Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

26 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Seçerek Okunan Kitap Etkilerini Sezme, Daha Bilinçli Seçime Yöneliş

 

 

10 Ağustos 1942 Pazartesi

 

Hani yataklar dışarı çıkarılacaktı? Sorusu birden ortalığı karıştırdı. “Ne olacak yataklar dışarı çıkınca? Temizlik yapılır, yataklar havalanır!”Arkasından gülmeler. Konuyu ilk ortaya atan Hilmi Altınsoy’muş. Takılmalar ona yöneldi:

-Hilmi, işten sıvışıp güneşte yatmak istiyor. Hilmi söylenenlere aldırmıyor:

-Siz ne derseniz deyin, ben uykum gelince nerde olsa uyurum. Siz de öylesinizdir ama, bunu mertçe söyleyemezsiniz, siz de öyle bir mertlik göremiyorum! “Mert Hilmi!” söylemleri arasında dersliğe gittik. Derslikte bir duyuru:

-Son sınıflar bugün yataklarını düzgün olarak, bahçenin mısırlık tarafına çıkaracaklar. Açıklayıcı bilgileri nöbetçi öğretmeni verecektir!Sonunda, “Kaşıntıları önleyici bir girişim yapılıyor!” diye sevinenler oldu:

-Ne önlem alınacak ki? diye soracak oldum, türlü yanıtlar öne sürüldü ama benim aklıma hiç birisi yatmadı. Kahvaltıdan sonra yataklarımızı mısırlığın az doğusuna sıraladık. Yataklarımız, taşınırken biraz tartaklandı. Açıp düzeltirken gözden geçirdim, köyde zaman zaman karşılaştığım o tür canlılardan bir şeyler göremedim. Yatağımı güzelce toplayıp gene her günkü duruma getirdim.

Atölyede toplandık. Arkadaşlar İrfan Öğretmene sordu:

-Ne olacak şimdi? İrfan Öğretmen, kendi öğrenciliğinde de böyle durumlar gördüğünü, tahta kurusu sorununun yatılı okullarda hep olduğunu, yerine göre çareler bulunduğunu anlattı. Bizim ranzaların alevden geçirileceğini söyledi. Öğretmen sözünü tamamlarken Nazmi Aybar Öğretmen geldi, İrfan Öğretmenden iki yardımcı istedi. . İrfan Öğretmen Recep Kocaman’la Hasan Üneri ayırdı. Arkadaşlar Nazmi Öğretmenle birlikte gittiler. Bir süre sonra İrfan Öğretmen bizi de ikişer ikişer yatakhaneye gönderdi:

-Merak ediyorsunuz, ne yapıldığını görün!dedi.

Su ibriklerini andıran bir yuvarlak metal kutudan su yerine alev püskürterek ranza köşelerinin yakıldığını gördük. Ranzaların yakılması uzun süre konuşma konusu oldu. Yusuf :

-O yakıcıdan bir tane alıp sivri sineklerden korunacağını, Mehmet Aygün ise sütlü mısır pişireceğini söyledi. Herkes kendine göre yakıcıyı bir işte kullanma yarışına girmiş gibi olasılıklar öne sürdü. Hilmi bu kez bana da sordu:

-Abi sen de bir işte kullan şunu!Hilmi'ye bir süre baktım. Hilmi'nin çocukluğu üzerinde, gülmek istiyor, belli, Ben de:

-Parasını sen verirsen bir tane alır, Yakup Tanrıkulu'na hediye ederim! dedim. Arkadaşlar hep sustular, sözümün arkasını ilgiyle beklerdiler. Ben, sakin sakin, “Arkadaş, sigarasını rahat rahat yakar!'”dedim. Herkes güldü. Hilmi:

-Olmaz vallah, Yakışıklının sigarası için para vermen!diyerek sözünden döndü.

Öğle yemeğindeki konuşmalarımız hep ranza, tahtakurusu, kaşıntıdan kurtulma yolları üzerinde toplandı. İrfan Öğretmenin dediğine göre tahtakurusu salt tahta karyolalarda değil demir karyolalarda da olurmuş. Onlar demir karyolalarda yatmışlar ama gene de tahtakurusu huzursuzluğunu yaşamışlar. Yemekten sonra Hasan Üner’le Recep Kocaman bize daha açıklayıcı bilgi verdi. Yakma yerine ilaç da sürülüyormuş ama o ilaç günlerce kokuyormuş. Yakmanın etkisi önümüzdeki kışa dek sürermiş. İlk büyük sevinç Yusuf Asıl’dan geldi:

-Seneye biz nasıl olsa yokuz!Gene bir tartışma başladı:

-Sene ya da gelecek yıl ne zaman bitecek, biz ne zaman okuldan ayrılacağız? Nisan 1943 sonu ile Ekim 1943 ayları arasında, değişik tarihler öne sürüldüğünden, görüş birliği sağlayamadık. Bu yılki sınıf geçiş muştumuzu Müdür Bey 23 Nisan töreninden sonra söylemişti. Her halde seneye de o zamanlar okulu bitiririrz. Bu okulu bitiririz sözüne, Salih Baydemir güldü:

-Bu okulu bitiririz sözü biraz yerinde söylenmiyor. Okulu biz mi bitireceğiz; yoksa bize “Siz artık gidin!” mi diyecekler? ”Bir süre de buna güldük. Ben, bizim köyün eğitmeni Mustafa Ağabeyin bana anlattığını arkadaşlara, onun bana anlattığı gibi tekrarladım. Mustafa Ağabey:

-Eğitmen kursuna girdiğimiz ilk günden başlayarak; “Kursu bitirebilirseniz, şunu yapacaksınız, kursu bitirebilirseniz şunu alacaksınız deyip sürekli korkutucu konuşmalar yaptılar. Biz de bu kesin konuşmalar karşısında tam sekiz ay kuşku içinde yaşadık. Oysa kursun son günü suyu getiren de destiyi kıran da “Eğitmenlik yapar” belgesini aldı!”demişti. Biz de şimdiye dek sınıfları böyle geçtik. Her ne kadar Müdür Bey, önümüzdeki sene Meslek Bilgisi derlerinin 6 saat olduğunu söyleyerek dikkat çektiyse de, bu da bir korku verme amaçlı deyiş olabilir. Yusuf Asıl konuşlamardan sıkıldı, gülerek İrfan Öğretmene:

-Öğretmenim, öğrendik ki, tahta kuruları yanık tahtalardan kaçıyorlar, öyleyse biz de yaptığımız bu yeni ranzaları da yerine, yakarak koyalım!Yusuf bunu güldürmek için söyledi, öğretmenin şaka olarak tepkisini beklerken İrfan Öğretmen, durdu Yusuf’a ciddi ciddi bilgi verdi. “Tahta kuruları yanık tahtadan kaçmaz. Tahtalar arasına giren yavruları yok etmek için yakılıyor!”diye, içtenlikle yekrarladı. Yusuf durumu anladı ama, gerçek niyetini açıklayamadığı için yeni öğreniyormuş gibi çaresiz başını salladı. Yusuf’un kendi diliyle düştüğü sıkıntılı durumunu uzaktan gülerek izledik. Paydos olunca topluca yataklarımızı alıp yerlerine yerleştirdik. Yatakhanede belirli bir is kokusu var ama, kapılar pencereler açık:

-Siz yatana dek kokular gidecek!” dendi.

Yatağımı düzeltince dersliğe giderek Karamazof Kardeşleri okumaya başladım. Sanırım anlamakta zorlanacağım bir kitapla karşı karşıya kaldım. . Giriş, kısa kısa numaralanmış parçalardan oluşuyor. İlk dört numarayı(16 sayfa) okudum. Ancak ikinci okuyuşumdan sonra anlar gibi oldum. Sanırım daha önce romanlardan öğrendiğim iki baba tipine bir üçüncü baba tipi ekleyeceğim. 1: Gorio Baba, 2: Grandet Baba. 3: Karamazof Baba…. . Ancak bu üçüncü için kesin konuşmak daha erken…Ben öyle sanıyorum. Bu kitap oldukça karışık olaylar içinde kişileri tanıtmakla başlıyor. Önce, 13 yıl önce işlenmiş cinayetle söze başlamasına şaştım. Ölen bir insanın kendisinden çok çocuğunu anlatması, daha doğrusu çocuğunun başından geçenleri anlatmasını bir türlü anlayamadım. Sonra kendime göre özetledim. Baba, açıkgöz bir kişi, dalavereci ama kendini olduğundan başka gösterebilen bir tip. Varlıklı bir kızı kandırıp evleniyor. Kızın getirdiği varlıklarla bir süre yaşıyor. Kadın da oldukça cesur biriymiş, birkaç yıl direndikten sonra bir öğrenciyle anlaşıp kocasını terk ediyorıyor. Salt kocasını değil, küçük çocuğunu da bırakıp idiyor. . Baba çocuk bakacak türden değildir. Kaçan annenin kardeşi ablasının oğlunun bakımını üsleniyor. Çocuğun bakımını üslenen dayı çok varlıkla ama Paris’te yaşayan biri. Gene oraya dönüyor. Bu kez de kız kardeşi ağabeyinin görevini üsleniyor.

Bu kısa bilgiyi edinmek için ilk dört bölümü iki kez okudum. Konulara karışan adlar çok uzun. Bu nedenle daha önceki bazı kitaplarda yaptığım gibi kişileri önce tanıdım. Baba olarak olayda tanıdığım kişi:

-Piyador Pavloviç Karamazof. Ben bunu baba Karamazof olarak kişielştirdim. . Baba Karamazof’’u terk eden ilk karısından bir, sonra evlediği 2. karısın iki olmak üzere üç oğlu olmuş. En küçüğü Aleksi, En büyüğü de Dimitri. . Dimitri Baba Karamazof’un ilk karısından. Böylece baba Karamazof’un iki kez evlendiğini öğreniyoruz. . Dimitri ilk karısından , öteki oğulları İvan’la Aleksi de ikinci karısından. Baba Karamazof daha girişte çok kötü olarak tanıtılıyor. Görünüş olarak endamlı biri olduğundan insanları kandırması kolay oluyormuş. Bu görünüşüne kurnazlığı ile hilekarlığı da katılınca baba Karamazof, istediğini yapabilen, tuttuğu dalı koparabilen biri olarak ün salmış. Örneğin oldukça varlıklı bir aile kızı olan Adelayid Miyusov’u kolayca kandırıp onunla evlenmiştir. Adeyaid Miyusov’ûn getirdiği oldukça yüklü drahomayı(25. 000 ruble) kısa zamanda kendi istekleri doğrultusunda harcamuştır. Bu evlilik için yazar, fazla bir şey söylememiş ama herşeyi açıklaran bir örnek vermiştir. Şekspir’in (Hamlet) Ofelya’sı. Kız kendini yüksek bir tepeden denize atmış. Böylece Adelayid İvanovna da baba Karamazof’la evlenirken bir bakıma intihar etmiştir. diyor. Baba Karamazof- Adelayid evliliğinden Dimitri doğmuştu. . Dimitri üç yaşına girdiğinde anne baba geçimsizlikten çocuğun bakımını başkasına bırakırlar. Baba Karamazof çocukta falan değildir. Bayan Karamazof oğlu Mitiya’sını(Dimitri adının kısaltılmış şekli) bırakmak zorunda kalır. Öyle ki, varlıklı bir aile içinde yetişmesine karşın oldukça yoksul bir öğrenciyle kaçar. Baba Karamazof çocukta falan değildir. O kendi dünyalık isteklerinin arkasına düşmüş olarak yaşamını sürdürür. Çocuk Dimitriyi bir süre ailenin eski hizmetçilşerinden biri bakar. Dimitri’nin varlıklı büyük annesi, büyük babası Moskova’da yaşamaktadırlar. Ancak yaşlı olduklarından torunlarına el atamazlar. Zaten önce biri, bir süre sonra da öteki ölür. Ölüm olaylarından sonra Paris’te yaşamakta olan Adelayid’in yeğeni Aleksandraviç Miyusov geri döner. Gelir gelmez de Dimitri’yi yanına alır. Dimitri rahata kavuşmuştur. Baba Karamazof karısının kaçmasından, oğlunun elinden alınmasından etkilenecek bir insan değildir. Gönlü eğlencelerde, kurnazlıklardadır. Gezip tozarken bir güzel bulmuş, peşine takılmıştır. Sofia İvanovna. Daha çocuk yaştadır ama güzeldir. Bir Zangoç kızı olan Sofia çocuk yaşta öksüz kalmış, onu yanına alan bir generalin eşi (General Vorokov) yetiştirmiştir. Sofia iyi yetişmiş olmakla birlikte bir el evinde olmanın ezikliği içindedir. Baba Kramazof isteyince hemen olumlu bir tavır alır. Ancak Vorokov ailesi damat adayının pisliklerini araştırınca reddederler. Baba Karamazof, hileli yöntemlerini kullanarak Sofia’yı kaçırır. Sofia çocuk gibidir;bir evi olduğundan, kendi evinde, sıcak aile yuvasında yaşamını sürdürme düşlerinin gerçekleştiğine inanarak mutluluğa yaklaştığın sevinir. Ancak baba Karamazof çirkef huyundan vazgeçmez. Evine gelip giden düzen bozucularla, ahlak yoksunlarıyla, tefecilerle ilişkilerini arttırarak sürdürür. Bu arada Sofi birkaç yıl ara ile iki çocuk doğurur. Önce İvan, evliliğin ilk yılında, Aleksi de üçüncü yılında doğar. Sofia, Baba Karamazof’un yaptıklarına fazla dayanamaz. Belki de var olan bir illetin depreşmesi sonucu evliliklerinin 8. yılında ölür. İvan’la Aleksi de tıpkı Dimitri gibi yaşlı Grigori eline kalmıştır. Bir süre sonra Sofia’ya bakan general’in eşi çıkar gelir. Çocukların acınacak durumlarına üzülür. Onlardan izin almadan kaçan Sofia için iyi sözler söylemez. Bu sıra baba Karamazof gelir. General eşi çocukların durumunu göstererek baba Karamozof’a hakarete başlar;hızını alamaz iki de tokat atar. Bayandan tokat yemiş olan baba Karamozof, yerlere kadar eğilip teşekkür eder. Bayan, tıpkı vaktiyle Sofia’ya baktığı gibi, onun çocuklarının bakımını da üstüne alır. Baba Karamazof ise yediği tokatları kendisi için bir övünç olayı olarak önüne gelenlere anlatır. Birden bire başımı kaldırıp:

-Vay canına!dedim. Halil dirseğiyle dürttü:

-Sen uyumuyormuydun? diye gülerek sordu.

Zil çaldı, okuduğumu yarın anlatırım, çok ilginç!dedim. Kitap karışık anlatıyor ama, okuyup geçince olaylar insanın aklında düzelerek kalıyor. Önce kalabalık gibi sandığım kişilerin hemen hemen hepsini tanıtım. Kötü baba, ilk eşi, kaçan anne Adelayid, . ikinci eşi zavallı Sofia, büyük oğul Dimitri, ikinci oğul İvan, üçüncü oğul Aleksi, evin uşağı Grigori. Şimdilik bunları tanıdım. Bunların da adları değişik söyleniyor: Örneğin Dimitri, Mitiya, Aleksi, Aliyoşa. Böylece adlar söyleyiş olarak çoğalıyor. Gene gene okuyarak onları da tanıdım. sayılır. Yatınca da romandan çok, koca romanın kısa girişinde bile kadınların, kızların her yerde benzer olaylar içinde hep zararlı çıktıklarını düşündüm. Baba Karamazof’un iki karısı da kendileri isteyerek o berbat adama gittiler. İkinci kasrısı Sofia için çaresizdi demeye dilim varmıyor. Besbelli onun çok iyi bir koruyucusu varmış ki on yıl sonra bile kadın gelip onun çocuklarına sahip çıkıyor. Üstelik onu ölüme terkleyen acımasız kocasını bir güzel de tokatlıyor. Demek ki Sofia kaçmasaydı, ona bakıp büyüten o iyi insanlar kuşkusuz kendisine daha uygun bir yaşam hazırlayacaklardı. Sofia’nın durumuu Küçük Ablama benzettim. Ablam da birini sevdiğini sanıp kaçmıştı. Gerçekten sevmiş olabilir ama, kendi öz ablasının ailesini bırakıp tanımadığı bir aileye gitti. O ailenin büyüğü anne öldü, kızı da ayrılınca ablamlar karı koca iki kişi kalıverdiler. Eniştem asker olunca ablam yapayalnız kaldı. . Eniştemin ilk askerliğinde ablamın yanında ben kalmıştım. O olay öyle geçiştirilmişti. Bir kaç yıl sonra da ikinci askerlik çıktı, geldi. Ablacığım bu kez de küçük çocuğuyla dımdızlak ortada kalıverd. Gerçi bizim aile onu yalnız bırakmadı ama, ablamın çektikleri de az sayılmaz. Ne olur du, kaçmasaydı da ailesiyle anlaşarak evlenseydi? Baba Karamazof’un ilk karısı Adelayid de öyle;ailesinin karşı olmasına aldırmadan kendini belaya sokmuş. Bütün varlığını kaptırması bir yana minicik çocuğu Mitiya’sını bile bırakarak kaçmak zorunda kalmış. Nitekim yazar Dostoyevski de belirtiyor: ”Kızlar, tıpkı Ofelya (Şekspir’in Hamlet ‘indeki kızı) kendilerini yükseklerden derinlikteki kayalığa bırakırlar!”Bu benzetme, ”Kızlar, evleneceği zaman yeterince inceleyip sık dokumazlar, yani düşünmezler demek oluyor. Gerçekten bu, tüm romanlarda böyle gösteriliyor. Madam Bovari, Anna Karanina, Kırmızı ve Siyah, Eugenie Grandet, Izlanda Balıkçısı v. b. romanlarında hep bu durumla karşılaştım.

 

11 Ağustos 1942 Salı

 

Mustafa Saatçı uyanmış, “Kaşınanlar elini kaldırsın” diye sayı saptamaya çalışıyor. İdris Destan, Hilmi Altınsoy, Bekir Temuçin kaşındıklarını söylediler. Mustafa Saatçı gülerek:

-Tamam, üç kişi, az ama yeter!”deyince arkadaşlar ilgiyle sordular. “Hafız ne düşünüyor? ” Mustafa Saatçı:

-Ben ne düşünecek mişim? Verilen bir görevi yapıyorum!deyince hepimizin ilgisi arttı:

-Ne görevi bu? Mustafa Saatçı açıkladı:

-Tahta kuruları bazı insanların bedenine tıpkı tahtalara yapıştıkları gibi yapışırmış. Eğer böyleleri varsa onlar da tıpkı ranzalar gibi alevden geçirilecekmiş. Sözde Nazmi Aybar Öğretmen bunun soruşturmasını Mustafa Saatçı’ya bırakmış. Mustafa Saatçı’nın Nazmi Aybar Öğretmen’le çalıştığını bildiğimiz için bu sözüne inananlar oldu. “Ay yazık, alev de olsa ateştır, yakar!”sözleri ortalıkta dolaşınca, başta Hilmi Altınsoy olmak üzere İdris Destan’la Bekir Temuçin kaşınmadıkları halde şaka olsun diye söylediklerini, ancak İmam Mustafa’nın söylediğinin de gerçek olmadığını öne sürdüler. Bir yığın patırtıdan sonra hepimiz güldük. “Kaşındım!” diyenlerin yalancılığı bir yana Mustafa Saatçı’nın hemen uydurduğu, inandırıcı bir tarafı olan şakanın yerindeliğini hep beğendik. Olayın en ilginç yanı da, Mustafa Saatçı kapıdan çıkarken Ali Aga’nın:

-Aferin Hafız Mustafa, bugünkü şakanı beğendim! demesi oldu. Dersliğe gidince dikkatler Ali Ağa’ya döndü. Mehmet Yücel sordu:

-Ali Aga, İmamın bundan önceki şakaları arasında beğendiğin hiç yokmuydu? Ali Aga gülerek yanıtladı:

-Vardı ama sen üzülmeyesin diye onlarda hep sustum!Hayda bu kez de Mehmet Yücel dile dolandı. Mehmet Yücel gülerek:

-Alacağın olsun Kaz Ali!deyince de bu kez Ali Aga:

-Senin de vereceğin olsun Kes Mehmet!demesi hepimizi güldürdü. Bir çoğu salt Mehmet Yücel’e takılmak için:

-Kaz Ali, sana Keş Mehmet!demek istedi, diyerek kızıştırmaya kalktılar ama. Ali Aga buna olanak vermedi:

-O bana kaz, yer kaz anlamında söyledi, ben de ona kesmek sözünden, “Kes!” olarak yanıt verdim!”deyince takılmalar durdu.

Kahvaltıda çay-peynir, neşemizi arttırdı. Gazetede okuyan olmuş, şekerli yiyeceklerin yapılması serbest bırakılmış. Şekercile, eskiden olduğu gibi her türlü yiyeceği yapıp satıyormuş. Bu da sevindirici bir haber olarak neşemizi arttırdı. Hilmi Altınsoy:

-İnanamıyorum bize gene tatlı verecekler mi? Mehmet Aygün yanıtladı:

-Yavaş ol, önce onu parası olanlar yiyecek, onlar doyduktan sonra bize de birşeyler kalırsa ucundan ucundan zaman içinde tadacağız!Yusuf Asıl:

-Ben o kadar bekleyemem, cumartesi günü gidip Lüleburgaz’da istediğim kadar tatlı yiyeceğim!Yusuf’un önerisi beğenildi, cumartesi günü Lüleburgaz’a topluca gitme kararı alındı.

Atölyede ranzaları çatmaya başladık. Çakanların birbirini uyarmaları ilginç:

-Sık çakın, aralara tahtakurusu giremesin!Bir ara İrfan Öğretmen duymuş, gülerek:

-Sizi bu tahtakuruları korkutmuş, aklınızdan silemiyorsunuz!dedi.

Öğle yemeğinde karpuz verildi. Geçmiş yıllarda olduğu gibi gene siyah karpuz. Bana göre bunlar Tekirdağ karpuzu. Bizim masada beş Tekirdağlı arkadaş, Hilmi, Yusuf, Hasan, Salih, Harun var, onlar karpuzları tatlı bulunca ben sustum. Gerçkte karpuzlar tatsız değildi ancak biraz sertti. Benim karpuzlar gene anıldı, ben de sözümü yerine getireceğime bir daha söz verdim. Cumartesi günü arkadaşlarla Lüleburgaz’gidince Pazar yerine köyden gelen olursa onlardan alıp arkadaşlara taşıtmayı düşündüm. Özellikle Yusuf Asıl’a taşıtmak istiyorum. Ekmek olayında İsmet’le yarattığı gerginliği bir türlü unutamıyorum.

Öğleden sonra önce Hamdi Bağ Öğretmen geldi, üzgün bir sesle:

-  Naci Öğretmenininz resmen ayrılmış durumda;kendi askerlik şunesi ile Lüleburgaz Askerlik Şubeleri arasındaki aksak haberleşme sonunda bir üst makam sayılan Askerlik Dairesi, sevkine karar vermiş. Bu durumda Milli Eğiim Bakanlığı çaresiz kalıp diretmekten vazgeçmiş. Naci öğretmeni uzun bir tatilden sonra gelecektir, umudumuz sönmüş durumda!dedi. Sustuk kaldık. Çocuksu tavırlı ama gene de içimizde en cesur Yusuf Asıl çıktı, Hamdi Öğrtemene sordu:

-  Sizin işiniz ne oldu? ”Hamdi Öğretmen:

-  Gerçekleri sizden saklamanın bir anlamı yok, ben de, sanırım iki ay kadar burada olacağım, ondan sonrası benim de garantili bir sürem yok gibi!İrfan Öğretmen geldi. Olayları bildiği için bakışlarımızdan anladı:

-  Sağlık olsun, hepimiz birgün buradan ayrılacağız. Ayrılıklar üzüntülüdür ama gene kavuşma isteklerimiz bizi umutlandıracak, bunun mutluğu ile sabredeceğiz!dedi.

Hamdi Öğretmen çatılmış ranzalara baktı, beğendiğini söyledi. Öğretmenler kendi tezgahlarına oturup uzun uzun konuştular. Hasan Üner birara yanlarına gitmişti. Döndüğünde:

-  Sanırım Okul Müdürü için konuştular

-  Bakanlıktakilerin gözünden iyice düşmüş!sözü edildi. Hamdi Öğretmen böyle deyince İrfan Öğretmen de :

-  Uzun zaman aynı yerde kalınca böyle olur!demiş.

Paydosta bir süne bunu tartıştık. Ben uyarıda bulundum. Okul Müdürü olmayabilir. Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel ya da Salih Ziya Öğretmenler neden olmasın? Bunu başkasına söylersek yalancı durumuna düşeriz!Arkadaşlar beni haklı buldular. Nedense birden çalışma hevesim kaybolduBen de arkadaşlarla birlikte çıktım. Bir süre futbol oynayanlara baktım. Oynamak neyse ne de, oynayanlara bakmak çok tuhafıma gitti. Bizim sınıfın yarıdan çoğu oyun izliyor, oyuncuları eleşririyor. Bana takılan oldu:

-  Nasıl oldu da geldin? hani futbol sevmezdin!Bunu diyenlere verdiğim yanıt çoğunu şaşırttı:

-  Son İngiltere-Türkiye maçını izledikten sonra böyole çoluk-çocuk oyunlarına bakamıyorum!dedim. Hilmi Altınsoy birden:

-  AtıyorsunAbi, nerede gördün son maçı? diye sordu. Ötekilerde bana bakınca anımsattım:
-Siz de yanımdaydıız ama unuttunuz 29 Ekim 1941 günü Ankara Stadyumunda izlediğimiz maçtan söz ediyorum. 2-1 olarak biz kazanmıştık!Anımsadılar, gülüştüler, unutkanlıklarını yaşlarına bağladılar. Benim belleğimi de ıskalayıp, tuttuğum notlara bağladılar. Bir bakıma top oynayanları izlemem iyi oldu. Dersliğe daha sakin döndüm. Romanı okumaya başladım. Şimdilik Karamazof ailesini tanıyorum. Üç kardeş birden büyümüş olarak karşıma çıktı ama zaman zamamn çektikleri sıkıntılar araya sıkıştırılarak ucubdan ucundan anlatıldı. Saltg Dimitri ya da Mitiya'nın, nasıl yetişti şimilik pek belli değil. Sanırım iyi bir eğitim göremedi. Böylece 30’lu yaşlarına gelip dayandı. Babasının o değişmeyen kirli yaşamını iyi tanıdı. Babasından ayrı bir yol tuttu ama, onun durumuna da engel olmadı. İvan’la Aleksi de biri yirmi dört, öteki yirmi yaşlarına girdiler. Onlar da baba Karamazoftan farklı yaşam yolu seçtiler. Ancak, beğenmedikleri bu yaşam nedeniyle baba Karamazof’a sırt çevirmediler. Bu romanın ilginç bir yanı var; yazar, ara ara bu kişileri, ya da çevresini kendi anlatıyor. Bakıyorsunuz anlatılmakta olan bir kasabayı ya da kişiyi tanıdığını söyleyerek sözü uzatıyor. İlk girişte de bunu yapmıştı. Kızların çoğunu Ofelya’ya benzetmesi gibi.

Ayrıca yazar, bana göre üç kardeşi anlatırken de ilgin tanıtma yapıyor. Söz gelimi en küçük kardeş Aleksi’yi kendisi görmüş gibi, bir bakıma kendi beyeni ölçüleri içinde anlatıyor. Aleksi’nin ilerde ötekilerden çok farklı olacağı daha ilk tanıtmada besbelli oluyor. Başka yazarlar da beğendikleri kişileri övüyor ama, buradaki gibi, gördüm, tanıdım türü konuşmalarla tanıtım yapmıyor. Örneğin:

-Okuyucularım, benim bu kahramanımı belki papaz cübbesi altında solgun yüzlü, sıska ve dini vecibelerin ateşiyle erimiş bir mahluk diye düşünmüşlerdir. Hayır, Aliyoşa’nın(Aleksi’nin halk dilşinde bozularak söylenişi) bilakiz on dokuz yaşında güçlü kuvvetli, güzel ahenkli bir vücudu ve sıhhat fışkıran bir yüzü vardı. Uzun boylu idi. Kestane renginde saçları, biraz uzunca fakat pek tenasüplü bir çehresi ilk bakışta göze çarpardı. Yanakları tutuşmuş gibiydi. İri, koyu ela gözleri, biraz düşünce, fakat sakin bakışlıydı!Bu sözler bence düşüncelerdeki kişilerden çok bildik kimseleri anlatırken söylenebilir. Ayrıca yazar büyük oğul Mitiya (Dimitri)’yı anlatırken:

-Zaman zaman kendisine gönderilen paralar ona az görünüyor. Kendi servetini olduğundan fazla sanıyordu. Nihayet dört sene sonra işi kökünden halletmek üzere tekrar gelince, verilen hesapların içinden çıkamadı. Bunlar çok karışık şeylerdi ve delikanlıya sıfırı tükettiğini gösteriyordu. Mitiya aldatıldığından kuşkuya düştü. Korkunç bir hiddetle kendisinden geçti. ROMANIMIN BİRİNCİ CİLDİNDEki OLAYLAR, ve bu kavga yüzündendir ki, delikanlı olayla ilgili görüldü.

Şimdi artıkFiyodor Pavloviçi’in öteki iki oğlundan bahsetmek ve asıllarını anlatmak zamanı gelmiştir!

Belki dikkatimden kaçmış olabilir ama ben, anımsadığım romanlarda böyle konuşmalar görmedim. Yüzlerce olay, daha fazla insan tanıtılıyor ama bu tür bir tanıdık romana sokulmuyor. Acaba bu anlatış biçimi, yazarın bir özelliği mi? Bi, zim eski yazarlarımızda da bu tür anlatış vadır. Oysa onları Fikret Madaralı Öğretmenimiz derslerinde eleştirmişti. (Bunu ilk gördüğümde soracağım)

Aliyoşo papaz olmak ister. Kısa zamanda kendini sevdirir. İçinde bulunduğu toplulukta hemen gözde olur. Ancak çok yuyşak huylu oluşundan dolayı da zaman zaman başına dertler açılır. Aliyoşo babasının kirli işlerinden habersiz gibi dayranır ama her pisliği de bilir. Gene de baba Karamazof’tan kopmayı düşünmez. Papazlarla arası iyidir. O kesim, genç olmasına karşın Aliyoşo’yu içlerine almıştır. Öyle ki, büyük bir manrvi güç olarak ad yapmış, ermiş(Stareç)leriyle içli dışlı olmuştur. Aliyoşo’nun bu sevgi kazanımına şaşıran baba Karamazof, yaşam boyu pis işlerde koşmaktan bir kez olsun kiliseye uğramamasına karşın 1000 ruble vererek, kendisini yüzüstü bırakıp giden Adelayid İvanovna Miyusov için kilise töreni yaptırır. İlginç olan;Baba Karamazof sözde sevdiği oğlu Aliyoşo için kilise ile ilişki kurar ama tören Aliyoşo’nun çok sevdiği annesi için değil de onu bırakıp kaçan içindir. Bu arada ilk karısı Adelayid İvanovna Miyusov’un kardeşi Aleksandr Miyusov ile de ilişki kurar. Ayrıca papazlar içinde tüm dertlere çare bulduğu söylenen büyük Stareç Zosima’ya ulaşmaya çalışır. Ancak bu arada baba Karamazof kadar Aleksandr Miyosov’un da olayda payı ortaya çıkar. Daha doğrusu o da kiliseye karşı tavır aldığından baba Karamazof’la belli ölçüler içinde bir cephedeymiş görüntüsü verir. Uzunca bir bölüm yazarın papazlar hakkında düşüncelerini yansıtır. Bizim muskacı hocaları andıran bir çok olay anlatılır. Özellikle kadınların aldatılmaları içler acısıdır. Yazarın daha girişte kızlar için anımsattığı Ofelya örneği tüm kadınların burada da sağlık konusunda papazlardan imdat umarak yollara dökülmesi çok acı.

Yat zili çalınca başımı kaldırdım. Hasan Üner beni izliyormuş:

-Nasıl gidiyor? diye sordu:

-Pek gitmiyor, iki gündür ancak 33 sayfa okudum! deyince Hasan güldü:

-Sen gene iyi gitmişsin, ben o otuz sayfayı döne döne üç günde bitiremedim. Zaten ne varsa orada var, ötesi, orada anlatılanların sonucu! dedi. Hasan’a göre başka kitaplarda çok kez son sayfaları okuyunca kitabın tümü hakkında bilgi edinilebilirmiş. Hasan:

- Bunda sonucu okuyunca, herhangi bir sonuca varamadım. Tersine dikkatli okusaydım daha başlarda sonuç için bir olasılık sezebileceğim i anladım! dedi. Yatınca Hasan’ın dediği gibi olasılık sezmeye kalkıştım ama hiçbir mantıklı sonuç çıkaramadım. Baba Karamazof öldürülüyor. Ama nasıl, kim tarafından, niçin? İlk sayfada bu veriliyor. Oysa yüzlerce sayfa okunduktan sonra olay aydınlanacakmış. Kendime söz verdim, sonuna dek dikkatle okuyacağım. Bu romanın bir başka özelliği de girişte güzel kızlar ya da kadınlarla başlangıç yapmaması. Şimdilik ne danslı salonlar ne de göz kamaştırıcı giyimli bayanlar var. Yatarken kendi düşlerimde hoşlanabileceğim bir olayı canlandıramadım. Kitabı anımsayınca baba Karamozof, pırtla tipli, saçı dökülmüş, kısa boylu bir adam olarak karşıma çıkıyor. Nedense Dostoyevski’nin anlattığı yakışıklı Aliyoşo’yu gözümde bir türlü canlandıramıyorum. Kırmızı ve Siyah romanındaki Julien ya da Anna Karenina’daki Prens Wronski’yi, Germinal’deki Etienne Lantier’i tipleyebiliyorum Aliyoşo’yu bir türlü belleğime yerleştiremedim. Belki onu daha çocuk saydığımdan olacak. Belki de benim yaşımda olduğu için onun başarısını çekemiyorum, elimde olmayan bir gizli kıskançlık nedeniyle küçümsüyorum. Kendimi eleştirirken uyudum.

 

12 Ağustos 1942 Çarşamba

 

Bugün Salı mı, Çarşamba mı diye soran oldu. Bir kaç kişi birden “Çarşamba!”diye bağırdı. Arkasından birisi de “Çarşambayı sel aldı, bir yar sevdim el aldı!”diye şarkıya başladı. Ancak söyleyenin sesini ya da söyleyişini beğenmediler. ”Kim bu bed sesli deyince Aşık Ahmet, en iyi şarkıcımız Ahmet Güner gülerek : Ç

-O benim, sesi tutturamadım!deyince Arkadaşlar bir ağızdan Mustafa Saatçı’ya seslendiler:

-Yetiş Hafız Mustafa, Aşık Ahmet düzgün ses istiyormuş!deyip kahkalarla güldüler. Mustafa Saatçı:

-Yarini ele kaptıran enayilerin şarkısını ağzıma almam! dedi. Bu kez de:

-Bravo İmam Mustafa’ya, erkek adam böyle olur!türü sözlerle takıldılar.

Bir süredir(Spor saati kalkalı beri) nöbetçi öğretmenler sabahları gelmez oldu. Arkadaşlar buna da bir kulp taktı

-Spor saatinde yapılan gürültü nedeniyle öğretmenler uyanıyordu. Şimdilerde gürültü kesildi, onlar da uyanamıyorlar!Gene bir kahkaha koptu. Selçuk Korol Öğretmen bir süredir kapıda dinliyormuş:

-Gevezelik her zaman her yerde geçerli olmaz, bazen insanı mahcup bile eder. Bakın ben nöbetçiyim, kapınızda ayakta bekliyorum. sizse hala yataklarınızdasınız, üstelik insanlara iftira da atıyorsunuz!deyince birden yatakhane boşaldı. Bizim ranza kapı girişinin sol yanı son ranza. Öğretmen içeri girince köşeden çok rahat, görünmeden kaçabiliyoruz. Öğretmen, bizim ranzanın az ilerisinde durdu, karşıdan gelenleri yüzlerine:

-Sen ha, sen ha!”diyerek güldü. Her zaman erkenci olan Sami Akıncı da bu sabah geç kalmışmış. Selçuk Öğretmen Sami Akıncı’yı görünce bu kez: Sen de mi Brütüs!”deyip yürüdü. Bu ayrıcalıklı sözü derslikte herkes Sami Akıncı adına onur sayarken Sami Akıncı neredeyse ağlayacak:

-Kesinlikle bir ayrıcalık değil, tersine gözden düşme işaret” deyip derslikten çıktı. Arkasından bir takım olasılıklar öne sürüldü:

-Öğretmenden özür dileyecek! Birisi:

-Niçin Özür dilesin? Bir başkası:

-Özür dileyemez, özür dilemek için öğretmene ne söyleyecek? Bu soruya da yanıt verildi: -Bugün biraz rahatsızım öğretmenim, o nedenle geç kaldım, özür dilerim!Konuşmalar sürerken Sami geri geldi;elini başına götürerek:

-Bugün rahatsızım, başımda bir ağrı var!deyince arkadaşlar güldü. Sami bu gülüşmelerden alındı:

-Ne var yani siz sürekli rahatsız oluyorsunuz da ben bir kez rahatsız olunca buna gülüyorsunuz? Mustafa Saatçı olayı anlatınca ortalı sakinleşti.

Kahvaltıda çay-zeytin, ekmekler de alıştığımız ölçüde;ne çok ne de az. Öğretmenler topluca geldi. Birden tanıdık bir ses kulaklarımda yankılandı:

-  Özlemiştim kazan çayını! dönüp baktım;Ahmet Gürsel Öğretmen. Ortalığa sordum:

-  Tatil izini bitti mi, yoksa öyle arada mı uğradı? Hilmi Altınsoy yanıtladı: Dersler başlamadığına göre ne olursa olsun, bana ne? Ben de:

-  Sürekli gelecekse matematik çalışmaya başlayacağım! deyince güldüler. Kahvaltıdan çıkarken dikkatle dinledim, Ahmet Gürsel Öğretmen neşeli neşeli Edirne’yi anlatıyordu:

-  O sular varya o sular, o yerşillik, Edirne’ye başka bir güzellik katıyor, o köprüler, o parklar her zaman pırıl pırıl!Ahmet Gürsel Öğretmenin sesi de pırıl pırıl. Arkadaşların ilgisizliğine şaşmadım. Bu benim matematik tutkumdan olabilir.

-  Atölyeye gidince de bir süre bunu düşündüm. Arkadaşların bir çoğu öğretmenlere benim baktığım gibi bakmıyor. Ayrılıp gidenler, gitti gider, onlar için yok oluveriyor. Zamanla adı geçince de varmıydı yokmuydu dercesine konuşanların yüzüne bakıyorlar. Sabit Soysal, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı, Hasan Çevik, Ömer Uzgil, Hüsnü Baykoca, Reşat Tekinay, Ali Yılmaz Demirbilek öğretmenler ayrıldı. Arkadaşların çoğu onları unutmuş durumda. Kimi zaman adları anılınca:

-  Sahi yahu o buradaydı değil mi? ” diye soran çok oluyor.

İrfan Öğretmen ranzaları bitirir bitirmez sıra işine başlayacağımızı söyledi. Kereste sağlanmış durumdaymış. Ancak bu kez keresteleri kendimiz getirecekmişiz. Öğretmen böyle söyleyince arkadaşlar sordular, “Nereden getireceğiz? ”İrfan Öğretmen:

-İstasyondan!deyince şaşırdık. Keresteler bir başka yerden istasyona gelecekmiş, biz de oradan alacakmışız. Hasanoğlan’ı anımsadım. Orada da böyleyd. i Lalahan İstasyonuna gelen keresteler, vagonlardan indirilip bir yerde toplanırdı. Oradan da kamyonla Hasanoğlan’a taşınıyordu. İrfan Öğretmen güldü:

-Bakın Hasanoğlan size bunu da öğretmiş. Bu arada Hasan Üner’le Recep Kocaman’ın Lalahan’a kereste için hiç gitmediği de öğrenilmiş oldu. İrfan Öğretmen onlara takıldı:

-İlk kamyonda siz olacaksınız!

Öğle yemeğinde gözlerim Ahmet Gürsel Öğretmeni aradı. Yemeğe gelmedi. Gidip Ahmet Gökay Ağabeye sordum. Ahmet Gürsel Öğretmen Lüleburgaz’a, evine dönmüş. Okula nöbetlerinde gelecekmiş. Bunu öğrendiğime sevindim. Çoktandır bıraktığım özellikle geometriyi Lise 1. sınıftan başlayarak gidebildiğim kadar gideceğim.

Bir ara Salih Baydemir dertlendi: Şu işe bak, ben Hasanoğlan’da Lalahan denilen yere kereste için en az 15 kez gittim. Sen belki daha fazla. Oysa aramızda bazıları hiç gitmemişler. Orhan bunu duydu, Salih’e “Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete” sözünü sen bilmiyor musun? ”Hasanoğlan’da Orhan’la birlikte çalışmıştık, saymadık ama sanırım en çok gidenlerdendik. Bu kez de ben: “Gerçekte atölyede sıkışıp çalışmaktan kamyonla dolaşmak daha çok hoşuma gider, gidebilirsem ben gene giderim!” dedim. İrfan Öğretmen geldi sordu: Bir sorun mu var? Kerestelerin nereden geldiğini sordum. Öğretmen duyduğunu anlattı:

-Milli Eğitim Bakanlığı Tarım Bakanlığı ile anlaşma yapmış, Tarım Bakanlığı da yakın yörelerdeki Orman depolarından uygun keresteleri gönderecekmiş. Şimdilerde tüm Köy Enstitüleri kerestelerini bu yöntemle sağlıyormuş!

İrfan Öğretmen bir de uyarı yaptı:

-Ranza işini biraz sıkı tutup bu cumartesi bitirelim!Salih Baydemir parmak sayarak yanıtladı: -Perşembe, cuma, cumartesi;ohooo!bitiririz öğretmenim!…. .

Paydosta dersliğe gittim. Sami Akıncı yalnızdı, eliyle başını tutuyordu. Sormadım ama rahatsız gibi bir durumu vardı. Bir ara:

-Ahmet Gürsel Öğretmen Lüleburgaz’a gelmiş, ara sıra okula uğrayacakmış! dedi. Ben de:

-Gördüm, o nedenle matematik çalışmaya başlayacağım!dedim. Sami hiç beklemediğim öneriyi yaptı:

-Matematiği birlikte çalışalım!Bu kez ben kendi kararımı söyledim:

-Ben biraz aksattım, lise 1. kitaptan başlayacağım. Sami de öyle düşünmüşmüş. Buna sevindim. Defterlerimi hazırladım, kitapları sabah dolaptan getirip çalışmaya başlayacağım. Bu akşam, zorunlu olarak Karamazof okuyacağım. Sanırım kitabın sıkıcı bölümlerinden birini okuyorum. Her ne kadar Aliyoşa anlatılıyorsa da gerçekte Aliyhoşa’nın girdiği ortam anlatılıyor. Stenhal’ın Kırmızı ve Siyah romanını andıran bir durum. Orada da oldukça zeki bir çocuk, babasıyla hoş geçinmeye çabalarken kiliseye girmişti. Baba Sorel’le oğul Julien Sorel gibi Baba Karamazof’la oğul Aleksi Karamazof bu konuda anlaşmış durumdalar. İşin ilginç yanı Baba Karamozof bu fırsattan yararlanıp üst düzey kilise yetkilileriyle de ilişki kurmuştur. Bir başka ilginç yan da Baba Karamazof’ûn ilk karısının akrabası Aleksandr Miyosov’la da yakın ilişki kurmuştur. Oysa Aleksandr Miyosov bir zaman eniştesi için iyi şeyler düşünmüyordu. Gerçi onlar, kendilerini makbul kişiler olarak saymayan kilise topluluğuna düşmanlıklarından yanyana gelmişlerdi ama gene de bu bir işbirliğiydi. Kilisenin üst düzey Satareçleriyle zıtlaşmak onları bir birlerine yakınlaştırmıştır. Bu zıtlıktan en çok sıkılan Aliyoşa olmasına karşın gene de iyimserlikle işlerine sarılmıştır. Çocuk denecek yaşta olmasına karşın özellikle yaşlı papazların güvenini kazanmıştır. Papazların pek bilinmeyen işlerinden biri de, burada en önemlisi, onların hastalara karşı bilgiççe tanıya kalkışması, kesin buyruklar söylemeleridir. Özellikle kadınlar, gece gündüz yaşlı Stareçlerin yollarında beklemektedir. Bunların bulunduğu yerlerde görevi gereği dolaşan Aliyoşa’ya yardım umarak yaklaşanlar gibi onun yakışıklı görünümüne takılıp gönül bağlayanlar da bulunmaktadır. Sanırım bunlardan birisi önce bir çocuk olarak ortaya çıkacak sonra da bilinen gönül ilişkisine dönüşecektir. Aliyoşa, daha önce bir aile yanında kalmıştı. O ailenin kızı Liz, çocukluğunda daha Aliyoşa’yı çok sevmiş, birlikte oynamışlar;geçici bir süre de olsa birlikte yaşamışlardır. Liz’e okuyup yazmayı Aliyoşa öğretmiş. Aliyoşa ayrılınca bunları unutmuş gibi birden bire yabancı tavrına girmiştir. Oysa Liz, Aliyoşa’yı unutmamıştır. Onun böyle yabancılaşmasını anlayamazdan gelerek ya da, kendine göre yorumlayıp bu duruma gülerek karşılık verir. Liz giderek büyümekte, doğal eğilimlerinin de etkisiyle ilişkilerinin gene eskisi gibi sürmesini istemektedir. Aliyoşa’nın papazlık taslayarak Liz’e yan bakması eski dostluğa ters düşmektedir. Liz buna bir anlam veremez, Aliyoşa’ya gülerek tepki gösterir. Bu gülüşler Aliyoşa’yı oldukça etkiler. Daha fazla bilgi verilmemekle birlikte sanırım bu ilişki oteki roman kişilerine benzer bir ilişki geliştirecektir. Uzunca bir kilise-insan ilişkileri anlatımından sonra bu bölümde Karamazof kardeşleri tanıyoruz. Dimitri, İvan, Aleksi ad olarak daha önce tanımıştık ama, bu kez onların kendine özgü tavırları, düşünceleri, olaylara bakışları, olaylar üstüne yorumları, kısacası baba Karamazof’la oğullar arasındaki ayrılıkları öğreniyoruz. Şimdiki durumda Karamazof Kardeşler babalarına göre çok ölçülü, terbiyeli insanlar. Bu, onların doğasından mı ileri geliyor yoksa başkalarının yanında kaldıkları için onların etkisindcen mi ileri gelmektedir? Yazar, yer yer baba Karamazof’un madrabazlıklarını anlatmakla birlikte onun insanlar arasındaki çarpıcı özelliğini Aleksandr Miyosov’a söyletmektedir. Kitapta “Bir Rezalet!” başlığı altında verilen bölümde:

-İvanla Miyasov, başpapazın dairesine girince;zarif bir salon adamı olan Aleksandr, kapıldığı hiddetten ötürü utandı. Soğukkanlılıkla düşününce, Fiyodor Pavloviçe uymakla iyi etmediğini anlıyordu. Kendi kendine “Papazların suçu ne? Onlara karşı nazik ve sevimli davranmak gerek!Böylelikle Fiyodor maskarasıyla benim aramdaki farkı da göstermiş olacağım. İşte, son olaylarda yakınında görünen Aleksandr Miyosov bile baba Karamasof’u maskara olarak tanıtmaktadır. Buna karşın oğulları bunun tam tersi, çok olumlu tavırlarıyla övgüler almaktadır.

Nedense kitabın bu bölümüünü okurken daha önce okuduğum bir kitabı, gene Rusya’da olmuş bir olayı anımsadım: Rasputin!O da bir papaz. Belki tamı tamına bir papaz bile değildi. Rusya’nın uzak yörelerinde doğmuş, yokluklar içinde yetişmiş, ataklığıyla, cerbezesiyle Moskova’ya dek gelmiş sonunda da Çarlık Sarayında söz sahibi olmuş biri. Aliyoşa anlatılırken birden o aklıma geldi. Kitabın yazarı çok önce yaşadığından Gosputin’den habersizdi. Ancak papazlar arasında bu tür olaylar hep oluyor, gibi bir duyguya kapıldım. Rasputin’i okuduktan sonra karşılaştığım bir kitapta yazar İsmail Habib Sevük, Rasputin’i bizim tarihimizde yaşamış Cinci Hoca adlı biri ile karşılaştırıyordu. Demek insanlar her yerde böyle açıkgözler tarafından aldatılıyorlar. Köylerdeki, falcılar, üfürükçüler, muskacılar bunlardandan çıkıyor.

Halil:

-Yeter yoruldun, uykudan önce biraz dinlenmek gerekir!dedi. Zaten bırakacaktım, kitabı kapattım. Ahmet Gürsel Öğretmenden söz ettik. Halil:

-Fikret Madaralı Öğretmen de bu yakınlarda gelir!dedi. Konuşmamız kısa sürdü, zil çaldı, kokulu yataklarımıza gittik. Yakılma olayından sonra yataklarımıza “Kokulu” sıfatı taktık. Yanık kokusu sürüyor. Ancak kapıdan ilk girince duyuyoruz, sonra kokular bitiyor. Arkadaşlar bunun nedenini bulmuşlar;birkaç arkadaş bu kokuyu fazladan aldığı için ötekilere kalmıyormuş. Emrullah, Hilmi, Fettah, Abdullah arkadaşlarımız bu yakıştırmaya kızdıklarından inadına söylem sürdürülüyor. Özellikle Emrullah bu söze çok sert tepki gösteriyor. O sertleştikçe de takılanlar çoğalıyor.

Yatınca Sami Akıncı’nın çalışma önerisini düşündüm, uygulayabilirsek iyi olacak.

 

13 Ağustos 1942 Perşembe.

 

Uyanınca köy aklıma geldi. Bir ay önce köyden ayrıldım. Gerçi bir gece rüzgar gibi gidip döndüm ama köyün benden haberi olmadı. Bunu anımsayınca da İsmet’e olan kırgınlığımın geçmediğini duyumsadım. Gerçi belli etmiyorum ama, bu benim içi İsmet adına unutamayacağım bir umursamazlık örneğidir. Kendisini savunmak uğruna yaptığımı önemsememesi ise ayrıca bir saygısızlıktır. Bunu sanırım unutmayacağım. Üstelik Yusuf Asıl için söylediği onca sözden sonra hiçbir şey olmamış gibi gene sarmaş dolaş olması ayrıca üstünde durulacak bir vurdumduymazlık tavrıdır. Zühre Teyzemin güzel hatırı, Muhittin Enişteme olan sonsuz saygım olmasa sanırım İsmet’i kolayca dışlayabileceğim. Buna da hiç üzülmeyeceğim. Çünkü o beni, yazık ki ben ayırdedememişim çoktan dışlamış.

Bunları düşünürken İsmet geldi, izin alabilirse yarın akşam gidip pazar akşamı dönmek üzere köye gideceğini söyledi. Hiç soru sormadım, her hangi bir yorum da yapmadım, herkese selam, büyüklerin ellerinden küçüklerin de gözlerinden öptüğümü söyledim. Bana:

-Sen düşünmüyor musun? diye sordu. Sorusunu onların köyüne gitmek gibi anladım:

-Sen bu kez yalnız git, öbür defa beraber oluruz!dedim. İsmet düzeltme yaptı: Hayır hayır, sen sizin köye gitmeyi düşünmüyor musun? diye sorunca bu kez taşı gediğine koyarca:

-Biliyorsun ben bir kez gittim, bir saatte olsa gidip ailemden bazılarıyla görştüm!deyince İsmet bu kez o konuda konuşmak istedi. Kahvaltı zili çaldığından, bu bahane ile sözünü keserek yemekhaneye gidenlere takıldım. Biz kahvaltıdayken bir grup öğretmen geldi. Fikret Madaralı Öğretmen de aralarındaydı. Arkadaşlar:

-Türkçe Öğretmeni gelmiş, kitap okumak için bizi toplar!dediler. Bu, “Bizi toplar!”sözü uzun tartışmalara neden oldu. Sözü, Orhan arkadaşımız söylemişti. Hasan Üner karşı oldu. Sonunda, Salih Baydemir, Hilmi Altınsoy, Hüseyin Orhan, Yusuf Asıl bir taraf;Hasan Üner, Mehmet Aygün, Harun Özçelik, bir taraf oldular. Söz uzayınca ben de Hasan Ünerin yanında oldum. Bir de öneride bulundum:

-Bunu en iyisi Fikret Madaralı Öğretmene soralım. Önerim önce sevinçle benimsendi. Ancak az sonra birden vazgeçildi:

-Öğretmen bundan alınırsa bizi kötü beller!Bu kez de ben: Öğretmenin kötü belleyeceğini bildiğiniz bir durumu bize neden dayatıyorsunuz? Öyleyse siz bu tartışmada haksızlığı kendiniz anladınız; diretmeniz, boşuna zaman kayıbı!Bu kez Hilmi Altınsoy kendi adına konuştu:

-Ben zaten açıp bir kitap bile okumadım, öğretmen gelip okursa, böylece bir kitap olsun okumuş olacağım!Masadan kalkarken hepimiz Hilmi’ye:

-Bravo, arada böyle doğruları da sözle!Bu kez de Mehmet Aygün karşı oldu:

-Bu benim kafamı karıştıracak;ben Hilmi’nin tüm söyledikleri doğru değildir, deyip rahat yorum yaparken, arada doğru söyleyince bu kez seçmek durumunda kalacağım. O nedenle arkadaş gene eskisi gibi toptan doğru olmayanları konuşsun! Hilmi ellarini açarak:

Seni boğarım! deyip Mehmet Aygün’ün boynuna sarıldı. Daha doğrusu sarılmak istedi ama. Mehmet kendini çok rahat çözdü. Bir de meydan okudu:

-Sen Tekirdağlısın ama ben de Babaeskiliyim, asıl pehlivanların kaynağı benim memleketim!”Türkiye'de bir Pelivan köyü vardır, o da Babaeski'de!dedi. Gülüşerek ayrıldık.

Hilmi dışında tüm arkadaşlar bizim atölyedeyiz. Öğretmenler gelinceye dek, Hilmi Altınsoy’dan söz ettik:

-İyi, hoş, şakacı, arkadaş sever ama tembel, biraz çalışsa, çok daha sevilebilir! “İçimizde en iyi arkadaşı Hasan Üner. Oysa hepimizden çok Hasan Üner’le takışmaktadır. İyi tarafı, takışmayı sürdürmez. Gerekirse özür diler.

İrfan Öğretmen gelince, ranza takmalara başladık. Cumartesi gününe bırakmadan bitirmek istiyoruz. İrfan Öğretmen sordu:

-Neden, cümartesi, özel bir durum mu var? ”Yusuf Asıl hemen aklındakini sordu: “

-Cumartesi günü belki keresteler gelmiş olur, istasyona gideriz!İrfan Öğretmen: -Sanmam, o söz söylendi ama bu kadar kısa zamanda gerçekleşemez!Elinde metre ile Hamdi Bağ Öğretmen geldi, İrfan Öğretmene:

-Bana ivedi olarak bu ustalardan dördü gerekli, izin verecek misiniz? İrfan Öğretmen güldü: ”

-Bendeniz başta olmak üzere hepimiz emriniz!Hamdi Öğretmen:

-Sağolun! dedikten sonra:

-En küçüklerinden dördü benimle gelsin, onları ben ayırmayayım, onlar kendilerini bilir!dedi. Yusuf Asıl, Hasan Üner, Harun Özçelik, Recep Kocaman ayrıldılar. Hamdi Öğretmen onları alıp gitti. Biz ranza işini sürdürdük. Arkadaşlar nereye ya da ne işe gittiler merak konusu oldu ama soramadık. Durumu ancak öğle yermeğinde öğrendik;öğretmen evlerinin kiremit döşenmesi tamamlanacakmış. Öteki sınıflardan da öğrenci varmış. Nedense hep soruyorduk:

-Öğretmen evleri hızla yetiştiriklmeye çalışılırken biz tatile gidince durmuş, dönünce de üstüne fazla gidilmedi. Oysa biz özellikle Okul Müdürünün evini tamamlşayıp müdürümüzümn orada oturmasını istiyorduk. Okul Müdürümüz Lüleburgaz’da oturuyor biliyoruz ama nasıl bir evde oturuyor, oturduğu evden memnun mu? Bunları bilmiyoruz. Zaten Lüleburgaz’da müdürümüzü Çal Eczanesinden başka bir yerde gördüğümüz yok. Tek uğrak yeri eczane. Eczanede görünce sanki gidecek yeri yok, çaresizlikten orada oturuyor duygusuna kapılıyoruz. Bunu da arkadaşlarla ta Lüleburgaz’da oturduğumuz günlerden beri konuşuyoruz. Müdür Evi bitince üdürümüz bize göre el yerine sığınmaktan kurtulacaktır. Böyle düşünenlere gülüp değişik yorumlar yapan arkadaşlarımız da var. Özellikle Mehmet Yücel arkadaşımız: “Siz ne biliyorsunuz başkasınınn eden hoşlandığını, belki de Müdür Bey öyle yerlerde oturmaktan hoşlanıyordur! “Müdür Bey orada yalnız oturmuyor ki, yanında başkaları da oluyor!”Bu tür konuşmalar yıllarca sürdü. Şimdi ev yapılınca bunlar konuşulmayacaktır. Bir kaç ay önce; “Yeni ev yapılınca Müdür Beyi evlenir!”diyenler bile vardı. O yakıştırma sözler giderek kesildi. Müdür Bey üstüne söylenenleri yazarken kendi sorunum da aklıma takıldı. Müdür Bey: “İki öğretmene inceletip rapor alacağım!”demişti. Belki de beni en iyi tanıdık olarak Fikret Madaralı Öğretmenle Ahmet Gürsel Öğretmeni seçti. Onlar tatilde oldukları için iş bu denli uzadı. Şimdi ikisi de geldiklerine göre, ne olacaksa yakında olacak!Bu bir bakıma iyi ama bir bakıma da benim için kötü. Özellikle Ahmet Gürsel Öğretmene karşı mahcup olacağım. Fikret Madaralı Öğretmen olayı bildiği için ondan bir çekingenliğim yok.

Atölyede sayımız azaldı ama işlerde fazla bir ağırlaşma yok. Tüm parçaları hazırladık, çakılacak 10 ranzamız kaldı. Salih Baydemi, r’e göre biz istersek bunları yarın tamamlarız.

Paydostan sonra bir süre atölyede kaldım. Röslein notasını çaldım. Çok güzel bir melodisi var. Ancak sözlerini yerleştirip seslendirmek olanaksız. Bunu istemeyi kendim bile fazla buldum:

-Yok deve! Şiiri okudum, ezberledim, büyük bir rastlantı şarkısı olduğunu öğrendim, arkasından notasını bulup çaldım. Şimdi de şarkısını söylemeyi düşünüyorum. Bu kadarı da fazla oluyor!deyip üst üste birkaç kez çaldım.

Karamazof Kardeşleri daha ilk sayfalarda tanıdığımı sanmış, bunu o günkü notlarıma da yazmıştım. Bu kitapta tanıtımlar alışmadığım bir yöntemle bölüm bölüm veriliyormuş bunu geç anladım. Kısacası ben kardeşlerin adlarını öğrenmişim. Şimdilerde onların gelişmeleri, başarıları, çevrelerince değerlendirilmeleri anlatılmaktadır. Örneğin en büyükleri Dimitri, yanına verilen ailece iyi yetiştirilmiş, okutulmuştur. Çalışkan bir genç olan Dimitri orduya girmiş, başarılı bir subay olmuştur. Zekidir, cesurdur. Başarılı çalışmaları sonunda rüdbeleri yükselmiş, cesareti nedeniyle düella yapması yüzünden rüdbeleri geri alınmışsa da o, bundan yılmamış gene çalışıp, rüdbelerini yükseltmiştir. Kardeş İvan, Dimitri’den ayrı bir çevrede yaşamıştır. O da zekidir. Küçük yaşta okumaya ilgi duymuş, girdiği okullarda başarı kazanıp bilgili bir insan olmuıştur. Küçük yaşta yazı yazma alışkanlığını edinmiş, yazmış, çevresinde saygınlık kazanmıştır. İki kardeşin de yanında yetiştikleri ailelerle ilişkilerini kesmediğini görüyoruz. Bu iki yetişkin kardeşler aynı zamanda geçmişlerini çok iyi bilmektedirler. İşin ilginç tarafı Baba Karamazof’un annelerine yaptığı zulmü bildikleri halde ondan soğumamış, onun yaptıklarını doğal karşılar gibi davranmalarıdır. İkisi de çevrelerinde saygınlık kazanmışlardırAyrıca bir birlerini sevmektedirler. Ya da öyle görünme çabalarını eksiksiz sürdürüyorlar. Ancak gittikçe çatlayan bir ikileşme ortaya çıkmaktadır. İki kardeşin bir sevgilide buluşması. Bunun nasıl gelişeceğini merak etmeye başladım. Uzaktan uzağa onların gizli bir tarafları olduğu daha önce sezer gibi olmuştum. Ancak ben bunu, iki kardeşin, değişik aileler yetişmiş olmalarından ileri gelen bir fark olarak düşünm üştüm. Zekidirler, yakışıklıdırlar, yanlarında yetiştikleri ailelerden(Miras ya da bağış yoluyla) gelir sahibi de olmuşlardır. Böyleyken, ayrı yerlerde evlenip birer aile kurmamışlar, bu konuda kendilerine yapılan yaklaşımları da oyaladıkları anlaşılmaktadırlar. Buna karşın geriye dönüşlerinde bir ortak sevgili peydah olması, yeni olayların ortaya çıkacağını muştulamak olabilir. Küçük kardeş Aleksi de bu iki ağabeyin ortak bir modeli gibidir. O henüz 20 yaşındadır ama ağabeyleri kadar kibirli, onlar kadar iç dünyasını gizli tutabilmektedir. Ancak Aleksi’nin ortalıkta dolaşmasını bir türlü benimseyemedim. Anladım iki ağabeyi var. Bunlar ayrı yerlerde birbirilerinin özlemi içinde yetişmişse de sonunda bir araya gelmişler. Şimdilerde besbelli bir anlaşmazlıkları da var. Ayrıca babaları da kendi başına buyruk bir yaşlı. Ayrıca para pul delisi biri. Bunlardan rahatsız olup ortalığı yumuşatmak isteyebilir. Gene de yaşı gereği Aleksi’nin;Büyükleri, üçü de birer ayrı kutup oluşturmuş durumda. Bunlar arasında hesap kitap işleri de var. İvan bir ara:

-Babamla aramda bir hesap işi var, onu düzeltmek için geldim!demişti. İvan, yetiştiği ailden yardım görmüş, bir miktar para biriktirmiştir. Baba Karamazof bir yolunu bulup İvan’ın gelirine el koymuş, geri verirken de sanırım bir katakulli çevirmiş. Ya da İvan bundan kuşkulanmış. Bu bilinmeyenler, iki büyük kardeşle baba Karamazof büyük bir olayın gelkeceğini belirtir gibi. Bu suskun üçlü arasındaki gizi henüz yirmisini dolduran Aliyoşa çözebilecek mi? Yazar Dostoyevski bu nu denemek istiyor, zannımca!Bu kitabı daha önce okumadığıma üzüldüm. Kitap ötekiler gibi bölüm bölüm yazılmış ama anlatılar olayların geçmişle bağları oluyor. Konuyu iyi kavramak için dönüp geri bakmak gereği duyuluyor. Böylece oyalanarak okunan bir durum ortaya çıkıyor. Böyle bir adam niçin yaratılmıştır? “Soru? ” başlıklı bölümde Karamazoflar, kesin olarak bir birlerine düşman görünümündedirler. Öyle ki karşılıklı konuşmalarında sözleri sıradan insanların bile kullanmadığı sözlerdir:

-Alçaklık, adilik, hırsızlık v. b. Bunları, oğul babaya, baba oğula söylemektedir. Sözde Baba Karamazof büyük oğul Dimitri’nin paralarını iç etmiştir. Dimitri bu hesapları güvenilir insanlar önünde verilmesini ister. Mahkemeye vermekten çekinir. Güvenilir insanların kararına uyacaktır. En güvenilir kurum kilisedir. Kilisede ünlü Stareç Zosima özellikle seçilmiştir. Ayrıca Dimitri’nin anne tarafından akraba Aleksandr Miyasov, öteki kardeşler, İvan’la Aleksi de bulunmaktadır. Önemli bir iş için toplanmış bulunan bu saygın kişiler, önce genel konulardan söz ederler. Aleksandr Miyasoz Avrupa’da yaşayan bir kişidir. Oradaki yeni görüşlerden, örneğin sosyalizmden söz eder. Kardeş İvan aydın bir kimse olarak tartışmaya girer. Dimitri askerdir;sert bir eğitim almıştır. Tartışmalara girmez, kesin konuşur, sözünü de esirgemez. Baba Karamazof, bu genel durumdan yararlanmayı düşünür, babalık sıfatına sarılıp olaydan zararsız sıyrılma hesapları yapmaktadır. Zaman zaman konuşmalara kendi açısından katılır. Esas konu Dimitri ile Baba Karamazof arasında olmasına karşın Dimitri son dakikaya dek Baba Karamazof’a nazik davranmıştır. Örneğin toplantıya girdiğinde Papas Stareç’e yaptığı saygı tavırlarını Baba Karamazof’a da yapmıştır. Bir süre sonra esas konuya geçilir. Önce kardeş İvan kısa bir konuşma yapar. Arkasından Baba Karamazof konuyu kendisi için bir hakaret girişimi olarak niteler. Üstüne üslük Dimitri’nin başından geçen bir aşk olayını, anımsatarak, oğlunun bir fahişe ile ilişkisinden dolayı subaylıktan kovulduğunu söyler. Bunu duyan Dimitri adeta isyan ederce önce babasına:

-Sen bir yalancısın, namuslu bir kıza iftira atıyorsun! diye bağırır sonra da orada olanların hepsine güvensizliğini belirtir. Bu sıra Başpapas yavaşça yerinden kalkar, sakin sakin yürüyüp Dimitri’nin yanına gider, onun ayaklarına kapanır. Bu beklenmedik davranış başta Dimitri olmak üzere herkesi şaşırtır. Çığırından çıkmış bulunan ağır sözler kesilir. Başpapaz Zosima toplantıya katılanları yemeğe çağırır. Yemeğe Baba Karamazof katılmaz;daha doğrusu katılamaz. Toplantıdan sonra Aliyoşa Stareç’i odasına götürür. Aliyoşo toplantı boyunca onun yanında durmuş, tavırlarını yakından izlemiştir. Özellikle Stareç’in yerinden kalkıp ağabey Dimitri önünde onun ayaklarına kapanma nedenini anlayamamış, bu konuda bir yorum da yapamamıştır. Sormayı aklından geçirmişse de buna cesaret edememiştir. Stareç yerine gidince kendisine yardım eden Aliyoşa’yu ağabeylerinin katılacağı yemeğe gönderir. Aliyoşa istemeyerek de olsa yemeğe katılmak üzere Stareç’ten ayrılınca orada çalışanlardan İlahiyatçı Ratikin’le karşılaştı. Ratikin önce olayın nedenini Aliyoşa’dan sordu. Onun bilmediğini anlayınca kendi yorumunu yaptı:

-Stareç, Dimitri’nin ilerde bir cinayet işleyeceğini anladığı için onun önünde eğildi!der. Aliyoşa’nın kafası iyice karışmıştır. Benim de kafam karıştı. Dağılmış durumdaki kardeşler birer birer yuvaya döndüler. Açık açık yazılmış olmamakla birlikte onların yuvalarına özlem duyarak döndüklerini sanmıştım. Oysa onlar içten içe bir takım hesaplar yapıyormuş. Sanırım bundan sonra işin içine kadınlar da girecek. Dimitri ile İvan’ın ilgilendiği kadına geldim. Bunu başlarda tanımıştım. Bir daha bakmam gerekti. Ne var ki yat zili çaldı. Ancak yarın akşam bakabileceğim. Tatilde okusaydım, bu tür kolaylıklar nedeniyle daha çabuk sonuç alacaktım. Baba Karamazof, bir süredir ortalıkta yok. Papaslar, çevrelerindeki hastalar derken oğullar, arkasından sevgilileri sıraya girdi. Sanırım sonraki bölümde gene Baba Karamazof’la karşılaşacağız. Gorio Baba,

Karamazof Baba bir de bizim köyümüz vardır KOYUN BABA. Kırklareli yakınında bir köy. Babamın tanıdıkları vardır, sanırım akrabalarımız, sık sık gelip giderler. Köyün adını neden öyle koymuşlar, kitabı okurken anımsadım, öğrenmeyi aklıma koydum. Bir de türbeden söz edilir:

-Binbir Oklu Ahmet Baba Türbesi!Bu arada Babaeski’yi de babalar dizisine kattım. Alpullu’da okurken konu edilmişti ama akılda kalacak bir neden ortaya konmamıştı. Babaeski ya da “ESKİBABA!”Lüleburgaz köylerinden adlarını bildiklerimi sayarken uyudum.

 

14 Ağustos 1942 Cuma.

 

İsmet konuşurken anımsadım, izin alıp gideceğini söylemişti. Sorayım mı sormayayım mı? Sormamaya karar verdim, kendisi “Gidiyorum!”derse uğurlar, selam gönderirim. Kapıdan çıkarken karşılaştık;izin alabilirse gideceğini söyledi. Bu kez aklım İsmet’in köyüne, onların evine uçtu. Sabri, ablası Ayşe, Ayşe'nin küçük kızı, Zühre Teyzem, Muhittin Eniştem; derken Mehmet Dayım(Sadık Mehmet) tüm Kızılcıkdere köyü gözümün önüne geldi. Çok yakın olmasına karşın kestirme yol olmadığından bir günde bile gidilemiyor. Hasanoğlan Ankara’ya 35 km. idi sabah gidip akşam dönen lise öğrencileri vardı. Kızılcıkdere bizim okula 30 km. uzaklıkta. Lülerburgaz-Kırklareli arası başlatılan yol yapılsaydı benim yolum bir saate, İsmet’in ki de 2, 5 saate inecekti. Bunları düşünerek dersliğe gittim. Sahi o yol neden yapılmadı? Törenlerla başladı, o zamanki Vali Faik Üstün davullarla karşılandı, dualarla ilk kazmalar vurulduYetişkin kişi başına 50 metre hendek kazıldı. Vali Beyin şakası yerinde bulunarak bizim aile 200 metre hendek kazmıştı. Vali bizim kahvede babama beni gösterek:

-Sizi baba oğul bir kişi sayıyorum üç de oğlun var, eder dört, 200 metre hendek istiyorum!(Gerçekte askerlikten düşenlerle, yoklamaya çağırılmayanlar bu angarye dışı tutuluyordu. )demişti. Günlerce hendek kazmıştım. Yol geçecek tüm köyler hendekleri hazırladı, sıra köprülere gelmişken Vali Faik Üstün Kırklareli’den gitti o iş bitti.

Kahvaltıda bir süredir kesilen çorba ile karşılaştık. Hemen olumsuz söylemler başladı. Çay bitmiş, şeker yokmuş. Gerekçeler hazır:

-Devlet tatlı yapıp satmayı serbest bıraktı, şekerciler çok şeker alıp şekerli ürünleri arttırıyor. Böylece bizim okullara şeker kalmıyor!. Bir tartışma başladı:

-Bu doğru olabilir mi? Ben sustum, Hasan Üner karşı oldu. Arkasından da:

-Eğer sizin dediğiniz doğruysa biz yakında yeni giysilere kavuşacağız. Çünkü devlet, giyim kuşam ürünlerine kısıtlamayı sürdürüyor!Arkadaşlar Hasan’a:

-Aklınla binler yaşa!diye takuıldılar ama bence Hasan haklıydı. Mademki kısıtlamalar bollaştırıyor, öyleyse kumaşlar bol demektir.

Fikret Madaralı Öğretemeni gördüm, bana el etti, gittim. Vahit Dede ile görüşmüş, Vahit Dede beni sormuş: ” Seni çok seviyor, görmek istiyor; ancak okula gelmek istemiyor: -Gelince orada kalmam gerekiyor, kalacak yertiniz yok kalamıyorum. Kalamayınca da oradan dönüşte zorluk çekiyorum, telefonla fayton getirtmek çok zamanımı alıyor!demiş. Öğretmen gülerek:

-Sen bakma onun öyle dediğine o gerçekte ihtiyarlıyor, şaka maqka değil 60 yaşına ukaştı!deyip güldü. Arkasından da :

-Çok hoş adam, gerçekten bir derviş, görmüş geçirmiş iyi bir insan!dedi. Öğretmen kitap okuyup okumadığımı sordu. Karamazof Kardeşleri okuduğumu söyledim. Öğretmen:

-Zorlu bir kitap seçmişsin! dedi, arkasında da :

-Olsun, sonra bir daha okursun, öyle kitaplar her zaman okunmaya değer!Öğretmen yüzüme bakarak:

-  Andre Gide diye bir yazar var, ondan okumanı istiyorum!deyince Pastoral Senfoni’yi okuduğumu söyledim. Öğretmen:

-  İşte o yazar, onun anlatışı okuyucuyu düşündürmeye zorlar, öğretici bir yanı vardır. Ayrıca kitapları çok kısadır, bıkmadan okursun, ondan kitap bulmaya çalış!” dedi. Arkasından: Andre Gide, Gide, Jid okunur;Andre Jid!diye ekledi. Öğretmen ayrılır gibi geriye doğru dönerken birden:

-  Senin notlar nasıl gidiyor, sürdürüyor musun;yoksa kestin mi? diye sordu. Az duraksadıktan sonra: “Yarı kestim, yarı sürdürüyorum!”deyince bana döndü:

-  Ne demek bu? diye sordu. Müdür Beyin bir gün beni çağırıp notlarımı istediğini, bunun üzerine son yazdıklarımı ona verdiğimi, Müdür Beyin bana söylediklerini anlattım. Fikret Madartalı Öğretmen başını kaldırarak, doğrulur gibi yaptı:

-  İşte bu kadar!dedi. Sonra da:

-  Böyle engeller her zaman, her girişimde insanların önüne çıkar. Öne sürülen kusurlar hatta suçlar da olabilir. Sen, bile bile bir kusur işlememişsen bunlardan yılmamalısın. Kusurun varsa bunu öğrendiğinde düzeltip kusursuz çalışmanı sürdürmelisin!deyince Müdür Beyin “İki öğretmene inceleteceğim!” sözünü “Size inceletecekmiş!”dedim. Güldü:

-  Yok, bana öyle bir şey demedi, sanırım başkalarını düşünmüştür. Bunlar önemli değil, sen yazmanı sürdür. Bundan böyle okul, okuldaki öğretmenler üstüne bir şey yazma, okuduğun kitapları özetle, kendi günlük çalışmalarını yaz. Öğretmen olunca onlara bakarak belleğinde kalanları gene eklersin. Başladığın yazma alışkanlığını sürdür. Şu şimdi adını söylediğim yazar da o tür yazıları sever, o yolda ünlü olmuştur. Andre Gide’i önermemde de isabet olmuş, onun kitaplarını ihmal etme, dikkatle oku, özetle. Gene konuşuruz!deyip ayrıldıAtölyeye azıcık gecikerek gittim. İyi ki kapıyı kahvaltıdan önce açmışım, İrfan Öğretmen kapıda bekleseydi, çıkışabilirdi. Hamdi Öğretmen gene gelmedi. Salih Baydemir içimizde öğretmenleri en sıkı gözleyenimiz;hemen sordu:

-  Hamdi Bağ Öğretmeniz gecikti!dedi. Bunu duyan İrfan Öğretmen:

-  Hamdi Öğretmen Çanakkale’ye gidecek, herhalde bugün gelmez! deyince herkes bir birine baktı. Bu bakışlar sanırım, :

-  Gidişin niçinini kim soracak? sorusunu sormak içindi. Kimse sormadı ama İrfan Öğretmen gecikmeden açıkladı:

-  Bize gelecek kerestelerin Çanakkale’den gönderileceği bildirildi. Keresteler hakkında başka bir bilgi verilmedi. Bizim beklediklerimizle uyuşacak mı? Bunu önceden öğrenmeyi yararlı gördük. Hamdi Öğretmen pazar günü dönecek!dedi. İrfan Öğretmen gene dört arkadaşımızı alıp öğretmen evlerine gitti. Biz ranzaları bitirmek niyetindeyiz. Bir yandan da, geçmiş yıllarda Trakya bitki örtüsünü okurken bölgece çam yetişmediğini öğrenmiştik: “Çanakkale Trakya’da değil mi? yoksa, biz yanlış mı öğrendik!”gibilerde bir süre konuştuk. Sonunda Çabnakkale’nın il olarak Trakya hem de Anadolu yakasında olduğunu her halde Anadolu tarafında çam ormanları vardır, diyerek konuyu geçiştirdik. Gene de akşam, harita üzerinde inceleme yapmaya karar verdik. Tüm çabalarımıza karşın çakılmaya başlanmış iki ranzamız yarına kaldı. Buna sevinenler oldu. Zaten son gün olarak cumartesi hedeflenmişti. Salih Baydemir:

-  Yarın bitirir, genel bir gözden geçirme yaparak, göstgerilen yere dizeriz. Zaman kalırsa bir de atölyeyi düzenleriz, böylece öğleyi buluruz!Salih’i dinleyenler:

-  Yaşa Salih Usta, çok kurnazca düzenlenmiş bir yöntemin var!dediler. Öteki arkadaşlar kapıdan girerken paydos zili çaldı. İrfan Öğretmen işyerinden ayrılmış. Bugün ben de atölyede kalmadım;önce dersliğe oradan da kitaplığa gittim. Tevfik Uğurlu oradaydı. Bilirmiş tavırları içinde “Andre Jid’in kitaplarını sordum. Tevfik, sanırım boş bulundu:

-  Andre Gide!dedi. Ben hemen:

-  Öyle yazılır ama benim dediğim gibi okunur!diye düzelttim. Tevfik çaresiz:

-  Peki Abi! deyip deftere baktı. Dar Kapı, Dünya Nimetleri, İmmoralist, Senfoni Pastoral kitaplarının olduğunu söyledi. Senfoni Pastoral’i okumuştum. Dünya Nimetleri’ni istedim. Tevfik Uğurlu deftere bakmadan:

-  O kitap uzun zamandanberi Bergüzar Öğretmende, öğretmenlerden kitap isteyemiyoruz, ancak o getirince alacaksın!deyince bu kez ötekilere baktım. Birinin adı bana iyice yabancı geldi: İmmoralist, onu bırakıp Dar Kapı’yı aldım. Bu kez de Tevfik Uğurlu bilgiçlik tasladı: “İyi ettin abi, bu kitap ahlaksızmış!”deyince kitabın nasıl ahlaksız olduğunu sordum. Tevfik sözünü düzeltti:

-  Kitabın başlığı öyle bir şeymiş! dedi. Dar Kapı’yı alıp dersliğe gittim. Kitap aldım ama, Karamazof Kardeşleri yarım bırakmaya da gönlüm razı olmadı. Fikret Madaralı Öğretmen görünce anımsayıp Karamazof Kardeşleri sorarsa, yarım bırakmış duruma düşmemden hoşnut olmayabilir, düşüncesiyle bu kez Dar Kapı’yı bekletmeye karar verdim. Öğretmen Andre Gide’yi sorarsa:

-  Dar Kapı’yı aldığımı, elimdeki kitabı bitirince onu okuyacağım! derim. Böylece yarıp kitap bırakmadığımı da kanıtlamış olurum.

Ben okurken İsmet geldi, yavaşça izin aldığını, az sonra yola çıkacağını söyledi. Bir an duraladım, ilgisiz kalamayacağımı anladım, arkasından çıktım. Arka kapıdan dolaşıp fidanlığın kıyısından İsmet’e katılıp Lüleburgaz tepesine dek birlikte gittim. İsmet’i orada uğurlayıp döndüm. Tarım binasının yolundan okula girdim. Nedense birden kederlendim. İsmet sanki tümden gitmiş gibi kendimi yalnız saydım. Yemekte arkadaşlar hep bildiğimiz şakaları yaptılar. Her zaman onlara katılasıya gülerken bu akşam gülesim gelmedi. Yemekten sonra da bu durgunluğum sürdü. Kitabın Şehvet Hastaları bölümünü geçen akşam okuluştumOkuma yerini gösteren kağıt orada kalmış, tekrar açınca orası açıldı. Başlığa bakınca şaşırdım:

-Ben burasını okudum mu, okumadım mı? (Uşaklar arasında) okudum, iyice anımsıyorum. Satırları okuyunca okuduğumu iyice anımsıyorum ama, bütününe bakınca bu bölüm üstüne hiçbir olay anımsamıyorum. Sonunda tekrar okumaya karar verdim. Okudukça hem daha önce okuduğumu anımsadım hem de neden çabuk unuttuğumu anlamış oldum. Çok acıklı, insanın içini burkultan bir olay, aynı zamanda bir takım insanların nasıl da acımasız olduğunu gösteren, korkutucu bir konuyu sergilemekte. Kısaca Baba Karamazof’un yaşadığı yörede fakir halktan birinin bedensel olarak güzelce olmakla birlikte zekaca geri bir kız vardır. Kız büyüdükçe her kencin tersine, belkide fakirliği, daha sonra da anne-babadan yoksun kalışı nedeniyle iyice aptallaşır. Çevredekiler ona yardımda bulunurlar ama o bunun ayırdında değildir. Giderek çevrenin Deli kızı durumuna düşer. Bir ara yörenin valisi bakımını üstlenmiştir ama o gidince kız gene eski duruma döner. Yetişkin duruma gelince bir gece birileri bu kıza sataşmayı konuşurlar. Bu sataşma düşüncesini benimseyenlerin arasında Baba Karamazof’da bulunmaktadır. Bu sarhoş grubu böyle bir şey konuşur ama eyleme kalkışmadan dağılırlar. Zaten çoğu başka yerlerden gelme kimselerdir. Ancak bir süre sonra kızın hamile olduğu ortaya çıkar. Bunu gören halk hem üzülür, hem de kıza yardım için elbirli edip onu korumaya alırlar. Ancak bu konuda hiç konuşmayan kız, bir gece Baba Karamazof’un demirkapılı konağının bahçesine girer, orada doğurur. Baba Karamazof’un bahçesine nasıl girdiği gibi, niçin oraya girdiği tüm insanları şaşırtır. Yorumlar yapılır. Çocuk canlı olarak doğar ama anne ölür. Çocuğu Baba Karamazof’un uşağı Grigor alır, kendi çocuğu gibi bakar. Çocuk dolaylı olarak Baba Karamazof’un bakımında büyür. Halk dilinde değişik varsayımlar içinde en güçlüsü Baba Karamazof üstüne yorulan olarak yayılır. Böylece Karamazof konağındaki kişilerden biri olan Pavel Smerdiyakov’u da tanımış olduk. Ancak romanın alışamadığım bir anlatışı var. Böylesi bir anlatış başka romanlarda sanırım görmedim. Örneğin, kitabın 77. sayfasında:

-Hikayemizin başladığı tarihlerde Smerdiyakov, F hizmetine bakıyor ve Grigori ile ihtiyar Marta pavyonunda oturuyordu. Ona başlı başına kitabın bir kısmını vermek iyi olurdu. Fakat bir uşak parçasıyla okuyucularımı yormaktan çekindiğim için kısa kesiyorum. Hem zaten vukuatın akışı içinde onunda rolü var!Yazar düşündüğünü yapmakta özgürdür ama bunu okuyucuya söylemek bence gereksiz. Okuyucu, ne yazılmışsa onu almak zorunda. Nitekim geçmiş yerlerde az yer verilen sayısız kişiler tanıdık. Romanın bir başka özelliği de geçmiş olayların bir daha anımsatılması. Örneğin kilisede Yapılan o ünlü toplantıdan sonra herkes bir yerlere gitti. Bu arada başka olaylar öğrendim. Bir süre sonra o toplantıda bulunan Dimitri’den söz edilirken:

-O toplantıdan çıkınca Dimitri, Sevgilisine gidiyor. Böylece romancı aynı zaman içinde değişik kişilerin değişik işlerini anlatmış oluyor. Bu bana karışık geliyor. Çaresiz, tekrar tekrar okuyarak olayları bir birine eklemeye çalışıyorum.

O ünlü toplantıyı tam izleyemeyen Aliyoşa, neler olup bittiğini öğrenmeyi düşünürken Baba Karamozof Aliyoşa’yı yanına çağırır. Aliyoşa’nın olayları öğrenme isteği kursağında kalır. Bu sıra bir de mektup almıştır. Mektup manastıra girmeden önce yanlarında kaldığı Katerin İvanovna’dandır. Mektup kısa yazılmıştır ama kesin istekler vardır. Aliyoşa Katerin’le onlarda kalmasına karşın yakınlık kurmamıştır ama onu çok beğenir. Ancak Katerin, ağabey İvan gibi büyük ağabey Dimitri, ’yi de tanımaktadır. Aliyoşa, kaygılar içinde, bir çok olasılıklar düşünerek Katerin İvanovna’ya gitmeye karar verir. Katerin İvanovna’nın konağı, geniş bahçeler içinde yüksek duvarlarla çevrili bir yerdir. Aliyoşa konağa nasıl gireceğini düşünürken ağabeyi Mitya ile karşılaşır. (Dimitri)Aliyoşa’nın beklemediği bir karşılaşma olmuştur ama gene de buna sevinmiştir. Mitya sarhoştur, çok neşeli olarak durmadan sorular sorar. Aliyoşa sessiz konuşmaya çalışırken Mitya yüksek sesle konuşur, şiirlerden dizeler okur:

“Tanrı yer yüzünde muzaffer olsun;

Tanrı benim ruhumda da muzaffer olsun!” der güler. Aliyoşa’ya takılır, onu sevdiğini söyler:

“Boş ve yalancı halkın dediklerine kanma”

“Şüphelerinden vazgeç!”

Arada Aliyoşa’ya övüt verir, aşk konusunda açıklamalar yapar. Aliyoşa ise içinden:

-Katerin İvonavna ile Mitya’nın ilişkisini öğrenmek ister. Sonunda Mitya konuya girer. Mitya subay olarak çalışmaktadır. İçki içer, danslı, içkili toplantılarda adı anılan biridir. Kendisine sürekli gelir getiren bir miras kalmıştır. Baba Karamazof oğlu Mitya’dan bu sürekli gelir getiren mirası 6000 ruble verip satın almıştır. Oğul Mitya bu alış verişe gönülden razı değildir ama 6000 rubleyi alıp harcamadan bekletmektedir. Birliğinin komutatı olan albay bir iftireye uğrar. 5000 ruble açık vermiştir. Bu parayı verirse suçtan kurtulacaktır. Albay para bulmakta zorluk çeker. Albayın güzel kızı ya da kızları çare ararlar. Mitya da bu kızlarla ilişki kurmak ister. Mitya’ya olanak doğmuştur. Albayın kızı Katerin İvanovna ile buluşur, istediği parayı verir. Ancak bu para veriş, biraz naz biraz kendine teslim olma anlamında değişik kuşkular uyandırmıştır. Katerin İvanovna, Mitya’nın isteklerine uyacakmış gibi tavır takınır. Ancak iki gün sonra para geri gelir. Katerin Mitya’yı sevmiştir karşılıklı sözleşirler. Böyleyken Mitya işi tavsatır. Bu arada Katerin’e büyük bir miras kalır. Bu büyük miras sonunda Katerin Moskova’ya taşınır. Yaşamı oldukça değişmiştir. Yüksek sosyete arasına girer. Katerin İvanovna varlıklı bir güzel olarak çevresinde ünlüdür. İvan Karamazof da Katerin’e ilgisiz değildir. Ancak Katerin Mitya’yı sevmektedir. Mitya elinde olmayan nedenlerle düşkün kadınları bir türlü bırakamaz. Şimdilerde de ortalık güzellerinden Gruşinika ile yaşamaktadır. Yaptıklarından pişmanlık duymuş bir tavır içinde küçük kardeş Aliyoşa’yı Katerin İvanovna’ya gönderecektir.

Baba Karamozof çok kötü bir baba, bunu iyi anladım. Kendisinden ayrı yaşamış çocukları da sanırım iyi birer insan olmamak için diretiyorlar. Aliyoşa dışındakilerin iyi bir tavrıyla karşılaşmadım. Aliyoşa da nasıl çıkacak bilemiyorum ama şimdilik o ortalıkta suçsuz gibi duruyor. İvan için fazla bir şey yazılmadı ama 57. sayfada “Aleksandr Miyosov, kin ve nefretle İvan’a baktı ve içinden:

-Sanki, hiçbir şey olmamış gibi bu da geliyor…Hayasız surat. Ne olacak, Karamazof vicdanı işte!. . demişti. Yazar, kendi kanısını Aleksandr Miyosov’a söyleterek bizi, 2. oğul İvan hakkında bilgilendirmişti. Yatarken de bir süre bunları düşündüm. Gerçekten böyle insanlar var mıdır? Yoksa yazarlar:

-Böyleleri de olabilir!diyerek okuyucuları uyarıyor mu? İsmet’i anımsadın:

-Şimdi yaz, her dakika köyden gelen-giden oluyordur. İsmet birine takılıp köye rahat gitmiştir.

 

15 Ağustos 1942 Cumartesi

 

Öğleden sonra Lüleburgaz’a gidecekler saptanıyor. Yakup Tanrıkulu bana da sordu. Gideceğimi söyleyince Mehmet Yücel takıldı:

-Ona sormayın, o gitse bile bizden ayrı yerlere gider!dedi. Arkadaş bunu niçin söyledi pek anlayamadım ama eskiden onunla tartıştığımız bir konu vardı, onu anımsayınca yanıtımı verdim:

-Hüsnü Dayının oraya gideceğimi sen de biliyorsun!Hüsnü Dayısı, onun köylüsü dükkan sahibi Hüsnü Ceylan. Oğlu Ali Ceylan’la tanışıyoruz. Ali Ceylan’ın güzel kardeşi için Mehmet Yücel’e takılıyordum. O da buna sinirleniyordu. Sinirlenmesi kızı kıskandığından falan değil:

-Ceylan ailesinin kulağına giderse, onların yüzüne bakamam! diyordu. Olay, unutulmuştu. Bu sabah o benim için böyle konuşunca ben de eski konuyu açtım. Mehmet Başaran, köylüsü Mehmet Yücel’e arka çıktı. Bir şeyler mırıldandı ama ben oralı olmadım. Çıkarken Mehmet Yücel yanıma geldi:

-Şakanı, ad vermeden yapsan daha iyi olur, ad verince birilerin dikkatini çekiyorsun!dedi. O birileri dediği, olsa olsa Ceylan Köylü Küçük Mehmet olacaktır, diye düşündüm. Gülerek:

-Mehmet Başaran seni ne güzel savundu!dedim. Bu kez de Mehmet Yücel güldü:

-Buradaki savunmaya bakma sen köye gidince takınacağı tavır önemli. Bizim buradaki şakalarımızı başka kimse gidip Hüsnü Dayıya ya da oğluna iletmez. Ama konuşmalar köye götürülünce iş değişmektedir. Beni daha fazla söyletme! Mehmet Yücel'in kaygılı kon uşması dikkatimi çekti. Sevdiğim bir arkadaşı üzdüğüm için kendimi kınadım. Benim kızla falan bir ilgim yok, amacım;salt güzel olduğunu bildiğim bir kızı anarak Mehmet Yücel’e takılmaktı. Özür diledim. Kahvaltına bir süre düşündüm, iki köylü arasında bir benzeşmezlik var ki arkadaş böyle kaygılanıyor. Benim de kuşku duyduğum bir olay var, acaba? Acaba’yı birkaç kez tekrarladım. Sami Akıncı bir zaman bana bir söz söylemişti. Ona da bir “Acaba!” çektim.

İrfan Öğretmen nöbetçi, geldi, yapılacak işleri bölüştürdü gitti. Ranzaları kızların voleybol sahası yakınına sıraladık. Atölyeyi toplayıp temizledik. Paydosa yakın İrfan Öğretmen geldi. Hamdi Bağ Öğretmen telgraf çekmiş, keresteler standartmış. Standart sözüne takılacağımızı düşünen öğretmen tekrarladı:

-  Yani tam bizim istediğimiz gibiymiş!dedi. Paydos zili çalınca akordiyonu alıp ön merdivenlere çıktım. Yemeğin az gecikeceği duyuruldu. İlhan Görkey Öğretmen açıklamalarda bulundu. Okul sahası sayılan yerleri bir daha anımsattı. Tarım nöbetçisi olan sınıfın işlerinin sürdüğünü tekrarladı. Lüleburgaz’a izin kağıdı almadan gidenlerin suçlu sayılacağını tekrarladı. Törenden sonra bir süre derslikte oturduk. Ekmeklerin gecikmesini bir çok olasılıklara bağladılar. Sık sık andığımız benim ilkokul arkadaşım, Kadir Pekgöz’ün köylüsü fırıncı Hasan’ın bize kızdığı için ekmekleri geciktirdiğini öne sürüp Kadir’le ikimizi suçladılar. Kadir sözlerin şaka olduğunu bile bile karşılık yetiştirmeye çalıştı. Ben sustum. Susuşum kimi arkadaşların ilgisini çekmiş, sonunda bana sordular: “Sen neden susuyorsun? ”Yanıtım kısa oldu:

-  Arkadaşım Hasan 2 ay önce askere alındı!Bu kez Kadir’e:

-  Köylüsü asker olmuş, haberi yok! türü sözler söylendi. Derslikteki konuşmalara çok az katılan Sami Akıncı:

-  İşte şunu iyi öğrenelim, arkadaşlık öteki yakınlıklardan önde gelir. Köylü olmak bir yakınlıktır ama, arkadaşlık daha başkadır!Sami’ye karşı olanlar çıktı. Sami gülerek:

-  --Siz ne derseniz deyin, canlı örnek önünüzde!

Yemek zili çalınca tartışma kesildi. Yemekte karpuz vardı. Gene siyah karpuzdu ama bu karpuz tatlı çıkmış, ağız tadıyla yedik. Yemekten hemen sonra yola çıkanlar oldu. Ben Halkevi’ne gideceğim için ikinci partiye kaldım. Saat 4 olmadan gitmek istemedim. Yusuf Asıl, Mehmet Aygün, Ahmet Güner, Hasan Üner bir grup yaptık. Lüleburgaz’a inince Pazar alanına indik. Bizim köyden Karaahmet Ahmet’le Poyraz Mehmet’i gördüm. İkisi de iyi bostancıdırlar. Yaptıkları ön anlaşmalara göre iki sergiciye karpuz getirmişler. İkisi de birer karpuz verdi. Taşıma zorluğu nedeniyle razı olmadım. Bu kez arkadaşlar taşımaya yardımcı olacaklarını söylediler. İki koca karpuzu alıp Dağlı Hasan Amcaların dükkanına bırakıp çıktık. Köyden haber aldım, Ali Eniştemle Bektaş Ağabeyim köydeymiş, Mahmut Ağabeim kıtasına dönmüş. Onun kurası temelli azat bekliyormuş. Onlar ilk askerliklerini daha uzun yaptıklarından belli bir süre dolunca bırakılacaklarmış. Buna da sevindim. Arkadaşilarla fotoğraf çektirdik. Mehmet Yücel de bize katıldı. Halkevi Bahçesinde bir süre oturduk. Arkadaşlar kamyonu görmüş, koşup Kazım Ustayı gördüler. Kazım Usta:

-  arpuzun birini verirseniz götürürüm!demiş. “Olur!”deyip karpuzları verdik. Kazım Ustanın şaka söylediğini hep biliyoruz. Bir süre daha oturduk. Başka arkadaşlar da geldi, şakalaşarak okula döndük. Okula dönünce Yusuf’la Ahmet Güner oynamak istediler. Sabah dizdiğimiz ranzaların az ilersinde yer seçip bildiğimiz oyunları tekrarladık. Beş kişiyle başladığımız oyunlar 30 kişiye dek çoğaldı. Tatiller nedeniyle tavsayan oyunlara ilgi birden uyandı. Daha önce hazırlanmış bulunan listeler ortaya geldi. Yarından başlamak üzere sürdürülmesi kararlaştırıldı. Bu olaya hepimizden çok Yusuf Asıl sevindi;yeni başlıyormuş gibi heyecanla yapacaklarını anlatıyor. Oysa ben içimden:

-  Bu kaçıncı karar, kaçıncı girişim? Ötekilerin nesi eksikti? türü soruyorum. Gene de hoşnut oluyorum. Benim için de bir eğlence oluyor;akordiyonu iyice ilerletiyorum. Akordiyonu bırakırken kızlardan bir grup geldi, onlar da oynamak istiyormuş. Oyunlara karışmadığımı söyledim:

-  İş bölümü yaptık, ben müziklerini çalacağım, onlar oyunlarını oynayıp oynatacaklar. Röslein gülerek öyleyse bize müzik çal!dedi. Ben şimdi çal olarak algıladım, akordiyonu alıp çaldım. Gülnihal de kolay olduğundan çaldıklarım arasında vardı. Röslein Gülnihal’i çalarken:

-  Benim şarkım!”diye tekrarladı. Bu kez ben:

-  O senin değil o Dede Efendinin, senin şarkın bu!deyip gerçek Röslein şarkısını çaldım:

-  Çok güzel ama, neden o değil de bu benim şarkım? diye sordu. Açıkladım:

-  O Gülnihal diyor, oysa bu şarkı doğrudan gülü anlatıyor!dedim. Anlattığımı tam anlamadı ama bana güvendiği için güldü, başka soru sormadı. Bu kez, Melahat Erkan bildiği gül şarkısını söyledi. “Bahçemde bir gül var-Boyu boyumdan uzun!”Onu da çaldım.

-  Yemek zili çaldı. Arkadaşlar hemen karpuzları sordu. Karpuzun birini yiyeceğiz. Ancak yemekte yememiz doğru olur mu? Bunu tartıştık. Yemekten sonra atölyde yemeye karar verdik. Yusuf Asıl, Ahmet Güner, Mehmet Aygün, Hasan Üner beşimiz sözleşmişken Hasan Üner’le Mehmet Aygün Hilmi Altınsoy’u çağırmak istedi. Bu kez ben de:

-  Mehmet Yücel olayı gördü, onun da göz hakkı var!dedim. yedi kişi olduk. Gülüşerek atölyeye gittik. Şakalaşarak karpuzun birini yedik. Ötekini de kesebileceğimizi söylememe karşın istemediler. Mehmet Yücel Yusuf’u göstererek:

-Çocuklar, akşamları karpuzu çok yerse altına ederler!dedi. Hasan’la Yusuf ikisi birden Mehmet Yücel’e karşı oldular:

-İskelet kendisi fazla yiyemediği için böyle söylüyor!dediler. Şakalaşarak dersliğe gittik. Derslikte, bugün Lüleburgaz’a gidenler gördüklerini anlattılar. Gördükleri benim için sıradan yerler ya da kişilerdi. İlgimi çekmedi açıp Karamazof Kardeşleri okudum. Katerin İvanovna Aliyoşa’yı çağırmıştı. Aliyoşa Katerin’in konağına giderken büyük ağabeyi Mitya ile karşılaşmıştı. Sarhoş olan Mitya Aliyoşa’ya Katerin’le geçmişteki ilgisini anlatmıştı. Konuşmalarını bitirmeden bırakmıştım. Kaldığım yerden okumaya başladım. Bildiğim gibi konuşmaları uzadı. Mitiya sarhoş, kararsız ne dediği de pek belli olmuyor. Hem Katerin’i sevdiğini söylüyor, hem de onun kendisini istemeyeceğini söylüyor. Aliyoşa bu anlaşılmaz, daha doğrusu değişken sözleri bir süre dinledi. Sonunda Mitiya ağzından baklayı çıkardı. Mitya Katerin’e bir çok oyun oynamış ama son oyunu tümüyle ayıplı bir oyunmuş. Katerin kız kardeşine 3000 ruble göndermesi için Mitiya’ya vermiş. O da bu parayı düşkün kadınlarla toz etmiş. Sahte belgeler hazırlayıp Katerin’e göstermiş. Paranın gitmediği anlaşılmış. Şimdilerde bu 3000 rubleyi Katerin’e vermezse onun yüzüne bakamazmış. İşte Aliyoşa ile konuşması bunun içinmiş. Kendisinin 1000 rublesi varmış, Aliyoşa da 2000 ruble bulursa borcunu ödeyip Katerin’in yüzüne bakabilecekmiş. Aliyoşa bu parayı bulamayacağını söyleyince Mitya gidip baba Karamazof’tan istemesini söyledi. Aliyoşa onun da vermeyeceğini söyleyince Mitya sinirlendi, babası için ilginç sözler söyledi. Mitya’ya annesi tarafından çok para kalmış. Yasal olarak o para kendisininmiş. Ancak babası o paraların üstüne oturmuşmuş. Bunca alacaktan sonra ona 2000 ruble vermezse onu öldürmekten başka seçeneği kalmadığını açık açık söyledi. Bu arada yeni bir şaşırtıcı olay öğrendim, Mitya, bir süredir düşüp kalktığı orta malı Gruşinika ile evlenmeye karar vermiştir. Oysa aynı kadına Baba Karamazof da tutkundur. Baba oğul bu durumu karşılıklı bilirler. Mitya kardeşine bunu kardeşine de söyledi. Mitya:

-Babam, benim Grüşinika ile evleneceğimi yeni öğrendi. Gene de Grüşinika’ya ayırdığı 3000 ruble hazır durmaktadır. Zarfın üstünde de :

-Eğer bana gelmeye razı olursa, melek Grüşinika 'ma!”sözleri yazılıdır. Yazılar kendi elinden çıkmadır. para, beş yerinden mühürlenmiş bir zarfa koymuştur. Bunu Smerdiyakov bilmektedir. Kardeş Aliyoşa bu sözleri şaşkınlıkla dinledi ama karşısındakinin kararlı durumunu da görmezlikten gelemedi. Ağabeyinin önerisine uyarak, babasına gideceğini söyledi. Kitabı kapattım. İsmet’i anımsadım;şimdi evde. Acaba gittiğine iyi etti mi, yoksa gene evde tartışmalarla karşılaşıp pişman mı oldu? Arkadaşlar bilinen tavırları içinde benzer konuşmakarı yapıyorlar. Ortaya getirilen bir olar, arkasından da tartışma. Bir süre tartışmaları dinledim. Nöbetçi Ali Şen gülerek geldi:

-Abi mektubun var!”deyip iki mektup uzattı. Zarflara bakınca: “Aaaaa!” diye bağırdım. Biri Pazarören’den biri Haruniye’den. Önce Pazarören’den geleni açtım. Veli’den geliyor. Mektubuma geç yanıt verdiği için özür dilemiş. Onlardan bir grup bu yıl da Hasanoğlan’a gitmiş. Okul müdürleri değişmiş. Okullarındaki çalışmaları, okul çevresinde gördüklerini anlatmış. Okullarını yanından Zamantı çayı geçiyormuş. Bu yıl okullarına bir sürü hayvan alınmış, bunların bir bölümü kesilip et olarak yenecekmiş. Mektubun burasını arkadaşlara okudum. İnanmayanlar çıktı. Gelip bakan bile oldu. Ne ilginç Haruniyeli arkadaş da okul çevresini anlatmış, o da okula yakın akan Sabun Çayından söz ediyor. Pazar günleri topluca gidip balık tutuyorlarmış. Yazan arkadaş kendisi Dörtyol köylerindenmiş. Köylerinde portakal bahçeleri varmış. Okullarında portakal olmuyormuş ama nar, üzüm bolmuş. Bir de fıstık çokmuş. Yazın çok sıcak oluyormuş ama kışları ılık geçiyormuş. Bu kez de bizim arkadaşlar söylenmeye başladılar: “Bizim Kepirtepe onlara göre yokluk içinde. 20-30 hayvan alınsa burada hayvandan geçilmez. O okulların herhalde geniş arazileri var. Haruniye’den de Hasanoğlan’a ekip gitmiş. Ayrıca Arifiye’ye de bir ekip gelmiş. Arkadaş siz nerelere gittiniz? diye soruyor. İdris Destan:

-Bu soruya ne yanıt vereceğimi sordu. Benden önce Mehmet Yücel yanıtladı:

-Biz yerimizde pinekliyoruz. Herkes gezsin tozsun, biz Kepirimizde çakılıyız!Birden karşı sözler söylendi:

-Sıkıldınsa tatillerde çık gez, ekip olarak gezmek için en az 20 gün taş, tuğla taşıyacaksın, İskelet bunları unutma!diyenler oldu. Yat ziline dek benim mektuplar konuşuldu. Haruniye ekibinden kimseyi anımsayan çıkmadı. Buna karşın Pazarören ekibinden özellikle Veli Dalak, Hüseyin Öztürk hep anımsandı, onların oyunları uzun süre konuşuldu. Haruniye ekibinden öğrencilerin unutulşmasına şaşmadım ama Ekip başındaki öğretmen Vahdet Kayık'ın unutulmasına şaştım. Hemen Sarı Kurdelem şarkısını anımsattım. “Aaaa, sahi, o küçük boylu öğretmen!” diyenler oldu. Pazarören ekip öğretmenleri Ömer Epçin de anımsanıp soyadının anlamı tartışıldı. Epçin sözü Hep Çin şekline dönüştürülüp biraz da Japon olsun gibi şakalar edildi. Zamantı çayının adı da birilerine ilginç geldi. Zamantı değil samantı’dır, yanlış yazmışlardır, diyenler oldu. Sami Akıncı düzeltme yaptı: “Zamantı neden olmasın? zaman’a tı eki takılmış, tıpkı, çalkantı, beklenti, rastlantı, kaşıntı gibi deyince gülenler oldu:

-Aman aman o son sözü anmayın Bekir Temuçin gene başlar!Bekir Temuçin oralı olmadı, son sözleri dinlememişçe Sami Akıncı’nın sözlerine ekleme yaptı:

-Çiselti, karaltı, hışırtı, çatırtı, kıpırtı, akıntı. Bu arada Ali Güleren de söze karıştı: Homurtu, kuruntu!deyince Mustafa Saatçı duramadı:

-Ali Aga konuşTU!dedi. Birden Mustafa Saatçıya çıkışmalar başladı. Ben önce dikkat etmemiştim, meğer Mustafa Saatçı Ali Güleren’in homurtu, kuruntu, bozuntu sözlerindeki tu’ya uyduğu için konuştu demişmiş. Kahkahalarla gülerken zil çaldı. Hafız şaşırdı, imam bozuldu, türü sözlerle yataklara girdik. Yatınca aklımdan geçirdim;Sami öyle dedi ama, verilen örneklerin hepsi uygun değil, zamantı’da tı eki ad takısı oluyor. Oysa örneklerin hemen hemen hepsi fiil köklü sözcüklere takılıyor. Bu bir fark değil midir? Sami’nin akıntı örneği dışındakiler tartışılabilir sanıyorum. Bu arada arkadaşların büyük çoğunluğu mektuplaşmanın yararına inandıklarını gösterdiler. Bir ara Fettah Biricik’e baktım, o eski tutumuu sürdürüyormuş gibi, tek başına konuşmaların dışında durdu. Zamantı mamantı bir yana Pazarören’de 30-40 hayvan alınmış, sığır ya da koyun, pastırma, sucuk, kavurma yapılmış ya da yapılacakmış. Bunları öğrenciler yapıyormuş. Ben de buna şaştım. Herhalde dışardan ustalar getirtip öğrencileri onların yanına yardımcı veriyorlar. Sanırım içlerinden bir kaçı ancak bu işleri öğrenmiştir. Ablam kavurma yaparken kaç defa bakmışımdır ama şimdi bana:

-Kavurma yap!deseler kesinlikle yapamam. Biliyorum etler kesilip kemiklerinden ayrılıyor. Sonra? Sonrası yok, o nedenle bilmediğimi söylüyorum.

 

16 Ağustos 1942 Pazar

 

Bu sabahki konu futbol maçı. 9. sınıflar karmasıyla 10. sınıf maçı. (Bizim sınıf. Arkadaşlar son sınıf diyor.) Konuşanlar hep yenmekten söz ediyor. “Top yuvarlaktır, belli olmaz!”diyenler oldu. Bunlara:

-Kendiniz oynayamadığınız için kıskançlık duygusuna kapılıyorsunuz!yanıtı verildi. Sami Akıncı söze karıştı:

-Biz son sınıfız ama geçmiş yıllarda futbol oynama olanağı bulamadık. Bu nedenle sınıfımızın büyüklüğü bir anlam taşımaz!dedi. Mustafa Saatçı, Sefer Tunca, Mehmet Yücel Sami Akıncı’ya katıldılar. 9. Sınıflarda da yaşlı çocuklar var, bizim sınıftaki futbolcular onlardan daha küçük!Bu söze de bizim futbolcular sinirlerndi:

-Bizim neremiz çocuk?

Dersliğe, arkasından kahvaltıya bu tartışma içinde gidildi. Hasan Üner, Bekir Temuçin, Ali Önol, Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner, İbrahim Ertur, Arif Kalkan, Hüseyin Serin, Kadir Pekgöz, Mehmet Aygün arkadaşlardan kurulması düşünülen takım 11. kişisini tamamlayamamış. İsmet Yanar varmış ama o izinli olduğu için yokluğu sorun olmuş. Hüsnü Yalçın’la Sefer Tunca kandırılmaya çalışılıyor. Hilmi Altınsoy’la Abdullah Erçetin çabuk yoruluyormuş. İdris Destan, Mehmet Başaran, Harun Özçelik rahatsız. Salih Baydemir kesinlikle girmiyor. Benimle Halil Basutçu’ya teklif bile etmiyorlar. Mustafa Saatçı ise koşul öne sürüyor:

-Emrullah Öztürk, Ali Güleren, Sami Akıncı, Mehmet Yücel girerse ben de oynarım!Buna da arkadaşlar kahkahalarla gülüyorlar. Özellikle Sami Akıncı’nın, Emrullah Öztürk’ün, Ali Aga’nın topa el sürdüğü görülmemiş bir olay. Maç akşama doğru yapılacakmış. Bu kez de futbolcular, oynamayanları izleyici olarak çağırdılar. Gideceğimize söz verdik. Hava oldukça sıcak. Arkadaşlar birer ikişer derslikten gitti. Karşılıklı pencereler açılınca dersliğimiz serin oluyor. En arka köşede oturuyorum. Maç zamanına dek okumaya karar verdim. Kitap giderek karışıklaştı. Kişiler, gene gene ele alınıp yeni özellikleriyle anlatılıyor. Örneğin Smerdiyakov’u daha önce öğrenmiştim. Kimsesiz, ortalıkta deli gibi dolaşan bir annenin çocuğuydu. Onu, Baba Karamazof’un uşağı Grigori il karısı Marta bakıp büyüterek, efendisinin işine almış birlikte çalışarak yetiştirilmiş. İşte bu Smerdiyakov şimdi değişik boyutlu işler içinde bir daha ortaya getiriliyor. Geçmişte Smerdiyakov için bakıldı, büyütüldü, denerek geçiştierilmişti ama ayrıntılara girince şaşılası bir büyüme süreci ile karşılaşılmaktadır. Smerdiyakov doğuştan bir dikkafalıdır. Yediği yemekleri titizlikle gözden geçirir öyle yer. Çevresindekileri beğenmez, kurulu düzene tümden karşıdır. Örneğin kendisine ders veren öğretmeni daha ilk dersinde olağandışı bir durumla karşılaştığını anlamıştı. Smerdiyakov anlatılanları dinlemiyor, uyarılara ise kahkahalarla gülüyordu. Örneğin din dersinde: “Allah dünyayı birinci günde, güneşi, ayı, yıldızları da ikinci günde yarattı!”dendiğinde Smerdiyakov: “Ondan önce ışık nereden geliyordu? ”diyebilmiştir. Baba Karamozof onun okuması için çaba göstermiş ama o kendi doğrultusunda gitmiştir. Öyle ki Baba Karamozof bir ara onu kendi zengin kitaplığında görevlendirmiş, Gogol’u, genel tarihi okumasını salık vermiştir. Bir süre sonra sorduğunda aldığı yanıt ilginçtir:

- Bunların içinde yalanlardan başka bir şey yok!-Smerdiyakov büyüdükçe süse yönelir. Ancak kendisinde çocukluktan kalma bir hastalık vardır, giderek bu hastalığın etkisinde kalmaktadır. AGene de tüm bu olumuzluklarına karşı Smerdiyakov çok namusludur. Paraya pula ilgi göstermez Baba Karamazof’un kaç kez düşürdüğü paraları bulunca tamı tamına getirip vermiştir. Bayılma nöbetleri geldiğinde korkunç titremeleri gibi kimi zaman yalnız kaldığınde bir yerlere bakarak dalgın dalgın gülümsemesi de ona özgü bir görüntü verir.

Mitiya’dan ayrılınca Aliyoşa ağabeyine söz verdiği gibi Baba Karamazof’a  gitti. Baba Karamozof yemek-içmek işlerine çok önem veren biridir. Onun bu işlerini Smerdiyakov görmektedir. Yemekler içkili olur, baba Karamazof keyif ehlidir, yemeklerde neşelidir. Oğlunun geldiğini duyunca seslenir:

-Nihayet işte gelebildi…diye haykırır. Arkasından da: “Gel beraber oturalım, kahve ister misin? diye sorar. Arkasınsan sayısız öneri gelir. Kısacası baba Karamazof en küçük oğluna çok yakınlık gösterir. Durmadan yemekten içmekten söz eder. Oysa Aliyoşa açtır, gün boyu yediği bir dilim ekmektir. Gene de sofraya oturmaz, bir kahve ister. Kahveden sonra baba Karamazof Smerdiyakof’un yemeklerini över, bir gün de çorba yemeye davet eder. Söz döner dolaşır eski bir çağrıya dayanır. Baba Karamazof oğlunu eve çağırır. Gene sorar :

-Yatağını getirdin mi? Ağabey İvan eve dönmüştür, Aliyoşa'ya onu örnek verir. İvan’ı çok sevdiğini söyler. Aliyoşa’yı vaftis etmek ister. Bu arada Smerdiyakof ‘u çok yaban olarak tanıtır. Neden öyle olduğu üstüne de olaylar anlatır. Yukarda değindiğim gibi Smerdiyakof çocukluğunda çok haşindir, acıma duygusu yoktur. Kedileri, öldürüp gömer. Öldürmeleri de asarak yapar sonra yatak çarşaflarını yırtıp onları sararak gömer. İşte böyle bir olaydan sonra Grigori onu yakalar, fena halde döver. Bundan sonra Smerdiyakov bir hafta büzülüp bir köşede öyle durur. Ondan sonra da zaman zaman titremeler başlar, arkasından bayılır.

Smerdiyakov, 20 yaşına gelmiş bir genç adamdır. Baba Karamazof’un da güvenini tam kazanmıştır. Zaman zaman onun konuşmalarına da katılır. Özellikle din, inanç konusu açılınca baba Karamazof, Smerdiyakov’u öne sürer. Çünkü Smerdiyakov inançsızdır ya da öyle görünmekte direnir. Söyledikleri ilk bakışta saçma sapan gibi geliyorsa da gene de bir düşünceye dayanır. Ayrıca o sıralar Rusya’da gelişmeye başlayan sosyalist düşünce akımını anımsatan bir yakınlık da bulunmaktadır. Aliyoşa geldiğinde baba Karamazof’un sofrasın İvan vardır. Sofrayı hazırlayan Smerdiyakov’la Grigori de oradadır. Aliyoşa’yı sevgiyle karşılayan baba Karamazof çok içkili olduğundan zaman zaman Aliyoşa’yı kızdıracak türden sorular sorar. Tatsız tuzsuz tartışmalar sürer gider. Smerdiyakov’un sözlerine daha çok Grigori karşı koyarsa da baba Karamazof, tartışmaları körükler. İvan görünüşte babasının koltuğunda gibidir. Aliyoşa bu duruma şaşar. Çünkü konuşmalar, kiliselerin yıkılmasına, Allah’ın var olup olmadığına dek sürdürülmüştür. Bunlara dayanamayan Aliyoşa baygınlık geçirir. Bu kez baba Karamazof telaşlanır. Ancak çok sarhoş olduğundan ya da saygısızlığından Aliyoşa’yı annesine benzetir. Küçümseyerek:
-Annesi gibi yıkıldı!, gibilerden annesini küçümseyerek konuşur. Bunu duyan İvan tepki gösterir:

-Onun annesi benim de annem!Baba Karamazof şaşırır, toparlanmaya çalışırken dışardan gürültüler gelir. Baba Karamazof’un alışmadığı bu gürültüyü hayra yormaz, toparlanmaya çalışırken büyük oğlu Dimitri öfkeyle içeri girer. Kapıdakiler durduramamıştır. Baba Karamazof Dimitri’yi görünce yakınındaki 2. oğlu İvan’a sarılıp bağırır: ” Yetişin, beni öldürecek!”Oysa Dimitri yanlış bilgi almış, sevgilisi Gruşinika’nın burada olduğunu sanıyormuş. O öfkeyle gelince önüne gelene sert davranmış, ihtiyar Grigori’ye vurup geçmiş öfkeyle tüm odaları aramaya başlamıştır. İşin ilginci Baba Karamazof, oğlunun durumunu bir yana bırakarak:

-Grunişika gelip öteki kapılardan girmiştir! diye düşünerek sevinmeye kalkışır. Grunişika gelmemiştir. Ancak Dimitri odaları ararken Baba Karamazof bu kez Dimitri için:

-Yakalayın şunu, paralarımı çaldı!diye bağırır. Büyük bir direnişle İvan’ın kollarından sıyrılarak Dimityri’ye saldırır. Dimitri bu sözleri duyunca iyice kızmıştı, üstüne geldiğini görünce bu kez Baba Karamazof’un başındaki bir tutam saçtan tutarak sağa sola birkaç kez salladıktan sonra yere itip başına birkaç da tekme vurur. Bu kez İvan sesi duyulur:

-Öldürdün bunağı. Dimitri yanıtlar:

-Layığını buldu. Bu kez ölmediyse, bir daha gelişimde gerçekten öldüreceğim.

Aliyoşa, Dimitri’nin hemen gitmesini söyler. Dimitri gider. İvan tarafsız gibi davransa da içten içe baba Karamazof’a kızmaktadır. Aliyoşa olgun bir papaz gibi ara bulmaya çalışmaktadır. Tüm olayları bilmektedir ama taraflara bildiğini sezdirmemektedir. Özellikle baba Karamazof Aliyoşa’yı sever görünerek kullanmak istemektedir. Karamazofların konak tam bir panik içine düşmüştür. Uşak yaşlı Grigori, Dimitri’den başına bir darbe yemiş onun acısını çekmektedir. Bir uyandan da söylenir:

-Dimitri’yi minik bir bebekken baktım, büyüttüm, nasıl olur da bana vurur? Oysa Dimitri kendi babasına öldüresiye vurdu;ölmediyse öbür defa öldüreceğim!deyip gitti. Grigori olayın önemini anlayamamış durumda. Aliyoşa konaktan ayrılınca Katerin’e gider. . Daha önce haberleşmişlerdir, Katerin onu beklemektedir. Bir de oyun hazırlanmıştır: Gruşinika Katerin’e gelmiştir. Aliyoşa gelince içeriye çekilmiştir. Katerin Dimitri’den söz eder. Dimitri’yi sevdiğini söyler. Aralarındaki para sorununu önemsemez. Dimitri’nin iç ettiği 3000 rubleyi bir yana bırtakmıştır. Kayıtsız koşulsuz Dimitriyle evlenmek istediğini söyler. Aliyoşa bu duruma üzülür;daha doğrusu Katerin’in umutlanmasını önlemek için Dimitri’nin Gruşinika ile evleneceğini, onu çok sevdiğini söyler. Katerin, bunun olamayacağını, Gruşinika’nın bir melek olduğunu ancak başkasına söz verdiğini, böylece Dimitri’nin bu konuda şansı olmadığını anlatır. Aliyoşa’nın inanması için de Grulşinika’ı içerden çağırır. Aliyoşa şaşkındır. Önce Gruşinika’nın güzelliğine takılır. Ayrıca Katerin’le böylesi ilişki kurmasına şaşar. Karşısında sıkı fıkı olmuş iki güzel kadın vardır. Bir süre içinden yorumlar yapar. Dimitri’nin zorlu bir olay karşısında olduğunu düşünür. Katerin kendine güven içinde Gruşinika’yı konuşturur. Ne var ki Gruşinika birden söz değiştirir. Dimitri’yi sevdiğini söyler. Özgür olduğunu, hiç kimsenin isteği doğrultusunda gitmeyeceğini sözlerinel ekler. Katerin bu dönüşe öfkelenir;Gruşinika’nın aşağılık biri olduğunu, orta malı olarak erkekleri kullandığını söyleyip evinden kovar. Katerin ihanete uğramış olarak konuşmasını sürdürürse de planları suya düşmüştür. Gruşinika’yı evinden kovar. Gruşinika hiç de göründüğü gibi değildir;çıkmak üzere kalkarken Aliyoşa’ya:

-Benimle gel güzel çocuk, sana unutamayacağın tatlı dakikalar geçirteyim!dedi. Aliyoşa geç vakit oradan ayrıldı. Düşünceli düşünceli giderken Dimitri karşısına çıkrar. Dimitri heyecanlıdır. Aliyoşas olayları anlatır. Dimitri, Katerin için:

-Katerin haklı, onu üzdüğümü biliyorum. Ancak o güçlü bir insandır!deyip sözü kendisine getirip intihar etmekten söz eder. Anlamlı anlamlı konuşmalar yapar, boyun bağından, kayışından, gömleğinden söz eder. Uzun uzun düşsel sözlerden sonra Aliyoşa’yı öpüp ayrılır. Geç olmuştur, Aliyoşa Dimitri için kaygılanarak yürürken eline verilen mektubu anımsar. Katerin’den ayrılırken oradakilerden biri gizlice kendisine bir mektup vermiştir. Önce mektubu önemsemez; gündüz olanları bir daha gözden geçirerek manastıra döner. Başpapaz iyice çökmüştür. Başında öteki papazlar vardır. Aliyoşa’ya başpapazın son dakikaları olduğunu söylerler. Aliyoşa babasına, Katerin’e gene geleceğini söylemişti, papaz Zosima’nın durumunu görünce birkaç gün buradan ayrılmamaya karar verdi. Yatarken mektubu açıp okudu. Mektup Liz’den gelmiştir. Genç bir kızın söyleyebileceği içtenlikli sözleri söyler. Sabırsızlanıp mektup yazdığı için özür diler. Aliyoşa önce suç işlemiş gibi durgunlaşır. Mektubu ikinci kez okuyunce içini bir sevinç kaplar. Zorlu günün yorgunluğunu atacak derin bir uykuya dalar. Kitabı kapatırken ben de düşündüm;bu kitabı okumaya başlayalı beri güzel bir olayla ben de karşılaşmadım:

-Amma da romanmış ha!dedim. Roman değil, bir sürü delinin yaptıklarını bir araya getiren bir kitap. Böyle baba olur mu? Böyle sevgili var mıdır? Katerin’le Aliyoşa dışında kimsenin ağzından insancıl bir söz çıkmıyor. Olunsuz insanlar kitabı. Dilerim Aliyoşa hep böyle davranır da kitapta bir adam vardı;diye ilerde anımsarım.

Halil Basutçu geldi. “İdris hasta, gittin mi, iki gündür revirdeymiş!”dedi. Mehmet Başaran’ın revirde olduğunu duymuştum ama İdris’i farketmemiştim. Halil gitmiş, konuşmuşlar şimdi ikisi de iyiyiymiş ama İdris’ın sık sık ateşi yükseliyormuış. Yemek zili çaldı. Öğleden sonra maç var, konuşmalar hep top üzerine. Hasan Üner’e sordum:

-Sabahtan beri ne yaptın? yanıt:

-Top oynadım!Akşama dek ne yapacaksın? Sordum yanıtı biliyorum;top oynayacaksın. Arkladaşlar hep güldüler. Hilmi Altınsoy herkes adına konuşuyor:

-Spor sağlık demekmiş, sağlıklı insanlar mutlu olurmuşé!”Hilmi’ye sordum:

-Sen mutlu musun? Hilmi yemeği gösterdi:

-Nasıl mutlu olurum? Akşam mercimek öğle mercimek, yahu başka yiyecek yok mu bu memlekette? Bu kez futbolcular Hilmi’ye çattılar:

-Sen doğru dürüst futbol oynasan böyle konuşmazsın, gel bizim takıma gir, mercimek sana tatlı gelecek!

Öğretmen masalarında Hamdi Bağ Öğretmen vardı. Hep sevindik, Çanakkale’ye gitmişti, dönmüş. Futbolcular daha da sevindi, hakem arıyorlarmış, en iyi hakem de Hamdi Bağ Öğretmenmiş. Konu gelecek kerestelere, atölye çalışmalarına kaydı. Bir ara Hilmi’ye Pazarören’den gelen mektubu anımsattım. Onlar inekler, koyunlar alıp, sucuk, kavurma, pastırma yapıyormuş. Sucuğu, kavurmayı biliyorum ama pastırmayı bilmiyorum:

-Bilen var mı? diye sordum. Kimse bilmedi. Pastırma dillere dolandı. Bizim masadakilerden duyan varmış ama bilen çıkmadı. Harun Özçelik Ayşe Hemşire’den soracak.

Hava çok sıcak, öyleyken ara ara rüzgar esiyor. Rüzgar, geçen arabalardan toz getirdiği için okulun önünde oturamıyoruz. Oysa en serin yer öğleden sonra okulun önü. Yusuf, Ahmet Güner’e kızmış. Bugün zeybek oyunları vardı. Sözleştiğimiz saate rastlayan maçta Ahmet Güner de varmış. Ben:

-Sınıflar arası maç olduğuna göre izleyicileri de çok olacaktır. Öyleyse biz bugünkü oyunları geri bırakalım!dedim Yusuf bu kez de bana kızdı:

-Siz karar verirken başka oynamaya kalkınca başka oluyorsunuz!deyip gitti. Öfkeli öfkeli gibi gitti ama dersliğin açık penceresinden gülerek el etti. Yusuf pencereden bakarken bir grup kız geldi, akordiyon dinlemek istediklerini söylediler. Çok yalnız kalmış oluğum için razı oldum. Bu kez de Yusuf’u çağırdım. Öfkelenerek giden Yusuf gülerek geldi, birlikte akordiyonu alıp geldik. Okul şarkılarından, marşlardan, oyun havalarından tekrarlayarak uzun süre bir arada olduk. Arada gelen, gidenler oldu, parçaları tekrarlamam benim de işime yaradı. Birileri dinlerkenki dikkati, yalnızken pek gösteremiyorum. Kızlar okul şarkılarından sonra en çok tangoları dinlemek istiyorlar. La Komparsite, Lapolama, Çok Ağladım, Ayrılık Yaman Bir Çile, Martılar, Sevdim Bir Genç Kadını. Ayrılık’ı çalmaya başlayınca sözlerini söyleyenler oldu. Ben çalıyoum ama sözlerinden habersiz gibiyim. ……Biz bir grup olarak eğlenirken Asfalt yoldan okulun önüne iki fayton döndü. Biri yakınımıza dek geldi durdu. İlhan Görkey Öğretmen gülerek indi, eşi büyük kızı Sevim, büyük oğlu Doğan küçük oğlu Orhan vardı. İlhan Görkey Öğretmen bize takıldı:

-Bizi karşılamak için mi toplandınız? dedi. Öteki faytondan da iki aile indi. Onların birini tanıyordum Hakkı Bey, Lüleburgaz 2. İlkokulda öğretmen. Arkadaşlar dağıldı. İlhan Görkey Öğretmen beni övdü:

-Kendi kendine akordiyon çalmasını öğrendi!dedikten sonra oğlu Doğan’a dönerek:

-Beni dinleseydin, gelip burada birlikte çalışacaktın, İbrahim sana çalışmayı aşılayacaktı, o bu işin ustası!dedi. Öteki bay –bayan iki kişi de öğretmenmiş, karı kocaymışlar, ikisi de ud çalıyorlarmış. Onlar da müzik üzerine güzel sözler söylediler. Doğan bizimle kaldı, birlikte maça gittik. Doğan futbolu seviyormuş, dikkatle izledi. Onun yanında ben de biraz zoraki olsa da futbol izledim. Bana göre bizim sınıf çok düzensiz oynadı, sonunda yenildi de. Dağon’a bahçeleri gezdirdik. Arteziyene götürmek istedik, daha önce gittiğini söyleyince vazgeçip bizim dersliğe gittik. Derslikte Sami Akıncı konuşmalarımıza katıldı. Sami, ’nin aklı fikri derslerde. Sizin dersler bizim dersler derken konu doğrudan matematiğe dayandı. Doğan’ın da bir süre matematiği öğretmensiz geçmiş. Kardeşi geldi Doğan’ı aldı götürdü. Arkasından bir süre Doğan konuşuldu. Çok sağlıklı, güzel yüzlü bir delikanlı. Bizlere hiç benzemiyor. Konuşmalar giderek köylülerle kentliler arasındaki benzemezliğe dönüştü. Konuşmalara katılmayan sessiz arkadaşlarımızdan Sefer Tunca yüksek sesle bir ah, çekti: Öğretmen değil ne bok olsak, köylü olduğumuz için güzel bir sevgilimiz bile olmayacak!Hepimiz buna güldük. Oysa gülünecek bir söz değildi. Mehmet Yücel :

-Siz daha anlamadınız mı? Milli Eğitim Bakanlığındaki büyüklerimiz bunu düşündüğü için bu okullara kız alıyorlar. Yoksa ne yapsınlar bu mıymıntıları buralarda? Mustafa Saatçı mıymıntı sözünü reddetti:

-  SS mıymıntı değildir!.

Bayrak törenine mıymıntı tartışmaları yaparak çıktık. İlhan Görkey Öğretmenin Kızı Sevim de kardeşi Doğan’la törene katıldı. İkisinin de yüzleri gerçekten bizim arkadaşların yüzlerinden çok farklı. Bizim arkadaşların onlara nasıl baktığını yan gözle izledim. Arkadaşların öyle konuşmakta haklı olduklarına inandım. Ayrıca, bizim arkadaşların konuşmalardan habersiz olan öteki, 250 öğrencinin de onlara, o gözle baktığını duyumsar gibi oldum. Dersliğe dönünce Hilmi Altınsoy söylendi:

-  Akşam sabah mercimek yiyen nasıl sağlıklı olur? Bu kez arkadaşlar Hilmi’ya bağırdı:

-  Bunun mercimekle ne ilgisi var? Mercimek yesen de şişmanlayıp pırtla oluyorsun. Köyündekiler hep mercimek mi yiyor? Onlar neden yamrı yumru? Aynı konu yemekte de sürdü. Hasanoğlan’a gelen ekipler anımsatıldı:

-  Onlar da bizim gibiydi!

-  Dersliğe gidince tüm okul öğrenciler birer birer anımsandı. Sonunda, ancak 10 kadar öğrencinin kentlilere benzediği öne sürüldü: Bilenler o çocukları saydı. Mustafa Saatçı buna katılmadı, kendisi başta olmak üzere bir liste yaptı. Kendisini başa yazdı ama ötekiler besbelli kasıtlıydı;Emrullah Öztürk, Ali Güleren, BekirTemuçin, Raif Kayın, Bülbül denilen kız v. b. Bu kez Bekir Temuçin tüm öğrencilerden bir seçme yaptı. Fahrettin Şen, Nedim Menekşe, Nuri Altınseven, Naci Aydın, Rıdvan Ateşer, Fevzi Üner, Mehmet Özeren, Mürsel Dilek. Arkasından iki de kız eklemeye kalktı. Kızlar işin içine girince patırtı koptu. Sami Akıncı kalkıp tahtaya yazılanları sildi. Tartışmalara katılmadım ama söylenmeye çalışılanlara takıldım. Hasanoğlan’da her bölgeden insan gördük. İzmir-Kızılçullu’dan gelenlerle Trabzon-Beşikdüzü’den gelenler dışındakilerin yüzleri, arkadaşların dediği gibi hep kusurlu. Neden? Konuşmalardan iyice sıkılınca gene Karamazof’lara dönmeye karar verdim. Kitabı tam açarken İsmet geldi. Kitabı kapatıp İsmet’i bekledim. Sıra arkadaşım Halil başka sıraya gitmişti. İsmet yanıma oturdu;rahat rahat konuştuk. Köyden haberleri dinledim. Herkes iyiyiymiş. Muhittin Eniştem bir ara rahatsız olmuş, düzelmiş. Sabri işleri iyi yürütüyormuş. Yatınca önce Kızılcıkdere’te sonra da kendi köyüme gittim. Tüm gece sanırım köyümde dolaştım. Bir ara ava gittim. Av peşindeyim ama kendime gülüyorum, elimde tüfek falan yok. Müdür Bey tüfek taşımayı yasaklamış. Sinirleniyorum:

-  Müdür Bey gelip köyle tüfek taşımayı niçin yasaklasın? Çırpınırken uyandım. Bir süre düşünüp yorum yaptım:

-  Müdür Bey galiba bana ceza verdirecek!Gene uyudum.

 

17 Ağustos 1942 Pazartesi

 

İsmet’le tartışanlar var: “Ekmek getirmişsindir, nereye sakladın? diye soran oldu. Azıcık gerildim. Aynı konu açılırsa ne derim? Neyse uzamadı. Hamdi Bağ Öğretmenin sesi gelince yatakhane boşaldı. Dersliğe gidince arkadaşların pencereden asfaltı gözlemeleri benim de ilgimi çekti. Bergüzar Öğretmenle Faik Bakır Öğretmen konuşuyorlar. Ara da okula bakıp bakıp gülüyorlar. Onların bu görüntüsü bizim arkadaşları varsayımlara yöneltti. Kimisi işi iyice şakaya döktü: “Burada ne duruyoruz, evlenip buradan ayrılalım!”dediklerini, kimisi: “Bu garip yerde ne duruyoruz, çekip gidelim!” diye honuştuklarını öne sürdü. Bu sıra Faik Öğretmen bir pencereye bakıp güldü. Bu kez Mehmet Yücel: “Faik Öğretmen zekidir, bizim, onlar için konuşacağımızı bilir. Bu nedenle de: “Bak bizi gözlüyorlar, hakkımızda dedikodu yapıyorlar!”demiştir. Mehmet Yücel bunu söylerken sanki duymuş gibi Bergüzar Öğretmen bizim pencerelere bakmadan arkasını döndü. Bu kez de asfalta çıktılar. Arkadaşların ilgisi daha da arttı. Tam o sıra bir fayton geldi, Bergüzar Öğretmen faytona atlayıp Lüleburgaz’a gitti. Faik Öğretmen üst köşeden yemekhaneye döndü. Kahvaltıda konu gene olasılıklar konuşuldu:

İsmet’le tartışanlar var: “Ekmek getirmişsindir, nereye sakladın? diye soran oldu. Azıcık gerildim. Aynı konu açılırsa ne derim? Neyse uzamadı. Hamdi Bağ Öğretmenin sesi gelince yatakhane boşaldı. Dersliğe gidince arkadaşların pencereden asfaltı gözlemeleri benim de ilgimi çekti. Bergüzar Öğretmenle Faik Bakır Öğretmen konuşuyorlar. Ara da okula bakıp bakıp gülüyorlar. Onların bu görüntüsü bizim arkadaşları varsayımlara yöneltti. Kimisi işi iyice şakaya döktü: “Burada ne duruyoruz, evlenip buradan ayrılalım!”dediklerini, kimisi: “Bu garip yerde ne duruyoruz, çekip gidelim!” diye honuştuklarını öne sürdü. Bu sıra Faik Öğretmen bir pencereye bakıp güldü. Bu kez Mehmet Yücel: “Faik Öğretmen zekidir, bizim, onlar için konuşacağımızı bilir. Bu nedenle de: “Bak bizi gözlüyorlar, hakkımızda dedikodu yapıyorlar!”demiştir. Mehmet Yücel bunu söylerken sanki duymuş gibi Bergüzar Öğretmen bizim pencerelere bakmadan arkasını döndü. Bu kez de asfalta çıktılar. Arkadaşların ilgisi daha da arttı. Tam o sıra bir fayton geldi, Bergüzar Öğretmen faytona atlayıp Lüleburgaz’a gitti. Faik Öğretmen üst köşeden yemekhaneye döndü. Kahvaltıda konu gene olasılıklar konuşuldu:

Onlar bir yerlerde buluşacaklar!”Sonunda dayanamadım, sordum:

-Bizi ilgilendiren bir taraf var mı bunda? Karşılıklı anlaşan insanlar, evlenemezler mi? Bu kez de bana çattılar:

-Sen bizim eğlencemize karışma, biz onlara bir şey demiyoruz, onlar üstüne konuşarak bu tür işleri öğrenmeye çalışıyoruz!Nöbetlerimden iyi tanıdığım Gülsüm bugün de nöbetçiymiş, tam bizim masanın yanından geçerken sordum:

-Bergüzar Öğretmeni gördün mü? Gülsüm:

-Bergüzar Öğretmen izinli gitti, hastası varmış, ivedi çağırdılar!dedi. Masadaki arkadaşlarla kimi kez ters düşen konuşmalar yapıyorum ama gene de onların bana güvenleri var. Ben biraz da bundan cesaret alıyorum. Hilmi dönüp:

-  Gülsüm’e gönül koyduğunu söylesem, hoşuna gider mi? diye sordum. Hilmi yüzüme baktı:

-  Neden Abi? Hiç canım, şöyle dedi kodu olsun;diye. . . . Hilmi telaşlı telaşlı:

-  Vallah mı? ” diye sordu. Başımı kaldırıp:

-  Vallah!dedim. Hilmi:

-  Vay anacığım, tövbe tövbe!dedi sustu. Bu kez de Yusuf gülerek:

-  Ben söylesem bana da…. deyince, o sozünü tamamlamadan:

-  Seninki Gülsüm’le değil Feride’yle olur!deyince Yusuf kıpkırmızı oldu.

Fikret Madaralı Öğretmenle Ahmet Gürsel Öğretmenler İlhan Görkey Öğretmenle kahvaltıya geldiler. Onları görünce olağanüstü bir durum sezinler gibi olduk. Konuşma değişti:

-  Ne olabilir? Bu soru hepimizde başka başka etki gösterdi. Ben kendi adıma benim için olabileceğini düşündüm. Azıcık kederlendim:

-  Acaba?

-  Atölyede resim çizdik. Bizden değişik öğrenci sırası isteseler, nasıl bir sıra öneririz. İki kişilik büyük öğrenciler için, üç kişilik küçük öğrenciler için. Ben üç resim çizdim. Üçü de üçkenar ters dik üçgen. Bildiğim sıraların üstündeki düzlüğü kaldırdım. Harun Özçelik rahatsızlığı nedeniyle katılmadı. Hepimiz Salih Baydemir’den ilginç çizim bekliyorduk. Oysa Salih bilinenleri çizmiş, değişik bir şey düşünememiş. Recep Kocaman ise sıra üstünü düz masa gibi düşünmüş. Hamdi Bağ Öğretmen onu beğendi. Daha doğrusu hepimizin çizdiğini beyğendi de Recep Kocaman’ın çizimini cesurca bulduğunu söyledi.

Öğle yemeğinde Ahmet Gürsel Öğretmenle Fikret Madaralı Öğretmen gene vardı. Fikret Madaralı Öğretmen derslikte toplanmamızı söylemiş, yemekten sonra toplandık. Öğretmen önce kitap okuyup okumadığımızı sordu. Hep bir ağızdan okuyoruz!dedik. Öğretmen kitaplık nöbeti düşündüğünü söyledi. Bizim sınıftan her hafta bir kişi kitaplık nöbeti tutacak. Bu arkadaş aynı zamanda bizim sınıftan kitap alanların, adı, numarası ile kitabı öğretmene bildirecekmiş. Öğretmen sözlü yoklamalarda gerekirse okunan kitap üstüne soru soracakmış. Fikret Madaralı Öğretmen fazla kalmadı, ayrılırken:

-Bizim de tatilimiz bitti, nöbetlere gelince görüşeceğiz, bol vaktim olacak;verdiğim tatil ödevlerini nöbetlerimde isteyeceğim!dedikten sonra, ilk numara olan 4 Mehmet Aygün’e: -Kitaplık nöbeti bugün başlat!deyip gitti. Öğretmenin arkasından sorular ortaya döküldü:

-Tatil ödevleri nelerdi? Bana da soranlar oldu, bilmediğimi söyleyip geçiştirdim. Aklıma takıldı, öğretmen nöbet sırası var, bu bir yerde yazılıdır, kimden öğrene biliriz? Sami Akıncı duymuş:

-Ben sana söylerim, sen kimin nöbetini istiyorsun? Ben, Fikret Madaralı Öğretmenle Ahmet Gürsel Öğretmenin adını verdim.

Öğleden sonra sıralara başladık. Çizdiğimiz çizimler bizim için birer denemeymiş. Yapacağımız sıralar gene eski şekilde olacakmış. Sıraların dik, yan bağ konçlarıyla oturak bağlarını hazırlamaya başladık. Yusuf’la çalışıyoruz. Yusuf, geçmiş dönemlerde yapılan konuşmaları anımsattı. Daha önce de konuşulmuştu ama özellikle Hasanoğlan’a gidince daha çok üzerinde durulmuştu. Hani Kepirtepe’ye dönünce geziler yapacaktık? Tüm Trakya’yı gezecektik!Ben, hemen öneride bulundum:

-İstiyorsan bu cumartesi bizim köye gidelim!Yusuf düşündü:

-Önce bizim köye gidelim!dedi. Ben ona da razı oldum. Hemen kararımızı arkadaşlara duyurduk. Bizim gruptan iç kimse bize katılmaktan söz etmedi. Şaşmadık, öteki arkadaşlara duyurmaya karar verdik. Hamdi Bağ Öğretmeni de çağırdık. Çok memnun olduğunu söyledi. Ayrıca, kendi köylerimizi birbirimize tanıtmayı da çok olumlu karşıladı. Gelecekte de yakınlığınızın sürmesine ailece tanışmalararın yararlı olacağını sözlerine ekledi. Bana bakarak:

-Ama Ağabey köyüne çağırırsa günü birlik gider tarlasından karpuz yeriz!dedi. Bu kez de ben:

-Siz gelmek isterseniz arkadaş gezisine gerek yok, bir gece kalmak koşuluyla ben sizi her zaman çağırabilirim! dedim. Hamdi Bağ Öğretmen teşekkür etti:

-Ben arkadaşlarla konuşayım, razı olurlarsa bir gün araba tutar gider gezeriz. Böyle isteklerimiz hep var, her zaman konuşuyoruz ama işi kimse üslenip girişimde bulunmuyor!dedi. Bu kez de Hamdi Bağ Öğretmene kapuz getirmek için izin istedim. Nasıl getirecveğimi sordu. Anlatınca gene teşekkür etti:

-Bu söylediğin gibi kendi gücünle böyle kolay sağlayabiliyorsan memnun olurum. Ancak, evinden birilerini araya koyup koşturursan sana küserim!diyerek elinin ucuyla başıma dokundu. Araya karpuz sözleri girince Yusuf’un köy konusu tavsamıştı. Öğretmen ayrılınca gene o açıldı. Yusuf başka arkadaşlardan da gelmesini istedikleri var, onları bana sordu. Gelirse Harun Özçelik, Ahmet Güner, İsmet Yanar'ı saydı. Üçüne de razı oldum. Benim akordiyonu götürmem de koşullar arasına girdi. Belli ki Yusuf köylülerine oyunlarını gösterecek. Bu, benim için de iyi olacak, çaldıklarımı terkrarlamış olacağım. Trenle Çerkezköy’e gidilecek;oradan Manika’ya gidecek araçlar bulunuyormuş. İkimizin bu konuda anlaşmamızı Yusuf sevinçle karşıladı, gitmiş ya da yarın gidecekmiş gibi düş kurmaya başladı. Paydos olunca ben bir süre akordiyon çaldım. Geçen gün kızların çalarken mırıldandıkları Ayrılık aklıma geldi. Onu sevenler olduğuna göre öncelikle onu çalmayı tasarladım. En kolay parçalardan biri. Yorulasıya tekrarladım. Baslarını da kolay çıkardım. Girişini baslarda çalma denemesi yaptım. Çok hoşuma gitti. Tekrarlarken baslarla giriş yapıyorum, arada sağ elle arpejler yaparak ses kalabalığı yaparak süslüyorum. Çok ağır devinimli bir parça olduğu için toparlamak kolay oluyor. Bu kez de Röslein parçasını böyle çalmaya kalktım. Onda başarılı olamadım. Onun girişindeki eksik ya da esli giriş, ayrıca notaların 8’liler üstüne kurulması işi zorlaştırdı. Bu düşüncemden vaz geçtim. Çok Ağladımla Ayrılık, yeter deyip çalışmayı kestim.

Derslikte bir süre Yusuf’un köye çağrısı konuşuldu. Olumlu olumsuz sözler söylendi. Yusuf da Ahmet Güner’den başka kimseyi candan çağırmadı. Böylece gene biz üçümüz anlaşmış olduk. Hasanoğlan’da da oyunları öğrenme kararını verince uzun uzun tartışmalar olmuş, kararımıza kimse katılmamıştı. Biz de üçümüz karşılıklı söz verip arkadaşlıklar kurduk, her gün öğle dinlenmesinde Külhan denilen kapalı, dar bir yerde oyunları öğrendik. Şimdi de öğretmeye çalışıyoruz ama özellikle bizim sınıftakiler bir birinin etkisinden kurtulup işe sarılamıyorlar. Öteki sınıftakıler öğrenmek için arkamızda koşarken bizim sınıftakiler hala kararsızlar. Zaman zaman öğretmenlerin yaptığı övütleri dinleyince bir istek belirmekte ise de bu istek kısa bir süre sonra yok oluyor. Öteki sınıflardan en az 20 öğrenci bizim oynadığımız oyunlardan 2 ya da 3’ünü oynar duruma gelmesine karşın bizim sınıftan Yakup Tanrıkulu dışında hiç kimse birini bile baştan sona oynayamıyor.

Dereslikte Fikret Madaralı Öğretmenin arada geleceği ortaya getirildi, verdiği ödevler sıralandı. Bir kitap tanıtma, bir gazetenin bir günlük içeriği, yazı türleri, belli başlı haberler, o günkü yazarların adları. Bana göre daha başka ödev var ama anımsatmadım. Anımsatınca birileri, ödevleri sanki ben vermişim gibi kem küm ediyorlar.

Yemekten sonra önce Karamazof Kardeşleri aldım, az düşünüp vazgeçtim. Ahmet Gürsel Öğretmen de bir gün çıkıp gelecek. Matematik defterlerimi çıkardım. Lise 1. sınıf Geometri kitabımdan belli konulara göz attım. Kitaba bakınca hepsini biliyormuşum gibi seviniyorum. Oysa kapatınca kafamın için karanlıklaşıyor. Sami Akıncı Lise 2. sınıf matematik kitaplarını almış, onları alıp karıştırdım. Sami gene birlikte çalışmamızı önerdi. Güzel bir öneri ama hiçbir zaman gerçekleşmeyek gibi geldi bana. Gene de sevindim. Bizi dinleyen Halil Basutçu güldü. Yavaşça:

-Bu sıra aranız iyi galiba!dedi. Kitapları açtım. Ne düşündüyle arkadaşım da benimle birlikte bakmaya başladı. Kitapları, önce Geometri, sonra da Cebir olarak karıştırdık. İşaretler, benden çok arkadaşın ilgisini çekti. Sinüs, cosinis, tanjan, kotanjan, alfa, beta, gama sözleri okuyunca arkadaş, gülerek sordu:

-Biz bunları hiç duyduk mu? Bu kez de Sami gülerek yanımıza döndü, boş bulunan ön sıraya ters oturarak açıklama yaptı. Ben daha önce çalıştığım için biraz yakınlık duyuyorum. Arkadaş hiç ilgilenmemiş Logaritme, logaritme cedveli falan deyince iyice panıkledi. Hele y=ax+b, y=ax2+bx+c, y=ax+b/a’x+b’fonksiyonlarından söz edince Halil dayanamadı:

-Siz ya benimle alay ediyorsunuz ya da korkutmaya çalışıyorsunuz. Bu dediklerinizi siz yaptığınıza göre ben de çalışır yaparım. Bizim sınıfta bunları kaç kişi yapar? Ya Ahmet Gürsel Öğretmen bunlardan vaz geçer ya da arkadaşların yarıdan çoğu sınıfta kalır!dedi. Geometriden trigonemetri bölümüne bakarken arkadaşlar geldi, kalabalıklaşınca konuşmayı kestik. Sami ayrılınca Sami için olumlu sözler söyledik:

-  Sevsek de sevmesek de arkadaş çok çalışıyor. Okula yazıldığı ilk günden bu yana sürekli okudu. Bizim gibi işlerde çalışmadı ama istediği gibi çalışıp öğretmenlerin gözüne girdi. Bizi iş öğretmenleri övüyor, buna seviniyoruz ama Sami’yi Okul Müdürü başta olmak üzere herkes seviyor. Böyle olunca çaresiz sanat öğretmenleri de Sami Akıncı’yı iyi tanıyorlar. Sami Akıncı’ya ötekilerin verdiği değeri vermeyen ya da vermediğini ona karşı belirten Tarım Öğretmeni Salih Ziya Büyükaksoy var. Salih Ziya Öğretmn düşüncesini Sami’nin yüzüne de söylüyor!Gerçekten bir gün Sami Salih Ziya Öğretmene:
-Bu okuldan sonra daha yüksek okullara gitmek istiyorum! deyince Salih Ziya Öğretmen gülerek “Senin gibi düşünen bu memlekette 18 milyon insan var, ama görüyoruz ki bunların ne düşünceleri ne de tavırları uygarlık yarışında memleketimize, dolayısiyle de halkımıza bir şey kazandırmıyor. Bilgilerimizi uygulamaya sokamazsak “Muasır medeniyetler seviyesine” yetişmemiş hayal olarak kalacak!”dedikten sonra. Atatürk’ün traktör üstünde tarla sürerken resmini gösterip:

-  Mustafa Kemal, güzel güzel bunları anlattı, kıymetli zamanlarını harcama bahasına çiftliğe gidip traktör sürdü. Amacı, bize çalışmayı, kafa- kol- iş birliğinin önemini anlatmaktı. Sizleri de bunun için topladık, bu amaçla buralarda çırpınıyoruz. Oysa siz, tarla, bahçe yerine kalem efendiliğine özeniyorsunuz. İşte yasanız ortada. Ben bu yasayı okuyor, unuttuklarımı anımsamak için cebimde taşıyorum. Siz de taşıyor musunuz? ”diye sormuştu. O zaman kimse olumlu yanıt vermedi. Az bekledikten sonra parmak kaldırıp dergide yayımlanan yasayı aldığımı, önemli maddeleri yazdığımı söyledim. Öğretmen gülerek:

-  30 kişide bir. Bu, 29 gün yatıp bir gün çalışmaya benzer!demişti. Derslikte gürültü artınca kapı tarafından:

-  Gelen var! uyarısı yapıldı. Sesler azaldı. Gelen giden olmadı. Az sonra yemeğe gittik. Yemekte Faik Bakır Öğretmen yalnızdı. Arkladaşlar fısıltı olarak, Faik Öğretmenin yalnız kalışından söz ettiler. Bu kez söz Namık Öğretmene atladı. Namık Öğretmenle Nahide Öğretmenin adları daha Hasanoğlan’dayken söyleniyordu. Hilmi parmağını ağzına götürerek sus işareti verdi. O yapıcılık kolunda olduğu için öğrertmeni üstüne konuşulması istyemezmiş. Oysa Faik Öğretmen için söze Hilmi başlamıştı. Arkadaşlar bunu iki yüzlülük olarak değerlendirdiler. Bu kez Hilmi Faik Öğretmene de sahip çıktı, o tür konuşmaları kesmemizi, önerdi. Bu kez de Hasan Üner: -Öyleyse öğrencileri konuşalım!deyip güldü. Hasan’ın gülüşünden birşeyler bildiği belli oluyordu ama açıklamadı. Ancak hepimizde bir kuşku uyanmıştı. Dersliğe gidince öndeki masalardan benzer sözler gelmeye başladı. Hasan Gülümser’in adı geçince ben de ilgilendim. Sözde Hasan Gülümser Hatice adlı kıza aşık olmuşmuş. Kız da bunu biliyormuş. Hasan Gülümser’i çok iyi tanıyorum, her zaman yanımıza geliyor;böyle bir şey sezmedim. Böyleyken söze de karışmadım. Başka adlar da dolaştı. Bu kez Halil Basutçu konuştu:

-  Hani bizim aşıklar? Burada siz gelin güveyi olurken elin çocukları işlerini yapıyorlar!dedi. Sami Akıncı Halil’in sözünü düzeltti:

-  Gelin yok, gelin yok;bizim arkadaşlar salt güveyi numarası yapıyorlar!deyince birden sesler yükseldi: “Sen ne yapıyorsun? ”Sami gülerek: “Ben bir şey yapmıyorum, siz bana böyle bir şey yamıyorsunuz. Bu da sizin marifetiniz!Faik Bakır Öğretmen kapıda durdu, gülümsedi. Gene döndü. Biraz sonra Bekir Temuçin bilgi verdi:

-  Faik Öğretmen kesinlikle konuşmaları duydu, döndüğünde gene dinleyerek ağır ağır gitti!”edi. Gene Bergüzar Öğretmen anıldı:

-  Ona yapılanı anlamış olacak, çekindiğinden Faik Bakır Öğretmen kapıtan içeri giremedi!dediler. Ancak buna arkadaşların sağlıklı düşünenleri karşı koydu:

-  Faik Öğretmen böyle numaralardan korkacak insan değil, böyle düşünceler onun aklından bile geçmez!Bundan sonra da bir süre Faik Bakır Öğretmenin çok uysal bir insan olduğu, hiçbir öğrenciyi incitmediği, dersine girdiği sınıfların onu çok sevdiği sayıp döküldü. Son söylenenlere ben de katıldım: İki nöbetimde karşılaştım, bana çok yardımcı oldu, arkadaş gibi konuştu!dedim. Ayrıca ilk nöbetimde adımı sordu, sonraları her karşılaşımızda beni adımla çağırdı!deyince birkaç arkadaş birden:

-  Bizi de adımızla çağırıyor!dediler. Konu bu kez öğretmenlerin öğrencileri adlarıyla çağırması üstüne döndü. Bunu önemli bulmayanlar çıktı. Yeniden bir tartışma başladı. Adıyla çağırılmasını önemsemeyenler çok azınlıkta kalmıştı. Bu kez Mustafa Saatçı konuşmaya başladı:

-  İşt, işt gel buraya! Sana söylüyorum heyt! demeye başladı. Bir yandan da Mehmet Yücel gülerek:

-  Öğrenci, şu tabağı götürsene, bir bardak su getirsene!gibi sesler çıkarmaya başladı. Söz öğretmenlerin adını bilmediği öğrencilere ne dediği sorgulanmaya başlandı. Ahmet Gürsel Öğretmen, sen, sen, sen! dermiş. Fikret Madaralı Öğretmen deyince birkaç kişi birden:

-  Sarsak!dediler. Halil Basutçu ile ikimiz buna karşı koyduk. Bunun şakası bile haksızlıktır!dedik.

Zil çaldı, konu yarım kaldı. Halil Basutçu arkadaşla karşılıklı soruştuk:

-  Fikret Madaralı Öğretmen adını bilmediği öğrenciyi nasıl çağırır? ”Böyle bir olaya tanık olmadığımızı anladık. Fikret Madaralı Öğretmen bizi ilk yazıldığımızda, kendisi yazdığı için tanıdı ondan sonra da hep adımızlaya da numaralarımızla çağırdı. Ahmet Gürsel Öğretmen de öyle. O belki ilk günden değil ama dersler başlayınca beni numaramla çağırdığını iyice anımsıyorum. Halil de öyle. Bu kez Halil: “Bizim numaralarımız çok koy, belki de ondan, senin 66, benim 70 üstelik arka arkaya…Yatınca Halil’in sözü aklıma takıldı;kolay numara ne demek? Her numara kolaydır. Okullarda aldığım numaraları anımsadım. ilk üç yıllık okulda numaram 12, 5 yıllık dönemde 188, burada ise 66. sahiden bunlar Halil’in dediği gibi kolay numara mı? Belleğimde geçmişe dönük uyanmalar oldu. C ile birlikte yazılmıştık. Ahmet Öğretmen önce kızlar deyip C’yi , arkasından beni yazmıştı. 11, 12…. A’nın numarası da kolaydı 25…

 

18 Ağustos 1942 Salı

 

Akşam yarım kalmış konuşmalar, kalkar kalkmaz ortaya getirildi. Mustafa Saatçı gelen geçene:

-İş, pişt, sen sen;yok sen değil, sen sen, koca kafalı olan!Sen oğlum sen, patlak gözlü!Şu zayıf çocuk, iskelet gibi olan! Mehmet Yücel önce güldü, arkasından:

-Hey, şu kart sesli konuşan, sen öğrenci misin, eğitmen mi? Hepimiz makaraları saldık. Öteki sınıf çocuklarından gelenler bile oldu. Faik Öğretmeni düşünerek hemen dışarı çıktım. Arkamdan gelenler oldu. Dersliktede bir süre güldük. Söylenen sözün gülünçlüğünden değil belki ama Mehmet Yücel’in kendini savunurken, kızmadan, düşünerek yeni bir söz bulup ortaya getirmesi, hepimizin ilgisini çekiyor. . Örneğin kart sesli dese o denli güldürücü olmaz ama o araya eğitmeni getirip koyması çok değişik etki yapıyor. Arkamızdan gelenler hem gülüyor hem de eğitmen sözünü kullanıyor:

-Çekil önümden, eğitmen misin nesin? Ya da benzeri sözler tekrarlandı durdu. Kahvaltıda da eğitmen sözü edildi. Ancak iyi bir yerleşme olmayınca hiç de gülünç olmadığından rastgele tekrarlar çabuk bıktırdı. Sonun da:

-  Kabak tadı verdi!dedirtenler gibi diyenler de oldu. Hasan Üner üyardı:

-  3-4 öğrenci tanıyorum babaları eğitmen, onlar bu şakaları duyarsa üzülürler. Hasan’a teşekkür ettim bir de benim iyi tanıdığım Vehbi Dinçer var, babası eğitmen. Ben tanırım, ayrıca o da beni çocukluğumdan beri tanır!dedim. Böylece bizim masa konuyu noktaladı.

Atölyede sıra işlerimizi sürdürdük. Bağ kolonları geçmeli olduğu için oldukça zorlandık. İrfan Öğretmenin izinliymiş, kaç gün olduğu soruşturuldu. Ben, izinli olduğunu bile yeni duyduğum için bir yorum yapamadım. Hasan Üner:

-İrfan Öğretmen daha önce de gittiği için uzun izin almamıştır!derken Hamdi Öğretmen duydu:

-Sizin başka işiniz yok mu, öğretmenlerin izinlerini mi dert ediyorsunuz? diye sordu. Bir süre gergin bir durum ortaya çıktı. Hamdi Öğretmen sanırım bir başka olaya sinirlenmişti, bizim konuşmamızı bu nedenle hoş görmedi. Yemek zilinden az önce de hiçbir söz söylemeden çıktı. Hapimiz üzüldük:

-Acaba ne?

Öğle yemeğimiz oldukça durgun geçti. Hilmi Altınsoy’un olaydan haberi olmadığı için, ona karşı söz birliği ettiğimizi sanmış:

-Siz bana böyle davranırsanız ben de size aynı karşılığı veririm!gibilerde konuşurken Vehbi Dinçer geldi. Az durduktan sonra bana: “

-Abi, yemekten sonra azıcık konuşabilir miyiz, vaktin var mı? dedi. Ben, başımla “Olur” işareti verdim ama konuşacağımız konuyu bilmiyordum. Arkadaşlar hemen sabahki konuşma ile bağlantı kurdular:

-Babası eğitmen olan çocuk, konuştuğumuzu duymuş herhalde! gibilerde yorumlar yapıldı. Öyle ki uzun konuşmalardan sonra kendilerinin kötü bir söz söylemediğini, kendi arkadaşımıza takıldığimızı, bunun da kimseyi incitmemesi gerektiğinde söz birliği ettiler. Olayı bilmiyorum ama Vehbi’nin bunun için gelmiş olamayacağını kestirdim. Daha önce akordiyon almak istediğini söylemişti. Ben onu anımsadım:

-Konuşsa konuşsa bedimle onu konuşacaktır!deyip arkadaşların sözlerine içimden güldüm. Yemekten kalkınca doğrudan atölyeye gittim. Arkadaşlardan bana katılan oldu. Kapı önünde duruken Vehbi geldi:

-Babam haber göndermiş, yarın sizin köy eğitmeni ile birlikte buraya geleceklermiş, seni de görmek istiyorlarmış!dedi. Geliş saatlerini sordum, o da bilmiyormuş. Konu buymuş, Vehbi ayrıldı, bizim arkadaşlar kırılasıya güldüler:

-Öne sürdüğümüz olşumsuz olasılıkların çıkmamasına sevindik. Saate bakıp akordiyonu çıkardım tam çalmaya başlarken İdris Destan’la Abdullah Erçetin geldi. Tartışmışlar; “Bıçak düşmez belinden efem, belinden” diye söylenen efe türküsü mü yoksa Zeybek oyun havası mı? Duymuştum ama ne olduğunu bilmiyordum. Abdullah’ı yakalayınca söylettim. Melodisini az çok bilir gibiydim. Çok kolay geldiği gibi çok da güzel buldum. Kısa zamanda bir parça öğrendim. Biz çalışırken zil çalmış, Hamdi Öğretmen de şarkıyı seviyormuş kapıdan girerken o da “Yandım efem efem” diyerek girince arkadaşlar şaşırdı ben, sevindim. Az önce kaşlarını çatarak giden Hamdi Bağ Öğretmen ; “Yandım efem efem!”derken bir de kollarını kaldırarak efe yürüyüşü yaptı. Kapıdaki arkadaşlar alkışladı. Böylece öğleden sonraki çalışmamız neşeli başladı. 30. sıranın ön yüzü ile oturak tahtası dışında tüm parçalarını tamamladık. Hamdi Öğretmen buna da sevindi. Salih Baydemir:

-Tahtaların gelmesi gecikirse sıraları yetiştiremeyiz öğretmenim!dedi. Hamdi Bağ Öğretmen gülerek çareler tükenmez;düşünün bakalım ne yaparız? Kendimiz kereste alırız, gider bize ayrılan keresteleri biz taşırız, gibi varsayımlardan sonra Hamdi Öğretmen hayır, anlamında başını attıkça bir sürü olasılık öne sürüldü. Bunlar arasında çam ekip yetiştirme bile vardı. Hepimiz sustuk bilemiyeceğimizi söyledik. Öğretmen gülerek:

-Çift tahtaya ne dersiniz? geniş alanlı düzeyler için ustalar bütün tahta mı kullanıyorlar? Biz de çift tahta kullanacağız. Sıra yüzü için hiçbir sakınca yok, ancak oturak için binen ağırlık nedeniyle çökme söz konusu olur;biz de onu alttan kuşakla bağlayacağız!dedi, yerden parçalar alıp gösterdi. Sonra da:

-Yarın bir grubumuz onların hazırlığına başlayacak!deyip ayrıldı. Nedense biz bu habere sevindik. Arkadaşlar gidince belinden bıçak düşmeyen efeyi çaldım. Akordiyonla çok güzel çalınıyor. Sonra da Hideyet Gülen Öğretmenin bir övüdünü anımsadım:

-“İbrahim, sen bu işe girdin, bunun kendine özgü bir angarye tarafı vardır. Tanıdık olsun, yabancı olsun bir çok kimse senden birşeyler çalmanı isteyecektir. Ne denli diretsen de arada çalmak zorunda kalacaksın. Kendi zevkine göre çaldığın parçaları onlara çalarsan, dinleyenler onların zevkine varamadığından memnun olmayacaklardır. Bu durumlarda zevahiri kurtarmak için(Olayı kolay atlatmak için) halkın hoşlandığı kolay birkaç parça hazırla, gerektiğinde onları çal, gönülleri alınsın!”demişti. Kendisi böyle yaparmış. Benim çok sevdiğim Kazaska ile, Bülbül olsam, Manastır, Sarı Zeybek, parçalarını Hidayet Öğretmen öyle durumlarda çalarmış. Ben de bundan sonra öyle bir ayırım yapacağım. Türkülerden, marşlardan beş ya da altı tane seçip onları sık sık çalıp bir birlerine yaklaştırtacağım; gerektiğinde de arka arkaya çalacağım.

Mustafa Ağabey gelecekmiş. Herhalde arkadaşı eğitmen Ali Dimnçer’e Davutlu’ya konuk gitti. Ali Dinçer bizim köye sık sık gelirdi. Mustafa Ağabey geçerken buraya uğrayacak. Önce sevindim sonra da kaygılandım. Her karşılaştığıızda ben Mustafa Ağabeye okulu övdüm. Oysa okulun bazı bakımlardan övülecek bir tarafı yok. Örneğin dışardan gelenleri oturtacak bir yeri yok. Yarın onlar gelince ben ne yapacağım? Sık sık görüyorum, anneler, babalar kimi zaman da anne-baba birlikte geliyor. İnsanlar çocuklarını alıp tarlalık içlerinde konuşuyor. Sözde okul planında Konul Evi vardı, yapılacak deniyordu. Yaz geçti kimse anmadı bile. Neyse, Ali Dinçer’le birlikte olacaklarına göre belki bir başka çare bulunur. Lüleburgaz’da geldiğinde, birinde çarşıya çıkmıştık; birinde de Mehmet Salih Arı Öğretmen sahip çıkıp bizi odasına çağırmıştı.

Dersliğe pek sevinemeden gittim. Abdullah Erçetin Efem şarkısını yazmış verdi. Onu yazdım:

Bıçak düşmez elinden efem elinden;

Yandım efem, efem, efem, belinden

Şu alemin dilinden efem, dilinden;

Yandım efem efem efem dilinden.

Gitti efem dereden efem dereden,

Vakit geçti aradan efem aradan.

Kavuştursun yaradan efem yaradan!

Yandım efem efem efem yaradan.

 

Şarkı sözlerini görünce Halil sordu:

-Ne o sen de şiir mi yazıyorsun? Şarkı yazdığımı söyledim, inandırmak için Abdullah’ın yazısını da gösterdim. Bu kez ben ona sordum:

-Sen de dediğine göre demek başka şiir yazanlar var. ben de onları bilmiyorum. Tek bildiğim Mehmet Başaran için ilk günlerden beri böyle deniyor ama, onun da yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Göstermediği gibi kendisi de okumuyor. “Oku!” diyenlere de hiddetleniyor!” Halil gülerek: “

-Yeğenin İsmet yazdığını söylüyor. O yazdığına göre senin de yazman doğaldır, herkes öyle biliyor!Ben:

-Yazsam saklamam, nasıl akordiyonu herkesin karşısında çalıyor, zeybekleri oynuyorsam yazdığım şiirleri de okurum. Başkalarının şiirlerini nasıl okuyorsam, olsa kendiminkileri de okurum!Biz şiirden söz ederken Hüsnü Yalçın duymuş, ne konuştuğumuzu sormadan döndü: -Ben de bir şiir okuyabilir miyim? diye sordu. Fikret Öğretmenin geçen yıllar okuduğu Kör Adam şiirini okudu. İsmet onu duymuş, o da sormadan geldi kendi yazdığı bir şiirini okudu. Böylece biz başka bir olay üzerinde konuşurken şiir dinler duruma girdik. Bu kez ben de ezberlediğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ali şiirini okudum. Arkadaşlar önce sınıfımızdaki iki Ali için bir benzetme yaptılar. Tartışma çıktı. Bu kez ben şiiri çok ağır, konuşur gibi okudum. Ali Önol sinirlendi:

-Böyle bir şiir yok, uyduruyor!diye karşı çıktı. Bir süre bekledim. İsmail Habib Sevük’ün kitabını açarak şiiri gösterdim. Bu kez salt baba Ali değil onu desteklemeye hazırlananlar da pısırdılar. Ne düşündüyse düşünmüş Ali Önol az sonra geldi, özür diledi, yazmak için şiiri de aldı. Ali Önol’un karşı koyması benim için bir bakıma iyi oldu. Bildiğim konularda ortaya çıkıyorum, Karaya kara, aka ak diyorum. İyi ama çok kez sonuç benim için iyi bitmiyor.

Yarını düşünerek yattım: Mustafa Ağabey öğle paydosunda gelse iyi olur. Ali Şiirinin ilk dizeleri olan  

“ Namluya dayanmış yolu tararsın

Bakışın, duruşun yaman be Ali

Elinle tetiği ne kurcalarsın?

Daha var atışa zaman be Ali. . . . . . .

 

Ancak söylediğimi sanıyorum. . .

 

19 Ağustos 1942 Çarşamba

 

Bekir Temuçin yüksek sesle benim akşam yarım bıraktığm şiirin ilk dizesini okudu. “Namluya dayanmış yola bakarsın” Mustafa Saatçı da tekrarladı:

-Sopaya dayanıp yola çıkarsın!dedikten sonra Ali Aga için “çakarsın, bıkarsın, yıkarsın” uyaklı sözler uydurdu. Bu kez de Mustafa Saatçı’ya “Yağmur yağdı çaktı şimşek, şimdi de şair oldu bizim nokta nokta dediler. “O nokta nokta değildir, sözük hakkını verin! diyen bir ses duyuldu. Arkasından da “Selçuk Öğretmen!”denince sesler kesildi. Selçuk Öğretmen, kapıdan ses edince bir süre durmuş, arkasından yatakhanenin sonuna dek gitmiş. En sonda bulunan Ahmet Güner, öğretmen gelmez düşüncesiyle ağırdan almış. Öğretmen yaklaşınca da görmez diye başını örtmüş. Oysa öğretmen onu izliyormuş. Ahmet’in kalkmasını beklerken örtündüğünü görünce bu kez yüksek sesle:

-Bak, bak, bak!kalkacağın yerde örtünüyorsun, tembel adam, gece yetmedi mi? demiş. Ahmet Kalkıp özür dilemiş:

-Yatmak için değil sizden utandığım için sinmek istedim!demiş. Selçuk Öğretmen de:

-Mademki utanma duygun var, seni bu kez affediyorum;o duygunu koru!deyip geçmiş. Arkadaşların ağzında bir süre bu söz dolaştı:

-Dinlenmek mi istiyorsun? Bu isteğini koru!Yatmak mı istiyorsun? Bu isteğini koru. Sıcak bir çayla yeterince ekmek ekmek(Zeytini, peynir, kaşar, reçel, bal) mi istiyorsun? Bu isteğini okulu bitirinceye dek koru!Kahkahalar atılıyor. Bu kez de Mustafa Saatçı’ya, “İmam Mustafa sen SS’yi mi istiyorsun? Bu isteğini ölene dek koru, o senin mezarını görmeye bile gelmez!”Sami Akıncı bu kez Mustafa Saatçı’ya çıkıştı:

-Mustafa, bu yaptığınızın gerçekten şaka olduğuna inanıyor musunuz? Mustafa hiç yanıt vermeden dışarı çıkı. Bu kez Mehmet Yücel’le İsmet tüm arkadaşlara çıkıştılar:

-Bu şakalaşma işini öğrenemediz gitti!dediler. Bir süre sessizlik oldu. Sağ tarafta oturan Sefer Tunca:

-Şakalaşmayı öğrenmek mi istiyorsunuz? Bu isteğinizi ihtiyarlığınıza bırakın, o zaman öğreneceksiniz!dedi. “Sen öyle mi yaptın? ” soruları arasında kahvaltıya gittik. Kahvaltıda pekmezli su vardı. Kimisi sulu pekmez dedi. Sulu pekmezle pekmezli su arasındaki farkı tartıştılar, beni de hakem seçtiler. Sonunda ben hakemlik yerine uzmanlık yaptım:

-Bu sabah içtiğimiz ne sulu pezmez ne de pekmezli su;bu olsa olsa pekmezli kazana su doldurmuşlar, yanlışlıkla ısıtıp bize göndermişler!Hilmi Altınsoy:

-Öyleyse işimiz kolaylaştı, bir daha böylesini içmemek için mutfaktaki kazanları pekmez bulaşığı olarak bıraktırmayız. Aşçıbaşı çaresiz pekmez döker!Salih Baydemir bir de öneri ekledi:

-Aşçı başı pekmez koymak için tenekeyi kaldırınca bir de dirsek vurup fazla akıtmasını sağlayalım!Biz kendi sözlerimize gülerken Vehbi Dinçer gene geldi:

-Babamlar, öğlede gelecekmiş!dedi.

Atölyede uzun süre tahta seçimiyle uğraştık. Eklenecek tahtaların düzgün örüntüsü için damarların farklı olmaması istendi. Hamdi Bağ Öğretmen:

-Oturaklarda sorun değil ama sıra üstü öğrencinin sürekli baktığı bir yer olduğundan düz desenli yapmak zorundayız!dedi. Öğretmen bunu söyleyince ilkokul günlerime gittim. Üçüncü sınıftayken Hasan Öğretmen sıralarını çizdikleri için iki arkadaşımızı cezalandırmıştı. Dördüncü sınıfa geçtiğimde ilk oturduğum sıra yazı doluydu;sıkılınca ben de yazardım. 4. sınıf ikiye bölününce sıramız değişti, bize tertemiz bir sıra düşmüştü. Sıra arkadaşım Leyla onunla oturabilmemi, koşula bağladı:

-Benimle birlikte oturmak istiyorsan, sırayı çizmeyeceksin!Koşulu kabul ettim, Leyla ile bir yıl oturdum. Şimdilerde sıraya yazmak gibi bir isteğim yok. Tahta seçmekte de Salih Baydemir usta çıktı, çok dikkatli. Salih çalışkan arkadaş ama kültür derslerine hiç yaklaşmıyor. Atölyede ki işe sarılış isteğini kültür dersleri için de gösterse sanırım çoğumuzun pabucunu dama atar. “Pabucunu dama atmak!” bir deyim, biliyorum ama pabucu dama atan kim? . Benim kullandığmda Salih, arkadaşların pabuçlarını dama, yani kiremitliğe atacak. (Hasanoğlan’da olsaydı dam olacaktı)Ayakkabısı dama atılanlar kötülenmiş mi oluyor? Salih değerlendiğine göre onların değersizleşmesi doğal.

Yusuf Asıl’ın deyimiyle harıl harıl çalışıyoruz. Bu:

-  Harıl harıl çalışma sözü bizim köyde de söyleniyor!dedim Recep güldü:

-  Niçin söylenmesin? Orası Türkiye değil mi? diye sordu. Hasan Üner:

-  Öp babanın elini! sözü ile karşıladı. Sonra da:

-  Bu tür sözler tüm Türkiye’de tıpkısı olaraqk kullanılmaz, yörelere göre çok değişen söyleyişleri vardır. Adlar da değişi-ir. Hasanoğlan’da sayısız Hacı adı vardı, Trakya’da ise burada doğmuş kimsenin bu adı taşımadığını söyleyebilirim. Bayanlar için de öyle. Recep Kocaman yanlış bir söz söylediğini anladı, sustu. Ancak ben bu söze takıldım, aldırmaz gibi yaptım ama bir mim koydum. Bunun bir nededi olmalı!Zaten kafam Mustafa Ağabeyde, öğle paydosunda gelecekler;onları nasıl karşılayacağımı bir türlü kafamda saptayamıyorum. Oldukça sıkıntılı bir durumda öğle yemeğine girdim. Arkadaşlar gene söz üretiyorlar, Bu arada bana soruyorlar:

-  Sen mektuplaşıyorsun, öteki Köy Enstitülerinde bizden farklı neler var? Aldığım mektuplara göre sıralıyorum: Seyhan-Haruniye’de, nar, yer fıstığı, portakal, balık, İzmit-Arifiye’de elma, balık(Sapanca Gölünde balık ağları varmış)Kastamonu-Gölköyden mektup almadım ama dergilerden okuduk!deyince:

-  Onu biliyoruz!dediler. Kayseri-Pazarören’i anlattım:

-  40-50 kadar koyun, sığır alıp sucuk, kavurma yaparak kışın yemek üzere saklamışlar!Hilmi Altınsoy, birden ayağa kalktı:

-  Vay anasını, elalem can besliyor;biz burada kuruyup gidiyoruz!deyince Yusuf Asıl Hilmi’ye çıkıştı:

-  Ne kuruması? Pazarörenlileri görmedin mi? İçlerinde senin gibi şışmanı varmıydı? Hepsi de ince, çubuk gibi çocuklardı!deyince Hilmi bu kez Yusuf’a: “Şuna bak, anımsamış gibi söze karışıyor!deyince ben de Yusuf’da yardımcı oldum:

-  Pazarörenlileri sen de anımsayacaktın, Timur Ağa oyununu oynayan ekip. Onları hepimiz sevmiştik. Mektup yazan da oyun sırasının önündeki çocuk, Veli Dalak ince uzun oylu, güleç yüzlü. Dizinin en ardındaki de Hüseyin Öztürk, o da ince uzundu. Yusuf’la ben, oyunlarla ilgilendiğimiz için onları iyi anımsıyoruz!Hilmi diretemedi. Biz tartışırken Vehbi Dinçer gene geldi. :

-  Babamlar geldi!”dedi. Vehbi ayrılırken Süleyman Gege, beni İlhan Görkey Öğretmenin çağırdığını söyledi. Birden şaşırdım, tam Mustafa Ağabeyi karşılayacakken çağırılmamı iyiye yormadım. Bir suçum yok ama bir yere görevli gönderilmiş olabilirim kaygısına kapıldım. Kuşkular içind İlhan Görkey Öğretmenin odasına doğruldum. Kapı açıktı ama ben öbür taraftan, kapının arka yanından gelmiştim. Açık tarafa dönmek üzereyken kaşık sesleri, gülmeler, İlhan Görkey Öğretmenin yüksek sesle konuştuğunu duydum. Birden geri çekildim. Süleyman Gege geldi:

-  Abi burada biraz bekleyecekmişsin!dedi. Tam bu sıra Vehbi de geldi:

-  Babamlar yemek yiyor, yemekten sonra gidecekler. Mustafa Dayım seni görmek istedi!diye açıklama yaptı. Birden rahatladım. Azıcık da kendimi kınadım. Mustafa Ağabey her gördüğünde İlhan Görkey Öğretmeni sorar, kendisinin Eğitmen kursunda şefi olduğunu söyler, selam gönderirdi. Ayrıca İlhan Görkey Öğretmen bizim okula gelmeden önce , ta Karaağaç günlerinde bizim okula eşya devri için geldiğinde Mustafa Ağabeyden söz etmişti. Bizim okula gelince de gene konuşmuştuk. İyice rahatladım. Dersliğin kapısına idip oradan izledim. Mustafa Ağabey çıkınca koştum. Vehbi’nin babasından başka bir arkadaşları daha vardı. Mustafa Ağabeyler, Yeni çalışmaları izlemek üzere bir haftalığına Eğitmen kursuna konuk olmuşlar. Çalışmaları cumartesi günü bitiyormuş. O gün rahat konuşabilmemiz için bana izin almış, Vehbi ile gelirsiniz, “Lüleburgaz Halkevi bahçesinde buluşuruz’”dedi. Cebinden bir gazete çıkardı, güzelce hatlanmış bir Cumhuriyet gazetesi:

-Ben okudum, sen de okursun!diye düşündüm!İlhan Görkey Öğretmen de onları uğurlamaya çıktığı için Vehbi ile ben geri çekildik. Onlar asfalt kenarında duran bir otomobile binip İstanbul tarafına gittiler. Vehbi de sanırım yeterince bilgi almış:

-Karaağaç köyüne gidiyorlar;yanlarındaki o köyün eğitmeni Yalçın amca, bize gelip gider. Akşam Evrensikiz’e dönecekler!Vehbi’yi dinleyince;algılayabildiklerimi toparlayıp cumartesi günü Lüleburgaz’a birlikte gitmek üzere Vehbi'den ayrıldım.

Atölyeye geç gidişim olay olmuş. Hamdi Öğretmen sorunca beni İlhan Görkey Öğretmenin çağırdığını söylemişler. Atölyeye döndüğümde Hamdi Öğretmen takıldı:

-Atölyemizin Ağabeyi İlhan Görkey tarafından aranmanız bir görev nedeniyle mi yoksa çok kişisel bir dostluk çağısı mı? ” bizi aydınlatır mısın? ”dedi. Az durduktan sonra:

-  İkisi de olabilir!dedim. Bu kez Hamdi Öğretmen:

-  Ben de öyle düşünmüştüm, siz eskiden de tanışıyordunuz, ancak günler gelip geçtikçe daha da tanıştınız, gelecekte de tanışıklığınızı perçinlemek istiyorsunuzdur!deyip güldü. Sonra da “Sözüm şaka, bir suçun, kabahatin yok değil mi? İlhan Görkey aynı zamanda öğrencilerin yargıcıdır, bunu biliyorsunuz herhalde!”dedi. Suçumun olmadığını söyledim;ayrıca çağırılış nedenimi anlattım. Öğretmen gene şaka ettiğini, bizi şakasever olarak tanıdığı için bu tür konuşmalara çekinmeden girdiğini söyledi.

Paydos olunca kendimi çok rahat buldum. Cumartesi günümü nasıl değerlendireceğimi düşün düm. Mustafa Ağabey sanırım köye dönecektir. O erken ayrılırsa Halkevine uğrayıp akordiyon çalanı arayacağım. Silivrili Musa gitti. Onun yerine “Gelecek var!” demişlerdi. Ben:

-Sahiden gelir mi? diye sorduğumda, konuşan kişi:

-Koskoca tümen bir akordiyön çalan bulamaz mı? diye bu kez ana sormuştu. Bakalım koskoca tümen nasıl bir akordiyoncu bulacak? Daha önce tasarladığım , dün de ele aldığım konuyu uygulamaya koyuyorum. . On kadar şarkı, türkü, marş seçip sıraladım. İlk çalacağımın bittiği seste ikinciye rahatça geçeceğim. Böylece biten parçanın son sesi başlayacak parçanın da sesi olmuş olacak. Kolay olacak sandım. Aklıma gelenleri sıraladım. Bugün kafadan yapmaya çalıştım ama bir başka gün bunları yazarak çalışacağım. Dağ Başını duman almış……Her yer inlesin…. . dedikten sonra Yine bir Gülnihal diye başlıyorum. Ankara Ankara güzel Ankara……Harmandalı efem geliyor……. . Kır atıma bineyim, yar yoluna gideyim…. . Bahçemizde gül açar…. . Menekşe buldum derede…Bıçak düşmez belinden efem belinden………. . Sırtların senin sağlamdır. Mis kokan orman çamdı……. . Çubuğum yok aman yolüstüne uzatam……Bugün bunları sıraladım ama tam istediğim gibi olmadı. Bunun üstünde çalışacağım. Sağ olsun Hidayet Öğretmen bana güzel bir örnek vermiş oldu. Dersliğe oldukça yorgun döndüm. Ben gidince gülüşmeler oldu. Kim olduğunu anlayamadım ama birisi de:

-İşte geldi!” dedi. Önce aldırmadım sonra da Halil’e sordum. Sordum ama arkadaşın söylemeyeceğini biliyorum. O sözü benden saklamaktan çok tartışmalara neden olmamak için susar. Gene öyle yapacağını bile bile sordum. İsmet Halil’e sorarken duymuş, geldi söyledi. Hamdi Öğretmenin şakasında sözde bir kız işi varmış. Sözde kız belliymiş ama babasından çekindikleri için adı söylenmiyormuş. Sözde babası kızını bana veresiymiş. Ya da ben onun için fırsatları kaçırmıyormuşum. Güldüm:

-Bu sözler benim için bir onurdur ama, işin şakası yok. Ben başıma dert olacak şakalarda yokum, bunu bir daha kimden duyarsam duyayım, o arkadaş kendini, o adı söylenmeyen kimsenin önünde bulur. Bunu ben yapmaz da savsaklarsam, birkaç gün sonra da ben kendimi nerede bulurum, bunun nerelere uzayacağını ise kestiremiyorum. Bu işin şakası yok. Bu, evindan uzaktaki kızlar için yapılan konuşmalara benzemez!”Sami Akıncı da konuştu: “Arkadaşlar kimi kez şakayı, şakalıktan çıkarıyor. Bu konuşulan konu bize yakışır mı? ya o öğretmen öyle birşey düşünmemişse, bunu duyunca ne diyecek? Ya adı söylenmeyen öğretmen, söylediği ileri sörülen öğretmenin adını duyarsa, onların arasında geçecek olayların hesabını kim verecek? ” diye sordu. Bana dönerek:

-Arkadaş, bu konuyu bu derslikte ilk açanları ben duydum, beni tanık olarak gösterebilirsin!Sami sözünü kesince derslik boşalmış gibi oldu. Hiç kimseden çıt çıkmadı. Ben de öyle durdum kaldım. Benim için korkulu bir bekleme oldu. Herkesin susuşu da beni ürküttü. Gidip kime ne söyleyeceğim? “Benim için böyle demişler!”nasıl derim? Ya susunca başkasından duyulursa? Yat zili çalınca öteki sınıfların yaygarası bizim sessizliğimizi de bozdu. Mustafa Saatçı kurnazca konuya döndü:

-Arkadaşlar, bundan sonra bana SS falan demeyin yanlış anlamalar olur! “Bu kez de Hafız’ın H’sini taktılar:

-“HS” Mustafa Saatçı buna da razı olmadı; bu da küfür gibi bir şey oluyormuş.Yatakhanede bir süre gülenler oldu. Sordular:

- “HS” neden küfür oluyormuş? Birileri duramadı sözü açıkladı. . . H'nin has'ını, s!nin si'sini tekrarladı, bir takım ekler takarak aklınca bilinmeyeni çözdü (!)

 

20 Ağustos 1942 Perşembe

 

Mustafa Saatçı:

-Susun, İskelet uyuyor, uyandırmayın, öylece kalsın!dedi. İdris Destan biraz daha yavaş sesle: -Susun yahu, çocuk bütün gece boyu kıvrandı, dişi ağrıyor;bir haftadır diş acısı çekti. Geçmesini bekledi ama gittikçe arttı;bu gece hiç uyumadı!dedi. Herkes sustu, sessizce dışarı çıkmaya başladılar. Halil Basutçu ile birlikte baktık. Mehmet Yücel uyanık ama, kalkınca gene ağrıyacak ürküntüsü içinde öyle siniyor. Bizim ilgimize sevindi, biz de kalkmasını bekledik. Merdivenlerden çıkarken hemşireyle karşılaştık. Bizden önce o söze başladı;olayı biliyormuş. “Ağrın azaldı mı, bugün seni dişçiye göndereyim mi? ” diye sordu. Olayı bize de anlattı. Mehmet Yücel bir süredir bu ağrıyı çekiyormuş. Ancak ağrı sürdüğü sürece dişçi, herhangi bir işlem yapmıyormuş. Ağrı dinince de ya çekiyor ya da dolgu falan yapıyormuş. Hemşire Ayşe Abla:

-Gene de ben seni bugün göndereceğim!deyip Mehmet Yücel’i revire götürdü. Mehmet Yücel için:

-Bir süredir derslikteki sessizliği, şakalara katılmamasının nedeni buymuş!diyerek dersliğe gittik. Derslikteyse birileri hala:

-İskelet uyuyor!diye gülüyordu. Halil olayı anlatınca şaşıranlar oldu. İdris Destan, bir daha Mehmet Yücel’in geceyı ayakta geçirdiğini anlattı. Bu kez diş ağrısı üstüne konuşmalar başladı. Ben öyle bir ağrı geçirmiştim ama anlatmaya değer görmedim. Konuşanların çoğu kendi başlarından geçeni değil duyduklarını anlattı. İsmet, babasının iki dişini birden çektirdiğini, Orhan ise annesinin bildi bileli dişleri ağrıdığını anlattı. Hilmi Altınsoy dişleriyle övündü:

-Sert yiyecekleri rahat rahat yiyorum!”deyince ben, bizim köyleki bir arkadaştan söz ettim. Dişleriyle bizleri kaldırıyordu. Yere uzanan birinin kayış ucundan ya da beline bağladığı bir ipten dişleriyle tutunca kaldırdığını söyledim. İnanmayanlar oldu. Hasan Üner bir soru sordu:

-Kimin dişleri sağlam olur? Hasan gülerek sorunca anladım. Geçen yıllar Hüseyin Cahit Yalçın’dan bir parça okumuştuk. Yazar kayıkçıya:

-Dişlerin sağlam!deyince Kayıkçi:

-Neyleyeyim, yiyecek bir şey olmayınca! deyip dertlenir. Demek, yiyeceği olmayanların dişleri sağlam kalıyor!Hasan’ın anımsatmak istediğini bildim ama bunu genelleştirmenin doğru olmayacağını da düşündüm. Çünkü gözümün önüne köyden sayısız insan geldi hepsi fakirler;oysa ağızlarında çoğyunun dişi yok. Özellikle bayanların genç yaşında dişsiz kalmış olduğunu çok gördüm. Ben böyle konuşunca Mehmet Aygün:

-Öyleyse bundan sonra yemekler için söylenmeyelim, iyi yemekler dişleri bozarmış. Hilmi karşı koydu ama pişman oldu. Salih Baydemir doğrudan Hilmi’ye “Senin dişlerini sağlam oluşu, sen evinde doğru dürüst yemediğini gösteriyor. Sanırım bunun için buradaki yemeklerden en çok sen şikayet ediyorsun!”Bu kez Hilmi Salih’e:

-Kara Salih sen bunları nereden çıkarıyorsun? diye sordu. Salih’e Kara Salih demek, kavgayı göz almak demektir. Gene öyle oldu. Hilmi:

-Yapma, hemşeriyiz falan dedi ama gene de ağır sözlerden de kurtulamadı. Hilmi'nin ne pırtlalığı, ne dönekliği ne de erkekliğiş kaldı. . .

Atölyede sıra altlarını birleştirme işinde Salih Baydmir de bizim gruba geldi. Salih onca söylenip boşalmasına karşın, öğleye dek sinirli bir yüzle çalıştı. Bir ara bana:

-Sen ona yüz veriyorsun ama o senin arkandan neler söylüyor, duysan kudurursun!dedi. Hilmi Altınsoy’u kast ettiğini anlamıştım ama anlamazdan geldim, Hasan’ı göstererek:

-Onun benim arkamdan konuşacağını sanmıyorum. Hem benim arkamdan konuşulacak bir tarafım yok. Birileri konuşuyorsa onlar kendi uydurduklarını konuşuyorlardır. Bir gün birini yakalarsam, hesabını sorarım!dedim. Salih yumuşadı:

-Yok yahu, ben Hilmi için söyledim!deyince, onun için de yanıldığını, arkasından da Kara Salih demesinden neden bu denli simirleniğini sordum. “Okul Müdürümüzümn tüm öğrencilere Karaoğlanlar dediğini bana ise tek olarak Sarıoğlan dediğini, bunu Yeni Bedir köyü muhtarı Kamber Amcama da söylediğini anlattım. Atatürk’ün savaş arkadaşlarından Kazım Karabekir Paşayı, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Kara Farma’yı örnek verdim. Salih Baydemir sonunda:

-Sen yok musun sen!deyip boynuma sarıldı. Hasan Üner gülerek ekledi:

-Yılanı deliğine sokar! Dedi. Salih bana baktı, gülerek:

-Yok yahu o söz öylemiydi? diye sordu. Hasan’la sözbirliği etmişçesine:

-Onu başka türlü söylüyorlar ama, yanlış olan o. Yılanı delikten çıkarmak ne işe yarar ki? Amaç yılandan kurtulmaksa onu defetmenin çaresini aramak gerekir!Yeni bir tartışma konusu; gelin bunu derslikte tartışalım!

Öğle yemeğinde etli fasulye, bulgur pilavı, karpuz yedik. Öğretmen masalarında yabancılar vardı. Birilerinin yüzleri bana pek yabancı gelmedi: Eğitmen Kursu öğretmenlerinden olabilir!”diye düşünürken Orhan da aynı olasılığı öne sürdü. Yakınımızda duran nöbetçi Selim Gezen konuşmalarımızı duymuş, eğilerek:

-  Onlar Eğitmen Kursu Öğretmenleri!dedi. Bizim okul yetersiz olduğu için Eğitmen kursu başka yerde açılıyor. Oysa öteki Köy Enstitülerinin hepsinde Eğitmen Kursları birlikte oluyormuş. Böyle diyorlar ama düpedüz karışık olamayacağını anlattım:

-  Yakınlarında olabilir, yemekler aynı yerde yenebilir ama gene de bir arada olamazlar!Bu tür yorumlarda arkadaşlar bana inanıyorlar. Özellikle marangozluk grubu arkadaşlarımla bu açıdan bir sorunum yok. Anlattıklarıma inandıklarını biliyorum. Bu beraberliğin Köy Enstitüsü öğrencilerine yararlarını da irdeledik. Bina yapımlarında Eğitmenler de çalıştığına göre doğal olarak işlerin ağır tarafları onlara yüklenir. Bunu duyunca arkadaşlaqrdan sızlananlar oldu:

-  Keşke bizim de bir arada olsaydı!

Öğleden sonra Hamdi Bağ Öğretmen hepimizi topladı, tahta birleştirmeleri nasıl yapacağımızı sordu. Değişik sözler söylendi. Öğretmen nasıl yapılacağını anlatı. Ortalarda iki tahta çivi olacak, iyi alışırdıktan sonra tutkallanacak;kesinlikle açıklık kalmayacak. Hasan’la Yusuf işkenceleri hazırlamakla görevlendirildiler. Salih hemen ad taktı: “İşkenceciler grubu!”

Paydostan sonra uzun süre parça ayarlamaya çalıştım. Uygun olarak düşündüğüm parçaları çalarken tutturamıyorum. Çalışırken çocuklar geldi, aralarında Namık Yücel de var. Ağabeyini sordum;revire yattığını söyledi. Üzüldüm. Diş etlerinin şişmesini önlemek için ilaç verilmiş, başı sarılıymış. Çıkınca revire gittim. Hemşire içeri almıyor ama, Mehmet Yücel ayaktaymış, sesimi duyunca çıktı, bana gazete getirmiş: “Sevineceğini düşündüm!” dedi. Cumhuriyet gazetesi. Şu işe bak: neredeyse iki aydır gazeteye bakmıyorum;iki gündür arka arkaya iki cumhuriyet. Arkadaşa geçmiş olsun dedim , teşekkür edip ayrıldım. Gazeteyi Mustafa Ağabeyin yaptığı gibi katladım. El kadar bir şey oldu. Dersliğe gittiğimde açıp okumaya başladım. Gazeteyi elimde görenler arka arkaya sormaya başladı: Türkçe ödevini mi yapıyorsun? ” Ne ödevi? Dedimse de gene gene sorulunca, böyle bir ödevin olduğunu iyice anımsadım. Fikret Madaralı Öğretmen tatil ödevi vermişti:

Bir günlük gazetenin içeriği saptanacak, yazı türleri, yazarları belirtilecekti. Başmakale makala, fıkra, haber, karikatür, reklam, tefrika varsa başlıkları yazılacak. Yazı türlerinin konusu belirtilecekti. Gazeteyi gene güzelce katladım, kaldırdım. Ortalıkta kon uşan arkadaşların kimilerine bakıp içimden söylendim:

- Söze gelince koca karılar gibi konuşuyorlar ama ödev yapmaya gelince yan gözle de olsa tırtıklamak için insanın başına üşüşüyorlar!

Akşam yemeğinde konuşma konusu dişlerimiz oldu. Mehmet Yücel’in diş ağrısı konuşulurken Mehmet Aygün. “Dikkat!” çekerek hepimizi uyardı;bulgur pilavında taş varmış. Bir süre sustu, diliyle taşı aradı, eline alarak gösterdi. Arkadaşlar:

-Yutsaydın, bize ne gösteriyorsun!dediler. Bu kez de:

-Bile bile taş yutulur mu? ” sorusu ortaya geldi. Bizim masada benden başka geçmişte kimsenin diş sorunu olmamış. Harun Özçelik’in arka dişleri geç çıkmış, Salih Baydemir diş konusunda hiçbir sorun yaşamamış. Bunu gülerek:

-Ben dişlerimle doğdum!deyip arkadaşları güldürdü. Yusuf Asıl:

-Sürekli İsmet’in dişlerini gözlediğini, iyi yıkamadığı için dişlerinin hep sarı oldukları söyledi. Orhan konuşmalara katılmadan dinledi. Sonunda oda köydekilerin hep sarı olduğunu anımsattı. Köylülerin temizlik bilmediği konuşuldu. Bu kez Hilmi:

-Salt köylüler mi, öğretmenleri görmüyor musunuz? İçlerinde ne sarı dişliler var!deyince, sigara içenlerin eleştirilmesi yapıldı. Sonunda Besim İyitanır Öğretmenin çok sigara içtiği üzerinde duruldu. Öğretmenler içinde onun dişleri sarı değil “Neredeyse kahve rengine dönmüş!”diyenler oldu. Sözü uzatmamak için ben. dişlerin temizlenmesi için bol karpuz yenmesini önerdim. Yusuf gene o konuya döndü:

-Adam arabayla karpuz yese gene dişler beyazlaşmaz!deyince, Yusuf’a hep birlikte bir “SUS”çekildi. Dersliğe gülüşerek döndük. Edirneliler kendi aralarında gezi proğramı yapmaya başlamışkar;3 Uzunköprülü, 3 Meriçli. İbriktepeli Hüserin Serin dışlandığı için üzülmüş. Bu kez de Halil Basutçu ile Bekir Temuçin de Edirneli sayıldıklarını söyleyip tartışmaya katıldılar. Sonunda Sami Akıncı:

-Adam sen de!Ben bu işlerde yokum;Bayramlıya gelene “Hoş geldin!” derim, bu iş burada biter!”deyip sırasına kapandı.

Ara verdiğim Karamazof Kardeşleri açtım. Dimitri Gruşinika’yı deli gibi aramaya gittiğinde önce kapıda karşılaştığı yaşlı Grigori’ye vurmuş sonra da babası yaşlı Karamazof’u saçlarından tutarak yene çökertmişti. Ardından ona benzer bir olayı da Aliyoşa Katerina’nın evinde yaşadı. Katerin Gruşinika’yı çağırıp bir odaya saklamış, Aliyoşa gelince önce kendi konuşmuş: “Gruşinika Dimitri’y varmayacak. O çok akıllı bir kız, falan diye konuşmuştu. Ancak Gruşinika yanlarına gelince tam tersini söyleyip Katerini yalanlamış, dahası Dimitri’yi sevdiğini söyleyip ayrılmıştır. Aliyoşa bu ters olaylar içinden manastıra döndü. Bu arada kendisini seven Liz’den bir de aşk mektubu aldı. Manastırda ise çok sevdiği Stareç Zosima’nın ölümle pençeleştiğini gördü. Öyle bir karışık durumda olmasına karşın, yatıp uyumuştu. Aliyoşa kalkınca çevresindekilerin başpapazın akşamı bulmayacağı türü konuşmaları duydukça üzüldü. Bu arada babası Aliyoşa’yı kimseye görünmeden konuşmaya çağırdı. Özellikle İvan duymamalı diye tembihleyince Aliyoşa’yı kuşkulandırdı. İvan babasısın yanında kaldığına göre ona görünmeden eve nasıl girecekti? Aliyoşa bir yolunu bulup gitti. Ancak Baba Karamazof Aliyoşa’ya candan davranmasına karşın sürekli açıklar verdi. Kilise etkisiyle kadere bağlanan Aliyoşa olayları Tanrı’nın çizgisi olarak görüyor, insanların bir yerde duracaklarını sanıyor. Baba Karamazof arada papazlara, hatta kiliseye dil uzattığı halde Aliyoşa, bunların geçici tavırlar olduğunu, sonunda tüm insanların kilise doğrultusuna girileceğini umut ediyor. Liz’den aldığı mektuba uyarak onlara gitmek için yola çıktı. Koklakovgillerin konağı oldukça uzaktı. Çok güzel bir konağa gidiyordu. Koklakov’ların başka yerlerde de çok konakları vardı. Bunları daha önce öğrenmişti. Oldukça da neşeliydi. Yolda giderken bir grup öğrenciyle karşılaştı. Kendi küçüklüğünü anımsadı. On kadar çocuk biraz uzaklarında duran başka bir çocuğa taş atıyordu. Aliyoşa çocuklara övüt vermeye kalkıştı. Çocuklar inanılmaz bir dirençle karşıdaki çocuğun kötülüğünü öne sürdüler. Aliyoşa arabulmaya kalkıştı ama bu kez karşıdaki tek çocuk Aliyoşa’ya da taş attı. Taşın biri de başına rastladı. Aliyoşa asi çocuğu yatıştırmak için yaklaşınca da çocuk Aliyoşa’ya pis Karamazof diyerek sözlü saldırıda bulundu. Buna karşın Aliyoşa çocuğa yaklaştı. Bu kez de çucuk, Aliyoşa’nın elini ısırdı. Aliyoşa kanlı elini saklayarak Koklakov konağına gitti. Konaktakiler Aliyoşa’yı önce memnunlukla karşıladılar. Kanlı eli görünce telaşlandılar. Çocuğun kuduz olma olasılığı bile dile getirildi. Aliyoşa ağabeyi İvan’ı da orada görünce biraz duraksadı. Oysa İvan da Dimitri gibi Katerini sevdiğini söylüyordu. Karmaşık bir durumla karşıkarşıya olduğunu iyice anladı. Aliyoşa gelince İvan ayrıldı. İki ağabey aynı kızla evlenmek için yarıştalar. Öte yanda baba oğul bir başka kadın için kavga ediyor. Aliyoşa arada gezdi durdu. Amacı insanları barıştırmak, anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak olduğu için durmadan dolaşıyor. Ancak çevresi o denli karmaşık , kokuşuk olmuş ki her tuttuğu dal elinde kalmaktadır. Sokakta oynayan çocuklar bile: “Sen bir Karamazof’sun deyip güvensizliklerini belirtiyorlar. Aliyaşo buna da şaştı. Bu girişimi de geçmişte olan bir Karamazof olayı içindir. Ağabeyi Dimitri’nin geçmişteki karışık işlerinden birinin sonunda bir subay arkadaşı haksızlığa uğramış açığa çıkarılmıştır. Yüzbaşı olarak tanınan bu kimse aynı kentte yoksulluk içinde ama gururla yaşamaktadır. Eşi hastadır, kızının biri okumak ister ama okuma olanağı bulamamıştır. Öteki kızı da özürlüdür. Bir de oğlu vardır. İşte bu oğul, bir rastlantı, Aliyoşa’nın elini ısırmıştır. Aliyoşa bunları bilmemektedir. İşte bugüm Koklakov Konağına gidince kendisinden bir ricada bulunurlar. Dimitri yüzünden yoksul duruma düşen yüzbaşıyı bulup ona bir milktar para vermek, bundan boyle ilişki kurup daha büyük yardımlar yapmak. Yüzbaşının adresi verilir. Aliyoşa yüzbaşının evine gider. Yüzbaşının evi içler acısıdır. Yoksulluk yanında evdeki insanların bakımsızlığı da perişan bir durumdadır. Önce yüzbaşı Aliyoşa’yı kabul etmek istemez. Elini ısıran çocuk Aliyoşa’yı tanıdığı için kendisinden şikayet için geldiğini sanıp durumu anlatır. Bir süre söz dalaşı yaptıktan sonra yüz başı durumu anlar, ağabey Dimitri ile olan geçmişini anlatır. Aliyoşa bu durumdan mutlu olur, yüzbaşıya para yardımı yapmaya kalkışır. Yüzbaşı Aliyoşa’nın verdiği 200 rubleyi alır, mutlu olmuş gibi konuşur ancak bu olumlu hava birden değişir: Yüzbaşı elindeki rublelere kırıştıp az önceki durumunun tersine kendisinin parayla satın alınamayacağını, haysiyetinin parayla ölçülemeyeceğini kesinlele söyler parayı yere atıp Aliyoşa’yı bir bakıma kovar. Aliyoşa tıpkı Katerina’nın olayında olduğu gibi iyi sonuç alınacağını beklediği bu girişimde de düş kırıklığına uğrayıp olayı anlatmak üzere Koklakov konağına yollanır.

Yat zili çalınca Aliyoşa’nın üzüntülerini paylaşmış gibi tedirgin olarak yattım. Bu bir kitap, Dostoyevski adlı bir yazar yazmış. Aynı yazarın Beyaz Geceler kitabını da okumuştum. O kitapta da özellikle ilk öykü, benzer tekrarlara karşın hoşuma gitmişti. Bu kitabı, çok kişinin olması nedeniyle karışık gidiyor, sonunda olaylar bir yerde çozülecektir, sanıyorum. Ancak bunca kargaşaya karşın daha birinci kitaptayım. Ayrıca tanıtılan herkes, kendi yaşamları içinde kusurlu hatta suçlu kişiler. Yüzbaşı nın küçük oğlu bile bir suçlu olarak ortaya çıktı. Şimdilik tek iyiliksever Aliyoşa. Onu da ben Kırmızı ve Siyah kitabındaki Julien’e benzettiğim için sonunda kadınlardan biri ya da ikisiyle ilişki kurup suçlu duruma düşeceğini beklediğimden, onu da suçluymuş gibi görüyorum. Aralarındaki farklar ise Karamazoflar çok, ötekiler daha az suçlular. O memlekette başka insan yokmuydu ya da yazar onları göremedi mi?

 

21 Ağustos 1942 Cuma

 

Haftaya Tarım nöbeti bizim sınıftaymış. Arkadaşlar, sütlü mısır yemeyi, bal tatmayı konuşuyorlar. Sefer Tunca:

-Sayıklayın siz, Besim İyitanır Öğretmen bize zırnık tattırmaz!dedi. Salih Ziya Öğretmenin derslerde söz verdiğini anımsayanlar oldu. Halil Basutçu:

-O derslerdeydi, dersler başlayınca gene konuşulacak onlar!Sefer’le Halil olumsuz düşünmekle yerildi, kimileri bu Tarım nöbetinde birşeyleri farklı yiyeceklermiş. Birkaç arkadaş: Yedikleriniz size yarasın, kalan olursa bizi unutmayın!dediler. Tarım nöbetindeki işler sıralandı:

-Sebze bahçeleri sulanıyormuş. Fidanlıklar temizleniyormuş. Atlar sulanıyormuş, arılık temizleniyormuş. Tepedeki fidanlara da tenekeyle su taşınıyormuş. Çoğu da birbirini korkutmak için öne sürülen sözler. İşten kaçmayı tasarlayanlar şimdiden yolunu arıyorlar. Halil Basutçu:

-Sütlü mısır yemeyi işten saymıyor musunuz? dedi. Emrullah Öztürk, sütlü mısırın nasıl olduğunu sordu. Bu kez, sözler Emrullah’a döndü. Mısırlar sıkılınca süt çıkarmış. Hüsnü Yalçın Emrullah’ı alıp gitti. Arkalarından soranlar oldu:

-Bulgaristan’da mısır yetişmiyor mu? Yanıtlar hazır:

-Trakya’da yetişen her şey Bulgaristan’da da yetişir!Bu genel yanıta uymayan salt Trakya’ya özgü bir bitki düşündüm. Bir türlü bulamadım. Hayvanları aklımdan geçirirken Ömer Seyfettin’in bir öyküsünde geçen deveyi anımsayınca:

-Deve!dedim. Karşı olanlar olduğu gibi, Trakya’da deve yetişip yetişmediği sorulmaya başlandı. Hilmi Altınsoy, Keşan taraflarında deve olduğunu söyledi. Bu arada:

- “Yok deve!”sözü sık sık tekrarlandı. Dersliğe gidince kim yanındakine bir söz söylese karşılığı:

- Yok, deve!

Kahvaltıda mercimek çorbasıyla karşılaşınca konu değişti. Mehmet Aygün:

-Çiğnemeden yutun, dişleriniz zedelenmesin!dedi. Yusuf, Mehmet Aygün’e:

-Sen taşı bulgur plavında bulmuştun, şimdi mercimeğe mi çevirdin? diye sordu. “Yemeğin birinde olan taş, ötekilerde de olabilir!” görüşünde karar kılındı. “Mehmet Yücel kahvaltıya gelmiş!”dedim. Mehmet Aygün:

-Onu gördüğüm için taşı söyledim!deyince hep güldük:

-Öyleyse bundan böyle Mehmet Yücel bize yemeklerde taşları anımsatacak!Baktığımızı görünce Mehmet Yücel, kalktı geldi:

-Ne o, bende bir acayiplik mi var? bakıp bakıp gülüyorsunuz!dedi. Hasan Üner:

-Yok abi, acayiplik bizde, o nedenle çevremize bakıp bakıp gülüyoruz! yanıtını verdi. Mehmet Yücel kalkmışmış, kapıya yürüyünce biz de takılıp dışarıya çıktık. Diş durumunu sorduk. Onunki taştan falan değilmiş, çoktandır bir diş sorunu varmış;Hasanoğlan’da da bir süre ağrı çekmiş ama sonra kesilmiş. Arka dişlerinden birinin içi çürümüşmüş. Bir süre geçince dolgu yapılacakmış. Yusuf Asıl gülerek:

-Taştan falan kormayın, ancak taşları dişlerinize dokundurmadan yutun!dedi.

Atölyeye taş, diş, diyerek gittik. Az sonra Hamdi Öğretmen geldi. “Günaydın!” dedikten sonra. “Siz bir hafta yokmuşunuz, öyle mi? ”diye sordu. Üzüldüğünü söyledi:

-Öyleyse bugün belki biraz da yarın çalışıp 30 sırayı tamamlayalım, parçalar ortalıkta kalmasın!dedi. İçimden iyi ki cumartesi günü Lüleburgaz’a gideceğimi söylememişim, söyleseydim, şimdi öğretmene karşı boynum bükük olacaktı!diye düşündüm. İşe koyulduk. Öğretmenin uyarısı hepimnizi hızlandırdı. Konuşmadan, duraksamadan dörderli üç grup olarak çalıştık. Öğlede 20 sıramız hazır oldu. Öğretmen sevindiğini söyledi:

-Yarın Lüleburgaz’da işim vardı, bugün bitireceğimize göre sorun çazülecek!dedi. Yusuf şaka olsun diye öğretmene:

-Öyleyse yarın biz de Lüleburgaz’a gidebileceğiz! Öğretmen:

-Ne iyi olur hep birlikte gideriz!deyince rahatladım. Öğretmen orada gezdiğimi görünce: -Gelmeyi tasarlamış ama tınmadı!gibilerde düşüğnecek diye kaygılanıyordum. Hamdi Bağ Öğretmen bugün çok neşeliydi, öğle yemeğinde bizim masaya geldi, Yusuf Asıl’la, Hasan Üner’le Salih Baydemir’le şakalaştı. Yandaki masalar, bizim masanın neşesine baktılar. Öğretmen kalkınca öğretmenlerin yanına takıldı;biz ara vermeden atölyeye gidip çalıştık. Beklentimizin tersine öğretmen çok geç geldi. Gene de öğretmenin istediği oldu;paydos zili çalarken 30. sırayı taktık. Hamdi Bağ Öğretmen teşekkür etti. “Yarın öğleye kadar atölyeyi toplar, oyalanırız, törenden sonra da ver elini Lüleburgaz!”diyerek Lüleburgaz tarafını gösterdi. Benim kafam gene karıştı:

-Ya Mustafa Ağabey erken gelirse. Bu kez de Mustafa Ağabeyin gelişini yeni bir şeymiş gibi öne sürüp ayrılırım!diye düşünüp, gene sevindim. Paydosta arkadaşlarla dersliğe gittim. Yapıcıları üzgün gördük, onların akşama dek işleri varmış. Bu kez ben de:

-Belli olmaz bişim işler de akşamı bulur!diye bizim marangoz arkadaşların sözlerini çarpıttım. Sık sık tartışmalar çıkıyor;sizin işler kolay, bizim işler zor!Kabahat bizim mi? Herkes sevdiği çalışma alanını seçti. Üstelik bir yıl sonra bile değişenler oldu. Sevmeyenler ayrılsaydı. Gene de hasetlik çekilmesin düşüncesiyle kimi kez bu günkü gibi yalan bile söylüyoruz. Biz, özellikle çatılarda çalışırken gelip gelip bize acıdıklarını söyleyenler vardı, bunlar unutuldu. Sırama oturup kitabımı açtım. Kitaba başladığımdan beri bir Stareç papas Zosima tanıdım, öldü ölecek derken yaşamını sürdürdü. Onu çok seven Aliyoşa bile ölümünü bekliyor. Onun ölümünü bekleyen şimdi bir de Liz çıktı. Çok sevdiği Aliyoşa ile evlenmesi onun ölümüne bağlı. Aliyoşa yüzbaşı ile görüşüp terslendiğini anlatmaya gidince ona götürdükleri önerinin ters çevrildiğini anlattı ama nedense sözünü yumuşatarak gene görüşeceğini, bu kez yapılacak yardımların alınacağı güvencesini verdi. Liz’in Aliyoğa’ya mektup yazdığını annesi biliyormuş, Aliyoşa bundan tedirgin olurken anne bu kez Aliyoşa’ya Liz’e yakınlık göstermezse Liz’in bunalıma gireceğini, kendisinin de geçmişte böylesi bunalımlar geçirdiğini, bir bakıma Aliyoşa’yı korkutarak anlattı. Sonra da Liz’le Aliyoşa'yı bir odaya kapattı ya da kapanmalarına göz yumdu. Liz Aliyoşa’dan utandığını sözlemesine karşın bir yolunu bulup öpüşmelerini sağladı. Aliyoşa zaten bunları bekliyormuş, bir süre gelecekleri üzerinde konuşruktan sonra ağabeyi Dimitri ile görüşmek üzere onun kaldığı eve gitti. Evde Gruşinika’yı umarken baba Karamazof’un uşağı ile bir başka kadının konuştuklarını duydu. Daha doğrusu uşak Smerdiyakov hem gitar çalıyor hem de karşısındaki kadına inanılmaz sözler söylüyordu. Yakın zamanda Moskova’ya gidecek, orada bir lokanta açıp ünlenecek. Bir yandan da çevresindeki insanları küçümseyen sözleri döktürüyordu. Gitar çalarken söylediği şiirleri dinleyen kadın, bunları çok dinlemiş olacak ki bir ara:

-Sen bunu geçen defa böyle okumamıştın!der. İşte böyle bir ortamda Aliyoşa ortaya çıkar. Ancak ağabey Dimitri ortalıkta yoktur. Söylediklerine göre bir süredir de eve uğramamıştır.

Aliyoşa’nın bu ara bulma dolaşmalarından sıkıldım, romanı kapatıp bir süre düşündüm. Fikret Madaralı Öğretmenin gazete tanıtma ödevini yapıp hazırlasam, nöbetlerinde gelince göstermenin yararlı olacağağını hsapladım. Böylece romanı birkaç gün geriye attım. Halil, kitabı bitirdiğimi sanmış:

-Koca kitabın birini gene devirdin!deyince:

-Ben kitabı değil kitap beni devirdi! deyip biraz acımtırak guldüm.

Yemek zili, canlılık getirdi, kalkıp gidenlerin kuyruğuna takıldım. Derslikte durmadan konuşanlar, yemekhane yolunda da vıdı vıdı tekrarlanıyor. Salt bizim arkadaşlar değil öteki sınıflardakiler de böyle. Tam önünde biri hem konuşuyor hem de kendi söylediğine kendisi gülüyor. Öyle gülüyor ki birlikte gittiği arkadaşını da tutup tutup yolda bekletiyor. Sonunda arkadan gelenler konuşana çarptı, geçti. O da susup yürüdü.

Yemekte bunu arkadaşlara söyledim. O konuşan çocuk, meğer bizim karşı sıramızdaki masalardan birindeymiş, bana gösterirken gülenler oldu, tanıyorlarmış. İsmail Bağıran!dediler. Ben:

-Bağıran yakışmamış, “Gülen” olsa daha iyi olacakmış!”dedim. Yanındaki de Muhsin Önal;gülmeden dinleyen sabırlı arkadaşı. Tombulca kısa boylu, esmer…. . Hasan Üner, ayağıyla ayağıma vurdu, nöbetçi kızı gösterdi. Kızı tanıyorum Hatice, soyadı da bay’lı bir şey. “Bayındır” olarak düzeltiler. Hasan Gülümser için söylenen kızmış. Ben bunu geçen yıldan beri tanıyordum ama Hasan’la ilişkisini bilmiyordum. Üstelik Hasan benim sevdiğim çocuklardan biri. Kızların hepsiyle de iyi konuşuyor, duyunca inanamadım. Şu anda da inanmış değilim. Ancak “Çok yaygınlaşmış bir söylenti de boşu boşuna uzayıp gitmez!”diye düşündüm. . Musa Güner ile Ali Ergin için de kız söylentisi çıkmıştı ama onlar unutuldu gitti. Annemin adı Hatice olduğundan Hatice’ye kardeşim gözüyle bakıyordum. Hasan gerçekten sevip evlenirse buna çok sevineceğim. Dersliğe dönünce de bunu düşündüm. Acaba bunu öğretmenler duyarsa nasıl tepki gösterecekler? Ya iyi karşılamaz, cezalandırırlarsa? Hasan’ı uyarmamın gerektiğini, ancak kendisi yanıma geldiğinde açarsam daha etkili olacağını düşündüm. Çağırıp, doğrudan söylersem gücenebilir. Hele öğretmenler fakan dersem korkabilir de!

Dersliğe dönünce gazeteyi açıp bir daha gözden geçirdim. Yazıların içeriği ya da özetleri yazılmayacağına göre ödevin uzun olmayacağına sevindim. Gazetede Daha önce tanığımız Yunus Nadi’den başka bir Nadi soyadlı daha var: “Nadir Nadi!”Nadir Nadi’nin yazısı ilgimi çekti. Sanırın yazar Almanya’da bulunuyor;Berlin gecelerini, eğlence yerlerini, sokaktaki insanların durumlarını anlatıyor. Soyadı Başyazarla uygun; onun nesi oluyor acaba? Oğluysa ne mutlu ona, babası sayesınde Berlin’de dolaşıyor!Nadi soyadı olur mu? Bunu da hiç duymamıştım;demek ki oluyormuş!

 

 

C U M H U R İ Y E T

İstanbul-Cağaloğlu

19 uncu yıl sayı: 6470…………Perşembe 20 Ağustos 1942

Reklam        Reklam

Her Markanın fevkinde      Avrupa Makineli

Trianon: Pudra-Allık-Ruj, Kolonya     Klasör

 

 

İngilizlerFransa kıyısına çıkarma        Bir savaş resmi

Yaptılar:             Gemilerden askerlerin indirilişi.

Almanlara göre haberler-İngilizlere göre haberler.   Gemi resimleri-sandallar

 

Doğuda muharebenin üçüncü safhası yakında başlıyor.

Alman ved Slovak kıt’aları Kafkasyanın dağlık arazisinde ilerlemekteler.

(Alman harp tebliği)

Tank resimleri

Churchill’in Mısır’da geniş temasları: Sovyetler Kletskaya kesiminde geri mevzilere

Afrika Başvekili mareşal Smuts   çkildiler.

 

İngiliz kombine kuvvetleri bş. komutanı

Mohuntbatten’in resmi

Hindistanda uzlaşma teşebbüsleri;Hindistana bir İngiliz murahas heyeti gönderiliyor.

 

Toprak Ofisin Adana şubesinde bir suiistimal

Ofis kasasından on bin lira çalındı, müdür Suad bu cürümden dolayı tevkif edildi.

 

Başmakale             Makale

Yunus Nadi             Nadir Nadi

 

Moskova Görüşmeleri        Almanya : 1942

İngiltere Başveki Chuchill’in Moskova’ya Topyekün harp fikri etrafında toplanış.

Gideceği üstüne yorumlar, İngiltere, Amerika Alman halkının savaşa hazırlıklı olduğu

Sovyetler Birliği görüşmeleri…. .    olduğu üstüne gözlemler, yorumlar

 

Bir duyuru

Terceme Üzerine.       Fransa haritası

Yazan:      Müttefik kuvvetlerin çıkartma yaptığı Fransa

Nurullah Ataç         kıyıları

Yarınki sayımızda

okuyunuz

 

2. Sayfa

Siyasi İcmal     Yedek Subay Okulumuz   Behçet Uz’un Bursadaki

Ömer Rıza Doğrul   Sancak alacak       tetkikleri

 

Avrupada 2. cephe   Tören cumartesi günü   (Ticaret vekili)

Kurmağa doğru

 

Brezilyada galeyan-Gene bir İsveç gemisi batırıldı-Mısıra çok sayıda Amerikan as. geldi

 

 

Cumhuriyet’in edebi tefrikası: 58 Ülker Fırtınası, Yazan: Safiye Erol

 

Duyuru: Tren biletlerine fiyatları yazılacak. Şevket Göçmen’in Teşekkürü- ŞAKA(Dergi)

Ödev umduğumdan daha kısa sürdü. Acaba yanlış mı düşünüyorum. Yoksa öğretmen yaziların özetlerini de mi istedi? Bu günkü gazetede belli başlı üç yazı var: Yunus Nadi, Nadir Nadi, Ömer Rıza Doğrul. Safiye Erol’un tefrikasını saymıyorum. Üç yazının özeri çıkarılabilir ama, sanıım bunlar uzun sürr;öğretmen böyle bir ödev vermiş olamaz. Eğer vermişse, gazeteyi sakladığıma göre bir gün yazıp ekleyebilirim.

Yatınca Nadir Nadi’nin yazısını anımsadım;Almanya üç kıtada sayısız devletle savaşırken insanlar Berlin’de neşeli dolaşabiliyorlar. Onların askerde kimseleri yok mu acaba? Biz savaşta değiliz ama tüm genç insanlarımız asker oldu. Ölmüyorlar ama işleri kaldı, yurtta kıtlığa neden olundu. Geceleri karartmalar var, insanlar karanlıklarda oturuyorlar. Bu tür önlşemler oralarda alınmıyor mu acaba? Yoksa yazarın anlattıklarını ben mi anlamadım?

 

22 Ağustos 1942 Cumartesi

 

Kalkarken Yusuf geldi, kulağıma:

-Gidiyor muyuz? ”iye sordu. Birden şaşırdım:

-Ne gitmesi? bugün için konuşmamıştık!dedim. Yusuf diretti :

-Nasıl konuşmadık, Hamdi Bağ Öğretmen, deyince anladım;Lüleburgaz’a gitmekten söz ediyor. Oysa ben onların köyüne gitmeyi konuşmuştuk ama gün için karar vermemiştik. Gizli tutmaya çalıştığım, Mustafa Ağabeyle gezmeyi tasarlarken Yusuf’un araya girmesi beni şaşırttı. Bu nedenle Yusuf’a birz ters baktım, o bana şaşmış, sonra söyledi, onu atlatmaya kalktığımı sanmış. Sonunda anlaştık. Lüleburgaz’a gitme konusunda herkes özgür, ancak orada buluşup biz Yusuf’la fotoğrafçıya gideceğiz. Çekilmiş resimlerimizden çoğalttıracağız, birlikte, ayrı ayrı resim çektireceğiz. Fotoğrafçıyı ben tanıdığım için, Yusuf benimle gitmeyi yeğliyor. Geçmişte de hep birlikte gitmiştik.

Kahvaltıda bu kez ben bir tartışmaya neden oldum. Bizim arkadaşların Sami Akıncı için ad taktıkları N nöbetçi. Bu söylenti kızın geldiği günlerden beri söyleniyor. Sami Akıncı nöbet çizelgelerini yaparken sözde onu kendi nöbet gününe alıkoyuyormuş. Nedense bunu arkadaşlar uzun süre sorun yaptılar. Hasanoğlan’a gidince de bu yakıştırma sürdü. Gerçekten bir ara mandolin çalışmalarında da birlikte oldular. Ne var ki müzikte ikisi de çok beceriksiz olduklarını anlayarak bu etkinlikten vazgeçtiler. Şimdilerde araları nasıl bilinmiyor ya da ben tam bilmiyorum. N karşımızda nöbetçi yerinde dururken gören Mehmet Aygün: -Sami’ninki nöbetçi!dedi. Bu “Sami’nin ki” sözüne takıldım:

-Neden Sami’nin olsun? o daha öğrenci, okulu bitirmesine de daha 3 yıl var!dedim. Arkadaş gülerek:

-Hiç hemen öyle söyledim!deyince bu kez ben:

-Ben de hemen öyle söylüyorum!deyip az ileride N ile konuşan Röslein’i gösterdim. Mehmet Aygün gülerek:

-Tutturamadın, o başkasının kızı!dedi. Hiç bozuntuya vermeden yanlarında duran Nafinaz adlı kızı gösterdim. Arkadaşlar da gülerek önerimi isabetli buldular:

-   Mehmet Aygün’ün de bir kızı var!deyip Gülüşerek masadan kalktıp kapıdan çıkarken Safinaz da bizimle çıktı, gülümseyerek baktı. Doğal olarak bu bir rastlantıydı. Ancak bu rastlantı, gerçekmiş gibi yakın olunca kuşku uyandırdı:

-   Kız duydu mu yoksa? Bu kez de ben, herkese kulp takan Mehmet Aygün’ü azıcık gıdıklamak istedim. Gülerek:

-   Siz uyuyorsunuz, ben, çoktandır onları yaklaştımaya çalıştım. Kız razı olmasaydı öyle söylermiydim? diye sordum. Mehmet Yüksek sesle:

-   Yalancı, önce neden başkasını söyledin? Bu kez de:

-   Salt senin dikkatini çekmek için, ötekinin durumunu bildiğini biliyordum. Onun ilişkisini öne sürerek benzer bir olaya seni katmak için öyle konuştum!Mehmet Aygün sustu, bir süre baktı:

-   Ben ne yapacağım şimdi, adım çıkarsa ne olacak? dedi. Ben:

-   Kız biliyor korkmuyor, sen neden korkacaksın? deyince:

-   Abi ben böyle işlerle uğraşamam, sahi şaka söylüyorsun değil mi? ”deyince sözü uzatmadım. Mehmet Aygün sevindi, bana teşekkü etti. Atölyeye gittik. Bu kez Yusuf sordu:

-   Sahi bu anlattıkların şakamıydı? Yusuf’a baktım:

-   Şakaydı dedim ama içimde bir ateş yandığını duyumsar gibi oldum:

-   Röslein kimin kızı? Başkalarına söz yakıştırmak kolay ama onlardan olayların doğrusunu öğrenmek önemli. Sor bakalım sorabiliyor musun, Röslein kimin kızı?

Temizlik yapıyoruz. Hamdi Öğretmen bizim düzenli çalıştığımızı küçük sınıflara örnek olarak gösterecekmiş. Bir hafta sonra da atöyle gene öyle bize devredilecekmiş. Bunları dinliyorum ama aklımda Röslein. Kendimi toparlayım Röslein’i başımdan atıyorum. Bu kez de bu günü sorunu olan Mustafa Ağabey geliyor. Vehbi Dinçer gelip bana haber verecek, birlikte Lüleburgaz’a gideceğiz. Zil çalınca birden :

-   Bu da ne zili? dedim. Tören zili yanıtı geldi. Buna da sevindim;önce gitmek gerekseydi belki sorun olacaktı. Akordiyonu alıp çıktım. Törenden sonra Vehbi geldi, izin kağıdını gösterdi. İzin kağıdını dün almış ama öğleden sonra koşulunu okumamışmış. Bunu görünce göreni beklemiş. Benim için de iyi oldu, dedim. Yemekten hemen sonra yola çıktık. Durumu Yusuf’a anlattım, o ayrıca izin alıp gelecek. Yol boyunca Vehbi konuştu. Ben onu çok sessiz biri olarak tanımıştım. Oysa yoktan söz bulup bana dinlettirdi. Özellikle bizim köydeki akrabalarını anlatırken beni de güldürdü. Benim, Şerif Enişte dediğim Furtun Şeril onların akrabalarıdır;bunu biliyordum. Sık sık gelip gitmeleri varmış, orasını tam bilmiyordum. Babası Eğitmen Ali dinçer arada gelirdi ama Vehbi’yi hiç görmemiştim. Arada oda geliyormuş ama kahveye çıkamadığından görüşememişiz. Şerif Enişte, özellikle görüşüp konuşmak için yılda en az bir kez onlara uyramaktaymış. Onun konuşması, soru sorması Vehbi’nin de ilgisini çekmiş:

-   Çok kurnaz adam, bildiklerini bilmiyormuş gibi sorup karşısındakini deniyor!dedi. Bunu biliyorum ama gene de ben:

-   Tüm köylüler bunu yapar!dedim. Vehbi:

-   Yok abi, Şerif Amca çok başka bir insan;daha önce konuşulan bir konunun tekrarında bir eksik söz söylense o hemen:

-   Geçen defa böyle denmemişiti, galiba yoksa ben mi yanılıyorum!deyip o konuşmayı tekrarlayabilmektedir. Babam onu tanıdığı için bana:

-   Şerif Amcayla konuşurken tekrarlanan konularda değişik anlatım yapmamamı tembihler! Lüleburgaz’a dek Furtun Şerif’i konuştuk. Onu sevdiğimi, onun bu tarafının kötü bir yanı olmadığını, tersine iyi dinlemiş olduğunu gösterir, diyerek konuyu değiştirdim. Mustafa Ağabeyler Halkevi Parkında bizi bekliyormuş, bizi görünce kalktılar. Milli Eğitim Memuru Salih Arı ile görüşeceklermiş: “Öğleden sonra tatil olduğu için giderse görüşemeyiz!”deyip bizi de götürdüler. Salih Arı Öğretmen bizim okula da derse geldiğinden Vehbi de tanıyor. Biz bir süre merdivende oturduk;ben iki yıl önce buradaki çalışmalarımızı anlattımHem anlattım hem de o günler gözümde tüttü. Hele geceleri çok ilginçti. Karşıda park, insanlarla dolup taşıyor, radyo, sinema sesleri bize dek rahatça geliyor. Ders olmadığı için geç uyuyabiliyoruz. O günlerdeki arkadaş şakaları hep belleğimden geçti. Vehbi anlattıklarımdan bir şey anladımı bilmem ama ben, özlemle o günleri andım. Mustafa Ağabeylerin konuşması çok uzun sürdü. Salih Arı Öğretmenle birlikte çıktılar. Bir süre de onun evi önünde konuştular. Sanırım Gezici Başöğretmenlerle ilgili bir sorunları vardı. Mustafa Ağabey, kendi Gazici Başöğretmeni Mehmet Turan’ı övücü sözler söyleyince Vehbi’nin babasının bir sorunu olduğunu anladım. Onlar yemek yememişler bize sordular: “Köfte mi yersiniz, sıcak yemekler mi? ”Yemek yediğimizi söyledik. Bu kez de:

-   Öyleyse lokantaya gidelim. biz yemek siz de tatlı yersiniz!deyip az ilerideki lokantaya gittik. Tam lokantaya girmiştik, bizim köyden bir arabalı lokantanın önünden geçti. Mustafa Ağabey gidip konuştu. İçimden, erken gideceğin düşünüp sevindim. Gelince tahminim doğrulandı. Mustafa Ağabey:

-   İki saat zamanım var, konuşabileceğiz!dedi. Önce bana sordular:

-   Okuldan memnun musu? ”Memnun olduğumu söyledim. Musfata Ağabey, çocukluğumdan başlayarak beni öven sözler söyledi. Bu arada bana sordular: -Yasayı inceliyor musunuz? Köyleri seçmeye başladınız mı? Ben, Müdür Beyin:

-   Bu yıl, haftada 6 saat dersim var sizinle öğretmenliği, yasaya göre göreylerinizi inceden inceye birlikte gözden geçireceğiz!dediğini anlattım. Ancak ben:

-   Köye dönmeyeceğim, Müdür Bey, yasal olarak yüksek okullara gitme şansınız var, bunu deneyebilirsiniz!dedi. Nasıl bir şans bilmiyorum ama onu deneyeceğim. Bu olmazsa bir başka köyde çalışacağım!dedim. Ali Dinçer doluymuş:

-   Çok iyi düşünüyorsun, kendi köyüne giden arkadaşlarımız hep pişman oldular. Yirmi arkaştan ancak ikisi kendi köyünde başarılı oldu, on sekiz arkadaş ya değişti ya da değiştirildi. Biz birkaç kişi de bunun yolarını arıyoruz!dedi. Lokantadan sonra çarşı içindeki parkta oturduk. Mustafa Ağabeyi söylediği saatten daha önce çağırdılar, ayrıldık. Vehbi babasıyla alışveriş için çıktı. Bu arada ben Yusufları buldum. Fotoğraf çektirdik. Her zamanki gibi Halkevi Bahçesinde buluştuk. Arkadaşlar gitmeye kalkınca ben Vehbi’yi beklediğimi söyledim. Arkadaşlar da benimle kaldılar. Vehbi babasını Tekirdağ otöbüsüne bindirmiş geldi, hep birlikte okula döndük. Yemekten sonra derslikte otururken Hasan Gülümser geldi, onların derslikte kendi arkadaşlarıyla şarkı öyleyeceklermiş, benim de gelmemi istemişler. Nedense hiç duraksamadan gelemeyeceğimi söyledim. Hasan bunu beklemiyormuş;birden:

-   Neden Abi, hani söz vermiştin? dedi. Bu gece rahatsız olduğumu, başım ağrıdığını söyledim. Hasan gitti, arkasından Sakine ile Röslein geldi. Daha doğrusu dersliğe girmeden kapıdan baktılar, çıktım, onlara da aynı sözleri söyledim. Röslein:

-   Rahatsızlık değil, sen bir şeye kızmışsındır!dedi. Gülümseyerek:

-   O da olabilir ama bu gece gerçekten rahatsızım. Ayrıca köy haberlerine de üzüldüm. Bir başka akşam olabilir!dedim. Gittiler. Arkadaşlar hep duydu. Yerime oturup romanı açtım. Aliyoşa büyük ağabeyi Dimitri’yi ararken küçüğü İvan’la buluşur. İvan sözde okumuş biridir, tartışmaları sever, kendisi de sevilir. Böyleyken benim canımı sıkacak sözler söyledi. Sanırım bu sözler yazarın düşünceleri ama İvan'a söyletiyor. Anladığım kadarıyla yazar Dostoyevski Türk düşmanı birisi. Zaten kitabın çeviricisi birkaç yerde bunu belirtti. İşte İvan bunu apaçık yapıyor. Sözde Türkler vahşiymiş, Bulgarları haksız yere öldürüyormuş, Çocukları, kadınları parçalıyormuş, Slav ırkını ortadan kaldırmak istiyorlarmış. Bu yazar tarih bilmiyor besbelli. Tarih bilseydi küçücük bir Rusya’nın bizimle savaşarak, bizden aldığı topraklarla koskoca bir devlet olduğunu bilir, bile bile de bunları söylemekten utanır. Biz Bulgarları yok etmek için çalışıyor muşuz. 93 Savaşında İstanbul’a dek gelenler kimlerdi? Romanya’nın kuzeyinden İstanbul’a dek Rus askerleri, kimin tarlalarını ezip geçti. Koskoca ordu ne yedi, ne içti? Ya Balkan Savaşında Bulgar kopillerinin Çatalca’ya dek gitmeleri canlarını kurtarmak için mi idi? 1. Dünya Savaşında doğu Anadolu’ya saldıranlar kimlerdi? Gerçi yazar daha önce yaşamış, Balkan Savaşıyla 1. Dünya savaşını görmedi ama 93 Savaşı ile ondan öncekilerini okumuş olması gerekir. Bir süre düşündüm. Ben galiba bu gece biraz rahatsızım. Birden, Hasan Gülümsre, daha sonra da kızlara karşı oluşumu doğru bulmadım. Neden böyle oldu? Röslein’e Mehmet Aygün’ün sabahki sözü için kızmış olabilir miyim? “O biriinin kızı!”demişti. Bu mu beni soğuttu? Kitabı okumaktan vazgeçtim. Ancak hızınımı alamadım, son okuduğum yerleri Hüsnü Yalçın’a okudum. Hüsnü Yalçın acı acı gülerek:

-İşte bu gavurlar böyledir, kendileri yaparlar, el çabukluğiyle karşılarındakilerin üstüne atarlar!dedi. Emrullah da döndü, Bulgarların oradaki Türklere yaptıkları haksızlıkları uzun uzun anlattılar. Çok sıkılıyordum, arkadaşlarla konuşunca biraz rahatladım. Kitabı gösterek: -Öfkemden yırtabilirim!deyince Halil Basutçu yırtmamamı, tersine oku ki, böyle arada bize konuşma olanağı çıksın, aylardır arkadaşlarla böyle konuşmamıştık!

Yat zili çalınca derslikteki sıkıntılarım gitti. Ancak neden sıkıldığımı bir türlü saptayamadım. Hasan Gülümser'den özür dileyeceğim, o kolay da Röslein için ne yapmam gerekecek? Ondan özür dilemeye gerek var mı? “Yoooooook!”deyip üstüste esnedim.

 

23 Ağustos 1942 Pazar

 

Maç tartışmaları arasında uyandım. Arkadaşlar konuşurken ben dünü düşündüm. Sahiden Lüleburgaz’daki yaşamımız güzelmiydi? Güzel olan neydi? Diye sordum kemdi kendime? Güzel olanların benimle ne ilgisi vardı? Kendimi köydekilerin yerine koydum. Özellikle ablalaımı düşledim;onlar benim gördüklerimi ömürleri boyunca göremeyecekler. Ağabeylerim sözde görüyormuş gibi tavırlara girmiş olsalar da onlarda tas tamam göremeyecekler. Kavaklıya gittiğimde üniversite öğretmeni ne demişti? . Ağabeyimi göstererek:

-İkinizin de gören iki gözü var ama gördükleriniz başka başka şeylerdir, böyle olması getekir. Eğer sen ağabeyinin gördüklerini tıpkı görüyorsan, yazık senin en güzel çağında boş geçmiş olan değerli zamanlarına ve de devletin ekmeğine!demişti. Ben Lüleburgaz’ı biraz biliyordum, bildiklerime burada kaldığımız 7 ayda ne kattım? Bu soruma kendim bile güldüm. Kattıklaıırm gerçekte bir günde öğrenilecek şeyler:

-Atatürk İlkokulunun içi, fotoğrafçı Ertuğrul Ağabey. Halkevi, Belediye bahçesiyle sineması;bir de Ali Ceylan’la kız kardeşi. Onları da şöyle böyle tanıdım. Hasanoğlan’a gidip geldikten sonra bir birimizi unuttuk gitti. Öteki insanlara yaklaşımım da hiçbir fark yok;Lüleburgaz bağlığındaki ceviz ağağçlarına bakar gibi onların da yüzlerine bakıp geçiyorum.

Yusuf Asıl’la Ahmet Güner, öğleden sonra oyun olduğunu duyurdular. “Ben hazırım, ancak yerini, zamanını siz söyleyin!”dedim. Saat 16’00 da Marangozluk Atölyesi arkasıymış. Bunu öğrendiğime sevindim. Kahvaltıda öğretmen yoktu. Röslein nöbetçiymiş, bizim masa yanından geçerken çay isteyip istemediğimi sordu. İstediğim halde utandım: “İstemiyorum!”deyip teşekkür ettim. Hilmi Altınsoy birden bana döndü
-Abi bu sana aşık, bilmiyorsan haberin olsun!dedi. Hasan Üner:

-Senin bildiğini o bilmez mi, susuşunun bir nedeni vardır!deyince ben bu sözleri bir fırsat sayıp dün sabah konuşulanları anımsattım. Doğrudan Mehmet Aygün’e söylemedim ama:

-Sana söylüyorum, “Sana söylüyorum gelinim, sen anla kızım!” sözünü vardır. İki anlama da dönüştürülür. Mehmet Aygün anladı, oldukça sakin bir sesle:

-Ben onu hemen öyle söyledim. Belki de kafadan attım. Doğusunu isterseniz ben o kız için kimseden bir söz duymadım!dedi. Hasan’la Yusuf, ikisi birden:

-Çevir gazı yanmasın!dediler. Mehmet bu kez, sözü değiştirmek için bir kurnazlığa yaptı: -Çevir gazı mı, kazı mı? diye sordu. Ben kazı, Hilmi gazı, dedi. Kaz-gaz tartışması yaparak dersliğe döndük. Derslikteki arkadaşların hemen hemen tamamı gaz yanıtını verdi. Bizim derslikte ilk günlerden beri söz çoğunlukta değil, Sami Akıncı’dadır. O konuşmadan tartışma sesilmedi. Sami gelince hiç duraksamadan “kaz olması gerekir, pişirilen kazdır!”dedi. Böylece ben kazanmış oldum.

Yapıcılar işbaşı yaptı. Bize bakarak. “Haksızlık bu!” diyerek gittiler. Öğretmen evleri ivedi olarak bitirilecekmiş. Futbol maçı varmış, oyuncular bozuldu, söylenerek gittiler. Özellikle İsmet:

-Keşke bu hafta köye gitseydim!diyerek ayrıldı.

Öğleden sonra Yeni Bedir’e gitmeye karar verdim. Ahmet Güner yapı kolunda çlışmaya gitti. 9’lardan da çalışanlar varmış, oyun olmayacak sanıyordum. Yusuf:

-Oyun var, Oyun grubunun çoğu dinlenmede!dedi. Bir süre Karamazof Kardeşleri okudum. Aklıma geldi yazar Dostoyevski, Şaheserler Antolojisinde vardı galiba!Açtın baktım varmış. Yaralı kartal diye bir parçasını daha önce okumuştum. Bizim okuma kitabımızdaki Süleyman Nazif’in Esir Aslan’ını andıran bir parça;yaralı bir kartalın insanlardan ürküşü, inatçılığı anlatılçıyordu. Bir daha okudum. Yazar da 1821-1881 yılları arasında yaşamış. Besbelli ki Türk düşmanı yazar. Çünkü 1838-1856-1877 Rus-Osmanlı savaşlarını yaşayarak görmüş. Oysa bu savaşları başlatan doğrudan doğruya Rusya’ydı. . Yazarın İvan’a söylettiği sözleri bir daha okudum. Sonra çeviricinin notuna baktım:

-Düşmanca yazılmış bölümleri, almadığını söylüyor. Ben bunu da doğru bulmadım, almalıydı. Böylece yazarın kin ölçülerini daha iyi anlamış olacaktım. Yazar koskoca Rusya’da bula bula Karamazofları bulup anlattığına göre kendi düşüncesini, değer ölçülerini de ele vermiş oluyor. Gene de kötü insanları anlatmış olması, özellikle de kötülükleri iyi anlatmış olması bence bir başarı sayılmaktadır.

Derslikte benden başka kimse kalmadı. Atölyeye gidip akordiyon çalıştım. İlk kez birilerinin gelip beni dinlemesini istedim. “Kim olursa olsun!”diyorum ama içimden gene de nöbetçilerden gelen olursa daha mutlu olacağım. Dediğim oldu, önce Hasan Arabacı ile Kamil Varlık geldi, arkasından, Memet Yüce, Namık Yücel, Ahmet Has geldi. Bunlar benim Hasanoğlan ekip arkadaşlarım. Arkalarından Röslein geldi. Zaten beklediğim oydu. Oldukça uzun çaldım, konuştuk. Hasanoğlan’a gelen ekiplerin oyun havalarını çalışıma şaştılar: -Bunları nasıl öğrendin? Bir çalgı çalabilenin çaldığı bir parçayı kolay unutamadığını anlattım. Önemli olan, onu önce doğru öğrenmek;öğrendikten sonra unutmak kolay olmamaktadır. Röslein çok memnun ayrıdı. Öyle ki, öteki arkadaşklar ayrıldığı için kalktı. Onlar kalsaydı o daha kalacaktı. Saat gelmiş, ayırdında değildim, Yusuf uyardı, dışarı çıktık. Harmandalı-Kozak-Arpazlı-Bengi zeybeklerini tekrarladık. Sonlara doğru katılmak isteyenleri Yusuf önledi:

-Her Pazar bu saatte burada oyun var, isteyen önce adını yazdırıp katılabilir!duyurusunu yaptı. Oyunlar böylece yeni bir boyut kazanmış oldu. Saate baktım, oldukça geç oldu;Yeni Bedir’e gitmekten vazgeçtim. Az sonra yapıcı arkadaşlar da geldi. Öğretmen evlerinin hemen hemen tamam olduğunu söylediler. İki adım yakınımızda olmasına karşın uzun zamandır gitmemişim, arkadaşlar , “Tamam oldu!” deyince merak ettim, gittim. Ne tamam olması;onlar çevresini, bahçe dolgularını yapmışlar, merdiven kalıplarını sökmüşler. Merdivenlerin şapları ya da mozaikleri yapılmamış, saçak pervazları çakılmamış. Dış ince sıvası, tüm badanalar, yapılmamış. Ayıca bacalar eksik, giriş çıkış yolları öyle toprak olarak duruyor. “Bunların neresi tamamlanmış? ”diyerek atölye önüne çıktım. Tören zili çalmak üzereydi, akordiyonu alıp gittim. Lüleburgaz tarafından bir fayton geldi, İrfan Öğretmen indi. Gülerek bana takıldı:

-Beni karşılamaya gelmiş gibi oldu, teşekkür ederim!dedi. Dün gelmişmiş, bugün de nöbeti varmış. Zil çalınca herkes yerini aldı. İrfan Öğretmenin yumuşak komutuna karşın İstiklal Marşı çok canlı söylendi. Marangozluk bölümü arkadalşarı İrfan Öğretmenin çevresinde toplandılar. Akordiyonu bırakıp ben de onlara katıldım. Arkadaşlar sorular sordu, bir süre ayaküstü konuşuldu. Bir hafta Tarım nöbeti oluşuna İrfan Öğretmen şaştı:

-Böyle bir şey varmıydı, yoksa ben mi unuttum? dedi. Yeni başladığını anlattık.

Akşam yemeğinde bizim masanımn konusu İrfan Öğretmendi. İrfan Öğretmen birden ayrılınca evlenmeye gitti, dediler. Arkasından da askere alındığı söylenmişti. Hamdi Öğretmen ikisini de yalanladı ama gene de kuşkulu bir taraf kalmıştı. Yemekte konuşulurken bile Yusuf:

-Belki de vedalaşmaya geldi de hemen söylemiyor!gibisinde bir yorum yaptı. Yemekten sonra kitabı açtım. Kitabın başındanberi sürüp giden bir Gruşinika olayı var. Güzel bir kadın. Ona hem baba Karamazof hem de oğul Dimitri aşık, baba oğul onun için kavgalılar. Gerçi esas kavg bir para olayından kaynaklanır gibi gelişiyorsa da özünde Gruşinika için çekişmesidir. Bu Gruşinika kadını tanımak istedim. Birkaç bölümü atlayarak buldum. İnanılır gibi değil, yalnız bir kadın;erkekleri parmağında oynatıyor. Önce:

-Böyle bir şey olamaz!dedim ama Anotole France’ın Thais Romanındaki Thais nasıl yıllarca parmağında erkekleri oynattıysa Gruşinika da benzerini için yapmasın? Kısaca Gruşinika bundan beş yıl kadar önce çok deneyimsiz biriyken bir subaya gönül kaptırmış. Burada bir başka benzerlik de Tolstoy’un Basubadelmevt romanındaki Katyuşa’yı andırmaktadır. Hangisi önce yazıldı bilmem ama Katyuşa’da Prens Nehludov’a(Nekludof) vurulmuştu. O da aldatılıp bırakılmıştı. Gruşinika Katyuşa’dan daha kendine güvenliymiş, anladığımız kadarıyla fazla itilip kakılmadan hatta okuduğum yerlerdeki bilgilere göre bir kez dışında erkeklere teslim olmadan yaşamını düzene sokmuş, oldukça düzgün bir yaşam kurmuştur. Kendisini kandıran yaşlı biri ona para kazanmayı öğretmiş, o da bu yaşlı dostundan aldığı parayı arttırarak oldukça varsıllaşmıştır. Şimdilerde kendisine deli gibi aşık olan yaşlı Karamazof’la tanışması da bu para işletme(Tefecilik) konusundaki işbirliğine dayanmaktadır. Baba Karamazof gibi büyük oğlu Dimitri de Gruşinika’ya aşıktır. Ancak Kurnaz Gruşinika bu iki aşıkı da oyalayıp eski sevgilisi subaydan öç alma planları yapmaktadır. Bu arada kendisi de belki bilinçsiz olarak ikinci bir plan kurmaya başlamıştır. Tam bu sıralar eski sevgili, Gruşinika’nın başarılı daha doğrusu paralı durumunu duyup güçlü bir olasılıkla salt parası için Gruşinika’ya dönmek istemektedir. Mektup yazmış, Gruşinika da olumlu yanıt vermiş, onu karşılamaya hazırlanırken baba-oğul aşık Karamazoflara da bir oyun oynamaya kalkmıştır. Papaz adayı Aliyoşa’yı evine çağırıp ona aşık olduğunu söyler. Aliyoşa henüz kiliseden ayrılmamıştır, bu nedenle bu aşk oyunlarına yanaşmak istemez ama arka arkaya gelen insancıl yakınlıklar kafasını karıştırır. Özellikle Gruşinika’nın olağanüstü güzelliği Aliyoşa’nın kafasını iyice karıştırır. Ayrıca Gruşinika’nın Aliyoşa’yı evine getirtmesi uzun uzun düşünülüp bir takım olumsuzlukların da göze alınarak planlandığı doğrultusundadır. Böylesi bir planın ciddiyetinden Aliyoşa kuşku duymaz, sevildiği kanısına saplanır. Kendisini getirenin para karşılığı bu işi kotardığını öğrenir. Aliyoşa, Gruşinika’ya salt para için yapay aşk sürücülerinden olmadığını anlamıştır. Özellikle para içinde yüzen babasının bağışlarını reddetmesi, aşkı için ölümü gözüne aldığını söyleyen ağabeyi Dimitri’nin tehditlerini umursamaması, Aliyoşa’nın gözünde güzelliği ölçüsünde büyütmüştür. Buna karşın bir din adamı olarak görevini unutmadan Gruşinika’nın geçmişteki günahlarından arınması için çaba gösterdi. Gruşinika’nın kadınsı yaklaşımına karşın görüntü olarak papazlığını sürdürdü. Onun bu değişmez tavrı karşısında Gruşinika zaman zaman günahkarlığını anımsadı hatta bu konuda bir de dinsel öykü anlattı. Gruşinika’nın öyküsü: Geçmişte çok günahlar işlemiş bir kadın, ölünce sorguya çekilmiş, cezalarını çekmek üzere layık olduğu yere atılmış. Uzun süre acılarınına katlanmış. Ancak bu işlere bakan melekler bir süre sonra bu günahkarın çilesini doldurmak üzereyken şeytanlar, zebaniler kadını yakalayıp ateşe atmak üzereyken melekler Tanrı’ya yalvarmış:

-Bu kadın yeterince acı çekti, affedilsin!Tanrı’dan yanıt gelmiş:

-Yaşarken ne sevap işlemiştir? Bahçesinden bir soğan koparıp bir fakire vermiştir. Bu kez Tanrı’dan kesin hüküm gelmiştir:

-O kadına soğanı uzatın, tutsun. O tutunca soğanı çekin, soğan koparsa kadın orada kalır, soğan kopmazsa kadın kurtulur!Melekler soğanı uzatıp çekmeye başlamışlar. Soğan kopmadan çekilirken, kadının turtulmakta olduğunu gören öteki günahlılar kadını alaklarına takılarak ateşten çıkmaya başlamışlar. Kendisiyle birkikte başkalarını da kurtulduğunu gören kadın bağrmış:

-Bırakın ayaklarımı, buna hakkınız yok, o soğan benim!Bu söz söylenir söylenmez soğan kopmuş. Alyoşa bu öyküye önce bir anlam veremedi. Ancak Gruşinika açıkladı:

-Seni elde etmek istedim, buraya getirtebilmek için de aracılık edene para ödedim. Seni bu denli çok seviyorum!Gruşinika giyimli kuşamlıdır. Sanki bir yere gitmek için hazırlanmıştır. Zaman zaman mutuzluktan ağlar, zaman zaman dünyanın en mutlu kadını gibi yüksek perdeden konuşur. Konuşmalar, tartışmalar sürerken dışarda gürültüler olur. Görevliler gelir, arabanın hazırlandığını söylerler. Bu arada bir de mektup gelmiştir. Mektup, Gruşimika’nın, “Subayım!”dediği beş yıl önce onu ortalıkta bırakan, yıllarca önce ordudan atılmış yoksul bir Polonyalıdır. Gruşinika bu kez Aliyoşa’ya döner ağabeyi Dimitri’yi sevdiğini, onu unutmayacağını, bu sözünü kesinlikle söylemesini rica eder, ayrılır. Aliyoşa onu Gruşinika’ya getiren kişiyle evden ayrılır. Yanındaki kendi yoluna dönünce Aliyoşa manastıra kestirme gitmek için tarlalıktan bata çıka yürüyüp manastıra ulaşır. Aliyoşa’yı tanımıştım. Atlıyarak okuyup Grşinika’yı da tanımak istedim ama sanırım tam olmadı. O kurnaz Gruşinika, o züğürt Polonyalının ağına düşmez, diye düşünerek kitabı kapattım Kendi kendime:

-Kesinlikle Gruşinika bir Thais olmayacak, bunu anladım ama hiç değilse Katyuşa kadar dirençli olup onu terketmiş olan haine ikinci kez aldanmasa bari!dedim. Yatınca da bir süre romanlarda tanıdığım özellikle güzel kadınları düşündüm. Emma Bovarı, Anna Karanina, Madam Renal ile Mathilde, (Kırmızı ve Siyah), Roda ile Nadin (Cihan Şampiyonları) Thais, Scharlotte, (Werther). Daha çok roman ya da öykü güzeli anımsıyorum ama güzellikleri nedeniyle ünlü olmuş buna karşın mutlu olamamış olarak bunları sayıyorum. İçlerinde en kararlısı kuşkusuz Scharlotte(Werther)Gene de tam mutlu oluğunu düşünemiyorum. Özellikle Werther'i okuduysa mutlu olması düşünülemez!(Roman kahramanları roman okur mu? )

 

24 Ağustos 1942 Pazartesi

 

Besim İyitanır, kimi tanır? Kimi iyi tanır, kimi tanımaz? Tanıdıkları yiyi midir? Gibilerde saçma sapan sorularla uyandım. Konuşanlar;Bekir Temuçin, Abdullah Erçetin, Ali Önol, İdris Destan. Hemen hemen hepsi ufaklık takımı. Sefer Tunca sordu:

-Burada böyle konuşuyorsunuz, az sonra karşısına çıkınca nasıl bir tavır alacaksınız, merak ediyorum !'dedi. En cesurları Abdullah Erçetin:

-Sen nasıl alıyorsan biz de öyle alırız!yanıtını verdi. Sefer Tunca gülerek:

-Haydi bakalım, görelim!deyip yürüdü. Arkasından sorular soruldu:

-Biz şimdi kötü bir söz mü söyledik? Arif Kalkan söze karıştı:

-Yok bir de kötü söz söyleyin de hesabını verin!dedi. Bekir Temuçin konuşmasını uzatınca Sami Akıncı:

-Siz ilk söylediğiniz sözleri unutuyorsunuz kuzum;Besim İyitanır öğretmenin adıyla söze başlayan kim di? Ne hakkınız var, kalkar kalkmaz öğretmen çekiştirmeye? Kendi adınız geçince gocunuyorsunuz ama burada olmayanlardan rahat rahat söz ediyorsunuz!Tüm sesler

Kesildi. Kapıdan çıkarken İrfan Öğretmenle karşılaştım. Benden önce öğretmen: Bir hafta ayrılıyormuşuz, akordiyon çalışmanı nasıl sürdüreceksin. Akordiyonu atölyeden alabilecek misin? diye sordu. Ben onu hiç düşünmemiştim. Atölye anahtarı bendeydi. Öğretmen doğrudan anahtarı istemedi ama belli ki anahtarın bende kalmasını da istemedi. Kendimi toparladım, anahtarı uzatırken:

-Akordiyonu yarın almak istiyorum, siz atölydeyken gelir alırım, dedim. İrfan Öğretmen, atölye çalışmaları bitimin dilediğim zaman çalışabileceğimi söydedi. “Sağolun!” deyip ayrıldım. Dersliğe biraz üzüntülü girdim. Arkadaşlar durumumdan üzüntülü oluğumu anlamışlar, sordular:

-Sende mi üzüntülüsün, hani tarım çalışmalarını seviyordun? Ben, kendi üzüntümü anlattım, söyledikleri gibi tarım çalışmalarını sevdiğimi, tarım çalışmalarından kaçmadığımı ama boş saatlerimi nasıl ayarlayacağımı düşünüyorum!deyince gülenler, ben demedim mi? diyenler oldu. Kastamonu-Gölköyde kireç ocaklarını, inek sağmaları, Kayseri-Pazarören’de sucuk, kavurma kazanı kaynatmaları, İzmir-Kızılçullu’da aylık tarım nöbetlerini anlattım. Anlattıklarım, arkadaşları güldürdü. inananlar, inanmayanlar oldu. Sami Akıncı gene yardımıma yetişti:

-Biz, Hasanoğlan’da gelen ekipleri yakından tanımadık, onları da hep kendi okulumuz gibi sandık. Oysa onlar bizlerden çok daha zor koşullarda çalışıyorlar. Ayrıca susturuluyorlar da sanırım. Bakın biz giysi, yemek gibi haklarımızı istiyoruz. Onlar bunları istese bir bölümünü alırlardı. Gördünüz, gezmelere çıkarken de iş giysileriyle gittiler!Sami konuşunca büyük bir sessizlik oldu. Kahvaltıya gittik. Çay-peynir vardı. Bunu şansımız olarak değerlendirdik. Zil çalınca Tarım Barakası önünde toplandık. Önce Besim İyitanır Öğretemen geldi. “Günaydın!”dedikten sonra sesli olarak gülerek:

-Saçlerı da uzattınız, bu, özel bir izinle mi oldu? yoksa kaçamak mı? diye sordu. Hiç birimizden yanıt çıkmayınca:

-  “Sükut ikrardan gelir!, sükutunuzu yanıtınız olarak aldım. Ötesi beni ilgilendimez, müzevirlik edecek değilim. Burada bir hafta kalacaksınız, ayna da bulursanız rahat rahat taranabilirsiniz!diyerek güldü. Gülünce de daha önce eleştirilen dişleri ayan beyan göründü. Arkadaşlar ne düşündü kestiremem ama ben, gerçekten dişlere takıldım.

Karşıdan Salih Ziya Öğretmen çıkınca Besim Öğretmen ona doğru gitti. Arkadaşlar yavaş seslerle Besim Öğretmene övgüler yağdırdılar. Yanımıza dönünce Salih Ziya Öğretmen gülerek:

-  Sonunda sizi topluca yakalayabildik. Nisan mı, mayıs mı, yoksa haziran mı neydi bir ayrıldık, gidiş o gidiş;kaç aydır yoksunuz. Yoksunuz demeyeyim ama varlığınızla yokluğunu belli berisizdi. Haydi bakalım hayırlı bir hafta çalışması yapalım. Bu çalışma sistemi başarılı olursa bunda sizin katkınız çok büyük olacak!deyip geri çekildi. Öğretmenler kendi aralarında bir süre konuştular, Besim Öğretmen bize yaklaşarak sordu:

-  Buraya gelmeden önce kendi evinde atla ilgilenen, sulayan timar eden, inen binen var mı? Bir sessizlik oldu, arkadaşlara baktım, hiçbir kıpırtı yok. Besim Öğretmene bakarak:

-  Ben, baktım, arabaya koştum, gebreledim!dedim. Bana bakmadan yanındakilere :

-  Gebre nedir? diye sordu. İsmet Yanar yanıtladı:

-  Atların tarağı ya da onun yerine geçen, derken Besim Öğretmen benimle İsmet’i ayırdı. Biz ayrılınca Salih Ziya Öğretmen bize işaret etti yanına gittik. Bizi arılığın yanına götürdü. Arılarla nasıl ilgileneceğimizi anlatmaya başladı. Bir süre sonra arkadaşlar dağıldı, kazma, kürek, makas, çepin, çuval sözleri arasında okul altındaki bahçeliğe yöneldiler. Salih Ziya Öğretmen arılar için söylediklerini bitirince atların yanına gittik. At ahırı kapısı içindeki yazıyı okumamızı söyledi. Belli saatlerde yemlerin verileceği sulama saatleri, dışarıya çıkarılma saatleri, akşamları artezilende sulama saatleri hep yazılı. Salih Öğretmen bize güvendiğini söyleyerek ayrıldı. Ayrılırken de:

-  Aklınıza takılan bir taraf olursa çekinmeden sorun!dedi. İsmet’le iki ikiye kalınca kahkahalarla güldük, bu nasıl oldu? Nasıl olacak? Gebre den habersiz köylü çocukları içinde yaşıyoruz. Bunların çoğu, çelik-çomak bile oynamamış, belki eşşeğe bile binmeyenler, üstüne üslük hala binmeye korkanlar vardır. Bunları denemedik ama, “Belki içlerinde karanlıkta gezmeye korkanlar bile vardır!”. Kalkıp kendiliğimizden ortalığı topladık. Karşılıklı sorduk:

-Bizim bu görev bir günlük mü yoksa bir haftalık mı? Bir günlükse hiç önemi yok ama bir haftalıksa “Yaşadık!”deyip sevindik. Arılığın çevresini temizledik, sularını değiştirdik. Atların çatısında örümcek ağları vardı onları alırken Besim Öğretmen geldi, gülerek.

-Ehlinin iş görüşü başkadır, o orümcekler orada bir aydır duruyor;yuvaları büyüdü, yavrular çoğaldı ama onları kimse görmedi!Sizden bu bir haftada buranın ideal şeklini bekliyoruz!dedi. Öğretmen arkasını dönünce İsmet kollarını kaldırıp derin bir soluk aldı: Demek bir hafta buradayız!Besim Öğretmene öğle yemeğini sorduk:

-Yemeğe gider, yemek sonrasında buraya dönersiniz!dedi. Az sonra zil çaldı, İsmet’le kesin karar aldık:

-İşlerimiz sanıldığı gibi kolay değil, atlar sık sık tekme atıyor, hele arılar vızıl vızıl tepemizde dolaşıyor!Yemekte tam olarak değilse de bir ölçüde bunları söyledim. Bizim masada hiç kimse bana inanmadı. Besim İyitanır, seni iyi tanıdığı için kayırdı!diyen bile oldu. Sözü uzatmadım. Atlar, doğru dürüst alıştırılmadığından gebrelerken huysuzlaşıyor, her an tekme yiyebiliriz. Bu nedenle ben İsmet’i uzak tutuyorum. Bir bakıma özellikle benim işim oldukça zor!dedim arkadaşlar buna inandılar:

-Sen alışıksın, kendini korursun!türü, güven verici sözler söylediler. Oysa şimdilerde atların taranması söz konusu değil daha yeni tüy atmışlar, ikisi de balık gibi parlak parlak, dolgun bedenli, canlı atlar. Tek sorun akşam, yedekte artezyene dek götürüp getirmek. Bu sudan çok onların gezinmesi için düşünülmüş bir gezinti. Akşam sulaması tek derdimiz, tam paydos zili çalarken atları çıkaracağız. Öğleden sonra bunu konuştuk:

-Başka bir çaresi var mı? bulamadık, değil aramadık bile. Kurcalarsak, zararımıza olabilir. Paydos zilinden az sonra atları yedekleyip futbol alanın oradan dereye inerek arteziyene geçtik. Gene yoldan geri döndük. Atlar alışmış, çekmeye gerek yok kendileri çok rahat yürüyorlar. Akşam yemeğine dek burada kalmamız gerekirmiş. Akordiyonu getirip çalışmayı planladım. İlk akşamı İsmet’le konuşarak geçirdik. Gece beklemeye gerek yok. Gece bekçisi olarak aşçı yamağı bitişikte yatıyormuş. Yemek zili çalınca gülüşerek yemeğe gittik. Yemekte, atların yedekte götürülme güçlüklerini abartarak anlattım. Yusuf Asıl, Hilmi Altınsoy, Salih Baydemir kendilerinin seçilmediğine sevindiler. Acıyımsı bakışlarla bana sabırlar dilediler. Yemekten sonra çok rahat olarak romana başladım. Bir Rus Zahidi başlıklı bölüm. Stareç Zosima sabah kalkınca akşamı bulmadan öleceğini söylüyor ama ölmüyor. Bir çok seveni gibi Aliyoşa bu durumdan mutlu, onun daha çok hayrını aldığına inanıyor. Aliyoşa bu kez de Stareçin yanına saygıyla girdi. Zosima gelen bir kadından söz etti. Kadın duadan sonra para bırakmış. Stareç onu sordu. Bırakılan para yangın geçiren bir fakire verilmiş. Stareç Aliyoşa’ya kardeşini sordu. Aliyoşa hangi kardeşi olduğunu anlayamayınca Zosima açıkladı:

-Büyük kardeşinden, onu büyük bir felaket bekliyor, uyar!dedi. Aliyoşa şaşırdı ama nasıl uyaracak? Çünkü Dimitri çekip gitmişti. Aliyoşa şaşkın bir durumda bakakaldı. Stareç başka sözler de söyledi. Ancak ona çok güvenen Aliyoşa ağabeyi Dimitri’yi düşündüğünden Stareç’in sözlerini tam izleyemedi. Oysa Zosima Aliyoşa için çok güzel sözler söylemişti. Kısaca:

-Zosima’nın kardeşi 17 yaşında ölmüş, Ölen kardeşini çok seven Zosima onun ölümünden sonra manastıra girmiş, kendini dine vermiştir. Yıllar geçmesine karşın kardeşini unutamamış onun acısını çekmiş, bu acı şimdi de sürmektedir. Ölen kardeşinin yüzü de gözlerinin önünden hiç eksilmemiştir. İşte eksilmeyen bu yüze uygun bir başka yüz, Aliyoşa’nın yüzü kardeşinin yüzüne uygun düşüp aynı izi bırakmaktadır. Bu nedenle herkez bir yana, onun gönlünde Aliyoşa yer almıştır. Stareç bunları söyler. Bu kez Yazar araya söz katarak konuyu keser. Sözde bu sözler Stareç’in son sözleri olmuş. , bunları söyledikten sonra da ölmüş. Gerçi başka sözler de konuşmuş ama yazar bunları, Aliyoşa’nın ağzından ilerde anlatacakmış. Ben de burada bu gecelik kestim. Halil de bir kitap okuyor, o söylemediği için ben kesinlikle sormuyorum. Kalktım Yusuf Asıl’ın yanına gittim “Manika’ya ne zaman gidiyoruz? ”Zil çaldı, Manika tasarıları da yarın akşama kaldı!

Yatınca ölen papazın anlattıklarına takıldım, kardeşinin ölümüne üzüldüğünden manastıra girmiş. Manastır sözünün iki anlamı olmalı. Biri bizim tarihimizde geçen bir kentin adı. Atatürk ya da arkadaşları Manastır İdadisinde okumuş. Bir de şarkısı var;Manastır’ın ortasında var bir havuz-Bizim köyün kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız…. . Bir manastı da Aynoros Kadısı filminde görmüştük, papazların yetiştiği yer. Thais, Sefiller, Kırmızı ve Siyah romanlarında da çok geçer. Manastır, kilise aynı şeyler galiba!Arada İsmet’i izliyorum;gündüz yaptığımız konuşmaları bozacakmış gibi bir duyguya kapılıyorum. Sonuş değişmez belki ama arkadaşların hasetini üstümüze çekmek istemiyorum. Neyse kazasız belasız bir günümüzü bitirdik. Zil çalınca yorgunluktan söz ederek yatağa uzandım. Bir süre romandaki Stareç ya da papaz Zosima aklıma takıldı. Adamın dinle, kiliseyle hiçbir ilgisi yokmuş, kardeşi birden ölünce üzünüsünden kendini dine vermiş, ondan sonra inanan inançlarıyla çevresindekileri etkileyen bir dindar olmuş. Sözde her söylediği, insanların geleceği ile ilgili birer muştu oluyormuş. Aliyoşa böyle inandığı için Stareç:

-Ağabeyinin başına bela gelecek! deyince telaşa kapıldı. Böyle olur mu, olmaz mı? Bizim köyde de kimi insanların gelecekten haber aldığına inananlar vardır. Mehmet Amcam için bunu söylerdiler. Şimdilerde de onun “Öleceğini bildiği” söylenir durulur. Öldüğü günü ben de anımsıyorum. Sabah bizim kahveye gelmiş, babamla helalleşmiş. Babam, rahatsız olduğunu, bunu duyarmak istemediği için sağlammış gibi davrandığını sanmış, onu dinleyip ayrılmışlar. Köyde en yaşlı kadın, amcamın eski memleketlisi, onunla helalleşmem gerekli deyip gitmiş. Bir süre kunuşmuşlar: “Yan odaya bir minder serin, az uyayım!”demiş. bir çeyrek saat sonra orada son uykusuna girdiği görülmüş. O evdeki yaşlı, genç. Dört beş insanın tanık oluğu bu olay köyde yıllarca konuşuldu. Özellikle büyük amcamın Bektaşi Dede’si oluşu da ayrıca bu tür düşünceleri pekiştirmiştir. Büyük Amcamın mezarı tüm köyün onayıyla köyün üstünde özel bir yere açılmış, yörenin adı da “Dedenin Türbesi-Mezarı) olarak anılır olmuştur.

 

                                       

Pullu Dede olarak tanınan Mehmet Amcamın Cumhuriyet öncesi çekilmiş resmi
(1921-1922) 

 

 

Haftanın belli gecelerinde mum yakılır. Bu söylemler etkisiyle insanlar, bu tür anlatılara inanırlar. Ben de inanacak gibiyim ancak bu kitapta, kitabın yazarı olayı inandırmamak için yazmışçasına yan olayları irdeleyip kuşku uyandırmaktadır. Karışık duygular içinde uyudum.

 

25 Ağustos 1942 Salı

 

İsmet’in sesiyle uyandım. Şaka ediyor:

-Dayı, gebreyi nereye koydun bulamadım? Mustafa Saatçı gebreyi öğrenmiş ya da biliyormuş ama dün susmuş, İsmet’in sözünü duyunca gülerek:

-İsmet uyuz olmuş, kaşınmak için dayısından gebre istiyor!deyince herkes neşelendi. İsmet’le ben de onlara kartıldık. Bizim niçin güldüğümüzü sorduklarında biz de :

-Siz bize biz de siz gülüyoruz, ne varmış bunda, gülüşçüyoruz işte!”dedik. Kahvaltıda da aynı konuşmalar sürdü. Biz fazla beklemeden ayrıldık. Görevimizin adı nöbetçilik. Gidip kapıları açtık. Arkadaşlardan erken gelen oldu. Kadir Pekgöz’le Bekir Temuçin en meraklı arkadaşlarımız, gelip yaptığımız işleri inceden inceye araştırdılar. Kadir arılardan korkar, biliyorum bu nedenle arılara günde dört kez su konduğunu söyledim. Kadir arıların yanına gidecek yürek taşımadığı için:

-Aman aman, deyip uzaklaştı. Bekir de atlardan korkuyormuş. Böylece iki meraklı bizden uzaklaştı.

Öğretmenler gelince arkadaşları iki gruba ayırıp gittiler. Biz gene günlük işleri kaytarmadan yaptık , temizlikleri tamamladık. Ben gidip akordiyonu aldım. Fazla çalışmadım ama çalışabileceğime sevindim. Ancak İsmet, ikinci gün bitmeden sıkıldığnı söyledi:

-Ayrılsam darılır mısın? ”diye sordu. Ben:

-  Neden darılacağım, öğretmenlere inandırıcı bir neden söyle ayrılabilirsen ayrıl!”dedim. Öğleyi bunu konuşarak yaptık. Öğle yemeğinde Tevfik Uğurlu gülerek:

-  Nihayet geldi!”diyerek bir kitap uzattı. Ben unutmuştum, Fikret Madaralı Öğretmen, “ Andre Gide’den kitap oku!”dediğinde kitaplıkta onun kitaplarından Dünya Nimetlerini arayınca öğretmenlerde olduğunu öğrenmiştim. Tevfik, kitap gelince bana ayıracağını sözlemişti. O unutmamış. Kitabı aldım. Karamazof Kardeşlerin ikinci cildi de gene bir öğretmendeymiş(Bergüzar Öğretmen) öğretmen de izindeymiş. İçimden:

-  Zaten ben birinciyi daha bitiremedim!”deyip kitabı aldım. Küçük bir kitap, 100 sayfa bile değil, çabuk okuyacağımı düşünerek aldım. Yemekte Arkadaşlar zor işlerden, ayrık otundan, yaban otların köklerinden, bir metreden daha derinlere indiklerinden söz ettiler. Ben bunları dinlerken İsmet’in kuşkonmaz, Lenger ya da devedikenleriyle uğraştığını düşledim. Az sonra İsmet geldi, kalmaya karar vermiş, işimize gene birlikte döndük. İsmet, kağıt kalem hazırlamış, mektup yazacakmış. Ben kitabı gösterdim, öğretmenler gelip gittikten sonra okuyacağım. Bizden az sonra öğretmenler geldi. Besim İyitanır Öğretmen bize:

-  - Sipahiler!dedi. Salih Ziya Öğretmen de bizim için  “Bunlar çekirdekten yetişme köylü münevveri (Aydını)!dedi. Bu kez Besim Öğretmen Salih Ziya Öğretmene sordu:

-  -Kardeşler mi? Salih Ziya Öğretmen bir yakınlıkları var ya! Dedikten sonra bize sordu, akraba olduğunuzu biliyorum ya yakınlık derecenizi bilmiyorum!”deyince İsmet:

-  -Annelerimiz kardeş, kardeş çocuklarıyız!deyince Besim Öğretmen: “ O da kardeş demektir, ne güzel, bir arada yetişiyorsunuz!dedi. Parmağıyla beni göstererek büyüğü sensin, atlara mısır sapı vereceğiz. Bu nasıl olacak? Atları mı mısıra kötüreceksin yoksa mısırları mı atlara getireceksin? ” diye sordu. Ben bu konuyu çok iyi biliyordum: “Mısırları getirceğiz!”dedim. Sormalarını beklemeden mısırların yeşil yerlerinden keserek önleride koyacağımızı söyledim. Salih Ziya Öğretmen gülerek :

-  -Aman ha, koçanları öyle koyuvermeyin, hayvanlar yutabilir. Yutsa neyse ne, yutamaz boğazında kalır!” “Koçanları ayıracağımızı söyleyince:

-  -Tamam işte öyle!dediler. Bizim konuşmalarımızı gelen arkadaşlardan bir grup sessizce dinledi. Bu da hoşuma gitti. Arkadaşlar, el arabası, çuval, makas türü gereçler alarak bahçeye indiler. İsmet’le gülüşerek az ilerideki mısırlığa gittik. İsmet gülmekten yerlere yatıyor:

-  -Dayı sen bunları nereden öğrendin? ben hiç böyle bir iş yapmadım;atların mısır yediğini bile duymadım!dedi durdu:

-  -Sen duymadın ama sizin köyde atları olan Soti Hasan ya da kardeşi Soti Veli, Cambaz Hasan, kardeşi Osman, M. Ağa oğulları M. Ali, kardeşi Enver ya da öteki at severler bunları hep bilir. Çünkü atlar böyle bakılır!dedim. Birer kucak mısır yeşili kesip atların önüne koyduk. İsmet gidip gidip atların mısır yaprakları yeyişlerini gözledi. Uçlardaki oluşmamış koçanları ezip yutmalarına da şaştı:

-  -Hani koçan verilmeyecekti!”iye de sordu:

-  -Onların oluşmamış koçan olduklarını, öteki yapraklardan farklı olmadıkları için atların onları kolay ezdiğini anlattım. Bir süre sonra getirdiğimiz mısırlardan parça kalmayınca İsmet:
-Bir yaşıma daha girdim!diyerek mektup yazmaya başladı. Ben de Dünya Nimetleri’ni açtım. Alışmadığım bir kitapla karşılaştığımı daha ilk sayfada anladım. Öğretmen bana bu kitabı neden önerdi? İyice anımsıyorum Fikret Madaralı Öğretmen Andre Gide’den kitap okudun mu? diye sordu. Pastoral Senfoniyi okuduğumu söyleyince, iyi işte arkasından da Dünya Nimetlerini okuman iyi olur dedi. Kitaplığa baktım bu kitabın olmadığını, Darkapı ile İmmoralist’in olduğunu söyledim. Öğretmen: “Onlar da olabilir!” dedi. Onlar da olabilir, demek, onlar sonra gelir, sen en iyisi Dünya Nimetlerini oku!” anlamı taşımaktadır. Öyleyse Dünya Nimetlerinin bir özelliği var. Bu özelliği kayrayabilmeliyim. I. Kitap denilen bölümü iki kez okudum. Yazar birine mektup yazıyor sandım. Öyle başladı, başkalarından da sözler aldı. Mektup yazdığını sandığım Nathanael’le sürekli konuşuyor. Nathanael sevgili mi, arkadaş mı? Onu da tam anlayamadım. Sürekli birşeyler söylüyor ama bu söyledikleri de çok değişik. Dinden, dünyadan, insanlardan, ahlaktan söz ediyor. Ama bunlardan niçin söz ettiği de tam anlaşılmıyor. Bir süre sonra da bir Menalque ile karşılaştım. Bu Menalque bana yabancı gelmedi. Dün gece okuduğum Şaheserler Antolojisi’ndeki Dalgın Adam öyküsünde de bir Menalque vardı. Bunlar aynı kişi olamazlar. Çünkü o Menalque düpedüz dalgın bir insandı: evini, karısını, çocuğunu unutuyordu. Öyleyse yazarın Nathanael gibi bir de Menalque’i var, onlarla konuşuyor. Konuşuyor dedim ya bu tür kendi kendine konuşma;babamın sık söylediği bir söz anımsattı. . Babam: “Yürekli insanlar, düşüncelerini karşılarındakilere açıkça söyler, onlardan ayrılınca da konuşmazlar!” derdi. Evdekilerden biri bunu yaparsa çağırır, kendi kendine konuşmasının nedenini, konusunu sorardı. Eğer bunu bir başkası yapıyorsa üzerinde durmaz ama bir benzetma yapmadan da edemezdi:

-  Ramadan gibi konuşuyor!Ramadan, köyde ortalıkta yaşayan, eksik akıllı bir kişidir. Köye nereden gelmiş, kimin nesi; bunu kimse bilmez. Balkan Savaşı’nda köy iyiden iyiye boşaldığında gelmiş, iki yıla yakın boş köye bekçilik yapmış. Köy halkı geri dönünce de ayrılmamış. Doğuştan özürdü bir kişi. . İstediği zaman konuşur, şarkı söyler. (Sonunu getirmez)Kızınca da bağıra çağıra küfredip uzaklaşır. Güçlü bir sesi vardır. Uzaklaşıp gittiğinde köyün öta mahallelerinden;söylediği anlaşılmamakla birlikte sesi duyulur. Bu nedenle “Ramadan gibi” benzetmesi yapılmıştır. Pek yakışmasa da ben bu yazarın kendi kendine konuşmasını okuyunca bu sözü anımsadım. Fikret Madaralı Öğretmen önerdiği, ne göre önemsiyorum ama okuduğum yerlerde alışmadığım bir konuşma ya da yazı biçimi buldum. Çevresini eleştiren, çevre dediği, içinde bulunduğu insanları umursamayan, din ya da Allah inançlarını yeterli bulmayan, yeni düşünceler arayan bir tavır içinde çırpınıyor gibi. Oysa olumlu bir girişimi de yok. Öğrendiklerini unutmak için üç yıl harcamış. Neler öğrenmiş söylemiyor ama sanırım benim ter toprak içinde öğrenmeye çalıştıklarımı, belki de öğrenmeye özlem duyduğum daha yararlı bilgileri öğrenmiş ama onların işe yaramadığını söylüyor. İşe yaramak’la ne kastediliyor anlamadım ama anladığım yazar ya da yazarın ele aldığı kişi, sanırım çok varlıklı biri;atlayıp gemilere geziyor. Nasıl geziyor? Ben daha önce benzer gezginleri okumuştum: Panait Strati’nin Adrien’i, Mikail’i de gezmişti. Ama onlar vapur paralarını sağlamak için günlerce çuval bile taşıyordu. Burada böyle bir olay yok. Yazar tekrarlaya tekrarlaya bizim köyün delisi Ramadan gibi Nathanael ya da Menalque’den söz ediyor. Daha birinci bölümü okudum. Umut ediyorum, ilerlerde değişecektir. Eğer böyler giderse sanırım bir şanssızlık olarak Karamazof Kardeşler gibi bir deliler kitabından sonra tek başına, kendi kendine konuşan bir başka deli tanımış olacağım. Neyse ki bunda, karşıda varmış gibi gösterilenler yok hiç değilse onları biliyorum. Karamazof Kardeşlerdeki bambaşka bir koleksiyon. Örneğin bir çocuk;Smerdiyakov tanıyoruz, büyüdüğünde bir canavar olup çıkıyorÖnce, bir iyi papaz Zosima gösteriliyor;meğer adam gençliğinde hiç de öyle değimiş. Katerina’ları, Gruşinika’ları da öyle. Şimdilik salt Aliyoşa belli çizgisinde;bakalım sonlarda o ne olacak? Böyle olumsuz bir tavır aldım ama yanılmış olabileceğimi de düşünmüyor da değilim. Belki yazar ilerde söylemek istediklerini daha rahat söyleyecektir. Oscar Vilde’nin Doryan Grey’in Portresi’ni, gene bu yazar Andre Gide’in Pastoral Senfonisi’nin başlarında da anlatılanları yadırgamıştım ama, anımsadığıma göre kitaplar bitince de okuduğuma pişman olmamıştım. Fikret Madaralı Öğretmenin öncelikle Dünya Nimetleri’ni önermesi de önemli. Gerçi öğretmen Andre Gide için:

-  -Önemli bir yazar! diye vurgulaması ilginç. Belki de bu anlatış özelliğini düşünerek bunu söyledi. Örneğin:

-  -Çok kez güzellikler için aşkla yordum kendimi Natanael;onlar için yandım tutuştum. Oysa onların güzellikleri benim onları sevmemden geliyordu…. Sakin sakin yaşamaktansa, acılarla yüklü bir ömrü yeğlerim…. . Ölümüm dışında beni hiçbir uyku dinlendiremez…. . Nereye gitsen, Tanrı karşına çıkar!. . . . . Her şeye geçerken bakacaksın, hiçbir yerde durmayacaksın. Kalıcı olan yalnız Tanrı’dır!Tanrı’ya ulaşmak, onu görmektir ama insanlar bakmazlar O’na. Önümde eşeğinin durduğu hiçbir yol dönemecinde Tanrı’yı görmedin mi? Görmedinse sen onu başka türlü düşündüğün için görmemişsindir!

-  Bunları anlayamadım. Bu tür konuşmaları bizim din adamlarımızdan, okunan ezanlarımızdan almış, gibi geldi bana….

Yatınca da bir süre bunları düşündüm…. .

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ