Sevinçler - Korkular
21 Kasım 1938 Pazartesi
Böyle bir sinir sırasında uyandım. Meğer kalk zili zamanıymış, az sonra çaldı, İlk ders günümüz, herkes sevinç içinde kalktı. Hepimizde ilk heves, ilk sevinç. Akşamki korku bende de yok oldu ya da azalmış durumda. Etrafımdakilere göre daha suskunum, bunun ayırdındayım. Rüyamda gördüğüm arkadaşım Zakir’e öfkem sürüyor gibi. Kendi kendime de sinirleniyorum. Ben hiç değilse rüyamda A ile karşılaşmayı umarken karşıma Zakir çıkıyor. Üstelik A’yı unutmuş gibi davranıyor. Ne arkadaşlık!
Kahvaltıdan sonra tören yapıldı, Müdür Bey konuştu. Öğleye kadar kültür dersi öğleden sonra sanat dersleri. Derslere girecek öğretmenler belli oldu:
Türkçe-Tarih, Yurtbilgisi: Fikret Madaralı,
Matematik, Ticaret: Ahmet Gürsel,
Coğrafya, Tabiat Bilgisi: Sabit Soysal,
Müzik: Adem Gürçağlayan,
Beden Eğitimi: Ömer Tunalı,
Tarım Bilgisi: Salih Ziya Büyükaksoy,
Yapıcılık: Hasan Çevik-Namık Ergin,
Marangozluk Bilgisi: Naci İnan, Hamdi Bağ.
İlk dersimiz Türkçe oldu. Değişebilirmiş, şimdilik bu program uygulanacak dediler. On gündür geçici olarak oturduğumuzu söyledikleri derslik bizim sınıfın gerçek dersliği oldu. Kapı üstüne 6. sınıf yazılmış:
Edirne- Karaağaç, anfi şeklindeki ilk dersliğimiz
Büyükçe bir salon, kapıdan arkaya doğru yükseliyor.Yer değişikliği yapıldı,en arkada oturuyorum.Kısa boylular önde oturacakmış. Böyle olunca ben nerede olsa en arkada oturacaktım. Mehmet Yücel bizim sınıf için “Anfi” dedi. Ne demekse? Gözlerim kapıda. Türkçe öğretmeni Fikret Madaralı, elinde bir yığın kitapla geldi. “Hayırlı olsun” dedikten sonra daha önce nerelerde öğretmenlik yaptığını anlattı. Defterlerimizi açtırdı, herkes kendini tanıtan yazı yazdı. Adı, soyadı, köyü, kenti, yaşı, anne babası, yaşayıp yaşamadığı, kardeş sayısı, ilkokulu bitirdiği yıl. Sıra ile okuttu. Ben okuyunca güldü. ”Sen 66, sen çok zorlanacaksın, bak söylemedi deme, ben kayıt yaparken de söyledim, gene söylüyorum, senin çok çalışman gerekecek. Çok ara vermişsin. Bu üç yıl içinde büyük değişiklikler oldu, sayısız terim değişti. Senin dilin eskilerde kaldı” dedi. Bir geometri kitabı istedi. Sami Akıncı arkadaş hazırmış, hemen bir kitap uzattı. Öğretmen şekilli bir sayfa açtı çizimleri sordu. Şekilleri biliyordum, mikap, müstatil, müselles deyip sırıttım. Fikret Madaralı “Aferin” dedi. Arkasından “İşte 66, dediğim bu, bunlara, bunlar gibi yüzlercesine yeni adlar takıldı. Sen bunların hepsini birden bu yıl öğrenmek zorundasın” dedikten sonra Sami arkadaşa “Sen söyle bakalım sorduklarım adları neymiş” dedi. Sami sayfadaki şekilleri göstererek birer birer söyledi: Küp, üçgen, dörtgen, açı, deyince öğretmen kestirdi, konuşmayı kendisi sürdürdü. ”İki yıl önce bu dersin adı Hendese idi, şimdi geometri, ama derslere candan sarılıp çalışırsan elbette başarırsın. Bu kez hepimiz sana yardım da ederiz. Senin “Deden” de buraya gelmekten vazgeçti, biliyor musun? Onun tayin işinde bir engel çıktı, bu yıl eski görevinde kalacak, seneye inşallah gelecek” dedi. “Senin deden” deyince arkadaşlardan gülenler oldu. Öğretmen açıklama yaptı: “Vahit Lütfü Salcı ünlü bir şairimizdir Özellikle Trakya’da onu herkes tanır. Arkadaşınız da tanıyor, ona “Dede” diyor. Arkadaşınızın kayıt işlerini o yaptırdı. Arkadaşınız şair Vahit Lütfü Salcı ya da öteki adıyla Abdülvahit Coşkunlu’ya karşı sorumluluk yüklendi. O nedenle üstünde durdum, öyle dedim.”
Fikret Madaralı’nın benim üzerimde bu denli durması kimi arkadaşları yorumlara yöneltti. İçlerinden bazıları “İşin iş” diyerek onurlandırırken, kimileri de “İsmail’den sonra sıra sende” diyerek korku ekmeye çalıştılar. . Bunlar beni sevmediklerinden değildi. Kendi kanılarına göre ben de kovulursam burada kimse kalmaz gibi bir genel kanı gelişmeye başlamıştı. Özellikle sanat dersleri çalışmalarında öğretmenlerin bana yaklaşımlarını arkadaşlar çok iyi görüyordu. Böylesi ikircil duyguların çatışmasına karşın ben bir süre düşündükten sonra Fikret Öğretmenin konuşmasını, yararıma olarak algıladım. Öğretmen biraz ürkütücü konuşmuştu ama, konuşurken bir ara “Senin iki adın var bunlardan birini seç, seni onunla çağıralım, iki adı söylemek biraz zor oluyor” dedi. Benim gitmemi istese böyle bir düşünce taşımazdı. Bu teklif benim için kurtarıcı oldu, içimden rahatladım. Çok çalışmazsam başaramayacağımı ben de biliyordum. Çok çalışmayı göze alarak yola çıkmıştım. Öğretmen de hemen hemen bunları söyledi. Bence öğretmen böyle konuşmakta haklıydı. Fikret Madaralı’nın dersi başta olmak üzere tüm dersleri başaracağıma kendimi inandırmaya karar verdim. Gene de tüm kuşkulardan sıyrılamadım, kendimi pek rahat sayamadım. Özellikle Okuma Kitabını dikkatle okuyup alttaki soruları doğru yanıtlayıp Türkçe öğretmeninin beğenisini kazanmayı kafama iyice yerleştirdim. Yalnız, kuruntularım arasında bir nokta uzun süre kapalı kaldı. Fikret Madaralı neden beni uyarmak için geometri sözlerini seçmişti. Matematik öğretmeni Ahmet Gürsel’in dersine girinceye dek bunu kara kara düşündüm. Çarşamba günü matematik dersinde neyi öğrenecektim, bilmiyorum ama aklıma takılmıştı bir kere, ilk matematik dersinde çok dikkatli olmalıydım.
Türkçe dersinden sonra gelen öğretmen olmadı, bekledik, Türkçe kitabını baştan sona karıştırdım. Öğretmenin söylediklerini tekrar tekrar düşündüm. İlk ders günüm böyle bir çelişik duygular içinde geçti. Öğleden sonra bizim grup Marangozluk atölyesine ayrıldı. Naci İnan Öğretmenle çalıştık. Arif Kalkan arkadaşla öğretmene yardım ettik. Öğretmen üst koridorlardaki tüm dolapları saydı, sağlamları çürükleri yazdırdı. Derslikteki konuşmalar hep Türkçe dersi üzerinde döndü. Türkçe öğretmeni kimi arkadaşlarımızın gözünü korkutmuş. Nedense Sami Akıncı da bunlar arasında. Oysa Sami çok çalışkan, her dersi iyi biliyor. Ben öğretmeni çok sevmiş gibi görünüyorum ama içimden ben de korkuyorum. Yattığımda da bunu düşündüm, sonunda Türkçe öğretmeni bana göre çok iyi, onu üzmemek için derslerine çok çalışacağım, dediklerini aksaksız yapacağım. Kendi kendime böyle diyorum ama yapacağım şeyleri düşününce boynumu büküyorum:Yapılacak şeyleri bilmeden “Yapacağım” demenin ne anlamı var? Oldukça karmaşık düşünceler içinde uyudum.
22 Kasım 1938 Salı
Birileri yüksek sesle konuşuyor: “Dersimiz Tarih, gene Fikret Madaralı Öğretmen gelecek.” Bu sesler kulaklarımda kaldı, kahvaltıda başka ses duymamış gibiyim. Dersliğe gergin bir durumda girdim. Öğretmen gülerek geldi. “Günaydın” dedikten sonra bir süre yüzlerimize baktı. Tarih dersinin özelliklerinden söz etti. Kitabın ilk sayfasını okumamızı söyledi. Okuduk. Arka arkaya iki arkadaşa anlattırdı. Önce Mehmet Aygün sonra İbrahim Tusbaha’cı anlattı. İbrahim’e, “Sözleri tane tane söyle, dilin daha rahat açılır, güzel konuşmak istiyorsan, dediklerimi yap” dedi. Gerçekten 24 İbrahim adaşım dilinin ucuyla konuşuyor, söyledikleri iyi anlaşılmıyor. Ders boyunca kitaptan çok konuşmalara yer verildi. Öğretmen, Trakya yöresindeki savaşlardan söz etti. Plevne Savaşı, Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı konusunda iki kez parmak kaldırdım, konuştum. Bildiklerimi nereden öğrendiğimi sordu, babamın anlattığını, kahvemizde zaman zaman konuşmalardan öğrendiğimi söyledim. Öğretmen “Aferin” dedi. Böylece Kültür derslerinde de bir çok arkadaştan önce “Aferin”i aldım. Dünkü dersten sonra başlayan kaygı tam gitmese de azaldı. Bugün aferin alan tek ben oluşum sevincimi daha da arttırdı.
Tarih dersinden sonra dersimiz Coğrafya oldu. Öğretmen Sabit Soysal. Daha önce Sami arkadaşımızı çağırtmış, arkadaş bir kucak harita ile geldi. Öğretmen güler yüzle “Günaydın” dedi. İki arkadaş çağırdı. İsmet’le Mehmet Yücel çıktı. Haritalar açıldı. Bir yana Dünya bir yana Türkiye haritaları asıldı. Arkadaşlar yerlerine oturunca, öğretmen elindeki cetvelle haritaları göstererek, ”Derslerimiz işte bu şekilleri değerlendirerek sürecek” diyerek söze başladı. Tam izleyip anlayamadım ama galiba haritada olan bütün işaretleri gösterdi. Gene gene söylediği bir sözü belledim. “Bu harita üstüne konmuş her nokta bir bilgi içindir, coğrafya dersinde işte bunlar öğrenilir.” Birinci ders bitince kendi kendime düşündüm, harita üstündeki noktaları bilmem ama dağlar, nehirler, memleketler, şehirler, göller hakkında çok bilgim vardı. Boş zamanlarımızda herkes bahçeye koşarken biz, çoğunlukla A ile bulmaca oynardık 63 ili, nehirleri, gölleri kapalı gözle bulurduk. Bu nedenle kendi haritamızdan bir korkum yok. Kendi kendime sevindim. Zaten öğretmen “Önce kendi yakınlarımız, giderek uzaklara açılacağız” dedi.
İkinci derste tam benim istediğim gibi oldu. Öğretmen önden İdris Destan’ı kaldırdı, Edirne’yi, Kırklareli’ni, Tekirdağ’ı buldurdu. Sefer Tunca’yı kaldırdı, Meriç Nehri’ni parmaklarıyla denize dek izlettirdi. Arkadaşlar güldüler, öğretmen neden güldüklerini sordu, söylediler. Sefer Tunca arkadaşımız, Meriç beldesinden, çok iyi bildiği bir yöre. Bu kez öğretmen güldü, “Daha iyi ya, insan kendi yöresini iyi bilirse ötelerini öğrenmeye hazır olur, arkadaşınız bunu da yapacaktır” dedi. Ali Güleren’i kaldırdı, Edirne İstanbul arası tren yolunu parmakla izletti, uğrak yerlerini okuttu. Ali Edirne’den Babaeski’ye oradan da Kırklareli’ye saptı, bir türlü İstanbul’a yönelemedi. Yusuf Asıl yardımcı oldu, beraber buldular. Öğretmen Ali’ye nereli olduğunu sordu. “Tekirdağ” deyince, bu kez Tekirdağ ile ilgili sorular yöneltti, bağcılık, bostancılık, ormanlar, balıkçılık. Ali sustu ama öteki Tekirdağlılar, Hasan Üner, Hilmi Altınsoy, Salih Baydemir, öğretmeni sevindiren bilgiler verdiler. Sonunda öğretmen “İşte çocuklar Coğrafya dersi bunun için okunur, bunu sağlamak için okutulur. Tekirdağ için topladığımız bilgiler gibi, Bulgaristan, Yunanistan, Almanya daha başka ülkeler için de toplayıp öğrenirsek coğrafyayı öğrenmiş oluruz.” Bakarak bir Trakya haritası çizmemizi, haritadaki renklerin ne anlama geldiğini yazmamızı istedi. Birden bire sevindim. A ile oynadığımız bulmaca oyunu bana burada da yardımcı olacak, keşke A da burada olsa Türkçe, tarih dersinden sonra coğrafya dersinin de çalışmayla başarılacağına inandım. Sıra geldi matematik dersine. Tekirdağlı arkadaşlar sevinçli, öğretmeni sevmişler oysa gene Tekirdağlı 6 Ali somurtkan. Gülüyoruz, “Ali tren görmemiş, Edirne’ye nasıl gelmiş?” Meriç nehrinden yüze yüze, ya da karadan katırla, deveyle, eşekle… İşin acı yanı Ali’ye kimse arka çıkmıyor. Yemekte, atölye de aynı konu.
Yemekten sonra Arif Kalkan arkadaşla marangozluk atölyesine gittik. Az sonra Naci Öğretmen geldi, iki arkadaş daha almış, Hüseyin Orhan, Hüsnü Yalçın. İkisi de sevdiğim arkadaşlar. Görevimiz onarımı gerekli dolapları saptayıp, ayırmak, ne onarım yapılacaksa bunları hazırlamak. Dolapların en büyük sorunu kilitleri. Bugün bizim yatakhane koridorunda bizim sınıfın kilitlerine başladık, öğretmen örnekler gösterdi. Hüsnü hiç keser, çekiç tutmamış gibi çekingen, Arif de öyle. Naci Öğretmen Orhan’la bana “Ha gayret” dedi. Kilit takılacak kapaklar oynadığı için çivi tutturmak zor. Öğretmen, “Kafanızı çalıştırın bakalım” dedi. Çalıştırdık, kapakları çıkarıp yerde çakmak, sonra kapakları yerine takmak. Öyle yaptık. Altı dolabın kilidini söktük, dördünün takabildik. Naci Öğretmen “Yeter, adam başına bir kilit takma, bir buçuk da sökme” dedi. Yarın devam etmek üzere ayrıldık. Derslikte bir sevinçle karşılaştık, yarın terziler ölçü için gelecekmiş. En çok ben sevinmeliyim derken ötekiler çılgın gibi seviniyorlar. Bense matematik dersini düşünüyorum, ders olacak mı acaba? Terziler gelinceye dek geçecek zamanda ders olacakmış. Beni elbiseden çok ders düşündürüyor. Gene de elbise, terzi derken oldukça oyalandım, yeni giysilerimle tatile gitmeyi tasarladım. Gerçi bizim köylüler, ince kumaş elbiseleri sevmez, onları kasaba işi sayarlar ama olsun, öğretmenler, memurlar hep öyle giyindiği için fazla üzerine de varamazlar. Yeni giysilerimle köye gidişimi, oradaki tavırlarımı düşlerken uyudum.
23 Kasım 1938 Çarşamba
Dersimiz Matematik. Öğretmen Ahmet Gürsel. Ahmet Gürsel güzel giyinen, güzel konuşan, sorduklarına doğru yanıt verilince gülümseyen, bir öğretmen. İlk geldiğimden beri yan gözle onu izledim. Bir gün ailesiyle birlikte bizim dersliğe gelmişti. Çocuklar, öğrenciler de vardı. Ortaokul 3. sınıfta okuyan bir kız. Bana kaçıncı sınıfta olduğumu sorunca 6. sınıfta olduğumu söylemiştim. O bunu yanlış anladı ama, ayrıldığı için düzeltme olanağı bulamamıştım. Kız, Ahmet Beye söylediyse belki de durum düzelmiştir. Ders zili biterken öğretmen kapıdan girdi. Kapıdan girince sınıfa dönerek “Günaydın” dedi. Sesi tın tın, sözcükleri apaçık söylüyor. Dersin önemi üzerine kısa bir konuşma yaptı. ”Sizden isteyeceğim önemli birkaç nokta vardır, bunları sırası gelince tane tane söyleyip, harfiyen yerine getirilmesini bekleyeceğim, ancak bunlar ilerideki derslerimizde konu olacak” dedi. Ahmet Gürsel, dersinin bir dakikasını boşa geçirmeyen bir öğretmen. Bu durumunu hemen anladım. Dersimiz iki saat arka arkaya. Birinci saat konuşmalarla geçti gibi. Gene de kitaptan birkaç örnekle dersimizin uygulaması başlamış oldu.
Öğretmenin konuşmalarından cesaret almıştım. İkinci derse başladığında “Geçmiş ders için soru soracak var mı? deyince parmak kaldırdım, sordum: “Ben üç yıl önce ilkokulu bitirdim geometri adları çok değişmiş, bunları en çabuk nasıl öğrenebilirim?” Öğretmen güldü, yanıma geldi “Sen böyle bir soruyu düşündüğüne göre gönülden öğrenmek istiyorsun demektir. Bence gerisi kolay. Bir defter al, bildiğin hendese şekillerini çiz. Sonra elindeki geometri kitabını aç aynı çizimlerin adlarını yaz, karşılaştırınca çabucacık öğreneceksin. Seni iyi anlıyorum, sen sorduğun sorunun karşılığını bulmuş gibisin, dediğimi yap, bir zorluk çıkarsa gel bana sor. Okulda olduğum sürece her dakika yardıma hazırım.” Şaşırdım, bu sıcak yakınlığa sevindim ama sevincimi belirtemedim bile. O denli korkmuşum ki güler yüzlü açıklamaları şaka gibi algıladım, teşekkür bile edemedim, pat diye yerime oturdum. Ahmet Gürsel Öğretmen arkadaşlara dönerek “Bakın arkadaşınız eksiğini biliyor, yolunu öğrenmek için çaba gösteriyor, hepinizin zorlandığı konular olacaktır. Bunları saptayıp ortaya getirirseniz derslerimiz daha zevkli geçer. Korkup çekinirseniz, bilinmeyenler gün günden artar, bir de bakarsınız sene sonunda yığınlaşmış olur. Böyle olunca da içinden çıkılması iyice zorlaşır. Matematik derslerinden bu nedenle çok sınıfta kalınıyor. Siz bu hataya düşmemelisiniz.” Konuşmadan sonra da tahtaya şekiller çizdi, ”Bu dersimiz geometri olsun” dedikten sonra on dolayında şeklin eski-yeni adlarını yazdı. Meğer bilmeyen tek ben değilmişim, sınıfın yarıdan çoğu tahtaya yazılanları defterlerine aldılar. Ahmet Gürsel Öğretmen güldü, “Çocuklar, açık yürekli olalım, biz sizi yetiştirmek için çırpınıyoruz, lütfen bilmediklerinizi sorun, anlayamadıklarınızı bir daha açıklatın. Bakın arkadaşınız çekinmeden sordu, çok memnun olduğumu söyledim, güzel bir örnek oldu. Atalarımız sora sora Bağdat bulunur demişler. Siz de sorarak en zor problemleri çözebilirsiniz. Okulumuz yeni bir anlayışla çalışmaya açıldı. Siz öteki okulların gevşekliğini sürdürmemelisiniz”
Ders zili çaldığı zaman rüyadan uyanır gibi oldum. Ben neler düşünüyordum, Ahmet Öğretmen neler söyledi. Okula geleli ilk kez içimden “Yaşasın!” diye bağırmak geçti. Artık hiç kimse beni bu okuldan soğutamaz, hiç kimse beni dersle, ders zorluğu ile korkutamaz. Rahat bir nefes aldım, gerindim, güldüm, Kadir’le karşılaşınca ilk kez A’dan söz ettim. Kadir biraz şaşırdı, arkasından “Sen onu son olarak ne zaman gördün?” dedi. Okuldan sonra hiç görmediğimi söyleyince de “Ohoooo” diye bir ünlem çekerek “O şimdi köyün en güzel kızı, köy delikanlıları onun için yarış ediyorlar ama o kimseye yüz vermiyor. Yüz vermek şöyle dursun, yan bile bakmıyor, baktırmıyor” dedi. Sevineyim mi, üzüleyim mi? Duraksadım, yutkundum. Bir ip ucu verince Kadir’in diline düşmek de var, tüm arkadaşların alay konusu olmak da. Geriye dönüş yapmak için kurnazca öteki arkadaşları özellikle de sınıfımdaki kızları adlarıyla birer birer sorarak asıl amacımı saklama yoluna saptım. Kadir’e vereceğim sır açıklanırsa, sınıfımdaki şakacı arkadaşlara karşı zayıf tarafım ortaya çıkacak. Ben Kadir’i konudan çıkartmaya çalışırken meğer o da bana takılma fırsatı arıyormuş. Tepeden inme öneri getirdi, ”Ağabey, gel o kızı sana alalım” Şaşırdım, telaşlandım. Nasıl bir duruma girdim bilemiyorum, bu kez Kadir değişik bir sesle ”Sen onu unuttun galiba, bildiğin gibi değil çok güzel bir kız oldu. Gelirse koşarak almalısın.” Öğrenciliğimi öne sürüp yuvarlak sözlerle konuyu savuşturdum. Ancak Kadir’in, benim A ile gönül bağımdan habersiz olduğunu kesin anladım. O, öylece bir söz söylemiş, ben kendi kuruntumun etkisiyle gereksiz yere telaşlanmışım. Bu arada Kadir’in sır taşımayacağını da anlamış oldum. En iyisi hiç açık vermeden öğrenciliğimi sürdürmek olacak.
Matematik dersinden sonra programımızda Tarım dersi görünüyor. Terziler gelmiş diye bir haber geldi. Bekliyoruz. Ben hemen defteri açtım hendese (geometri) şekillerini çizmeye başladım. Arkadaşım Halil Basutçu uyardı, “Sen şekillerin adlarını yazacaksın, önemli olan adlar. Onlar daha çok yer tutacak. Şekilleri zaten biliyorsun” deyince uyandım, bu kez her sayfaya iki şekil çizip yazılara yer bıraktım. Arkadaşın da bildikleri kadar bilmedikleri de varmış, beraber çalışmaya karar verdik. Ancak ben ivedilikle bakıp sözleri bellemek istiyorum. Yemekte Ahmet Ağabeye sordular, gerçekten terziler gelecekmiş, Ahmet ağabey önce bizim sınıfın hazır olmasını söylemiş. Sonunda elbiseler dikilecek. Benim için bu da bir aşama. Başlangıçta öyle sıkılmışım ki, durup dururken öğrenci olmadığım, geçici olarak burada durduğumu sanıyorum. Fikret Madaralı kayıt yaparken evrakımı tamam görmeyince demişti “Bu gece de bizim misafirimiz ol, yarın gidersin” Sanki o bugün ya da geceyi yaşıyorum gibi oluyor. Arkadaşlara bakıyorum, onlar, okulun sahibi gibi benimsemişler, işe gelince kaytarmayı da yapabiliyorlar.
Derslikte toplandık. Önce Namık Öğretmen geldi. Elbise konusunu en çok Namık Öğretmenle konuşmuştuk. Gelince “Haydi, gözünüz aydın” dedi. “Terziler” diye neden çoğaltıyorlar neden abartılı sözler söyleniyor topu topu, bir çocukla bir genç ağabey geldi. Çocuk Hasan Üner (sınıfın küçük Hasan’ı) boyunda, terzi ağabey çok konuşuyor, her söze karşılık veriyor. “Çabuk dikecek misin?” diyenlere, ”Ne kadar geç dikersem siz karlısınız, o kadar geç eskir” diyor. “Eskimemeleri için ne yapalım?” diyenlere, ”Hiç giymeyin ya da diktirmeyin, kumaş olarak kalsın” gibi karşılıklar verip uzun uzun gülüyor. Terziye en çok sataşan gene Mehmet Yücel arkadaşımız oldu. Bu kez terzi arkadaşa “Sen sus, konuşursan borcunu ödettiririm” dedi. Arkadaş da bizim gibi bir şey anlamadı. Terzi açıkladı, “En uzun boylu sensin”, Bekir Temuçin’i göstererek “arkadaşın kumaşından yarı yarıya sana ekleyeceğim. Bu senin hakkın değil” der demez kahkahalarla güldü. Namık Öğretmen karışmadan arkadaşları izliyordu, o da kahkaha ile güldü. Mehmet Yücel sözün altında kalmadı. Terziye, “Sen vazgeç Bekir’in kumaşını bana ekleme, o götürüp başkasına versin, benim gönüllü arkadaşlarım var” deyip Hasan Üner’le Yusuf Asıl’ı terzinin önüne getirdi. Bu kez kahkahalar daha çok patladı. Terzi Mehmet arkadaşa, “seni sevdim” deyip omzuna vurdu. Sıra bana gelince, dikkatlice baktıktan sonra “Sen deli misin, bu sıcacık elbiseyi çıkarıp tirit kumaşları mı giyeceksin” dedikten sonra arkadaşlara dönerek, ”Ben olsam size kışın bu şayak elbiseden veririm, Edirne’nin soğuğunu ancak bunlar tutar. Bu yıl havalar çok iyi gitti, başka yılları siz görmediniz, Karaağaç dolayında tilkiler donardı.” Bana eğilerek “Sen gülmüyorsun, seni kızdırayım, elbiseni dikmeyeceğim, hazirana kadar bunlarla dolaş” dedi. Nasılsa güldüm, güldüğüm için bağışladığını söyledi. Terzi iyi bir terzi imiş, öğretmenlere de elbise dikiyormuş, Edirne’de tanınıyormuş, Namık Öğretmene, ”Namık Abi” diyor. Namık Öğretmen de ona hep Zeki, dedi. ”Zeki, bu çocuklar, gördüğün gibi çok iyidirler, ama sabırsızdırlar, bunları üzmeyelim e mi” Terzi Zeki, giderayak bana döndü, “Sen haziranı bekleyeceksin.”
Terzi gidince arkadaşlar yeni yeni konular ortaya döktüler. Kimisi bana takılmaya başladı. İlk günler sert davranışlarımdan ötürü uzak duranlar bile takıldı. Kimisi sahiden terzinin etkisiyle şayak elbise istedi, bu kalın kumaşı nasıl giydiğimi sordu. Kayıt yaptırırken Vahit Dedenin Fikret Madaralı’ya söylediklerini anlattım. Olay, arkadaşlar arasında değişik bir hava yarattı. Kimisi de benim çok ciddi olduğumu, bunu terzinin bile gördüğünü anımsattı. Hepsinden bir pay çıkartıp kendimi dengelemem gerektiğini bir kez daha aklımdan geçirdim. Zaman az kaldığı için Atölyelere gidilmedi. Halil arkadaşla kitaplığa gittik. İbrahim Alaattin Gövsa’nın Tavaf şiirinin doğrusunu bir daha yazdım. Gene yanlış oldu ama düzelttim. Çok uzun bir şiir. Öğretmen çok güzel okuyor. Öğretmen çıkıncaya dek okursam her halde ben de güzel okurum. Kitaplığa uzun masa konmuş, isteyen kitap alıp okuyor. Hasan’ın dediğine göre ay başından sonra burada bizim sınıftan her gün bir nöbetçi olacakmış. Şimdi küçük sınıflar gelmiyormuş, nöbet başlayınca onlar da gelecekmiş. Beyaz Zambaklar Memleketinde diye bir kitap aldım, okuyacağım. “Ben de bir beyazlı kitap okumuştum” diyorum. Hasan düzeltiyor, ”O, Beyaz Lale idi” diyor. Evet, Beyaz Lale, Ömer Seyfettin’in. Dersliğe gelince kitabı Hüsnü arkadaşa gösterdim, baktı, ”Yazarı Bulgar” dedi. Tanınmış bir Bulgar yazarı. Grigori Petrov. Kitabı önce Hüsnü okuyacak. Okuma kitabımızdan bir parça okuyacağız, Ağaç. Ağaç adlı bir de şiir buldum. Yatınca gene elbiselere takıldım. ”En kısa zamanda gelecek.” En kısa zaman ne zaman olabilir acaba?
24 Kasım 1938 Perşembe
Sabah iyi uyandım Kahvaltıya gidince gözlerim Türkçe öğretmenini aradı. Fikret Madaralı çoğunlukla yemeklere, kahvaltılara katılmıyor. Okula yakın bir yerde oturuyormuş, evi varmış. Hüsnü, Emrullah biliyormuş. Kahvaltıdan sonra derse çok az zaman var, ucu ucuna yetişiyorum. Oturup hazırlanıyorum, zil çalıyor öğretmenler geliyor.
Türkçe öğretmeni neşeli geldi. Kitaplarını masaya bırakıp ”Günaydın” dedi. Her öğretmen başka başka şekilde giriyor. Biz ayağa kalkıp bekliyoruz. Dersimiz Türkçe. Öğretmen “bugün Türkçe yapalım, biraz da kitaba bakalım, kitabımız ne diyor?” diye konuştu. Parçanın adı Gazi, yazarı Ahmet Haşim. Parçada geçen anlamadığımız sözleri Harun Özçelik arkadaşımız yazdı. Harun’un el yazısı çok güzel. Öğretmen parçayı tekrar tekrar okuttu. Genelinde anladım ama ara ara söylediklerini pek anlamadım. Yazar, Gazi’yi görmek için gitmiş, daha önce fotoğraflarını gördüğü için fazla değişiklik görmeyeceğini sanmış. Ancak Gazi’yi görünce yanıldığını anlamış. Öğretmenin soru sorduğu arkadaşlar fazla bir şey söyleyemediler. Öğretmen onlara yardımcı oldu. Öğretmen konuşurken ben dikkatlice dinliyordum. Durdu bana baktı, “Bir sorun mu var?” dedi. Vardı, sordum. Yazar daha önce başka başka düşünüyormuş, sonra bunun yanlış olduğunu, doğrusununsa başka olduğunu öğrenmiş. Doğrusu ortaya çıktığına göre önceki yanlışlarını bize niçin duyuruyor?” Öğretmen, uzunca baktıktan sonra “A evladım, sen edebiyatı kökten kaldırmak istiyorsun, yazarın dedikleri olmasa okuduğumuz parça beş para etmez. İstersen bir de senin dediğini deneyelim. Ama bir de arkadaşlarına soralım senin dediğine katılmayanlar var mı?” Sami hızla elini kaldırdı. Öğretmen, ”Anlat” deyince Sami satır satır anlattı, ”Ahmet Haşim daha önce Gazi’yi fotoğraflarda görmüş. Sonra da gitmiş kendisi yakından görmüş. Fotoğrafları ele almasaydı, sadece gittim, Gazi’yi gördüm, sağlıklıydı, gözlerimi kamaştırdı, saçları sarıydı, demekten öte bir şey ekleyemeyecekti. Ayrıca, Gazi’yi yalnız fotoğraftan tanıyanlara, ”Gidin siz de Gazi’nin kendisini görün, fotoğraflar yetersiz kalıyor diyemeyecekti.” Öğretmen Sami’ye “Aferin, parçayı daha önce okumuş muydun?” diye sordu. Okumuş. Bana: “Senin sorun da Sami’nin cevabı ölçüsünde önemli, ilk bakışta okunan yazılarda hep fazlalıklar görülür, ama okudukça o fazlalıkların bazı yararları olduğu daha iyi anlaşılır. Bak, senin sorun Sami arkadaşınızın güzel yanıtını ortaya getirdi. Yazarlar da böyle düşünerek ele aldıkları konuyu irdeleyerek ortaya getirirler. Yazının tamamı dikkatlice okununca, yazarın esas düşüncesi açığa çıkar. Bak ne güzel başladık, Türkçe dersinde aklınızdan geçen soruları çekinmeden sorun, zararı yok yanlış olsun. Görevimiz yanlışları düzeltmektir. Siz öğretmen olacaksınız, göreviniz yanlış yerine doğruyu getirmek olacaktır. Türkçe sizi doğru düşünmeye hazırlayan derslerden biridir. Sakın okuduğunuz yazıları küçümseyip bir kenara atmayın”
Öğretmen çıkınca bazsı arkadaşlar bana teşekkür ettiler ”Sen soru sormasaydın hepimizi kaldıracaktı, hep böyle soru sor, kurtulalım” Bir kısmını ayıpladım, ”Bana değil Sami’ye söyleyin, sizin sıkıldığınız derse o neden böyle güzel çalışıyor, güzel yanıtlar veriyor?” Biz dırıltı ederken Sabit Soysal Öğretmen derse geldi. Dersimiz Tabiat Bilgisi. “Günaydın” dedikten sonra “Daha önce tanıştığımız için hemen derse başlayabiliriz” deyip Tabiat Bilgisi dersinin özelliklerini, konularını anlattı. Dersin sağlığımızla, çevremizle ilgilerini anlattı. “Bu dersimizi konuşarak geçirelim” deyip hepimizi kendi köylerimizi göz önüne getirmeye, yakın çevremizdeki hayvanları, bitkileri anımsamaya çağırdı. Bir süre sustu, yoklama listesini eline alıp ilk numara 4 Mehmet Aygün’e sordu. Mehmet Aygün Babaeski ilçesinden olduğunu söyledikten sonra köyünün yeşil örtüsünü, köyde en çok ekilen tahılları, su durumunu, yol durumunu anlattı. Fazla orman olmadığı için avcılık yapılmadığını, dereden çok az yemelik balık tutulduğunu söyledi. Öğretmen, Mehmet Aygün’ün anlatışını beğendi. Bu kez listenin sonundan Ahmet Güner’i kaldırdı. 79 Ahmet Güner Istranca ormanlarının eteklerinden Poyralı köyünü anlattı. Orada bitki örtüsü daha farklıdır. Orman köyü de denilebilir. Ahmet Güner fazla olarak avcılığı, orman ürünlerini ekledi. Bu kez listenin ortasından 51 Bekir Temuçin’i kaldırdı. Bekir Temuçin Edirne Süleoğlu Beldesindendi, o da kendi yöresini anlattı. Öğretmen bu kez listeyi bıraktı Tekirdağlı bir arkadaş istedi. 63 Hilmi Altınsoy kalktı, kendi yöresini anlattı. Öğretmen çok memnun oldu. ”Bildiğimiz bu bilgileri toplayıp değerlendirince dersimiz mükemmel yürüyecek” dedi. Elindeki bir kitaptan dersimizin yıllık konularını okudu. Hayvanlar, etoburlar, otoburlar, kemirgenler, sürüngenler diye gidiyordu, kesti. Bitkileri sıraladı. Kitabı elinden bıraktı bize ödev verdi. Köylerimizde bulunan bitkilerin adlarını, hayvanların, evcil, kırcıl olanlarını yazacağız. Bunlar toplanınca Trakya’da hayvan ve bitki durumu ortaya çıkacak. Ayrıca kitaptan memeli hayvanlar okunacak. Ders bitince hepimizde bir sevinç, Tabiat Bilgisi Coğrafyadan daha kolay. Neresi kolay, yaz bakalım köydeki hayvanları, kırda gezen canlıları, ekilenleri, ekilmemiş kır bitkilerini. Sıralamaya kalkıyorum:
Evciller: koyun, keçi, sığır, manda, at, eşek, katır, tavuk, hindi, kaz, ördek, güvercin
Kırcılar: kurt, tilki, domuz, gelincik, kirpi, yılan, kertenkele, tavşan
Havada, kartal, şahin, atmaca, baykuş, karga, saksağan, kırlangıç, leylek, serçe, keklik, çil, akbaba,toy,karakuş
Bitkiler: Arp buğday, yulaf, çavdar, mısır, susam, darı, tütün, pancar, biber, domates, patates, karpuz, kavun
Meyvesiz ağaçlar: söğüt, karaağaç, meşe, gürgen, ardıç, dışbudak kavak
Ben bunları yazarken Mehmet Yücel arkadaş gördü, bir kahkaha attı. Bende bir kaygı, acaba konuşurken C ya da A için ağzımdan bir söz mü kaçırdum?Yazdıklaerıma vbir da baktım,sakınılacak bir şey yok.Arkadaşa rahat olarak baktım.O gene gülerek: “Sen bunlardan kurtulmak için çobanlığı bırakıp köyden kaçtın. Hiç umursamadano zaman bastığın otları şimdi gidip toplayıp sayacaksın!” Gülerek gitti, kapının yanından dönüp “O güzel kızları da bıraktık, bir gün gidip gene onlara yalvaracağız galiba!” Mehmet Yücel arkadaşım, bu da şaka mı şimdi? Ağzımdan bir söz mü kaçırdım? Yoksa herkesin kendi köyünde bir sözlüsü mü var? İsmet biraz açık sözlü, kendisi için zaman zaman bir şeyler söylüyor. Onu ben de biliyorum, Zühre Teyzem söylemişti. Ama “İsmet yan çiziyor, babası onu ayartıyor” da demişti, teyzem. Muhittin Eniştem o kızın ailesini pek sevmezmiş. O aileyi ben çok iyi tanıyorum, oğulları Mehmet Ali benim yaşımda. Benim yakın akrabam olan Pehlivan Hasan’ın arkadaşıdır. Kızılcıkdere köyüne gittikçe hep konuşurdum. Mehmet Ali, köyde Benli Mehmet Ali olarak sevilir.
Öğleden sonra gene yatakhane koridorundayız. Bu kez Naci Öğretmen de kerpeten, tornavida aldı, kendisi de çalışıyor. “Bugün yarın bu iş bitsin !“diyor. Hüsnü Yalçın arkadaşı yanına aldı. Hüseyin Orhan bana “Gel öğretmenle yarış edelim” dedi. Öğretmen duydu “Aferin, işte böyle kendinize güven duyun, iş beceriye bakar, bunun öğretmeni öğrencisi olmaz” dedi. Devamla “Ben hayatımda tüfek kullanmadım, içinizde biri benden daha iyi nişan vursa hiç şaşmam. O küçük yaşta alışmıştır. Her iş böyledir.” Biz gene altı kilit taktık. Naci Öğretmen yedi kilit takmıştı, çağırdılar gitti. Gitmeseydi belki kalanları da tamamlayacaktı. Biz takımları toplarken hemşire yanımızdan geçti, bize “Kolay gelsin” dedi. O gidince Hüsnü Yalçın “Bu hemşire çok iyi bir insan, çocuk gibi ama çok merhametli, iyiliksever bir insan, bize ilk geldiğimiz günlerde çok iyi davrandı” dedi. Bunlar güzel de benim işime yaramıyor. Hüsnü Bulgaristan’dan gelmiş bir yalnız çocuk, ben öyle miyim ki? Bana neden acısın? İçimi yiyorum. Ancak Hüsnü’ye çaktırmadan “Hı, hı, hı” diyorum. Aletleri toplayıp atölyeye götürdük. Ortalığa konuşuyoruz ama benim aklım hemşirede. O herkese acıyarak mı bakıyor?
Yarın matematik dersi var. Geometri şekillerini çizdim. Halil Basutçu’nun önerisiyle beş sayfa tuttu. Ama çok boşluk kaldı, boşluklara sözleri yazdım. Eskilerini ben yazdım, yenilerine Harun Özçelik yardım etti. Harun’la pek konuşmuyoruz ama çok iyi bir kardeş arkadaş. Ben küçük arkadaşlara “kardeş arkadaş” diyorum, çoğu bundan hoşlanıyor. Yusuf Asıl, Abdullah Erçetin, Harun Özçelik, Hasan Üner’e böyle diyorum. Bekir de küçük ama hoşlanmıyor böyle demekten, Kadir de öyle. Zaten Kadir’in ağabeyi ile arkadaşlığım olduğu için onu hep kardeş gibi düşünüyorum. Ama o böyle söylenmesinden hoşlanmıyor. Üzülmemesi için onun isteğine uyuyorum, arkadaş diyorum. Kadir’in bir başka özelliği de A’nın köyünden olması. O bunu herhalde bilmiyor. Biz devam ederken herhalde birinci sınıfta olmalıydı, olayların ayırdında değildi. Münevver Öğretmeni tanımadığı gibi daha sonra ayrılan, Ahmet Korkut Öğretmeni de tanımıyor.
25 Kasım 1938 Cuma
İlk dersimiz Matematik. Yarı korkulu bir durumda kahvaltıya gittim. Gözlerim Ahmet Gürsel’i arıyor. Kendisini görsem, belki bu denli korkmayacağım. Tam böyle düşünürken Nazmi Aybar Öğretmenle geldiler. Ahmet Bey gülerek bir şeyler anlatıyor. Hem konuşuyor hem de ellerini şaplatarak Baki’yi çağırdı, ona bir şeyler anlattı, Baki hızla dışarı çıktı. Ben çok uzun baktım. Hilmi beni uyardı “Öğretmenlere öyle uzun uzun bakma” dedi. Haklı. Bütün arkadaşlar kahvaltıda şakalaşarak çaylarını içiyorlar. Sanki az sonra onlar derslere girmeyecekler. Kendimi kınıyorum, ben de biraz aldırmaz olayım.
Dersliğe girdik zil çaldı. Zilin sesi kesilir kesilmez Ahmet Gürsel “Günaydın” dedi. Öğretmeni gülerken görünce bütün sıkıntım dağıldı. Onun, beni üzecek bir söz söylemeyeceğini biliyorum. Sorduğunu yanıtlayamasam da hoş göreceğini, başka arkadaşlara karşı yaptıklarından öğrendim. Dersi zor ama, yardımcı olacağını önceden söyledi. Öğretmen tahtaya sayılar yazarken bunları düşündüm. Birden bir sevince tutuldum, gülümseyerek öğretmeni izliyorum. Öğretmen bize döndü, hepimizi süzdükten sonra bana “Nasıl, dört işlemi öğrendin mi?” dedi. “Öğrendim” deyince, tahtaya çağırdı. Tahtada yazdığı dört öbek sayının birini göstererek, ne işlem yapılacağını sordu, “Çarpım”. Yapmamı istedi, yaptım. “İşlem doğru, yazın berbat, boş zamanlarında tebeşir tutmayı öğren” dedi. Ödev defterimi istedi, defteri çok beğendi. Elinde tebeşir sallayarak, ”Bu var ya bizim dersimizde çok önemlidir, başarılı olmak istiyorsan, bunu iyi kullanmalısın.” Defterimi beğendiği için sevindim. Tahtaya gidip tebeşir tutmuş değildim, buna üzülmedim. Öteki sayı öbekleri için arkadaşlar kalktı. Bölme ile çıkarmalarda artık sayılar varmış, bunlar asal sayılarmış. 1 ile 100 arasındaki sayıları bu açıdan irdeledik. Tek sayılar, çift sayılar. Hemen hemen bütün arkadaşlara sorular soruldu. Sınıfın yarıdan çoğunun benden daha zayıf olduğunu anladım. En az on kez parmak kaldırdım, öğretmen yüzüme baktı, gülümsedi kaldırmadı. Nedenini önce anlamadım. Sami’yi gözledim, onun parmak hep kalktı ama onu da kaldırmadı. Öğretmen, “100 içindeki sayılarla çelik çomak oynar gibi oynamalısınız, böyle yapmazsanız ilerideki problemleri çözemezsiniz” dedi. Halil daha iyi anladı sanıyorum sordum “Sayılarla nasıl oynayacağız?” Hepsini böleceğiz, çarpacağız, toplayacağız. Örneğin 10, on bölü beş, ya da beş bölü on olarak bölinebilir. Çarpımı da öyle. Anladım Bir başka ödev, tek-çift sayılar. Aslında ben bunları çok iyi yapıyorum da sözleri kolay anlayamıyorum. Çalışacağım….
Halil Basutçu koştu kitaplığa gitti, elinde rulo olmuş kağıtlarla döndü. Hemen arkasından da Fikret Madaralı “Günaydın” deyip öğretmen masasına geçti. Dersimiz Yazı. Harun Özçelik Halil’e yardım etti, karşımızda duran iki harita üstüne yazılar asıldı. Birinde yazılar var, şiir gibi ama değil, değişik sözler. Ötekinde sıra ile alfabenin harfleri, el yazısı küçük, kitap harfleri büyük. Öğretmen ceketinin kollarını biraz sıyırarak çizgiler çekip aralarına kısa harfleri, a, c, e, i, m, n, o, r, s, u, v, z harflerini yazdı. Kadir Pekgöz “Öğretmenim ç harfini unuttunuz” dedi. Öğretmen, c ile benzeştiği için yazmaya gerek görmediğini söyleyip kesti. Bu kez 53 Ali Önol, ö harfinin yazılmadığını söyledi. Öğretmen ona da o harfi benzerliğini anımsattı. Az sonra 6 Ali Güleren arkadaşımız biraz yüksek sesle ı, ü harflerinin de yazılmadığını söyleyince öğretmen biraz üzüldüğünü belirten bir gülümsemeyle “Eeee, bu kadarı da fazla, tahammülün de sınırı vardır. ” dedi 6 Ali’ye baktı. Ali hiç anlamamış gibi bir daha” ı, ü yazılmamış” deyince öğretmen: “Oğlum sen duymuyor musun, kulakların mı tıkalı?O harflerin benzeri var, işi uzatmamak için yazmadım.Bunu herkes anladı, sen anlamadın; anlamamakta da diretiyorsun, sarsak!” dedi. Sınıfta çıt çıkmadı. On beş günlük öğrencilik süresinde duyduğum en sert söz bu oydu:“Sarsak! „ Ali arkadaş hiçbir derste soru sormaz, parmak kaldırmaz, uzun boyuna karşın sırada küçülerek oturur. Böyleyken bugün bilgiç kesilmeye kalktı ama öğretmeni üzdü. İki ders boyu sessizce yazı yazdık. Benim ilk günden başladığım yazılarım vardı, onları gösterdim. Öğretmen çok beğendi “Bundan sonra çalışmanı birleştir, benim verdiklerimi düzgünce sürdür, vaktin olursa daha fazla yaz” dedi. Öğretmen Harun Özçelik’le Salih Baydemir’in yazılarını çok beğendi. Bundan sonra onlar yazı dersi olduğu günler tahtayı hazırlayacaklar. Günün konusu 6 Ali Güleren. O zaten Fikret Madaralı’dan çok korkuyormuş. İki hemşerisinin de okuldan ayrılmasına (Çeneli Kemal-Mürefteli Mustafa) Fikret Madaralı neden oldu diyormuş. Yemekte konu değişti, cumartesi günü gezi var. Kim nereye gidecek? Ben gitmeyeceğim. Mektupları yazmam gerekiyor. Muhittin Enişteme söz vermiştim, babama ayrıntılı bilgi vermem gerekiyor. Elbiseleri alınca yazsam daha iyi olacak ama elbiseler çabuk verilecek mı bilmem! Resim çektirmeyi de yeni giysilerin alınmasına bırakmak istiyorum.
Zil çalmadan atölyeye gittik, kimse gelmemiş, biz dördümüz bekledik. Hamdi Öğretmen bizi görmüş, anahtar gönderdi, kapıyı açtık. Az sonra öteki arkadaşlar geldi. Bize takılıyorlar, “Ustalar, gelip takımlarınızı taşıyabilir miyiz? Ben arkamı dönüp gittim. Mehmet Yücel “Benim dolabıma kilit takmayın, ben anahtar taşımam, taşırsam kaybederim, kaybedince dolabımı açamam, dolabımı açamayınca da işlerimi göremem, işlerimi göremeyince öğretmenler bana kızıp ‘Sarsak’ der.” Mehmet sözünü bitirirken Hamdi Öğretmen kapıdan girdi. Duymuş sordu, “O söz Fikret Madaralı’nındır, kime söyledi?” 6 Ali bizim grupta değil, söylediler. Hamdi Öğretmen güldü “Fikret Öğretmen haklı, öğrenciler biraz dikkatli olmalı.” Naci Öğretmen gelince biz dolapları tamamlamak niyetiyle üst koridora çıktık. Naci Öğretmene Mehmet Yücel’in isteğini söylediler. Naci Öğretmen güldü, “Şakacı Mehmet’e siz de bir şaka yapın, kilit takmak zorundayız ama sen dolabını kilitlemek zorunda değilsin, bizim taktığımız kilitler kendiliğinden kilitlenmiyor, sahibi kilitlemezse açık duruyorlar, sen açık tutabilirsin. Bundan hırsızlar da memnun olurlar.”
Naci İnan
Doktor bey Naci Öğretmeni kahve içmeye çağırdı, revire girdiler. Biz çalıştık kilit işini bitirdik. Bir dikkatsizliğimi saptadım. Oysa Naci Öğretmen dün bana “Sen dikkatlisin” demişti. Kaç gündür yaptığımız işe kilit işi deniyor. Kilit, anahtar. İkisi ayrı biliyorum ama söylerken “Anahtar işi” deyiveriyorum. Anahtar takıyoruz, dedim, anahtar takmak için çivi deyip geçiyorum. Naci Öğretmen nedense uyarmadı. Aslında en ufak hataları gözden kaçırmıyor. Dün Hüseyin Orhan “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfler” dedi. Ben düzeltme yaptım, ”Yoğurt değil ayran olacak” dedim. Naci Öğretmen “Yenip içilmek değil üflemek önemli, Atasözlerini bu ince noktasından yakalamak gerekir” dedi. Son kilidi takarken hemşire geldi beni çağırdı, Naci Öğretmen “Bir kerpeten alsın gelsin” demiş. Gittim. Doktor Beyin muayene bölümünde kaldırılan levhaların çivileri çıkarılacakmış, “Biz çıkınca düşmeden sandalyeye bas çivileri çıkar” dedi. Arkasından “Düşmezsin değil mi?diye gülerek sordu. Doktor Beyi Atatürk’ün Ankara’ya nakledildiği gün görmüştüm, ağlamıştı. Bugün gülerken gördüm, bambaşka bir insandı, daha genç görünüyordu. Naci Öğretmen öyle deyince “Yok canım koca delikanlı, düşer mi?” Bana, ”Sen köyünde at bindin değil mi?” diye sordu. Atımızın olduğunu, çok bindiğimi anlattım. Bu kez doktor ”Bunlar ata eğersiz biner, eğersiz binmek daha ustalık ister” diye sürdürdü. Kalktılar, ben bir tahta sandalye çekip çivileri çektim. Doktorla öğretmen gidince arkadaşlar da geldi, bana yardım ettiler. Hemşire teşekkür etti. Bana “sahi sen ata biniyor musun? dedi. Güldüm, “Ne var bunda ata binmek çok mu zor ki?” Durdu, bir şey söyleyecek gibi oldu sustu. Ben, “Sen beni küçük çocuk mu sandın?” diyerek biraz kabardım. Gülümsedi, ayrıldık Aşağıya inerken Hüsnü Yalçın biraz sıkılarak “Hemşire çok iyi bir insan, onunla öyle konuşmasaydın” dedi. Sustum. Nasıl konuşsaydım ki? Nasıl konuşacağımı bir bilsem. Ama o da benimle nasıl konuşacağını ya bilmiyor ya da beni biraz daha konuşturmak istiyor. Arkadaşlar gelmeden önce ikimiz kalınca bahane yaratıp karşı köşede bir şeyler yaptı, sürekli bana baktı. Arkadaşlar gelince de gelip takıldı:”Sahi sen hiç ata bindin mi?” Hüsnü arkadaşa da hak verdim, biraz kaba oldu. Bir gün Hüsnü ile beraber gidip gönlünü alacağım.
Aletleri atölyeye bıraktık ayrıldık. Mehmet Yücel’e sözümüzü akşam söyleyeceğiz. Yarın cumartesi, müzik, resim, Beden Eğitimi. İki saat, bir saat, bir saat. Akşamdan çalışacak bir ödev yok. Matematik çalışacağım, şiiri ezberleyeceğim, yarın akşama dek yazı yazacağım. Hüsnü Yalçın’a verdiğim kitabı da okuyacağım. Beyaz Zambaklar Memleketinde. Hüsnü bitirmese de alırım, tekrar veririm. Hasan bir de Mefküreci Muallim adlı bir kitaptan söz etti. Amma da çok kitap var ha, oku oku bitmiyor. Kendi kendime yalan söylüyorum. Oysa daha bir kitabı sonuna dek okumadım, hep yarım hep yarım. Bulgar Sadık yarım kaldı. Ömer Seyfettin zaten parça parça. Herkes böyle mi okuyor acaba? Derslerde kimi arkadaşlar en küçük sorulara bile cevap veremiyorlar ama kitap okumada yarış halindedirler. Onlara bakarak ben sıfır durumundayım. Yoksa ben mi kendime güvenmediğim için eksik görüyorum?. Bunu nasıl saptayacağım? Galiba ben ilkokulda da böyleydim. Bunun için de A bana sık sık “Sen geri duruyorsun ondan öyle oluyor, sen istesen öne çıkıp daha başarılı olursun” diyordu. Burada öne çıkmak için her derste kalkıp sorulan soruyu cevaplandırmak gerekiyor. Bunları düşüne düşüne yoruldum galiba, artık gerekli olanı yapma zamanı geldi: 1. Tabiat Bilgisi ödevini bu gece tamamlıyorum. Önce Hayvanlar: Yırtıcılar, ot yiyenler, evciller, Karada yaşayanlar, havada uçanlar, suda yaşayanlar. Bitkiler: Ekilenler, kır bitkileri, meyveli ağaçlar, meyvesizler. 2. Coğrafya ödevim. Trakya haritası. Dünya haritasının altında küçük bir Türkiye haritası var, oradan yararlandım. Ben uzun uzun ödev yaparken Halil arkadaş pek ilgilenmiyor. Nasılsa o ödevlerini çabucacık yapıp geçiyor. Ben bazen yaptığımı beğenmeyip değiştiriyorum. Sıra Matematiğe geldi derken zil çaldı. Hemen yatmaya gitmek alışkanlık oldu. Öyle iyi oluyor. Yorganı başıma çekip ya düşünüyorum ya da arkadaşların şamatalarını dinliyorum. Nasıl da boş boş konuşuyorlar. Erken uyuyunca rahat kalktığımı iyice anlamış bulunuyorum.
26 Kasım 1938 Cumartesi
Kahvaltıya girerken ilk işim gelen öğretmenleri gözden geçirmek oluyor. Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel genellikle gelmiyorlar. Sabit Bey, Ömer Tunalı okulda kaldığı için her zaman geliyorlar. Pazar günleri onlar da zaman zaman gelmiyorlar. Salih Ziya Büyükaksoy çok seyrek oluyor. Naci İnan’la Hasan Çevik ancak birkaç defa yemeğe geldiler. Adem Gürçağlayan okulda kaldığı halde yemeklere gelmiyor. Mehmet Yücel’e söyledim, ”Onu bilmeyecek ne var, yemekleri odasına getirtir” dedi. Bize gün dersi var ama Adem bey kahvaltıda gene yok.
Dersimiz Müzik. İki saat. Bana göre en sıkıcı ders. Öğretmen azıcık geç geldi. Elinde iki kitap, ”Günaydın” dedikten sonra geçti masaya oturdu. Bu öğretmen ötekilerden farklı. Ötekiler masaya oturmuyor. Bu gelir gelmez oturdu. Hepimizi gözden geçirdikten sonra “İçinizde nota bilen var mı?” diye sordu. Arkadaşların yarıdan çoğu parmak kaldırınca “İyi, işimiz kolaylaştı” dedi. Aslında notaları söz olarak ben de biliyordum. Ahmet Korkut Öğretmen bize beşinci sınıfta çok güzel öğretmişti. Onun sesi güzeldi, bize çok güzel şarkılar söyleyip sevdiriyordu. Ayrıca üçüncü sınıfların öğretmeni Münevver Öğretmen derslerimize katılıp bize şarkılar öğretmişti. Bu güzel çalışmalarda notaları öğrendim, inici gam, çıkıcı gam deyip notaları okuyordum. Bu azıcık bilgim üstüne Kırklareli Belediye bandosunda klarnet çalan Hasan amcamın yardımıyla sesleri iyi algılamıştım. Okulu bitirip okula devam edemeyince köyde bu ses dizisinden yararlanarak sekiz zil aldım. Bu sekiz zili koyunlara takınca köyde bir olay oldu. Çobanlar koyunlara zil ya da bakırdan çan takarlar. Bunlar ses çıkarır. Amaç sürünün ne tarafa gittiğini belirtmektir. Bunlar çok ince bir sesle çok kalın bir ses olabilir. Bunların da bir ahengi olabilir ama, düzenli bir ses oluşturmaz. Benim gam üzerine sıraladığım ziller o kadar beğenildi ki, çobanlar bana kuzu vererek böyle sıralı zil istediler. Koyunlar çimene yayılınca özellikle rüzgarlı günlerde zil seslerini köyden bile dinlerlerdi. Böyleyken ben nota biliyorum demedim. İlerde fırsat bulursam bu olayı öğretmene anlatırım.
İşimiz kolaylaştı dedikten sonra öğretmen parmak kaldıranlardan 24 İbrahim Tuzbaha’cıyı kaldırdı, beş paralel çizgi çizmesini söyledi. Arkadaş öğretmenin beklediği çizgileri çizemeyince, onu geriye çekip 4 Mehmet Aygün’ü çağırdı, o da çizemedi. Herkes sindi. Öğretmen “Nerde o parmak kaldıranlar?”deyince Mehmet Yücel parmak kaldırdı. Öğretmen işaret etti, arkadaş güzel beş paralel çizgi çekti, Baş tarafına da kocaman bir majüskül s koydu. Öğretmen biraz gülümsedi, “Oldu olacak notaları da yaz bari” dedi. Arkadaş onları da yazdı. İçimden “Tamam, anımsadım” diye sevindim. İşte notalar bunlardı. Öğretmen arkadaşa nereden öğrendiğini söyledi, arkadaş da ortaokula gittiğini, sağlık nedeniyle ayrıldığını anlattı. Öğretmen bu kez, sözü çevirdi “Sizin bunları bilip bilmediğinizi öğrenmek istedim. Ben beşinci sınıfı okutuyorum bunları onlara öğretmeye başladım, sizin bileceğinizi bu bakımdan yoklamak istedim. arkadaşınızın iyi bilgisine karşın çoğunuz unutmuşsunuz. Ben beşinci sınıfa uyguladığım programı size de uygulayacağım” deyip ayağa kalktı. Birer müzik defteri tutmamızı, notaları (tahtadakileri) yazmamızı söyledi. Ders zili çalınca ara verdi. Öğretmen gidince tüm sınıf şaşkın, herkes en zor ders olarak müzik dersini gösterdi. Mehmet Yücel kalktı, arkadaşlara “Yanılıyorsunuz, bu ders ilerde çok zevkli olacak” dedi ama kimse inanmadı. Mehmet konuşurken öğretmen girdi, Mehmet’e “Ne o şeflik mi yapıyorsun?” diye takıldı.
İkinci dersimiz daha iyi geçti. Daha doğrusu, hevesli arkadaşlar köylerinden türküler söylediler. Ahmet Güner iki kez Edirne Köprüsü Taştan ile Dayler Dayler (dağlar-dağlar) türkülerini söyledi. Şimdiye dek hiç bir etkinliğe karışmayan 75 Yakup bir türkü söyledi, Yenice Yolları; köylüsü Abdullah Erçetin Evimin Önünden Geçersin ile bir okul şarkısı söyledi, öğretmen çok beğendi. Öğretmen aramızdaki durumu pek bilmiyordu, arkadaşlar Emrullah’ın güzel şarkı söylediğini öne sürdüler, öğretmen şakayı anlayamadı, Emrullah’ı azıcık zorladı. Emrullah ağlamaklı bir durumda Bulgarca bir yarım şarkı söyledi, söylemedi. Hüsnü yardımına koştu, ben söyleyeyim diyerek bir okul şarkısı söyledi. Zil çaldığı zaman sanırım en çok ben sevindim. Az daha uzasaydı ben de Emrullah gibi ağlamaklı olacaktım. Söylemek değil de başkasının isteğiyle söylemek bana çok zor geliyor. İsmet’in köyünde çok güzel türküler vardır, söylenir. Köyün delikanlıları kendileri yakıp yakıştırırlar. Bir tanesini ben de öğrenmiştim. Benim de tanığım, İsmet’in ablası Ayşe’nin arkadaşı Hatice için yeni yakılmış bir türkü vardı “Beyaz mendil sallansın, Hasan yere girsin arlansın/ Hatice’yi tutanlar karakola yollansın/Al da gel Haticem al da gel/Al grebini tak da gel/Al grebini takmazsan/Çık koca yola çık da gel” diye sürer. Hatice, benim yaşımda, İsmet’in komşusu, Hasan benim amca oğlu, Hatice’yi kaçırmaya karar vermiş. Zaten konuşuyorlardı ama Hatice kaçırılmaya karşıydı. Hasan üç arkadaş almış, bir akşam Hatice kuyudan su çekerken tutup zorla kaçırmaya kalkmışlar. Hatice karşı koyunca, bırakıp kaçmışlar. İşte bu türkü bunu için yakılmış. O dört kişiyi de ben tanıyordum, ikisinin adı Veli, birinin Mehmet Ali, Hatice’nin sevgilisi de Hasan’dı. Pehlivan amcanın oğlu. İsmet’e “Neden kalkıp bu türküyü söylemedin?” dedim. İsmet’in yanıtı: “Dayı, ben isteyince söylüyorum ama biri bana söyle deyince tepem atıyor, elimde olmadan karşı koyuyorum.” Tıpkı benim gibi, anne, baba bir iki kız kardeşin oğullarıyız. Benzerliğimiz bundan mı acaba?
Müzik dersinden yakınanlar biraz tavır değiştirdiler. Mehmet Yücel müzik derslerinin her zaman iyi olacağını söyledi. Esas müzik öğretmenlerinin daha sıkıcı olabileceğini de belirtti. Resim dersi öğretmeni henüz gelmemiş, galiba yoldaymış, dersimiz boş geçti. Konu, öğleden sonra Edirne’ye gideceklerin tasarıları, bisiklete binme, tatlı yeme. Bu tatlı yeme sözlerine de şaşıyorum. Her cumartesi tatlı veriliyor. Diğer günler de var ama cumartesileri ya revani, ya kadayıf ya da tulumba tatlısı oluyor. Çoğu bu tatlıları bitirmeden kalkıyor, dersliğe gelince tatlıdan söz ediyor. Beden eğitimi öğretmeni bahçeye çıkardı. Kendisi ceketsiz, düdük ağzında bizi sıra yaptı. Ceketlerimizi biz de çıkarıp sıraya girdik. Boy sırası, ben en arkada, önümde Mehmet Yücel. Mehmet Yücel ceketini çıkarınca incecik kaldı. Bunu öğretmen de gördü, baktı, Mehmet’e “Üşürsen ceketini giy” dedi. Neden böyle dedi? Daha küçüklere demezken ona neden dedi? Sadece benim değil herkesin aklına takılmış, koşarken fısıldaşarak bunu sordular. Ben ilgisiz kaldım ama aklımdan geçmişti. Koştuk. Öğretmen hızlı koşanları uyarıyor, “Denk, kısa adımlarla, öndekini geçmeden koş” Koşmalarda hiç uyarı almadım. Kimi arkadaşlar sık sık uyarıldı. En çok uyarılanlardan birisi İsmet. Atlama yaptık, birdirbir oynadık. Bunda en çok uyarı alanlardan biri ben oldum. Arkadaşlar başlarına vurduğumu söylediler, hiç farkında değilim, rahatça atlıyorum, atladığım “Of!” deyip sızlanıyor. Öğretmen, “Pantolonundan olabilir” dedi. Aslında bundan sonra daha soyunarak çıkacakmışız. Buna da sevindim. Çıkınca üşümüştük. Ders bitince hepimiz sımsıcak dersliğe döndük. Beden Eğitimi dersinden de öğretmeninden de herkes hoşnut. Ömer Öğretmen aslında uçak uçuruyormuş (pilot). İp incecik. Bahçedeki dönme demirinde arkadaşlara gösteri yaptı. Önce tutundu, ayaklarını kaldırıp kolları arasına sokup ters aşağıya bıraktı. Az sonra toplanıp ayaklarını gene, eski yerine getirdi. Demiri bırakmadan bu kez demirin üstün döndü. Hiç bir zorlanma olmadan gülerek bıraktı. Hiç ilgimi çekmedi, buruk buruk bakarken bana, “Kilolular bunları kolay yapamaz, üzülme onlar için de yapılacak güzel hareketler var, yakında onlara da başlayacağız” dedi. Şaşırdım, neden bana söyledi? Kısa boylu benden çok şişman görünen arkadaşlar var, onlara neden demedi? İsmet’e sordum, İsmet’in cevabı hazır. ”Dayı, içimizde ciddi duran, laf anlayacak tavırları olan sensin, o nedenle öğretmenler seni seçiyorlar” Doğru olabilir mi ki?
Öğle yemekleri gene güzel, etli patates, yanıklı pirinç pilavı (bu pilavı çok seviyorum) tulumba tatlısı. Baki ortalıklarda yok. Bugün tatlım bir tabakta kalacak, diye kederlenirken, Baki arkamızdan hızla girdi, geçerken eğildi “Geç kalk” dedi. Arkadaşlar güldüler: Hilmi Altınsoy, “Sen buna para mı veriyorsun?”dedi. Ötekiler, benim için, “O Baki’nin de dayısı” deyip güldüler. Onlar gülerken Baki yetişti, tabağı önüme bıraktı. “İsteyen var mı?” diye sordum, Arif bir tane aldı. Herkes Baki ile yakınlığımı soruyor. Bilmiyorum ki ne söyleyeyim. Hep aynı şeyi anlatıyorum. İlk günler bir tartıştık, bir gün sonra o bana tatlı getirdi, şimdi hep getiriyor. Yemekten hemen tören yerine çıktık. Adem Gürçağlayan bir elinde küçük bir çubuk, bir elinde düdük, sert sert uyardı. İyi de oldu, bu kez İstiklal Marşı güzel söylendi. Ben biraz mırıltılı olmakla birlikte katıldım. Namık Öğretmen kendisiyle gelecekleri ayırdı, birlikte gidecekler, kendileri dönecek. Bizim sınıftan gidecekler, çoğunlukla Edirne grubu, Sefer Tunca, Fettah Biricik, Ali Önol, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı, Bekir Temuçin, onların dışında Yakup Tanrıkulu, Arif Kalkan, Recep Kocaman, Ahmet Güner, küçük sınıflar.
Törenden sonra kalan arkadaşlar derslikteyiz. Sınıf dolu gibi olduğu halde gidenleri düşünerek içime bir gariplik çöktü. Halil, Hasan, Mehmet Başaran, kitaplık odasında kitap okuyorlar. Hüsnü ile Emrullah hep iki ikiye fısıl fısıl konuşuyorlar, Sami durmadan çalışıyor. Sami benim sağımda iki sıra önde, onu rahatça görüyorum. Hiç kimse ile konuşmuyor. Ara sıra Mustafa Saatçı yanına gelip lafa tutuyorsa da hemen kitaplara dönüyor. Üstelik onun önündeki sıralarda oturanlar sürekli konuşuyor, şakalaşıyor, gülüşüyorlar. İsmet’in yeri arkada olduğu halde İsmet sürekli Yusuf Asıl’ın yanına iniyor, İdris de onlara katılınca dur-sus dinlemiyorlar. Azıcık kitaplıkta oyalandım, duramadım, gene dersliğe döndüm. Yazı ödevimi bitirdim. Coğrafya haritamı tamamladım. Öğretmen haritadaki renkleri söylemişti, Trakya hep yeşil. Öğretmen ovalar, yeşille gösterilir demişti. Istrancalar ova mı? Demek ormanlar da yeşille gösteriliyor. Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu, Hayrabolu, Keşan, Malkara, Lüleburgaz, Babaeski, Saray. İlleri, ilçeleri yerlerine koydum. Bizim köy Lüleburgaz-Kırklareli yolu üzerinde, Lüleburgaz’a daha yakın, Kırklareli’ne biraz uzak. Babaeski’ye de Lüleburgaz uzaklığında. Babaeski’nin yerini çok iyi biliyorum, Kırklareli, Şeytan Deresi denilen büyük derenin Ergene’ye ulaştığı yerde Babaeski, gittim yakınındaki Sofu Ali köyünde kaldım. Babamın ablası Elfide halamın oğlu orada Kiremit Ocağı çalıştırıyor, onlarda kaldım. Köyümün yeri ile Edirne arası kısa gibi geldi bana. Trene Babaeski’den binsem daha iyi olacak. Lüleburgaz yerine Babaeski’ye gelirim, yol kısalır. Tatil bir gelse. Halil geldi, ödevlerle çok uğraştığımı söyledi, herkes bir çırpıda yapıyormuş. ”Ben öğretmenlerin anlattıklarını iyi anlayamıyorum, ödev yaparken kendi kendime konuşarak daha iyi öğreniyorum” dedim, güldü biraz da şaştı.
Edirne’ye gidenlerden dönmeye başlayanlar oldu. Namık Öğretmen onları Selimiye’ye Muradiye’ye götürmüş, Arastayı gezmişler, topluca gitmek üzere bisiklet meydanına izin vermiş, ikişer üçer parti bisiklet binmişler. Mustafa Saatçı en iyi bisiklet binici seçilmiş. “Nasıl yarıştılar da kendilerine bir kahraman buldular?” diye düşündüm. Sami derslerde kahraman, Mustafa bisiklette…. Bizim köy dolaylarındaki hayvanlarla, Halil Basutçu’nun listesini karşılaştırdım. Onda çakal diye bir yırtıcı hayvan var. Ben onu söz olarak duymuştum ama bizim tarafta sanırım yok. Buna karşın onda da gelincik denilen küçük hayvan yok. O da gelincik sözünü çok duymuş ama böyle bir hayvan görmemiş. Oysa bizim köyde bu hayvan, akıllı, intikamcı olduğu kadar merhametlidir de. Böyle bir olayı sık sık anlatırlar.
Buğdayların biçildiği dönemde bir tarla sahibi tarlasına gidip orağını biçmeye başlamış. Büyük bir ağacın gölgesine eşyalarını koymuş, yiyeceklerini ağacın dalına asmış. Ağacın altında bir gelincik yuvası varmış ama adam onu görmemiş. Yuvada yavrular varmış. Adam ortalıkta dolaşırken yavrular ağaçtan uzaklaşıp bir kenara sinmişler. Adam eşyalarını bırakıp tarlanın bir tarafından biçmeye başlamış. Bu sıra gelincik gelmiş, yuvada yavrularını göremeyince adamın yavrularını öldürdüğünü sanıp öfkeyle dala çıkmış adamın yiyeceklerini zehirlemiş. Gelinciğin bir damla zehiri bir orduyu zehirleyecek ölçüde çokmuş. Gelincik zehir döküp giderken yavrularının sesini duymuş, koşup onları başka yere götürmüş. Bu kez telaşla gelmiş, etrafını gözeterek ağaca çıkmış, dalda takılı yiyeceklerin ipini keserek zehirlediği ayran kabını yere boşaltmış. Ayran o denli zehirliymiş ki, dokunduğu bitkiler o saat kurumuş. Kısaca, önce sinirlenip, orakçıyı cezalandırmak isteyen gelincik, onun günahsız olduğunu görünce, zehirlenmesini önlemiş. Bu onun zehirli ama zehrini kötüye kullanmadığını gösterirmiş.
Arkadaş da çakallar üzerine bazı olaylar anlattı. Çakallar, tilkiden daha kurnaz hayvanlarmış. Uyurken insanların yanına rahatça sokulur, osunu busunu çalarmış. Örneğin nöbetinde uyuyan nöbetçi askerlerin kasketlerini alıp götürürmüş. Kasketi kaybolan asker kasket aramaya kalkınca arkadaşları ‘uyuduğun için cezalısın’ derlermiş. Çakalların çiftçilere pek zararı olmazmış ama gene de zararlı hayvanlardan sayılır, avcılarca avlanırlarmış. Bitkileri karşılaştırıyoruz. Böğürtlen, güvem, muşmula, vişne, kiraz, aluç var. Kiraz bizde de oluyor ama ötekileri bilmiyorum. Bu sıra Mustafa Saatçı ile yanındakiler geldiler. Kaç defa düştüklerini, düşmek üzere iken kurtulduklarını anlatıyorlar. Gitmeyenler de onları özlemle dinliyorlar. Ne acayip istekler. Ben birisi bisiklete binmesini anlatsa dinleyemem. Bunun anlatacak bir tarafı olduğunu da düşünemiyorum. Binilir, yürütülür ya da düşülür… Halil de benim gibi, anlatılanları dinlemiyor bile. Bu kez Fettah Biricik çıktı, o düşenleri çok güzel anlatıyor. Fettah’ı bu kadar canlı hiç görmemiştim. Herkes aynı kanıda galiba, tekrar tekrar ona soruyorlar. Ben “Muradiye Camisi’nin neyi meşhurdur?” dedim. Fettah, ”Ne bileyim ben?” dedi arkasını döndü. Sözde Edirneli. “Kapısı ya da minaresi” diyebilirdi. En yüksek minareyle en süslemeli kapı onda çünkü. Üç şerefeli minare. Önümüzdeki ay içinde cumartesi geceleri, eğlence yapılacakmış, film gösterilecekmiş. Bir hafta eğlence bir hafta film. Keşke her hafta film olsa… Türkçe ile matematik dışındaki ödevlerimi tamamladım. Yarın banyodan sonra onları da tamamlayacağım. Türkçe: Ahmet Haşim- Gazi. Matematik: 99’a kadar sayılar, bölünenler bölünmeyenler. Tek sayılar, çift sayılar. Çift sayı sözünü yanlış ya da eksik buluyorum. 12, 22, 32 çift sayı da 33, 55 neden çift sayı değil. İki üç, iki beş çift değil mi? Bence bölünür, bölünmez demek de doğru değil. 33 neden bölünmesin? 33 3’e, 11’e bölünür, 45, 5’e, 9’a bölünür. 2’ye bölünmeyince, ‘bölünmez’ denilip çıkılıyor.
Yat zili çalınca, gerçekten yorgun olarak yatağa koştum. İçim rahat, haftaya Edirne’ye gitmek kararı vererek yattım. Elbiseler gelince resim çektirip yollayacağım. İsmet’i bu gün görmemiştim. Geldi, kardeşi Sabri’ye yazdığı mektubu okudu. İsmet mektubu çok özenerek yazmış. Sordum, “Kardeşinle yarış mı ediyorsun?” İsmet güldü, ”Dayı sen olayı bilmiyorsun, asıl Sabri benimle yarış ediyor. Biliyorsun, Öğretmen Nazif Bey, eşi Öğretmen Hamdiye hanım bizim evin üst katında oturuyorlar. Sabri akşam sabah onlarda, onların kışkırtmasıyla o benimle yarışa kalkmış durumda, sana onun için soruyorum, eksiğim varsa söyle.” “Anladım, ama ben daha iyisini bilmiyorum ki!” İsmet gitti, uyudum.
27 Kasım 1938 Pazar
Kahvaltıya biraz geç indim, öteki arkadaşlar kalkmak üzereydiler, beni beklediler. 4 Mehmet geldi, bana kendi köylerinden geçen Şeytan Deresi’nin Balkan tarafındaki köylerin adlarını sordu. Sıraladım, Lefeci, orasını biliyormuş bir üstündeki Asılbeyli, onun üstünde batıda Kırklareli, doğuda Kızılcıkdere, Gündalan. Daha yukarısı dağlık. Arkasında aralardaki köyler derken, kestirdi. Mehmet Asılbeyli’yi soruyormuş. Asılbeyli bizim köyün Kırklareli yolu üstüdür, köyün içinden geçeriz. Babamın orada arkadaşları vardır, sık sık uğrarız, onlar da bize gelirler. Onlar daha çok bahçıvanlık yaparlar, lahana, pırasa, biber, patlıcan yetiştirirler, bunları tahılla değiştirirler.
Konuşa konuşa dersliğe girdik. Banyo numara sırasına göre olacakmış. Mehmet Aygün 4 numara ilk sırada koşa koşa gitti. Yer değiştiren olursa ben de önce girmek istiyorum. Böyle bir teklif gelmedi. Geometri, kare, kar kenarları, kare alanları, kare açıları. Kitap açıkken “Bunların çalışacak bir tarafı yok!” deyip kapatıyorum. Kitap kapalı dururken hepsi kafamdan uçuyor. 1’den 99’a kadar sayıların 1 den 5’e kadar çarpımlarını ezberledim. Yazıya geçirince hemen yapıyorum. Yazmadan ise kesinlikle toparlayamıyorum. 99’la 5 çarpımında 45’i yazar yazmaz 495’i görüyorum ama 45 yazmadan aklımdan geçiremiyorum. Bunu ancak düz sayılarda başarıyorum. 5x10, 30x6, 60x8 gibi. Ancak bunun da üstesinden geleceğime inanıyorum. Bunu başarırsam tahtaya kalkınca daha çabuk problem çözebileceğim. Halil arkadaşa anlatıyorum, o bana katılmıyor. “Öyle bir yol olsa başkaları da yapar” diyor. İyi arkadaşız ama ne ben onu inandırıyorum ne de o beni. En iyi anlaştığımız yanımız o da benimle iddialaşmıyor ben de onunla. Küçük ama Mehmet Başaran da öyle. İlk geldiğim gün onların köyü için azıcık dalaşmıştık bir daha hiç ters düşmedik. Daha doğrusu o dikkatli davrandı, beni kızdıracak bir söz söylemedi ben de onu üzmemek için ölçülü davrandım. O da Küçük Hasan gibi durmadan okuyor. Geçen gün benden Vahit Dedenin şiirlerini sordu, bende olan iki tanesini gösterdim. Şiir defteri tutacakmış. İyi ki aklıma getirdi ben de bir şiir defteri tutacağım. Şiir defterlerini biliyorum. Mustafa Ağabeyin askere gitmeden önce vardı, onda görmüş amcaoğlu Hilmi de bir şiir defteri tutmuştu. Amcaoğlu daha çok türküleri, nefesleri yazıyordu. Ben köydeyken daha niyetlenmiştim ama bir türlü tutmamıştım. Kalın bir defter alıp hazırlayacağım.
Banyoya hep birden giriyoruz ama yıkanırken ayrılıyoruz. Ben ilk kez bu tür yıkanma gördüm. Musluklar çevriliyor yukardan su akıyor, rahat rahat yıkanılıyor. Su bol, çık deninceye kadar kalabilirsin. Ben uzatmıyorum. Çıktım, dersliğe indim öğle yemeği çaldı. Öğlede tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. Mehmet Yücel bunları hızlı söyleyip arkadaşları güldürüyor. Bazen tersini söylüyor. ”Üzüm hoşafı, pirinç pilavı, tas kebabı” diyor. Haftalık ders programı değişmiş,
Pazartesi: Türkçe 2, Matematik 2
Salı: Tarih 2, Coğrafya 2
Çarşamba: Yabancı Dil: 2, Tarım 2
Perşembe: Türkçe 2, Tabiat Bilgisi 2
Cuma: Matematik 2, Yazı 2
Cumartesi: Müzik 2, Resim 1, Beden Eğitimi 1
Pazartesi-Salı-Perşembe-Cuma öğle sonraları Sanat Atölyeleri, Çarşamba öğleden sonra tarım. Yarın Türkçe, matematik. Okuma kitabımdan Akdeniz’den Geçerken şiirini ezberlemiş durumdayım. Matematikten sayıları inceledim, 50’ye kadar, çarpımları, bölmeleri ezberlemiş gibiyim. Bu şiir gibi değil hepsini soracak değil. Ama sayı özellikleri diye bir soru sorarsa sanırım bir söyleyeceğim olacak. 1’den 10’a kadar sayı sıralaması ilgimi çekti. Çizerek şekiller yapıyorum. Arkadaşım “Gene ne yapıyorsun” diye soruyor. Yaptığımı anlatıyorum ama o gereksiz buluyor. Olsun, ben bunu da çalışma sayıyorum. Birden başlayıp 10’a dek alt alta yazıyorum. Bir de sayı yerine eşit çizgiler koyup çizgilerden üçgen yapıyorum. Üçgenin orta çizgileri, bölünmeyen sayıları gösteriyor. 1, 3, 5, 7, 9, arkadaşım anlamadı ama gene de başarılar diledi. “Bakalım sonunda ne olacak?” dedi. Gerçekten ne olacak? Belki de öğretmen hiçbir şey demeyecek. O zaman neden böyle bir söz söyledi? ”Sayılarla oynayın, bakalım neler bulacaksınız?” Halil haklı, galiba, vazgeçtim, şiiri bir kağıda küçük küçük yazdım. Ezber oku derse yandan bakıp yararlanırım, diye düşündüm.
Hüsnü aldığı kitabı verdi, bitirmiş. Beyaz Zambaklar Memleketinde. Çok beğenmiş. Okumaya başladım. Herkes yemeğe kalkınca bıraktım. Kitap okumak da güzel aslında ama, ben okurken dersleri düşündüğüm için okuduğum yerleri unutuyorum. Hasan bunun için, “Kendini kitaba vererek okumuyorsun da ondan” diyor. Ben sürekli dersleri düşünüyorum: Bunun nedenini de biliyorum, başaramazsam, okuldan ayıracaklar, ben köye dönemem. Vahit Dede bana ilk gün daha söyledi, başaramazsan o senin, melek gibi sakin köylülerin öyle aleyhinde olurlar ki dayanamazsın dedi. Bu sözleri bir türlü unutamıyorum. Beyaz Zambaklar Memleketinde’yi okuyorum. Beyaz Zambaklar kolay açmamış. Orada da çalışma var. Oradaki insanlar da acılar çekiyor, çalışıyorlar. Finlandiya, kuzeyde bir memleket, insanlar düşmanlardan çok çekmiş, ama sonunda kurtulmuşlar, memleketlerini yükseltmişler, memleketlerinde çiçekler açmış. Bu arada Finlandiya’nın bir adı daha varmış Suomi, onu da öğrendim. Yemekten sonra da okumayı sürdürdüm. Şaştım, öğleden sonra başladığım kitabı yat zili çalarken bitirdim. Ben şimdiye dek ciddi okumamışım. Yoksa bu kitap mı kolay okunuyor? Hüsnü de şaştı. “Ben de hızlı okurum ama sen benden çok hızlı okudun” dedi. Kitapta geçen olayları düşündüm, yapılan işleri, insanların sabırla çalışmalarını düşündüm. Bektaş ağabeyimle pancar taşıma günleri geldi aklıma.
Sabahları kapkaranlıkta yola çıkıyorduk. Komşu köy Erikleryurdu’nu geçince güneş doğuyordu. Lefeci deresini geçerken Bektaş ağabeyim bele kadar suya dalıyordu. Su çok oluyor, mandalar yolu doğrultamıyordu. Araba pancar dolu, en az bir ton oluyordu. Ağabeyim suya atlayıp yön bulduruyor, araba sudan çıkıyordu. Çok kez karlı günlerde oluyordu bu. Sudan sonra daha uzun bir yolumuz vardı. Kavaklı istasyonuna götürüp tartıdan sonra pancarı bırakıp geri dönüyorduk. Aynı sudan bu kez boş arabayla geçiyorduk. Bu kez de ters yönden çıkış zorlu bir dönemeçten geçiyordu, mandalar doğrultamaz, yana kaçıyordu. Bu kez araba iyiden sulara dalıyordu. Bu duruma düşmemek için ağabeyim suya atlar, hayvanları yedekleyerek doğru yola sokuyordu. Ağabeyimin titreyişini düşündükçe şimdi bile titriyorum. Üstelik kantarlarda doğru tartılmıyordu. Bir ton olarak götürdüğümüz pancarı 600 kg. tartmaları çok ağırımıza gidiyordu. Kollu baskülümüz vardı, küfelere pancar doldurup tartıp arabaya koyuyorduk, 1200 kg., yağmur yağıyordu daha da ağırlaşma oluyordu. Kantarda en fazla 700 kg geliyordu. Bütün halk şikayette bulundu ama kimse yanıt vermedi. Sonunda pancar ekimini azaltıp, kısa zamanda Alpullu’ya teslim yolunu seçtik. Ağabeyim sinirlenip “Bu kantarcılar Türk değil, gavurdur” diyordu. Bir keresinde memur olarak kantara konmuş biri ağabeyimi duydu, üstüne yürümeye kalktı. Ağabeyim yumruklarını sıkarak üstüne yürüyünce adamın kaçışını hiç unutmam. Meğer o adam esas görevli değilmiş, olay şefliğe iletilince gerçek memur ağabeyimden özür diledi. Ama pancar gene 700 kg. olarak yazıldı. Ağabeyimi düşünerek yattım. O bu yıl da pancar taşıdı ama Alpullu’ya, daha az olarak at arabasıyla erkenden bitirdi.
28 Kasım 1938 Pazartesi
Dinlenmiş olarak kalktım. İyi uyuyup dinlenmiş kalkınca daha güven içinde oluyorum. Bugün öyleyim. Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmeni gözledim, gelmemiş. Tören içerde yapıldı, hava yağışlı gibi. Kar yağacak diyenler var. Arada serpiştiriyormuş. Adem Bey, elinde sopa ağzında düdük (bu düdük değilmiş, ses vermek için kullanılıyormuş) ben gene katıldım ama yer yer sustum. Sesler incelince susuyorum. Arkada kimse görmüyor. Adem Gürçağlayan Öğretmen beğendiğini söyledi, arkasından, “Havalar soğudu, kendinizi koruyun, giyimlerinize dikkat edin” dedi. Ben bu bakımdan rahatım. Ama gene de yeni elbiseleri heyecanla bekliyorum.
Ders zili çalınca Fikret Madaralı göründü, arkadaşlar fısıldaşarak yerlerine oturdular. Öğretmen girdi, “Günaydın” dedikten sonra öğretmen masasına elindeki kitapları bıraktı. Kurulmakta olan kitaplık için bilgi verdi. Bizim sınıf orada günlük nöbet tutacak. Bunun için yapılacak işleri bildiren bir yazı hazırlanmış, onu okudu. Yazının bir tanesi bizim sınıfa bir tanesi kitaplık önüne asılacak. Nöbetler numara sırasına göre olacak. 30 kişi olduğuna göre ayda bir gelecek. Bunu öğrendik. Gaziparçasının altındaki soruları okuduk hep birlikte cevaplandırdık. Sayfa atlayarak bir parça açtık. Gemiciler. Bu da bir şiir. Ben bunu okudum ama hiç sevmedim. Öğretmen kitabı açtı gösterdi. “Bakın çocuklar dikkat edin şiir neye benziyor?” dedi. Ön sıradan bir ses çıktı, “şiire benziyor” dedi. Öğretmen güldü, sesin geldiği tarafa baktı, tam önünde olduğu için söyleyeni görmüştü, arkadaşın önüne kadar gitti. “Yahu çocuklar sizi çok sevmek istiyoruz, arkadaşlarla hep bunu konuşuyoruz, sizi ezmeyelim, üzmeyelim. İyi ama sizin hiçbir sorumluluğunuz olmayacak mı? Siz biraz dikkatli olmazsanız bizim sabrımız nereye kadar sürer? Bu şiire dikkat edin neye benziyor diyorum, arkadaşınız şiire diyor. İnsanda sabır mı kalır? Biraz daha dikkatli olun, soruları iyi anlamadan cevaplandırmaya kalkmayın.”
Öğretmen arkasını dönerken “şiire benziyor” diyen İdris Destan bu kez kalktı, ”Affedersiniz öğretmenim, bilmeyerek yaptım, bir daha yapmam.” Bu kez öğretmen daha fazla kızdı. “Senin söylediğini gördüm, sana bir söz söylemedim, adını da vermedim, ortaya konuştum. Bundan bir ders almalıydın. Oysa sen şimdi bir daha yapmam diyorsun. Bir daha da mı yapacaktın? Ben titizlikle size ders anlatırken siz, dalgınlık yaptım diyerek, özür dileyecek, sonunda “Eski hamam eski tas” mı olacak? Öyle bir yerde huzurlu çalışma olmaz!” İdris çok üzüldü oturdu, ağladı. Öğretmen gördü, yanına gitti, iki eli ile başını tuttu, gülümseyerek “Benim sarsak oğlum, sen bugün beni üzmeye kararlısın, sen ağlarken ben zevkle ders mi yapabilirim? Hem kusurunu kabul ettin, bir daha yapmam dedin, şimdi daha kötüsünü yapıyorsun.Gül bakayım.” Gerçekten İdris güldü. Bu kez öğretmen “Sarsak, bir boşboğazlık nerelere gidiyor, bunları hesaplayın, bir topluluk içince ona göre kendinize bir yer ayırın.” Sınıfta çıt yok, herkes can kulağı ile öğretmeni dinliyor. Öğretmen sözünü bitirdi ya da kesmek gereğini duydu, masasına dönerken 6 Ali “Şiir değil mi öğretmenim?” dedi. Öğretmen yavaş yavaş geri döndü, doğrudan Ali’ye baktı, “Senin sesini tanıdım artık, sen beni kızdıramazsın. Şiir şiirliğine şiir de ben şiiri değil şeklini soruyorum. Herhalde senden başka herkes bunu anladı.” İlk sıradaki Kadir Pekgöz’e sordu, Kadir “E” dedi. Yanındaki Hüseyin Orhan’a sordu: “Niçin E?” Hüseyin, “Şairin adının ilk harfi”. Öğretmen “İşte bu kadar! İşte ben işleri böyle karıştıranlara, akıntıya kürek çekenlere durmadan ‘sarsak’ derim.” Yakup’tan başlayarak sıra ile en ön sıraya dek şiiri okuttu. Şiirde geçen sözcükleri açıkladı, sorular sordu. Zil çalınca çıktı.
Hepimiz sarsılmıştık. Ali kasıtlı yapar gibi gene kalkmış yanlış bir soru sormuştu. İdris’inki olabilirdi ama Ali’ninki gerçekten sarsaklıktı. Ali’yi teselli etmeye çalışanlar oldu. Öğretmen geldiğinde Ali ile konuşanlar vardı. Öğretmen yan gözle baktı, “Sohbetinizi sonra sürdürün” dedi. Konuşanlardan biri Mustafa Saatçı idi. Öğretmen Mustafa Saatçı’yı tahtaya kaldırdı. “Fırtınalar kahramanı, nihayetsiz mavilikler yolcusu, geminin rehberi, o vefakar yıldızlar”ın anlamlarını sordu. Mustafa hiç birini açıklayamadı. Hilmi Altınsoy’u kaldırdı (o da Ali ile konuşanlardandı), o da sustu. “Kim söyleyecek?” diye sordu. Halil, ben, Sami, İsmet parmak kaldırdık. Hepimize baktı, İsmet’i kaldırdı. İsmet “O vefakar yıldızlar” dışındakileri cevaplandırdı. Vefakar sözcüğünü öğretmen açıkladı, İsmet tamamladı. Öğretmen beş dakika izin verdi şiiri içimizden okuduk. Bu kez kendisi iki kez okudu. Sonra sıra ile okutmaya başladı. Sıra bize gelmeden zil çaldı. Ödev, şiir ezberlenecek, doğru okunacak. Genel olarak sınıfımızın havası biraz gerildi. Kimi arkadaşların yüzleri asıldı. Matematik dersine biraz suskun giriyoruz.
Ahmet Gürsel gene güleç yüzle geldi, ”Günaydın” dedikten sonra hepimizi gülümseyerek izledi. Ellerini ovuşturdu, tebeşiri eline alarak 1’den 10’a kadar sayıları yazdı. “Bu sayılar matematiğin özüdür. Siz bunlarla çok şeyler yapacaksınız. Ama önce bunları ne kadar tanıdığınızı görelim.” Hepimiz sustuk. Tahtaya gitti, Önce Yusuf Asıl’dan bir sayı istedi. Yusuf numarasını söyledi. Öğretmen güldü, “İşte bakın bir önemli belge, kırk sekiz arkadaşınızı temsil ediyor” dedi. Başka sayılar yazıldı. Sayıların olmadığını düşünmeye çağırdı. İlk insanların sayı bilmediği çağları anımsattı. Çocukların sayısız yaşadıklarını, büyüdükçe öğrendiklerini, bir çok insanın az sayı ile uğraştığını, mühendislerin ise sayılarla, köprüler, gemiler yaptığını anlattı. Hepimizin suskunluğunu görünce, “Peki, bu konuda biraz fazla düşünmeniz için gelecek derse bırakalım, bugün dört işlemi tekrarlayalım” dedi. Halil bana baktı. Dün konuşmuştuk. Ben gün boyu bu konuyu çalışmış, 50 sayısı altındakilerin tüm sonuçlarını hazırlamıştım. “Kim çalıştı?” deyince Sami pat diye el kaldırdı. Sami’nin çıkışı beni ürküttü, parmağımı kaldıramadım. Öğretmen bu defa, “İçinizde Sami’den başka cesaretli kimse yok mu?” diye sordu. Elim titreyerek kalktı Öğretmen “A şöyle bir kişi bile olsa sevindirici” derken İsmet’in, arkasından da Kadir’in parmakları havalandı. Öğretmen baktı, Kadir’i seçti. On tane çarpım, on tane bölme, on tane çıkarma yazdırdı. İçlerinden rasgele ikişer tanesini işaretledi, bunları yap dedi. Kadir çarpmaları, çıkarmaları rastlantı da olsa olabilirli yazmıştı. Ancak bölmeler olamaz türündendi. Öğretmen de olduğu gibi işaretledi. Örneğin 28’i bölecek sayı 27 oldu, 32’yi 41 bölecek gibi sıralandı. Kadir azıcık boynu bükük oturdu. İsmet kalktı. İsmet kurnazlık yaptı, iki haneli sayıları tek hanelilerle çarptı. İkinci derste de aynı konuyu sürdürdük. “Kimler parmak kaldırmıştı?” diye sordu. Cesaretlenmiştim, göze batacak çeviklikle elimi kaldırdım. Sami bile geç kalmıştı. “Gel bakalım” dedi ama pek güven duymaz gibi bir bakışı vardı. “Nelere çalıştın?” dedi. “Özellikle çarpımlara, tek sayılarla çift sayıların çarpımlarını 50’ye kadar tam öğrendim, yüze kadar da yarı yarıya öğrendim.” Öğretmen, tebeşiri aldı 99x9 yazdı. Sormadan 891 deyince, “Ezberlemişsin” dedi.. “Hayır, ezberlemedim, kısa yoldan çarptım yaptım” deyince güldü, ”O nasıl oluyor o?” “İki 81’i üst üste koyuyorum, oluyor” deyince ”Bunun ne faydasını göreceksin?” diye sordu, ”Zaman kazanmak” dedim. Tahtaya döndü 78, 87 sayılarının yanlarına bir 6, bir beş yazdı. 468, 435 sayılarını koyunca, ”Haklısın bu tam ezber değil , yarım ezber” deyip güldükten sonra arkadaşlara dönerek ”Mamafih matematik ezbere dayalı bir düşünce ürünüdür. Arkadaşınızı takdir ediyorum, kurulmuş matematik yollarını hiç bilmediği için karineden bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bunun da faydası olacak, göreceksiniz arkadaşınız bu çabasını sürdürürse başarılı olacaktır.” Azıcık üzgün olarak yerime döndüm, asıl söyleyeceklerimi söylemedim. Ancak öğretmen de bir hata yaptığının farkına vardı, ya da beni gereğince onurlandırmadığını sonradan anladı. Ben küskün küskün yerimde otururken aralıklarla bana bakıp “Öyle değil mi, böyleydi değil mi?” şeklinde sorular sordu. Ben öyle, kıpırdamadan baktım. Öğretmen geçen gün bize “sayılarla oynayın, onlardan korkmayın, bir sonuç çıkmasa da onların üstüne gidin” demişti. Sayıların üstüne nasıl gidilir? Bir örnek isteyeceğim. Dersin sonuna doğru birkaç kez ‘arkadaşınızın yaptığı gibi, arkadaşınızın verdiği örnek’ gibi sözler etti ama, beğendi mi, beğenmedi mi açık açık belirtmedi. Birinci ders bitiminde “Çalışmaya devam” diye bir uyarı yaptı ama, arkadaşlar onu önemsemediler. Beni de gösteriş için ortaya çıkmış gibi düşündüler. Kimse bir şey demiyor ama ben öyle algılıyorum:“ Alacağın olsun Ahmet Gürsel Öğrertmen, 199’e kadar tüm çarpımları ezberleyeceğim. Bütün bakkal çakkallar hesaplarını ezberden yapıyor. Sürüleri kırlarda alıp satanlar, hesaplarını nasıl tutuyorlar? Bunlar ezber değil mi? Ezber kötü bir şey olsa Türkçe öğretmeni neden şiir ezberletsin? „
Kafamdan bunlar geçerken, öğretmen gülerek geri geldi, beni göstererek “Arkadaşınızın çalışmalarına benzer çabalarla bir çokları bilmece türünden matematik oyunları yapmıştır.” dedi, tahtaya çift sayılı rakamlar yazdı. 99-77-55-44 gibi. “Bunlara bakıp neler söyleyebiliriz? Konuyu biraz açalım” dedi. Sami kalktı. 99’u seçti. ”Bu sayı 99’dan başka, bir doksan, bir dokuz, dokuz tane on, bir dokuz” deyip sustu. Öğretmen gülerek, “Değil mi ya” deyip kalktı, tebeşir elinde 77’ye dokunup “bunu da” derken ben, “öteki bitmedi, 99 noksan kaldı” dedim. Öğretmen “Gel tamamla” dedi. Arkadaşlar tüm dikkat kesildiler benim yanlış bir söz söyleyeceğimi sandılar. Bir an İsmet’e baktım kül gibi solmuştu. Tebeşiri aldım: “99, arkadaşın dediği gibi 10x9+9 olur, ayrıca 11 tane dokuzdur. Bu 11 sayısı salt 99 için değil tüm iki haneli çift sayıların bir özelliğidir. İlk çift sayılı 11’de 1, 22’de 2, 33’de 3, 44’te 4, 55’te 5, 66’da 6, 77’de 7, 88’de 8, 99’da 9 11 vardır.” Öğretmen “Peki bu bizi nereye götürecek?” deyince ben : “90+9 nereye götürecekse oraya götürecek” deyiverdim. Öğretmen : “Beğenmedim bu cevabı ama, kafan çalışıyor senin” deyip arkadaşlara dönerek “Arkadaşınızın sezgi yoluyla buldukları, ileriki günlerde bizim karşımıza başka başka şekillerde çıkacaktır. Ben demin arkadaşınıza kendini zorlamasın, bunlar nasıl olsa önümüzde var düşüncesiyle üstüne düşmedim. Ama o ısrar ederse çalışsın, memnun oluruz.” Bana : “Gösterecek başka çalışman var mı?” diye sordu. Var deyince, ”İyi onları da gelecek derste gözden geçiririz” Yerime oturdum. Gene rahat değildim. Yaptıklarımı doğru buluyordum ama neden yeterince beğenilmediğini anlamıyordum. Sami hiç de önemli bir şey söylemediği halde, hoş görüldü. Benimse yaptıklarım küçümsendi. İçim içime sığmıyordu. Yorgun gibi sallanarak yerime oturdum. Öğretmen ödevler verdi, bir şeyler anlattı, dinleyemedim. Zil çaldı, öğretmen ayrıldı. Halil Basutçu, “Sen çalışmanı öğretmene galiba doğru anlatamadın, sinirlendin. Öğretmen sanırım buna kızdı ama belli etmeden seni konuşturdu. Sen bunları nasıl düşündün? Sonra birden kalktın, öğretmenin söylediğine, ‘eksik’ diye bağırdın”. Arkadaşım haklıydı, sustum. Ben bir şey bulma sevinci içinde hareketlerimi kontrol edemedim, öğretmen de benim bu durumumu beğenmediğini belirtti. Çok üzüldüm. Gelecek derste kaldırırsa daha sakin anlatmaya çalışacağım. Sami arkaya dönerek oturduğu yerden :“Çok güzel söyledin, hakikaten tüm çift sayılarda on bir bağıntısı var. Üstelik bu bağıntı büyük sayılarda da sürüyor” dedi. Sami’nin konuşması beni sevindirdi. Öyle ki, öğretmenin davranışını bir anda unuttum. Arkadaşların bakışlarında da bir değişme oldu. Sami arkadaşlar üzerinde çok olumlu etki bırakmış. Onun beğendiğini, hemen beğeniyorlar. Yemek zili çalınca herkes gitti, ben bir süre yalnız kaldım, öyle düşündüm. Yavaş yavaş kalkıp gittim. Arkadaşlarım kalkmak üzereydi, İsmet geldi. İsmet olaya hiç değinmedi. Ben açtım, İsmet beni teselli etti. “Dayı sen çalışıyorsun, öğretmen seni beğeniyor, bu besbelli. Belki bu konu üzerinde durmayacaktı. Sözünü kesip kalktın, belki bunun için senin beklediğin ilgiyi göstermemiştir. Zaten bize çalışın derken sayılarla oynayın demişti, önemli bir şey beklemiyordu. Senin söylediğin de önemli olmayabilir.” İsmet, öğretmen gibi bana nasihat etti.
Biz İsmet’le fısıl fısıl konuşurken küçük sınıflardan bir çocuk bana bir paket getirdi. “Abla size gönderdi” dedi, eliyle ablayı gösterdi. Abla mutfak kapısı tarafında duran hemşireydi. Şaşkınca baktım, gülümsedi, yürüdü gitti. İsmet sormadan açtı, bir kutu Yeni hayat şekeri. İsmet “Dayı bu ne?” diye merakla sordu. Hiç belli etmeden, ”Edirne’ye giderken gördüm, ısmarladım” dedim. Bu kez İsmet aldı yedi. Beraber yemek üzere konuşup kalktık. İsmet yalanıma inanmıştı. “Öyleyse ben de ısmarlarım” deyince içime bir kuşku düştü. ”Ben ısmarladım ama henüz parasını vermedim, konuşup parasını vereyim sen daha sonra konuşursun” deyip savsaklamaya çalıştım. Matematik dersi kafamdan silindi, Yeni hayat şekeri aklımı iyice karıştırdı. “Hiçbir olaya karışmayacağım” derken, giderek üzüntülü olaylara bulaşmakta olduğumu iyice anladım. Çok üzüldüm.
Bu hafta Yapıcılık atölyesindeyiz. Arkadaşlardan önce atölyeye girdim. Hasan Çevik Öğretmen güler yüzle karşıladı. “Beraber çalışacağız, gerçek iş yapacağız, siz bana ben size yardım edeceğim” dedi. Sevindim ama “Ne yapacağız?” diye sormadım. 61 Hasan, ben, 72 Hüseyin Orhan, 76 Arif Kalkan gene bir gruptayız. Mutfakta ocak genişletilecekmiş, biz öğretmene yardım edeceğiz. Öğretmen gerekli aletleri söyledi, biz aletleri aldık mutfağa gittik. Mutfakta daha önce ocağı L şeklinde yapmışlar, çıkıntı hareketi zorlaştırıyormuş. Onu söküp duvara dek uzatacağız. Öğretmen bize ayrıntılarıyla anlatıyor. Kendisi bir eline çekiç öteki eline bir yassı uçlu demir aldı. (demirin adı muştu imiş) Önce üstteki mermeri kaldırdık. Tuğlalar açığa çıktı, sıra ile tuğlaları sökmeye başladık. Demirin ucuyla dokununca tuğlalar kalktı. Kısa zamanda tuğlaları kaldırıp kırmadan karşı köşeye dizdik. Arif arkadaşımız nasılsa elini vurmuş, kanadı. Öğretmen Arif’le birlikte revire gitmemizi söyledi, gittik. Hemşire Münevver Hanım, “Geçmiş olsun” deyip oksijenli pamukla silip bir şeyler sürdü, bağladı. Benimle de konuştu, şakalaştı. “Dinlenmek istiyorsan. senin kolunu saralım, kimse açıp bakmaz” dedi, güldük. İşten kaçmadığımı, üstelik çalışmayı sevdiğimi söyledim. Arif beni doğruladı, ”Arkadaş hem atölyede hem de derslerde çok iyi” dedi. Münevver Hemşire buna sevindi. Arif kapıya doğrulunca yavaşça neden şeker gönderdiğini sordum. Tatlıyı sevdiğimi öğrenmiş, sevineceğimi düşünüp göndermiş. Tatlı sevdiğimi de Baki söylemiş. Birden kafam karıştı, ilk aklıma gelen, Baki ile ilişkisi olabileceği oldu, sustum, teşekkür ettim. Ayrıldık. Arif hemşirenin iyiliğinden, güzelliğinden söz etti. Bizim konuştuğumuz olayı dinledi ama, üzerinde durmadı. Hemşire, “Yarın aynı saatte gene gelin” diye tembihledi. Mutfağa döndüğümüzde arkadaşlar sökülen yeri temizlemişler, bizi bekliyorlardı. Aletleri alıp atölyeye döndük. Öğretmen “sökülmesiydi önemli olan yarın çabuk bitiririz” diyerek yarınki işimizi de bildirmiş oldu.
Dersliğe döndüğümüzde yeni bir haberle karşılaştık. Bu aslında yeni haber değil, bir eksikliği düzeltmeydi. Tarım öğretmenimiz dersler başlamadan önce kaç kez söylemişti, “Tarım dersi yapacağız, bahçelerde uygulama yapacağız” diye. Çarşamba günleri 2 saat ders, öğleden sonraları da havalar elverişli oldukça uygulama yapılacakmış. Çalışma yanlısı olmayanlar sızlanıyorlar. Bana göre iyi olacak. Salih Beyin geleceğine çok sevindim. Gerçi o bana takılıyor, Ağa, Çiftçi Başı gibi adlar takıyor ama bunları önemsemiyorum. O bana aşı yapmayı, fidan yetiştirmeyi öğretecek, Mustafa Ağabey gibi köyde aşılar yapıp meyve yetiştireceğim.
Salih Ziya Büyükaksoy
Ben arkadaşların telaşı yerine Salih Öğretmenin kaç gündür neden gelmediğini sordum. Mehmet Yücel arkadaşların düşüncelerini ortaya döktü “Yahu arkadaş sen bizim düşüncelerimizin hep tersinden gidiyorsun, biraz da bizim gibi düşün!” Hiç duraksamadan “Olur, arkadaşım, niçin olmasın? Ama sizin düşünceleriniz hangileri, hangi düşüncenize ters düştüm? Okul yönetimi ders koymuşsa, ben de buna sevinmişsem size ters mi oluyorum, yoksa en doğrusunu mu yapıyorum?” Mehmet Yücel geldi boynuma sarıldı, “Arkadaşım ben takılıyorum, sen gerekli olanı istiyorsun, biz işin kaçamak taraflarındayız. Benim sözlerime sakın gücenme, ben şakacı bir arkadaşınızım, benim şakalarım sizi rahatsız etmesin, biraz da gülelim” Çok hoşuma gitti, söz verdim, “Hiçbir zaman senin sözlerine gücenmeyeceğim” dedim. İsmet benim sözlerime çok sevindi. “Dayı, Mehmet Yücel benim en iyi arkadaşım, ama çok geveze, herkese sataşıyor. Ama hiç kimse için kötülük düşünmüyor, kimsenin başarısını kıskanmıyor. Sen çok ciddisin, haklısın belki ama arkadaşlar şakalaşarak ders aralarında rahatlıyorlar. Mehmet Yücel bunlardan biri. Hep kaygılanıyordum, dayım bir gün arkadaşımla kavga edecek diye. Söz verdin, inan beni çok sevindirdin. Bu söz verişinle kendini, bana daha çok sevdirdiğini bilmelisin” Bunu söyledikten sonra ne düşündüyse, “Dayı bir şey daha söyleyebilir miyim?” diye sordu. Söyle deyince, “Senin o hemşire-Yeni hayat numaranı yutmadım. Sen onun bekar olduğunu biliyor musun?” ”Haydi oradan, ben çocuk muyum? Benim beşikten sözleşmiş yavuklum var, bunu, annen de baban da bilir. Yavuklum başkasıyla evlenmediği sürece, benim için başkası asla yok” İsmet bir kez daha “Dayı sana çok inanıyorum, ama o kız bunu biliyor mu?” ”Sen konuş anlat.” İsmet, benim ona güvenim olduğunu anladı ama, ben birden bir ürperti duydum, ya İsmet gidip pat diye konuşursa? Bir süre İsmet’i gözetledim…
Yarın tarih dersimiz var. Çalıştığım yerleri unuttum, Göçler, Türklerin Anayurdu, Büyük Hun İmparatorluğu. Bunlar konuşuldu. Kitaba bakıyorum, tamamı bitmemiş gibi. Öylece bırakıyorum. Bu gece coğrafya çalışacağım. Yat zili çalar çalmaz yataktayım. Böyle iyi oluyor, tuvalet, musluk beklemek olmuyor. Geç kalanlar bazen sıraya giriyorlar. Bu kez konuşmalar, tartışmalar, tatsızlıklar oluyor. Otuz arkadaşız, bazılarıyla az konuşsam da dargın değilim. Oysa sınıfta bir biriyle küs on kişi olmuş. Hep buralardaki konuşup şakalaşmalar neden oluyor. Yattım, coğrafyayı göz önüne getirdim. Trakya haritası, dağlar, nehirler, yollar, iller, ilceler. Bitkileri bile sorsa Tabiat Bilgisi bilgilerimle yanıtlayabilirim. Gene de sinirli yatıyorum. Hemşire, İsmet’e verdiğim sözler… Ne olacak bunlar?
29 Kasım 1938 Salı
Zil sesiyle uyandım. İyi gibiyim. Dersliğe indim. Arkadaşım Halil daha önce inmiş hazırlık yapıyor. O görevli, Fikret Madaralı’nın derslerinde o temsilci. Kitapları, haritaları, ne gerekliyse o alıp getiriyor. Dersten sonra da o götürüyor. Arkadaş alıştı, işini zamanında yapıyor. Besbelli öğretmen onu çok seviyor. “Gel Halil, git Halil” Kahvaltıya beraber gittik. Arkadaş iki masa ilerde, öğretmen masasına yakın oturuyor. Hamdi Bey, Namık Bey, Sabit Bey kahvaltıya geldiler. Sanat öğretmenlerinin dersleri öğleden sonra olmasına karşın erken kalkıp kahvaltılara çoğunlukla katılıyorlar. Kahvaltıdan sonra düşündüm, dünkü duruma düşmemek için parmak kaldırmayacağım. Anladığım kadarıyla arkadaşlar da parmak kaldıranları sevmiyorlar. Öğretmen kaldırırsa kalkarım.
Zil çaldı, Fikret Madaralı girdi “Günaydın” dedikten sonra Halil’in getirdiklerini karıştırdı, içlerinden bir kağıt çıkararak, yeni ders değişiklerini okudu. Daha önce duyduğumuz değişiklikti. Fikret Madaralı bizim sınıfın öğretmeni, önemli duyuruları o yapıyor. Harita başına geçti, elindeki cetvelle göstererek, Hun Türklerini, doğup yayılmalarını, Çinlilerle savaşlarını, dağılmalarını, gene toplanmalarını uzun uzun anlattı. Başlayalı beri hiç bu kadar uzun ders anlatmamıştı. Hiç kimseye soru sormadı. Zil çalınca çıktı. Arkasından sınıfta bir vaveyla koptu. Mehmet Yücel son sözü söyledi. “İşte ders böyle olur. Öğretmen anlatır, öğrenciler uyuklar. Kimse kimseden hesap sormaz, öğretmen alıp çantasını gider.” Bu arada arkadaşım Halil’e de bir laf çaktırdı. “Çantasını almaya da gerek yok, Halil çantasını arkasından götürür.” Kahkahalarla gülerken öğretmen geldi. ”Neşelisiniz, neden olduğunu öğrenebilir miyim?” Kimsede çıt yok. “Peki öyleyse, ben sormadım, siz de söylemediniz” Hunların bölünme nedenleri, Çinlilerin hileleri, Hunların tekrar toparlanmaları, Ergenekon Destanı” dedi durdu. Destan nedir diye sordu Kimse doğru dürüst yanıt veremedi. Destan okuyan var mı? deyip yüzlerimize baktı. Yanıma kadar geldi, yavaş bir sesle “Okumadın mı?” deyince ben “Okudum” dedim. Bu kez “Neden kalkıp söylemiyorsun?” diye biraz sertçe sordu. “Benim okuduğum sizin istediğiniz destan olmayabilir” dedim. Daha sakin, ”Olsun, o değil derim geçeriz, bunda çekinecek bir taraf yok. Burada konuşuyoruz, olur da olmaz da.” Ben cesaretlendim, “Kesikbaş destanı” dedim. “Ha şöyle, bunlar da onu okudu ama cesaret edip söyleyemiyorlar. Mümkün mü Müslüman çocuğu olup da o din kitaplarını okumasın!” Güldü, “Bak şimdi say, senin destanı kaç kişi okumuş?” Parmak kaldırttı, 19 kişi parmak kaldırdı. Öğretmen döndü, “Gördün mü? Haydi şimdi anlat” dedi, masasına gitti. Ben olayı yalan yanlış anlattım. Hiç düzeltmedi, susunca da “Şimdi de İstiklal Marşını oku” dedi. Şaşırdım, “Biraz boğazım ağrıyor, sözlerini söylesem olur mu?” deyince, ”Yok yok, ben sözlerini istedim, şarkısını değil.” Sözleri okudum. Ne anlatıyor diye sordu, anlattım. “Bir kişiye mi söylüyor yoksa bir millete mi?” diye sordu. ”Millete” deyince “Aferin. İşte çocuklar, destan budur, İstiklal Marşımız da güzel bir destandır. Bir ulusun kara günlerini dile getirir. İşte Ergenekon destanı, işte İstiklal Marşı. Aradaki fark, anlatış özelliğidir. İlerde Türkçe dersimizde de inceleyeceğiz, destan bir ulusun iyi, kötü günlerini, gelecek kuşaklara aktaran yapıtlardır. Yazılı olur, sözlü olur. Yazılılar mensur ya da nazım olur.” Bana döndü “Bak 66 senin çekinerek söylediğin Kesik Baş bize neleri hatırlattı. Bildiklerinizi ortaya dökmeye alışın, doğru değilse bile bildiğini sandığınızın doğru olmadığını öğreneceksiniz. Buna kendinizi alıştırın.” Öğretmen gidince sınıfta bir vaveyla, kimisi Hazreti Hazma, Kerbela, kimisi Hayber Kalesi olaylarını anlatmaya başladı. Sonuç, bizim, köylerde okuduğumuz destanlar, çok bireysel kahramanlıklarmış. Öğretmen “Onlar da çok değerlidir, yeri gelince onları da okuyup değerlendireceğiz” dedi. Bu sözü unutmayacağım.
Destan tartışması yapılırken Sabit Soysal Öğretmen derse girdi. Önce güldü, bekledi, sonunda sinirlendi. “Ders yapmayacaksak ben geri gideyim” dedi. Ses birden kesildi. Gülümseyip “Günaydın” dedi. Oturdu, iki elini ovuşturdu, “Sizi sevindiren ne ise, beni de sevindirir, söyleyin bakayım” dedi. Kimse ses çıkarmadı. Az sonra Sami kalktı olayı anlattı. Sabit Öğretmen, “Haklısınız, destanlar insanları heyecanlandırır, gerçi acıklıdır ama yaşayanlar için bir güven kaynağıdır. Bilirsiniz Çanakkale savaşlarında bir destan yarattık ama, binlerce de şehit verdik. Kurtuluş Savaşımız da bir Kurtuluş Destanıdır, anlatılırken kıvanç duyarız ama çevremizdeki kolsuz bacaksız insanların dolaşması da bize bir o kadar acı vermektedir. Destanları okurken bunları da düşünün, o kahramanlara rahmet dileyin.” Buz gibi kesildik. Çanakkale gazisi Hamza amcamı gözümün önüne getirdim, Çolak Hamza ya da kolsuz Hamza derler. Sol kolunu şarapnel almış götürmüş. Tek kolla kalmış. Tek kolla işini görüyordu. Evlerimiz yakındı, sık sık da bizim kahveye gelirdi. Tek elle sigara sarışını ilgiyle izler ona acıyarak bakardım. Bir gün konuşurken onun kolsuzluğuna söz dayandı. “Alıştım, zor oldu ama 20 yıl sonra çok doğal gelmeye başladı. Bazen insanlar yardım için üstüme gelmeseler, tamamen unutacağım. Hele cıgara sararken, karşımdakilerim yardıma koşmaları beni çıldırtıyor. Benim sigara alacak kadar param var. Ama şu lanet tiryakilik çok başka şey, illa tütün sarıp içmek istiyorum, hazır sigara benim sardığımın yerini tutmuyor. Ben sigara sararken birinin bana acıyarak ‘Ben sarayım’ demesi, keyfimi kaçırıyor, o günüm neşesiz geçiyor” dediğini yıllardır unutmuyorum. Hamza amcam da destan yaratanlardan biridir. Kolunun gittiği Gelibolu Domuz Boğazı denilen yeri (Domuz Burnu da derler) sık sık gidip görmektedir. Sanırım Sabit Beyin de yakınları Çanakkale’de savaşmış, bu konu üzerinde çok durdu, dersin biri boyunca bunu konuştu. İkinci derste de elindeki cetvelle Gelibolu Yarımadasının sınırlarını çizdi. Sonra da cetveli Tekirdağ, İstanbul, Istıranca’lardan Edirne’ye getirdi. Çizdiğimiz haritalara bakarak dersimize döndük. Öğretmen, “Bize en uzak olan ilimizden başlayalım” dedi. Tekirdağ’dan başladık. Yusuf gönüllü çıktı. Tekirdağ-Saray ilçesini anlattı. Yarı orman, yarı tarlalık bir bölge. Hilmi Hayrabolu yöresini anlattı. Ağaçsız denecek ölçüde ova özellikleri. Bu kez benzer ilçelere geçildi. İbrahim Tuzbaha’cı kalktı. Öğretmen arkadaşın soyadına takıldı. Arkadaş, aile adı olduğunu, anlamının bir ticaret olayından kaynaklandığını, ancak soyadı yasasından sonra yazılı alanda çok geçince çeşitli anlamlarda yazıldığını, bundan ailece sıkıldıkları, özellikle Harp Okulunda okuyan ağabeyinin çok rahatsız olduğunu, bu nedenle mahkemeye baş vurulduğunu anlattı. Arkadaş, Uzunköprü yöresini anlatmaya başlarken zil çaldı. Şunu anladım, arkadaşlar yörelerini iyi bilmiyorlar, yuvarlak sözlerle geçiştiriyorlar. Ekilen birkaç hububat, meyve, sebze adından öte doğru dürüst bir bilgi vermediler. Birisi leylekten söz etti. Göçmen kuşlar gelirmiş. Öğretmen de ”Hangi göçmen kuşlar?” demedi. Turna, toy, yaban kazları, balıkçıl, bıldırcın, saka, sığırcık, bülbül türü kuşlar gelir gider.
Arkadaşlar özellikle Mustafa Saatçı, İdris Destan, İsmet Yanar, Yusuf Asıl, Mehmet Yücel, İbrahim’e soyadı öneriyorlar. Tuzyemez, Tozpembe, Tozyutmaz, Tuzukuru . Neden hep tuzla ilgili olduğu sorulduğunda da, aile lakabı tuzla ilgili olduğu içinmiş. Mehmet Yücel açıklıyor: Şimdi bambaşka bir soyadı ortaya çıkarsa ona bir şeyler uydurmak zor olacakmış. Tuzla ilgili olursa onlar gene yapıp yapıştırıp “Tospacı” diyeceklermiş. Arkadaş da onlar kadar gülüyor. Bu arada arkadaşın ağabeyi yakında subay oluyormuş, İbrahim’in ağabeyi yanında bir okula gitmesi olasılığı varmış.
Hasan Çevik Öğretmen yemekte var, öğleden sonra gene mutfaktayız. Arif’e “Elin nasıl?” diye sordum. “Akşam biraz zonkladı” dedi. “Zonklamak ne demek?” diye sordum, Yakup bana biraz yan bakıyor, yanındakine “Adam sağlıklı, hiç acı çekmemiş herhalde, zonklamayı bilmiyor” dedi. Bunu duydum hemen “Senin anan, baban var mı?” diye sordum. ”Var” dedi. “Ben annesiz yetiştim, acının ne olduğunu bilirim, asıl sen acının ne olduğundan habersizsin, sinek ısırsa ‘anam!’ dersin” Yakup korkuyla baktı, ”Şaka söyledim” deyip özür diledi. Mutfak ocağını dosdoğru bir metre uzatacağız. Öğretmen ilk sırayı kendisi yaptı, üstünü Hüseyin Orhan’la ben çıkardım. Bir yan, bir arka, ön açık kaldı. Oraya demir çerçeve gelecekmiş. Bitirdik. Usta bize yarın verilecek kadayıftan birer tabak verdi. Bol sulu, çok sevdim. Yarın Baki getirirse sevineceğim. Arkadaşlar aletleri götürdü, biz Arif’le gene revire gittik. Hemşire yalnızdı. Arif’in elini söktü, kurumuş deyip yumuşak bir merhem sürdü. Yüzümü kızarttım, Arif’in yanında şekerleri niçin gönderdiğini sordum. Güldü, ”Sevmedin mi?” dedi. Sevdiğimi ama niçinini öğrenmek istediğimi tekrarladım. ”Mehmet Ali’ye sor” dedi. Mehmet Ali, benim Baki olarak bildiğim delikanlı imiş. Hemşireyle akraba imiş, ikisi de Memur Ahmet Gökay ağabeyin akrabası imiş, akşam sabah bizden konuşuyorlarmış. Benim tatlı sevdiğimi Baki söylemiş. Ahmet Gökay, beni çok terbiyeli buluyormuş. Mehmet Ali şiir yazıyormuş, şiir yazdığı için de kendine Baki adını koymuş. Vahit Lütfü Salcı’nın şiirlerini okumuş, okula gelince de onu görmüş ama konuşamamış. Benimle konuştuğunu görünce bir gün onları tanıştırabileceğimi düşünmüş, bunu çok istediği için bana yakınlık gösteriyormuş. Arif anlatılanların yarısını dinlemeden yürüdü, ilerde bekledi. Ben bir türlü olayı kavrayamadım. Gene de benim sandığım gibi bir duygu sorunu olmadığını anlar gibi oldum. Bir an düşündüm, daha yakınlık göstererek ayrılmaya karar verdim. “O zaman bu kutuyu bitireyim gene gönder ama ben de bir şeyler alırsam, istemem, deme.” Güldü, “Sen öğrencisin, ben maaşlı memurum. İlerde belki…” Ayrıldım ama bacaklarım gitmiyordu. Arif sordu, “Sen onunla bu kadar ne konuştun?” Baki’yi ele vermeden, bir akrabasının Vahit Dedemle tanışmak istediğini, Vahit dedemin ne zaman geleceğini sorduğunu söyledim. Söylediklerim yanlış değildi. Arif’i aldatmamıştım, zaten ortada gizlenecek bir olay da oluşmamıştı. Sadece ben kuruntuya kapılmışım, bundan kurtuldum.
Derslikte bir takım olasılıklar. Yarın Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen gelirse bizi fidanlığa götürür mü? Daha önce geldiğinde öyle demişti. Götürürse ne olur, götürmezse ne okuyacağız? Bu dersin bir kitabını vermediler. Mehmet Yücel sesini yükseltiyor. “Ne münasebet Salih Öğretmen kitaba tenezzül etmez, o kendi anlatır” Şimdi bu sözde ne var? Ama tüm sınıf kahkaha ile gülüyor. İdris, Yusuf, Bekir, Hilmi, Hasan, Abdullah bayılası gülüyorlar. Gene de yarının çalışılacak bir parçası, yapılacak bir ödevi olmadığı için rahatız. Konuşmalara katılmamakla beraber, dinleyip gülüyorum. Bir ara Halil arkadaşla Salih Ziya Öğretmen geldiğinde neler konuşulmuştu? Belli belirsiz konuları saptadık. Tabiat Bilgisi ile coğrafya dersinde konuşulanlardı. Trakya’da tarım, hayvancılık, sebze, meyve yetiştirme. Öğretmen kaldırıp sorsa da kesinlikle bir daha anlatır. Yat zilini dört gözle bekliyorum, derken çaldı, ilk çıkanlardan biri olmak üzere yarışa kalktım. Yatınca kafamı örtüp kendi kendime olayları gözden geçireceğim. Baki, şiir yazdığı için ad değiştiriyor. Şiir yazıyor ama okumamış, mutfakta çalışıyor. Ahmet Gökay ağabeyin akrabası, Ahmet Gökay ağabey memur, buranın eski memuruymuş, Eğitmen kursundan kalma. Hemşire de Ahmet ağabeyin akrabası. Baki’yi anlar gibiyim, akrabalarımızdan şiir yazanlar var. Abbas amcam çiftçilik yapıyor ama şiir yazıyor. Münevver hemşire neden öyle bakıyor? Ben öyle bakıyorum da onun için. Burası önemli, ben aklımdan neler geçiriyorum? O bunu anlamış da bunun yanlışlığını beni kırmadan anlatmaya çalışıyorsa? Daha açık konuşarak bu öğrenilebilir. Bu nasıl olur? Baki ile konuşarak. Baki ile Vahit Dede üstüne konuşarak, bildiğimi ona anlatarak, tanışmak istiyorsa gördüğü yerde eline sarılıp yaklaşarak, konuşup meramını anlatarak. Bunları anlatacağım, sonra da gidip hemşireye, Baki’ye anlattıklarımı anlatacağım. Böylece konuşma fırsatı yaratıp, ip uçları yakalamaya çalıştım. Sevindim.
30 Kasım 1938 Çarşamba
Sabahleyin kalkınca gördüğüm rüyaları anımsamaya çalıştım, zor oldu. Düğün gibi olaylar gördüm. Net değil ama, galiba gidenler arasında Hemşire de vardı, döndü döndü bana baktı. Ben de etrafıma baktım, acaba bana mı bakıyor diye hep kuşku duydum, tedirginlik içinde kıpırdanırken uyandım, zil çoktan çalmış. Giyindim arkadaşlara takılıp kahvaltıya indim. Salih Ziya Büyükaksoy öğretmen yanındakilere ellerini sallayarak bir şeyler anlatıyordu. Bir ara sesi o denli yükseldi ki bizim masadan rahat rahat duyuldu. “Almanya’nın bu günkü durumu bir canavarı andırıyor” diyordu. Her halde dış dünyadan konuşuyorlardı. Biz kalktığımızda onlar konuşuyorlardı. Bir süre sonra Salih Öğretmen Küçük Hasan’ı arattı. Kitaplıkta tarımla ilgili kitaplar ayrılacakmış. Hasan, Mehmet Başaran’ı, Harun Özçelik’i, Mehmet Aygün’ü çağırdı, gittiler. Dersimiz yabancı dil, kimse gelmedi. Türkçe dersi için iki şiiri de ezberledim. İstiklal Marşını ezberlemişim de haberim yokmuş. Öğretmen oku deyince korkudan okuyuverdim. Az kalsın, bilmiyorum, diyecektim. Tabiat Bilgisine de hazırım. Kitabı karıştırıyorum, ilerde çok zorlaşacak. Boynuzları düşen hayvanları soruyor. Yine boynuzları düşen hayvanlar varmış. Mehmet Yücel’e laf atmak istedim. “Arkadaş sen boynuzları düşen hayvanları biliyor musun?” Şipşak yanıt: “Elbet biliyorum, boynuzu düşen hayvanlar insanlardır!” Bütün arkadaşlardan kahkaha. Saatçı işi kızıştırmaya kalktı, ”Benim boynuzun biri düşmemiş duruyor.” Mehmet Yücel susar mı? “Sen onu iyi sakla, bir gün kendine kullanırsın.” Sınıfta bir sessizlik. Alışılmamış sözler. Az sonra gene aynı takılmalar.
Arkadaşlar geldi, az sonra da öğretmen geldi. Öğretmen çok neşeli, rahat, gür sesle konuşuyor, söylediği sözler rahat anlaşılıyor. Çok kolay söz bulup öğreteceğini öğretiyor. Söze, bir süre derse gelemediğinden başladı, çalışmalarımızın nasıl bir yolda yürütüleceğini özetledi. “Yakından uzağa doğru bir çember içinde dersleri yürüteceğiz” dedikten sonra 6 Ali’ye sordu, ”Yakından uzağa doğru gitmek, ne demek?” Nedense son günlerde Ali’ye şanssız zamanlarda sorular sorulmaya başladı. Ali az uzağımızda. Ne yapıyor, nasıl oturuyor da, kendisini sık kaldırıyorlar? Ali bir iki mırıldandıktan, anlaşılmaz sözler söyledikten sonra sustu. Öğretmen hiç üzerinde durmadan bizim tarafa baktı. Sami parmak kaldırdı ama öğretmen görmemiş gibi yaptı ya da gerçekten görmedi, bana “Hadi söyle, söylemek için heyecanlanıyorsun” dedi. Ben sözgelimi, Edirne’den başlayıp, Kırklareli, Lüleburgaz derken öğretmen “Tekirdağ, Balıkesir, Manisa, İzmir uzat uzatabildiğin kadar ” diye sözü sürdürdü. Ali’ye otur dememişti, gitti yanına baktı, ”Eh otur artık bari” dedi. Sonra sınıfa döndü, “Çocuklar, biraz hareketlenin, zaten geç geldiniz, başka okullar seneyi yarı ettiler. Gecikme sizin suçunuz değil ama işleri gevşetmeye de hakkınız yok. Bundan sonra sizden canlanmanızı bekleyeceğiz. Leb demeden leblebiyi anlamaya çalışın. Okumak, bir şeyleri hep başkasından duymak değildir. Pekala açıp kitapları her gün akıl dağarcığınıza birkaç tabir (deyim), birkaç kelime (sözcük) atmalısınız. Yoksa iş işten geçer, havanda su dövmüş olursunuz. Bak işte bir tabir daha, havanda su dövmek” deyip baktı. Sami, “Boşuna vakit harcamak, işini yapmamak” dedi. Öğretmen: “İşte bakın aranızda havanda su değil, tuz, şeker, karanfil, zencefil dövenler var” Öğretmen masasına gitti, oturdu, bir süre yüzümüze baktı. Uzun bir süre geçti sandık. Meğer saatine bakarak oturmuş. Kalkarak, “İşte bakın, beş dakika size baktım, yüzümü hepiniz gördü, durmak ne tatsız bir olay, saatlerce durduğumu düşünün, bundan hoşlanır mısınız? Hoşlanmazsınız, ben sizin duruşunuzdan niye hoşlanayım? Lütfen biraz insaflı olun. Karşınızda öğretmenleriniz nefes tüketirken sizin uyuklamanız insafla açıklanamaz. Öğretmenler öğrencilerini sevmek ister ama, çaba göstermelerini de bekler. Doğrusu ben sizden çaba istiyorum, bunu bekliyorum.” Salih Öğretmen bir kez daha dersimizin özelliklerini anlattı. Sıra ile hepimize kentimizi, köyümüzü, babalarımızın nasıl geçindiğini sordu. Salih ile Harun babalarının çiftçilik dışında dülgerlik de yaptıklarını anlattı. Ötekilerin hepsi tarımda çalıştıklarını söyledi. Öğretmen “Öyleyse sizin tarım dersinden korkmanız için hiçbir neden yok. Buğday ekiyorsanız, buğdayın nasıl ekilip biçildiğini biliyorsanız, bu konuda yeni bir zorlukla karşılaşmayacaksınız. Şimdi tarlayı karasabanla sürüyorsanız, burada, karasaban yerine traktörle sürülmesinin daha iyi olabileceğini öğreneceksiniz. Bağ ekiyorsanız çubuğu küskü yerine değil geniş-derin kazılmış yerlere ekilmesini, üzümün çiçeğe döndüğü sırada ilaçlanmasını öğreneceksiniz. Bunları köylerden gelen 8 ay kalıp giden eğitmenler çok güzel başardılar. Tarım işi kitap ezberleyerek değil deneyerek öğrenilen bir alandır. Başka hiçbir mesleğe benzemez, katiyen hile götürmez. Doğanın kurallarına uyulmak zorunluluğu vardır. Buğday belli bir mevsimde ekilir, sen bunu değiştiremezsin. Koyun belli bir mevsimde kuzular, sen bunu bilip uyacaksın.” Öğretmen konuşurken ben köye dönmüş, sanki yanlış bilgilerimi düzeltmeye başlamış gibi daldım. Eğitmen Mustafa Ağabey rehberimdi. Öğretmen bir ara sesini gene yükseltince kendime geldim. Öğretmen araştırma ödevi yazdırdı. Yöremizde ekilen hububat, sebze mevsimleri, ay olarak. Yılın en soğuk, en sıcak ayları, yöremizde meyvelerin olgunlaşma ayları. Defterlerimize yazılacak. Salih Ziya Büyükaksoy’a herkes çok yumuşak bir öğretmen derken, bugün oldukça değişik bir durum yaşandı.
Haftalık programda öğleden sonra da Tarım çalışması var ama bir süre yapılmayacakmış, Çarşamba öğle sonrası serbest kaldık. Buna çok sevindim. Serbestiz ama okuldan dışarı çıkmak yok. Öğle yemeğine daha rahat gittik. Öğlede tatlı olarak kadayıf olduğunu biliyorum, ona göre hazırlandım. Öğleden sonra dersimiz yok. Arif pansumana gitmek istedi, ben bir iki mırın kırın ettim ama içimden koşarak gitmek geliyordu. Biraz nazlandıktan sonra belli bir saatte gitmeye razı oldum. Doktor bey gitsin öyle gidelim dedim. Arif, nedense yalnız gitmekten çekiniyor. Hemşireyle nasıl konuşacağımı tasarladım. Hiç bir düşüncem yok. Arkadaş olarak konuşmak istiyorum. Baki’ye anlatacağım, Vahit Dede gelince beraber gideceğiz, Vahit Dede kesinlikle onu sevecek. Bunları söyleyince bakalım Münevver Hemşire ne diyecek? Hesaplayıp tasarladığım gibi oldu, Arif’le gittik. Tıpkı dünkü gibi bizi karşıladı, Arif’e bir hemşire gibi davrandı, ezik parmağı temizledi, sardı. “İki gün içinde bir şey kalmayacak, dikkat et oraya vurma çarpma olmasın.” Arif teşekkür etti. Ben konuşma yolu arıyorum ama fırsat vermiyor gibi bir durum seziyorum. Gene de bir olanak yarattım. “Ay kaç kez oldu geldim gittim sizi tanıdım, adınızı yeni öğrendim. Benim çok sevdiğim Münevver Öğretmenimin adı” dedim. Münevver Hemşire hiç duraksamadan “Münevverler sevimli olurlar” deyiverdi. Cesaretlendim, “Siz de sevimli olduğunuza inanıyor musunuz?” diye sordum. “Evet çok inanıyorum, sevimli olmak için de çok dikkat ediyorum, kendime iyi bakıyorum. Biliyorum, buradaki ölçülere göre sen de kendine iyi bakıyorsun ama, bil ki kendine dikkat eden başkaları da vardır, ben onlardan biriyim.” Bu yoldan bir ip ucu yakalamamın zor olduğunu anladım, Baki’den söz ettim. ”Ne olacak bilmem ama o, senin dedenle görüşmeyi çok istiyor, yardım et ne olur” “Pekiyi, siz öyle istiyorsunuz, ben elimden geleni yapacağım” “Sen bunu yaparsan ben de bıkıncaya dek Yeni Hayat göndereceğim” Şaşırdım kaldım. Hiç bir ipucu yok. Baki neden bu kadar öne çıkıyor? Yeni Hayatın ortaya gelmesi niçin? Arif sabırla bekledi. Aşağıya inerken “Sen bu hemşireyle neden tartışıyorsun, Baki kim?” diye sordu. Dün azıcık açıklamıştım. Bugün de Baki ile ilgili bölümünü açık açık anlattım. Aklımca benim duygusal tarafım kapalı kaldı.