Hasanoğlan Köy Enstitüsü Kuruluyor
3 Temmuz 1941 Perşembe
Sabah herkes neşeli uyanmış gibi; özellikle yapıcıların kamyon alınması nedeniyle sevinmeleri görülmeye değerdi. Kamyon gelişi, onlar için büyük bir yükten kurtuluşmuş. Mustafa Saatçı’nın coşkusu ile bambaşka; sürücülüğü ilerletecekmiş. Ötekiler de daha az yük taşıyacaklarmış, ama en karlısı o olacakmış. Mustafa Saatçı:
- Direksiyona geçince kamyonu uçuracağım! türü sözler ederken hemen hemen herkes kendi açısından değerlendirmeler yaptı. Bense sordum:
- Gelecek kamyonun “Uçan kızı” da olacak mı? Mustafa sorumu önce anlamadı, baktı. Kız sözünü duyanlar hemen Mustafa Saatçı'nın SS’yi kaçırmasından söz ettiler. SS ‘den söz edilince bu kez konuşmalara katılmayanlardan çıkışanlar oldu. :
- Hani kızlardan söz edilmeyecekti! Birkaç arkadaş birden:
- Şimdi kızlardan kim söz etti? sorusu sordu. Bunu fırsat sayan Fettah benim adımı verdi. Adım geçince ben de:
- Ben kızlardan söz ettim mi? diye sordum. Sorumu tekrarlayarak Fettah’ın yanına gittim, sorumu bir kez daha, biraz sessimi yükselterek tekrarladım:
- Ben SS ya da bir kız adından söz ettim mi? Fettah aklınca kendini savundu. :
- Sen kız, demedin mi? Yanıtladım:
- Ben uçan kız, dedim, uçan kız, Scania Vabis’in simgesi, gelecek kamyon da acaba o marka mı diye sordum, Kepirtepe’deki kamyon! Kepirtepe'deki konuşmaları nasılda çabuk unuttun? deyince “A, i, e, gibi sesler çıktı, herkes güldü. Mehmet Yücel bana:
- Sen ne söylüyorsun be İbrahim, Kepirtepe’de kamyon olduğunu burada kaç kişi anımsar? Hele Vabis’miş, Skania’ymış bunları kim aklında tutar? Kamyon mu, kamyon, sürücü mü, sürücü; bunlar, bu kadarını bilir, ötesine boş verir !
Kahvaltıya giderken İdris Destan:
“İsmail Hakkı Tonguç bugün gelmeyecek, telaş etmeyin arkadaşlar! ” dedi. Mustafa Saatçı sordu:
-Bu Genel Müdür Tonguç çok yaşlıdır, değil mi? Abdullah Erçetin İdris Destan’ı uyardı:
-Mustafa Saatçı’dan sana bir taş var!(İdris’in takılma adı,Moruk! Yaşlı anlamında) İdris Destan:
-Duydum, İmam kaşınıyor! deyince tartışma başladı. İdris yalnız değil, Mehmet Yücel:
-Benim Osmancıklıma sataşmayın, karışmam ha! deyip ortaya çıktı. Ormancık köyü ile Ceylan köy yakınmış, hemşeriymişler. İsmet Yanar da araya giriyor:
-Kızılcıkdere de Osmancık’a çok yakın! Gülüşmeler arasında Mustafa Saatçı’nın Çöp köyü ortaya geliyor:
-Çöp köye yakın köy var mı? Gülenlerin sayısı artınca Mustafa Saatçı yalnız kaldığını anlayıp sustu.Hüsnü Yalçın:
-Sahiden Mustafa’nın köyünün adı öyle mi? Halil Basutçu bu kez Hüsnü Yalçın’a sordu.
-Nasıl öyle mi? Hüsnü Yalçın çaresiz:
-Gerçekten köyün adı Çöp mü? Ben ilk günlerden beri bunu duyuyorum ama şaka ediliyor, sanıyorum. Neden o köye böyle bir ad takmışlar? Hüsnü Yalçın'ın sorusu yanıtsız kaldı.
Kahvaltıda çevreyi dinliyoruz; Genel Müdürden falan söz eden yok. Herhalde o eski söylenti, bizim arkadaşlarca bir kez daha ortaya getirilmiş.
Hidayet Gülen Öğretmen beni görünce:
-İbrahim, çalıştığınız yer tam olarak nereye düşüyor? Levha boyama işine benim de bulaşmamı istediler. Buna ben de sevindim; çorbada benim de tuzum olsun, bir ara yanınıza geleceğim! Sevinerek yerimizi belirttim:
- Zaten geniş çalışma alanında tek bizim gölgeliğimiz var, hemen gölgeliğin yanındayız! Hidayet Öğretmen:
- Bir ara uğrayacağım! deyip ayrıldı.
Hidayet öğretmenle çoktandır konuşmamıştık, özlemişiz besbelli, Ben daha bir söz söylemeden Mehmet Yücel:
-Ne iyi öğretmenlerimiz varmış, biz onların değerlerini anlamamışız. Gelip gidenlere bakıyorum da hiç birisi, Hidayet Öğretmenle, Ahmet Gürsel Öğretmenle, Namık Öğretmenle, hele hele Hamdi, Naci, İrfan, Öğretmenlerle karşılaştırılamaz. Gelen ekiplerin öğretmenlerine bakıyorum da öğrencileriyle sürekli, kavgalıymış gibi konuşuyorlar! Gelen ekip öğretmenlerini ben uzaktan görüyorum ama çalışırken hiç birini yakından görmemiştim. Mehmet arkadaş benim çok rahat olduğumu, marangozluk atölyesindeki işlere herkes karışmadığını, onlarınsa çok karışanı olduğundan yakındı. Gelen ekipler sürekli kazma işi gördüğünden bizim duvarcılarla ilişkileri çok oluyormuş. Arkadaşlara Hidayet Öğretmenin geleceğini söyleyince başta Harun Özçelik olmak üzere herkes sevindi. Hele Hidayet Öğretmenin boyama işi için gelişine ayrıca ilgi duyuldu:
-Nasıl bir boyama düşünülüyor? Biz harfleri kestik ama bunların boyamasını hiç düşünmemiştik. İşbaşı yapıncaya dek konumuz Hidayet Gülen Öğretmen oldu. Ben onun mandolin çalışını övdüm, Harun resim yapışını, Hasan Üner Karagöz taklitlerini, Salih Baydemir giyinişini, Yusuf Asıl gülmesini, Recep Kocaman, konuşmasını, kimi arkadaşlar da kendi sınıfındaki öğrencilerine yaklaşımını dile getirdiler. .
Ali Yılmaz Öğretmen biraz geç olarak Namık Öğretmenle birlikte geldiler. İşbaşı yapınca arkadaşlar Ali Yılmaz Öğretmene de sordular. Öğretmen:
-İşinize bakın, biz işlerimizi sürdürelim, kim gelirse gelsin, gelene ‘Hoş geldin, gidene güle güle! ”dedi.
Belli ki Ali Yılmaz Öğretmen bu tür konuşmalardan hoşlanmıyor. Konu hemen değişti. Hidayet Öğretmen gelince konu gene Hasanoğlan Köy Enstitüsü levhasına döndü. Hidayet Öğretmen yazılı çerçeveyi bizim biraz uzağımıza çektirince, Ali Yılmaz Öğretmen:
-Olmaz abi, biz sizi güneşte çalıştırmayız, gölgeyi size açtık! deyince, Hidayet Öğretmen teşekkür etti:
-Nezaketinize şerefyab oldum, (Eliyle şapkasını göstererek) benim Panamam beni örtecek kadar büyük, güneşi de iyi tutuyor, açık alanda daha rahat çalışabilirim!
Hidayet Öğretmenin başındaki gölgelik gerçekten oldukça geniş kenarlı bir hasır örgülü şapkaydı.
Biz kendi işlerimizi sürdürürken bir yandan da Hidayet Öğretmeni izledik. Mustafa Güneri ile Sili Usta geldiler. Mustafa Güneri, gülerek:
- İşte böyle, sade ama vakur, Bozkıra uyan bir estetik! gibi sözler söyledi. Yavaş seslerle konuşarak birilerini eleştirdiler. Mustafa Güneri:
- Yetkiyi ellerine alınca kendilerini allame sanıyorlar. Bizleri düşünerek,”Bunu da onlara bırakalım, gönüllerince yapsınlar! diyemiyorlar!..” Fısıldaşarak daha bir şeyler söylediler. Hidayet Öğretmen:
- Zamanla o da pişecek! deyince hakkında konuşulan kişinin Çoban Mehmet olduğunu anladım. Bu arada Hidayet Öğretmenin daha önce okul tabelasının şimdilik cafcaflı renklere boyanmasını doğru bulmadık! ”özünün de kime karşı olduğunu sezinledim. Herhalde Çoban Mehmet renkli yapın dedi. Onlar da onun önerisini doğru bulmadılar, belki bunun üstünde uzun uzun tartıştılar.
Ali Yılmaz Öğretmen Salih Baydemir’le beni çağırdı, birlikte tabela dikilecek yere gittik. Öğretmenler, değişik yönlerden görünüşünü konuştuktan sonra belli yerlere taş koydurdular. Taşların konduğu yerler kazılacak. Öğretmenler konuşurken biz de onlara bakıyorduk. Galiba bakışımız biraz anlamsız oldu. Namık Öğretmen bana:
-Bu çukurları da ben mi kazacağım diye, çok merak ettin değil mi? Seni, meraktan kurtarayım, çukurları başkası kazacak. Onlar sizlere pek güvenemiyorlar; marangozların dikeceği direkler, İdris dağlarının rüzgarına dayanmaz, yıkılır! dediler. Hidayet Gülen Öğretmen benim için:
-İbrahim bu sözün altında kalmaz, bence; bir diyeceği vardır! deyip bana gülümseyerek baktı, göz kırptı. Bundan cesaret alıp yanıtımı verdim:
-Buraya okul levhası koyuyoruz, İdris dağının rüzgarları da zamanla burasını tanıyacak, kuşkusuz her gelen geçen gibi o da yazıyı okuyup geçecektir! Hidayet öğretmen kahkahayı bastı. Namık Öğretmen Hidayet öğretmene:
-Haklıymışsınız, marangozlar harflerin içini demek bu nedenle oymuşlar, ben de bunu düşünememiştim. Rüzgar bir merhaba deyip geçmesine demek marangozlar lütfen izin vermişler; Şimdi durumu daha iyi anladım (! )
Yapı kolundan arkadaşlar geldi. Sefer Tunca, Yakup Tanrıkulu iki de 2. sınıflardan dört kişi hemen kazmaya başladılar. Biz, Ali Yılmaz Öğretmenle birlikte yerimize döndük. Hidayet Öğretmen de sonra gelip boyama işini kendisi yapacakmış. Boyama bizim sandığımız gibi toptan boyama olmayacakmış, koruyucu, özellikle de uzaktan göze çarpacak türden bir boyama düşünülüyormuş. Arkadaşlar harfleri tamamlamış, öğleden sonra da çerçeve tabanlarına çakılacak.
Öğle paydosunda Hidayet Öğretmenle birlikte döndük. Yarın gelip bir kat daha vurunca, sonraki gün de yerine konacakmış. Hidayet öğretmen bizim gerçek müdürümüz Nejat İdil’den mektup almış, artezyen işi umutla ilerliyormuş. Buna çok sevindik. Bize sık sık söylenmesine karşın Kepirtepe’de işler durdu, sanıyorduk. Oysa kalanlar orada bir çok işi yürütüyormuş. Arkadaşlar bunu hemen ötekilere muştuladılar.
Öğle yemeğinde radyo haberleri verildi: Rusya’ya saldıran Alman ordusunun kuzey kanadı Küçük Baltık devletlerini (sözde !) Rusya’dan kurtarmış. Yani? Kendisi almış. Böylece Almanya’nın doğrudan işgal ettiği devlet sayısı 18 oldu. Gerçekte işgal etmedi ama Portekiz’le İspanya Almanya’nın dostu, İsviçre ise Almanya’nın ortasında minik bir devlet. İtalya da tümden Almanya uydusu. Bunlara şimdi Rusya’nın da yarısını eklersek Avrupa’da devlet olarak Bir İngiltere ile bir de İsveç kalmış durumda.
Arkadaşlar bu tür yorumlar yaparken biz ayrıldık…. Bizim işimiz var, külhandaki oyunlarımızı sürdürüyoruz. Veli Dalak arkadaşımız:
-Sizi kendim kadar yetiştirmeden, ara vermeyeceğim! diyor. Ahmet Güner’le Yusuf Asıl çok güzel öğrendiler. Başka arkadaşlara da öneride bulunduk. Kollarını kaldırıp oynamak onlara tuhaf geliyormuş. Açık açık, “Trakya’da oyunları çingeneler oynar! ”diyenler oldu. Sözümün geçeceğine inandığım arkadaşlardan başta Halil Basutçu olmak üzere, İsmet Yanar’a, Arif Kalkan’a, Sefer Tunca’ya, Mehmet Yücel’e, Hilmi Altınsoy’a, Mehmet Aygün’e, Hasan Üner’e, Salih Baydemir’e, Harun Özçelik’e, Hüseyin Serin’e, Kadir Pekgöz’e, Hüseyin Orhan’a, Mehmet Başaran'a, Hüsnü Yalçın’a defalarca söyledim, bir kez olsun gelip çalışmalarımızı izlemediler:
-Ne olacak oyun öğrenince? Biz oyunculuk mu yapacağız? Üstelik oyun oynayanlara Trakya’da ‘Köçek’ derler, kendimize “Köçek’ mi dedirteceğiz! deyip, gülenler bile oldu. Gülmekle de kalınmadı, bizim oynayışımıza kızanlar, arkamızdan söz söyleyenler de oluyormuş. Ali Ergin, Musa Güner, Hasan Gülümser, Mehmet Aydemir bizim Külhan çalışmalarına Katılmak istediler. Külhan, bizim çevresi kapalı oyun yerimiz)Sevindik. Bugün Veli yalnız geldi. Yeni arkadaşlar için önce Timurağa birkaç kez tekrarlandı, sonra Sivas Halayına geçildi. Ahmet Güner’le Yusuf iki oyunu da öğrenmiş durumda. Ben melodilerini iyice pişirdim. Veli bize:
- Biz yakında ayrılacağız, Siz rahatlıkla bu oyunları oynayabilirsiniz. Ancak ara vermeden sık sık oynamalısınız!
Öğleden sonra bizim konumuz Kayseri- Pazarörenlilerin yakında gidecek olması, geleli kaç gün olduğu, neler yaptığı, kimler kimlerle tanıştığı, üzerine oldu. Konuşmalar sonunda Yusuf Asıl’la benim en karlı çıktığımızın sözü edildi. Hiç değilse iki oyun öğrendik, iki çok iyi arkadaş edindik. Mektuplaşacağız, karşılıklı sözler verdik. Bir ara konuşmamıza Ali Yılmaz Öğretmen de katıldı:
- Bu ekiplerin gelişi, sizin için büyük fırsattır, yurdun her köşesinden arkadaş edinebilirsiniz! dedi. Bana sordu:
- Konuşup ilişki kurdukların var mı? Ben:
- Kayseri-Pazarören’den Veli Dalak’la Hüseyin Öztürk’ü, Samsun-Ladik’den Enis Deveci ile Ahmet Öztürk, Kars Cilavuz’dan Osman Alkanlar ile Hasan Yılmaz’ı söyledim. Öğretmen, bu davranışımdan ötürü beni kutladı:
- Bundan böyle gelenlere de aynı ilgiyi göster! dedi. Bu kez ben, daha Kepirtepe’deyken İzmir- Kızılçullu ile Eskişehir Çifteler’den arkadaşlar edindiğimi, onlarla mektuplaştığımı fotoğraflar değiştiğimizi anlattım. Öğretmen bu kez arkadaşlara:
- Peki, sizler ne yapıyorsunuz? diye sordu. Arkadaşlar birbirine bakarak gülüştüler. Yusuf:
- Biz de bundan sonra geleceklerle arkadaş olacağız, daha çok ekip gelecekmiş! Öğretmen:
- İyi, bunun gereğine inanırsanız, bundan sonra da olsa yararınıza olur, “Zararın neresinden dönülse kardır! ”derler. Öğretmen kendi arkadaşlarından söz etti. Çok arkadaşı olmadığını ama bir iki arkadaşının kardeşi kadar candan yakın olduğunu söyledi. Arkadaşlığın bizim geleneklerimizde önemli yeri olduğunu özellikle askerlikteki arkadaşlıkların unutulmadığını, halkımızın bu nedenle arkadaşlıkları çok önemli saydığını anımsattı. İçinizde babasından askerlik arkadaşlarından söz etmeyen var mı? ”diye sorunca ben, baktım, Benim babam! ”deyince, öğretmen gülerek:
- İnanamam, sen hep yetişkin gibi konuştuğundan, “Babam” deyişini biraz çocuksu buldum. Ben:
- Babamın arkadaşlarından çok söz ettiğini ancak askerliği için bedel ödediğinden askerlik yapmadığını, bu nedenle asker arkadaşı olmadığını söyledim. Bu kez öğretmen:
- Bu nasıl olmuş, merak ettim! ”Anlattım:
- Babam Bulgaristan doğumlu, askerlik çağına dek orada kalmış. Bulgaristan, Türk’lerden para alıp askerlikten affediyormuş. Babam bundan yararlanmış. Türkiye’ye gelince de bedelli sayıldığından askerlik yapmamış. Bu kez öğretmen:
- Böyle ender olaylar vardır, bunlar sonucu değiştirmez. Arkadaşlık, insanlar için, çok gerekli bir tinsel dayanaktır. Bunu ilerde çok daha iyi anlayacaksınız!
Öğleden sonra “Hasanoğlan Köy Enstitüsü” yazısı tamamlandı, iskelelerin üstüne yerleştirildi. Sili usta geldi, güzel olduğunu işaretiyle anlattı:
-Şimdi adımız oldu, bu yoktu, adımız yoktu, kimse bilmezdi biz kimiz? Arkadaşlar gülümsediler. Sili Usta gidince söylenenler oldu:
-Kim demiş onu bize, bilmiyorsunuz! diye! . . Anımsayanlar hemen çok iyi bildiğimiz ünlü marşımızı söylediler. ”Biz kimleriz, biz Altay’dan gelen erleriz; Çamlıbel’de uğuldarız, coşar gürleriz…Biz öyle bir milletiz ki, ezelden beri, Hak yolunda yalınkılıç hep seferberiz…. . Ali Yılmaz Öğretmen gülerek:
-Ne o, Savaşa mı hazırlanıyorsunuz? diye sordu. Salih Baydemir:
-Evet öğretmenim Hasanoğlan kırlarına savaş açtık, oraları yeşile çevireceğiz. Öğretmen Salih’e bakarak :
-Salih, sen bazen güzel sözler ediyorsun, bunu her zamana yaymaya gayret et! dedi. Salih az düşündü, bir yanıt verecek gibi baktı ama ondan önce Yusuf Asıl yanıt verdi:
-Ne yapsın öğretmenim elinden bu kadar geliyor, gücü buna yetiyor! Öğretmen gülerek, Yusuf’a:
-Odun kesicinin “Hık” deyicisi…Ayol azıcık sabretsen ne olur; belki arkadaşın daha güzel bir yanıt verecektir! Bir birimize bakıştık. Ali Yılmaz Öğretmen, uzun süre sessiz kalmamızı istemiyor besbelli; hepimiz sessiz sessiz çalışırken kimi zaman öğretmen ortaya bir söz atıyor. Özellikle bu sessizlik uzayınca neredeyse öğretmenden bir çıkış bekler olduk. En azından bir bahane bulup konuşmaları başlatıyordu. Hiç bir neden olmasa da o bir takılacak yan bulup konuşuyordu. Genellikle belli arkadaşlara takılıyordu. Yusuf Asıl, buna dikkatimizi çekti. Kendisine takılmadığı için önce üzülmüş; sonra da nedenini kendisi bulmuş:
-Beni konuşturursa kolay susturamayacağı için konuşma uzayacak. Bu nedenle öğretmen kısa konuşanları, özellikle de Salih Baydemir, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan’ı seçiyor. Çünkü onlara soru sorulunca bir kısa yanıt verip susuyorlar. Yusuf Asıl’ın bir bakıma kendi özeleştirisini yapmış olmasına önce sevindik sonra da güldük. Gülüştüğümüzü gören öğretmen sordu. Bu sorunun yanıtını vermek oldukça sorunsal sonuçlar doğurabilir diye düşündüğümüzden sustuk. Sözbirliği etmişçesine sustuğumuzu görünce öğretmen bu kez Harun Özçelik’e sordu. Harun Özçelik Yusuf’u göstererek “Arkadaş kendi söylesin, bizi güldüren o! ”dedi. Yusuf, bize söylediklerini tekrarladı . Öğretmen önce güldü ama arkasından, Yusuf’a:
-Söylediklerin tümüyle doğru değil: Neden doğru değil? : Öğretmenler öğrencileri arasında öylesine ayrım yapmazlar. Ancak senin kendini değerlendirmene sevindim. İnsanlar kendini ölçüp tartarsa hatalarını azaltırlar. Öğretmen sözünü uzatacaktı ama birileri:
-Hidayet öğretmen geliyor! deyince öğretmen konuşmasını kesti. Hidayet Öğretmen elinde bir çanta ile geldi. Ben önce Ankara’ya gidiyor sandım. Gelince çantayı Harun Özçelik’e verdi:
-Harun, bugün bana yardım edecek, “Demirbilekli öğretmen de, sizler de izin verirsiniz, herhalde? diye gülerek, hepimize sordu. Ali Yılmaz Öğretmen “Estağfurullah, hepimiz emrinizdeyiz öğretmenim, Hidayet ağabeyciğim! ”dedi. Gölgelikte yer hazırlandı. Direklere takılacak yazılı çerçeve iskelelere yerleştirildi. Biz, daha önce boyanacak renkleri tartışıp hangi renk ya da renklerden olması gerektiği hakkında doğru dürüst bir karar verememiştik. Oysa çok renkli boyama söz konusu değilmiş. Hidayet Öğretmen
-Sade düşündük, burası bir süre kır sayılacak, renkli iyi gitmez, çevremizdeki doğaya uyalım. Kısmet olur da okulumuz genişlerse cafcaflı tabelalar asarız. ! dedi. Çerçeveyi beyaz boyamaya başladılar. Harun’a Recep Kocaman yardımcı oldu. Hidayet Öğretmen Hüseyin Orhan’ı alarak dikilmiş olan direkleri boyamaya gitti. Direkler beyaz olacakmış. Kısa bir zaman sonra Hidayet Öğretmen:
-Biz yarın devam ederiz, bugün bizden bu kadar! deyip ayrıldı. Bir süre sonra biz de paydos ettik.
Dersliğe gittiğimizde gene Ankara’dan gelecek konuk sözleriyle karşılaştık. Salih Baydemir:
- Bu yapıcılar başka söz bilmez mi? diye sordu. Halil Basutçu ise Salih’e:
- Bu marangozlar başka bir şey biliyorsa bize de söylesin de öğrenelim! Salih Baydemir:
- Biz, bugünlerde Ankara’dan konuk monuk gelmeyeceğini biliyoruz, o nedenle üstünde durmuyoruz! Kadir Pekgöz, Salih için birine söz söylerken ”Kara Salih sıfatını taktı. Salih Baydemir’i en çok sinir eden söz de buydu. Kara Salih! ”Salih Baydemir, açtı ağzını, yumdu gözünü, Kadir Pekgöz’e söylemediği söz bırakmadı. ”Boy cücesi, kışkırtıcı, , kıskanç türü bir düze sıfat sıraladı. Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Harun Özçelik araya girerek, iki tarafı da yatıştırdılar.
Salt konu değiştirmek için ortalığa bir soru attım:
- Hani gelen ekipler 20 gün kalacaktı? Pazarörenliler yakında gidiyormuş, geleli kaç gün oldu ki? diye sordum. Kimisi bir aydan söz etti kimisi henüz on gün oldu dedi. Sami Akıncı :
- İlk gelen Ladik, onlar geleli tam yirmi gün oldu, ötekiler bir iki gün sonra geldi! dedi. Biz bunları konuşurken bir grup Ladikli öğrenci gelip “Allahaısmarladık! ”dedi. İçlerinde Enis Deveci de vardı, özel olarak sözleştik, mektuplaşacağız. Ne ilginç, 20 gündür buradalar, bir iki arkadaş dışında kimse ile ilgilenmedik ama, ayrılırken ağlamaklı olduk; onlar da biz de! Oysa ilk geldiklerinde onların Okul Müdürleri Nurettin Biriz, ne güzel konuşmuştu:
- Hepimiz aynı davanın yolcusuyuz, hepimiz biriz, Atatürk’ün izindeyiz, yurdun hizmetindeyiz!
Güya bu sözleri unutmayacaktık…Yoksa ben mi yanlış düşünüyorum? Okula,bizimle birlikte başlayan üç arkadaşımızı çoktan unuttular. Ayrılan öğretmenlerle mektuplaşmaya hiç niyetlenmediler. Benim Kızılçullu-İzmir mektup arkadaşım için bile, “Gereksiz, ne olacak oradan bilgi alınca?” gibilerde rahatsız edici yorumlar yaptılar. Benzer durum burada da aynen sürüyor.
Veli ve Hüseyin’le akordiyonu alıp musluklara yakın kapalı yerdeki banklara oturup Sivas Halaylarının melodilerini çalıştık. Sivas Halayı dedikleri üç bölümlü bir müzik. İlk bölümü iyi öğrendim. İkinci, üçüncü bölümler daha kolay ama melodi kolay akıldan kayıyor. Gene de arkadaşlar “Tamam, Oldu!” dediler. Bu kez de benden başka parçalar çalmamı istediler. Çevrede pek kimse yoktu. Tam benim istediğim gibi, çoktandır çalmamıştım, aklıma geleni çaldım. Akordiyon sesi duyuluyor. Kızlar tam karşıda okulda, pencerelerden baktılar. Duyup gelenler de oldu. Tam kesip kalkmak üzereyken Behire Bil Öğretmen okuldan çıktı. Nahide Öğretmene gelmiş, bizim çalışmalarımızı hep görmüş. Üzüldüm: Bana kızacağını biliyordum. Keman öğrenmem için akordiyonu bırakmamı istemişti. “Olur! ”dememi bekliyordu. Tersine oldu, ben kemanı bıraktım. Daha sonra da onunla karşılaşmamak için özenle uzak durdum.
Akordiyonu bırakıp yemeğe gittik. Yemekten dönerken Röslein’e yetiştim. O da Behire Bil Öğretmenin yanındaydı, tam soracaktım, benden önce o:
-Behire Öğretmen akordiyon çalışını beğendiğini söyledi, ama kemandan vazgeçmeni de senin kayıbın olarak tekrarladı! dedi. Ben de karşılık olarak:
-Boş ver kemana, akordiyonu beğendiyse sevindim! Gül daha ileri giderek:
-Ay sen nasıl çaldığını bilmiyor musun? diye güldü. Ben de:
-Biliyorum ama gene de dinleyenlerin zevkini öğrenmek istiyorum! Gülerek:
-Öyleyse her gördüğümde “Güzel akordiyon çalıyorsun, derim! Aklımca güzel bir fırsat yakaladığımı düşünerek:
-Ama ben de senden o zaman “Hangi parçayı diye sorarım! ”
-Bana göre en güzel çaldığın, “GÜLNİHAL! ” deyince,
- Ya, öyle mi?
- Evet, öyle! ”diyerek ayrıldı, . . .
Behire Bil Öğretmen bana kızmamış, buna çok sevindim. Akordiyon çalışım beğenilmiş buna daha çok sevindim. En güzel Gülnihal’i çalıyor muşum. . . İşte buna takıldım; bu şimdi ne demek oluyor? Bunu ben söyleyebilirim ama başkası söylerse, bunun üstünde biraz dururum. Ya Röslein söylerse ne kadar üstünde dururum? İşte şimdi bunu düşünüyorum. Bunu kendisinden nasıl öğreneceğim?
Yatınca gene bu aklıma takıldı. Uyumak üzereyken bir karar aldım, Bunu ondan soracağım. Konuya doğrudan girmekten çekiniyorum. O nedenle karşılaşınca, fazla kuşku uyandırmayacak sözler seçmeye kalkıştım. Sonunda beğendiğim bir giriş hazırladım:
- Sen o parçayı güzel çaldığımdan değil adını taşıdığı için seviyorsun; o nedenle ona öncelik veriyorsun. Oysa öteki parçalar içinde daha güzel çaldıklarım var! Böyle deyince takınacağı tavrı iyi değerlendirirsem konu aydınlanır. Öyle mi, değimli derken bir kaçışmadır başladı. Merakla soruyorum, ne oluyor? Genel Müdür mü geliyor? Ne Genel Müdürü? Deprem oluyor! “Olsun! ” diyorum; “Biz çadırda yatıyoruz. ! ” Birileri:
- Kızlar bina içinde, onları kurtaralım! Röslein aklıma geliyor, gidip kurtarabilirim. Ya dedikodu çıkarırlarsa? Başımı pikemin altına çekiyorum. Beni uyuyor sansınlar. Röslein'den bana ne?
Boğulmuş gibi uyanıyorum, yüzüm pikeye sarılmış. Ter içindeyim. Herkes uykuda. İlk aklıma gelen söz:
- Ben galiba Röslein’i sevmiyorum! Nedense kıskanıyorum onu. Biri çıkıp, onu sevmesini istiyorum. Bu doğru mu? Belki ayırdında olmadan bu tavrımı ona da yansıttım, o da bana hak veriyor, sevdiğinden değil beğenildiğinden hoşnut olup bana karşı öyle davranıyor…. .
4 Temmuz 1941 Cuma
“Uyanın Samsunlular, uyanın arkadaşlar, Samsunlular gidiyor. İyi yolculuklar Samsunlular! sözleri arasında uyandım. Demek, başka arkadaşlar da yatınca olaya benim gibi daha duyarlı yaklaşmış. Oysa akşam, çoğumuz, ağız ucuyla, belki bir ikisi candan:
-Güle güle gitsinler, yolları açık olsun! deyip kesmiştik. Sabahleyinse hemen hemen herkes bir başka ses tonuyla iyi yolculuklar dilemektedir. Herhalde onlar da yatınca, Samsun-Ladik Köy Enstitüsünü, Müdür Nurettin Biriz’i onun güzel sözlerini anımsadılar. Topluca uğurlama önerisi yapıldı, hazırlanıp çıktık ama geç kalmışız, onlar erkenden gitmişler. Bu kez, bundan sonra gidecekleri topluca uğurlama kararı verildi. Sami Akıncı:
-Kepirtepe Köy Enstitüsü. 4. Sınıfı olarak mektup yazmamızı, bize yardımları için teşekkür etmemizi önerdi. Arkadaşlar da bizim adımıza Sami Akıncı’nın yazmasını istediler. Kahvaltıda konu bu oldu. Bu konuşmalara tümden katıldım, ama içimde bir takım sorular geldi geldi ağzımda kaldı. Biz Samsun’u, özellikle Türkçe derslerimizde sayısız ya da yüzlerce kez Fikret Madaralı Öğretmenimizden dinledik. Hele Çukurbük köyünü kendi köyümüz gibi anımsar olmuştuk. Köy muhtarının okula, öğretmene karşı çevirdiği fırıldakları, hele vali Fuat Tuksal’ın öğretmenin yanındaymış gibi görünüp de çalışmalarını kösteklemesi, okul bahçesine öğretmenin diktiği fidanların bile sökülmesi, öykülerini hep biliyorduk. Tek o vali mi? Ondan öncekilerin de(Mustafa Arif Akgün ile Fahrettin Kiper) aynı numaraları yaptığını, şimdilerde başka yerlerde de benzerleri bulunduğunu bilir gibi olmuştuk. İşte o tanıdık köyden, Çukurbük’ten bu gelen arkadaşlar içinde kimseler vardı. Olmasa bile o köyü gören, bilenler olabilirdi. Neden içimizden biri bunu anımsayıp soruşturmadı? Bunu şimdi söylüyorum ama ben de yapmadım. Pekala ben, Enis’e sorabilirdim. O bilmiyorsa bile arkadaşlarından soruşturup bir ip ucu bulabilirdi. İçimden geçen bu yargıları açığa vurmaktan çekindim. Kendi yapmadığımdan başkasını sorumlu tutamazdım. .
Ama hiç değilse ben şimdi, bunun üzüntüsünü duyuyorum. Oysa arkadaşlar bu konuda daha duyarsız. Samsun-Ladiklilerin yarım kalan işlerini kim tamamlayacak? Bunu soranlar oldu. Neyse kendi içimizden birileri de:
-Yeni ekipler gelecek onlar yapar! ”dediler. Yusuf Asıl duramadı, Ali Yılmaz Öğretmene sordu. Öğretmen:
-Onu benden mi soruyorsunuz? Siz yapacaksınız! Biliyorsunuz bir bina kolay tamamlanmıyor. Gelen bir ekip o binayı yapmayı sürdürse bile yirmi günde onların da bitirmesi olanaksız. Bitse bitse duvarları, belki kaba sıvası biter. Bilemediniz, merdiven boşlukları doldurulur, çevresi düzeltilir. Bunlar da iştir ama, bina bunlarla da bitmez. Önemli çatıdır. Çatı işleri size kalacaktır. Öğretmen güldü:
-Biz temeller atılmadan çatılara niçin başladık? İşte yanıtı:
-Başlanan binaların sayısı kaç olursa olsun, çatılarını biz tamamlayacağız. Gelenler zaten bina yapmaya değil yardıma geliyorlar bina tamamlamak söz konusu değil. 20 öğrenciyle 20 günde bina mı yapılırmış?
Hidayet Öğretmen yanında dört öğrenciyle geldi:
-Geç mi kaldık? ”diye sordu. Ali Yılmaz Öğretmen:
-Hayır tam zamanında geldiniz, zaten Namık Öğretmen de şimdi geldi! Öğretmenler böyle konuşunca anladık ki, onlar arasında daha önce verilmiş bir karar var. Acaba bu karar nedir? Bu sorunun yatını bulmaya en çok çaba gösteren Yusuf Asıl oldu. Çok uzatmadan buldu:
-Tabelayı birlikte dikecekler! Tabelanın temel atıldığı gün dikileceği söylenmişti. Demek karar değişmiş. Zaten direkler dikilmiş, yazı çerçevesi eklenecek. Namık Öğretmen de öğrencilerle geldi. Sefer Tunca, Yakup Tanrıkulu, İdris Destan, Arif Kalkan küçük sınıflardan da Birkaç öğrenci geldi. Ali Yılmaz Öğretmen gelenlere takıldı:
-Bizim yaptığımız tabelayı dikmek için siz neden ortaya döküldünüz. O kadar istekliydiniz de neden kendiniz yapmadınız? Arif Kalkan:
-Şaka olarak söylüyorsunuz öğretmenim bunu biliyoruz ama bizim de şaka olarak yanıtımız var:
-Sizin yaptıklarınız bizim yaptıklarımızdan gerçekten güzel görünmektedir ama ömürleri uzun olmaz. Oysa onları bir de biz elden geçirirsek o zaman daha çok yaşarlar.
Hidayet Öğretmenle Namık öğretmen, ikisi birden Ali Yılmaz Öğretmene sordular: Başka sorun var mı? Karşılıklı gülüştüler. Arkadaşlar levhayı alıp dikilecek tepeye götürdü.
Öğle yemeğine gittiğimizde yeni bir ekiple karşılaştık: Seyhan-Haruniye. Kars-Cılavuzlular da yok. Onları uğurlayamadığımız için üzüldük. Çabuk öğrendik onlar henüz gitmemiş, Ankara’ya gezmeye gitmiş. Seyhan-Haruniye ekibinin öğretmeni çok ilginç. Hem çok genç hem de çok konuşkan. Yusuf kendini tutamadı, bana:
-O senden yaşça küçüktür! İstemeyerek Yusuf'a yanıt verdim:
Sen kendine bak, “O bile senden büyük! ”
Bundan böyle oyunları kendimiz oynayacağız, gurupça oyun yerine giderken az önce sözünü ettiğimiz Seyhan-Haruniye öğretmeniyle karşılaştık. Öğretmen ellerimizi sıkarak kendini tanıttı.
-Öğretmen “Vahdet Kayık, Seyhan-Haruniye Öğrenci çalışma ekibinin sorumlusu! Biz toparlanıp bir iki söz söyleyemeden konuk öğretmen özür dileyip ayrılırken de:
-Sık sık görüşeceğimi umut ediyorum! dedi. Biz, arkasından bakıp kaldık. Özellikle ben çok şaşırdım, çünkü öğretmen Vahdet Kayık görünüm olarak benim arkadaşım gibi, olsa olsa benden bir iki yaş büyük, öğretmen olmuş. . Oysa ben, onun söylediği sözlere karşılık bulup yanıt veremiyorum. Utandım. Beni, gene Yusuf anladı:
-O öğretmen olmuş, sorumluluk yüklenmiş, bizim gibi sorumsuz değil! dedi.
Kendi kendimize ilk oyunlarımızı oynadık. Sivas Halayında bocalama olmasına karşın sonunda toparlandık. Veli Dalak gözümüzün önüne geliyor. Hepsi güzel oynuyordu ama belki de başta olduğu için onun oynaması daha etkili oluyordu. Özellikle Hüseyin Öztürk’ün de dizinin sonundaki kıvrak hareketleri tüm diziye olağanüstü bir görünüm getiriyordu. Umutsuzluğa kapılmamak için:
-Daha ilk günümüz, uzun süre sonra bizin oyunlarımız da daha güzel olacak! deyip iyimser bakışlarla bir birimize güç verdik. Çalışma yerine Ali Yılmaz Öğretmenle birlikte yürüdük. Yapıcılar daha önce gelmiş, tabelayı direklere takmışlar. Öğretmen bizi alıp götürdü. Dört taraftan baktırıp beğenip beğenmediğimizi sordu. . Çok beğendik. Akşama dek “Hasanoğlan Köy Enstitüsü” yazısının Hasanoğlan köylülerinin nasıl okuyup seslendireceğinin varsayımları yapıldı. Şimdilerde esdüdü, esdü, estü, estüt, köy esdü, köyestüt…Bunları ortaya koyduk ama, bundan sonrasını Yusuf Asıl sürdürdü. Bu konuda Yusuf yalnız da değildi, Salih Baydemir Yusuf’la yarışa kalktı. Paydosa dek. Bu konuşuldu. Köylülerin Hasanoğlan sözünü de bizim gibi söylemediği öne sürüldü. Hasan yerin, Hısan, hısın, oğlan’ın olan, oulen, oulan. gibi seslendirdikleri söyledi durdu. Ayrıca okul mektebi, ukul, ukıl dendiği tekrarlandı. Trakya’da da benzer sözlerin söylendiği anımsandı. Trakya’da en çok saptırılmış olarak “Enüstü” dendiği üzerinde duruldu. Lüleburgaz halkının çoğu böyle demekteymiş. Biz çalışırken bir süredir görünmeyen Sili Usta geldi, yanında, birinin saçları beyazlaşmış, öteki de ona yakın yaşta iki kişi var. Ali Yılmaz Öğretmenle bir süre konuştular. Sili Usta, yanındakileri Ali Yılmaz Öğretmene tanıttı, el sıkıştılar. Gabel, Gaspar. Karşılıklı gülüştüler, bir iki söz söylediler. Onlar ayrılınca öğretmen, açıkladı, gelenlerin , ikisi de ustaymış, az buçuk ustalardan değil, Macaristan’da profesörlermiş. Ancak Alman işgalinden sonra onlar da Layoş Sili Usta gibi yurtlarını terk etmişler. Şimdi burada çalışacaklarmış: Demircilik atölyesini, elektrik santralini kurup ayrıca su tesisatlarını genişleteceklermiş. . . Bunu duyunca arkadaşlar:
-Tamam, Hafız Mustafa gene kendisini usta buldu, hem de bir değil iki; hem imam olarak hem de hafız olarak ilerletecek! diyerek , Mustafa Saatçi arkadaşımızı dillediler. Okula dönünce gene Sili Usta, gene Gaspar, Gabel sözleri. Gabel sözü tekrarlanınca anımsadım, Gabel, Almanca çatal demek. Öyleyse bu adamın Alman olması gerekir. Eğer Alman çıkarsa, ondan Orhan da ben de yararlanabiliriz. Belki de Alman Macar’ı, ya da Macar Alman’ıdır. . Ne olursa olsun bu kişinin adı Almanca olduğuna göre Almanca konuşuyordur. Bende bir sevinç başladı. Orhan’a bir süre söylemeyeceğim. Orhan, konuşmaları benimle birlikte dinledi, Gabel sözünü duydu. Çatalı anımsamadığına göre, darılmaya hakkı yoktur. Yemekte gözlerimiz Adana-Haruniye grubundan. Onlar da yüksek sesle konuşan takımından. Oldukça sesli yemek yiyorlar. Öğretmenlerinin biri henüz gelmemiş. Konuşmalardan birinin adını öğrendim, Mevlut, Mevlut sözü bizde mevlit olarak geçer. Mevlut ya da Mevlit her ne ise onunla tanışabilirim. . Biz, gelenleri, gidenleri konuşurken Namık Öğretmen gülerek:
-Ben yarın Lalahan’a gitmek zorunda kaldım, acaba içinizde bana arkadaş olmak isteyen var mı? Yoksa yalnız başıma gideyim mi? Bunun işe çağrı olduğunu hemen herkes anladı. Önce Yusuf Asıl:
-Öğretmenim, yapılacak az da olsa bir iş varsa ben gelirim. Arkadaşlarla birlikte öğretmen de güldü:
-Leb demeden leblebiyi anlamak! buna derler, sizin katılmanız için ufak tefek işler çıkarırız, hele siz grubumuza katılın! dedi. Öğretmenin konuşmasından Yapıcılar için bir çağrı sandığımızdan biz, marangozlar olarak sustuk. Öğretmen bana: Sanırım Lalabel’den başka lala’lı bir yer görmedin, görmek istemez misin? deyince:
-Gördüm ama çok sevmiştim bir daha görmek isterim, dedim. Öyleyse yapıcı, marangoz ayırımı yapmadan yarın iki Lala arasında bir gezinti yapalım. Geleceklerin, yalnız sizin sınıftan olsun istiyorum. Sizlerle gezmek benim için dinlendirici oluyor! dedi. Bana dönerek:
- Gezimize katılacak arkadaşları yaz, akşam ben alayım! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince yorumlar başladı, öğretmenin konuşmasından Lalabel’e gidileceği, oraya gidildiğine göre trene binileceği varsayımları yapıldı. İki istasyon arası da olsa tren yolculuğunun güzelliğinden söz edildi. Bu konuşmalar sonunda 21 arkadaş Namık öğretmenin çağrısına gönüllü katılmaya söz verdi. Ben de numaralarını yazıp öğretmene vermek üzere listeyi hazırladım. İş konusu konuşulmadı ama hepimizin bildiği işlerden biri olacağı açıktı; ya vagon boşalacak, ya da değişik bir yere yıkılmış keresteler bizim alana taşınacaktır. Konuşmalar döndü dolaştı Çoban Mehmet’e dayandı. Sami Akıncı:
- Biz ne dersek diyelim, bu okulun müdürü Mehmet Tuğrul; dediğini yaptırır. O, bu okulun müdürüdür; biz ise öğrencisiyiz. Öğrenciliği bırakmadığımız sürece, onun dediği olacaktır. Namık Öğretmen bizi üzmemek için böyle söylüyor. Bizi sevdiği belli, daha ileri gitmemizi, ya da ceza alacak duruma düşmemizi önlemek için bu yolu seçmeyi yeğlemiş. Ben gitmiyorum ama giden arkadaşlarımın beni hoş göreceğini biliyorum. Gönlüm onlarla birlikte. Bir başka sefer en başta ben olacağıma da söz veriyorum! Sami Akıncı’nın konuşması arkadaşların hoşuna gitti. Gene de Çoban Mehmet tartışması sürdü. Öyle ki bizim grupta da akşama dek bu konuşuldu. Çoban Mehmet geldiği günler olmuş olan bir olay neden böyle sürüp gidiyor. Biz ona ad taktık ama bu adı kendi aramızda ender olarak tekrar ediyoruz. Yoksa o mu bu konuyu sürdürüyor? Ali Yılmaz Öğretmene Lalahan’a gideceğimizi söyledim. Öğretmen güldü:
- Biliyorum, çünkü yarın ben de geliyorum! deyince şaşırdık. Yusuf’la Salih ikisi birden:
Siz niçin gidiyorsunuz? diye sordular. Öğretmen soruyu, soranlara gene onların sorusunu yöneltti:
- Siz niçin gidiyorsunuz?
- Biz Namık Ergin Öğretmeni yalnız bırakmamak için! Ali Yılmaz Öğretmen:
- Namık ağabeyi benim yalnız bırakacağımı mı sanıyorsunuz, hııı? dedi, güldü.
Seyhan -Haruniye ekibi öğretmeni iki öğrenciyle geldi, hepimizi selamladıktan sonra öğretmenden bir şeyler sordu. Öğretmen, benimle Orhan’ı konuk öğretmen Vahdet Kayık’la birlikte gönderdi. Pazartesi günü İşbaşı yaptıklarında gereksinimlerini nerelerden karşılayacaklarını öğrenmek istemişler. İstediklerini bulabilecekleri yerleri birlikte gezerek gösterdik. Vahdet Öğretmen okullarını, Düziçi Köy Enstitüsü’nü bir güzel övdü; bağlık bahçelik içindeymiş. Zaten bağlı oldukları ilçenin de adı Bahçeli’ymiş. Yakınlarından büyük bir su geçiyormuş, bu nedenle suları bolmuş. Özellikle de kışları çok ılık geçiyormuş. “Tam bizim düşlediğimiz gibi bir yer! ”dedik. Seyhan(Adana) üstüne tek bildiğimiz, sıcak oluşu bir de pamuk yetişmesi. Vahdet Öğretmen, gelecekte tüm enstitüler öğrenci değişimi yaparak okullarını tanıtacakmış, o zaman bizim okulu seçin! dedi. Bu çağrıyı sevinerek karşıladık. Yanındaki öğrenciler konuşmalara hiç katılmadılar. Aklıma geldi:
- Aranızda Mahmut adlı öğrenci var mı? ”diye sordum. İkisi birden :
- Var, ne diye sordun? dediler. Birisi duramadı,
- Mahmut benim arkadaşım, ben söyleyeyim! deyince ben, :
- Yok, ben kendim konuşurum, benim özel bir ilgim var, dedemin babamın adı Mahmut, Mahmut adının yaygınlığını öğrenmek istiyorum. Benim ailemde makbul bir ad, bu nedenle soruşturuyorum! dedim. Böylece iki çocuğu hem konuşturdum, hem de adlarını öğrendim. Biri Salim öteki de Naci imiş. Ancak Naci, ”Mahmut adlı arkadaşımız var ama o buraya gelmedi! dedi. Ben, olsun ben ona mektup yazar tanışırım. Vahdet Öğretmen konuşarak, bizimle birlikte geldi, Ali Yılmaz Öğretmene, ayrıca hepimize teşekkür ederek ayrıldı. Paydos olunca biz de okula döndük. Derslikte benden Lalahan’a gideceklerin listesi soruldu. Listeyi Namık Öğretmen yapacak! ”dedim. Arkadaşlar inandı. Listeyi Orhan, Salih üçümüz yaptık. Mehmet Aygün’le Hilmi Altınsoy nöbetçiler. Hasan Üner, Bekir Temuçin, Sami Akıncı, Mehmet Başaran, Mehmet Yücel, Yakup Tanrıkulu, İdris Destan’la Harun Özçelik’i liste dışı bırakıp öteki arkadaşları öğretmene vermek üzere liste hazırladık. Ancak” Listeyi bize Namık Öğretmen verdi!” dedik. Harun Özçelik’le birkaç arkadaşa doğruyu söyledik. Olayın üstünde kimse durmadı. Seyhan-Haruniye öğrencileri arkadaşların gözlemine göre daha girginmiş, ilk gün daha arkadaş edinmişler. Yemekten sonra Namık Öğretmen geldi, sabah yapacaklarımızı söyledi:
- Herkes öğle yiyeceğini yanında götürecek, Öğle yemek payımız sabahtan herkese verilecek, kahvaltıda paylarımızı almak zorundayız. Akşam da yemekten sonra geleceğiz. Ancak akşam yemeklerimiz bekletilecek, gelince yiyeceğiz. Gezimiz, sabah buradan Lalabel’e dek yaya, Lalabel’de trene bineceğiz, Lalahan’da inip bir süre o güzel gölgelerde şarkı söyleyeceğiz! Sonra? Sonrasını orada söyleyeceğim. Yusuf Asıl, duramadı:
- Sonrasını biliyoruz öğretmenin! ”dedi. Namık Öğretmen “Vayyy, sen de geliyor musun? diye sordu. Öğretmen bana baktı. :
- Onu listeye siz aldınız öğretmenim! ”dedim. Öğretmen anladı:
- İyi etmişim, buna çok sevindim! deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca listeyi okudum, kimseden bir ses çıkmadı. Sami, özel işi olduğu için özür dilediğini tekrarladı, Mehmet Yücel, bana baktı, eliyle “Neden? ” diye sordu. Bu kez rahat rahat savunma yaptım; öğretmen:
- Bu hafta Mehmet Yücel’i bırakalım elindeki işi bitirsin! dedi. dedim. Bu kez Mehmet Yücel:
- Benim işim bitmişti yahu! diyerek dikeldi. Arkadaşlar:
- Öğretmen görmemiş olabilir! diye sakinleştirici sözler söyledi. Mehmet Yücel yatıştı. Yatınca Mehmet Yücel geldi:
- Yarın öğretmene söylesem, deyince kulağına benim numaramı anlattım, gülerek gitti, yattı. Orhan fısıltıyla bana:
- Abi, çok iyi idare ettin, kimse sızlanamadı. Aslında gitmemek için can atanlar vardı, onlar sustular! Orhan’a :
- Gabel nedir? diye sordum, ”Almanca çatal! ”dedi. Gelen ustanın birinin adı da Gabel! ”dedim. Orhan hâlâ bir bağlantı kurmadı:
- Adamın adı çatal! diyerek güldü. Ben de güldüm. İyi, uykular dileyerek arkalarımızı döndük. Bir süre uyuyamadım. Kepirtepe’den gelişimizde İstanbul’u geçince bir yer göstermişlerdi, ”Burası da Köy Enstitüsü demişlerdi. Bağlık bahçelik bir yerde bir Köy Enstitüsü. . Bugün Vahdet Kayık öğretmenin de anlattığı, bağlık, bahçelik içinde bir Köy Enstitüsü. Edirne’de kalsaydık, bizim de öyle bir okulumuz olacaktı. Bu bizim şansımız her halde: Önce Kepirtepe, sonra Hasanoğlan. İkisine de söz yakıştırması yapıyoruz; Kepirtepe'ye: Kep kepir, Hasanoğlan'a: Kır kıraç, İkisinde de : Ne su var, ne de ağaç! Ya da:
“Kepirtepe kel kepir,
Hasanoğlan kır kıraç;
İki yeşil yoksunu,
Ne su vardır ne ağaç. ”
5 Temmuz 1941 Cumartesi
Hilmi Altınsoy nöbetçi, sözde görev yapıyor:
-Zil çalar çalmaz, kalkalım arkadaşlar, trene yetişecekler var, güle güle gezsinler! gibilerde sözler ediyor. Herkes uyandı. Mustafa Saatçi, her zaman olduğu gibi gene:
-Onlar da uyandılar mı? diye ilgiyle sordu. “Onlar” dediği kızlar. Hilmi bu kez de:
-Onlar da uyandı, onlar da Lalahan’a gezmeye gidiyorlar; deyince: ”Yaşasın! ” diye bağıranlar oldu. Gerçekten kızların konuşmaları duyuldu, hazırlananlar çadırdan çıkmaya başladı. Benden soranlar oldu:
-Kızlar da gidecek mi? Soranlara:
-Bizim vagon boşaltmaya gittiğimizi siz söylediniz, ben onu bile bilmiyorum, kızların gideceğini nereden bileyim? Topluca kahvaltıya gittik. Kahvaltıdan kalkınca birer kağıt tomarı içinde yiyeceklerimizi aldık. Namık Öğretmeni beklemeye başladık. Öğretmen geldi, ”Günaydın! ”dedikten sonra sordu:
-Lalahan’a niçin gidilir? Arkadaşlar yanıt verdi:
-Vagon boşaltmak için! Öğretmen, :
-Anladık vagon boşaltılacak ama, vagonlarda ne var? Bilemedik. Öğretmen öyleyse ben de söylemeyeceğim, bakalım vagonlardan neler çıkacak! Kestirme yoldan Lalabel’e gittik. Dönüp dönüp arkaya, Hasanoğlan köyüne bakanlar oldu. Öğretmen bakanlara:
-Bakın bakın, bu yoldan gelip gitme yakında kalkacak, D. D. Yolları burada tren durdurmak için karar almış, yakın zamanda doğrudan trene gideceğiz! deyince hepimiz sevindik:
-Nasıl olur, burada istasyon yok! diyenlere öğretmen:
-Küçük bir bina var, yanına istediklerinde bir oda da biz ekleriz, bir görevli de gelince iş tamam olur. Zaten tüm trenler durmaz Ankara-Elmadağ arası işleyen bir ara tren var o dursa bizim işimizi görecek. Sabah 8’oo buradan Ankara’ya akşam 19’oo da da Ankara’dan bu tarafa geçiyor! Öğretmenin verdiği bilgiler sevinci içinde Lalabel’e ulaştık. İlk yolcu treni 2 saat sonra gelecekmiş, öğretmen üzüldü, sordukları yanlış bilgi vermiş. İstasyon görevlisi:
-İsterseniz bir yük treni gelecek, sizi onunla göndereyim! deyince, Namık Öğretmen:
-Allah sizden razı olsun, izin verirsen biz vagon aralarında da gideriz! değil mi çocuklar? diyerek güldü. Gerçekten tren geldi. Trenin zaten bir özel yük vagonu varmış, devlete ait öteberi bu vagonla taşınıyormuş. Onda her zaman yer bulunuyormuş ama, istasyonlarda aşırı insan alınması yasakmış. Biz , istasyon aşmayacağımız için bir sakınca görülmemiş. Atladık, tıpkı Kepirtepe’deki Vabis kamyonuyla Lüleburgaz’a gittiğimiz gibi Lalabel’den Lalahan’a gittik. Lalahan gerçekten serin, gölgesi de var. Ama arkadaşların ilgisi giderek arttı, vagonlarda ne var? Birlikte istasyon görevlisine gittik. Öğretmen selamlaştıktan sonra, görevliye:
-Ben bu çocuklara burada yapacakları işi söyleyemedim, siz yardımcı olur musunuz? dedi. Görevli:
-Vagonlar sizin okul adına geldi ama, içindekilerin ne olduğunu bildiren evraklar çıkmadı. Bu nedenle biz vagonların içinde olanları bilmiyoruz. Ancak sizin olduğunu biliyoruz. Bu nedenle işleriniz gecikmesin düşüncesiyle size haber verdik, İçindekilerin bir nüsha belgesi size de gelmiş olduğunu düşünerek haber ilettik! . Hepimiz hem şaşırdık hem de güldük. Namık Öğretmen bize bakarak:
-Çok şükür, sorumluluktan kurtuldum. Vagonlarda ne olduğunu hiç düşünmüyorum, nasıl olsa bizim işimize yarayacak nesneler çıkacak, dedikten sonra görevliye:
-Ben çocuklara, şu işi yapacağız diyememenin sıkıntısını çektim! dedi. Gülerek:
-Eeee, şimdi ne yapacağız, vagonları boşaltamayacak mıyız? diye sordu. Memur, az sonra bir katar beklediğini, bizim vagonları da bu katarın getirdiğini, geciken evrakların da bu katardan çıkabileceğini söyledi. Çıkmazsa, vagonların açılabileceğini, ancak o zaman eksiklik, fazlalık savlarının geçerli olamayacağını, buna razı olursak vagonların açılabileceğini söyledi. Öğretmen bize sordu:
-İşlerimiz tıkırında gidiyor değil mi çocuklar? dedi. Geçecek katarı beklemek üzere bekleme yerlerinde oturduk. Bizim orada bir görevlimiz vardı, az sonra o geldi. Daha önce geldiğimizde Tiftik Çiftliğini gezmek için kimden izin almamız gerektiğini ondan sormuştu. Oranın Müdürü:
-Akşam ya da sabah gelirlerse, izine gerek yok, istenen bilgiler verilecektir! demiş! onu söyledi. Namık Öğretmenin dediği gibi serin gölgede oturmaya başladık ama oldukça da tedirgin olduk. Neyse, çok ara vermeden katar geldi. Gerçekten görevlinin dediği gibi oldu, gene onun diliyle ilgili konçimentolar çıktı geldi. Namık Öğretmen de biz de çok sevindik. Vagonlar açıldı. 5 vagon. üçü kereste, ikisi tuğla. Namık Öğretmen:
-Bir tür iş görelim, ya tuğla ya kereste? dedi. Kimseden ses çıkmayınca, Öğretmen:
-Gelin biz bugün marangozlara çalışalım, onların işleri daha çok olacak, bir an önce yığınaklarını yapsınlar! dedi. Bizim arkadaşlar, Yusuf, Salih, Orhan fısıldaştılar. Namık Öğretmen:
-Bir şey mi oldu? ”diye sorunca Yusuf:
-Ali Yılmaz Öğretmen de geleceğini söylemişti! deyince Namık Öğretmen:
-Onu ben istemedim, o çok yalnız, gelen ekiplerden de marangoz çıkmıyor. Ali Yılmaz Öğretmeni azıcık koruyalım!Biz:
-Siz de yalnızsınız! ”deyince:
-Yok ben yalnız sayılmam, Sili Usta, Mustafa Güneri, gelen ekiplerden de bana arkadaş çıkıyor. Hepsini ötesinde benim en büyük yardımcılarım sizlersiniz! deyip vagonun kapısını itti. Tebeşir gibi bembeyaz lentolar, yeni biçilmiş. Eş tutarak ikişer ikişer demetleri taşımaya başladık. İki arkadaş vagondan indirdi, iki arkadaş vagondan ineni alıp düzgün olarak bahçe içine bıraktı, iki arkadaş da kereste yığınıda götüren olmak üzere altışar kişi üç vagonu bölüştük. İki arkadaş düzgün istif işini yüklendi. Az bir taşımadan sonra öğretmen öğle olduğunu duyurdu. İstasyon görevlisi bize su kabı, bardak verdi. Kısa bir moladan sonra daha hevesle çalışmaya başladık. Lentoların vagondan indirmesi oldukça zor oluyor. Kaldırıp atılmıyor, çaresiz düzenli bir şekilde evirilip çevriliyor. Bu da zaman alıyor. Biraz da bu işin acemisiyiz. Daha önce çok kereste taşıdık ama kamyondan aşağıya atmak, ya da kamyonun arkasına indirmenin bir kolaylığı oluyordu. Vagonların çıkışı oldukça engelleyici. Gene de yılmadan çalıştık, bineceğimiz trenin gelmesine yarım saat kala işimizi bitirdik. Dönüşümüz yolcu treniyle olacak. Görevli de söyledi:
-Yakında siz de trene kavuşacaksınız, Genel Müdürlük talimatı duyuruldu! dedi. Genel Müdürlük talimatı, “Bu iş hemen yapılsın! ” emri anlamına geliyormuş. Tren gelince sevinerek bindik. İçimizde ikinci kez, üçüncü kez trene binenler var. Arkadaşlar kaç kez trene bindiklerini anımsamaya çalışıyor. İçlerinde en çok binen de benim, 2 Edirne, 2 Kırklareli 2 İstanbul, 1 de İstanbul-Ankara deyince şaşıranlar oldu. Hasanoğlan’a gelişimizi anımsatınca güldüler. ”1 de İstanbul-Ankara deyince en çok tepki gösteren Fettah Biricik, açıklamadan sonra hüzünlü bir şekilde çok dalgın olduğunu söyledi. Trene de bu kez üçüncü binişiymiş. İsmet Fettah’a takıldı:
-Üzülme arkadaşım, trene az bindim diye üzülme, sen de içimizde en çok eşeğe binmişsindir! Bu takılmalar sürerken Hasanoğlan Köy Enstitüsü levhasını gördük. Daha doğrusu Namık Öğretmen hepimizi uyardı. Tekrar tekrar bakarken Lalabel’e ulaştık. Lalabel’den köye gene kestirme patikalardan indik. Yemeğe azıcık geç kalmışız, masalar boştu. Yemeklerimiz ayrılmış, nöbetçiler getirdi, yerken Namık Öğretmen de geldi, konuşa konuşa yemeklerimizi yedik. Dersliğimize gidince kalan arkadaşlar ilgiyle sordular ne yaptınız? Olayı olduğu gibi anlatanlar oldu. Ancak tren olayını söyleyince gösterilen sevinç, öteki sözleri gölgeledi. Trenin rahatlığı, Ankara’ya kolay gidip gelmeler, giderek şarkıya dönüştü. Tren, Ankara derken, İsmet, Abdullah, Emrullah, Arif, Ali Aga, sıralara başlarını dayayıp uyudular. Ayırdında değiliz ama çok yorulduk. Sanırım sabah, başlangıçtaki olumsuzluklar da bizi rahatsız etti. Güldük müldük ama, ucunda bir sıkıntı rahatsızlığı vardı. Yat zili çalar çalmaz yatıp uyuyanlar oldu….
6 Temmuz 1941 Pazar…
Hilmi Altınsoy yavaşça “Abi, nöbetçisin unutma! ”dedi. Uyanmıştım, kalktım, yıkanıp geldim. Kalkanlar olmuş. Yakup Tanrıkulu bana teşekkür etti. Niçinini sordum, ”Sen biliyorsun! ”dedi. Ben de:
-Niçinini bilmiyorum ama gene de sevindim, çünkü teşekkür güzel bir duygu uyandırıcı etkendir. Gülüştük. Mustafa Saatçi yanımdan geçerken:
-Nobetçi sakın akordiyon çalıp da kızları başına toplama! Haydi, bir yaygara koptu:
-Bu adam “Fareli köyün kavalcısı mı ki akordiyon çalınca kızlar başına toplansın? ”Şimdiye dek hiç sözü edilmeyen olaylardan biri olan Fareli Köyün Kavalcısı sözü de böylece ortaya getirildi. Nasıl bir ilgi kuruldu ki? diye sordum. Doğru dürüst bir yanıt çıkmadı ama olayın kendisi gülünç olduğundan kıkırdaşmalar bir süre kesilmedi.
Kahvaltıda Sili Ustanın yanındakilerini görenler:
-Yeni öğretmenler gelmiş! deyince Gabel, Gaspar ustaları anlattık. Mustafa Saatçi, salt arkadaşları güldürmek için, Ak saçlıyı gözüm tutmadı, eğer elektrik santralını o kuracaksa semtine bile uğramam! dedi. Aslında ikisini de sevmemiş, ”Biri yaşlı öteki de kirpi suratlı! ”deyince arkadaşlar Sili Ustanın suratını sordular. Mustafa Saatçi:
-Sili Usta kurda benziyor! derken, bir öğrenci Mustafa Saatçi’ye, :
-Sili Usta seni çağırıyor! dedi. Mustafa Saatçi telaşlandı, etrafına bakına bakına gitti. Sili Usta iki eliyle bir şeyler anlattı. Mustafa karşısında dimdik durmuş olarak başıyla “Evet, peki! ”der gibi başını sallayarak dinledi. Yanımıza gelince arkadaşlar:
-Kurdun karşısında nasıl durdun ama! dediler. Mustafa Saatçi, daha önceki sözlerini unutmuşçasına:
-Sili Usta yakından bakınca çok sevimli, bir daha ona uzaktan bakmayacağım! deyip oturdu. Sili Ustanın ne söylediği sorulunca da:
-Hiç canım, gelen ustalara neler yapacaklarını öğretmemi istedi! deyince Mehmet Yücel:
-Yapma Hafız, adamın karşısında fasulye sırığı gibi kıpırdamadan durduğunu gördük! deyince Mustafa Saatçi, eliyle ağzını kapatarak:
-Sussss! Yusuf’un hemşerisi orada ! ”diyerek sözü saptırdı. (Yusuf’un hemşerisi dediği kız uzun boylu olduğu için Sırık-Sırıklı sıfatı yakıştırılmış)Gülüşerek kalkarken sahiden “Sırıklı! ”dedikleri kız yakınımızdan geçti.Kimse bir şey demedi ama, yandan baktığımda Yusuf’un azıcık kızardığını gördüm. Yusuf, kıza sataşılınca üzülüyordu. Böyleyken başkalarına sataşanların başında da Yusuf gelmektedir. Okul önüne gelince ben arkadaşlardan ayrıldım. Nöbetçiler, çadırdan ayrılmıyor. Geçen nöbetimde Okul Müdürü gelmişti. Daha sonraki nöbetlerde hiç gelmemiş ama ya gelirse? diyerek, ortalığı topladım, çadır kapaklarını açtım, etrafı temizledim, çadır önünü ıslattım. Hüsnü Baykoca Öğretmen gördü, yüksek sesle “Kolay gelsin! ”dedi. Sevindim. Arkadaşlar çoğunlukla sevmiyorlar ama ben aynı görüşte değilim, güler yüzle insanın gönlünü alan bir öğretmen. Hele bana çok yakınlık gösteriyor, köyümü, babamı, ailemi soruyor. Şimdiye dek de bir olay dışında kendisinin olumsuz bir davranışını görmedim. O bir olayda da belki haklıdır. Bağlık altındaki derin suların bulunduğu yerde yıkanıyorduk, Oraya çadır kuruldu, öğretmen aileleri için ayrıldığı duyurulup, oraya gitmemiz önlendi. Bunu yaptıranın Hüsnü Baykoca olduğu söylendi. Bunu duyunca azıcık kınamıştık. Şimdi orası tümden öğrencilere yasak edildi. Belki de başka nedenler olabilir. Şimdi yetkiler Okul Müdüründe olduğuna göre artık Hüsnü Baykoca Öğretmen sorumlu tutulmamalı bence. Çadırın kapaklarını kapatıp akordiyonu çıkardım. Çok az ses çıkararak parmak çalışmaları yaptım. Sağ elimle de sol elimle de gamları beşer onar kez tekrarladım. Önce, listemde adları yazılı marşları tekrar tekrar çaldım. İstiklal Marşı, Gençlik Marşı, Mülkiye Marşı, Dumlupınar Marşı, Onuncu Yıl Marşı, Sözsüz-İzmir Marşı, Sarı Zeybek, Harmandalı, Rıza Tevfik Zeybeği, Timurağa, Sivas Halayı, Tuna Dalgaları, Karmen Silva, Volga, Çardaş Früstin, Macar Dansı, Kafkas Dansı, Martılar, Çok Ağladım, Komparsite, Gül Nihal, Saz Semaisi, Mevlana Peşrevi…Kastamonu oyunlarının melodilerini tam yerşine oturtamadım, Sepetçi oğlu ile Çıtırdak. Çıtırdak kolay da Sepetioğlu’nun girişi türkü gibi bir melodi. ”Iaıaıaıaıaaaaaaa! ”gibi uzayıp giden bir girişi var. Zaten bu girişte oyun oynanmıyor. Bundan sonra oyun başlayınca süren bölümünü güzelce öğrendim. Omuzlarımın yorulduğunu duyumsayınca çıkıp dolaştım. Bugün pazar, bildiğim kadarıyla kimse işbaşı yapmadı. Bizim arkadaşların pek azı derslikte. Sami Akıncı’nın Hasanoğlanlı lise öğrencisi arkadaşı İsmail(Bir daha var o Ali galiba-Ali bu da olabilir)Matematik çalışıyorlar. Çocuk lisede, Sami’nin sorduklarının bir bölümüne yanıt vermiyor, ”Bunları sorayım! ”diyor. Şaştım. Çok üzüldüm. Ben matematiği iyice gevşettim Ahmet Gürsel öğretmene mektup yazdım ama soru soramadım, bu nedenle belki o da yanıtını geciktirdi. Ortalıkta kızların olmayışına da şaştım. Oysa onları okulda varsayıp, akordiyonu oldukça istekle körüklemiştim. Gene dönüp çalmaya başladım Bir ara konuşmalar oldu. Aralıktan baktım, kızlar topluca kapıdan girdiler. Besbelli banyodan dönüyorlar. Önce hafif hafif giderek daha istekli olarak listemi bir kez daha baştan sona tekrarladım. Başta ortada sonda da iki tekrar olarak Gül Nihal’i vals olarak çaldım. Röslein kesinlikle duyacak diye umutlandım. Sonunda iyice kanıksamış olarak, akordiyonu kutusuna koydum, kendi ranzama uzandım. Çok rahat geldi, uyur gibi oldum, korkuyla uyandım. Sesler oldu. Dışarı çıktım. Mandolin gurubu toplu çalışma yapmak üzere aldıkları karar gereği gelmişler. Yanlarına gittim. İdris, Abdullah, Sefer, Arif ellerinde birer mandolin tım- bırdatıyorlar. Biz külhanda Timurağa çalışırken onlar da mandolin çalışmasına katılmışlar. Abdullah daha önce kemana yazılmıştı, şimdi de mandoline başlamış. Bir yandan da kemana çalışıyormuş. Öğretmeni sordum, öğretmen yemekten sonraki çalışmalara katılacakmış. Çalışmalarını izledim. Arif, Sefer henüz mızrap bile tutamıyorlar. İdris oldukça iyi ama, çaldığı hâlâ Yalancı, Küçük kuş, Ne Arıyım Ne Çiçek v. b. İdris’ten mandolini aldım, biraz da kendime güvenmenin verdiği cesaretle parçaları rahatça çaldım. Bana, ”Sen mandolini ne zaman çaldın? diye soruyorlar. Akordiyonu almadan önce çalıştığımı söyleyince şaşırdılar, ”O zamandan beri unutmadın mı? Gururlanarak:
-Öğrenilen, doğru olarak öğrenilirse kolay unutulmaz! dedim. Biz konuşurken Gül arkadaşı Sakine, öteki sınıftan Feride ile Melahat geldiler. Onlar da mandolin çalışacaklarmış. Arkalarından şimdiye dek hiç konuşmadığım İstanbullu olduğunu duyduğum güzel kız Necmiye geldi. Ben hiç konuşmadığım biri olarak uzak duracağını beklerken öne geçerek:
-Ağabey, bana mandolin öğretir misin? diye yaklaşınca şaşırdım. Ben söyleyeceğimi hesaplarken çok bilmiş Melahat:
-Dur bakalım kızım, öncelik bizde, biz Kepirtepe’den beri ağabeyin arkasında geziyoruz. Şimdi sana “Evet! ” derse kızarız, değil mi Gül? ”deyip Röslein’e “Evet! ”dedirtti. Necmiye hiç oralı olmadan:
-Siz işi sıkı tutmamışsınız kızım, ben daha hevesliyim, elini çabuk tutan kazanır! değil mi ağabey? Az duraksadıktan sonra:
-Bu soruların tümüne “Evet! ” dersem haksızlık etmiş olabilirim. O nedenle, zamanımızı iyi kullanarak, birlikte de ayrı ayrı da çalışabiliriz. Sonuç olarak siz çalışacaksınız. Ayrıca müzik öğretmenimiz var, o daha yardımcı olacaktır! derken sözümü tamamlamadan üçü birden:
-Sen öğretmenden neden ayrıldın? Ben:
-Ben öğretmenden ayrılmadım, öğretmen bana:
-Akordiyon çalmayı sürdüreceksen, keman çalışmaya gelme! dedi. Ben de akordiyondan vazgeçemedim, kemandan ayrıldım! Müzik çalışmayı isteyenlerle ben konuşurken bizim arkadaşlar yan yan hep baktılar. Sefer’le Arif gülümsediler. İçimden Fareli Köyün Kavalcısı yakıştırmasıyla ilgili bir bağlantı kurulacağını anlar gibi oldum. Gelenlerden dördü, ayrılıp gitmesine karşın, Necmiye bir süre daha kaldı. Ancak ona yardımcı olamayacağımı açık açık anlattım. Öğle paydoslarında arkadaşlarla oyun öğrendiğimizi, mandolin grubunda olmadığımı, bunu dışındaki zamanlarda da buluşmamızın zor olacağını, olduğu zaman ancak yardımım dokunabileceğimi anlattım. Necmiye gülerek “Onlara nasıl yardım edeceksin? ”diye sordu. Onların zaten çalışmaya niyetleri olmadığını, karşılaşınca öyle söyledikleri, nöbetlerde falan buluşunca böyle konuşulduğunu, sonra bunların unutulduğunu söyledim. Necmiye, üzüldüğünü söyleyerek ayrıldı. Ayrılırken:
– Nöbetimizi birleştirirsem, çalışabilir miyiz? diye sordu.
– Neden olmasın? dedim. Sevinerek ayrıldı. Aklım karışmış olarak çadıra döndüm, yatağıma uzanarak öylece durdum. Necmiye’nin yüzü çok güzelmiş. İki yıldır nasıl olup da ona dikkatli bakmamışım. Simsiyah uzun kirpikleri var, yüzü ise saçlarına göre süt beyazlığında. O denli de konuşkan. Oysa ben onu konuşmaktan kaçan, nedense konuşamayan biri olarak algılamaktaydım. Birden değiştim. Yazık Feride ile Sakine ise hiç konuşamadılar. Uyur gibi olmuşum, kendime geldiğimde bahçe boşalmıştı. Dalmışım, herkes gitmiş. Kalkıp dersliğe gittim. Derslikte hiç kimse yok. Gene dönüp akordiyonu çıkarıp parmak çalışmalarına başladım. Gamlar, kromatik gamlara uzun uzun çalıştım. Sol elle çocuk şarkıları çaldım. Bas sıralamasıyla tuşların ters oluş nedenlerini buldurmaya çalıştım. Ayrıca basların ses sıralaması neden atlayarak yapılmış, bunu düşündüm. Kepirtepe’deyken:
– Bir müzik öğretmeni gelse de şunları öğrensem! diye düşünüyordum. İşte müzik öğretmeni geldi, Nasıl öğretmense akordiyonu müzik çalgısı olarak bile benimsemiyormuş.
Bu nöbetim çok yararlı oldu, hem dinlendim, hem çalıştım, hem de bir yeni arkadaş tanıdım; ayrıca Röslein’ın bir isteğini dolaylı da olsa öğrendim. Bayrak töreni için zil çalınca bahçeye sıralar dizildi. Seyhan-Haruniye yanına bir yeni grup yerleşti, Kocaeli-Arifiye. Duyunca:
– A, dedik, biz bunların okulu yanından geçtik, yeşillikler içindeki okulun öğrencileri. . . Yanlarındaki boşluk öyle kaldı. Kars-Cılavuz ekibi de gitmiş. Üzüldüm, ne Osman’a ne de Hayri’ye güle güle diyebildim. Dün gitmişler. Lalahan’a gitmeseydim herhalde onlarla görüşecektik. “İyi yolculuklar, güle güle gidin! ”Yan yana duran iki ekibin belli başlı ayrılığı Kocaeli Arifiye öğretmeninin yaşlı olması, saçları kırlaşmış bir öğretmen. Hiç konuşmuyor, elleriyle işaretler vererek öğrencileri yönlendiriyor. Çevredekileri de doğru durdurmak için dik dik bakıyor. Titiz bir öğretmen sanıyorum. Behire Öğretmen İstiklal Marşı’nı söyletti. Marş bitiminde sağa sola bakındı, paydos işareti verirken Hüsnü Baykoca Öğretmen ortaya geldi, Kocaeli-Arifiyeli konuklara “hoş geldiniz! ”dedi. . Grup dağılınca çocuklarda kümeleşmeler görüldü. Bizim okuldaki İstanbullularla o okuldaki İstanbullular birilerini soruşturmaya başlamışlar. Duraklamalar ondanmış. Mehmet Yücel gülerek, İsmet’e seslendi:
– İsmet bak, içlerinde Kızılcıkdereli de varmış! İsmet’in yanıtı sert oldu:
– Onlar etli canlı çocuklar, içlerinde iskelete benzer birini göremedim! Adana-Haruniye grubundaki Mevlut’e beni göstermişler, geldi, konuştuk. Çok konuşkan, şen bir arkadaş. Vahdet Öğretmen de kendisini çok seviyor, onunla da mektup arkadaşı olacağımızı sanıyorum. Arkasından Salim de geldi. Salim müziği, Mevlut oyunları seviyormuş. Salim daha yeni kemana başlamış. Benim akordiyon çalışıma sevindi. Akordiyonu da çok seviyormuş. Görüşmek üzere ayrıldık. Mevlut Alkan, Salim Öztorun. Seyhan-Haruniye-Enis Deveci, Ahmet Öztürk Samsun-Ladik, Veli Dalak, Hüseyin Öztürk, Kayseri-Pazarören-Osman Alkan, Hayri Kızılyel, Kars-Cilavuz olmak üzere sekiz mektup arkadaşım olmuş durumda. Yazdıklarıma yanıt verenlerle sonuna dek mektuplaşacağım. Dersliğe gidince, Fareli köy üzerine takılmalar bekliyordum, hiç kimse oralı olmadı. Bu duruma, hem üzüldüm hem de sevindim. Üzüldüm, durumdan yararlanarak azıcık övüngenlik yapacaktım, bu olanak verilmedi. Sevindim, bir şeyler yapıyormuş gibi ortalığa çıkarılmaktan çekiniyordum, çekindiğim olmadı. Biraz da şansım yardım etti. Birden lüks pırpırladı, söndü. Arkadaşlar, nasıl olsa çalışmıyoruz, böyle daha iyi, dediler. Çalışanlar vardı, Sami Akıncı başta olmak üzere birkaç kişi mızıldadıysa da :
- Yatma zamanı yaklaştı! diyerek lüks işini kimse üslenmedi. Olaya en çok ben sevinirken İsmet uyardı:
- Dayı nöbetçisin, bu lüksü alıp yatak çadırına sen götüreceksin! deyince telaşa kapıldım. Lüksü alıp yemekhaneye gittim, oradaki nöbetçiler bana yardımcı oldular, yanan bir lüksle değiştirip elimde lüksle yatak çadırına döndüm. Arkadaşlar birer ikişer geldiler. Az sonra da yat zili çaldı. Görev gereği en sonra yattım. Bir ara çadır önüne çıkmıştım, içerden birisi:
- Nöbetçi kızlara bakıyor! ”dedi. Arif Kalkan beklediğim çıkışını yaptı:
- Vallahi, nöbetçinin kızlara bakmaya gereksinim yok, kızlar ona geliyorlar, bugün onun için kavga bile ettiler! Mustafa Saatçi, :
- Aralarında SS yok de! diye bağırdı. Uyuyoruz! sesleri çıkınca konuşmalar kesildi. Beklediğim oldu ama, sonu nasıl gelecek şimdi de onu düşünmeye başladım. Dinlenik olduğum için sanıyorum, bir süre uyuyamadım. Herkes uyudu. Çadıra yakın konuşma duydum, kapak ucundan baktım, Namık Öğretmen'le Nahide Öğretmen. Namık Öğretmen Nahide öğretmeni getirdi, karşılıklı “İyi geceler! ” dileyerek ayrıldılar. Bir sıra onları düşündüm. Yoksa, evlenecekler mi?
7 Temmuz 1941 Pazartesi…
Bu sabah da ben Halil Basutçu’yu uyandırdım:
-Arkadaş, unutma lüksü sen yakacaksın! Ne lüksü? diye soranlara da:
-Akşam ben yanan lüksü ödünç almıştım, şimdi onu götüreceğim. Bizim bozuk lüks orada! ” dedim. Halil önce inandı, sonra anladı:
-Deme, ben de bir ödünç lüks alırım! Böylece ben ortaya başkasından önce bir konu atarak, kendimi hedef yapmaktan kurtardım; ya da öyle sandım.
Kahvaltıda gülerek Hasan Gülümser geldi:
-Abi, sana bir rakip geldi, Arifiyeliler içinde akordiyon çalan var! dedi. Buna çok sevindim:
-Hep bir akordiyon çalanla bir arada olmak istiyordum. Benden daha iyi biliyorsa kusurlarımı ondan öğreneyim. Eğer ben ondan daha iyi çalıyorsam, çevremdekiler de beni iyi tanısınlar. Böyle böbürlenerek konuştum ama akordiyon çalanı görmek yerine onun çalışını merakla beklemeye başladım.
İki gün ara verdiğimiz kendi işimizin başına döndük. Ali Yılmaz Öğretmen gelince Lalahan olayını anlattık, gelen kerestelerin çok düzgün oluşundan söz ettik. Ali Yılmaz Öğretmen de bize bir başka muştu verdi;
-Okula bir kamyon alındı, bugün yarın geliyor. Herhalde o kereste kendi kamyonumuzla taşınacak! Ali Yılmaz Öğretmen, kendi kendine konuşarak:
-Üç binanın temelleri kazıldı, çatı makasları tamamlandı, işler oldukça ilerledi. Buna karşın esas temel atma töreni yarından sonra yapılacak. “İstim sonradan gelsin! ”diye bir söz vardır, bizimki de öyle olacak! deyip güldü. Sonra da:
-Bizim neler yaptığımızı göstermek için, bir binanın çatı makaslarını tamamlayıp, şuraya dikelim! Oysa bir değil iki binanın da makasları hazırdı. İkincinin numaralı parçalarını ayırıp çatıya çıkmışçasına çatmaya başladık. Birincisini daha önce tamamlayıp dikmiştik,
Sili Usta ile Mustafa Güneri Öğretmen geldiler, “Bravo! ”diyerek bizi alkışladılar. Tam o sıra ben makası tutuyordum. Sili Usta geldi, sırtıma elinin ucuyla vurdu:
-Sen çok yaşayacaksın! dedi. Benim gibi arkadaşlar da bu sözün anlamını tam kavrayamadı. Onlar gidince Ali Yılmaz Öğretmen açıkladı:
-Çatının ilk kirişini ayakta sen tutuyorsun, elin uğurlu gelsin, sen çok yaşa ki çatı da uzun ömürlü olsun! gibilerde bir uğur sözüymüş. Bizim ustalar arasında olduğu gibi, Sili Ustanın memleketinde de( Macaristan) buna inananlar varmış. Hem güldük hem de sevindik. Sili Usta yarım diliyle uğurlar diliyor ama biz böyle sözlere hiç mi hiç yanaşmıyoruz. Neden? Hemen yanıt bulanlar oldu:
-Biz daha usta değiliz de ondan!
Altı makaslı bir çatıyı sıralayıp geçici olarak bir birine bağladık. Bir bakıma çok iyi oldu, gelip geçenle durup baktı. Özellikle köylüler, gelip gelip çık, çık, çık! diyerek uzun uzun baktılar. Yusuf Asıl hemen bir neden buldu:
-Belki de evlerinin çatılarını bu tür yaptırmaya heveslendiler. Bu kez de öteki arkadaşlar öğretmene sordular:
-Bir köy evi çatısı kaç liraya çıkar? Öğretmen soruyu yanıtlamadan çatıya bakıp sevindi:
-İsterse tüm köylüler gelsin, Hasanoğlan köyünü birkaç ay içinde çatıya döndürürüz, değil mi çocuklar? Arkadaşlardan:
-Öğretmen soruyu duymadı, diyen oldu. Bu kez Ali Yılmaz Öğretmen:
-Duydum duydum; köy evlerinin bir ölçüsü yoktur, o nedenle bir standart ortaya konamaz. Bir tatil günü gidip iki örnek alın, hesabını birlikte yapalım.
Yeni gelen ekiplerin işlerini düzenleyen Sili Usta dönüşte gene geldi. Ali Yılmaz Öğretmene eliyle ilk üç parmağını oynatarak bir şey sordu. Onların işaretleşerek uzaktan konuşmalarına ilgi gösteren Yusuf Asıl, çekinmeden:
-Bizim öğretmenden soruyor, işte gene sordu. Öğretmen duydu; Yusuf’a dönerek:
- Nasıl oldu da anlayamadın? Sonrada açıkladı:
- Sili usta, üç binanın da çatısı tamam mı? demiş. Öğretmen de evet üçü de tamam! yanıtını vermiş. Öğretmen, kahkahayla güldü:
- Yusuf Asıl’ın zayıf tarafını yakaladım, bundan sonra onun aleyhindeki konuşmaları işaretlerle yapacağım. Yusuf duramadı, yanıt verdi:
- Yapın öğretmenim, ben anlamadığıma göre, o beni hiç etkilemez! Öğretmen:
- Sahi mi? diye sordu, arkasından da :
- Madem ki etkilemez, ben de bundan vazgeçerim. Zaten böyle bir niyetim olmadığını biliyorsun!
Öğle yemeğine yeni haberler umarak gittik. Temel atma gün olarak ne zaman? Ben ayrıca Arifiye grubundaki akordiyon çalan kim? Arkadaşlar ayrıca kamyonun ne zaman geleceği ile yeni gelecek 3. Ekip hangi yöreden gelecek? Onlar da gelmiş, yemek masalarında Çoban Mehmet oturduğuna göre Kastamonu-Gölköy’dür, dedik. Gerçekten öyle. Bu dokuzuncu konuk grup. Çoban Mehmet hiç birinin masasına oturmadı, gelir gelmez de Kastamonu/Gölköylülerin masasına oturdu. Kepirtepeli öğrenciler buna şimdi daha çok kızacaktır. Ben içimden bunları düşündüm. Az sonra da arkadaşlar sesli olarak söylenmeğe başladılar:
- Bizim masalara gelmeyi düşünemiyor, bari biz çağıralım! diye konuşmalar başladı. Cavit Kafkas:
- Benim masama gelirse, vallahi tabağımı alıp başka masaya giderim! diye konuşu. Mehmet Yücel bu kez daha sakin düşündü:
- Belki bu günden sonra bizim masalara da gelecektir, ivedi kararlar vermeyelim!
Biz öğle çalışmalarımızı sürdürdük, gelen giden olmadı. Değişik bir durumla karşılaşmadan iş yerine döndük. Kurduğumuz çatıları dikkatle gözleyen Ali Yılmaz Öğretmen, ”Yarın istenecekmiş gibi hazırlayalım, istenince bir sıkıntımız olmasın! diyerek bana baktı. Bu kez ben:
- Biz bu yöntemi Lüleburgaz’da çok düzenli uyguladık. Lüleburgaz, Atatürk İlkokulu bahçesinde çalışıp hazırlandık, duvarlar bitince kamyonla taşıyarak çatıyı yerine kondurduk! Ali Yılmaz Öğretmen biraz alaylı baktıktan sonra:
- Bunu söyleyeceğini biliyordum, kesinlikle de bekliyordum! Dudaklarını oynatarak yüzüme baktı.
- Özür dilerim yanlış bir şey mi söyledim? diye sordum. Öğretmen:
- Yoooo, yanlış bir şey söylemedin! dedi gene sustu. Bu kez de:
- Ben de öyle sanıyorum, “Yapalım! ” demek bir suç olmadığına göre “Yaptık! ”demek demenin de bir suç olmaması gerekir! Öğretmen gene yüzüme baktı. Başını da oynatarak, biraz yüksek sesle: Evet öyle! dedi. Yusuf yardımıma koştu:
- Sen bunları anlatırken ben ancak ucundan ucundan anımsıyorum, ben de oradaydım ama ne yaptığımızın ayırdında değilim, işimizle ilgili ne yaptık, ne bitirdik belirginleşen doğru dürüst yaptıklarımız üstüne hiç anım yok. Salt gözlerimin önüne gelenler, yaz boyunca o büyük ağaçların gölgesinde çalıştığımız, bir de arı vızıltısı dinlediğimiz. Hasan Üner ekledi :
-Bir de motor sesi. Ali Yılmaz Öğretmen, gene bana bakıp:
-Doğal olarak motoru sen kullanıyordun, değil mi? Ben de:
-İrfan öğretmen izin verdikçe ben kullanmıştım! dedim. Öğretmen, çok sakin bir tavırla:
-Elektrik işimiz olunca, gene makineye geçeceğiz. Makine, işleri çok kolaylaştırıyor ayrıca daha temiz iş çıkarılmasına yardım ediyor. Deneyimlerimizden yararlanarak burada da belki daha temiz, daha az çalışarak çok iş üreteceğiz. Bu ilk günlerin kargaşasına bakıp da yılgınlaşmayalım. Bakın, güle oynaya çalışırken üç çatı birden ortaya çıkarmışız. “Damlaya damlaya göl olur!” derler, insan emeği böyledir! Ali Yılmaz Öğretmen böyle dedikten sonra yakınımızdan geçen çocuklara sorular sordu. Onları iş kaçağı sandı galiba numaralarını, sınıflarını, iş yerlerini not etti. Salih Baydemir, arkasını dönerek yavaşça:
-Besbelli çatacak birini arıyor, aman dikkat, dedikten sonra da bana:
-Sen iyi savuşturdun, tekrar gelip sataşmazsa bugün kurtuldun, sayılır! Salih konuşurken Öğretmen gördü, gülümseyerek geldi, Salih’e, :
-Çalışırken konuşmalarınıza engel mi oluyorum ki benden saklı konuşuyorsun? dedi. Salih:
-Yok öğretmenim, gizli konuşmuyoruz, dünkü konuştuğunuz iki yabancının ne öğretmeni olduğunu tam öğrenemedik, merak ediyoruz! Ali Yılmaz Öğretmen, Salih Baydemir’in numarasını tam anlamıyla atladı, gelenleri anlattı. İkisi de büyük işler başarmış, teknik uzmanlarmış. Demir yolları, köprüler, barajlar, Havai hatlar kurmuş kimselermiş. İnşaat işlerinde Sili Usta neyse kendi
alanlarında onlar da öyleymiş. Ali, Yılmaz Öğretmen onların çizdiği teknik resimleri görmüş:
-İnsanın, o çizgilerin elle çizildiğine inanası gelmiyor! Yusuf Asıl:
-Tıpkı benim gibi! dedi. Öğretmen gülerek, :
-A, evet evet, senin gibi, senin de inanasın gelmedi; değil mi? Herkes güldü. Hasan Üner’le Recep Kocaman Yusuf’a sordular:
-Sen ne demek istedin: Adamlar senin gibi çizgimi çiziyor, yoksa sen onların çizdiği çizgilere mi inanmadın ? Öğretmenin neşesi geldi:
-Ha şöyle çocuklar, biraz da bana yardımcı olun, kimi zaman yalnız kaldığımı düşünüyorum! Yusuf bu kez bilerek:
-Biz de! deyince, Öğretmen;
-İşte bir tane daha! Yusuf, söyle bakalım, sen benim yalnız kaldığımı mı düşünüyorsun yoksa sen de zaman zaman benim gibi yalnızlık duygusuna kapılıyorsun? Yusuf Asıl güldü:
-İkisi de öğretmenim! Biz gülüşürken Namık Öğretmenle Mustafa Güneri Öğretmenler geldiler. İkisi de neşeli, kamyon alınışını muştuladılar. Ayrıca, köylülerin ivedi olarak oluşturduğu atlı arabalarla anlaşma yapılmış, günde en az beş atlı araba inşaat alanında ara taşımaları yapacakmış. Ayrıca bir iki gün içinde de temel atılma töreni yapılacakmış. Mustafa Güneri Öğretmen içimizde en çok Harun Özçelik’le ilgileniyor, onun resimlerini çok beğendiğini
söylüyor. Bu kez de Harun’la ayrıca konuştu. Harun bu yakınlığa güvenerek:
-Törende ne zaman yapılacak? diye sordu. Mustafa Güneri Öğretmen:
-Çocuklar biz törenimizi çoktan yaptık; bakın çatımızı bile kurduk. Ankara’daki büyüklerimiz gelecek, tören aslında onların buraya gelişi anlamını taşımaktadır. Hoş geldiler, sefa getirdiler! dedi, gülüştüler.
Paydos olunca , konuşmalardan anladıklarımızı gönlümüzce yorumlayarak okula döndük. Biz dersliğimize giderken okul bahçesinde birilerini şarkı söylüyordu, biz de okul bahçesine girdik. Kocaeli-Arifiye ekibi, daha önce Kayseri-Pazarörenliler gibi gösteri yapmışlar. Benim beklediğim de buydu. Yanlarına gittiğimde akordiyonu, çalan çocuğu gördüm. Akordiyon iki oktavlık küçük boydan. Hiç de umduğum gibi değil. Ama onların şarkılarını çalıyor. Elele tutuşan bir oyun oynadılar. Benim ilgimi bir oyunla bir şarkıları çekti: Meşeli, Dağlar Meşeli-Kül oldum aşka düşeli…Oyun da dört kişilik. Oyun güzel ama bizim taraflarda “Köçek oyunu”denilen türe benziyor. Bu oyunu kesinlikle oynamam, özellikle de öğrenmem. Gösteri dağılınca akordiyon çalanla tanıştım. Bir yıldır çalışıyormuş. Ancak sürekli çalışamamış. Selahattin Odabaşı, hemen nereli olduğunu söyledi, Tirilyeliymiş. ”Hı-mı dedim ama, konuşmanın orasını atlayarak beraber çalışmayı önerdim. Selahattin çok sevindi. Yarın akşam bu saatlerde burada buluşacağız. Çok sevinçliyim, Akordiyoncunun böyle olmasına ayrıca sevindim, bu akordiyonla benim çaldığım parçalar zaten çalınamaz. Dersliğe gidince arkadaşlar da değindiler: On Köy Enstitüsü geldi, iyi fena onları tanıdık. İçlerinde çok güzel oynayanlar var, mandolin çalanlar da var ama benim akordiyonu gölgeleyecek bir müzik etkinliği görülmedi. Arkadaşların bu konuşmasını bekliyordum. Ama gene de içimden “Sizi hınzırlar sizi, hani benim çalışmalarımı küçümsüyordunuz. Marangozluk atölyesinde soğuk sıcak demeden çalışırken, tıs pıs ederek yaptığımı eleştiriyor, arkamdan yerenleriniz oluyordu! Arif Kalkan bana:
-Arkadaş, on iki Köy Enstitüsü’nün altısını gördük, içlerinde senin eline su dökecek kimse çıkmadı. Belki bundan sonrakilerde de çıkmayacak. Bu nedenle sen “Fareli Köy Kavalcısı! ” sözüne kendini alıştır, kızlar senin yakanı bırakmayacaklar! Bu söz çok hoşuma gitti ama gene de karşı durdum. Arif yanındakilere dünkü tartışmaları anlattı. Dinlememiş gibi başımı eğip Almanca kitabımı karıştırdım ama bir kulağım onlardaydı:
“Saman altından su yürüten, Karda gezip izini belli etmeyen, İstemem, sağ cebime koy! ” diyen yollu sözleri benim için söylediler. Ne söylerlerse söylesinler umurumda değil! deyip içimden sevindim. Akşam yemeğinde Selahattin’le bakıştık. Yemekten sonra da bir arkadaşıyla geldi. Konuşkan, konuşurken dilinin tutukluk yaptığını anladım. Bu nedenle ona bir duyumsatma mı yaptım ne? Selahattin, dişlerinde bir sorunu olduğunu o nedenle konuşurken kimi kez dil takılması yaptığını söyledi. Utandım. Yanındaki arkadaşını tanıttı, Ali Yavuz, ikisinin de dersleri iyiymiş. Öğretmenlerini sordum. Onları bir yönetici getirip geri dönmüş, öteki de tarım öğretmenleri Mustafa Eyuboğlu'ymuş. Yapıcılık öğretmenleri de bugün yarın gelecekmiş. Ali Yavuz daha konuşkan, Okulun bulunduğu yeri, Sapanca’yı, Sapanca gölünü, gölde gezişlerini, balık tuttuklarını anlattı. Konuşmaları dinleyen arkadaşlarla da iyi anlaştılar, yat ziline dek karşılıklı konuşuldu. Yat zili çalınca bir grup arkadaş konukları çadırlarına dek götürdük. Yataklarımıza dönene dek konuşulanlar hep Kocaeli-Arifiye oldu. İşinin ilginç yanı, onların okulunun aynı zamanda Adapazarı’na çok yakın oluşu. Adapazarı deyince benim bellerimdeki Adapazarı depreşti. Bizim kahvede köylülerin anlattığı askerlik söylentileri. Fikri Paşalar falan…. . Köyde bir Deli Fikri sözü alıp yürümüştü. Kimisi duyduğu yalan yanlış haberleri, ballandıra ballandıra anlatıyordu, kimisi de Deli Fikri’nin meydanlarda subay dövdüğünden söz ediyordu. Askerden izinli dönen Mahmut Ağabeyimse:
-Siz deli misiniz? deli misiniz demeye gerek yok delisiniz; kendisi de subaylıktan yetişmiş olan bir kimse, arasından geldiği subayları döver mi? Fikri Paşa bir tümgeneral, onun da üstleri var, buna izin verirler mi? Mahmut Ağabeyim bunları sorunca yanıtlar verildi: :
-Adam deli!
-Deli adamı bir tümen başında bir gün tutmazlar! Kahvedekiler gittikten sonra babamın verdiği yanıtı da unutmadım. Babam Mahmut Ağabeyime:
-Sen ne dersen de, onlar kendi kafalarındaki fikirlere göre öyle yapılsın istiyorlar. Çünkü onlar haklı- haksız askerlik süreçlerinde subaylardan eşek yükü sopa yemişlerdir. Bunun öcünü şimdilerde lafla da olsa almaya çalışıyorlar. Bu nedenle senin doğrularına kolay kolay inanamazlar, inanmak da istemezler. Kimse o Fikri Paşanın adı çıkmış, Nasrettin Hocanın eşeği gibi bir süre anılacaktır!
Adapazarı, yeşillikler, Fikri Paşa falan derken bizim Askerlik dersi öğretmenimiz binbaşı Cindoruk. Ders kitabının yazarı Yaşar Cindoruk. Bunun yanılgısıyla adamın adını kendisinden önce ben söylemiştim. ”Yaşar! ”Adam bir sinirlendi, sene sonuna dek yakamı bırakmamıştı. Sonra da ne olduysa oldu, beni ders çavuşu yaptı, bir daha da gelmedi, derslere hep üsteğmenleri göndermişti.
Yeni tanıştığım Selahattin Odabaşı ile Ali Yavuz arkadaşlar beni çok gerilere döndürdü. .
9 Temmuz 1941 Çarşamba
Yatak komşum Orhan nöbetçi. Guten Tag’laştık. Benden nöbetçinin Almanca’sını sordu. Warter. Noktalı a ile yazıldığına göre “ver” gibi söylenecek. Das Beetzimmer Warter. Orhan:
-Amma da uzunmuş! deyip vazgeçti. “Das Warter! ”Konuşmamıza katılanlar oldu. Uzaktan gelenler fısıltımızı önemsediler, çevremize toplandılar. Herkes yeni bir duyuru bekliyor. Bu çoğunlukla “Temel atma töreni” için beklenti:
-Bugün mü, yarın mı? Oysa bizim bu konuyla bir ilgimiz yok. Durumu öğrenen uzaklaştı. Kahvaltıda öğretmen masalarına bakıyoruz, değişik bir durum yok. Selçuk Korol Öğretmen yalnız olarak masada oturuyor. Yanına konuk öğretmenler geldiler. Birini, tanıyorum: Vahdet Kayık, Seyhan-Haruniye öğretmeni. , ötekilerini gördük ama adlarını daha bilmiyoruz. Sami Akıncı yeni haber getirdi. Akşama Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç gelecekmiş:
-Tamam, öyleyse yarın tören var! Nedense arkadaşlarda bir sevinç. Ben:
-Ne değişecek? Aynı işleri sürdüreceğiz, deyip yürüdüm. Ali Yılmaz Öğretmen evinin önündeymiş bizi gördü, gülerek:
-Günaydın ! dedikten sonra, yarın tören yapılacağını söyledi. Ali Yılmaz Öğretmen de benim gibi düşünüyor:
-Ne değişecek? Biz gene yapacağımız çalışmaları yapacağız.
Çalışmaya başlamadan, genel bir temizlik yaptık. Gölgeliğe oturacak düzgünlükte kalaslar yığdık. Önce Yusuf sordu:
-Öğretmenim bunlara kim oturacak? Öğretmen:
-Kendin oturacaksın, ona göre sağlam yap! Recep Kocaman hiç birimizin aklından geçmeyen bir soru sordu:
-Kocaeli-Arifiye, Seyhan-Haruniye, Kastamonu-Gölköy ekipleriyle biz Kepirtepe varız; törenle hangisinin temeli atılacak? Öğretmenden önce, Salih Baydemir, Yusuf Asıl, Hasan üner, Mehmet Aygün, birden yanıtladılar, :
-Bizim, Kepirtepe'nin! Öğretmen az duraladı:
-Bunun fazla bir önemi yok. Yapılacak on binadan birinin temeli atılacak. Bizle birlikte öteki ekipler de birer bina temeline başlayacaklar mı? Onu bilmiyorum. Sanırım temeli atılan bina bizimki olur. Çünkü gelen ekiplerin bir bina tamamlaması söz konusu değil. Bakın gidenler atölyeleri yarım bırakıp gitti. Onları biz tamamlıyoruz. Ötekiler de böyle olacak. Bir kez tüm binaların çatılarını biz yapacağız, bunu kesin biliyorum. Öteki işler de bir birimize yardımla çıkacak. Ancak hangi binaya hangi ekipler yardım etmişse onların adları binaların duvarlarını bir anı olarak yazılacak! Arkadaşlar, :
-O zaman tüm binalarda Kepirtepe’nin adı olacak! dediler. Bizim çalıştığımız yerin tren yolu ile batı yönlerinde beş altı yerde çalışma yapılıyor. Bugün oralarda da daha fazla canlılık var. Sili Usta bize hiç uğramadı ama oralarda dolaşıyor, uzaktan görüyoruz. Mustafa Güneri Öğretmen de öyle, panama şapkası uçurtma gibi oradan oraya yer değiştiriyor.
Öğle yemeğinde de Ankara'dan çok konuk geleceği söylentileri sürü. Çoktandır yemediğimiz lokma tatlısı yedik. Selahattin Odabaşı’nı bizim çalışma yerimize çağırdım, geldi azıcık durdu. Öğretmenleri Mustafa Eyuboğlu yemekten sonra dağılmamalarını tembihlemiş, akşama görüşmek üzere ayrıldı. Biz de oyunları erken bıraktık. Herkes Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un gelmesini bekliyor:
-Gelirse gene Lalahan tarafından gelecek, önce biz göreceğiz! diyoruz.
Öğleden sonra uzun süre kendi kendimize çalıştık. Öğretmen yeni ekiplerin öğretmenlerine “Hoş geldiniz! ”demeye gitti. Bugün çatı altı-duvar üstü bağlantı lataları hazırlıyoruz. . Yusuf Asıl, Mehmet Başaran taşıyıcı. Yusuf’un gözleri Lalahan yolunda; ikide bir:
– Toz kalktı, geliyorlar! diyor. Sabah Orhan’ın sorduğu Almanca söz aklıma geldi. Yusuf’a:
– Das Warter! ”dedim. Yusuf önce güldü sonra duraksadı, birkaç kez sordu. Ben susunca iyice bozuldu. Çok kötü bir anlam düşündüğünü anlayınca:
– Yol gözleyici, bir tür bekçi anlamında kullandığımı söyledim. İnandı , gene:
– Geliyorlar! demeye başladı. Ali Yılmaz Öğretmen oldukça geç geldi . Bize:
– Bensiz de çalışacağınızı bildiğim için konuklarla sözü uzattım!
Çalıştığımız yerlerden paydos zili duyulmadığından gruplar, öğretmenlerin saatlerine göre işi bırakıyorlar. Biz, yer olarak ortalardayız. Gruplar geçmeye başlayınca paydosu anlıyoruz. Ali Yılmaz Öğretmenin de dikkatini çekmiş, Yusuf’un bakışını böyle bir duruma yorduğundan bir ara Yusuf’a:
– Oraya değil bu yana bak, bak bunlar paydos ettiler, sen de bırakabilirsin, o tarafa bakıp durma! dedi. Yusuf önce anlayamadı:
– Gelirlerse o taraftan gelecekler öğretmenim! deyince arkadaşlar makaraları saldılar. Bu kez de öğretmen dikkat kesildi:
– Ne oldu, neden güldünüz? diye sordu. Olay anlatılınca da öğretmen:
– Ne çocuklarsınız, oyunsuz iş yapamıyorsunuz! dedi.
– Toparlanıp biz de yola çıktık.
Arkadaşlar, Yusuf'a:
– Genel Müdür Lalabel’den gelmiş! dediler. Yusuf Genel Müdürü göbekli olarak bellemiş:
– Koca göbeğiyle o, dört km. yolu yürüyemez! Arkadaşlar, Genel Müdürün göbekli olmadığını söylediler. Yusuf takılmalardan usandı, konuyu değiştirdi:
– Kepirtepe’deki törene Genel Müdür geldi mi? Arkadaşlar aynı soruyu ona sordular. Yusuf, Kepirtepe'deki törenden hiçbir şey anımsamadığını söyledi. Gülenler oldu. Bu kez ben Yusuf'u savundum:
– ”Yusuf, o törende Lüleburgaz’daki atölyede çalışıyordu. Törene gelenler görmek ister düşüncesiyle atölye çalışmalarımız sürmüştü. İrfan Evren Öğretmenle biz çalıştık! dedim. Konuşmalar, bu kez de törene kimlerin katıldığına dönüştü. Törene katılanları biz, (Marangozlar) göremedik ama katılanlardan öğrendik, başta Trakya Genel Müfettişi Kazım Dirik olmak üzere üç ilin valisi ile en az dört kaymakamın, Tüm General Şerafettin Paşa katılmıştı. Ben bunları söyleyince Ali Yılmaz Öğretmen ilgiyle sordu
– Sen bunların nasıl unutmadın? Arkadaşlar :
– O yazıyor öğretmenim! dediler. Öğretmen:
– Sen bunları da yazıyorsundur! Yazdığımı söyledim. Öğretmen:
– Senin akordiyonuna bekçilik ettiğimi de yazdın mı? ”diye sordu. Yazdığımı söyleyince de :
– Öyleyse senin yazılarında adım geçecek! diyerek güldü. Bu gülüş biraz alay içerdi ama ben, pek olumsuzluğa yormadım.
Öğretmen gene bizi çaya çağırdı ama, bu besbelli bir gönül alma çağrısıydı, teşekkür edip ayrıldık. Hüseyin Orhan çadır nöbetçisi, izin isteyip akordiyonu aldım, müzik çalışma yerine gittim. Konuştuğumuz gibi Selahattin Odabaşı ile Ali Yavuz geldiler. Onlara, çalabildiğim parçaları özellikle seçerek sıra ile tekrarladım. Selahattin güldü:
– Ağabey, ben daha başlangıçtayım. Senin akordiyonun da büyük, istediğin sesi çıkarıyorsun! dedi sözü kesti. Başka çocuklar da toplandılar, kızlardan büyükçe bir grup çevremizi sardı. Bir süre konuştuk, parçalar çaldık. Selahattin’e akordiyonu verdim, almadı. Akordiyonu bırakınca yemeğe gittik. Genel müdür falan yok. Galiba bizim grup gibi genel müdür bekleyen de yokmuş. Yemekten sonra derslikte bu kez “Fareli Köyün Kavalcısı! ”sözü enikonu ortaya geldi. Mustafa Saatçi sormadan ben söyledim:
– SS’de geldi, üstelik akordiyon çalmayı öğrenmek istediğini de ekledim. Mustafa Saatçi:
– Hemen bir akordiyon alıp öğreneceğini, sonra da SS’ ye öğreteceğini söyledi. Mehmet Yücel:
– Ahayyyyy , ölme eşeğim ölme, yaz gelecek! dedi. Arkasından:
– İmam Adordiyon alacak da, nota öğrenecek de, SS’ye öğretecek(!) Sen onları yapıncaya dek başkaları, SS’nin bebeğine bile akordiyon öğretir! deyince bir gülme koptu. Bebek kimden olacak? Sami Akıncı gene başını kaldırdı:
– Arkadaşlar, şakalar gene çok ileri gitmeye başladı. Lütfen söylediğimiz sözlerinin anlamını bilelim, ölçerek söyleyelim! ”Mustafa Saatçi:
– Ben akordiyondan vazgeçtim, körük çekmeyi oldum olası sevmedim deyince bu kez:
– Vay, İmam’ın bir marifetini daha öğrendik, o köyde demircilik yapıyormuş! Mustafa Saatçi kızdı ya da öyle görünmek istedi:
– Vay siz bilmiyor muydunuz? Ben köyde nal yapıyordum. Nallar biliyorsunuz demirden yapılır! İdris Destan boş bulundu:
– Nalları ne yapıyordun? diye sordu Mustafa Saatçi’nin de beklediği buydu:
– Salt eşek nalı yapıyordum, küçük küçük, onları sizin gibilerine çakıyordum, kimisinin ayağına kimisinin ağzına! Mustafa Saatçi’nin “Ağız nalı” gerçekten bir süre iş gördü.
Çadır nöbetçisi Hüseyin Orhan geldi:
– Çadırın lüksünü aldılar, buranın lüksü ile yatacağız! Lüksümüzü alıp yatmaya gittik. Çadırın lüksü ne oldu? diyenlere de yanıtlar verildi:
– Yarın Genel Müdür gelecek, o nedenle lüks gerekli olmuş. Çoban Mehmet, Genel Müdürü Fener alayıyla karşılayacakmış! Yatınca birileri bir süre konuştular. Arada bir akordiyon sözü edildi. Ali Önol’un sesine benzettim. Benim için olumlu konuşuyordu. Ali’den pek hayırlı ses gelmez iyi bilirim, dikkatle o mudur, yoksa yanıldım mı? derken uyudum.
10 Temmuz 1941 Perşembe
Kadir Pekgöz’ün sesiyle uyandım. Mandolini almış, tın, tın, tın, ediyor. “Kalk artık sabah oldu, her taraf sesle doldu! ”diyormuş İsmet sesleniyor:
-Mandolin sesi yetmez davul çal! Birisi de:
– Genel Müdür gelmiş! dedi. İnanmadık ama gene de toparlandık. Sabahın köründe Genel Müdür nereden gelir? Sabah treni aklıma geldi ise de Lalabel’den bu yana Genel Müdür yürür mü? Kahvaltıda kimsenin gelmediğini gördük ama olağanüstü bir düzen vardı. Hidayet Gülen Öğretmen, Selçuk Korol Öğretmen. Nahide Öğretmen Behire Bil Öğretmen değişik giysiler giyinmişler. Bir ara Çoban Mehmet görünür gibi oldu. Hüsnü Baykoca Öğretmen kahvaltılara çoktandır katılmazdı, bugün katıldı; kahkahalarla gülüyor. Konuk ekiplerde de bugün bir durgunluk var. Tam kalkmak üzereyken olay anlaşıldı. Genel Müdür gelemiyormuş. Yerine yardımcısı Ferit Oğuz Bayır’ı göndermiş. Ferit Oğuz Bayır, akşam geç gelmiş. Gelince de geç meç dememiş; konuk öğrenci çadırlarını gezip hal-hatır sormuş. Törene katılması için kılıklarına bakarak bir grup öğrenci seçmiş.“Kepirtepelilerle de sabah ayrıca görüşeceğim! ”demiş.
Hidayet Öğretmen duyuru yaptı, topluca okul bahçesin gittik. Ferit Oğuz Bayır’ı ad olarak bana eğitmen Mustafa Güvener Ağabey tanıtmıştı. Kendisini buraya gelirken Ankara’da istasyonda gördük. Bize, Milli Eğitim Bakanlığından gelmiş tek “Hoş geldiniz! ”diyen kişi oydu. Görünüş olarak, Hüsnü Baykoca Öğretmeni andıran tarafları var. Neşeli, güler yüzlü. “Kepirtepeliler, size çok güzel bir haberle geldim! ”diyerek konuşmaya başladı, güzel haberi, Kepirtepe’de artezyen suyunun çıkmış olmasıydı. Kazım işlerinin sürdüğünü biliyorduk, su çıkmış. Alkışlarla karşıladık. ”Oraya gidecek miyiz? ” diye bağıran oldu. Ferit Oğuz Bayır, önce:
– Efendim! deyip sesin geldiği tarafa baktı. Oysa soruyu anlamıştı:
– Elbette gideceksiniz, hep beraber gideceğiz. Gitmeyecek olsak neden orada çalışmalar yapalım? diye sordu. Sonra sözü temele getirdi, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un Cumhurbaşkanınca bugün çağrılı olduğu için gelemediğini, en yakın zamanda geleceğini anlattı. Yapılacak işleri özetledi:
– İşler bizi bekliyor, yürüyelim arkadaşlar! deyip, gerçekten yürümeye başladı. Arkasından öğretmenler yürüdü. Öğretmenler birer ikişer öğrencileri uyararak sıra değilse bile düzenli yürümeleri için uyardılar. Uzunca bir yolculuk yapıldı. Ferit Oğuz Bayır umulmayacak canlılıkla bizimle yarış ederce yürüdü. Sili Usta daha önce gitmiş hazırlıklar yaptırmış. Ferit Oğuz Bayır:
– Genel Müdürümüz adına! diyerek konuşma yaptı, yapılacak işler hakkında açıklamalarda bulunup, başarılar diledikten sonra Sili Ustaya işaret etti. Sili Usta hazırladığı kazmayı alarak simgesel vuruşunu yaptı.
Sili Ustanın ilk kazması
Tören yapılacağı kaç gündür söyleniyordu ama Genel Müdürün geliş günü beklendiği için tam açıklanamıyordu. Dün akşam durum anlaşılınca Namık Öğretmen önlemini almış yapıcı arkadaşlardan sporcu Hüseyin Serin’e bayrağı tutacağını, üst başına dikkat etmesini istemiş. Hüseyin’le kızlı erkekli küçük bir grup daha önce temel atılacak yere
gönderilmişti. TÖREN başlarken o arkadaşlar da bayrakla geldiler.
Törenden sonra Hüseyin Serin başında kasketiyle bizim yanımıza gelirken Ferit Oğuz Bayır Hüseyin Serin arkadaşı durdurup başından kasketini aldı, evire çevire baktı. Ne konuştuğunu tam duyamadık. Ancak ben hemen anladım, arkadaşlara dönerek :
-Bu kasketi giyme! Demiştir. Bana gülenler oldu, Kimileri de:
-Bunun daha iyisini giyeceksin! gibi yorumlar yapıldı. Hüseyin Serin kızarmış bir yüzle geldi, ağlamaklı bir sesle:
-Yahu adam beni kasketim için payladı! dedi. Arkadaşlar hep şaştı. . Edirne’deki olayları anımsadık. Az sonra Hidayet Öğretmen yanımıza gelince olayı ona da yansıttık. Hidayet Öğretmen bizi yatıştırmak için olaya başka bir yorum getirdi:
-Burada biz bize değiliz, tüm okullar geliyor, gidiyor. Onlar da o tür giysi, kasket ister, onların yanında giyilmesini istememiş olabilir! dedi. Sevinçli günümüzde bir burukluk yaşadık. İşlerimize dönünce yüzlerimiz asıldı.
Hüseyin Serin bayrağı taşırken
Sili Usta ilk kazmayı vururken hemen önünde sıralanan konuk öğrencilerin kılıkları arkadaşların ilgisini çekmiş, hemen fısıltı başladı:
-Bunlar kim? Resim çekmek için özel hazırlanmışlar! Kim hazırlamış? Sorular uzadı.
Ali Yılmaz Öğretmen gelince durumumu hemen anladı, takıldı, güldürmek için değişik yollar denedi. Öğle yemeğine böyle gittik. Sabahki sevimli (! ) adam gene oradaydı ama bize göre oldukça sevimsizdi. Çoban Mehmet konuşuyor, o dinliyordu. Mustafa Saatçi yorumunu yaptı:
-Çoban Mehmet’i dikkatle dinleyen bir kimseden hayır gelmez! Bu bize yetti. Demek başımıza müdür olarak Çoban Mehmet’i seçen adamlar bunlar(?)
Cumartesi günü Bayrak Törenine hepimiz kasket giyerek çıkmaya karar verdik. Öğleden sonra Ali Yılmaz Öğretmenden izin isteyip yapıcı arkadaşların sürdürdüğü temel kazılan yere gittik. Onlar soyunmuşlar Kepirtepe adına dikilecek binanın temellerini kazıyorlar. Dönünce hemen biz de çatısını hazırlayacağız. Ali Yılmaz Öğretmenin şakalarına gülerken biraz rahatlamış olarak çalışmaya başladık. Yusuf Asıl üzgün: ,
-Ben dün bu adamın yolunu mu gözledim? deyip duruyor. Ben de:
-Karaağaç’a giderken köy eğitmenimizden bu adamın iyi haberlerini alarak yola çıkmıştım. Adam belki gene iyi. Ancak şu bizim kasket işinde bir uğursuzluk var. Gelen okulların hiç birinde böyle bir sorun yok, öğrenciler kasketsiz dolaşıyorlar ya da köylü kasketlerini giymeyi sürdürüyorlar.
Bunları dedim ama arkadaşlar hiç oralı olmadılar. Akşam dersliğe dönünce yeni bir muştu:
-Yeni kamyon gelmiş, Lalahan’dan kendi yüklerimizi kendimiz taşıyacakmışız. Değişik konularda yarı sevinçli yarı kederli konuşarak bir birimizi bir taraftan yatıştırmaya çalışırken bir taraftan da kışkırtıyoruz. Birden bir korkuya kapıldım:
-Çoban Mehmet hâlâ eski inatlaşmanın sorumlularını arıyormuş. Biri çıkıp:
-Elebaşı bu! deyiverirlerse, kendimi kapının önünde bulurum. Başımı sıraya koydum böyle düşünürken Hasan Gülümser geldi:
-Seni Namık Öğretmen çağırıyor, yemekhanede bekliyor! dedi. Birden ürperdim:
-Yoksa bir olay mı var? Gittiğimde Namık Öğretmen, Nahide- Behire Öğretmenlerle oturuyordu. Gittim, Namık Öğretmen:
-Gel şöyle karşıma otur! dedi. Büyük bir korkuya kapıldım. Bayan öğretmenlerin yüzüne bakamıyorum. Namık Öğretmen:
-Sizi gözbebeğimiz gibi koruyarak bugünlere getirdik! deyince sendeledim; içimden “Tamam! ”dedim. kötü haberi beklerken Namık Öğretmen bana:
– Bir öğretmen gibi, bir ekip kuracaksın, Kepir binasının çatısını senden istiyorum. Öğretmen olarak Demirbilek var ama o da ben de daha 250 öğrencinin arkasında dolanacağız. Sen kendi binanın ahşap işlerinden sorumlu olacaksın biz senden soracağız, gerektiğinde her türlü yardımı yapacağız. Günlük işlerde Ali Yılmaz Öğretmen'le birer kapımız azalsın istiyoruz, Yapı işleri için de arkadaşın Halil’i düşündüm o da sizin sınıftan 10, öteki sınıflardan da 10 arkadaş alarak kendi ekibini kuracak, böyle bir çalışma deneyeceğiz. Buna “Hayır! ”diyeceğini düşünmüyorum, seninle birlikte kendi arkadaşların 10, 10 arkadaş da 7. sınıflardan seç, adlarını bana bildir, önümüzdeki hafta başında bu düzenle çalışmaya başlayacağız! Gülerek ayrıldım. Nasıl bir durumdaydım bilemiyorum. İki bayan öğretmen de bana bakıp bakıp güldüler. Gene de utanmadım. Namık Öğretmen çok onurlandırıcı sözler söylüyordu. Hemen aklımdan arkadaşları saptadım. Aslında hepsi belliydi: Salih Baydemir, Harun Özçelik, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Yusuf Asıl, Hasan Üner, Abdullah Erçetin, Mehmet Aygün, İdris Destan. . 7. sınıflarda: Ali Ergin, Musa Güner, Mürsel Dilek, Hasan Gülümser, Fevzi Üner, Cavit Kafkas, Süleyman Gege, Rasim Dereli, İsmet Özcan, Hasan Arabacı. Yazdıklarımın hiç birisi “Gelemem! ”demeyecekti, biliyorum. O nedenle sormadım bile. Halil gelince ona sordum:
– Namık Öğretmenle aran nasıl? Halil:
– Vallahi, iyi gibi, biliyorsun çalışınca hepsiyle iyi gidiyor, azıcık kaytar, senden kötüsü olmaz. Anladım ki, Namık Öğretmen, arkadaşla daha konuşmamış. Gene kendime döndüm:
– Namık Öğretmenin övücü sözlerinden sonra Behire Bil öğretmen benim için acaba ne düşünüyor? Ondan bilgi istesem beni bilgilendirir mi. Örneğin basılı notaların altında bir takım sözler, işaretler var, f, ff. . p. pp. . çizgiler, yatık v’ler falan. Bunları düşündüm ama hemen vazgeçtim, ne ben gidip sorabilirim ne de o beni çağırıp konuşur! Aldırma, böyle gitsin, onları bilmeden de akordiyon çalınırmış. Selahattin Odabaşı da bilmiyor. Ne var yani! . . Hüseyin Serin’in kasket öyküsü tüm arkadaşları rahatsız etti, durup durup onu konuşuyorlar. Ya cumartesi günü Çıban Mehmet, kasketleri çıkarın derse? Bu kez de İstiklâl Marşı söylenirken kasket giyilir mi, giyilmez mi? Bir tartışmadır başladı. Mehmet Yücel ortaokulda okumuş, “Kasketler çıkarılmaz! ”diyor. Ancak Sami Akıncı bunun tam karşıtını söyleyince durum karıştı. Sami’ye göre, tüm okul kasketli olsa belki çıkarılmaz, ancak bizim okulda 200 öğrencinin bizim dışımızdaki 170 öğrencinin başı açık. Bunu bahane gösterip çıkartabilirler. Bu kez kasketli gitmeye tören başlarken kasketlerin çıkarılmasına karar verildi. Karar marar derken canım tümden sıkıldı, şiir defterimi açtım önce Röslein’i okudum. Sözde ezberlemiştim, daha ilk dörtlükte tökezledim. Daha acısı Nakaratından ötesini bir türlü sıralayamadım. Tekrar tekrar okuyunca sonunda beynimde canlandı. Rıza Tevfik’in, “Fikret’in necip ruhuna! ” diye yazdığı şiiri okudum. Bunu da ezberlemiştim. Onun da ilk iki dörtlüğünü bakmadan okuyabildim. Onu da yirmi kez tekrarladım. “Dediler ki: Issız kalan türbende-Vahşi güller açmış görmeye geldim-O Cennet bağının hakine ben de, Hasretle yüzümü sürmeye geldi. -Dediler k: Sana emel bağlayan, -Kabrinde diz çöküp bir dem ağlayan, -Bermurad olurmuş, ben de bir zaman-Ağlayıp murada ermeye geldim…”… Kasket üzüntüsü, artezyen sevinci derken yat zili çaldı. . Yatınca da bir süre aynı konuşmalar sürdü. Tam uyuyacağım sırada hiç konuşmadığım, daha doğrusu şimdiye dek benimle hiç konuşmamış bulunan o kız niçin benden mandolin öğrenmek istedi. Yoksa o akordiyon dedi de ben mi mandolin anladım? Bunu ondan sormaya karar verdim. . . .
11 Temmuz 1941 Cuma. .
Bu sabahın kaldırıcısı Mehmet Yücel:
-Bizin kızan uyumuş kalmış, kalkın arkadaşlar! dedi. “Bizim kızan! dediği köylüsü Mehmet Başaran, bu günün nöbetçisi o. Mehmet Başaran da öteki arkadaşlar hep kalktık. Ali Aga kasketini giymiş, bakanlara selâm çakıyor. Yarın için alıştırma yapıyormuş. İdris Destan:
-Bak bak, alıştırma değil kızıştırma yapıyor! dedi. Tartışma başladı. Araya girdiler, barıştırdılar:
-Yarına dek kimse kavga etmeyecek!
-İdris Destan’a birlikte çalışacağımızı söyledim, sevindi. Birlikte kahvaltıya gittik. Yemekhanede dünkü titizlik kalmamıştı. Recep Kocaman nöbetçi, beraber çalışacağımızı ona da söyledim, sevindi. Biz konuşurken Necmiye, o güzel kız geldi, Recep’e bir şey sordu. Bana da
gülümsedi, nöbetçiymiş. “Hani beraber nöbet tutacaktık? dedim. Ciddileşerek:
-Ama ben nöbet sıramı bozamam ki, sizin nöbetinize göre arkadaşla değiştirirsem o olabilir, sizin nöbetinizi öğrenemedim! dedi, gitti. Recep Kocaman, “Kıza bak seninle konuşurken sizinle diyor, seni besbelli öğretmen yerine koyuyor! dedi. Ben de:
-Zaten öyle, ben ona müzik dersi vereceğim!
Kahvaltıdan sonra her günkü gibi gene iş yerimize gittik. Ali Yılmaz Öğretmen daha önce gitmiş. 3. Atölye çatımızı bitirip okul binalarını çatılarını hazırlayacağımızı söyledikten sonra:
-Ancak bu arada temeli atılan binanın bizden istedikleri, olacaktır, bir süre onun kalıplarıyla uğraşacağız. Bu nedenle de yeni bir iş bölümü yaparız, deyince öğretmenin dilinin altındakini anladım:
-Namık Öğretmenin söylediği işbölümü bu olsa gerek. Salih Baydemir, üzerinde durmadığımız bir konuyu öğretmene sordu:
-Öğretmenim, çatıları yapmak kolay, bu binaların kapılarını pencerelerini nasıl yapacağız? Onların biçilmesi nasıl olacak? Öğretmen:
-Onların siparişi yapıldı, İstanbul’da Burla-Biraderler Firması istediklerimizi gönderiyor, onların motorları, tezgahları yakında gelir, Lüleburgaz’da çalıştığınıza benzer bir çalışma yapacağız! Bu habere çok sevindik. Orada elektrik, burada motor, aradaki fark bu! Bunu duyunca pencereleri yapmış gibi rahatladık. Atölye çatılarının duvar üstü lentolarını tamamladıktan sonra, kurduğumuz çatıyı söküp numaralı olarak sırasına koyduk. Duvarlar bitince çatı yerine dikilecek. Kamyonla gelecek yeni keresteler için yer hazırladık. Salih Baydemir:
-Gaspar Usta belki de bu motor işleri için geldi? dedi. Nedense onun gözü çerçeve yapımından korkmuş. Paydos olunca okula daha sevinçle döndük. Derslikte toplanınca yarın yapılacak gösteri tartışılmaya başlandı. Sami Akıncı sordu:
-Bundan ne kazanacağız? Benzer okullar kasketsiz, bizim öteki sınıflarımızın da çoğu kasketsiz. Okul Enstitüye çevrilince gelen öğrencilere kasket zaten verilmedi! Tartışma uzadı gitti. Sami’nin konuşmasından etkilenenler oldu. Ara ara sertleşen konuşmalar yatağa dek sürdü. Yatınca bir süre ben de düşündüm. Kasketim var, istediğim zaman giyebiliyorum. Yasak edilinceye dek giyerim. Yasak edilirse vazgeçerim. Şimdi inadına ortaya çıkıp, olay yaratmanın bir anlamı yok. Bu olay tüm okul öğrencilerini kapsamıyor. Biz sınıf olarak yalnız kalabiliriz. Böyle düşünerek uyudum.
12 Temmuz 1941 Cumartesi…
Bir soru:
-Bugün çalışma yarım gün mü, tüm gün mü? Birkaç kişi birden:
-Tüm gün! Bundan böyle haftanın tüm günleri tümgün çalışama olacak. Arada dinlenme için okul yönetimi duyuru yapacak. Bu söylentiyi kim çıkardıysa onun……. . “Ben de, ben de. ” diyerek dışarı çıkanlar oldu. Kahvaltıda da aynı konuşmalar sürdü. İşbaşı yapınca topluca inşaat yerine gittik. Namık Öğretmen gelince yeni baştan ölçüler alınarak kalıp hazırlamaya başladık. Binanın eğik toprağa dik kondurulması yarıya yakını zemin altı kazımı gerektiriyor. Böylece önemli bir kalıp sorunu ortaya çıkıyor. Plânlar bir daha gözden geçirildi. Sili Usta bir şeyler anlattı. Konuşmalar çok uzadı. Ancak paydosa yakın anlaşmaya varıldı. Öğleden sonra başlamak üzere okula döndük. Bayrak töreninden önce Okul Müdürü konuşma yaptı. Sınıfları geçtiğimizi, bizim 4. ötekilerin de sırasıyla 3. 2. sınıf olduklarını muştuladı. Sabah arkadaşların konuştuğu çalışma işini aynen söyledi:
-Cumartesi, pazar günleri sürekli çalışılacak, arada dinlenmeyi okul yönetimi bildirecek. Bunu söyleyince konuşanlar oldu, Çoban Mehmet sinirlendi:
-Bu okulların tatili olmaz, bu okullar iş esası üstüne çalışırlar! diye bağırdı. Bir öğrenci:
-Ama biz Kepirtepe’de tatil yapıyorduk! dedi. Bunu dinleyen Müdür, birden bağırdı:
-Orası Kepirtepe idi burası Hasanoğlan! (Eliyle göstererek) Oraya tabela asıldı, tabelada Hasanoğlan Köy Enstitüsü yazıyor. Siz artık Kepirtepe’nin değil Hasanoğlan’ın malısınız! ”diye bağırdı. Hiç beklenmedik sesler çıktı:
-Biz mal değil öğrenciyiz. Çoban Mehmet sanırım yanlış bir söz söylediğini çabuk anladı, daha sakin bir sesle:
– Evet öğrencisiniz, bu nedenle söylediklerimi dinlemek zorundasınız! deyip, sustu, gözlerini, hepimizi izlercesine üstümüzde gezdirdi. Bize, çok uzunmuş gibi gelen bir kısa sessizlik oldu. Çoban Mehmet geri geri çekildi; az ilerisindeki Behire Öğretmene başıyla işaret etti: Behire Öğretmen ellerini kaldırarak “Dikkat! ” işaret verip İstiklal Marş’nı söyletti. Biz, törenden sonra Müdür konuşmasını sürdürecek diye beklerken Çoban Mehmet. kimseye bakmadan yürüdü gitti. Sanırım, en yanındakilere de haber vermeden ayrıldı. Durumu kavrayamayan Behire Öğretmen bayrak indikten çok sonra “Rahat! ”dedi, sustu. Kısa bir duralamadan sonra Hidayet Öğretmen konuştu:
– Öteki günler gibi yemekten sonra gene dinlenmeniz var, işbaşı zili çalınca işlerinizin başında olacaksınız! dedi.
Biz, 4. sınıf oluşumuza sevinirken 3. sınıflar hepsi değilse bile içlerinden bir bölümü bizim dünden beri tasarladığımız başkaldırıyı, bir başka neden için yapmışmış. Olay öğretmenler arasında hemen yayılmış, işbaşı yapınca Ali Yılmaz Öğretmen bize sordu. Yanıt beklemeden bir süre kendisi konuştu. İlk sözü:
– Öğrencilere yakışmayan davranışlar! oldu. Bu okulun koşullarını benimseyip gelen kimseler, o koşullara uymak zorundadır. Çocuk olmaları onları sorumluluktan kurtarmaz. Babasını ya da sorumlu büyüğünü çağırıp onları gönderebilirler. O zaman da onları kışkırtan arkadaşları ortalıktan kaybolur. Arkasından da ikircil sözler bir birini izledi. konuştukça, neredeyse haklısınız! diyecekti. Bir yandan da, biz sustukça o, olayı depreştirdi. En sonunda da baklayı ağzından tümüyle çıkardı. Müdür için:
– Sabırsız adam, daha olgun davranabilirdi! diyerek gerçek düşüncesini açıklamış oldu. Konu, ara ara daha sonra da konuşuldu. Kimi arkadaşlar konuşan çocuklara verilecek cezadan söz ettiler. Ali Yılmaz öğretmen:
– Ceza vermek isteseydi, Müdür, Bey Sen, sen, sen, diyerek birilerini ortaya çıkarırdı. Bunu yapmadığına göre ceza düşünmemiş olabilir. Belki de kendi konuşmasını kendisi de beğenmedi, kendi kendini eleştirdi, kendi kendine böyle bir tepkiyi hak ettiğini düşünüp konuyu kapatmak istedi! dedi. Bir ara Namık Öğretmen geldi, konu gene onun yanında da açıldı. Namık Öğretmen:
– Vallahi ben buradaki içtenliksiz ilişkilerden sıkılmaya başladım. Öğrenci neredeyse “İstemezük! ”diye bağıracak. Bunun bir nedeni olmalı, bu neden ivedilikle ortadan kaldırılmalıdır! dedi. Bizim sınıfın olaylara katılmamasına sevindiğini sözlerine ekledi. Ali Yılmaz Öğretmeni alıp duvarları yarı çıkmış bir atölye binasına giderek uzun uzun bir şeyler konuştular, elleriyle bir şeyler tarif ettiler. Ali Yılmaz Öğretmen yalnız olarak döndü. Öğretmen dönünce, gülerek:
– Tamam bize bir çatı denemesi çıktı, yapıcılar yarından başlayarak yarım atölyeleri tamamlayacaklar, biz de çatılarımızı yerlerine oturtacağız. Böylece bize bir uygulama olanağı verilmiş olacak. . Ayrıca bu dağınık çalışma durumundan da kurtulacağız. ! dedi. İlk biten atölye bizim olacak! Konuşmalar arasında Kepirtepe geçince artezyen sevinci tazelendi. Artezyen kolaylığı sayıp döküldü. Artezyen suyu doğrudan okula yönlendirilebilir mi? Planlar tasarlandı, varsayımlar öne sürüldü. Oybirliğiyle benimsenen varsayım: Artezyen borusu bir başka boruya bağlanıp su, Elektik santralı yanına tepeye çıkarılabilir. Orada açılacak bir büyük havuzdan ayrı ayrı borularla su istenilen yerlere dağılabilir. Yeni Bedir köylülerinin buna karşı olacaklarını söyledim. Çünkü artezyen açılan yerin Yeni Bedir köyü toprakları içinde bulunduğunu, bu nedenle ortaklık hakları olabileceğini savundum. Arkadaşlar bana sinirlendiler. Tümden değilse bile küçük bir pay düşüncesiyle artezyen yerine musluklu bir çeşme açmaya razı oldular. Gelince olayı öğretmene de açtım. Öğretmen beni haklı buldu, gülerek:
– Sen gerçekte hukuk okumalısın, çok mantıklı düşünüyorsun! dedikten sonra da mantık, mantıklı düşünmek üzerine sorular sordu. . Yusuf Asıl gülmeye başladı, benim için:
– Mantıklı konuşuyor ama, mantığın ne olduğunu bilmiyor! deyince öğretmen Yusuf’a:
– Şakacılık iyidir ama, yerli yersiz yapılırsa cıvıklık olacağını söyleyip dinlemesini önerdi. Mantık, mantıklı düşünme üzerine örnekler verdi. Bu arada ben de geçen ay Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in dersimize girdiğinde yapılan konuşmaları anlattım. Yusuf o grupta olmadığı için olaya tanık olmamıştı. Bakan Sami Akıncı’nın sırasından aldığı kendi yazdığı Mantık kitabını göstererek mantık hakkında bize anlattıklarından söz ettim. Öğretmen Yusuf’a “Bak ağabey neler biliyormuş, bunlara dikkat et şakalarını buna göre ayarla, sonra zor durumlara düşersin! ”dedi. Yusuf Asıl, öğretmene beni ağabeyi olarak tanıdığını, o nedenle benim hoş göreceğime güvenerek bana takıldığını anlattı. Bu kez öğretmen Yusuf’a:
– Açık göz, gene paçayı kurtardın, ama buna sevindim, benim de demek istediğim budur, bilmediğin konularda, tanımadığın insanlarla tartışmaya girme, sonunda mahcup olursun! Yusuf Asıl öğretmene:
– Sağ olun, öğütlerinize her zaman uyuyoruz öğretmenim! dedi. Harun Özçelik bu tür konuşmalara katılmayan arkadaşlarımızdan biri; bazen bu sıkıntısını ortaya bir soru getirerek aşmaya çalışır. Gene öyle yaptı:
– Atölyede çalışacağımıza göre gölgelik burada mı kalacak yoksa onu da sökecek miyiz? diye sordu. Öğretmen, böyle bir soru bekliyormuş gibi:
– Sahi anımsattığın iyi oldu, gölgeliğimizi burada bırakmayalım, o bize yaz boyu gerekli olacak; yarın ilk işimiz onu, atölyemize en yakın bir yere dikelim! dedi. Yusuf Asıl’la Hasan Üner’den takımımızın en gençleri olarak hemen gidip keşif yapmalarını istedi. Arkadaşlar güldüler. Yusuf dönerek neden güldüklerini sorunca, Salih Baydemir:
– Sen gidince biraz başımız dinlenecek, ona sevindik! dedi. Salih'in şakasına Yusuf da güldü, dönüp gitti. Geri geldiklerinde iki yer saptadıklarını, oralara taş koyduklarını söylediler. Öğretmen, onları askerlikteki öncü birliklere benzetti. Bana:
– Öncü birlik nedir bilir misin ? diye sordu. Öncü sözünün anlamına dayanarak açıklamaya çalıştım. Öğretmen, doğru yanlış demeden sözü yarınki çalışmalara döndürdü:
– Şimdilik gölgelik gidecek, araç-gereç çadırı bir süre gene burada kalacak. Atölyenin üstü kapatılınca tümüyle oraya taşınacağız. Makineli tezgahlar da zaten oraya kurulacak! dedi. Yanımızdan geçen çocukları görünce saatine baktı:
– Paydos zamanı gelmiş! diyerek saati gösterdi. Adana-Haruniye ekibi topluca geçerken öğretmenleri Vahdet Kayık, Ali Yılmaz Öğretmenle el sıkıştı, onu elinden çekerek köye doğru yürüttü. Öğretmen az ileri gidince dönüp bize el salladı sonra da gelin işareti verdi. Yola çıkınca Ali Yılmaz Öğretmenden çok Vahdet Kayık Öğretmeni konuştuk. Öğrencileriyle tam anlamıyla arkadaş olmuş. Bir öğretmenleri daha var ama o ortalarda yok; Ankara’da işleri varmış, onları izliyormuş. Arkadaşlar bana sordular:
– Sen nereden biliyorsun? Ben, Mevlut Alkan'la, Salim Öztorun’la konuştuğumu, onlarla mektup arkadaşı olduğumu, dahası, okullarındaki bir arkadaşa, Mahmut Bozdoğan’a selâm gönderdiğimi anlattım. Arkadaşlar, önce şaştılar sonra da kendileri birer arkadaş edinmeyi konuşmaya başladılar. Ben, yeni gelen İzmit-Arifiye ekibinden Selahattin Odabaşı ile Ali Yavuz’dan söz edince Salih Baydemir dayanamadı, bana:
– Abi sen nasıl yapıyorsun da yabancılarla tanışıyorsun? diye sordu. Selahattin Odabaşı ile tanışmamı anlattım:
– Akordiyon çaldığını görünce yanına sokuldum, benim de çalıştığımı söyledim. Bu kez o benimle ilgilendi, buluştuk, akordiyon çaldık. Onun yanında bir de arkadaşı vardı. Konuştuk, daha sonraları da konuşmaya karar verdik. Ayrılınca da okullarımızı bir birimize tanıtacağımıza söz verdik. Bu, olursa olur, olmazsa olmaz. . Ben daha 1939 yılında, Eskişehir-Çifteler, İzmir-Kızılçullu Köy Öğretmen Okullarındaki 66 numaralı arkadaşlara yazdım. İzmir-Kızılçullulu arkadaşla mektuplaşmamız şimdi de sürüyor. Öteki arkadaş kesti. Onun okulunda numara değişmesi olmuş. 66 numara küçük sınıflardan birine verilmiş. Arkadaş bunu yazınca, ben bu açıklamadan alındım, arkadaşın mektuplaşmak istemediği kanısına vardım, mektubu kestim. O da bunun üstüne düşmedi. Bunlarla da böyle durumlar olacaktır. Şimdiki durumda gelen beş okuldan on arkadaşın adını aldım, bunların onundan da mektup geleceğini sanmıyorum. Ben yazacağım, karşılık verenler olunca onunla mektuplaşmayı sürdüreceğim. Kesenler olunca ben de keseceğim! Benim mektup arkadaşlarım üstüne konuşarak okula döndük. Derslikteki arkadaşların fiskosları törendeki durum üzerineydi. Çoban Mehmet gene bir düze öğrenciyi odasına çağırmış. Çağrılan öğrenciler, kesinlikle kendilerine soru sorulduğunu söylemiyormuş. Ancak müdür odasına girip çıkma konusunda da inandırıcı bir neden öne süremiyorlarmış. Halil Basutçu bu konuda deneyimli, bir ay önceki olayda en çok o ön plana çıkmıştı. Bu nedenle Çoban Mehmet’in kinci bir yanı olduğunu, bizim öğretmenlere de güvenemediği için kendisi sinsi sinsi soruşturma yaptığını anlattı. Sil yeni baştan varsayımlar başladı. Büyük korkuya kapılanlardan biri Hüseyin Serin oldu. Temel Atma Törenine kasketli olarak bayrak açmıştı. Bunu söyleyince hepimiz :
– Olamaz, bu bir suç sayılamaz. Çünkü o kasketleri bize şimdiye dek kimse giymeyin, demedi. Geçen gün gelen Ferit Oğuz Bayır’ın da ne amaçla söylediği tam anlaşılamamıştır. Yasak olacaksa, toplar tören alanında atın onları başınızdan! der, iş biterdi. Bu olmadığına göre korkulacak bir durum yok, demektir. Hüseyin Serin sevindi. İsmet konuşmalardan sıkılmış, elini masaya vurdu; arkadaşlar sizden daha fazla saklayamayacağım:
– Beni bugün birisi çağırdı, çok gizli olarak sordu, dedikten sonra biraz yutkundu, “Kusura bakmayın, ben de sorulan sorunun doğruluğunu bildiğim için yalan söyleyemedim! İsmet gevelemeyi sürdürünce Mustafa Saatçı:
– Hadi oğlum, uzatma ne söyledinse söyle de biz de bilelim! ”İsmet:
– Mustafa Saatçi SS için ne söylüyor, anlat! dedi. Mustafa Saatçi önemli bir olay beklediği için birden ayırdına varamadı, bu kez:
– Bırak şimdi SS sırası değil, ne dedi? diye tekrarlayınca arkadaşlar katıla katıla güldüler. Mustafa Saatçi bir süre sonra kendini toparladı, İsmet’e söyleyebileceği bir çok sözü söyledi. Daha sonra da kendisi yapılan şakaya kendisi de güldü.
Derslikteki durum birden değişti. Bu kez Mustafa Saatçi, İsmet’e:
– Sende cesaret varsa dayına bir şeyler söyle, dayın Alibey köylü kızla neler konuşuyor? Onları öğren! dedi. Alibey köylü kız dediği(Kızın Alibey köylü olduğunu ben şimdi öğrendim)kız, Necmiye, ona mandolin çalmayı öğretmemi isteyen kız. Ben söze karışmadım. Ancak ilgimi çekti, ötekiler için de şaka sözler söyleniyordu ama bu denli kesin, nereli olduğu filan olarak ortaya dökülmüyordu. Bunun bir nedeni olmalıydı. Özellikle Mustafa Saatçi bunu neden söyledi. ? Gerçekten şimdiye dek Yusuf Asıl’ın hemşerisi sırıklı dışında hiçbir kızın nereli olduğu bizim sınıfta konuşulmamıştı. Konuşmalar değişti, daldan dala atlayarak türlü konulara geçildi. Birden aklıma geldi, Mustafa Saatçi’ye, :
– SS hangi köyden, söyler misin? ”dedim. Öyle sordum ki, arkasından zorlu bir kavga geleceği besbelliydi. Gayet sakin bir tavırla:
– Bilmiyorum! dedi güldü. Ben de:
– Gülme, ciddi ciddi soruyorum. Nasıl bilmezsin?
– Bilmek zorunda mıyım? deyince:
– Bir yıldan beri sevdiğini söylediğin kızın köyünü bilmiyorsun da benim bir kez konuştuğum, aslında benim onunla değil yanıma kendisi gelerek konuşan kızın köyünü nasıl biliyorsun? Mustafa Saatçi, :
– Ne var bunda kızacak? Her zamanki şakalarımızdan biri, dokunan bir tarafı varsa sözümü geri alırım! dedi. Bu benim sorumun yanıtı değil, benim kızla olan ilişkim de değil. Sen o kızın köyünü neden öğrendin de SS’nin köyünü öğrenmedin? Mustafa Saatçi hiç beklemediği bir soru karşısında kalınca şaşırdı, konuşmak istedi ama ağzından nedense bir söz çıkmadı, konuşacakmış gibi hazırlık yaparken Sami Akıncı ara buluculuk yaptı:
– Önemsiz bir söz için tartışıyorsunuz. Ben de içimizden ancak birkaçımızın köy adını biliyorum; sorulsa ötekilerin köylerini bilemem. . Bu sorun yapılır mı? deyince ben:
– Yapılır, senin söylediğinle benim sorduğum çok başka şeyler! Sami:
– Öyleyse siz kavganızı sürdürün, ben sözümü geri aldım! deyip sustu. Bu arada Mustafa Saatçi’nin gömleğinden çekerek sıraya oturttu. Ben bir daha:
– Susmak marifet değil, sorulan soruya doğru yanıt vermektir. . Sonunda susulacaksa böyle bir konuyu oraya atmak iyi niyetle açıklanamaz. İstediği kadar susulsun ben bunun arkasını bırakmayacağım, bu da iyi bilinsin! Bir sessizlik oldu. İsmet:
– Yaşa dayı, yalnız değilsin ben yanındayım! İsmet sözünü bitirince, az önce kasket sorunundan ötürü ezilip büzülen Hüseyin Serin: Cart kaba kağıt! dedi. İsmet sinirlendi:
– Tüh, ince, nazik kağıt, sana ne oldu da ortaya çıktın şimdi? Sana mı kaldı Alibey kavgasını yatıştırmak? Aklının eremeyeceği durumlara burnunu sokma! Hüseyin sustu. Fısıltılar oldu, gülenler oldu. Bir süre susuldu. Suskunluk sürerken yat zili çaldı. Alıştığım gibi çadıra dönüp yattım. Alibey köylü kızdan çok bu olay üzerinde neden durulmasını düşündüm. Hiç bir nedene de bağlayamadım.Kızı göz önüme getirdim, üzerinde duracak bir olay anımsamadım. Dört beş arkadaşı yanında “Bana mandolin öğretir misin? ” demesinden başka bir de benim geçen gün bir merhaba dememin ötesinde bir ilişki yok. Sonuncuda da Recep Kocaman’la birlikte konuşmuştuk. Kendi kendime sorular sorarak yanıtlar bulmaya çalışarak uyudum.
13 Temmuz 1941 Pazar.
Uyanınca gördüğüm rüyamı anımsadım. Kırklareli’ye gidiyormuşum. Yolumuzun üstünde sevdiğim bir köy vardır: Asilbeyli. Köy, bir tepe üstündedir, ama hemen altından Şeytan deresi geçer. Trakya’nın ırmak derelerindendir. Sebze bahçeleri boldur. Köyün tam ortasında okulu vardır. Okuluna gitmişim. Birini arıyorum, ancak aradığımı kimseye soramıyorum. Çıkıp çıkıp köye karşı tepeden bakıyorum. Köy bomboş. Benim içinden defalarca gelip geçtiğim köy bu muydu? diye kendi kendime sorarken uyandım. Rüyamda konuştuğumu sandım, acaba gerçekten konuştum mu diye kuşkuyla çevreme baktım, uyanık kimse yok. ”Konuşsam bile duyan olmadı! ”deyip gene uyum. Rüya öylece aklımda kalmış. Asilbeyli köyünü gözümün önüne getirdim. Rüyamdaki köyle tıpkı değil. Benzerlik var gibi ama rüyamdaki Asilbeyli daha yükseklerde görünüyordu. Hüseyin Serin nöbetçiymiş. Onu görünce akşamki tartışma aklıma geldi. Yoksa akşam onu düşünmüştüm, onun köyünü mü rüyamda gördüm. Fikret Madaralı Öğretmen rüyalar için:
-İnsan neyi düşünürse çoğunlukla onun rüyasını görür demişti. İyi anımsıyorum, Ömer Seyfettin’in Forsa öyküsünü okumuştuk. Orada, tutuklu bulunan kişi, (Sonradan Turgut Reis’in babası olduğunu öğrendik) 40 yıl aynı rüyayı gördüğünü söyler. “Çünkü hep onu düşünmüştür! ”demişti, Fikret Madaralı Öğretmen. Ben, Hüseyin Serin’in köyünü düşündüğümü anımsamıyorum. Köyünü biliyorum: İbriktepe, Yüksek bir yerde mi acaba?
Orhan’ın elinde bir kitap var, Kadir Pekgöz’le konuşuyor. Kadir’e takılmak istedim. Ona takılmak için Orhan’a Almanca bir söz söylemek yetiyor. “Herr Orhan, was lesen sie? ”dedim. Orhan, elindeki kitabı gösterdi: Açlık. Knut Hamsun –Türkçeye çeviren Peyami Safa. ”Danke schön! ” dedikten sonra da “Mach, dass du fertig wirts, bitte! ”dedim. Özellikle de önemsiz bir şey demişim gibi, yürüyüp geçtim. Orhan, hiç çaktırmadan:
-Heute Abend! dedi. Bu akşam verecekmiş. Kadir sinirlendi, ”Yahu siz iş mi yapıyorsunuz yoksa o Sili gavuruyla Almanca dersi mi yapıyorsunuz? diyerek Orhan’a çıkıştı. Kapı önünde bekledim. Orhan , Meister Sili’yi karıştırma, biz onunla çoktan ayrıldık, Şimdi çok ender görüyoruz! diyerek yatıştırdı. Hiç haberim yokmuş gibi aralarındaki tartışma konusunu sordum, benden sakladılar. Orhan :
-Biz arkadaşımla zaman zaman tartışırız. Bu tartışmalar bizim fikir geliştirmemize yardımcı oluyor! dedi. Kahvaltıda Kadir’den ayrı oturduğumuz için bir hayli güldük. Ancak Orhan:
-Bu oyundan vazgeçelim, arkadaş apaçık sinirleniyor. O seni değil beni kıskanıyor, bunu iyi anladım! dedi. Bu kez de Orhan sordu:
-Sen o sözleri doğru diye mi söyledin?
-Doğru, çünkü ben onları Büyük Almanca Lügati'nden aldım, kendim, cümleler sıraladım, oradan bakıp söylüyorum.
Bugünkü konumuz da bu oldu. Ali Yılmaz Öğretmen biraz geç geldi. O gelmeden biz Gölgeliği indirdik. Söğüt dalları kurumuş, kuruyunca da seyrelmiş. Söğütlüğe bir sefer daha yapmayı tasarladık. Öğretmene bir atlı arabayla gitmeyi önereceğiz. Biz konuşurken öğretmen geldi. Konuştuğumuzu duymuş gibi, bu dalları çoğaltalım mı, ne dersiniz? diye sordu. Arkadaşlar, ” “İyi olur! ”dedikten başka at arabasını da söylediler. At arabalarının sorumluluğu Mustafa Güneri Öğretmendeymiş. Onların puantajını o tutuyormuş. Bu arada puantajı da öğrendik. Çalışma günlerinin hesabıymış. Hep birlikte gölgeliğin yerini saptamak için gittik. Hasan Üner’le Yusuf iki yer saptamıştı. Öğretmen daha değişik bir yer gösterdi, direk yerlerini kazmaya başladık. Biz kazarken elinde bir tahta parçası ile Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Elindeki tahtayı gösterdi. Büyükçe bir yazıyla KEPİRTEPE yazılmıştı. Hidayet Gülen Öğretmenle böyle bir örnek düşündük. Gelen tüm enstitülerin çalışma yerlerine bunlardan birer tane dikilmesini istiyoruz! ”dedi. Mustafa Güneri Öğretmen hemen Harun Özçelik’in adını verdi, Harun bize yardımcı olur mu? Ali Yılmaz Öğretmene de:
– Öğretmenimiz bize yardım eder mi, ? dedi. Öğretmen levhayı aldı, yazıya baktı. ”Harfler yazılıp verilirse daha çok benzerlik sağlanır, ne dersiniz? ”diye sordu. Mustafa Güneri Öğretmen yazıların önce kağıda yazılmasını uygun buldu, bunları sağlayacağına söz verdi. Öğretmen Harun Özçelik’le Recep Kocaman’ küçük okul levhaları için görevlendirdi. Bu arada söğüt dalı için araba izini de alındı, öğleden sonra söğüt dalı için gidilecek. Direk yerlerini biraz zorca kazdık. Taşlı, sıkışık kumlu bir yeri seçmişiz. Yemekten hemen sonra arabacıyı bulup yola koyulduk. Araba zorunlu olarak dolaştı, ben yolu biliyorum kestirme gittik, dalları hazırladık. Kesmek, yükleyip bağlamak kolay oldu. Biz gene kestirme yoldan geldik, araba oldukça gecikti. . Arkadaşlar direkleri ancak diktiler. Direk diplerine de beton dökülemedi. İnşaat alanında bugün hiçbir yerde beton yapılmıyormuş. Bazı çalışanlar Pazar tatili yapıyormuş. Salih Baydemir sordu:
- Neymiş Pazar tatili? Öğretmen duyuyor ama duymazdan geliyor. Salih’e bile bile yanıt verdim:
- Hani gavurların azdığı bir hafta günü var ya ona tatil günü deniyor! Öğretmen güldü:
- Siz bugün bir hoşsunuz! dedi. Öğretmenin sözünün üstüne Namık Öğretmen geldi, gelir gelmez de dikilen direk diplerine küçük taşların sıkıştırılarak çakılmasını önerdi. Böyle olunca ne zaman olsa biraz cıvık beton dökülünce daha dayanıklı olurmuş. Zaten yarından sonra yakın yerde beton dökülecekmiş.
Namık Öğretmene sorduk:
– Her gelen okulun adı için arkadaşlar küçük tabelalar hazırlıyor. Bunlar onların yaptığı okullara asılacakmış. Samsun-Ladik, Kayseri-Pazarören, Kars- Cılavuz, ekipleri geldi temel kazdı, yarım yarım duvarlar bıraktılar, bunların neresine tabela çakılacak? Öğretmen:
– Onların başladığı binayı daha sonra gelen gruplar tamamlayacak, bitiminde hepsini belirten başka bir tabela asılacak. Bu tabela işiyle ilgili değilim. Sorduğunuz için kendi fikrimi söylüyorum. Ancak benim dediğimi de yapmazlar. Çünkü o zaman tüm binaları Kepirtepelilerin yaptığı ortaya çıkacaktır. Bana sorsalardı, bu yardım, ekip mekip işini daha sonralara bırakırdım. Bize malzememiz verilseydi, biz buraya beş binayı tamamlayıp ekim ayında teslim ederdik. Ali Yılmaz Öğretmene dönerek:
– Ekiplerin haklı olarak işlere sıcak sarılamadığını, sorumluluk almadıkları için ekip öğretmenlerinin de öğrencilerden farklı olmadığını, inisiyatif kullanamadıklarını, her dakika soru sormak durumunda kaldıklarını tekrarladı. Özellikle de ikinci öğretmenlerin kültür dersi öğretmeni oluşları, iş konusunda varlıklarını öğrenciler üstünde gösteremediklerini tersine frenleyici duruma düştüklerini söyledi. Namık Öğretmen ayrılırken:
– Geç kalmayın, törende Müdür Bey konuşmaya yapabilir, bakın yapacak demiyorum, yapabilir; cumartesi günü yarım kalmış bir konuşma olduğu için böyle söyledim! deyip ayrıldı. nArkaayrıldıaaaaaayaa ayrıldı. Arkasından AliYılmaz Öğretmen saatine bakarak “Paydos! ”dedi. Toparlanıp yola çıktık. Bir grup Kepirli öğrenci yol kazmaya başlamış. Köyden tren yoluna dek geniş bir yol olacakmış. Onlar da paydos etti, nöbetlerden tanıdığım şimdi 2. sınıfa geçmiş olan Nuri Altınseven’le komşumuz Kırıkköy’den Rüştü Güvençle birlikte yürüdük. Onlara, onların yaşındayken köyde, büyük insanlar gibi 50 metre yol hendeği kazdığımı anlattım. Köyümüze vali gelmişti. Faik Üstün, . İl-İlçe arasındaki köyümüzden şose geçmesini isteyen köylülere:
– Belli bir yeri kendiniz kazın, yaptıralım! demişti. Yol kazımı başlayınca da denetim için gelmişti. Valinin, benim yaşımda oğlu vardı, o da gelmişti. Valinin şoförü amcam olduğu için tanıyordum. Oğluyla konuşurken Vali köy muhtarına, beni göstererek:
– Bu kaç metre kazdı? diye sormuştu. Muhtar:
– Onun üç ağabeyi, bir de babası için 400 metre yazılmıştı! deyince Vali, beni göstererek :
– Bu kocaman delikanlı, 50 metre de o kazsın! dedi. Şaka gibi yapılan bu konuşmalar sonunda bana da 50 metre yer gösterdiler, tam köyün bitişiğinde bir yerdi, günlerce orada hendek kazmıştım. Rüştü ellerini gösterdi, azıcık kızarmış. Onlara öğüt verdim, kazma ya da kürek ne olursa , sakın sıkı tutmayın, elleriniz sık sık yer değiştirsin. Bir yandan da çaktırmadan Rüştü’ye baktım: Gül’ün akrabasıymış, bir çok bakımdan benzerlik var. Okul bahçesine girdiğimizde herkesin toplandığını gördük. Okul Müdürü gelmedi, Hüsnü Baykoca, müdür adına özür diledi, konukları olduğu için Müdür Bey gelememiş, uygun bir zamanda bizimle konuşacakmış, onun adına yardımcısı bize bilgiler verecekmiş v. b. Hüsnü Baykoca kendisinin yardımcı olduğunu da öylece anımsattı. Ayrıca yeni kamyondan söz etti. Kepirtepeliler olarak temeli atılan binayı hızla yapacağımızı, Biz Kepirtepeye dönünce buraya gelecek kardeşlerimizin soğuk kış günlerinde sıcak bir yuva bulacaklarından, bunun da bizim yaptığımız bina olacağından göz etti. Bizim arkadaşlar gülüştüler: Adana ya da Kayseri’den gelenlerin yaptığı binalar ısınamazmış! Hele Kars ekibinin binası yalnız yazın kullanılacakmış, çünkü buzdan yapılmışmış(! )
Törenden sonra Halil Basutçu:
– Ben demedim mi size, Çoban Mehmet çok kurnaz bir adam, o ilk tepkiyi hiç unutmadı, unutmayacak; şimdi başka bir yöntem deneyecek, amacı hep bir suçlu bulup öc almak. “Çal’lının eşek bağladığı ağacı kesmek! ”Bir süre Hüsnü Baykoca Öğretmenin söyledikleri tekrarlandı, anlamları üzerinde duruldu. Tüm arkadaşların böyle konularda konuşmaya başlaması kimi zaman bana yapay gibi geliyor. Biri ne derse ötekiler hiç düşünmeden katılıyorlar. Bu nedenle ben hemen değişik düşünmeye başlıyorum. Örneğin Okul Müdürü bugün gelip bu sözleri kendisi söyleseydi ne olacaktı? Karşısındakiler düpedüz çocuk; az sonra ağlayacağı bir sorumsuzluğu pekala yapabilir. Bunu düşünen müdür, yerine yardımcısını neden yollamasın? Ya da Müdür, yaptığından pişman olmuştur, sık sık konuşarak, daha anlaşılır bir durum yaratmak ister. Bunda ne kötülük olabilir? Böyle düşünmeye başladım, konuşmaları duymazdan gelerek gördüğüm rüyaya döndüm. İbriktepe köyünü hiç düşündüm mü? Düşündümse o köyü nasıl tasarladım. Acaba o kuruntularım mı rüyama girdi? Akşam yemeğinde Cavit Kafkas yanıma geldi:
– Seninle konuşmak istiyoruz, bir konuda bize yardımcı olabilirsin! Cavit bugün nöbetçiymiş, geç vakitler bizim dersliğe gelecek. Merak ettim; benim bildiğim Cavit, az buçuk işlerde salt benden değil, kimseden yardım istemez, bu çok önemli olmalı! Orhan, daha önce konuştuğumuz kitabı verdi. İnce bir kitap. Elimle yoklarken Orhan gülerek:
– Öyle elle mıncıklayarak anlayamayacaksın, okuduktan sonra bile anlayıp anlamadığını kendi kendine soracaksın, bu öyle bir kitap. Adam, yaptıklarını değil yapmadıklarını yapmış gibi anlatıyor, okuyana da inandırıyor. Ben öyle anladım. Okuduklarımdan çok başka bir kitap! dedi. Kitabı aldım, okumaya başladım. En köşedeki sırada , biraz karanlık ama gene de rahat okuyorum. İsmet geldi:
– Dayı, sana bir diyeceğim var, belki bilirsin, ama bir de ben söyleyeyim! deyip yanıma oturdu. Doğrudan:
– Zavallı Artlik, (Hüseyin Serin için) düşünüp taşınmadan salt yaranmak için ortaya atılıyor. Sami Akıncı’nın ona bir şey söylediğini sanmıyorum. Hüseyin gibi birkaç serseri, körü körüne ilk günlerden beri Sami Akıncı’nın savunuculuğunu yapıyor. Bu da onlardan biri, Sami o kıza aşık, ya da öyle gösteriyor. Anımsayacaksın nöbet listelerini yaparken Sami Akıncı’ya ilk karşı koyma bu kız yüzünden olmuştu. Sami bu kızı hep kendi nöbetine koyuyordu. Sami kızla konuşmuyor, bir ilişkileri yok ama adı ortaya atılınca da duymazdan, görmezden gelemiyorlar. Kızın arkadaşları arasında da adı Alibey köylü olarak geçiyor. Şapşal pomağın(Hüseyin Serin) tepkisi salt Sami Akıncı’yı kollamak. Bunları bilmeni istedim! İsmet kalktı, Cavit geldi. Cavit sözü hemen açtı:
– Biz dört arkadaş karar verdik, Müdürü şikayet edeceğiz! Kimi, nereye? demeden o anlattı:
– Cumhurbaşkanına, Başbakana, Milli Eğitim Bakanına, İlköğretim Genel Müdürüne. Ben:
– Hepsine olmaz, bu işleri yürüten Milli Eğitim Bakanlığıdır, olursa oraya olur. Onlar bilip önlem almazsa o zaman bir yukarıya başvurulur! dedim. Müdürümüz bize derse gelirken bu yolları çok iyi anlattı. Cavit hiç karşı durmadı:
– Abi, zaten fikrini bunun için soruyoruz, haklısın ama: Sakın yapmayın! demiyorsun! deyince bu kez de, isterseniz biraz daha bekleyelim, yarından başlayarak Kepirtepe olarak bir bina yapacağız. Oradaki çalışmalarımızı görmezden gelirse istediğinizi yaparsınız. Düşünelim, adam bir de bizim yanımızda olup Kepirtepeli olarak bizi canla başla desteklerse o zaman yanlış yapılmış olur. Bir süre bunun için bekleyin. Cavit gitti. Kafam iyice karıştı: Ya Cavit yakayı ele verir de, ucundan ucundan da olsa, bana da suç gelirse? Durdum arkama yaslanıp gerindim “Yanlış düşünüyorum: Ben onlara yapın demedim, o geldi sordu. Üstelik bir çok makama yazacaklardı onları önledim.
Alibey köylü konusuna döndüm. Onu da kafamdan atmayı yeğledim. Bana ne elin kızından, oğlundan. Bir gün gelmiş konuşmuş, gitmiş, Biri seviyormuş, öteki kaçıyormuş, bunlardan bana ne? Kitabı açtım, adam açlıktan ölecek mi ne? Dikkatle adamın durumunu izlemeye başladım. Kitap bunu anlatıyor:
– İnsan anlatıldığı gibi aç kalabilir mi? Yazarın:
– Bunları ben şaka yazdım! diyeceğini düşünüyorum. Ya da büyük bir bolluğa kavuşacak, belki zengin bir kadın alıp onunla evlenecek, bir kazadan bir can kurtarıp bahşiş alacak, bir yakın akrabası ölecek, ona miras kalacak. Adam ölmeyecek. Çünkü kitabın başında ölürse, o zaman kitap neyi anlatacak? Ancak anlattıkları da inanılacak gibi değil Hele bir yaşlı adamla olan konuşması ilginç. O ne derse yaşlı adam onun dediğine uyup onun yalanına katılıyor. O da mı ona benzer biri acaba? Kadınlar da öyle. Kentin sokakları boşalmış sanki bir iki deli kalmış sokaklarda! Yazar bununla bir şey anlatmak istiyor. İşte onu anlamaya çalışmam gerekiyor. Yoksa delinin anlattıklarını bir kitap yapıp ortaya getirmezler. Sabırla okuyup sonuna gideceğim. Yatarken de bunu düşündüm. Gene de yazılanları aklımdan atamıyorum. Olayı anlatan ya da olay olan bir yazar. Zaman zaman yazı yazıyor, yazıları alınıp basılıyor. Ama her yazısı basılmıyor. Yazar, yazılarının tümden alınıp basılmasını mı istiyor? Yazdığı tüm yazılar güzel olabilir mi? Anlamadığım bir durum da yazıdan söz ediyor ama nerede , neyi yazdığından da söz etmiyor. Yazıyor, yırtıyor, cebine koyup geziyor. Bir dilekçe yazıyor, dilekçenin tarihi kendi doğumundan eski tarihleri taşıyor(1848)Böylesinin yazıları nasıl olur da basılır! Sami Akıncı arkadaşımızın çok tekrarladığı bir söz burada da var. “Çoban yatağında yatıp, padişah rüyası görmek! ”Yazar günlerce aç kaldıktan sonra takatsız kalıp düşer, düştüğü yerde de uyur. İşte bu uykusunda güzel bir kız gelir, onu saraylara götürür. Kız güzel olduğu gibi, giyimi de gösterişlidir. (İpekler içindedir. )Yerde yatana sarılır, kendisini öpmesini iste. İstemek ne söz; neredeyse kıza yalvarır. Yerde yatansa buna bile nazlanır. Yatarken yazarı düşündüm:
Ama ne yazar! “Yazım basıldı”, dediği sözlere de inanmamaya başladım. Don Kişot gibi biri olsa gerek. Don Kişot'taki kılıçlar, kalkanlar, atlar yerine bunda kalemler, kağıtlar…Bakalım sonda ne olacak? Varsaydığım gibi belki de o kırmızılar giyinmiş kız gerçek olarak karşısına dikelecek. Kesinlikle bu kez o da naz etmeyecek, böylece karnı da doyacak. Kırmızılar içinde birini düşündüm. Kendi kendime şaştım, hoşuma giden insanları renkler içinde hiç düşünmemiştim. Giysiler beni hiç mi ilgilendirmiyor? Oysa giysileri çok seviyorum. C’yi hep basma entariler içinde, uzun belikli saçlarıyla tanıdım. Başka türlü kesinlikle düşünemiyorum. A ‘yı ise siyah önlük dışına çıkmasın istiyorum. 4 ay önce uzaktan da olsa gördüğümde gene siyah önlüklü gibi gördüm. Belki de öyle değildi ama bende öyle bir iz bıraktı. Koyu renk bir giysi olabilir. Yüzünü güler görünce zaten başka bir şey göremedim, bebeğine bile dikkatli bakamadım. Bir ara Münevver Hemşire beyazlar içinde gözümün önüne geldi. Gül için renk falan düşünmüyorum. Onun adı, daha doğrusu benim ona yakıştırdığın Röslein, kırda açan bir narin çiçek. Ak da olabilir bembe de, kırmızı neden olmasın? Ne var ki ben öyle renler içinde değişken görmeyi düşünmüyorum. .
14 Temmuz 1941 Pazartesi
Orhan yüksek sesle:
– Guten Tag herr Meister, mein meister, gros meister. dedi. Ben de:
– Guten Tag, mein Arbeitfreude! Yazık ki bu sabahki çabalar boşa gitti, Kadir, arkadaşlarla önceden çıkmış.
– Bugün, yeni bir çalışma düzeni kurup bir süre onu sürdüreceğiz. Kepirtepe Köy Enstitüsü marangozluk ekibi. Grosmeister Sili, Kleinmeister İbrahim. Gülüşerek kahvaltıya gittik. Hasan Gülümser, gerçekten gülümseyen bakışlarıyla masamıza geldi:
– Abi, cumartesi akşamı yeni ekiplerle tanışacağız, sizin sınıfın katkılarını bekliyoruz, bunu sen sağlayacaksın! Başımı sallayarak:
– Tamam! dedim. Hasan gitti. Hilmi Altınsoy:
– Abi tamam, dedin ama bizim arkadaşları biliyorsun kem küm edecekler.
– Canları isterse, çıkar 4-5 parça çalarım, Yusuf Asıl’ı göstererek, arkadaşlar iki oyun oynar, sıramızı savarız! Oyun oynar sözü arkadaşların bir bölümünü şaşırttı. Ne oyunu:
– Nereden öğrendiler? deyince Yusuf Asıl:
– Ali Yılmaz Öğretmen bize çalışırken öğretti! dedi. Kimse inanmadı ama gene de kuşkulandılar. Yusuf açıkladı:
– Kayseri-Pazarörenlilerle 15 gün her öğle oynadık, onların üç bölümlü Sivas halayı ile Timurağa oyunlarını oynayabiliyoruz! Hilmi gibi, duyan öteki arkadaşlar da biraz şaşırdılar.
İş yerine giderken aynı konu sürdü. İlk olarak gölgeliği tamamladık. 3. Sınıflardan bir grup birinci atölyenin yarım kalan duvarlarını örmeye başladı. Namık Öğretmen takıldı:
– Gölgeliğinizin uçmamasını istiyorsanız bizi ortak edin, ustalar direklerinize harç döksün! Salih Baydemir:
– Olmaz! ”diye bağırdı. Arkadaşlar bu kez Salih''e:
– Ama gölgeliğiniz rüzgarda uçar! dediler. Yusuf Asıl duramadı söze karıştı:
– Uçarsa sizin üstünüze gelecektir. O nedenler de harç dökmeniz gerekir. ! Namık Öğretmen arkadaşlara:
– Hadi çocuklar, bu açıkgözlerden zırnık koparılmaz, iyisi mi rüzgarın üstümüze getirmemesi için şu direkleri sağlamlaştıralım! Ali Yılmaz Öğretmen:
– “Hop hop, hooooop! Son sözümüzü söylemedik, salt gölgeliğimizde değil gönlümüzde de yeriniz hazır. Hep Nurettin Biriz’le “Bir olacak! ” değiliz ya biz de birbirimizle hep biriz. Namık Öğretmen:
– Ağzına sağlık Demirbilekli, cömert yürekli öğretmen! dedi. 3. Sınıf öğrencileri alkışladılar. Biz altışar kişi olarak iki gruba ayrıldık. Bizim grup atölye çatılarını yeni konağımıza taşımaya başladık. Öteki grup yeni gelecek kerestelere yer hazırlamaya gittiler. Kamyon bugün taşımaya başlayacakmış. Öteki sınıflardan bir grup Lalahan’a gitmiş, orada kamyonu dolduracaklar, boş gelişini bekleyecekler. Buradaki boşaltıcılar, inşaatta çalışanlar olacakmış. Kereste yığını bizim gölgeliğin az ilerisinde. Yusuf gülerek, :
– Çok sıcaklarda öğretmen bir yere gönderince gölgeden geçip giderim! diyor. Yusuf'un sözüne güldüm:
– 4X4 metrelik bir gölge, onun altından geçmeyi düşlüyor. Sonra ne olacak? deyince Yusuf:
– Sonra gene geçerim! dedi. Besbelli ki, gölge değil onun sorunu şaka söz söylemek için bunları ortaya döküyor; gülüyor, güldürüyor. Harun‘la Recep de geldi. Kepirtepe, Pazarören, Cilavuz, Ladik adlarını yazmışlar. Hidayet Öğretmen ötekiler için daha zamanımız var! onları biz Mustafa Güneri Öğretmenle nöbetleşe yazarız! emiş. Harun'la Recep bizim gruba katıldı. Yalnız işlenmiş keresteleri taşıyoruz. Cilavuzluların inşaatını Gölköylüler sürdürüyor. Oldukça yükseltmişler. Pazarörenlilerin ortakları Haruniyeliler. Ladiklilerle de Arifiyeliler, aynı binayı paylaşıyor. Yusuf gene bir öneride bulundu. Bu kez ben de Yusuf’un yanında yer aldım. :
– Bu binalara yalnız onların adı yazılacaksa, onların çatılarını biz yapmayalım. Çatı, kapı, pencere, ardından sıvaları, badanaları. Duvarlardan kat kat fazla iş. 20 kişi, gelip 10-15 gün çalışıyor. Biz daha uzun süre çalışarak kalanları tamamlıyoruz. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek:
– Bunları dert etmeyin, binaları tamamlayınca bir adil bir şekilde onların levhalarını yaparız. Önemli olan o arkadaşların yardımlarını anımsamak; “Yarım elma, gönül alma! ”sözü örneği. Onlar geldi, gitti. Belki bir daha buraya hiç uğramayacaklar. Biz de öyle, Kepire gideceğimiz söyleniyor, gidersek bu günler birer anı olarak kalacak! Salih Baydemir. :
– Sahi, biz Kepirtepe’ye dönersek buraları anar mıyız öğretmenim? Öğretmen birden yüksek sesle Salih’e:
– Salih, sen bu denli vefasız olamazsın, yoksa bir gün ayrılınca topumuzu unutmayı mı aklına koydun? diye sordu. Salih yumuşayarak:
– Yok öğretmenin, sizi nasıl unuturuz? Sizi unutmak için deryalarda bir nokta olmamız gerekir. Bir bina, bir kapı, bir sandalye, insan elinden çıkmış bir araç gördükçe sizi anımsamamak olanaksız. Ne öğrendikse sizlerden öğrendik! Bu kez de öğretmen:
– Bak, bak, bak! Şimdi de romantik role kalkıştı, hangi romanı okudun bakayım? diye sorunca başta Yusuf olmak üzere tüm arkadaşlar:
– Salih roman okumaz! deyince öğretmen:
– Desenize Salih doğuştan romantik! Aferin Salih, ince ruhluluğun yaptığın işlerden belli oluyor. Senden kötülük çıkmaz; çünkü sen kötülükleri içinde barındırmazsın! Böyle dedikten sonra öğretmen bir süre hepimiz ayrı ayrı baktı, gene Salih’e dönerek:
– Sahi hiç kitap okumuyor musun? diye sordu. Salih :
– Arkadaşlar öyle dediğine göre demek okumuyormuşum. Bana sorarsanız ben, bana göre yeterince kitap okuyorum. Ölçülerimiz değişik. Onların içinde çok okuyanlar var. Ben de kimi zaman onlara soruyorum:
– Niçin bu kadar kitap okuyorsunuz? Okuduğunuz kitaplar size bir şeyler kazandırıyor mu? Doğrusu ben çok kitap okuyacak ölçüde zaman bulamıyorum. Sahiden, işten sonra gidiyorum, kendimle ilgili bir iş bulup onu tamamlamaya çabalarken yemek geliyor, arkasından serbest çalışma başlıyor. Bu saatte yapacak önemli bir işim olmazsa kitap okuyorum. Ancak okuduğum kitap üstüne kimseyle konuşma alışkanlığım yok. Beğenip beğenmeme gibi bir değerlendirme de yapmıyorum. Böylesi sessiz bir kitap okuma yolu seçtim. Bu neden arkadaşlar okumadığım, daha doğrusu onlar gibi, okuduğumu herkese duyurup onlarla bir paylaşma yapmadığım için kitap okumuyor durumuna düşüyorum! Öğretmen Salih’in gücendiğini anladığı için bu kez:
– Al benden o kadar, biz de evde hanımla hep bunu tartışırız. Aldığımız kitapları ikimiz de okuruz. Ben okur, kitabı yerine koyarım. Hanım okuyunca, kitapta geçen olaylar, bizim evinde gene gene ortaya dökülür. Sonunda da ben susarım. Bu kez de kitabın orasını benim okumadan geçtiğim ortaya gelir. Bu nedenle arkadaşlarının söylediklerine üzülme bu değişik şekillerde her yerde her zaman karşılaşılan bir durumdur! Arkadaşların gülmeleri üzerine öğretmen:
– Sizin neye güldüğünüzü ben biliyorum. Bu anlattığım eskidendi, şimdi değişti, aldığımız kitapları önce ben okuyorum. Her satırını o denli ortaya getiriyorum ki, bu kez hanım, ”Aman Ali, bırak bu anlatmayı da herkes kendi içinden okusun! ”demek zorunda kaldı. Şimdi durum çok iyidir! Arkadaşlar bu kez daha çok güldüler. Öğretmen:
-Gülerseniz, gülersiniz, bir gün size de güleceklerini aklınızdan hiç geçirmezsiniz! Elinde bir rule kağıtla Sili Usta geldi. Elindeki kağıdı açmak için bir ucunu bana bir ucunu Hasan’a tutturdu. .İki ucundan da kendi tutuyordu:
– Bu olmaz! dedi, bir ucunu da Yusuf Asıl’a tutturdu. Kağıtta fabrika bacası gibi bir çizgili resim vardı. Öğretmene anlattı, ivedi yapılması istenmiş. Bayrak direği 15 metre yükseklik. 4 metre taban. 1/2 cm. konik direk. Öğretmen duraksadı. Deneyimsizlikten, tepeye çıkmanın önemimden söz etti. Sili Usta:
– Her türlü yardım hazır; “Ellerimizi birleştirelim! ”diyerek öğretmenin elinden tutup, havaya kaldırdı. Onlar gülüşünce biz de güldük.
Sili Usta gidince Ali Yılmaz Öğretmen çizim rulesini alıp Namık Öğretmene gitti. Bir süre sonra Mustafa Güneri, Namık Ergin Öğretmenle Ali Yılmaz Öğretmen birlikte geldiler. Temel kazımları süren binanın doğu tarafında durup çevreye baktılar. Az ilerideki düzlük yere gidip durdular. Biz hem çalışıyor hem de göz uçlarımızla onları izliyoruz. Orada bir yeri taşlarla işaretlediler. “Direk oraya dikilecekse, tören yeri orası olacaktır! ”dedik. Az doğusundan da köyden tren yoluna uzanan yol geçiriliyor. Öğretmen biraz buruk olarak döndü, bize hiçbir söz söylemedi. Bir kaç kez resme baktı. Bize :
– Dört kişi gelsin! ”dedi. Salih, Orhan, Hasan, ben gittik. Birer kirişlik istedi. .
İkisini, bir uçları 2 metre ara ile yatırdık. Uçlarına da öteki kirişleri uzattık. İkişer kiriş daha istedi onları da yere yatırdık. . Tepe ½ metre olarak kirişleri sıraladık. Öğretmen gülerek:
– İşte bizden istenen bu. İvedi yapacağız. Biz yerde yapacağız, dikmesi Sili Ustadan. Salih Baydemir:
– Öğretmenim biz onu çakarak da çıkarırız, 15 metre fazla bir yükseklik değil. Kepirtepe’deki bina yüksekliği kadar. Onun tüm çatı işlerini biz yaptık. Saçaklarda iple sallananlardan biri burada! diyerek beni gösterdi. Öğretmen bana:
– Yapar mıyız? ” diye sordu. Ben de öğretmene:
– Neden yapmayalım? diyerek baktım. Ali Yılmaz Öğretmen:
– Haydi öyleyse biz bu işi de elden çıkaralım! dedi. Öğretmen bunu derken yandaki çalışanlar paydos ettiler. Biz de onlara uyduk, yemeğe döndük. Yemekten sonra oyun ekibimize üç arkadaş daha katıldı. Daha önce Gölköy’den dört öğrenciden biri Abdullah Daltaban’la konuşmuştuk. Oyunculardan biri oydu. Musa Güner’le Ali Ergin sözleşmişler. Abdullah, arkadaşı Cemal’le gelip Sepetçioğlu oyununu öğretecekmiş. Buna ayrıca sevindik. Yarın Sepetçioğlu oyununa başlayacağız. Onlar da Timurağa oyununa katılacaklar. Kastamonu-Gölköy’den de iki arkadaş kazandım sayılır. Abdullah Daltaban(Bunu daha önce hiç sevmemiştim ama belki düşüncem değişir)Cemal Türkmen çok konuşkan, iyi bir arkadaş.
Öğleden sonra on altı kirişlik ayırdık. Bunlar önce bir güzel temizlenecek. Çoktandır kullanmadığımız rende, planya takımları gündeme geldi. Öğretmen:
– İşte bunun için ben bu işten yan çizmeye kalkışmıştı! ”dedi. Sonra da:
– Ayrıca boyanacak, boyaması da ayrı bir sorun! diye ekledi. Bu kez de gülerek:
– En önemlisi de çivi, buna dünyanın çivisi gidecek, hem de kara çivi, demirci ustalarının yaptığı çivilerden. Biz, öğretmenin söylediği sayıdaki parçaları ayırdık. 16 kirişlik tamam oldu ama bağlantılara elimizdeki parçaların yetmeyeceği anlaşıldı. Öğretmen bir pusula yazıp şoföre gönderdi, Lalahan’dan o tür parça getirecek. Biz bir yandan da işe bir an önce başlamak istiyoruz. Öğretmene söyledik. Öğretmen:
– Bana sormayın yerde ilk dörtlüyü çakabilirsiniz ancak eğilimleri iyi hesaplamanız gerekir, Onu yapacak geometri bilginiz varsa yapın! Ben, 2 metre ½ metre yani 50 cm. olacak önemli bir eğilim var çizerek hesaplanması gerekecek bu nedenle akşam düzgün hesaplayıp yarın kendisine göstermemizi önerdim.Önerim yerinde görüldü. . Ancak öğretmen hangi yoldan hesaplayacağımı sordu. Açılarını hesaplayarak yapacağımı söyleyince :
– Aferin, en sağlıklısı açıları tutturmaktır. İlk iki çatıyı açılara göre, karşılıklı uyumu da kuşak uzunluklarına göre çatacaksın, iyi bir çatı ustası önce geometriyi iyi bilmelidir! deyince Yusuf Asıl, benim geometriyi iyi bildiğimi söyledi. Öğretmen:
– İyi bilmek ne demek? Baklava börek kesen tatlıcı çırakları da ortaya getirdikleri parçalarla övünürler, geometri okuduk derler, böylesi değil gerçek geometriyi kastediyorum! dedi. Bu kez öğretmen bana:
– Eşek davasını biliyor musun? diye sordu. Bildiğimi söyledim. İspatını yapıyor musun? diye sordu. Bu kez de ben:
– Yapmasam nesini bilmiş olacağım ki? deyince Ali Yılmaz Öğretmen:
– Öylesi çoktur, adam her gün karşılaştığı birini göre göre tanıdık sayar. Oysa gördüğü adamın kim olduğunu bilmez. Bir gün kendisine bu konuda bilgi için başvurulduğundan hiç tanımadığı ortaya çıkar.Tanıdığını söyleyen kişi ise hâlâ :
–Ben onu her gün kapım önünden geçerken görürdüm! diye konuşur. Oysa tanımak görmekten çok farklı bir durumdur. Eşek davasını da orta okula gitmiş tüm insanlar bildiğini söylerler. Oysa dik kenarların kareleri toplamının dik açı karşısındaki kenar karesine eşit olduğunu(Söyler ama) ispatlayamaz! Yusuf Asıl öğretmene sordu:
– Siz ispatlayabilir misiniz? Öğretmen:
– Bak açıkgöz, hemen anladın, ben senden soracaktım: çevik davrandın, bana sordun. Ben, yıllar var o tür bilmecelerle ilgimi kestim. Ama istersen eski defterleri karıştırıp bir şeyler ortaya çıkarırız! Yusuf, teşekkür etti:
– Matematik derslerimiz boş geçtiği için ilgilenmiyoruz. Şimdi öğretseniz bile gene unutacağız. Gerekli olursa, (beni göstererek) Abiden alırız, o unutmuyor bu tür problemleri! Öğretmen:
– Anlaştık sonunda “Ne şiş yandı ne kebap! dedi. . Öğretmen bizi inşaat yerine götürdü. Oldukça derin toprak kazılıyor. Bina kuzey -güney yönünde uzunlamasına plânlanmış. Kuzey tarafı bir boydan derine inmiş. Mehmet Yücel, Sefer Tunca gibi uzun boylu arkadaşlar bile derinde kalmışlar. Gerekirse alt katlar da kullanılabilecekmiş. Ali Yılmaz Öğretmen:
– Bizim işimizi çoğaltıyor. Çatı, kapı, pencere derken döşemeler de çiftleşiyor: dedi. Haftaya burada çalışacakmışız. Paydosta yapıcı arkadaşlarla birlikte okula döndük. Derslikte Sami Akıncı yalnız oturuyordu. Elinde defterler var. Birilerine iş yapıyor. Hemen dedikodu başladı:
– Sami gene Sami’liğine döndü; yöneticilerin birinin işlerini yaparak işlerden kaçma yolunu buldu! Benim de hoşuma gitmedi ama, söyleyecek bir sözüm de yok, yönetici bunu yapıyorsa Sami Akıncı nasıl “Olmaz! ”desin? Üstelik Sami açık açık iş derslerini sevmediğini söylüyor. Olanak bulunca neden defter tutmasın? İş derslerine oldum olası hep yan çizdi. Okula girdiğimizden bu yılın başına dek kooperatifte çalıştı, daha doğrusu çalışmadı, oturdu. Onu oraya kim oturtmuştu? Okul müdürü. Burada da sanırım Hüsnü Baykoca ona “Gel Sami bana yardım et! ”demiştir. Sami:
– Olmaz, ben yardım edemem mi yiyecekti? İsmet’i de konuşanlar arasında görünce bir bahane öne sürerek çağırıp, uyardım. İsmet, radyo nöbeti tutuyor. Onu bahane edip sözü uzattım:
– Yurttan Sesler programını izleyeceğiz. Ayrıca Tango programı var, onları dinlemek istiyorum, İsmet haber verecek. İsmet’le konuşmayı sürdürdük, yemeğe de birlikte gittik. Böylece tartışmaların dışında kaldık. İbriktepeli ile Arif Kalkan, İdris Destan’la da Baba Ali (Ali Önol) kavga etmiş. Ali ile Hüseyin Sami Akıncı’yı korumaya kalkışmış. Yemekten sonra da konuşmalara katılmadım, Bayrak direği çizimini yapıp açıları saptadım. Kitap okumayı sürdürdüm. Açlık-Knut Hamsun. Yalancı yazar, arada bir yazısının gazetelerde basıldığını söylüyor ama, karnının doyduğundan söz etmiyor. Hep aç hep aç. Parkta yazı yazmaya kalkıyor, böceklerin kağıtları yediğini söylüyor. Polisler kendisine yardıma kalkıyor, polislerle de anlaşamıyor. Gene bir kızla tanışıyor. Kız onu düpedüz deli sandığı için acıyor, yardım etmeye çalışıyor. Onu evinde alıkoyuyor. Ayrılıyorlar, kız bir daha ortaya çıkmıyor. Nereden buluyorsa bazen parası oluyor. Örneğin ev kirasını veremezken paralı bir otelde yer ayırtabiliyor. Otelde de tekin durmadığını söylüyor. Örneğin çocukların bir yaşlıya takılmalarına sert çıkış yaptığı için otelden de kovuluyor. Bu kez limana inip İngiltere’ye iş aramaya kalkışıyor. Nedense belli zamanlarda şansı yardımcı oluyor: Otel parasını da postadan çıkan yarım altınla ödeyip kurtuluyor. Yarım altını da otelcinin suratına attığını söylüyor. Don Kişot dedim ama bu aç yazar Don Kişot ‘u aşan bir çizgide. Don Kişot, şövalyelere öykünüp bir takım devinimlere kalkışıyordu. Buradaki yazar, açlığın insana neler yaptıracağını anlatmaya çalışıyor. Sanırım:
– Açlığın, bir tür hastalık yaptığını, aç insanın doğallığını kaybettiğini anlatmaya çalışıyor. Açık açık “Aç insandan akıllı davranışlar beklemeyin! ”demeye getiriyor. Kitabı kapayınca biraz düşündüm. Bu kitabı doğru değerlendiğimden kuşku duydum. Bu kitaptaki olayları öteki kitaplarda olduğu gibi anlayıp değerlendirmek doğru değil gibi geldi bana. Belki de bir kez daha okuyacağım. Yatınca bir kez daha bunu düşündüm…
15 Temmuz 1941 Salı. .
Namık Öğretmen dünden başlayarak kendi binamızda çalışacağımızı söylemişti. Ali Yılmaz Öğretme de öyle bir şey konuştu ama dün hiç oralı olmadı, üstelik bayrak direği gibi bir angarya işi de üslendi. Arif Kalkan 15 Hüseyin’le(Hüseyin Serin)konuşurken nedense bana takıldı:
-Bugün çadır nöbetçisiyim, akordiyonunu bekleyeceyim, biraz çalabilir miyim? diye sordu. Arif’in takılmasına zerrece alınmam ama yanındaki, sırıtınca birden değiştim: -Çalabilirsin ancak kendin çal, başkasına öğretmeye kalkma, özellikle de Alibey köylü’ye sakın öğretme, ona ben kendim öğreteceğim! Gülenler oldu. Mehmet Yücel:
- Al bakalım arkadaş, savun savunabilirsen kendini? dedi. Arif Kalkan:
- O zaten bana gelmez, üzülme! ”deyince Mehmet Yücel bu kez:
- Arif’le bana düşse düşse Nachtigall’le Sırıklı düşer, nöbet sırası yapanlar bunları düşünürler! dedi. Gülmesine sinirlendiğim Hüseyin ses çıkarmadan yanımdan geçti. Nedense Hüseyin Serin’le aramız giderek açılıyor.
Kahvaltı ederken Gül, Sakine, Alibey köylü geldi benden ricada bunlundular. İşin ilginç yanı benimle gene Alibey köylü konuştu:
-Cumartesi akşamı için şarkı hazırlıyoruz, bize yardımcı olur musun?
-Şarkılarınızı biliyorsam olurum! Gül söze karıştı:
-Biliyorsun! Anlaştık,akşam onların çalıştıkları yere gideceğim. Yerleri İlkokulun arka salonundaymış. Onlar gidince bizim masadakiler güldüler. Öteki masadakiler de şaşkın şaşkın bakıştılar. Mehmet Yücel:
-Dayı bunu hak etti! dedi. İsmet :
-Dayı sonunda birilerinden dayak yersin, dikkat et! diyerek sözde beni uyardı. Gerçekte birilerine söz atıyordu. Ben de yüksek sesle, İsmet’e:
-Merak etme, beni dövecekler henüz analarından doğmadılar, doğmuş olanlardan denemek isteyen olursa, onlar da doğduklarına pişman olurlar! dedim. Böylece birilerine iyice meydan okuduğumu aklımca ortaya koymuş oldum. İşin ucunda Sami Akıncı’nın olduğunu söylediler ama ben Sami’yi hiç düşünmedim. Sami ne olursa olsun kavga etmez. Benim niyetim, arkadaş korumacısı gibi kendini ortaya koyan iki üç kişi var, onları korkutmak. Sıradan kavga etmeye de hiç niyetli değilim. Apaçık haklı olmadan zaten kavga etmem. Çünkü kendimi tutamayarak yapmıyorum bunu, hesaplı kitaplı düşünüp suçüstü yakalayarak arkadaşların haklı gördüğü bir zamanda onlara:
-Haklısın! dedirterek plânımı uygulayacağım. Zaten seçtiğim üç kişi, Ali Önol, Fettah Biricik, Hüseyin Serin. Ali için bir tokat yetecek. Fettah’ı tekmeleyeceğim. Hüseyin çok güçlü, pehlivan. Onu sopa ile döveceğim. Bir sopa hazırlayıp bir iki vurursam, üçüncüye gerek kalmadan susup yatacağını biliyorum. Bir daha da ağzını bile açamayacaktır. Kafamda bunları kurarak toplanmış bulunan arkadaşların yanına gittim. Arkadaşlar direk konusunu konuşuyordu. Recep Kocaman:
-15 metrelik bir ağaç yok mu ki, böyle bir direk düşünmüşler? diye sordu. Salih Baydemir:
-Ağaç olması gerekmez, 15 metrelik demir daha iyi olur! dedi. Biz demirdi, ağaçtı derken, Ali Yılmaz Öğretmenin bizi kapısı önünde beklediğini gördük. Evinin önünde durmuş bize bakıyordu. Toparlanıp yanına yaklaştık. Öğretmen Salih’e, Hasan’a, Yusuf’a ayrı ayrı takıldı. Onların verdiği yanıtları değerlendirirken iş yerine ulaştık. Sili Usta “Müjde! ”dedi, çivi bulduk sayılır! Köy muhtarı, bilir çivi nerede var, alıp getirecek bize! Öğretmen benim çizimleri sordu, çizdiğim resmi gösterdim. Açıları, büyükten küçüğe n-1, n-2, n-3, n-4 olarak göstermiştim. Öğretmen önce:
-Onları bildiğimiz derecelerle yaz! dedi sonra da:
-Gerek yok, anlaşılıyor. Zaten biz ekleyerek çakacağız! Açı ölçer getirmiştim, öğretmenin “Gerek yok! ”demesine karşın ölçtüm, bir tahtaya yazdım. Kısa, eşek diye adlandırdığımız iskelelerden tezgah hazırlayıp önce direkleri sonra da tutacak parçaları rendeleyip planyadan geçirdik. Direklerden sonra yatay bağlantıları hesaplayarak:
– Yuvarlak olarak 60 parça! deyince arkadaşlar; “Ohao! ”diye ünlemlediler. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek:
– Yetti mi? diye sordu, arkasından bir o kadar da bu kez eşit uzunlukta bağlantı olacak ! deyince gene “Ohoooo! sesleri uzadı. . Ancak yukarıdan aşağıya bağlantılar daha ince, latalardan seçilecek. İşbölümü yapıldı. Kuşakları Recep Kocaman’la ölçüp kesiyoruz, arkadaşlar rendeleyip planyadan geçiriyorlar. Yusuf konuşmadan edemedi, :
– Günlerce sürer bu iş öğretmenim! Öğretmen gülerek:
– İyi ama dikilince de yıllarca dikili kalacak; sen onu bırak da bunun üstüne bir de bayrak için direk dikilecek, onu nasıl dikeceğiz? Hüner, onu bunun üstüne dikmek olacak. En hafifimiz olarak ben seni düşündüm, ne dersin? Yusuf yutkundu:
– Siz öyle uygun gördünüzse çıkarım öğretmenim! yanıtını verdi. Öğretmen: Bundan hiç kuşkum yok, zaten ben sana takıldım, işimizde tek başa bir ayrılık yok, el birliği ile bu direği dikeceğiz, bayrağı yerine çekeceğiz!
Durmadan çalışmamıza karşın elle tutulur bir iş üretemeden öğleyi yaptık. Öğretmen daha iyimser:
– Bu tür çalışmalarda sonuç alınmadan iş göze görünmez! diyor.
Öğleden sonra da Recep’le ikimiz ölçülü kesimleri tamamladık. İki metreden elli cm’ye gerileyen küçültmeleri kazasız belâsız tamamladık. Öğretmen arkadaşların dikkatini çekti:
– Değme ustalar bunu yapamaz, yüzde yirmi hesabıyla işe başlarlar. Çok kez de bu ölçüde yanılırlar! dedi. Lata kesimine de başladık. Bunlarda öyle bir yanlış kesme kaygısı yok. Temiz, budaksız, dayanıklı olanları seçme var. Paydosa yakın saatlerde Köy Muhtarı Ahmet Çakır, (artık onu hepimiz tanıyoruz lacivert ceketli, temiz yüzlü, orta boylu, güler yüzlü bir insan) yanında iki işçiyle geldi. İşçiler sırtlarındaki yükleri indirdiler. Küçük ama çok ağır yükler. Öğretmen yandaki inşaata gitmişti. Kıl heybelere baktık, paslı çiviler. Ben babamın çivi kutusunu anımsadım, tıpkı böyle kararmış çiviler vardı. Muhtarın yanında çivi yok gibi sözler konuşulmuş, muhtar bunu duyunca ev ev gezip kullanmadıkları çivileri istemiş. İşte bu iki kıl heybe gözü paslı çiviler bunlarmış. Okul yönetimi bir yerden çivi istemiş, gelen yanıt, “Şimdilik elimizde çivi yok! ” biçimindeymiş. Bunu duyan muhtar böyle bir yol tutarak yardımda bulunmak istemiş. Ali Yılmaz Öğretmen geldi, çok sevindiğini söyledi. Muhtarı alıp Namık Öğretmenin yanına götürdü. Uzun süre birlikte kaldılar. Öğretmen, ancak paydos olunca geldi, birlikte okula döndük.
Kızlar beni bekliyormuş, akordiyonu alıp okula gittim. Birden aklıma geldi, ”Ya Behire öğretmen oradaysa? ” İrkilerek içeri girdim. . Salonun bizim çadır tarafına gittim. Atatürk, İnönü, Yücel fotoğraflarının altında bir sandalye var oraya oturdum. Kız arkadaşlardan gelenler “Hoş geldin! ”diyor ama ben onlara galiba azarlar gibi bakıyorum. Bir ara Melahat Erkan geldi:
– Arkadaşlar hazırlanıyor, bir şeye mi kızdın?
– Hayır, geldim ama öğretmenleri rahatsız etmeyeyim! . Melahat:
– Nahide Öğretmen çağırmamızı kendisi söyledi. O söylemese çağırabilir miydik? diye benden sordu. Ben:
– Behire Öğretmen, derken Melahat:
– O yok, o bu hafta izinli! deyince sıkıntım gitti. İlk aklıma gelen türküyü çalmaya başladım, Menekşe buldun derede. Şarkı grubuna hepsi katılmayacakmış, katılanlar çıktı. Ben ses verdim onlar söylediler. Yaşamak Zevki diye bir okul şarkısı, birinin kitabı varmış, onu getirdi. Çok kolay bir notası var. Hidayet Öğretmenin geçen yıl bana verdiği eski kitapta onun notası vardı (Muallim Hulusi) birkaç kez çaldım. Zaten kızların hepsi biliyormuş. “Gülelim Sesimiz”, arkasından Ziller, Sonbahar (Kurumuş dallar), El Gibi Dolaşma, Manastır. ’ı birkaç kez birlikte tekrarladık. . Yarın bir kez daha tekrarlamak üzere anlaştık. İstedikleri için, Macar Dansı ile Gülnihal’i ikişer kez çalıp ayrıldım. Çok sevindim, iyi karşılandım, tekrar geleceğime de sevindim ama bir nokta gene kapalı kaldı, Behire Öğretmen ne zaman gelecek? O varken oraya girmek istemiyorum. Arkamdan küçümseyici bir söz söyler diye kuşku duyuyorum.
– Yemekten çıkarken bir grup önümde gidiyordu, yetişip sordum. . Alibey köylü de aralarındaydı, hemen sahiplendi, geri döndü, yemektekilerden sordu:
– Behire Öğretmen pazar günü gelecekmiş! Alibey köylünün geriye gidip gelişi benim onu bekleyişim, kimsenin umurunda değildi. Ancak bizim arkadaşlar için bu sonradan önemsenen bir olay oldu. Dersliğe gittiğimizde önce İsmet:
– Dayı derse başladınız galiba! Duymazdan geldim. Az sonra Hilmi:
– Derse başlasalar, gelip sana mı söyleyecekler? diyerek söz de İsmet’e çıkıştı. Bu arada dersliğe gelenler oldu. . Gelenler Haruniye ekibinden dört öğrenciydi. Onlar öğle karar vermişler, Dörder dörder dağılarak tanışmak istemişler. İçlerinden biri Hatay, biri Maraş, biri, Gaziantep, biri de Seyhan ilindendi. Arkadaşlar çok ilgi gösterdiler, sorular sordular. Ben de dört kişinin dört ilden oluşunu merak edip sordum. Bilerek öyle yapmışlar. Özellikle bizi büyük sınıf olarak bildiklerinden, iller üstüne soru sorulabileceğini düşünmüşler. Bu düşünceleri de hepimizi biraz şaşırttı. Hataylı Hasan Dörtyollu olduğunu söyledi. Dört yol için tek bildiğimiz Dörtyol portakalıydı. Bu kez Dörtyol'da Atatürk’ün de portakal bahçesi olduğunu, Atatürk’un kız kardeşi Makbule’nin oraya sık sık gelişini öğrendik. Hatay üstüne arkadaşlar daha bir çok soru sordular. Soruların çoğu Fransızlar dönemi üstüneydi. Hasan konuşkan bir arkadaşmış, duraksamadan tüm soruları yanıtladı. (Hasan Özkul)Hatayı tam bitiremeden yat zili çaldı. Tekrar görüşmek üzere ayrılıştık. Yatmaya gidince bir yaşımıza daha girdik:
– Biz gerçekten büyük sınıf mıyız? Neden bunları biz düşünmüyoruz? Mehmet Yücel bizim suskunluğumuzu, kaçar-göçer oluşumuza bağladı: 4. yılımız 4. yerde geçiriyoruz, yeni yerleri öğrenme hevesimiz kırılmış durumda! Hele Hatay’ın sıcak iklimi, kışları kar yağmaması ya da çok az yağması, portakal, limon, hurma gibi meyvelerin yetişir olması bizi iyice şaşırttı. Oralarda insanlar daha mı rahat yaşıyor? Ayrıca Haruniye Köy Enstitüsü’nün konumunu da düşündük. Almanların yaptırdığı bir büyük okulmuş. Bağlık bahçelik. Salt bahçelerde değil, hemen okul bitişiğindeki ormanlarda bile nar, incir, keçi boynuzu bulunabiliyormuş. Okulun tarım bahçesinde en çok yetiştirdikleri ürünlerden biri fıstıkmış. Bitişiklerinden geçen büyük bir çaydan, sık sık balık avlayıp tüm öğrencilerin balık gereksinimlerini karşılayabiliyorlarmış. Yatınca bir yandan arkadaşları dinliyorum, bir yandan da bunları düşünüyorum. Ben fıstıkları ağaçta oluyor sanıyordum. Meğer onlar patlıcan, biber gibi sebze bahçelerinde yetiştiriliyormuş. Tam uyuyacağım sıra da gene bir başka düşünce ya da bencilliğimiz takıldı. O dört çocuk, bizimle tanışıp bizden bilgi alacaklar, dönünce arkadaşlarına bu bilgileri ileteceklerdi. Söze başlarken bunu söylediler. Oysa biz bencilce hep kendimiz sorduk. Arkadaşları onlardan bilgi isterse ne söyleyecekler? Bize soru sorma olanağı vermediler mi diyecekler? Ya sorsalardı ne söyleyecektik? Onlar ne söyledi? Kendi çevrelerinde olanları. Biz de onları söyleyebilirdik.
16 Temmuz 1941 Çarşamba
Orhan’la Kadir bir ara konuştular. Zil çalmış ben tam ayırdında değildim. Kadir sesini yükletti. Kadir’e takılmak istedim. Doğrudan bir şey söylemek istemiyorum. Onun en çok etkileyecek Almanca sözler olduğunu biliyorum. ”Guten tag, Herr Kadir! O da “Güten Tag! ”dedi. “Was knurrst du? ”dedim. Knurren’i Sami Akıncı’dan sordu. Sami, ”Kendi kendine konuşma! ”dedi. Kadir, kendi kendine konuşmayı iyi karşıladı, “Benim de bir takım sorunlarım var hemşerim! ”dedi. Bu kez ben gülerek, ”Sorunlarını homurdanarak mı çözmeye çalışıyorsun? diye sordum. Kadir bu kez sinirlendi, “Hemşerim ne biçim konuşuyorsun, homurdanmak ne demek? ”dedi. Gülerek boynuna sarıldım:
-Arkadaşım sana Almanca şaka yapmak istedim, yeni öğrendiğim bir sözcüğü sende uyguladım. Knurren. , kendi kendine konuşmak, doğru ama bizim dilimizde buna “Homurdanmak! ”denmektedir. Kadir güldü:
-Yoksa arada bana söylediğiniz Almanca sözler hep böyle mi? Öyleyse bundan sonra her sözü yazıp anlamlarını kendim bulacağım! Ben de:
-Almanca lügatımı istediğin gibi kullanabilirsin, buna sevinirim, böylece tartışarak birkaç söz öğrenmiş oluruz! ”dedim. Anlaştık. Sözü tekrarladım:
-Herr Kadir, “Was knurrst du? ”Kahvaltıda Kadir’le değişik bir konuda tartışmamız gene sürdü. Hoşgörüyle karşılamasına karşın içinden gerilmiş olacak başka bir konuda gene terslendi. Dokuz Mehmet nöbetçi, geldi bana:
-Abi doydun mu? diye sordu. Teşekkür ettim. Mehmet gidince Yusuf, Kadir’e sordu:
-Senin köylün neden sana değil de komşu köylüsüne soruyor? Kadir, sinirli bir sesle:
-O fazla yüz veriyor da ondan deyip, kesti. Yüz verme tartışması arkadaşlar arasında uzadı. Ben bir şey demedim. Bunun yerine dokuz Mehmet’in babası Osman Amcadan söz ettim:
-Lüleburgaz’da onun hamamına banyoya gittiğimizi, bize çok iyi davrandığını, bunu çok iyi bilen arkadaşlara anımsattım. O zaman Mehmet daha okula gelmemişti, ortaokula devam ediyordu. Bu nedenle arkadaşlar Osman Amcayı unutmuşlar. Ben daha köyden, ailece tanıştığımızdan söz ettim. Kadir büsbütün sinirlendi. Bu kez de :
-İnsanlar her zaman bir mazeret uydururlar! dedi. Çaresiz konuştum:
-İşte bu sözüne karşılık vermemek içim bir mazeret bulamam. O nedenle kendimi savunmak gereğini duydum. Ancak bu kez de seni yalancı çıkaracağım için üzüleceğim. Çünkü susmak için hiçbir neden bulamıyorum. Böylece senin dediğin doğrulanmamış oluyor. Demek insanlar her zaman davranışları için bir neden bulamıyormuş! dedim. Arkadaşlar güldü. Yusuf Asıl bana:
-O kadar uzun söyledin ki, Kadir bunu öğleye dek düşünmeden karşılık vermez, bekleme! Bu kez de Kadir Yusuf’a döndü:
-Akşama karşılık versem üzülür müsün bayım! diye çıkıştı.
Namık Öğretmen masamıza geldi, konuşmalar kesildi, Ali Yılmaz Öğretmen öğleye dek gelemeyecekmiş, Namık Öğretmen bana:
-Başladığınız işleri sürdüreceksiniz, bir sorununuz olursa bana duyurursun! dedi. Öğretmen ayrılınca, Orhan beni göstererek: . Mein lieber Werkmeister! Arkasından da İch bin ein Arbeiten! sözlerini ekledi. Ben, “Schver schver vir sprechen Deutsch”deyip kalktım. Konuşa konuşa iş başı yaptık. Tıpkı dünkü gibi aksatmadan elimizdeki işleri tamamlamak amacıyla çabaladık. . Arkadaşlar temizleyip planya işini sürdürdü, biz kesmeyi sürdürdük. Bir ara Namık Öğretmen bir ara da Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Mustafa Güneri Öğretmen Bayrak direği üstüne konuştu. “Yerde yapılsa nasıl dikilir, yapa yapa çıkılsa nasır çalışılır? ” Gibilerde sorular sordu. Sonra da da minare ustalarını bize örnek gösterdi, “Bura da alışma önemli! ”deyince Salih Baydemir:
-Biz de alışacağız, öğretmenim, alışanlar hep insan olduğuna göre, biz neden alışmayalım? diye sorduktan sonra da:
-Biz bunu dün de kendi aramızda irdeledik. Aynı yükseklikteki yerlere belimizden bağlanarak çıkıp, saçak kapakları çaktık, kiremit döşedik! Mustafa Güneri Öğretmen:
-Vallahi ben size çok güveniyorum, arkadaşım Nejat size öyle bir azim aşılamış ki, tuttuğunuzu koparmaktasınız. Nejat İdil benim can arkadaşlarımdandır, onu çok severim. salt ben değil onu tanıyan herkes sever!
Mustafa Güneri Öğretmen ayrılırken:
– Bir sorununuz olursa bana bilgi verin!
Mustafa Güneri Öğretmen ayrıldıktan sonra sayışlı kesimi bitirip iki tezgah daha hazırladık. Öğleden sonra temizlemeye başlayacağız. Yandakiler paydos edince biz de yola çıktık. Öğle aralığında, daha önce sözleşmiştik; Haruniyeli arkadaşlar geldi, Hoş bilezik, Horana, Harmandalı oyunlarını oynadılar. Üç oyun da güzel, ancak uzun uzun çalışmak gerekecek. Mahmut, arka arkaya birkaç gün geleceğine söz verdi. Hoş bilezik bizim
– Trakya oyununa benziyor, salt ayak büküşlerinde bir değişiklik oluyor.
Öğleden sonra Ali Yılmaz Öğretmen de geldi, konukları varmış, onları uğurlamak amacıyla Lalahan’a gitmiş; gitmişken oradaki kerestelerle de ilgilenmiş. Yeni yeni keresteler geliyormuş.
Sili Usta geldi, çivileri ortaya döktürdü, içlerinden ayıklama yapmak üzere örnek çiviler seçti:
– Bunlar gibileri ayırın! dedi. Bana söyledi sandım, diz çöküp ayırmaya başladım. Ali Yılmaz Öğretmen duyabileceğim bir fısıltıyla:
– Çok mu yoruldun? diye sordu. . Yorulmadığımı söyleyince, gene kulağıma:
– Öyleyse o işi yorulanlara bırakalım! Hiç bir söz söylemeden çivileri bırakıp, rende işime gittim. Çivi işi öyle kaldı. Bir ara baktım, öğretmen çivi torbalarını, arkadaşlara çadıra taşıttı. Paydostan önce rende işini tamamladık. Bayrak direği parçalarını boyutlarına göre sıralayıp yığdık. Gerçekten bir yığın kereste ortaya çıktı. Öğretmen:
– Boya işini Harun Özçelik’e bırakıyoruz! deyince Harun beklenmedik bir tepki gösterdi:
– Öğretmenim, ben onları nasıl boyarım, yüz parça ağaç var orada! Öğretmen gülerek:
– Sana çok yardımcı gelecek, her birine bir fırça vereceksin, birkaç günde bitecek! deyince Harun gülerek:
– Beni korkuttunuz öğretmenim! Öğretmen açıkladı:
– 7. sınıflardan da bizim gruba katılanlar olacak, çatılarda birlikte çalışacağız. Öğretmen açıklamasını dürdürerek:
– Parça keresteler yan tarafta geniş alana dağıtılacak, boyanan parçalar üstlerine konularak, çabuk kuruması sağlanacak. Harun Özçelik bu kez öğretmene:
– Yardımcılar öbür sınıflardan gelecekse bizim arkadaşlar da bana yardımcı olsun, yalnız kalmayayım! Öğretmen:
– Haklısın, seni yalnız bırakmayacağız, hepimiz yanında olacağız! diyerek Harun’u sevindirdi ama kesin bir ad vermedi. Oysa Harun, kesinlikle Recep Kocaman ya da Hüseyin Orhan’ı yanına almak istiyordu.
Okula dönerken Yusuf Asıl çok dertlendi, kendisinin boya işine ayrılacağı kuşkusuna kapılmış; oysa boya işini hiç sevmiyormuş. Yusuf böyle konuşurken ben de onun çok güzel bir tarafını gördüğümü içimden geçirdim. Örneğin oyunlara karşı özel bir ilgi duyması, en ince ayrıntılara dek öğrenmeye çalışması, anlayamadıklarını tekrar tekrar sorması, figürleri tekrarlayarak olgunlaştırması. , bence övülmeye değerdi. Ayrıca, işte çalışırken (Alıştığı gibi) sürekli konuşmasına karşın oyunlarda, oyun bozucu bir tavra girmemesi, onu gözümde başka türlü bir Yusuf olarak algılıyorum. Gülerek yüzüne baktım, anlamış gibi bana:
– Ne güzel oyunlar öğreniyoruz ! demesi beni şaşırttığı gibi ayrıca mutlu etti. Sanki aklımdan geçenleri o da okumuştu.
Kızlarla çalışmamız vardı Yusuf'a birlikte gitmeyi önerdim. Önce duraksadı, kimseyle konuşmadığını, sıkılabileceğini söyledi. Azıcık direttim, gelmesini istedim. Birlikte gittik. Şaştım kaldım, kızların çoğu Yusuf’un çevresini sardı, müzik çalışıp çalışmadığını sordu, özellikle Melahat Erkan’la Feride Dinç, Gülsüm Dinçer, Safinaz Yılmaz, ayrılıncaya dek Yusuf’u yalnız bırakmadılar.
Şarkılarını ikişer üçer kez tekrarladık. Sıkılarak giden Yusuf ayrılırken de oldukça üzüldü. Dayanamadı bana sordu:
– Sen nasıl bağlantı kurdun onlarla? Onlarla bir bağlantımın olmadığını, onların beni çağırdığını, öğretmenlerinden izin aldıklarını anlattım. Akordiyonu bırakıp dersliğe gittik. Derslikteler(Derslik hemen okulun arkasında) şarkıları duymuşlar, hemen şamataya başlamışlar. Biz gidince takılmalar bir süre uzadı. İyi ki Yusuf’u götürmüşüm, öyle bir sahip çıktı ki, ağzına alanın sözü ağzında kaldı.
Yemekten sonra bu kez Arifiye ekibinden dört arkadaş geldi. İçlerinde benim akordiyoncu arkadaşım Selahattin Odabaşı da vardı. Selahahttin çok konuşkan aynı zamanda çok bilgili. Galiba o da benim gibi arkadaşlarına göre biraz yaşlı. Sanırım öyle olduğu için daha çok o konuştu. Bu kez genellikle bizim arkadaşlar soru sordular. Onların okulları üstüne alınan bilgiler ilgimizi çekti. Arifiye Köy Enstitüsü, bağlı bulunduğu Kocaeli'ye çok uzak olmakla birlikte Adapazarı ile Sapanca'ya yakınmış. Okul bağlık, bahçelik içindeymiş. Ayrıca Sapanca gölünün hemen kıyısındaymış. Göy kıyısında olmak, bizim için ilginç geldi. Arkadaşlar gene gene göle girip girmediklerini, balık tutup tutmadıklarını sordu. Gölde sandal olup olmadığı soruldu. Gölde sandal olduğu, balık tutulduğu ayrıca gölde yüzüldüğü anlatılınca Arifiye Köy Enstitüsü bize göre, özlem duyulan bir okul olarak ortaya çıktı. Özellikle de okulun hemen yakınından trene binilip her yana gidilmesi, ayrıca kara yollarının okulun yakınından geçişi, hele, çocukları için gelen anne-babaların okulda kalmış olması, Arifiye Köy Enstitüsü’nü ayrıcalıklı bir duruma getirdi. Mehmet Yücel:
-Biz kaplumbağalar gibi kırlarda debelenip duralım eller okullarda okuyorlar! diyerek tepkisini gösterdi. Arkadaşların soruları çoğunlukla Adapazarı ile göl üzerinde yoğunlaştı. Adlarını Kemal, Nihat, Hasan olarak tanıtan öğrenciler, hemen hemen söze hiç karılmadılar. Tekrar görüşmek üzere ayrılırken lüks sönünce arkadaşların soy adlarını yazamadım. Biri Selahattin’le birlikte müzik etkinliklerine katılıyormuş, onu tanımak isterdim, olanak bulunca yazacağım. Yatarken arkadaşların konuşmaları oldukça karamsardı:
-İnsanlar, 1940 yılı temmuz ayında okula alındılar, bir yılda iki sınıf geçtiler. Üstelik bağlık bahçelik içinde yaşıyor, göllerde yüzüyor. Biz 1938 yılından beri kepirlerde, İdris dağlarının çorak eteklerinde, kertenkeleler gibi sürünüyoruz! diyenler çıktı. Bu sözler üzerine ben:
-Namık Ergin Öğretmenin, Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenin, daha önceki öğretmenlerimin iyi yetiştiğimiz üstüne söylediklerini anımsayıp karşılaştırmalar yaptım:
-Gerçekten iyi yetiştimse ben daha kazançlıyım. Yusuf’u gözümün önüne getirdim. Biraz önce arkadaş kendi becerisinin beğenildiğini görünce derecesiz mutlu oldu! Sanırım insanlar bilmediklerine, (Bilmediği için) değişik gözle bakıyor. Onları tanıyınca düşünceleri belki de değişiyor. Arifiye Köy Enstitüsü'nü görünce bizim de fikrimiz değişebilir. Arifiye Köy Enstitüsü yeşilliklerini olabildiğince düşünmeden uyumaya çalıştım.
17 Temmuz 1941 Perşembe…
Mustafa Saatçi uyanmış:
-Kalkın arkadaşlar Arifiye’ye geldik, haydi hepiniz göle, marş marş! dedi. Uyur gibi suskun duranlar birden Mustafa Saatçı’ya çattılar:
-İmam Mustafa, nereden bulursun böyle sözleri? Bu arada:
-Gene saçmaladın! diyenler de çıktı.Yeğenim İsmet, Mustafa Saatçi’yi savundu:
-Güldüğünüze göre bunun neresi saçma? Siz neşelenmek istemiyorsanız katılmazsınız! İsmet sözünü bitirmeden, Mustafa Saatçi’yi başka destekleyenler çıktı. Bunların kimisi iyi niyetle söze karışırken kimisi gene işi SS’ye götürdü. İdris açıkça sordu:
-Hafız, Arifiye’ye SS de gelecek mi? Mustafa Saatçi:
-O benim kalbimde onsuz gezmem! Kapı önünde duran Yakup Tanrıkulu:
-Sus, SS geçiyor! Bu kez Mustafa Saatçi sinirlendi:
-Siz şakaları çabucak kakaya çeviriyorsunuz, bizim şakalarımızla o kızın ne ilgisi var? Ona bakıp bana neden söz ediyorsunuz. Biz onu bahane edip kendi aramızda konuşuyoruz, bunu ona duyuruncaya dek uzatmanın bir anlamı yok! Sami Akıncı söze karıştı:
-Mustafa kimi zaman kendisi de şirazeyi kaçırıyor ama, bu kez haklı. Bu konuşmalar kendi aramızda kalmalı. Biz bunun güzel bir örneğini geçmişte yaşadık. Alpullu’da İsmet arkadaşımızın bir Benli’si vardı. Bir de okulda benli yüzlü kız vardı. O zaman da bunu birleştirip suça dönüştürmeye kalkan arkadaşlarımız olmuştu. Bunu o zaman konuşup, kendi aramızda tutmuştuk. Bu SS olayını da kendi aramızda tutabiliriz. Mustafa böyle bir söz söylüyor ama o kızla bunun hiçbir ilişkisi yok. İsmet söze karıştı:
-Arkadaşlar, o zaman siz beni anlamak istemediniz, benim benli sevgilim köydeydi, o şimdi köyde gene var. Ben o zaman “Ah Benli! ”dediğimde sorup soruşturmadan o kızı öne sürdünüz. Siz bana “Benli! ”dedikçe ben hep köydekini anımsadım, siz okuldaki kızı anlayıp ona duyuruncaya dek işi uzattınız. Burada da aynı anlayış var. Mustafa açıklamıyor ama, böyle olabileceğini düşünerek biz S’yi bu işe katmayalım. SS gene anılsın ama adı geçince aklımız hemen buradaki S’ye gitmesin. Halil Basutçu:
-Haydi arkadaşlar, eller kahvaltıdan dönüyor, aç kalacağız, bunları gene konuşacaksınız! Gerçekten öğrencilerin çoğu kahvaltıdan kalkmış, biz oturduğumuzda masalar boşalmaya başlamıştı. Nahide Öğretmeni masada görünce sevindim. İçimden:
-Gerçekten Behire Öğretmen cumartesi günü olmayacak galiba! İşbaşı yapınca bir yandan Yusuf’u gözetlemeye başladım; akşamki olayı arkadaşlara nasıl yansıtacak! Olabildiğince de ondan uzak durmaya çalıştım:
-Hani belki benden çekinir de içinden geçenleri algıladığı gibi anlatmaz.
Öğleye dek boşuna bekledim; Yusuf için dün akşam yok, belleğinden silinmiş. Bir bakıma sevindim, demek olağan karşıladı!
Boyanacak parçaları aralıklarla sıraladık geniş bir alana yayıldı. Renk olarak öğretmen daha önce “Beyaz! ”demişti. Buna karşın ben hiçbir şey düşünmeden:
-Siyah boyansa daha iyi olmaz mı? sorusunu ortaya attım. Öğretmen, ”Düşünelim! ”deyip arkadaşlara sordu. Arkadaşlar siyah rengi sevmedikleri söylediler. Öğretmen gülerek:
-Renkleri sevip sevmemek başka, rengin kullanacağı yeri seçmek başka! deyip açıklamalar yaptı. Bizim direğin binalar arasında duracağı düşünülerek beyaz önerilmektedir! ”dedi. Öğretmen daha sonra:
-Yapılacak tüm binalar beyaz olacağı için aralarında siyah bir direk bulunması görüntü olarak iyi olmaz! Ayrıca ağaç için beyaz demir için siyah boya kullanmanın da bir gelenek oluşturduğunu sözlerine ekledi. Derken direğin tepesine konulacak bayrak direği soruldu. En az dört metre uzunluğunda bir direk on beş metre yükseklikteki bir kule üzerine nasıl dikilir? Ali Yılmaz Öğretmen, biraz da yüzünü ekşiterek:
-Aman aman, bunu bana sormayın, bunu Sili Usta bilir, ona sorun! Öğretmen şaka olarak böyle konuşmuştu anladık ama, biz gene de bayrak çekilecek direği düşündük. Bunun bağlantısı için hiçbir hazırlık yapmadık. Bizim hazırladığımız tepesi delik bir kesik piramittir. Çok ilgilendiğimizi görünce öğretmen bizi tezgahın çevresine toplayıp açıkladı. Kesik piramidin üstü direk kalınlığında delik bırakılarak en az bir metre olarak aşağıya doğru pekiştirilip perçinlenecek. Direğin dayanağı olan bir altlık konulacak. Böylece direk bir tabana oturduktan sonra en az bir metre kuşak içine alınacak! Tam anlamamakla birlikte bir fikir edindik. Sorular başladı:
-Ya kule nasıl çakılacak? Öğretmen bunun için de en az iki yöntem olduğunu söyledi. Öğretmen bizim kuleyi(Bu sözü öğretmen bugün kullandı) çok küçümseyerek:
-Bu tür kuleler çoğunlukla yerde çakılıp çekerek dikilir! deyince arkadaşlardan “Iıııııı? ”sesleri çıkararak korku belirtisi gösterenler oldu. Öğretmen:
-Biz, yerde bir ya da ikisini çakıp ötekileri çatarak çıkaracağız, daha doğrusu bunu biz de konuşmadık, karar vereceğiz. Bu konuda kaygınız olmasın, Zaten hepinizi çıkarmayız. Hep beraber çalışacağız, Belki yardımcı da gelecektir. Sizin için yılgınlığa neden olacak bir durum düşünmeyin! Öğretmen sözünü bitirememişti, “Günaydın, kolay gelsin! ”diyerek Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Öğretmene baktı:
-Bir sorununuz mu var. hepiniz düşünceli gibisiniz. Yoksa ben mi öyle görüyorum? deyince Ö Ali Yılmaz Öğretmen, kulemizi bitirince nasıl dikeceğimizi tartışıyoruz! dedi. Mustafa Güneri Öğretmen: Dikmeyi değil herhalde siz dikili kule üstende yapılacak çalışmalardan kaygılanıyorsunuzdur. Bu konu benim de kişisel sorunumdur. Yüksekliklerden çekinirim. İçinizde böyleleri varsa onları iyi anlayacaklardan biri benim. Bu nedenle, en küçük kuşkusu olanları bu işin dışında tutmak isterim. Yüksekten herkes korkar ama, benim gibilerin korkusu, az buçuk korku değil, iş görmekten alıkoyacak bir ürküntüdür. Bu tür arkadaşları o işten affederiz! Harun Özçelik:
-Öğretmenim, bizim içimizde o denli korkan yok, hepimiz kendimizi denedik: Kepirtepe’deki çatımız da aynı yükseklikteydi. Mustafa Güneri Öğretmen:
-Buna sevindim, ama ben gene de herkes kendini yoklasın, kuşku duyuyorsa, geri çekilsin, bunu bir onur sorunu yapmasın! dedikten sonra bu konu ile ilgili bir olay anlattı. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyken okulun üst katlarına çıktıkları olurmuş. Özellikle çatı katı balkonundan, (Demirli balkon) aşağıya bile bakamazmış. Oysa birileri bir gün iddiaya kalkışmış; bir spor öğretmeni o balkon demirlerinde elleri üstüne kalkacakmış. Duyanlar olur-olmaz diye dursun, Kişi(Vildan Aşir Savaşır) çıkmış, elleri üstünde bir süre durduktan sonra alkışlar arasında hoplayıp geri inmiş. Mustafa Güneri Öğretmen, daha sonra bahçeden o üst balkona bakarken bile başım dönüyordu! dedi, güldü. Güneri Öğretmenin sözü üstüne iki öğrenciyle Hidayet Gülen Öğretmen geldi. Olayı ona da anımsatınca Hidayet Öğretmen:
-Vildan Aşir Savaşır, çok ünlüdür, şimdilerde bir kuruluşun başkanıdır, çekirdekten yetişme bir sporcudur!
Hidayet Öğretmen hazırladığı küçük tabelaları getirdi. Arifiye, Gölköy, Çifteler, Kızılçullu, Savaştepe, Yıldızeli, İvriz, Gönen, Akçadağ, Aksu. Yusuf levhaları birer birer okudu, dönerek sordu:
-Bunlar hep gelecekler mi? Orhan gülerek, :
-Onların hepsi gelmeyecek; çünkü bir bölümü gelmiş durumda, örneğin, Arifiye, Haruniye, Gölköy buradalar. Yusuf söylenenleri dinlememiş gibi konuştu:
-Daha sekiz Köy Enstitüsü tanıyacağız, bunlardan da birer ikişer oyun alırsak, en çok oyun bizde olacak! diyerek sevindi. Yusuf haklıydı: Timurağa (Temurağa da diyorlar), Sivas ağırlaması (Ya da halayı) Sepetçi oğlu, Harmandalı, Hoşbilezik, Bir Karadeniz bir de Kafkas oyunu öğrenmişti. Yusuf’un sevincine katıldığımı söyledim. Hidayet Gülen Öğretmen, ilgiyle baktı, “Bak sen! ”diyerek Yusuf’a döndü:
-Bu söyledikleriniz sahiden doğru mu? Sakın şaka ettik deyip üzmeyin beni! dedi. Gülerek:
-Hep, bir gün şunları toplayıp da böyle bir şeyler yapmalarını tembihleyeyim diye düşünüyordum, bunu yapmakta geciktiğim içinde kendimi kınıyordum. Şimdi ferahladım, kim yaptı bu uyarıyı, kim toparladı sizi? diye sordu. Yusuf beni göstererek:
-Abi bize önderlik etti! deyince Hidayet Öğretmen bu kez kaç kişisiniz? diye sordu. Yusuf:
-Üç kişi olarak başladık, şimdilerde 6-7 kişi olduk. Öğretmen bana :
-Aman ha, melodilerini sakın kaçırma, gerçi onların hepsinin notaları vardır ama, çevrede tutulduğu gibi çalınıp oynanırsa daha makbul sayılır. Bak buna çok sevindim, bu sözü bana bir çok kez söyleteceksiniz! dedi. Bizi dinleyen Ali Yılmaz Öğretmene dönerek :
-Bak, Demirbilek Öğretmen, seninkiler ne güzel bir işe kalkışmışlar. Gelen ekiplerin oyunlarını öğreniyorlarmış. Ali Yılmaz Öğretmen:
– Ben biraz haberdarım, konuşmalardan sezinliyorum. Çok iyi yapıyorlar, bu çok güzel bir buluşma, asker ocağı gibi bir durum. Unutamayacağı arkadaşlıklar da kurabilirler. Ayrılınca sürekli mektuplaşırlar.
Hidayet Öğretmen levhaları bırakırken aynı sözü tekrarladı:
– Bakın bu habere çok sevindim, hem bir şey daha ekleyeyim mi? Meydana çıktığınız gün size katılacağım, beni aranıza alırsanız mutlu olacağım!
– Hepimiz “Sağol! ”diye karşılık verdik. Hidayet Öğretmen:
– Ben bir haber için gelmiştim, bana onu unutturdunuz, o da önemli, dedi; olayı Ali Yılmaz Öğretmene anlattı. Bayrak direği için daha önce konuşmalar yapılmış. 6 metre uzunlukta bir gürgenden söz edilmiş. Hidayet Öğretmen gülerek:
– İşte ben onu buldum, hem de kendi ayağımıza gelecek!
dedi. Olayın gerçeğini tam bilmediğimiz için biz sustuk, Ali Yılmaz Öğretmen de üstünde durmadı. Hidayet Öğretmen gidince bizim oyun olayı konuşma konusu olarak paydosa dek sürdü. Arkadaşlar bıraktığında Ali Yılmaz Öğretmen aynı konuyu açıp üzerinde durdu.
Yemeğe giderken bile öğretmen, oyunların adlarını sordu durdu. Hidayet Öğretmen gelebilir, düşüncesiyle yemekten sonra arkadaşlar ivedi toplanıp oyunlara başladılar. Her dakika “Öğretmen geliyor! ” duygusu içinde terleyesi bir çalışma yapıldı. Sonunda ben tökezlemeye başladım. İşbaşı zili bir bakıma kurtuluş oldu. Öğleden sonra Harun Özçelik’in takımı geldi, hepsi çok iyi tanıdığımız çocuklar; Ali Kıpçak, Kamil Varlık, Hasan Bozkurt, Ahmet Baştürk, Şaban Patır, Şükrü Akdeniz, Haşim Nehir, Mürsel Dilek. Hepsi söz anlayan çocuklar. Ben çoğunu nöbetlerden tanıyorum; üslendikleri işleri gereği gibi yapanlardan. Hepsi de Ali Yılmaz Öğretmenin eski öğrencileri. Sanırım bunların seçilmesi biraz da ona bağlanıyor. Haşim Nehir zaten Harun Özçelik’in hemşerisi, çok yakından tanışıyorlar. Parçaları biz sıralamıştık. Onlar da direkleri takoz üstüne alarak boyanınca yapılacak çevirme işlerini denediler. Ayrıca bizim geçen gün bıraktığımız çivilerin kullanır durumda olanlarını ayırdılar Sili Usta ile Mustafa Güneri Öğretmen birlikte geldiler. Mustafa Güneri, Ankara’daki çivi arayıcılarının(Ankara'daki tanıdıklara tembih edilmiş) bir miktar çivi bulduğunu anlattı. Bu kez Ali Yılmaz Öğretmen Hidayet Öğretmenin direk muştusunu verdi. Mustafa Güneri Öğretmen gülerek:
-Hidayet, Üsteğmeni bekliyordu, öyleyse gelmiş, jandarma üsteğmeni, telefon hatlarını onartıyor. Hidayet onu aklına koydu:
– Düzgün bir direk alır kendi ölçülerimize indirerek kullanırız! Diyordu; demek gerçekleşti! dedi. Mustafa Güneri Öğretmen de gürgen direklerin dayanıklılığını övdü. Bunu duyunca biz de, esas bayrak direği derdinden kurtulmuş olduk. Arkadaşlar çoktandır:
– Demir mi olacak, yoksa ağaç mı? deyip tartışıyorlardı:
– Demir daha yüksek olabilir ama incecik kalır, bizim piramit kuleye yakışmaz, o nedenle ağaç yapılsın! diyenler haklı çıktı. Ancak şimdi de gürgen direğin tepeye nasıl dikileceği tartışılmaya başlandı. Daha doğrusu tartışma değil de salt soru:
– Nasıl dikilecek? Soru Ali Yılmaz Öğretmene ulaştı. Öğretmen gülerek:
– Fol yok, yumurta yok, direk gelmeden ben öyle şeyler için akıl yürütmem, Hele gelsin, görelim, ağırlığını ölçelim, uygun olan yolu seçip yaparız! dedi. Ne düşündüyse beni çağırdı, tezgahın üstündeki kağıda bir takım çizgiler çizdi, üstlerine numaralar koydu, ölçüler yazdı, onları kesip hazırlamamı söyledi:
– 3x6 cm. ölçeğinde değişik uzunlukta 10 parça hazırladım. Bunları hazırladığımı söyleyince arkasından da 4x20 cm birer metre uzunluğunsa üç kalas daha kestirdi. Onları da getirince:
– İşte sizin gürgeninizi de bununla dikeceğiz! deyip güldü. Bir şey anlamadık ama öğretmenin kesinlikle bir bildiği olduğuna inandığımız için biz de gülümsedik.
Boya işine yarın başlanacak. 8. sınıflar boya işine hazırlar. Biz yarın, kendi binamızın(Kepirtepe) temel beton kalıplarına başlayacağız. Boya işi bitene dek onun kalıplarını tamamlayacağız. Bir bakıma seviniyoruz. Yapıcı arkadaşlarla birlikte çalışmak daha neşeli oluyor. Özellikle Namık Öğretmenin yanında çalışmak ayrı bir rahatlık veriyor, O'nunla konuşunca kendimize güvenimiz artıyor.
Yusuf Asıl sonunda dün akşamki konuyu ağzına aldı:
– Bu akşam da çalışma var mı? Ben de ona sordum:
– Olsaydı, gelecek miydin? Geleceğini söyledi. Bu kez de bir başka zaman çağrılırsam, kesinlikle birlikte gideceğimize söz verdim. Konuyu Hidayet Öğretmene getirip ikimiz de:
– Oyunları öğrenmemizin yerinde bir etkinlik olduğunu, bunu sevinerek tekrarladık. Dersliğe gittiğimizde daha önce toplananlar yeni bir karar alma aşamasındaymışlar:
– Biz de, konuk ekiplere gidelim, konuşalım, gönüllerini alalım:
– Kimler gitmek ister? İsmet, Hilmi, Bekir, Ali Önol, adlarını yazdırmış. Biz girince beni de yazdırmak istediler. Beni önerenlere:
– Siz kendinizi yazdırın, ben istersem kendimi yazdırırım! deyip kestim. Yusuf yazıldı, Orhan, Mehmet Yücel yazıldı. sekiz arkadaş olunca iki ekibe gidilmesi konuşuldu. Daha dört arkadaş için de çağrı yapıldı. Mustafa Saatçi, Sami Akıncı’yı zorlayarak birlikte gitmelerini önerdi. Sonunda Sami razı oldu, Arif Kalkan’la, Mehmet Aygün de onlara katıldı. Böylece üç grup oluştu. Kura çekerek gidecekleri ekipleri saptadılar. Sami Akıncı grubu Gölköy, İsmet’in grubu Arifiye, üçüncü grup da Haruniye ekibini seçti. Cumartesi akşamı dışında her akşam gidebilecekler. Bu konuşmalar yemek boyunca sürdü. . Önce Mehmet Aygün söyledi, sonra da Yusuf Asıl diline dolayıp tekrarladı:
– Gittik, selam verip oturduk, niçin geldiğimizi anlattık. Ondan sonra onlar bize herhangi bir soru sormazlarsa ne yapacağız? Önce gülmelerle karşılanan bu soru giderek önemsenmeye başlandı. Neredeyse vazgeçilecekti. Sami Akıncı biraz da çıkışarak:
– Gidiş nedenimiz apaçık, kendimizi, okulumuzu onlara tanıtmak. İsterlerse hiç soru sormasınlar, biz gidip onlara söyleyeceklerimizi söyleyeceğiz. Onlar susarsa, bizim de söyleyecek sözümüz bitmişse o zaman da “Hoşçakalın! ”deyip ayrılacağız! Sami Akıncı’nın konuşması her zaman olduğu gibi etkili oldu. Böylece sorun da ortadan kalkar gibi olmuştu. Bu kez, kimler neleri söyleyecek soruları ortaya getirildi. Gideceklerin hemen hemen hepsi:
– Ben şunu söylerim, ben bunu söylerim demesine karşın Mustafa Saatçi’nin sustuğunu gören Halil Basutçu sordu:
– Herkeste bir telaş, bir hazırlık var, Mustafa Saatçi’nin sesi duyulmuyor! deyince Birkaç kişi birden:
– O hafız nasıl olsa bir şeyler söyler, daha da olmazsa “Buyurun namaza! ” der! gibi takılmalar oldu. Mustafa Saatçi bunlara güldü:
– Hiç de bilemediniz, ben söylenecek sözleri Sami söylesin diye onu yanıma aldım, o konuşacak ben de “Öyle! ” deyip, başımı sallayacağım! Bu söze Sami Akıncı’nın tepki göstereceği beklentisi doğdu. Nitekim Sami:
– Orada ben konuşacağıma göre, ben de beni dinleyenlere, seni göstererek:
– Bunu yanımda, söylediklerime baş sallasın diye getirdim, derim. sözüne tüm arkadaşlar sıralara yatarak güldüler. Mustafa Saatçi hiç aldırmadan Sami’ye dönerek:
– Arkadaşları güldürdüğün için çok teşekkür ederim. Böylesi neşelenmeyi çoktandır özlemişlerdi!
Mehmet Aygün Mustafa Saatçi’ye sordu:
– Ya onlardan biri senin konuşmanı ister, salt konuşturmak için sana soru sorarsa ne diyeceksin? Mustafa Saatçi hiç beklenmedik bir yanıt verdi:
– Bizde bir gelenek vardır, bu ilk günden beri sürdürülür. . Sınıfımızın tümüne ya da içimizden birine soru sorulunca onun yanıtı Sami arkadaşımız verir. Bu derslerde de böyledir, ders dışı etkinliklerde de! Sami, Mustafa’ya bakarak:
– Ama o zaman yalan söylemiş olursun! dedi, elindeki kitabı okur gibi yaptı az sonra da:
– Arkadaşlar, ben bu işten vazgeçtim, gitmiyorum, gidenler rahat rahat konuşsunlar! Bir sessizlik oldu. .
Hasan Üner önüne kitaplar yığmış:
– Okumak isteyene kitap veriyorum, kitap okuyacak var mı? ”çağrıları yapıyordu. Kitaplara baktım eski, tozlu falan ama sanki hiç okunmamışlar. Sordum. Hasan:
– Yeni bir Kitap kaynağı buldum! dedi. Olayı anlattı, bulma falan değil Fevzi Üner’in açık gözlülüğü sonunda bulunmuş bir olanak. . Bir gün birileri gelmiş öğrencilerden yardım istemiş. Köyde yıllarca kapısı açılmayan bir Parti Ocağı varmış. Oraya zaman zaman kitap, dergi, gazete geliyormuş. Bunları arayan soran olmazmış. Bizim okul buraya geldikten sonra ilgi başlamış. Sık sık Ankara’dan gelip gidenler oluyormuş. İki genç gelip öğrencilerden yardım istemiş. Fevzi Üner bir arkadaşıyla gitmiş. Kitapları görünce de yakın saydığı Hasan Üner’e haber vermiş. Hasan Üner kitapları sıraya koymuş, yazmış. Şimdi de bir yandan okuyor bir yandan da izleme ödevini sürdürüyormuş. Ahmet Mithat, Recaizade Mahmut Ekrem, Esat Mahmut Karakurt, Ethem İzzet Benice, Selami İzzet Sedes, Osman Cemal Kaygılı, Mehmet Turhan Tan, Peyami Safa, Aka Gündüz, Yakup Kadri, Reşat Nurı Güntekin, Suat Derviş, Güzide Sabri, Halide Nusret Zorlutuna, Celalettin Ezine, Mithat Cemal Kuntay, Bürhan Cahit Morkaya v. b yazarların kitapları var. Dikmen Yıldızı, Adam Sarrafı, Yakılacak Kitabı, Cem Sultan , Allahaısmarladık, Dağları Bekleyen Kız, Çölde Bir İstanbul Kızı, Vahşi Bir Kız Sevdim kitapları var. Bunların çoğunu, örneğin, Allahaısmarladık, Dağları Bekleyen Kız, Gazi’nin 4 süvarisi, Çölde Bir İstanbul Kızını, Vahşi Bir Kız Sevdim’i okumuştum. Kalanların içinden. DikmenYıldızı ile Araba Sevdası kitaplarının adları hoşuma gitti. Atlı arabamız vardı ama bizim araba pek süslü sayılmazdı. Ancak, Lüleburgaz ya da Kırklareli’de çok süslü arabalar gördükçe özenirdim. Bu adı görünce ilgi duydum, acaba neler anlatılacak?
Çoban Yıldızı sözü, bizim köyde çok geçer. Ancak o yıldıza neden böyle bir ad verilmiştir kimseler bilmez. Kimisi de kendine göre uydurma olaylar anlatır. Tıpkı Kervan Kıran yıldızı gibi düzmece söylenceleri sürdürüp giderler. Oysa Çoban Yıldızı akşamları erkenden görünüp daha yatılmadan batar gider. Sabahleyin görünmesi de öyledir; güneşten az önce doğar, arkasından aydınlık gelir. Kervan Kıran gibi arkasında uzun bir gece bulunmaz. Herhalde sabahları, çobanların uyanmaları, akşamları da sürüleri ağıllara döndürmeleri için bir uyarı ışığından dolayı bu ad verilmiştir. Çoban Yıldızı: Bakalım kitabın adı neden Dikmen Yıldızı olmuş? Yoksa, Kutup Yıldızı, Sabah Yıldızı, Kervan Kıran Yıldızı, Ülker yıldızı gibi bir de Dikmen Yıldızı mı var? Sayfalarını karıştırırken arkadaşlar kalkmaya başladılar. Ben de başlamadan kitabı kapatıp kalktım. Arkadaşlar Sami Akıncı’yı kararından döndüremediler. Sami’nin yerine 6 Ali Güleren geçmek istedi. İlginç bir durum. O da arkadaşlarımızdan biri, niçin gitmesin? Ali’ye :
-Sen gidemezsin diyemiyorlar, ama gitmesini de istemiyorlar. En iyisi gene Sami gitsin, düşüncesiyle, Sami Akıncı’nın neredeyse ayaklarına kapanacaklar. İşin bir başka acıklı yanı da arkadaşların bir çoğu Mustafa Saatçi’yi haklı çıkarıyorlar:
-Sorunlarımızı Sami ancak çözer! Ben de bu düşünceye karşıyım:
-Çok değil iki yıl sonra görecekler, Sami onların sorunlarını çözecek mi? Gittikleri yerlerde bir Sami daha bulabileceklerini sanmıyorum!
Yatarken fısıltıları bir süre dinledim. En büyük şaşkınlığım da yeğenim İsmet’in tartışmalara katılıp Sami Akıncı’nın gitmesi için diretenlerle birlikte tavır almasına oldu:
– Ayıp ediyorsun! diye bağırasım geldi. İsmet:
– Sen bir ekiple görüşmeye gideceksin. Orada Sami var mı? Yok! İkinci ekipte var mı? Yok! ” Ne olur üçüncü ekipte de olmazsa? Kendi istedi, kendi vazgeçti. Üstelemenin ne anlamı var?
Rahatlamam için cumartesi akşamını düşündüm. Çaldığım parçaları değiştirsem; hiç değilse saz semaisi ya da peşrevden birini çalsam! Ezberimde duruyor mu acaba diye notaları gözlerimin önüne getirirken, Orhan’ın eğildiğini anladım, dönüp baktım. Uyuyamadığını gördüğüm için konuşuyorum! dedi. Arkasından ekledi: ”Sen ne iyi ediyorsun, bu tür şamatalara hiç karışmıyorsun! ”Orhan sözünü bitirmeden karşıladım:
– Sen de karışmıyorsun! Orhan:
– Ben söz olarak karışmıyorum ama içimden kendimi yiyorum. Kimi kez öyle sinirleniyorum ki gece yarılarına dek gözümü uyku tutmuyor!
– Yapma, başkasının tartışmasına neden öyle takılıyorsun? Seni ilgilendiren bir taraf olursa fikrini söyle, etkilemiyorsa:
– Ne gününüz varsa görün! de, çekil!
– Haklısın! dedi yattı. Kendi kendime gülümsedim:
– Ben öyle mi yapıyorum? Sanırım, bu tarafımı saklamak bile benim için bir başarı. . Üzüldüğümü başkasına göstermek bir kurtuluş olur mu? Biri ikisi üzüntüne katılsa bile çoğunluk üzüldüğünü görünce sevinecek. Hiç değilse onları sevindirmiyorum…
18 Temmuz 1941 Cuma. .
Halil Basutçu Orhan’ı aşağıdan dürttü, ”Kalkın marangozlar, bugün bize çalışacaksınız! ”Yusuf Asıl uzaktan duymuş savunmaya yaptı:
-Marangozlar size değil siz marangozlara çalışıyorsunuz. Biz çatımızı çoktan bitirdik. Şimdi siz bizim çatımızı oturtmak için duvar hazırlıyorsunuz! Halil Basutçu güldü:
-Hay Allah, ben bunu bilmiyordum, demek duvarlar çatı için örülüyormuş! Oysa ben çatıların duvarlar için yapıldığını biliyordum. İstenirse duvarlar çatısız da iş görmektedir. Hasanoğlan köyünde duvarlar pekala çatısızdır. Ama siz bana duvarsız bir çatı gösteremezsiniz. Yusuf duraksayınca ben yardımına koşup örnek verdim:
-Köy okulu bahçesindeki çalışma yerlerimiz duvarsız çatı durumundadır! O anda aklıma başka örnekler geldi. Gördüğümüz tüm tren istasyonları birer duvarsız çatıdır. Hepsi de bir iş görmektedir! Halil Basutçu gülerek:
-Ben yalnız kaldım, sizinle yarışamam. Bunu bir de iş başında tartışalım; arkadaşların değişik görüşleri olacaktır! dedi. Kahvaltıya birlikte gittik, Halil gene sordu:
-Sahiden tren istasyonları duvarsız çatı mıdır? Ben buna hiç dikkat etmemişim! deyip kendi dikkatsizliğine güldü. Kahvaltıdan sonra dönüp dönüp arkada kalan köye baktık. Duvarlara yapıştırılmış kırlangıç yuvası gibi toprak evler üst üste, çatısız. Bu kez de o düz kapatılmış durumu çatı yerine sayanlar oldu. Onlara da çatı sözcüğünden yararlanarak savunma yaptık. Çatı, çatmadan gelmektedir. Çatmak bir şeylerin bir birine tutturularak dikilmesi deyince buna da karşı çıkan oldu. Bu kez askerlerin silah çatma durumlarını örnekledik. Silahlar karşılıklı dayanır ayakta tutulur! Halil Basutçu tartışmadan tümden vazgeçti. Öteki arkadaşlar zaten gülmek için karışıyorlardı. Ancak askerlerin silah çatmaları örneğimiz bizim çok işimize yaradı. Bu arada Hasanoğlan köyünde gördüğümüz evlerin toprak örtülülerine çatı değil genellikle “Dam” dendiğini de öğrendik. Namık Öğretmen gülerek:
-Bak, bak, bak! Marangozlar bize konuk geliyor! dedi. Sonra da bizi çok seyrek gördüğü için böyle dediğini ancak işte konuk monuk ayırımı yoktur, olursa herkese ayıp olur. O nedenle siz şimdi, kullanacağınız tahtalarınızı kendiniz taşıyacaksınız. Sanırım bugünkü işiniz bu! dedi. Sekiz kişiyiz ikişer ikişer kalasları, teker teker direklikleri taşımaya karar verip yola çıkarken Ali Yılmaz Öğretmen geldi, bizi durdurdu. Namık Öğretmenle tren yoluna doğru yürüyerek uzun uzun konuştular. Döndüklerinde bize, taşıyacağımız parçaları önce ayırmamızı, ayırım işinden sonra beklememizi söylediler. Kereste yığınına gidip önce kalasları, sonra da direklikleri ayırdık. Kalaslar kesilmeden kullanılacak, direklikler yeri, ne göye boy ölçülüp kesilecek. Kesilme işi kalıp yerinde olacak. Öğle paydosuna dek ayırım işimiz sürdü. Yemeğe giderken yapıcı arkadaşlar bize sordu:
-Neden kaçtınız? Yusuf gene konuştu:
-Siz çatı istemiyormuşsunuz, sizin binaya dam yapacağız! Bu söz yemek süresince de gülme konusu oldu. Bu arada daha önce bilinen “Dam” sözleri anımsandı. ”Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı, “Söylence-deyim. ”Bataklı Damım Kızı Aysel! ” film adı. ”Damdan düşenin acısını damdan düşen anlar! ”Atasözü. .
Bu günkü oyun çalışmamız için Mahmut Bozdoğan’la sözleşmiştik, geldi, Hoş bilezik’le Harmandalı tekrarlandı. Hep birlikte Sivas halayı, Timurağa, Sepetçioğlu oyunları oynandı. Pazartesi öğlede Selahattin Odabaşı ile Ali Yavuz gelecek, Onların Meşeli oyununu gösterecekler. Toparlanıp işbaşı yaptık. Ayırdığımız kerestelerin yanında iki kağnı duruyordu. Önce şaşırdık, sonra da durum aydınlandı. Kağnıcılarla anlaşmalar yapılmış, ara işlerde kullanılacaklarmış. Biz yükledik, onlar önden-arkadan bağladılar, birlikte gittik, geldik. Meğer ayırdıklarımız oldukça çokmuş. Biz taşısaymışız çok zorlanacakmışız. Yusuf Asıl, yavaşça :
-Ali Yılmaz Öğretmen bizi korudu! dedi. Gerçekten de öyle oldu; biz taşımaya giderken geldi, durumu değiştirdi.
Kağnıları gönderince kullanacaklarımızı hazırladık. Binanın kuzey yönünden kalıpları çakmaya başladık. Kuzey yönünde ayrı bir oda var. Odanın yüksekliği gibi kapı yönü de farklı, bizi oldukça zorladı. “Yaptık! ” diyoruz, Namık Öğretmen elindeki planla geliyor, şurası şöyle, burası böyle tamam; diyecekken buradaki şu yerinde değil, deyip söktürüyor. Sonunda “Tamam! ”dedirttik. 3X4 bir oda ile küçük bir giriş. Esas bina bizi çok uğraştıracağa benziyor. Binanın büyük tarafı 30 metreyi buluyor. Üstelik o tarafta ters taraftan merdiven çıkacakmış. Kepirdeki bina büyüktü ama o binanın plânını kolay bulmuştuk. Duvarlar dümdüz sürüyordu; pencere altı, pencere üstü kuşaklarından sonra kat betonu atılıyordu. Bunlarda pencere üstleri bütün beton değil, ağaç yerine ince birer beton konmuş, boydan boya durumu yok. Tavanların beton mu yoksa tahta mı olacağı henüz kesinleşmemiş. Namık Öğretmen belki de şaka söyledi:
-Henüz o aşamaya gelmedik, hele bir gelelim o zaman karar veririz! dedi. Tek katlı olduğundan tahta tavan daha iyi olurmuş. Bu da arkadaşların görüşü. Duvarcılar bize takılıyor:
– İşten kaçmak amacıyla beton olmasını isteyerek, işi bize yıkmak istiyorsunuz! diyorlar. Oysa beton olunca biz de en az tavan yapmış gibi gene kalıplarda çalışacağız.
Arkadaşlar, ayrıldıkları zaman bir birlerini özleyip birlikte çalışmak için can attıklarını söylerken bir araya gelince bu tür tartışmalara girip, işyerini gene dersliğe döndürüyorlar. Ne var ki işyeri geniş alan olduğundan tartışmayanlar için derslik gibi sıkıcı olmuyor. Örneğin ben, Arif ya da Sefer’le, Ahmet Güner’le, İsmet’le rahat konuşabiliyorum. Bizim marangozluk bölümünün konuşmaları döndü dolaştı yarın akşamki tanışma gecesine dayandı. Acaba konuk ekiplerin görmediğimiz ne gibi gösterileri olacak? Olasılıkları öne sürüyoruz. Öne sürdüğümüz olasılıklar çoğaldıkça saçmaladığımızı anlayıp gülüyoruz. Bir ara Namık Öğretmen geldi:
– Siz kendinize yetmeye alışmışsınız, işiniz arasında fısıldayarak konuşmalarınızı sürdürüyorsunuz. Bu bir bakıma güzel de oluyor; “Ne kimseyi rahatsız ediyorsunuz ne de başkalarını sözünüze karışma olanağı bulamıyor! ”dedi. Yusuf Asıl:
– Çalışırken hiç konuşmasak daha iyi olur değil mi öğretmenim? deyince, Namık Öğretmen:
– Yusuf, beni çıldırtma, sen mi konuşmadan duracaksın? 20 dakika sustursam, “Öğretmenim taş taşımaya razıyım, izin ver konuşayım!” diye yalvaracağını biliyorum! dedi. Öğretmenle birlikte hepimiz güldük. Yusuf gülmelerden alınır gibi oldu. Öğretmen Yusuf’u hoşnut etmek için, bu kez:
– Doğal olarak insanların konuşması güzel bir şey. Konuşmak için önce düşünür, düşünceye dayanan sözler anlatır. Bunlar güldürücü de olur, düşündürücü de. Yusuf henüz küçük olduğu için daha çok güldürücüleri deniyor. Bu nedenle de konuşmaları sıkıcı ya da batıcı değil. Bakın onun sözlerinden kimse incinmiyor. Beni göstererek; (Beni göstererek)Bunların yarısını İbrahim söylese onu hepimiz topa tutarız! dedi. Yusuf’un yüzü değişti. Az sonra da öğretmen, Yusuf’a:
– Ne o büyüdüğünü kanıtlamak için susmayı mı düşünüyorsun? diye sordu. Bu kez ben:
– Yusuf'la yarın akşam önemli oyun programımız var, onları konuşuyoruz! dedim. Öğretmen:
– Bakın şimdi, ben o geceye gelmek niyetinde değildim, bunu duyunca gelmemezlik edemem, salt Yusuf’un oyunları için gideceğim! dedi. Bu sözlerden sonra Yusuf doğal durumuna gelebildi. Öğretmen gidince, İdris Destan Yusuf’a:
– Ne oldu sana böyle, küçük bir şakadan bozuldun, öğretmeni de üzdün! dedi. Öğretmenin üzülüp üzülmediği konu oldu. Gönül alma sözlerini öne sürüp, öğretmeni o türlü konuşmaya zorladığı için Yusuf'u yerenler oldu. Olaya tarafsız bakan arkadaşların yorumları sonunda çözümlenmişçe bakarken durum gene gerginliğe döndü. İdris’le Hilmi Altınsoy’un başlattığı sert konuşmalar, İsmet’le Ali Aga arasına sıçradı. İsmet’e, (Ali Aga’yı kastederek) “Uyma şuna! ” dediği için Ali Aga Mehmet Yücel’e çattı. Bu arada Abdullah Erçetin’le Fettah Biricik başka bir nedenle atıştılar. Paydosa yapıcıların dırıltısı arasında ulaştık. Oldukça yadırgamış olarak yola çıktık. Bizim marangozlar grubunda böyle bir durum şimdiye dek kesinlikle olmadı. Onlarda da olmuyor sanıyorduk. Yolda konuşurken öğrendik ki, öğretmen ayrılınca onlarda bu tür takazalar hep oluyormuş.
Yusuf’la birlikte akordiyonu alıp bizi bekleyenlerin yanına gittik. Kapıdan girince Nahide Öğretmenle karşılaştık. Ondan bir çekinikliğimiz yok ama, onu görünce ben Behire Öğretmeni anımsayıp irkildim. Neyse o yokmuş. Nahide Öğretmen de bize göründü, bahçeye, musluklara doğru gitti, geri döndü. Odasına girdi. Onun oluşu şarkıcıları da etkilemiş olacak. Söylenecek şarkıları birer ikişer tekrarladıktan sonra, hemen teşekkür ettiler. Bu, bize ayrılmak işareti gibi geldi, biz de yarın akşam için başarılar dileyip ayrıldık. Fazla bir beklentimiz yoktu ama geçen akşamki yaklaşım sıcaklığı da var denemeyecek bir durumla karşılaşmıştık. Yusuf’la bunu konuşmadık; sanırım olayı ikimiz de doğal karşılamıştık. Yemekte Hasan Gülümser, Rafet Topuz, Recep Türköz, Tevfik Yıldırım bizim masaya geldiler. Onlar işbölümü yapmış, onu söylediler. Sami Akıncı’dan konuşma istediler. Sami, konuşmayacağını söyleyince, Tevfik Uğurlu’nun kısa bir konuşma yapması benimsendi(Onlar zaten bunu daha önce hazırlamışlar). Kızların şarkılarından başka bir de mandolin grubu hazırlanmış. Ben oyunları çalacağım için ayrıca görev almak istemedim. Arkadaşlar, hiç değilse bir parça çalmamda direttiler. Kızların şarkılarından sonra(Onların şarkılarına katılacağım için) bir parça çalmam kararlaştırıldı. Program uygulayıcıları olarak Rafet’le Recep görevlendirilmiş. Böylece bizim oyunların dışında program tamamlanmış oldu. Oyunlar da yarın öğlede kararlaştırılacak. Derslikte gene yarınki eğlenceden söz açıldı, iyi hazırlanılmadığından söz edenler oldu. Halil Basutçu bir süre dinledikten sonra:
– Siz eleştirmeye iyi hazırlandınız, baksanıza görmediğiniz, bilmediğiniz etkinlikler için hazırlanılmamış olduğunu söylüyorsunuz! dedi. Bu söze çoğunluk güldü. Sami Akıncı, Bir benzetme yaptı:
– El gelince kendini över, el gidince dizini döver! Kısa bir suskunluk oldu. Arkasından bu sözün anlamı soruldu. Sami başını bile kaldırmadı. Bekir yorum yaptı:
– Kimi insanlar, birini görünce övünürler, başarılı olduklarını öne sürerler, dinleyenin inanacağını sanırlar. O gidince ise kendi kendilerine başarısız oldukları için dizlerini döverler! Diz dövmenin buradaki anlamı: Ah, vah edip kendi kendine yakınmaktır! Mustafa Saatçi, yapay bir tavırla :
– Ben bu sözün altında kalamam, yarın akşam çıkıp bir gazel okuyacağım! dedi. İsmet, yüksek sesle:
– Sen şaşırdın mı Hafız, gazel okunmaz, söylenir; okunan ezandır. Sen ancak ezan okursun! Yeni bir tartışma başladı: Gazel, okunur mu, söylenir mi? Doğrusu bu söylemleri tam olarak hiç birimiz bilmiyoruz. Sami Akıncı küçük bir açıklama yaptı ama o da doğruyu tam olarak bilmediğini söyledi. ”Gazel okumak! ”deyimi var ama, o bildiğimiz gazel okumak değil, bir deyimdir, tıpkı “Canına okumak! ” gibi. İsmet ise doğruyu bildiğini öne sürüp iddiaya girmeye bile kalktı. İsmet:
– Gazel bir şarkıdır, şarkı okumak denmiyor, onun yerine şarkı söylemek dendiğine göre bir şarkı olan gazelin de okunması gerekir. Abdullah Erçetin marşları örnek verdi. Marşlar da söylenir. Başka bağırmalar oldu: Türküler de söylenir. Mehmet Başaran “Şiirler okunur! ”dedi. Mustafa Saatçi ortada kaldı. Bir süre çevresine baktı, başını sallayarak:
– Ben de gazel söyleyeceğim! dedi. Bu kez de herkes ne yapacağını önce duyuruyor, söyleyeceğin gazeli biz önce dinleyelim! Mustafa Saatçi, bu gece düşüneceğini yarın duyuracağını söyledi. Kurtulacağını sanmıştı. Bu kez ona yardımcı olmak isteyenler çıktı. Önerilere başladılar. Abdullah Erçetin:
– Daha Dün Annemizin şarkısını, İdris Destan, Yalancı’yı, Bekir Temuçin, Kurumuş Dalları, Yakup Tanrıkulu, Mini mini Bir Kuzum var, Herkes gülünce Sami Akıncı da güldü, bir öneride de o bulundu:
– Asker oldum piyade! Mustafa Saatçi bu kez sinirlendi:
– Yeter be! deyip dışarı hızla çıktı. Bu da şaka sanıldı. Geriye gelecek diye beklenirken yat zili çaldı. Yatmaya gidildiğinde, Mustafa Saatçi çoktan uyumuştu. İyi mi oldu kötü mü? Kendi kendime bunu düşündüm. Gündüz, işyerindeki konuşmalar, derslikteki şakalar daha yumuşak olamaz mı? Sonra da İsmet’in savı aklıma takıldı: Neden gazel okunmasın? Şarkı okunmasın, şiir okunsun da söylenmesin? Kafam karıştı. Kitap, söylenmiyor okunuyor. Öğretmen derslerde hep şiirleri okuttu. Bir kez bile bir söyle demedi. Demek burada bir özellik var. Ancak gazel de bir şiir. Aynı zamanda bir şarkı. Hafız Burhan’ın bizde plâkları var. Örneğin Her Yer Karanlık, Ay mı tutuldu diye sürer. Hafız Burhan o plâkta söylüyor mu, okuyor mu? Gramofon dinlerken yapılan konuşmaları anımsamaya çalıştım, kulaklarımda hep: ”Ne güzel söylüyor! ”türü anımsamalar var. Bu anılar arasında “ Okuyor” sözü geçmiyor. Yoruluncaya dek düşündüm. Ancak işin içinden çıkamadım. Arkadaşlar üzerinde durmasa bile ben bu konu üzerinde duracağım. Bakalım İsmet haklı çıkacak mı? . . .
19 Temmuz 1941 Cumartesi….
Uyanınca gene aklıma “Okuma” olayı takıldı. Bekledim açılsın, diye ama kimse oralı olmadı.
Harunların boyadığı bayrak kulesi boyalarını görenler şaşmışlar: O kadar tahta gidecek mi? diye soruyorlar. Böylesi bir bakıma iyi oldu. Mustafa Saatçi da Gaspar-Gabel ustalardan söz etti. Biz, Orhan’la Gabel ustanın adını Mustafa’ya anımsattık. Ancak onlar, Sami ile o konuyu daha önce konuşmuşlar; o nedenle üzerinde pek durmadı. Buna karşın, ustalığı üstüne övgüler yağdırdı. Konuşmalar daha çok akşamki eğlence üzerine sürdürüldü. Kimler ne yapacak? Yeni bir oyun ya da şarkı söylenecek mi? Bizim arkadaşlardan yeni bir şarkı çıkmayacağını biliyoruz. Öteki ekiplere göre bizden değişik olarak kızların ayrıca şarkı söylemeleri olacak. İşbaşı yapınca gene akşamki bıraktığımız yerden başladık. Binanın salon bölümünün derin yanı batı duvarının kalıbına başladık. Sütun az doğusuna kondurulduğu için temelin bir tarafı çok derin gibi görünüyor. Namık Öğretmen” İleride belki bina çevresindeki topraklar açılabilir. Bu nedenle biz, duvarımızı kendi temeli üstüne kuracağız! ”dedi. Bir yandan çalışıyorum bir yandan da duvarcılığa geçmediğime seviniyorum. . Arkadaşlar düpedüz taşlarla uğraşıyorlar. Tuğla neyse ne de taşla duvar örme sanırım çok zor. Bir yandan da akşamki konuşmaları anımsadım: Mustafa Saatçı’nın “Okuma-Söyleme tartışması. Beni çok etkiledi. Kendi kendime çözemeyeceğime de iyiden iyiye inanmaya başladım. Mevlit okuma geldi aklıma, arkasından dua okuma geldi. Bunlar da sesli söyleniyor ama söylenmekle anlatılmıyorlar. ”Mevlit söylüyor ya da dua söylüyor, diyen yok. Gene bir söylem, ”Sinirlenmiş, birisine bela okuyor! ”derler: ”Bela okumak! ”Bir de okutmak sözü var, okulda okutmanın dışında anlam taşıyor. Ali Ağabeyim, arabayla Lüleburgaz pazarına karpuz götürdüğünde; dönünce bazen, “Pazara varmadan okuttum! ”diyordu. Yani karpuzların tümünü sattığını söylüyordu. Kimi zaman da köyde evlenememiş kızı bulunan biri için, “Adam kızını okutamadı gitti! ”derlerdi. Ben bunu ilk kez duyduğumda şaşırmıştım. O ablayı tanıyordum, küçük ablama yakındı yaşı. Bu yaştaki bir ablayı neden okutmaya çalışıyorlar acaba der dururdum. Sonra öğrendim ki buradaki okutma sözü, kocaya vermeymiş Ali Ağabeyimin karpuz okutması da satma anlamına geliyormuş. Bu okuma-söyleme sözlerinin kullanılışında da buna benzer bir değişik durum var ama bunu sezinliyorum da sözcüklerle kesin kez anlatamıyorum. Bir yandan da kalasları çakmaya devam ediyoruz. Salih’le Orhan karşımızda Yusuf’la ben onlara doğru çakarak gidiyoruz. Salih “Yarış var! ”dedi. Buna karşın biz “Yarış yapmıyoruz, iş yapıyoruz!” dedik. Namık Öğretmen duymuş:
-Aferin öyle düşünenlere! diye bağırdı. Paydos edilirken, karşılıklı buluşup son kalasları çaktık. Öğleden sonra da karşı duvarı bitirirsek yarına iki yan kısa duvarlar kalacak. Uyarı üzerine hızla törene yetişmek üzere okula döndük. Töreni Hidayet Öğretmen yönetti. Buna çok sevindim, Behire Öğretmen akşam bulunmayacak. Onun bulunup yanındakilere olumsuz bir söz söylemesini istemiyorum. Yemekten sonra oyunları tekrarladık. Gölköylü Abdullah ile Haruniyeli Mevlut geldi, sanki bizim gruptanmışcasına bize yardımda bulundular. Öğleden sonra çalışırken bir ara Hilmi yanıma yaklaştı:
-Abi ben bir şeyler duydum, senin adın da geçtiği için huylandım, duymamışsan bilgin olsun istedim. Senin tanıdığın bir Gölköylü, bizim kızlardan birine takılıyormuş. Arkadaşların dediğine bakılırsa o bu cesareti senden alırmış. Senden yüz bulmasa bu cesareti gösteremezmiş! Önce şaşırdım, Hilmi’nin tarifine göre o saat anladım. Bize Sepetçioğlu oyununu gösteren Abdullah'tan söz ediliyor. Ben onları konuşurken falan görmedim. Buna anımsatacak bir konuşma da geçmedi. Böyle bir olayın olacağını da düşünemedim. Bu düpedüz bizim sinsi takımının bizim çalışmalarımızı gölgelemek için uydurulmuş bir olay. Mukaddes terbiyeli bir kız, nöbetinde falan karşılaşıp konuşmuşlarsa bunu o yana çevirmek birilerinin işine gelmiştir. Sanırım kızın bundan haberi bile yoktur. Hilmi’ye güldüm, Gölköylüler yakında gidecek, ona “Sazan” diye ad takanlarla Mukaddes burada kalacak, kimse merak etmesin bundan başka hiçbir şey olmayacak. Hilmi:
-Abi bana darılma, ben duyduğumu söyledim! dedi. Ben de:
-Sen de darılma ben de düşündüğümü söyledim! Ayrıldık. Ancak aklım takıldı. Abdullah böyle bir şey düşünüp bize yaklaşmış olabilir. Olursa bundan bizim bir sorumluluğumuz olur mu? Biz istedik çocuk öğle dinlenmelerini bırakıp oyun çalıştırdı. Oyunda kız-mız yok.
Üstelik oynayanların hiç birisinin de kızlarla ilişkisi yok. Hem çalıştım hem de bunları düşündüm. Sili Usta geldi, kalıpları yerleştirmede hatalarımızı buldu. Sökerken çekilecek sıkıntıları anlattı. Toprakla duvar arasındaki boşluğun az oluşu nedeniyle beton kuruyunca tahtaların sökülmesi zorlaşacakmış. Bu kez yer yer pencere yeri kazılmasını önerdi. Söyleneni yaptık; dört beş yerde cepler yaptık. O ceplerin boşluğundan yararlanarak kalaslar daha kolay çıkarılacak. Paydostan önce uzun duvarları tamamladık. Kısa duvarlar açıkta olduğu için sorun olacak bir tarafları söz konusu değil. “Yarın kalıp işimiz bitecek ! ”deyip seviniyoruz. Paydos, paydos olmaktan öte bugün daha anlamlı, dört okul bir arada karşılıklı gösteri yapacak. Gidenlerle de yapıldı ama onlarda bu tür bir işbirliği yoktu, Karşılıklı bakışma, biz şuyuz, biz de buyuz türünden konuşmalar düzeyinde geçmişti. Bu kez ise, “Benim şuyum var, senin neyin var? ” türünden sorgulayıcı bir hava bulunmaktadır. Akşam yemeği de on beş dakika önce verildi. Buna karşın toplantı oldukça geç başladı. Ekiplerden Gölköy’le Arifiye uzun süre beklendi. Onlar gelince de bir süre Çoban Mehmet beklendi. Konuk getirecekmiş, üstelik; “Hemen geleceğiz! ”demiş. Neyse daha çok bekletilmeden gelenler geldi. Çoban Mehmet’in konukları, Köy Muhtarı Ahmet Çakır, yanında dört beş kişilik bir grup. Tevfik Uğurlu kısa bir “Hoş geldiniz! ”dedikten sonra ortak buluşmanın nedenlerini açıkladı. Konuk ekiplerin adlarını sıraladı. . Haruniye ekibinden bir arkadaş okullarını anlatan bir şiir okudu. Bir Gölköylü, bir de Arifiyeli öğrenci kısaca kendilerini tanıttılar. Sıra uyarınca Gölköylüler, şarkı söylediler. Benim hiç beklemediğim bir olay oldu. Gölköylüler üç şarkı söyledi. Ancak o denli güzel söylediler ki, hem şarkıları çok güzeldi, hem de iki sesli söyleyişleri olağanüstü etki yaptı. Çil Horoz, Ilgaz, Ankara Marşı…Arifiyeliler Meşeli adlı bir şarkıyla başladılar, arkasından bir grup kalktı, aynı şarkı ile güzel bir oyun oynadı. O da meşeli, hem söylenip hem oynanıyor. Bir öğrenci Çiçekler adlı bir şarkı söyledi. Haruniyeliler. önce Hoşbilezik, arkasından Harmandalı oyunlarını oynadılar. Bir öğrenci “Öğretmenlerim” adlı bir şiir okudu. Gösteri sırası bize geçerken Haruniyeliler, öğetmenleri Vahdet Kayık’ın adını vererek ondan şarkı istediler. Onlar alkışlayınca alkışlara herkes katıldı. Vahdet Kayık Öğretmen:
-Söyleyeceğim şarkıyı kendim seçebilir miyim? diye sordu. Kendi öğrencileri “Sarı Kurdelemmmm! diye bağırdılar. Vahdet Öğretmen “Sarı kurdelem sarı, Dağlara saldım yari” diye başlayan şarkıyı söyledi. Çok güzel söylemiş olacak ki çok alkışlandı. Biz, mandolin grubuyla başladık. Mandolinler oldukça birliktelikte çalındı. Arkasından bizim oyun grubu, önce Timurağa, arkasından Sivas Ağırlamasını oynadı. Oyunun hemen arkasından. Ahmet Güner, Edirne Köprüsü’nü arkasından Ali Ergin, Musa Güner, Rumeli-İstanbul türkülerini(Alişim, Mahya Dağı, Saray Burnu, Burma Burma)Onları kızlar izlediler. Ben, başlangıçta kızlara ses verdim. Bana göre kızlar da güzel söylediler ama Gölköylülerin sesleri kulaklarımdan bir türlü gitmemişti. Kızlar ayrılırken bizim taraftan “Hidayet Öğretmeni isteriz! ”diye bağıranlar oldu. İstek tekrarlanınca, Hidayet Öğretmen:
-Ben var mıydım bu işte, niçin bana daha önce haber verilmedi? deyince, Namık Öğretmen, işte haber veriyoruz! deyip hem güldü hem de alkışladı. Namık Öğretmeni alkışını coşkulu bir alkış bir izledi. . Hidayet Öğretmen, bir öğrenciden mandolin aldı, akordunu yokladıktan sonra ünlü Kafkas oyununu çaldı, arkasından da Karagöz oyunlarından, esinlenilmiş “Bülbül Olsam şarkısını söyledi. Bir de Karagöz-Hacivat konuşması yaptı. Galiba yapılanların en beğenileni oldu ki alkışlar bir türlü kesilmedi. Gölköylüler önce Çıtırdak, sonra da Sepetçioğlu oyunlarını oynadılar. Gölköylüler, oyunları da şarkıları gibi çok birlikte oynadılar. Arifiyeliler okul şarkıları da güzeldi. Aralarından biri Martılar, Gemiciler, deniz şarkıları söyledi. Selahattin Odabaşı akordiyonla kısa bir parça çaldı. Buna sevindim, cesaretlendim. Trakya oyunu için arkadaşlar çıktı. Bilen de bilmeyen de katıldı. Çok karışıklığa karşın iyi oldu tüm ekipler ortaya çıktı. Yorulup kopmalar başlayınca, Önce İzmir marşını çaldım, arkasından Gülnihal’i tekrarladım. Tevfik Uğurlu, Programın bittiğin duyurunca öğretmenler kalktı…. Bana göre bu birlikte eğlence güzel oldu. Yakınlarımdaki konuşmaları da dinledim. Sonunda:
İster olumlu densin ister olumsuz, bir araya gelinip eğlenildi; bunun üstünde tartışmanın ne anlamı olur? Beğenmeyen hazırlanıp daha iyisini yapsın. Hele hiç katılmayanların akıl vermeye kalkmasını dinlemek bence aptallıktan, enayilikten de öte bir anlayışsızlıktır! deyip akordiyonu yerine koydum.
Yatınca, bizim sınıf arkadaşlarımızın beğenili konuşmaları kulağıma çalındı. Buna sevindim. Konuşmalara katılarak, Gölköylülerin müziklerini beğendiğimi, özellikle belirttim. Gölköylülerle konuşunlar aktardı:
-Onların iyi bir müzik öğretmenleri varmış, kendisi de şarkı besteliyormuş. Şaşırdım…Müzik Öğretmenleri bu denli farklılık gösteriyor demek! Uzanıp yattım. Arkadaşlar uzun uzun eleştiriler, övgüler yaptılar. Bu olayda hiçbir sorumluluğum yoktu. Ama gene de iyi olup bitişinden mutluluk duydum. Rahat bir uyku hak ettiğimi düşünerek gözlerimi kapadım. Gene de aklıma Mukaddes için söylenen sözler geldi. Konuşsalar ne olacak?
20 Temmuz 1941 Pazar…
Meşeli dağlar meşeli şarkısıyla uyandım. Kadir Pekgöz çok beğenmiş ama kavrayamamış, Abdullah Erçetin’den soruyor. Abdullah, maşallah plâk gibi, duyduğunu tıpkı söyleyebiliyor. Bir de çalışsa müzik alanında kimse yanına yaklaşamayacak. Benim çalıştığımın yarısını çalışsa çalmadığı parça kalmazdı. Öteki derslerde de öyle ama çalışamıyor. Uyananların ilk sözü akşamdan kalma oluyor. Haruniye öğretmeni, şarkıcı gibi. Gölköylüler müzikte dört dörtlük. Arifiyeliler, Mehmet Yücel’in benzetmesine göre biraz bizden hatta biraz Edirneliler. Buna gülüyoruz. Edirneliler demek biraz öyle(! )Sefer Tunca, ”Hop dedik! ”diyor. “Dilinizin altında gene ne var? ”Mehmet Yücel, yanıtlıyor:
-Önce bizden dedik, seninle aramızda ne fark var? Kahvaltıda da aynı konuşmalar. Gölköylüler, Ankara gezisine gidiyormuş, iki gün yoklar. Hilmi’ye takıldım:
-Sazan iki gün öksüz kalacak! Hilmi ne demek istediğimi anladı:
-Abi bana söyleme, ben başkasının sözünü söyledim!
-Sen de aynı sözleri ona söyle böylece halka tamamlansın. Kim uydurmuşsa gitsin onun önünde kalsın!
İşbaşı yapmak üzere konuşa konuşa inşaata gittik. Bizim işlerimiz belli, öğretmen gelmeden çalışmaya başladık. Sili Usta geldi, öğretmenden önce gelip işbaşı yapışımızı çok beğendi. Benim kulağıma eğilerek:
– Sana bir arkadaş vereceğim,umarım ondan memnun kalacaksın! dedi. Şaşırdım, şaşkın şaşkın baktım. Usta anlattı, Eskişehir-Çiftelere gitmiş, buraya gelmeden önce de orada çalışmış. Oradaki öğrencileri tanıyormuş, işte oradan çalışkan bir öğrenci buraya gelmişmiş. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç göndermiş. Galiba çocuğun tatilde gidecek yeri yokmuş, o nedenle burada kalıyormuş.Başı boş kalmaması için,benim grubumda çalışmasını uygun görmüş. Sili Usta beni ona arkadaş düşünmüş. Gelecek öğrenci son sınıfa geçti için biraz nazlı olabilirmiş. Sili usta böyle konuşunca daha önce mektuplaştığım 25 numaralı Ali Yılmaz’ı düşündüm. O değilmiş. “Gelince görürüz! ”deyip beklemeye bıraktım. Sili Usta seçtiğine göre herhalde bir sakınca olmayacaktır.
Birden ürperdim:
-Sakın bu daha önce gelen arkadaş olmasın? Temel atma günü Sili Usta’nın yanında duran arkadaş. Belki de Sili Usta’ya bunu genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç değil, şube müdürü Ferit Oğuz Bayır söylemiştir. Çünkü arkadaş onun yanında dolaşıyordu. Nedense birden Sili Usta’ya karşı tavır alır gibi oldum.
Ali Yılmaz Öğretmen geldi, yaptıklarımıza baktı, Sili Ustayı sordu. Gelip gittiğini söyleyince:
– İyi öyleyse, çalışmanıza devam edin, yarın orada çalışacağız, bugün burasını bitirmeye gayret edin! dedi. Binanın güney-kuzey yönleri daha doğrusu kısa duvarları özellikle kuzey duvarı ara duvar olduğundan çabuk bitti. Güney gene çetrefil çıktı. Çünkü o tarafta da gene oda ile merdivenler var. Dar -mar derken karşımıza iki duvar çıkmış oldu. Ayrıca duvarcı arkadaşlarda oradan girip çıkıyorlar, bu da bize engel oluşturuyor. Gene de şakalaşarak çalışıyoruz. Şakalar arasında becerilerimiz, beceriksizliklerimize de değiniliyor. Benim özellikle üzerinde durduğum:
– Kendimizi övüyoruz ama, bizler de boş geçen derslerin eksikliğini taşıyoruz. Bir gün o derslerden iyi yetişmişlerle karşılaşınca üzüleceğiz. Örneğin ben akşam, Gölköylüleri görünce doğrusu üzüldüm! dedim. Bana katılanlar oldu, gülenler oldu. Konu değişti, Eskişehir-Çiftelerden bir 5. sınıf öğrencisinin bize katılacağını söyledim. Son sınıf öğrencisi olduğuna göre:
-Göreceğiz, bakalım onlar nasıl yetişmiş! diyecek oldum. Sözümü bitiremeden Fettah Biricik:
– Bana ne onların bilgisinden, allame olsa umurumda değil! dedi. Ben duymazdan geldim, Bekir Temuçin bir şeyler söyledi, yakında olanların karışık yorumları oldu. İş arasında konu geçiştirildi. Öğle yemeğine giderken nasılsa aynı konu gene dillere takıldı:
– Onlar onu iyi öğrenmişse, biz de bunu yapıyoruz, yollu konuşmalarla yemeğe girdik. Bu kez yemekte, kendimizi eleştirmeye başladık. Kim yanlış düşünüyor, kim doğru düşünüyor? Kimin adı geçse o kaplanlaşıp karşı tarafa saldırıyor. Akşamki etkinliklerden dolayı bugün öğlede çalışmamız yoktu. Dinlenmek için dersliğe gittiğimizde aynı tartışma başladı:
– Alemlerin başarısından bize ne? Sami Akıncı bu söze karşılık verdi:
– Biz öğretmen olacağız, alem, dediğimiz insanlara bilgi dağıtacağız. Bunu yapamazsak o alem, dediklerimiz bize gülecekler! Fetah Biricik bu kez de karşı durdu:
Okuduklarımız aklımızda kaldı mı? Hepsini unuttuk! dedi. İsmet, Bekir, daha birileri:
– Sen unutmuşsundur, herkesi kendin gibi sanıyorsun? diye bağırdılar. Fettah biraz da sinirlenerek:
– Ne konuşuyorsunuz, Sami’den başka var mı içimizde “Eşek davasını ıspatlayacak? Hani öğrenmiştik? Nerede öğrendiğimiz? Kitap okuyordum, başımı kaldırdım, anlayamadım? dedim. İsmet:
– Dayı çabuk davran Fettah sözünden caymadan yanıtla! dedi. Soruyu bir daha tekrarlattım, arkasından da:
– Ben o aptal insanların anlayamadığı teoremi dört yoldan ispatlıyorum! Var mı “Yapamazsın! ”, diyecek? ”deyip başımı kaldırarak baktım. Herkes sustu. Sami:
– Yapılamaz diye bir şey yok, insanlar bir ispatı yeterli bulup her zaman ikinci üzerinde durmaya gerek görmüyorlar. Ancak bir yoldan ispatlanınca başka yollar daha kolay bulunabilinir! dedi. Fettah’a bakarak:
– Sen üzülme, bu sorunu bilenler çıktı, sorunu değiştir başka soru sor! dedi. Arkadaşlar kahkahalar atarak kalktılar. İşbaşı yapana dek bu konu konuşuldu. Bekir Temuçin başta olmak üzere arkadaşlardan merak edenler beni dinlediler. Ben de nasıl yaptığımı, biri dışında üç yöntemi anlattım. 4. Yöntem zaten çok özel, kes-yapıştır, daha doğrusu elişi denemesiydi. Onu da geniş bir zamanda yapacağımı söyledim. Akşama dek Eşek davası sözü sürdü. Neden Eşek davası demişler sorusuna ben, biraz da kasıtlı olarak:
–Eşek gibi inatçıların, bunu öğrenmemek için diretmelerinden dolayı bu ad konmuş! dedim. Bir bakıma da rahatladım. Çalışmaların karşısında olanlar, kendi kusurlarını örtmek için çalışanların heveslerini kırmaya kalkışmaların oldum olasıya karşısındayım, olanak buldukça onlarla cebelleşeceğim. Bu nedenle, elime olanak geçtikçe böylelerine karşı tavır takınıyorum. Bu kez hiçbir kaçamak yolu olmayan, söyleyeni apaçık ortada bırakmayacak bir olanak çıkınca, bunu çok yerinde kullandım, Fettah Biricik tek bir söz söyleyemedi. Üstelik kendisini savunacağını sandığı Sami Akıncı da onunla alay eder gibi bir de kaçamak yol gösterdi:
– Sorunu değiştir! Yani sen bu tür tersliklere devam et, bu mahcubiyet sana yetmez, sen daha kötüleriyle karşılaşmalısın! der gibi bir durum çıktı ortaya. . Nitekim bir ara, Bekir Temuçin, Fettah’a:
– Ne haber, yeni bir soru hazırladın mı? diye sordu. Fettah yutkundu ama bir söz söylemedi.
Paydostan önce biz kalıpları bitirdik. Namık Öğretmen teşekkür etti:
– Kulenizi dikmeye biz de geleceğiz, karşılıklı yardımlarımız sürecek! dedi.
Biraz koştuk ama gene de zamanında Bayrak Törenine yetiştik. Behire Öğretmen gelmiş. Gene titiz titiz bağırdı, çağırdı. O böyle yapınca iyice gözümden düşüyor. Gölköy’deki öğretmeni düşündüm; kesinlikle o böyle değildir. Rahat, olmayan bir insan nasıl müzik öğretir?Alay eder gibi konuşarak, azarlayarak kim müzik öğrenir? Nitekim geleli beri bir şarkı bile öğretemedi. Şarkıdan geçtim, İstiklal Marşını bile doğru söyletemiyor. Çocukları kendine uyduracağına o çocuklara uyuyor. Ben akordiyonla tiz sesleri feda etmez bastırarak duyururdum. Şimdi arkadaşlar tize gitmeden yarı yolda geri dönüyorlar. Yazık, marş giderek bir kaç ses kalına düşüyor.
Törenden sonra okul önünde kümelenenler oldu. Orhan’la kapalı yere çekilip oturduk, konuşmadan öyle baktık. Okula küçücük bir köy okulu, Hangi akıllı yazdırdıysa yazdırmış kocaman harflerle küçücük binanın aralıklarına Hasanoğlan Köy Enstitüsü. yazılmış. altındaki çerçeve kim bilir ne zaman bozulmuş, cam kırık, delikler yarı kapatılmış yarı açık, duvar sıvaları yere dek dökülmüş. Orası köy okulu mu Köy Enstitüsü mü? Orhan yazıyı yeni gördüm, ya da dikkat etmemiştim, belki de yeni yazıldı, Çoban Mehmet’in marifetidir! dedi.
Köy Okulu binası
Bizi görenler geldi. Kızlara baktığımızı sananlar oldu. İdris Destan kimi gözetlediğimizi sordu. Gelenlere yazıyı gösterdik. Yusuf Asıl “O yazıyı Hüsnü Baykoca yazdırmıştır! Dedi, iddiaya girmeye kalkıştı. Gerekçesi de şuymuş:
– Çoban Mehmet oraya Kepirtepe Köy Enstitüsü yazılmasını düşünmüştür. Buna sinirlenen Hüsnü Baykoca ondan önce davranıp oraya Hasanoğlan yazısını kondurmuştur. Arkadaşlar Yusuf’un buluşuna hayran kaldılar. Yemeğe giderken de, yemekte de konumuz bu oldu. Dersliğe dönünce bile bir süre bu konuşuldu. O yazının ne zaman yazıldığı konuşulurken en ilginç çıkış Kadir Pekgöz’den geldi, uzun uzun güldük. Kadir:
– O yazı geldiğimizde orada vardı! dedi, bir süre de diretti. Mustafa Saatçi “Sapanla atarak yazdığını, İsmet dün gece herkes eğlenirken yazdığını, Mehmet Yücel Rasim Dereli’nin rüyasında(Rasim’in gece rüyasında kalkıp gezdiği herkesce biliniyor)yazdığını söyledi. Mehmet Aygün kızların yazmış olabileceğini ileri sürdü. Yatmaya giderken arkadaşların çadırın önünde duraklayıp yazıya yeni görmüş gibi bakmaları hayli ilginçti. Yazı bugün konmuş gibi herkes dönüp dönüp bakarak söylendi. Camların kırıklığı, çerçevenin bozukluğu iyiden iyiye herkese dert oldu. Mehmet Yücel sonunda:
–Sizin amacınız pencere gözetmek değil pencerenin arkasındakileri gözetlemek ama yanılıyorsunuz. Orası, tuvalet değil depo, siz gidip arka pencerelerin durumunu araştırın! dedi. Bir süre kıkırtılar, takılmalar sürdü. Orhan’la oraya oturmasaydık, Orhan o yazıya bakmasaydı, arkadaşlar bu gece ne konuşacaklardı? diye kendi kendime sordum. Oysa o yazı üstünde geçmiş günlerde tartışıldı, Selçuk Korol Öğretmen arkadaşların önce dikkatini çekti sonra da araştırılmasını istemişti. Demek arkadaşlar bunu tümden unutmuşlar ya da anımsamak istemediler. Bundan bir sonuç çıkarmayı tasarlarken biri ranzamı sallandığını duyar gibi oldum. Ranzamın bir daha sallanıp sallanmayacağını beklerken, gözlerimi açtım. Ranzam durmuş, ses mes de yoktu. Gözlerim gene kapandı.