayın emekli müfettişin, unutamadığı ilginç bir olayı eklersem sanırım anlatmak istediklerime katkısı olacaktır. Genç bir öğretmen köyünde iki yıldır ,çalışmaktadır. Evlidir, tatilde de köyde kalıp bahçesinde çalışır. Kendi köyünden birkaç köy ara bir köyde öğretmendir. Yakın köylerden olması çalıştığı köye uyumunu kolaylaştırmıştır. Köy merkez bir yerde konumlandığından bir de jandarma karakolu vardır. İki yıldır öğretmenle hiç kimse arasında bir sorun çıkmamıştır. Öğretmen kitap okumayı bir tutkuya dönüştürmüştür. Tek kitap bağlantısı da, tüm öğretmenler gibi Varlık Dergisi aracılığıyla Varlık Yayınlarıdır. Yaşar Nabi Nayır’ın o güzel buluşu bir liralık kitaplardan getirtir. Bunlar arasında büyük adamlar dizisinden J.J.Ruso’da vardır. Yakın köyde çalışan arkadaşı geldiğinde okumak üzere bu kitabı alır. Bir süre sonra jandarmalar, kitap veren öğretmenin evini basar, soru sual etmeden öğretmen önce karakola, sonra da ilceye götürülür. Olay köyde bomba etkisi yapar. Vakit akşamdır, bu tür durumlara hazır olmayan öğretmenin genç eşi hamiledir, düşük yapar. Köyde olumsuz yorumcular, uğursuzluk düşkünleri, yardıma koşanları durdurmaya kalkar. Sessiz sakin köy bir iki saat içinde öğretmen düşmanı oluvermiştir. Öğretmen ilçeye karakol gezerek götürülür. Uzun beklemelerden sonra komutana çıkarılır. Komutan genç bir üsteğmendir. Suç unsuru kitabı öğretmene göstererek:
-Bu kitap senin mi? diye sorar. Öğretmen kendinin olduğunu ancak bir arkadaşının okumak için kendisinden aldığını anlatır. Komutan jandarmaları da dinledikten sonra kül kesilmiş bir yüzle öğretmene döner,ağlamaklı bir sesle özür diler, komutanlık jipi ile öğretmeni okuluna gönderir….Olay bura kapanmaz. İlçede duyulur duyulmaz, merkez milli eğitim müdürlüğü(O zaman maarif memurluğu)olaya el koyar.Onlara göre öğretmen suçludur,böyle bir duruma düşmesi affedilemez.Soruşturmalar başlar,ne hikmetse sorular hep öğretmene gelir,öğretmen yanıtlar verir.Son sorular son savunma içindir,kendisi meslekten atılacaktır.Öğretmen oldukça bunalmıştır,kısaca yanıt verir:”ATARSANIZ ATIN,ZATEN SAYENİZDE(!) ÇALIŞMA GÜCÜMÜ YİTİRMİŞ BULUNUYORUM!” Bir rastlantı müfettiş gelmiştir, olaya el koyar. Olayı önce söyleşi havası içinde maarif memurundan dinler.Yanıtlar gerçekte nasıl olduysa öyle anlatılır. Ancak olayı anlatan kişi burada durmaz yorumlarını ekler.Yorumlar müfettişe de ders şekline döner:
-Nene gerek senin Ruso,(Russo) nene gerek senin okuma! dedikten sonra “İyi ki işe el koyan onbaşı gibi hassas insanlar var, milli hisleri daha kuvvetli birine düşseydi felâket olurdu. Böylesi görev severleri kötülemek için söylemiyorum, onlar olmasa başımıza neler gelir neler?Gene de onların hassasiyeti sayesinde huzur içinde yaşıyoruz,çok şükür!Öğretmeni kastederek,yoksa bu adamlar okuma uğruna başımıza daha ne çoraplar örecekler!Müfettiş şaşkındır,dinler..Yanıtlayan kişi ilçe okullarının genel sorumlusudur.Öğretmenin okulu 3-4 gün kapalı kalmıştı,Öğretmen görevinden uzaklaştırılmış,öğretmen köy halkı karşısında küçük düşürülmüş,eşi, çocuğundan olmuş,üstelik öğretmenin suçsuz olduğu anlaşılmış,böyleyken başındaki yönetici neler konuşuyor! Müfettiş suçlu gibi susar, bir an kendini duygusuz, yetkisiz, kararsız bir kişi olarak duyumsar. İle gidince ilk işi ilce yöneticisinin dosyasını incelemek olur. Dosya bomboştur. Müfettiş bunun anlamını bilir, geçmişi karanlık, politik dürtülerle, ağa, paşa payandalarıyla makamda oturmaktadır. Müfettiş gene de bir belge bulup değerlendirir.Bu bir zarf içinde bir kart ve bir rasgele yırtılarak eklenmiş nottur. Kart parti başkanından ”Adamımızdır!” .. belediye başkanı. ”Kardeşimizin isteğine dikkat buyurun!(Ne demekse?)Öğretmenin henüz bir yıllık dosyasında ise başarılı bir ilk yıl çalışması yaptığı için İlköğretim müfettişliğince doldurulmuş teftiş raporu,okulunu,bahçesini,okul demirbaşlarını koruduğu için teşekkür belgesi.İşte bir belge de bu. Bu bir kişinin beyanı olarak da ele alınabilir,bir genel değerlendirme için de…Bu konudaki seçimi yapmak için bence, bugün içine düşülen eğitim çıkmazı karşısında Milli Eğitim Bakanlığının acıklı durumuna bakmak yeterli olacaktır.
Cumhuriyet Gazetesi okurlarının bunları çok iyi bildiğinden kuşkum yok. Ben de neredeyse Cumhuriyet’in 50 yıllık okuyucusuyum. Mahmut Makal-Bizim Köy, Fahri Tatavla(Kurtuluş)-Cumhuriyet, Yücel-Öner davalarını sürecinde (8 Nisan 1950) başlayan bu izleme aralıksız bu günlere geldi. Belki de bu çok uzun sayılacak yakınlık nedeniyle gazetemde çıkan kasıtlı aktarmaları saldırganlık sayıp irdelemeye çalışıyorum. Köy Enstitülerinde okuyanlar, bu okullardan birer delikanlı olarak yurdun dört yanına dağıldılar .Doğal olarak onlar da birer yuva kurdular, eşleri, çocukları oldu. Hep birlikte kurdukları ailelerinin mutlu yumağını örmeye çalıştılar. Böyleyken baştan beri yakındığım yergiler, sürgitsin havasıyla” Eski hamam eski tas!”olarak kaldı.Kaldı ama etkileri “Aile boyu” tedirginlik yarattı.Ne denli umursanmasa,”İt ürür,kervan yürür(!) dense de yergilerin kimileri, aile içi bireylerde ”Acaba!” kuşkusu uyandırdı.Bunların bir süre sonra kesinlikle aşılacağını,nitekim aşıldığını da biliyorum.Ama bunlar niçin yapıldı,niçin yapılıyor?Bu ailelerden binlerce oğul,kız yetişti,onların da çocukları doğdu,yetişti, yuvalar kurdu.Dedeler,babalar,oğullar,derken torunlar, onlarında tekrarı bir insan zinciri oluşturdu.Belki zincir sözü de az, aileler arası bu tüm yurt alanında bir katman oluşturdu.Sözü şuraya getireceğim; benim severek okuduğum bir gazetede bir yazar, başka başka yerlerde daha önce yazdığı bir yakıştırmayı bir daha benim önüme getirince nasıl tepkisiz kalabilirim? Önümde gazetem, nasıl bir raslantıysa gazetenin yanında bir İstanbul sanat olayı davetiyesi. Opera, Wolfgang Amadeus Mozart: Saraydan Kız Kaçırma. Davetiyenin köşesinde bir not. Yurdumuzda Opera nın19.tekrarı.Bu sayı sahne tekrarı değil 19 yıldır aralıksız olarak Topkapı Sarayında gösterime giriyormuş. Gazeteme bakıyorum, bir yazar: ”Mandolinle Mozart çalarlardı!” deyip küçümsüyor. Küçümsemek ne, düpedüz alay ediyor. Gazetenin başlığına bakıyorum, Cumhuriyet, kurucusu, Yunus Nadi, başyazarı, Nadir Nadi. Bu ad beni alıp yılar ötesine götürüyor.6-7-8 Nisan 1950 14 Mayıs seçimleri hazırlığı sürüyor. Cumhuriyet, yurdu 4 bölgeye ayırmış. Dört Cumhuriyet yazarı bu bölgelerdeki yurttaşlarla konuşup kamu oyu yoklaması yapacak. Adana ve yöresini izlemeyi Nadir Nadi üslenmiş. O günlerin geleneği, konuklar ilçelerde kaymakamları, illerde valileri öncelikle ziyaret ederler. İskenderun’da görevliyim. Gerek duydukça köy okullarının teftişlerini, öğretmenlerin rehberliğini yapıyorum. Köyleri gezmek o günlerde oldukça zor. Bu nedenle çok değerli insan, kaymakam Mahmut Gürlük’ ün bir “evetiyle,, arabası olan dairelerden yararlanıyorum.(Tapu dairesi, Tarım dairesi, Sıtma Savaş vb. jipleri)Ayrıca Sosyoloji öğretmenim Doç.İbrahim Yasa sık sık geliyor, (Kaymakam Mahmut Beyin eniştesi olduğundan beni bir bakıma onun korumasına bırakmıştı.)toplumsal konularda çevre araştırması yapıyor, gezilere birlikte gidiyoruz. Bir rastlantı İbrahim Yasa’nın bulunduğu bir gün Nadir Bey geldi.Kaymakam Mahmut Bey gibi doç.İ.Yasa da Cumhuriyet okuru.O günlerin politik esintileri içinde gerçekten özlenilen bir karşılaşma oldu diyebilirim.!.Gerçi gelenekselleşmiş bir anlayış sürmekteydi,çalışan memurların hepsi iktidar partisi yanlısı gibi algılanıyordu.Böyleyken Nadir Nadi, Cumhuriyet Gazetesi olarak algılanıp saygıyla karşılanmıştı. (Nadir Nadi, D.P destekliydi) İşte bu sıcak karşılaşmada bana da bir görev düştü, Nadir Bey birkaç okul görmek istemişti. Bu okulların hiç değilse biri teknik okul olmalıydı. Nadir Bey, o günlerin en seçkin oteli Alevli Palas’ta kaldı. Bir gece merkez okulları öğretmenlerinden bir grupla konuştu. Bir gece kendisiyle tanışmak isteyenlerle sohbet etti. Benimle de bir gün, İskenderun’a yakın köylere(Akçay_Karaağaç )köylerine geldi. Bir gün de merkezde açılan (Şükrü Kanatlı konağı) Diçki-Dikiş kursu ile Fransız yapısı Mithat Paşa okulunu, okul bitişiğindeki kitaplığı gezdik. Mithat Paşa okulu oldukça görkemli bir yapı idi. Fransızlar oldukça donatmış olacak araç-gereci olağan üstü denecek boyda. Kalabalık öğrencisine karşın okulun üst katları boş. Bu nedenle de ben bu okulun üst katında kalıyorum. Bunu söyleyince Nadir bey, biraz da şaşırarak, ”Bekârsın, kendini neden böyle kapatıyorsun?” diyerek nerdeyse acıyan bir sesle sordu.Ben “Piyano var,ilk geldiğimde Milli Eğitim Müdürü Nabi Taşar’a piyano çaldım,beğendi,benim burada kalmama izin çıkarttı,ayrılırsam piyanodan yararlanamam!” deyince Nadir Bey sevinçle ”Sahi mi, piyano mu çalıyorsun?Piyanon nerede? diye sorular sordu İlginçtir,birden bana karşı tavrında bir değişme sezdim..Piyano, okulun sürekli sergi salonu olarak yapılmış, akustiği iyi bir bölümdeydi.Nadir bey kapıyı açınca doğru piyanoya gitti.Ben oturacak sandım,oturmadı,üstünde notalara baktı,Notaların büyük bir bölümü sanırım Fransızlardan kalmıştı,Nadir bey dikkatle çevirdi,bana dönerek,”Bak Mozart!” dedi.Mozart ‘ı sevdiğim için çoğunlukla onu çalışıyordum.Oturdum,iki sonatından birinin başını birinin sonunu çaldım.Nadir Bey, nota kağıtlarına bakmadan çaldığım sonatların Köhel numaralarını 331,545 diye söyledi. Elinin parmak uçlarını hafif dokunur gibi omzuma koydu,yavaş bir sesle,”Haklısın,sen buradan ayrıma!” dedi. “.Anladım:
-Mozart’ seviyorsun ama Mozart müziği için neler biliyorsun? diye sordu.Ogünler Altın Zincir diye bir kitap okumuştum,orada yazar, Mozart’ı çok övüyordu, ondan söz ettim.Nadir Bey koluma girdi,üçüncü kattan bahçeye dek Mozart müziği için övücü sözler sıraladı.7/Nisan/ 1950, gözümden sisler dağılıyor. Yıllar geçiyor, geçiyor ama Nadir Bey sanki o indiğimiz merdivenlerdeki sakin sesiyle salt Mozart’ı değil sonraki yaşamımdaki evreni doğru algılamamın yollarını anlattığını duyumsadım. Yıllar çabuk gelip geçiyor, bir de baktım 1976 olmuş. Çok güzel bir olayla karşı karşıyayım AKM’ de Mozart, Don Giovannı oynuyor. Nadir Bey var, gördüm ama yalnız değil, ben de yalnız değilim, eşim kızlarım. Operayı biliyordum ama bu denli güzel oynanacağını ummuyordum. Salt bu düşüncemi söylemek için yaklaşmak isterdim, olmadı. İçim ezik olarak eve döndüm. Sabahleyin gazetede Don Gıovannı’ için yazdığı yazıyı görünce içerek okudum. O denli beğenmiş ,o denli güzel anlatmış ki, izleyici azlığından(Havanın çok soğuk olduğu bir gündü) yakınması bile yazının etkisini azaltmıyordu. Türk Dil Kurultaylarında az da olsa görüp konuşabilmeme karşın, Mozart konusunu hiç açamamıştım. Ben Mozart’a devam ediyordum, piyanoyla değilse bile plâkları, teypleri, videoları birbirine ekleyerek Mozart “Köhel” dizisini tamamlamak üzereyim..Fırsat bulsam da Nadir Bey’e bu Mozart sevgimi iletsem diye düş kurarken yine bir nisan günü bu kez beş gün gecikmeli 12/Nisan/1986 “Dostum Mozart” Bir arkadaş hediyesi, imza Nadir Nadi. Demek benim 36 yıllık acabalarımı, Nadir Bey’de derinliğine ve içtenlikle yaşamış, sözden eyleme geçirerek yazıya dönüştürmüş. Belli ki Nadir Bey Mozart’ı benden çok sevmiş. Duyarlı insan Nadir Bey,7/Nisan 1950 gününe bir daha gittim. İskenderun-Şükrü Kanatlı Konağında açılan Biçki-Dikiş Kursu, genç kızlar. İlginç, Rum, Arap, Türk, Musevi. Ama hepsi pırıl pırıl çalışan genç değerler.Dil ve görünümleri gibi karşılıklı sıcak ilişkileriyle de hepsi Türk. Nadir Bey, biraz suskun gibi ama ilgiyle çalışmalara bakıyor. Çalıştırıcı öğretmen, nerdeyse çocuklar yaşında, o denli genç bir öğretmen, Leman Karagüzel. Nadir Bey, nereli olduğunu soruyor. Leman Hanım, İstanbul’dan gelmişti.”Kadıköy’lüyüm!,, Nadir Bey, heyecanla soruları sıralıyor. Leman Hanım Nadir Bey gözünde Çalı Kuşu Feride simgesine dönüşüvermişti. Çıkınca da doğru gazeteye Leman Hanımın çalışmaları hakkında notlarını gazeteye gönderdi. Nadir Beyin olumlu duygularına 8/Nisan/1950 günkü Cumhuriyet okurları ortak oldu. İskenderun, seçim öncesi partilerin heyecanlı söylemleriyle çalkanıyor. Genç D.P. toplantı yapıyor, partinin ağır topları, RefikKoraltan, Zamanın ünlü hatiplerinden Müfide İlhan, Tarık Mümtaz Göztepe, meydanda konuşurken kendisi de seçime girecek olan Nadir Bey ise doğru P.T.T. binasına girip Biçki-Dikiş kursunun çalışmalarını gazeteye dikte ettirdi.
Puslanan geçmişten sıyrılarak elimdeki gazeteye bakıyorum. Elimde bir davetiye var. İstanbul Sanat Festivali açılışı-Nejat Eczacıbaşı
Gözlerim bir gazeteye bir davetiyeye kayıyor.Davetiye yurdumuzun saygın ve sanatsever kişilerin öngörüsü doğrultusunda yapılan etkinliklere onur vermekten söz ediyor..Tarihsel bir mekan içinde geçmişimizle ilgili kimi değerlerimizi,bizden olmayan ve saygınlığından kuşku duyulmayacak ölçüde ünlü bir kişi tarafından yorumlanmakta.Bu kişi Mozart.Saygın bir kurumun 19 yıldır gösterime değer gördüğü,ünlü tarihimizin acı-tatlı anılarla yüklü Topkapı Sarayımızda verilen bir şölen.Gözümün biri açılmış, Cumhuriyet gazetesinin ilk sayfasındaki başlığa bakıyor,öteki de arka sayfanın alt köşesindeki Söyleşi köşesine takılmış durumda.Gazetenin başındaki Nadir Nadi yazısı,Dostum Mozart’la yer değiştiriyor.O gidiyor,bu kez de Dostum Mozart-Nadir Nadi birlikte yarı dumanlı,yarı aydınlık gözlerimde Bunlar değişirken opera öne çıktı.Nedir bu operada bizimle ilgili olan?Herhalde Mozart’ın hayal ettiği saray,Topkapı Sarayı değildir.Sonunda buldum,Selim Paşa ve uşağı Osmin. Selim Paşa sağduyusu olan bir kişi,çevresindekilere buyruk yağdırıyor,gönlünü de,tıpkı parası gibi dilerse harcıyor,harcamak istemeyince de kendini tutabiliyor.Tıpkı Top kapı Sarayında sanat şöleni yapılmasına önayak olanlar gibi. Peki, Osmin nasıl bir kişi? Emir kulu. Paşa ne derse onu yapan.Salt bu kadar mı?Bir de paşanın olmadığı zamanlar paşa adına yaparmış gibi davranarak , kendi çıkarı için her türlü hileye baş vuran bir yapıda.Cahil, diye adlandırılıp hoş görülecek türden değil,cahilliğin çok ötesine taşan, acımasız,gününü gün etmeyi yeğleyen bir bencil.Örneğin bu bencil adam önce bir aşk numarasıyla kadınlara yaklaşmak istemektedir.Bunu tutturamayınca işi paraya çevirmekte,bu da olmayınca , içkiye fit olup sızasıya içerek zom olup rahatça devre dışı kalmayı içine sindirecek ölçüde tıynetsiz.Düşük tavırlar,silik kişilik ve sonunda yıkılıp ortadan çekilme!.Selim Paşa, doğal durumuyla da kararlı, kendine güvenli,saygın bir kişilik sergilemektedir.”Dediğim dedik!” durumunda görünüm takındığı süreçlerde bile,gerçeği görmeye teşne tavırlarını, karşındakilere bildirebilecek duyarlığını gizlemiyor.Sonuçta Selim Paşa gönlü geniş,konumu görüntüsü aksine insancıl bir kişilik sergileyip, kendinden bekleneni yapıyor.Benim amacım Mozart operasını anlatmaktan öte, buradaki ikilemi bizim basın olayına aktarmaktır.İstanbul Sanat Festival’i bir bölük sanatseverin elbirliği ile oluşturduğu benzeri az görülen saygın bir kuruluşun,sevenleri için özlemle beklenen olağanüstü etkinlikler demetidir.Yılda bir yapılır,süresinin kısalığından yakınılır,çabuk bittiğinden söz edilerek,ardından bir yıl konuşulur.
Önayak olanların arasında sayısız büyük kuruluşun sahipleri,yöneticileri vardır.Kuşkusuz Türk basının da bu etkinliklerde payı küçümsenemeyecek ölçülerdedir.. ”Falan gazetenin sahibi, filan gazetenin yazarı burada görünüyor,maddi,manevi desteğini sürdürüyor!” gibi ayrıntılara girmeden,olaya topluca değinip anımsatılması yeterli olacaktır sanırım.Ne var ki uygulamada, bu saygın kurumun etkinlik esintilerini halk yelpazesine iletecek olan kimi gazeteler rahatlıkla beklenenin tersini yapmaktadır. Halkın çok çok beğenisini kazanan etkinliğin bile gereksizliği üstüne tartışmalar açılıp, kimin adına yapıldığı anlaşılamayan, yargılamaların uzayıp gittiği görülmektedir.Örneğin operanın bizim geçmişimizde olup olmadığı vb. Çok benzerlik kurduğum için konuya değindim.Örneğin” Mandolinle Mozart Çalma” sözünü ben bu bağlamda kendi açımdan( ilginç, dolaylı olarak da) incitici buluyorum.Burada “Tavşana kaç,tazıya tut!” tekerlemesi mi sahneleniyor,yoksa Hababam Sınıfı havası, toplumun her kesimine yayılmış,baştankara yargılamalar,durgun denizlerde gereksiz fora mı ediliyor?Yoksa patronlar Selim Paşa rolünde, kimi gazeteciler Osmin’i mi oynuyor? Gerçi bir başka açıdan seviniyorum; Mozart bir kez daha gözümde büyüyor.Opera 1782’de bestelenmiş.Mozart’taki ne mene bir büyük öngörü ki,Selim Paşa neyse ne de, Osmin’i “Cuk!” deyip 1980-90 Türkiye ölçülerine uyacak bir tipi,sahneye çıkarmış.Rahmetli Nadir Nadi,sağ olsaydı bu kez kesinlikle kendisine ulaşıp.” Dostumuz Mozart,o, olağan üstü sezgisiyle bizi ne güzel düşlemiş!” diyecektim. Çok iyi biliyorum, o da “Ne diyorsun, Mozart bu işe bozulabilir, çünkü o Osmin’i nadir bir yaratık olarak düşlemişti. Tüm operalarındaki kişiler böyledir. Oysa bizdeki Osmin’ler binlerle, on binlerle, sayılamayacak ölçüde çok, sürüsüne bereket(!)” deyip acı acı gülecekti Gerçekten,Operanın öteki kişilerinden hiç kimseyi içimizden birisine benzetemezken Osmin tıpkı karşımızdakilerden birileri;efendisine yaranmak için var olduğuna inanmış,dalavereci,dümenci,riyakar,çıkarcı.Buna karşın “Pıs!” deyince de pörsüyen bir yaratık.
Küçük torunum çoğu kez anlatmak istediklerini yarıda kesip “Tamam mı?” diyor. Yaptığının da ayırdında! Bu onun ağzında doğal olarak başka bir güzellik kazanıyor.
Yanılgıların bağışlanması insancıl bir duygudur.Zaten Atalarımız ”Kem söz sahibine aittir!”demişler.Kuşkusuz bunlar birer sözsel tepkidir.Böyle olmakla beraber,kesinlikle günümüzde de gerçekliği sürmektedir.Ben burada,SON KEZ, BİRİLERİNİN BAŞLARINDAN PEK ÇIKARMADIKLARI ŞAPKALARINI ÖNLERİNE KOYARAK, BU OLAYI BAŞTAN SONA USUNDAN GEÇİRİP BİR DAHA TEMYİZ ETMESİNİ ÖNERİYORUM!... Tamam mı?
12/6/1998
Bakırköy
Ad:Şekerevler,Yol aç Sk: 5/9
Tel:542 59 14