Okula Uyum - Öğrenciliği Bilinçli Duyumsama
27 Mart 1939 Pazartesi
Zilden önce uyandım. Oldukça erkenmiş, bekledim bekledim zil çalmadı. Nerdeyse tekrar uyuyacaktım. Tam kendimden geçerken zil çaldı. Kalktım. Hayret, şimdi de uykumu alamamış gibiyim. Soğuk suyla yıkanınca gözlerim açıldı. Dersliğe inince Halil Basutçu “Akşamki şiir çok güzeldi, okur musun?” dedi Şaşılacak bir durum, şiirin bir sözcüğünü bile anımsayamadım. Halil inanmadı, okumak istemediğimi sandı. “Sen bilirsin, istersen sonra oku!” dedi. Üzüldüm. Kahvaltıda, daha sonra bir bir sözcüğünü anımsamaya çalıştım. Yok, inanılacak gibi değil. Kitaba bakmak da istemiyorum.
Tören için toplandık. Hava güzel, bahar birden geldi. Adem Gürçağlayan yeni giysiler içinde. Küçük çubuğu, düdüğü elinde. Komut verdi, ses verdi. İstiklal Marşını arkadaşlar güzel söylüyor. Ben hala ince seslerde ara verip sonradan katılıyorum. Kimse anlamıyor sanıyorum ama bir gün foyası çıkmazsa sevineceğim. Namık Ergin Öğretmen önümüzdeki pazar günü hava güzel olursa Piknik yapacağız dedi. Piknik nedir ki? Açıkladı, öğle yemeklerimizi kuru alıp gittiğimiz yerde yiyecekmişiz. Ya Sinanlı ya da Büyük Mandıra düşünülüyormuş. Küçük sınıflar “Mandıra!” diye bağırdı. Ahmet Gürsel Öğretmen her zamankinden biraz farklı bir yüzle geldi. ”Günaydın!” deyişi bile farklı oldu. “Günler geçtikçe sizler değil ben kaygılanmaya başladım. Şunun şurasında iki ayımız kaldı. Bu iki ayın tüm günleri bize bırakılmış değil. Yıllık konularımızın dörtte birindeyiz. Numaralarını okuyacağım arkadaşlarınız birer kağıt çıkarsın onlara bir yazılı şansı tanıyacağım!” dedi kırık notlu arkadaşların numaralarını okudu. “Numarasını okumadıklarım kitaplarını alsın, alt bahçeye çıksın, okul içinde gezinmesin!” dedi. Biz on arkadaş kitaplarımızı alıp alt bahçeye indik. Az sonra Namık Ergin, Hasan Çevik, Nazmi Aybar Öğretmenlerle Ahmet Gökay Abi geldiler. Ellerinde metreler tel örgü ölçülerini aldılar. İsmet’le yanlarına gittik. İplerin birer ucunu bize verdiler, boyları enleri ölçtük. Hasan Öğretmen bize neden dışarda olduğumuzu sordu. Olayı anlattık. Hasan Öğretmen bana “Aferin, İbrahim, sen matematikten başarılı olduğuna göre, öteki dersleri haydi haydi yürüteceksin, başarılı bir Öğretmen olmaya namzetsin!” dedi. Bunu fırsat saydım, “Arkadaşların bir ricası var, beni size gönderdiler” derken kekeledim galiba, Öğretmen “Söyle söyle, çekinme!” dedi. Tarım bahçesine sürekli getirip götürdüğümüz gereçleri, sizin bahçeye bırakmak istiyoruz!” dedim. “Hayhay, Salih Öğretmen olsun derse benim için hiçbir sakıncası yok. Zaten babam bir kısmını alakoymuş onlarla oyalanıyor, ne zaman isterseniz, alt katta bir yere bırakın. Yalnız alıp bırakırken sen sorumluluk alacaksın. Toplu bırakılıp, toplu alınacak. Sen bu işi yaparsın!” Çok sevindim. Salih Öğretmene rahat söylerim. Onun “ Olmaz!” diyeceğini düşünmüyorum.
Ders bitti, bizi çağıran olmadı. Öğretmenler ölçüleri alıp gittiler. Bekliyoruz. Bir süre sonra Sami Akıncı geldi bizi çağırdı. Öğretmen kağıtları toplamış, kalan dakikalarda ders yapacakmışız. Gittik. Öğretmen bize bakarak, “iyi, temiz hava aldınız değil mi?” dedi. Tahtaya bir kare çizdi. Altına bir düz çizgi, yanına bir daire çizdi. “Silindirin bütün gereksinimleri bunlardır!” deyip sorular yöneltti. İsmet’e, Bekir Temuçin’e sorular sordu. Durumu anladım. İyi not alanları da yokluyordu. Sami bir soru sordu. Öğretmen onu yanıtlarken zil çaldı. Rahatladım. Anladığım kadarıyla sıra bana gelmişti. Gelecek derse hazırlanmam için bir fırsat yakaladım. Sami, İsmet, Bekir’den sonra en yüksek not benimki. Arkadaşların çoğu gene başarılı olamadıklarını geçen dersten daha zor sorular geldiğini söylediler. Üzgünler. Fikret Öğretmen gülerek geldi. “Günaydın!” dedikten sonra “Ahmet Gürsel Öğretmen sözlü yaptı ise parça okuyalım. Sözlü yapmadıysa biraz sözlü yapalım!” dedi. Durum anlatılınca duraksadı. “O halde gönüllü işi olsun isteyenler kalksın, fazla günümüz kalmadı, not vermek zorundayız!” dedi. Okuma kitabımızın sayfalarını çevirmeye başladı. Arkasından kalkmak isteyenleri görelim!” dedi. Çoğunluk kalkmak için parmak kaldırdı. Öğretmen gülümsedi “Ohoooo! dedi. Not defterini çıkardı. 4 Mehmet Aygün’den başladı. Mehmet’e sordukları gerçekten çok kolay sorulardı. Mehmet orta durumda yanıtlar verdi. Ezberlediğimiz şiirleri okuyamadı. Okuduğu parçadaki sözcük anlamlarını açıklayamadı. Ancak okuması, açıklama yaparken kullandığı tümceler düzgündü. Bir bakıma derli toplu konuştu. Oturdu. Öğretmen. 6 Ali Güleren’in numarasını okudu. Ali kalktı, parmağını ileriye doğru uzattı. Öğretmen elindeki deftere baktığı için Ali’nin elini görmedi, bakıp görünce de sordu, “Bir diyeceğin mi var?” Ali gülerek, “Öğretmenim, ben kalkacağım dememiştim!” Öğretmen bize baktı “Arkadaşınız ne diyor?” diye sordu. Mehmet Başaran, açıkladı. “Arkadaşımız, siz kimler kalkacak diye sorduğunuzda parmak kaldırmamış, onu söylüyor!” Öğretmen bir kahkaha attı. “Oğlum Ali, yaman adamsın, çok incelikler peşindesin. Parmak kaldırmadın diye ben seni bugün sözlüye kaldıramayacak mıyım?” Öğretmen gene güldü, “Kusura bakma sen şimdi kalk, öbür defa parmak kaldırırsın, o zaman da ben seni kaldırmam. Böylece ödeşmiş oluruz!” .Ali “Peki!” deyince Öğretmen bir kez daha güldü. “İşte Türkçe dersinin yararları, işte yorgunu yokuşa sürmenin tipik örneği!” dedi. Ali hiç hazırlanmadığı için başarılı olamadı, sustu, sonunda “Bilmiyorum, çalışmamıştım!” dedi. Öğretmen baktı, oturmasını söyledi. 7 Fettah Biricik de başarılı olamadı. 15 Hüseyin Serin kalktı. Bütün çabasına iyi niyetine karşın Hüseyin de başarılı olamadı ama arada Öğretmenden “Aferin!” aldı. Hiç değilse Öğretmeni kızdıracak bir durum yaratmadı. Soruları yanıtlarken çoğunlukla doğru başladı. Sürdüremedi. 16 Sefer Tunca, ötekilere göre daha iyi çıktı, Öğretmen de yardım etti. Şiirin yarısını doğru okudu. Öğretmen “Öteki bölümü de okusaydın, iyi olacaktı!” dedi. 2. derste de sözlü sürdü. Oldukça sıkıldım. Aynı sorular soruluyor gene de doğru yanıt verilmiyor. Öğretmen sabırla bekliyor. İdris Destan, Mustafa Saatçı, Ali Önol diğer zamanlarda sürekli konuşuyorlar, tahtaya kalkınca da susuyorlar. Salih Baydemir de onlara katıldı. Sustu kaldı. Emrullah Öztürk’e Öğretmenin bakışı beni bile üzdü. Öğretmen onun çalışmasını istiyor besbelli. Hüsnü daha iyi çıktı. Türkücü Ahmet Güner de suskunlara katıldı. Zil çalınca “Ohhhh!” dedim. Öğle aralığında hiçbir şey düşünmeden dolaştım.
Bu hafta marangozluk atelyesindeyiz. Atelyenin önünde toplandık. Önce Naci İnan Öğretmen geldi. Atelyeye girdik. Naci İnan Öğretmen, “Bu hafta gerçek marangozluk yapacağız!” dedi. Önce tarif etti sonra iş bölümü yaptı. Bahçeye oturmak için kanepe yapacağız. İki kişi oturacak büyüklükte olacak. Ben “Anladım, biz bunlara perke diyoruz” dedim. Öğretmen, “Perke değil, peyke denir” diye düzeltti. Sonra da bizim kahvede olduğunu söylediğim peykelerin şeklini sordu. Bizimkiler, duvar önlerine çakılmış, sıra tahtalar. Bahçede olanlarsa iki, üç kişi oturabilen, çekilebilen türü deyince Öğretmen, “Onlar başka olacak. Biz burada kanepe deneni yapacağız, bunların bölgelere göre adı olabilir. Zaten kanepe sözü de bizim dilimize gelmiş yabancı bir sözdür!” Üçerli gruplara ayrıldık. İki grup oturak tahtaları, üç grup da ayaklarla öteki kolonları hazırlayacak. Ben rende işine düştüm. Çoktandır rende kullanmamıştım. 3 cm. kalaslardan birer metre keserek 6 altlık hazırladık. Öteki arkadaşların geçme işleri uzun zaman alıyor. Biz tamamladık onlar ancak yarı ettiler. Öğretmen, “Bitirmek zorunda değiliz, bu bizim haftalık işimiz. Cuma gününe dek boyayıp kurumaya bırakırsak planımız gerçekleşmiş olacaktır!” dedi. Hamdi Öğretmen gelmedi. Arkadaşlar Naci Öğretmene sordular, “Müdür Bey onları bir yere götürdü, nereye gittiler ben de bilmiyorum!” dedi. Marangozluk atelyesinde iş olunca zaman çabuk geçiyor. Özellikle iş bölümü yapıp herkesin yapacağı belli olunca çok daha iyi oluyor. Arkadaşlar verilen işi bitirmek için canla başla çalışıyorlar. Yapıcılık atelyesine geçince bana göre işler karışıyor. Çok kez işleri belli arkadaşlar yapıyor, ötekiler yan çizebiliyorlar. Oradaki iş bölümleri marangozluktaki gibi kesin olmuyor. Gelecek yıl sanat ayırımı yapılacakmış, öğretmenlerim Hasan Çevik’le Namık Ergin’i çok sevmeme karşın marangozluk bölümüne ayrılacağım.
Yeni düşüncelerimle dersliğe gittim. İsmet’le Mustafa Saatçı kavga etmişler. Mehmet Yücel ikisini de suçlu buluyor. “Mademki şaka etmesini bilmiyorsunuz, şaka diye ileri sürdüğünüz kakalara sinirleniyorsunuz, kendinizi tutun, bir birinizi kırmayacak şekilde konuşun!” diyor. Olayı anlamadım ama anlamak da istemedim. Mehmet ikisini de payladığına göre İsmet’in de bir suçu var demektir. Biliyorum ki Mehmet Yücel genel olarak İsmet’in yanında olur. Halil anlattı. Birileri İsmet’in Benlisi demiş, İsmet bu söze tepki göstermiş. Mustafa da “İsmet Benli’yi istemiyorsa ben talibim!” deyince İsmet küfretmiş. Olay karışık. İsmet’i kızdıran kapalı bir taraf var. Mustafa’nın bunu anlaması olanaksız. Mustafa’nın sözünü İsmet’in hoşgörmesi ise çok daha zor. Bu kavga uzun süre gidecektir. İsmet’in sandığı gibi bu kavga okullar kapanınca da bitmez. Biz Alpullu’da kaldıkça, söz konusu kız Alpullu’da yaşadıkça sözü edilebilir. İsmet de gereksiz yere bu sözlerden alınabilir. Böyle deyince Halil sinirleniyor. “Peki ama, İsmet madem ki bu kızla ilgilenmiyor o halde neden sinirleniyor?” Bunu bana sorunca, “Bana sorma bunu İsmet’ten sor. Çünkü onun amacının ne olduğunu ben bilmiyorum. Benim tek kaygım İsmet’in daha ileri gidip bu işi okul yönetimine dek gitmesine neden olmamasıdır. Oraya giderse herkesten çok İsmet zarar görecektir.” Mehmet Yücel bana “Dayısı sustur şu İsmet’i!” dedi. Ben de şaka olarak “İsmet lütfen sus!” dedim. Herkes güldü. Aldırmadım, Almanca kitabımı açtım, unuttuğum şiiri okudum. Hala kendime şaşıyorum, ezberlediğim şiiri bu denli nasıl unuturum! Hüsnü beni teselli ediyor, yabancı diller böyleymiş. Unutulunca kolay kolay anımsanmazmış. Nedenini o da bilmiyor. Bu kez dize başlarını küçük kağıtlara yazdım. Unutmamak üzere belki böyle öğrenebilirim. Halil, “Biz Türkçe şiirleri unutuyoruz, sen Almanca şiiri unutmuşsun. bunda şaşılacak ne var?” diyor. Ben yanıt veriyorum. “Siz Türkçe şiirleri unutuyorsunuz ama ben unutmuyorum. Böyleyken bunu neden unuttum. Önemli olan bu!” diyorum. Bu kez Hüsnü, “Türkçe şiirleri sahiden unutmuyor musun? Buna inanamıyorum!” dedi. İstiklal Marşını okudum, Gemicileri okudum. İnandı. “İstiklal Marşı çok uzun, belleğinde nasıl tutuyorsun?” dedi. Halil, “İyi ki tutuyor, onu da unutsa günlerce yakınacaktır. Dört satır Almanca için dünden beri kendisini yedi!” Halil yeri gelince aklından geçenleri söylüyor. Ben gerçekten biraz kendimi önde tutuyorum galiba!
Almanca kitabıma döndüm. Yeni sözcükler sıraladım... Hayvan adları. Evde bulunan tüm hayvanları öğrendim. Eşyalara başladım. Mutfaktakileri kolay öğrendim de ötekiler biraz dağınık geldi. Okulla ilgilileri daha ilk günlerde öğrenmiştik. Schule, Schüler, Der Lehrer, der Garten die Schülerin, die Türr, das Fenster, die Klasse, das Buch, die Wort, die Frage, die Antort, das Heft, di. e Tafel, die Kreide, die Wand, das Madchen, der Junge, das Lesestück, lernen, schreiben, die Schulglocke……Az da olsa coğrafyaya baktım, Bakınca herşey kolay geliyor. Durup durup, “şansım varmış, çok tembel bir sınıfa düşmüşüm. Ya tüm sınıf çocukları Sami Akıncı gibi olsaydı halimnice olacaktı?” Sami hiç durmamacasına çalışıyor. Öğretmenler de onu biraz koruyorlar. Özellikle Ömer Uzgil belli belirsiz çağırıp kendi işlerine baktırıyor. Geçen hafta tarım dersine göndermedi. Daha önce iki gün arka arkaya yapıcılık dersine de girmedi. Bu zamanlarda fırsat bulup rahat çalışıyordur. Olduğu kadar diyorum. İş derslerinden kaytarıp çalışmayı zaten istemiyorum.
Yemekte piknik gezisi konuşuluyor. Kıra gitmeye neden piknik dediklerini bir türlü anlamadım. İlkokulda kaç kez yiyeceklerimizle çıkmıştık, o zaman piknik miknik dememişlerdi. Ben bilmesem bile A bilir, bana da söylerdi. Bir defasında Bağlık tepesine çıkmıştık. Tam bizim köyün karşısına düşer, bizim köy olduğu gibi görünür. Arkadaşlar bana “Köye git bize oradan bak bakalım görebilecek misin, görünce tanıyabilecek misin?” demişlerdi. Az duraksadıktan sonra A’ya bakarak “Tanırım!” demiştim ama sonra yüzümün kızardığını farkedip utanmıştım. Piknik sözü geçseydi, öteki olaylar gibi kesinlikle aklımda kalırdı. Münevver Öğretmenin Yalancı şarkısını söylediğini hiç unutabilir miyim! “Bir gün çıkmış kırlara, Çiçekli bayırlara” diyerek çiçekli bayırları gösteriyordu. O günden sonra aynı yollardan geçtikçe, oraları daha çok sevmiştim. Üstüne basarak geçtiğim kır çiçekleri benim için Münevver Öğretmenin çiçekleri olmuştu. Bizim piknik de öyle güzel olacak mı bilmem! Belki arkadaşlar, o günümüzü de unutamayacağımız güzelliklerle süslerler. Yakup oynarsa, Ahmet türkü söylerse sanırım pikniğimiz güzel geçer. Bunları düşünüyorum. Hilmi uzun uzun yüzüme baktı. Bana acır gibi bir sesle “Abi, hep ders düşünme sen de biraz neşelen, neşeli şeyler düşün, oyundan, şarkıdan söz et! Hep ders hep ders ne olacak yani, derslerin iyi işte. İçimizde en kaygısız sen olmalısın. Oysa sen hep dertli gibi düşünüyorsun. Bırak şu dersleri ara ara, için rahat olsun!” Halil bunları duyunca güldü, “Siz, bazen abi kardeş gibi konuşuyorsunuz ama ben hanginizin büyük hanginizin küçük olduğunu kestiremiyorum. Görünüşte (beni göstererek) sensin ama övüt vermede Hilmi üstün durumda!” deyince Hilmi bu kez Halil’e “Yok Abi, övüt falan değil, neşelenmesini istiyorum. Dersler dışında bir sözünü duydun mu? Ya Öğretmen gibi ders verirce bildiklerini anlatıyor ya da çekilip ders çalışıyor!” Ötekiler de Hilmi’yi desteklediler. Bir süre baktım, sustum. “Size bir köy türküsü söyleyebilirim!” dedim. Hepsi güldü, “İşte bunu yapamazsın, ya da yapmazsın!” dediler. Hilmi önce “Çıplak oynarım!” dedi sözünü geri aldı, “Oynarım!” dedi. Deminden beri ne düşündüğümü isterseniz anlatırım, dedim. “Anlat!” dediler. İlkokuldaki pikniklerimizi anlatmaya başladım. Daha birincisi bitmeden hepsi kendi pikniklerini anmaya başladılar. Sonunda bir başka güne bırakarak dağıldık. Coğrafya kitabımdan, Kutup Yıldızını, Büyükayı, Küçükayı yıldız kümelerini tekrarladım Kervankıran yıldızını anımsadım. Bizim kitapta böyle bir yıldız yok. Oysa böyle bir yıldız olduğunu ben biliyorum. Bektaş ağabeyim kaç kez gösterdi, öyküsünü de anlattı. Oldukça büyük ateş saçan bir yıldız. Şarkısı da var. Sabaha karşı görünüyor. Bizim köylülerin iki yıldızı vardır, Çoban yıldızı, sabah yıldızı. Bunlar makbul yıldızlar. Kervankıran için Kanlı ya da Kızılyıldız diyenler vardır. Makbul sayılmaz. Yön bulmaları bir daha anımsayarak yattım. Bayrağımızdaki yıldızı düşündüm. Bu yıldız Çoban yıldızı mı, Sabah yıldızı mı? Herhalde Sabah yıldızıdır. O, hem daha parlak hem de sürekli yükseliyor. Yıldızları düşünürken birkaç yıl önce gündüz yıldız gördüğümü anımsadım. Şaka değil gördüm. Ancak köyde kimseye inandıramadım. Gündüz belli zamanlarda başka zaman görmüş olanlar beni desteklediler, onlar da görmüş. Anlattıkları zaman benimki gibi sabah öğle arası parçalı bulutlu bir günde. Şimdi burada da söylesem kimse inanmayacaktır. Gene de Sabit Soysal Öğretmene söyleyeceğim. Bakalım o inanacak mı?. . . .
28 Mart 1939 Salı
Gene zilden önce uyandım. Kıpırdamadan duruyorum. Gerinmek geldi içimden. Gerinip rahatladım. Fikret Madaralı Öğretmeni düşündüm. Samsun Çukurbük köyünde çalışırken Ruzname yazmış. Sonra vazgeçmiş. Neden vazgeçtiğini söylemedi. Bana “Sakın vazgeçme, sürdürebildiğin kadar sürdür!” dedi. Ancak her gün yazmama da gerek yok. Ruznameler, önemli görülen günlük olayları anlatarak oluşur!” dedi. Ömer Seyfettin de öyle yapmış. Örneğin 7/Mart/1912 günü “Toplar atılıyor, galiba yeni kral geldi!” demiş kesmiş. 30/Nisan/1912 günü de “On üç kişi olduk. Bizi hastaneye gönderecekler!” diyor, kesiyor. Daha bir çok gün böyle kısa yazmış. Sayfalarca anlattıkları da var ama böylesi kısa geçtikleri de çok. Bir çok günleri de öyle geçmiş. Bundan sonra ben de böylesini deneyeceğim. Öğretmen “En iyisi otur pazar günleri yaz, çok önemli bir olay olursa onu gününde anlatırsın!” dedi. Yarın benim için önemli olacak. Arkadaşlara verdiğim sözü yerine getirirsem mutlu olacağım. Ben böyle kuruntular kurarken zil çaldı. Hasan kalktı, Hilmi’yi uyandırdı. Hilmi’ye “Gündüzler yetmedi galiba gece de konuşuyorsun!” dedi. Hilmi inanmadı bana sordu. “Ben duymadım. Ancak benim duymam söz konusu değil, uyanık olsam belki duyardım. Hasan o an uyanmış ki duymuş. Önemli olan senin konuşmuş olman!” Bu kez Hasan’a sordu “Ne konuştum?” Hasan “Anlaşılmayan sesler çıkarıyorsun, zorlanıyosun, ne dediğin pek anlaşılmıyor!” dedi. Hilmi herhalde “Öğretmenin biri beni tahtaya kaldırmıştır!” dedi güldü. Arkasından “Oh, olsun o Öğretmene beni uykuda da tahtaya kaldırırsa işte öyle homurdanarak yanıt alır!” dedi. Hilmi çok rahat. Bana biri “Uykuda konuşuyorsun!” dese kaygılanırım, niçinini öğrenmeye çalışırım.
Kahvaltıya indik. Sabit Soysal Öğretmen kardeşi Hüseyin’le oturuyor. Hüseyin Edirne’den gelmiş. Herhalde tatili var. Ömer Uzgil Öğretmen Hüseyin Soysal’a sorular soruyor. Hüseyin’i ağabeyi yanında bu denli yakın hiç görmemiştim. Tam karşımda ikisinin yüzleri yan yana. Çok benziyorlar. Kardeşler hep benzer ama bunlar daha çok benziyorlar. Hüseyin küçük olmasına karşın, ağabeyi kadar olmuş. Gülüşü de tıpkısı. Hüseyin bana Edirne’yi anımsattı. Edirne adı geçince hep üzüleceğimi anlıyorum. Yaz tatilinde gitmek için İsmet’le şimdiden karar aldık. Belki o zaman daha kolay unuturuz. İsmet benden daha istekli. Halil bize hem şaşıyor hem de başka bir öneride bulunuyor. “Siz en iyisi İstanbul’a gidin orasını görünce Edirne gözünüzden düşer!” diyor. İsmet Halil’e “Edirneliye bak, Edirneli olup da Edirne’yi küçümsemek olur mu?” diyor.
Sabit Öğretmen zille birlikte girdi. Çok neşeli. Belki kardeşi geldiği için belki başka bir nedeni vardır. Herhalde bize derse geldiği için böyle neşeli olamaz. Günaydın, dedikten sonra önce bir konu işleyelim, sonra sözlümüze devam edelim!” dedi. Yazılıda sorduğu, daha doğrusu yaptırdığı haritaları beğenmemiş. “Aynı haritaları bir ölçek büyüterek yapacaksınız!” Sonra sözü bizim sebze bahçesine getirdi. “O küçük bahçede çalışırken bizim dersleri anımsayın, yaptığınız işler hem coğrafyayı hem de Tabiat Bilgisinin konusudur. Edineceğiniz bilgiler bu iki bilimin de özüdür. Tarım o bilgilerin uygulanma alanına çıkmasıdır!” dedi. Tarım alanlarının, ormanlık alanların, otlak alanlarının özelliklerini, Trakya, Ege, Anadolu’nun öteki alanlarını genel özelliklerini özetledi. Harita üzerinde belli noktaları gösterdi. Haritalara sık sık bakmamızı, harita simgelerini okumamızı bir kez daha önemle belirtti. 2. Derste gene sözlü yoklama yapıldı. Yeterli not alamayanları, sıra ile kaldırdı. Kadir Pekgöz, Mehmet Başaran “Aferin” alarak oturdular. Öğretmen genelde çalışmadığımızı söyledi. “Değişik okullarda çalıştım, sizin gibisine rastlamadım, sizin çoğunuz gündüzlü okulların öğrencileri gibi umursamaz tavırlar içindesiniz. Oysa siz yatılı okuyorsunuz. Sınıfta kalınca sizin burayla ilişkiniz kesilecektir. Bir yıl daha devamınız söz konuu değildir. Bu nedenle bu gevşekliği atmanız, disiplinli çalışmanız zamanı geldi, biraz da geçiyor!” dedi. Hepimizde suskunluk. Benim zerrece kuşkum yok bu yılı atlattım sayıyorum. Öğretmen numarama bakınca bana bir göz atıp geçiyor. Zaten notlarımı söyledi, iyi, pekiye adayım. Konuşmalardan da bu çok iyi anlaşılıyor. Ancak kimi arkadaşların vurdumduymazlığı beni de üzüyor. Öğretmen neşeli geldi, üzgün ayrıldı.
Dersimiz Almanca, şiiri tekrar tekrar okudum, artık unutmam söz konusu değil. Bildiğim hayvanları saptadım. Ömer Uzgil Öğretmeni cesaretle bekleyenlerden biri de benim. Sami, İsmet, Bekir, Mehmet Yücel herhalde benden daha iyiler ama kendimi daha gerilerde saymamaya çalışıyorum. Öğretmen “Guten Tag!” deyince içimde gene de bir cızlama oluyor. GutenTag kafama vurur gibi taklıyor. Bildiğim Almanca sözcükler bu takırtıdan ürküp dağılıyorlar. Öğretmenin konuşmalarından da bir şey anlamıyorum. Benim bildiğim sözcükleri o başka başka seslendirip geçiyor. Belki de bana öyle geliyor. Kitabımızdaki konuşmalı parçayı önce Öğretmen okudu. Arkasından Sami ile Bekir’e okuttu. Daha sonra daha başka arkadaşlara okuttu. Der Schutzmann gibt eine Auskunft-Lesestück. Sıralarda oturanlar çifter çifter birer kez okuduk. On beş kez okundu. Kulaklarım aynı seslerle doldu. Su gibi okuyabiliyorum. Susunca aklımda hiç birşey kalmıyor. 2. Derste de bir süre okuduk. Alttaki çalışmalara baktık. Öğretmen başladığı sözlü not işine döndü. Benden daha başarısızlar olduğu için şansım iyi gitti. Bu derste kalksaydım, kesinlikle kırık alacaktım. Neden böyleyim? Kendime ben de şaştım. Ders bitince derinden bir “Oh” çektim. Halil bana, “Belki de senin kulakların sesleri doğru almıyor!” diyor. Böyle bir durum olur mu acaba? Türkçe sesleri alacak, Almancaları almayacak! Hüsnü bana “Sen hepimizden iyi biliyorsun, ya ayırdında değilsin ya da bizimle alay ediyorsun?” dedi. Buna üzüldüğümü söyledim. Dünyada en son alay etmeyi düşüneceğim kişinin sen olacağını bilmelisin!” dedim. Boynuma sarıldı. “Yanlış anladın, ‘Şaka’ demek istedim!” dedi. Yemekte, çatal, bıçak, bardak, tabak, ekmek, kaşık demek yok, die Gabel, das Messer, der Klass, der Teller, der Brott, das Mittagessen, der Löffelsözlerigeçerli. Kimi arkadaşlar bu şakalardan hoşnut, kimisi de bunları yapmacık buluyor. Hoşlananlarla sürdürmeye niyetliyim.
Marangozluk atölyesine indik. Öğretmenler gelmemiş. Bekledik. Bugün önce Hamdi Öğretmen geldi. Yarım kalan işlerimize hemen başladık. Bugün bitmesi gerekiyor. Perşembe günü boyamalıyız. Hamdi Öğretmen, “bu sizin işi sıkı tutmanıza bağlı, haydi göreyim sizi!” dedi. Bizim kalaslar bitmişti arkadaşlara yardım ediyoruz. Geçmeler oyalayıcı. Naci Öğretmen geldi, “Haydi aslanlar!” dedi. İki Öğretmen de geçme çalışmalarına katıldılar. Böyleyken bugün yetişmeyeceğini anladık. Hamdi Öğretmen, “Perşembe, cuma günlerimiz var, boyama işi uzun sürmez, boyayı ben yarın hazırlarım!” dedi. Azıcık gevşedik. Tüm parçaları zımparaladık, geçmeler kontrol edildi, tutkallanıp kamalanması kaldı. Delikler zaten hazırdı. Tutkallanıp kamalanacak tahta çiviler çakılıp zımparalanacak. Zilden önce paydos ettik. Biz buna sevinirken yapıcıların daha önce gittiğini görünce azıcık bozulduk. “Ne iş yaptılar ki, erken paydos ediyorlar?” Aynı soruyu onlar da bize soruyorlar. “Marangozlar ne iş yapıyor ki?”
Yarın tarih, tabiat bilgisi. Tarihten bir dersi sözlü kesin, ikinci ders konu işlenebilir. Helenizm, Makedonya olabilir. Yunanistan konusu iyice genişliyor. Çok olay, çok isim. Ama çok da zor değil. Düşmanları da Persler. Persleri nedense fazla okumadık. Meğer onlar da çok önemliymişler. Mezapotamya’da onları gördük, Lidya’yı onlar kaldırdı. Şimdi de Yunanlılarla cebelleşiyorlar. Babil’i de onlar yok etmişti. Bakalım Yunanlılarla aralarındaki savaşlar nasıl bitecek?. Biraz okudum ama tam birleştiremedim. Helenizm ne demek? Öğretmen anlatınca belki bir açıklık kazanılacak. Tabiat Bilgisi de gittikçe zorlaşıyor. Öğretmen sorularda kafa sorusu soruyor. “Senin fikrin nedir?” gibi sorularla bizi bazen şaşırtıyor. Notumun iyi olmasına seviniyorum, İyi ki çalışmış, işi sıkı tutmuşum. Kimi arkadaşlar gibi ikide bir kalkıp azarlanmak her halde benim için çok utançlı olacaktı. Mısır’dan başlayarak Makedonya’ya dek tarihi okudum. Makedonya ilginç. Küçücük bir ülke tüm Yunanistan’ı aldıktan sonra Anadolu’daki kentleri devletleri alıyor, Mısır’ı da aldıktan sonra Persleri dağıtıp Hindistan’a dek gidiyor. Kralları İskender genç bir delikanlı. Çok da genç ölüyor. Üzüldüm. Çok yaşasaydı tüm dünyayı alacaktı herhalde! İskender’i düşünerek yatağa girdim. Bu büyük savaşları at üstünde yapmış, ordunun başında bulunmuş. Gerçekten bunlar olmuş mu, yoksa tarihte de masallar gibi atmalar mı var? Hani adamlar, uçuyor, kuşlar konuşuyor, ölenler diriltiliyor. Kesik Baş nasıl yuvarlanıp gidiyordu? Öyle mi? Uykum bastı, sesler azaldı…. .
29 Mart 1939 Çarşamba
Akşamki düşüncelerim aklımdan çıkmamış. Rüya falan görmedim ama, uyumamış gibi aynı düşünceler kafamda. Öğretmeni merak ediyorum. Makedonya konusunda ne söyleyecek. Gerçek mi o savaşlar? İlkokulda savaşlardan söz edilmişti, ilgiyle dinleyip çoğunu öğrenmiştim ama İskender’le ilgililerini unutmuşum. Kitaplardaki resimlerden de anımsayamadım. Varsa yoksa aklımda bir Ogüst kaldı. Onu da A diline dolamasaydı, unutup gidecektim. Bu günüm için önemli Ruzname konusu İskender. Fikret Öğretmen kahvaltıda yok. Ya bugün derse gelmezse, ya gelip de salt sözlü yaparsa! diye kaygılanırken Fikret Madaralı Öğretmen geldi, oturanları selamladı. Hemen konuşmaya başladı. İçim rahatladı. Çok da neşeli görünüyor. Derse de öyle gelirse her türlü soruyu sorabilirim. Benim de neşem arttı.
Az sonra zil çaldı, ardından Öğretmen geldi “Günaydın!” “Sağol!” Sanki benim sorumu duymuş gibi, “Bugün Makedonya’yı, İskender Savaşlarını okuyalım da Asya kıtası tarihimiz bitsin. Avrupa olaylarını belki daha az karışık bulur kolay öğrenirsiniz!” dedi. Pers Savaşlarını kısaca özetledikten sonra, Atina-Isparta çekişmelerini tekrarladı, Makedonya üstünlüğü ile birlik kurulmasını egemenliğin Makedonya’ya geçtiğini söyledi. Egemen olan Makedonya genç kralı İskender’in savaşlarını birer birer anlattı. Öyle candan dinledim ki, sormama gerek kalmadı. Savaşlara katılmış gibi yaşadım. İskender diye birisinin sahiden yaşadığına inandım. Bir bakıma da tüm anlatılanları öğrendim. İkinci derste yine Öğretmen Helenizm üzerinde durdu. Sanat olaylarına değindi, yetiştirdikleri büyük adamları saydı. İkisini daha önce duymuştum, bizim köyde bile anılıyordu. Sokrat gibi konuşuyor, Eflatun gibi akıllı, sözleri benim için bile söyleniyordu. Çok konuştuğum için Sokrat, akıllı davranışlar yaptığımda Eflatun oluyordum. Ancak onların Helenizm dönemi bilgeleri olduğu üstüne bilgim yoktu. Sanırım söyleyenlerin de bu konuda bilgisi eksikti. Tarih dersini Öğretmen kendisi doldurdu. Belki öyle düşündü, üst üste arkadaşları üzmek istemedi. Ancak pek de iyi olmadı, çünkü sorular çoğaldı. Öğretmen, “Tarih dersini hafiflettik!” diyerek gitti.
Sabit Soysal Öğretmen gülümseyerek geldi, başıyla selam durumu aldı “Günaydın!” dedi. Öteki Öğretmenlerden farklı olarak, günaydın derken başını hep çenesine doğru indiriyor. “Sağol” dediğimizde gülerek yüzümüze bakıyor. Gene öyle yaptı. Yerine oturdu. “Kendi kalkmak isteyen varsa buyursun, kimse kalkmazsa ben kaldıracağım!” dedi. Kimse parmak kaldırmadı. Son numaradan başlayarak sorgulamaya başladı. Ahmet Güner kalktı. Ahmet bir kez daha kalkmıştı. Etoburların, şekil, diş, yaşayış özelliklerini sordu. Tanıdığı etobur hayvanları sordu. Ahmet, aslan, kaplan, diye başlayınca Öğretmen, “Sen beni duymuyor musun? Tanıdığın, yani bildiğin hayvanları istedim!” dedi. Ahmet bu kez kartalla başladı. Duraksadı, toparlandı “Affedersiniz!” deyip, kurt, tilki, çakal, gelincik, ayı, dedi. Öteki soruları da orta halli yanıtladı. Öğretmen tebessüm ederek oturmasını söyledi. Emrullah kalktı. Emrullah’a vücudumuzla ilgili sorular sordu. Emrullah eliyle başını, gövdesini, dizleri gösterdi sustu. Başın yapısını sordu. Emrullah sustu. Gövdemizi sordu. Emrullah göğsünü gösterdi, “Karnımız!” dedi gene sustu. Öğretmen oturmasını söyledi. Bu kez Öğretmen bedenimizi bir daha inceleyelim deyip, bedenimizi bölüm bölüm anlattı. 2. derste de gene iç organlarımızı tahtaya çizerek anlatttı. Hepimize dönerek, “Günah benden gitti, değil mi?” dedi. Deftere baktı, 78 Hüsnü Yalçın için seni atlamışım, kalkmak ister misin?” dedi. Hüsnü isteksiz isteksiz kalkarken zil çaldı. Hüsnü de Öğretmen de güldüler. Bu durumu gören arkadaşlar da güldü. Öğretmen gülerek ayrıldı. Hüsnü sevinçli sevinçli gülümserken Mustafa Saatçı çoktandır söylemediği “Kaksi dobralisi, Momçe, Petri kukurika tri meteliga, gene şansın yardım etti!” dedi. Hüsnü’nün yüzü gerildi, yutkundu, sustu. Mehmet Yücel’in sesi duyuldu, “İmam, sen yaşayanlara değil ölülere konuşacaksın. Dirilere sataşırsan ne imamlığın kalır ne de okuyacağın dualar; yedi sülalene kamatuma ederler!” Kamatuma da nedir? Mehmet Yücel sustu. Köylüsü Mehmet Başaran açıkladı, okkalı küfürlermiş. İmam Mustafa, Hafız Mustafa sözleri arasında yemeğe gittik. Mustafa pek oralı olmadı. Halil bu kez Mustafa’ya, Hüsnü’ye takılmamasını, bu takılmaların onu çok üzdüğünü söyledi. Mustafa söz verdi, bir daha takılmayacak. Konu geldi dayandı bizim kazma küreğin taşınması işine. Yemekte Salih Öğretmen, Ömer Uzgil Öğretmen, Hamdi Bağ, Namık Ergin Öğretmenler var. Gözlerim Salih Öğretmende. Beni çağıracağını sanıyorum. Çağırmadı.
Dersliğe gittim. Nöbetçi Abdullah Erçetin geldi, bana “Seni tarım Öğretmeni istiyor!” dedi. Koşarak gittim. “Sadece çepinleri alın, hazır olun, beni bekleyin!” dedi. Ben hiçbir söz söyleyemedim. Zaten çepinler küçük, onlardan kimsenin yakındığı yok. Arkadaşlara söyledim. Çepinlere razılar. Yola çıktık, Öğretmenle konuşa konuşa gidiyoruz. Meğer Hasan Çevik Öğretmen benim söylediğimi kendi teklifi olarak söylemiş. Salih Öğretmen, “Hasan Öğretmen lütufta bulundu. Sizi çapa taşımaktan kurtardı, bundan sonra orada bırakıp oradan alacağız. Zaten çapa işi hemen hemen bitti!” dedi. Arkadaşlar çok sevindiler. Çepinlerle çıkmaya başlayan otları aldık, çok ince çizgilerle toprağı tırmıkladık. Su geçecek arkların içlerini ayakla ezdik. Kuyuya tulumba takılacaktı, Mustafa Saatçı ile Sefer Tunca “Biz yaparız!” dediler Öğretmen çok sevindi. Gerçekten taktılar. Denemesi yapıldı, başarılı olundu. İşlerimiz arasına bundan böyle tulumba çekmek de eklendi. Kazmaktan, kürek kullanmaktan kaçınan Fettah Biricik, Ali Güleren, Ali Önol tulumba çekmek için gönüllü oldular. Birkaç kol çekmek belki zevk ama saatlercekol basınca bakalım aynı düşüncede olacaklar mı? Zaten onlarınki bir gösteriş. Nasıl olsa salt onlara bırakılmayacağını biliyorlar. Paydos edince çepinleri bırakıp bırakmamakta duraksadık. Ben götürmeden yana oldum. Öğretmen bize bıraktı. Sonunda okula taşıdık. Çepinler küçük, sapları kısa. Kürekler, tırmıklar, kazmalar gibi ağır da değil. Ektiğimiz tohumlar toprağı kaldırmış, fideler dallanmış. İsmet Öğretmene, ne zaman yiyeceğimizi sordu. Öğretmen güldü, “Maydanozları, marulları, soğanları, sarımsakları şimdiden otlayabilirsiniz. Ötekileri en az 20 gün bekleyeceğiz!” dedi. Öğretmenin “Otlayabilirsiniz!” sözü birileri arasında konu oldu: “Biz, hayvan mıyız ki otlayacağız?” Bir iki mırıltıdan sonra konu kapandı gitti. Okula rahat döndük. Havaların düzelmesi etkili oldu. Çevrede insanlar çoğaldı, bahçeler şenlendi. Okulun karşısındaki bahçelerde herkes çalışıyor. İnsanları çalışır görünce bizde de çalışma karşıtı sözler azaldı. Biraz da yaptıklarımızın bir işe yaradığını görmek, olumsuz kanıları değiştirdi sanırım.
Banyo yaparken arkadaşlar bir birine öneride bulunuyorlar. Yaz tatilinde bir araya gelip evlerine birer banyo yapacaklar. Mustafa Saatçı hepsinin musluklarını yapacak, su tulumbalarını takacakmış. Mustafa daha önce usta yanında çalışmış herhalde. Söylemiyor ama bu tür işlere eli yatkın. Bizim köydeki halam oğlu Hilmi’ye benzetiyorum onu. Kapı kilitlerini, çanta kilitleri o düzeltiyor. Nazmi Aybar Öğretmen de anlamış onu, musluk, elektrik işi olunca çağırıyor. Demircilik bölümü açılınca girecek ilk aday Mustafa Saatçı. Yarınki Türkçe dersini düşünüyorum. En az beş sözcüklü (Daha fazla sözcük olabilir) beş tümce yazmamız istenmişti. Tümceler okuma kitabından alınabilecek. Ahmet Haşim’le Hüseyin Cahit Yalçın’ın parçalarından seçtim. Ahmet Haşim’in GAZİ parçasından. “Fotoğraf adesesesine zerre kadar itimadım yoktur…Fotoğraf, bu dimai tahlil ve terkip kudretine malik değildir. O günün benim için en büyük nimeti, o efsanevi başı yakından görmem olmuştur.” Hüseyin Cahit Yalçın’nın KAYIKÇI parçasından. Baba, dedim, maşallah dişlerin pek sağlam. O vakit ihtiyarın çehresi bir anafor gibi karıştı…Neyleyim, dedi, yiyecek bir şey bulunmadıktan sonra!” Bunları ben yaptım ama baktım başka kimse yapmamış. Halil’e anımsattım. “O geçen hafta verildi, ondan sonraki derste sormadı. Sözlü yaptığı için ödev üzerinde durmuyor!” dedi. Halil de az değil, sormuyor diye işi tavsatıyor. Bir gün tutulursa cezasını çekecek. Ben yazdım. Şiirler için de bir çokları bana boşuna ezberliyorsun, diyordu. Öğretmen sözlüde hepsini isteyince sil yeni baştan şiirlerle uğraşıyorlar.
30 Mart 1939 Perşembe
Uykumu almış olarak kendim uyandım. Hilmi kara kara düşünüyormuş. Bunu kendisi söylüyor. Derslerle arası iyi değilmiş. Hasan takılıyor. “Senin derslerle değil, Öğretmenlerle aran iyi değil. Derslerin ne suçu var?” Hilmi soruyor, “Nedenmiş o? Benim Öğretmenlere sonsuz saygım var, küçük bir saygısızlığımı gördün mü?” Hasan, “Görmeye ne gerek var, adamcağızlar sabahtan akşama dek derslere çalışın! diyor. Azıcık sevgin, saygın olsa Peki der çalışırsın!” Hilmi sinirlendi. Hasan’a “Arkadaşım, sen bayağı bayağı bana dokunuyorsun, ben çalışmıyormuyum ki?” Hasan sözünü çevirdi, hemşerim, arkadaşım, sen bir söz söyledin, ben ona göre bir yorum getirdim. Sözüm tümünüyle sana da değil, o tür konuşan insanlara söylenecek, en doğru söz, budur, diye düşündüm. Bu, sen de olabilirsin, ben de olabilirim, bir başkası da! Halil Basutçu yanımızdan geçiyordu, bana sordu, “BuTekirdağlı hemşeriler neden tartışıyorlar? Bilmediğimi söyledim, Halil’e takılıp ben de dersliğe indim. Mehmet Başaran Rıza Tevfik’in bir şiirini gösterdi. Uçun Kuşlar –Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere, diye başlıyor. Şair yurdundan uzak yaşıyormuş. Yurt özlemini anlatıyor. Rıza Tevfik’i Vahit Dede sevdiğini söylemişti. Bunu hiç unutmadım. Ayrıca Akagündüz’ün Bu Toprağın Kızları kitabının bir yerinde, onu öven bir bölüm okumuştum. Okuduğum şiirlerini de güzel buluyorum. Bundan olacak bu şiiri beni çok duygulandırdı. Ona üzüldüm. Rıza Tevfik’in Göz Aşinalığı, Yunus Emre’ye Armağan, Gözlerin, Şam-ı Gariban, Uçun Kuşlar! Altın Saçlı Hatice, Sorma Hocam, Bir An-ı Me’yusiyet, Bir Meçhuleye şiirlerini defterime yazdım. Sorma Hocam’ı ezberledim. Mehmet Başaran başka şiirlerini de bulmuş. Hasan çok kitap okuyor ama şiir kitaplarına pek bakmıyor. En çok şiir okuyan Mehmet Başaran.
Sorma Hoca
Bana sual sorma cevap müşkildir
Her sırrı ben sana açamamhocam
Hakk’ın hazinesi darı değildir,
Cami avlusuna saçamam hocam.
Kayd’ı ahirette dümmem mihnete-
Ben burdamemurum şimdi hizmete-
Hayvan otlatırken gidip cennete-
Sana hulle donu biçemem hocam.
Mi’racı anlatma eşşek değilim-
Bildiğin kadar da melek değilim-
Günahkar insanım, ördek değilim-
Bu ağır gövdeyle uçamam hocam. -
Halka korku verme velvele saLIP-
Dünya ve ahiret bu köhne kalıp;
Ben softa değilim cübbemi alıp-
İmaret imaret göçemem hocam .
Ölümden ürkerimi tez ölen kimse?
Çoktan mazhar oldum ben hak nefese-
Bu demi sürereken ecel gelirse-
İşimi bırakıp kaçamam hocam-
Şarabı men etme o değil hüner-
Aşıkım badesie pek başım döner-
Gönlümde muhabbet ateşi söner-
Özrüm var sade su içemem hocam-
Nar_ı cehennemi önüme serme-
Günahımı döküp kaygılar verme-
Kitapta yerini bana gösterme
Ben pek o yazıyı seçemem hocam. -
Feylesof Rıza’yım dinsiz anlama-
Dini ben öğrettim ken babama-
Her ipte oynarım, cambazım amma-
Sirat Köprüsü’nden geçemem hocam.
Rıza Tevfik Bölükbaşı….
Her gece yatarken tekrarlayacağım…….
31 Mart 1939 Cuma
Matematik dersinde birinci derste, asal sayılar, En büyük ortak katlar, en küçük ortak bölenler üstünde durduk. Silindirlerde alanlar, hacimler üstüne problemler çözdük. İki kez tahtaya kalktım. Biri aritmetik en küçük ortak bölenler için örnekler verdim. Geometriden de silindir alanlarının ölçülmesi için çemberlerin cm’lerinin nasıl bulunacağını anlattım. Öğretmen ikisinde de “Aferin!” dedi. Öğretmen daha sonra çok sinirlendi. Tahtaya kalkanlardan birkaç arkadaş, Basit kesir, Tam sayılı kesir, ondalık kesir sorularına yanıt veremedi. İşlemi doğru yaptığı halde, ondalık kesir mi, yoksa basit kesir işlemi yaptığını ayıramayanlar çıkınca, Öğretmen, “Aman oğlum, galiba ben sizinle Türkçe konuşmamışım, yazık, Türkçe’den başka dil bildiğimi sanmıyordum. Ne oldu bilmem? Yoksa siz mi Türkçe bilmiyorsunuz?” gibi sözler söyledi. Tebeşiri aldı, öfkeli öfkeli “Buna ondalık kesir, buna basit kesir, buna bileşik kesir denir” diye söylendi. 0, 25, 0, 025, 9, 0025 sayılarını, 1/2, 2/5, 8/10 sayılarını, 21/7, 12/3, 10/5 sayılarını yazdı. 21’i 7’e bölersek 3 olur, 12’yi 3’bölersek 4 olur, 10’2’ye bölersek 5 olur. Bunlar birer tam sayı değil midir?” Bunların doğruca defterlere geçirilmesini istedi. Hepimiz defterler sarılınca, uyardı, “Bilenlere sözüm yok, unutkanları uyarıyorum!” dedi.
Yazı dersinde Öğretmen kağıt çıkarttı, okuma kitabımızdan istediğimiz bir düz yazı parçasından birer sayfa yazı yazdırdı. Yazı notu alacakmışız. Bu not, Türkçe notumuza katılacakmış. Oldukça güzel yazdım. Kağıdı en son verenlerden biri oldum. Öğretmen yüzüme baktı, güldü. Niçin güldü, anlayamadım. 2. derste büyük yazılar çalıştık. “Ak akça kara gün içindir. Bak bana bir gözünle, bakayım sana iki gözümle, Çalışan kazanır, çalışmayan dilenir. Bir elin nesi var, iki elin sesi var”. Yazılarını başlık yazılar olarak büyüttük. Öğretmen okulumuza bir levha hazırlamamızı söyledi. Trakya Köy Öğretmen Okulu. En güzel olanı Okul Müdürümüze verilecekmiş. Öğretmen, “Aslında bu yazının altına okulun bulunduğu semt ya da kent yazılır ama, bizim şimdilik yazacak bir yerimiz olmadığı için oraya bir soru işareti koyarız. Okul Müdürümüz de onu ilgili yüksek makamlara gönderir. Onlar da belki biraz duygulanıp ivedi çare düşünürler!” deyip güldü.
Dersten sonra bu okul levhası konusu bizi çok oyaladı. Kimi arkadaşlar güzel bir levha hazırlamaya koyulurken kimileri gerçek bir yerimiz olmamasını güvensizlik olarak düşünüp, okulu terk etme hesaplarına kalkıştılar. Bu tartışmalardan dışarda kalmaya çalışsam da zaman zaman İsmet’in etkisiyle okulu bırakmayı ben de düşünür oldum. İsmet beni Kırklareli ortaokuluna gitmeye razı etmiş gibi konuşmaya bile başladı. Ancak benim yaş durumumu bir engel sanıyordum. İsmet bunu da araştırmış. Sınıfımı geçersem hiçbir engel yokmuş. Sami Akıncı, Mehmet Yücel, Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Bekir Temuçin bu konuda bir söz söylemiyorlar ama sınıflarını geçeceklerini bildiklerinden, onların da okul değiştirmeye niyetli oldukları besbelli gibi. Öteki arkadaşların ileri geri konuşmasına karşın, çoğunun dersleri zayıf olduğundan konuşmaların ötesinde kesin karar almaları olanaksız. Kimi arkadaşlar ise bu tür konuşmalara hiç katılmıyorlar. Nedense Halil Basutçu, olumlu ya da olumsuz hiçbir söz söylemiyor. Aslında İsmet beni ortaya sürmese ben de Halil gibi düşünüyorum, bu okul benim son şansım, ne olursa olsun burada kalmak, buradan bir çıkış yolu bulmak benim için en uygun olanıdır. Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk boyunları bükük bizim konuşmalarımızı kaygıyla izliyorlar. Duymamış gibi, sessiz sakin bakıyorlar.
Öğle yemeğinde olduğu gibi, atölyede de bu hava esti. Neyse ki Naci Öğretmen, kanepeleri boyarken bize, özellikle bana ısındırıcı sözler söyledi. “Kahven varmış, bahçesi var mı, nerede oturuyorsunuz? Kanepelerin var mı? Varsa boyalı mı?” diye sordu. “Var!” deyince, “Ha işte, sana bir yeni iş, tatilde hemen onları boya, yıpranan yerlerini onar. Okulda olma farkın köyde hemen anlaşılır. İnsanlar sözden çok yapılan işe bakarlar. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz! diye bir güzel sözümüz vardır. Bu sözün gerçek anlamını Türkçe Öğretmeninden öğrenirsiniz. İyi fena, bunun demek istediğini halk da bilir, sık sık da söyler. Kahvenin kanepelerine güzel bir boya çek, bak gör senin o eleştirici köylülerin insana karşı olan tavrı nasıl değişecektir!” Naci Öğretmen konuşurken, sanki yapmış gibi, kahvemizin önünde boyalı kanepeleri düşündüm, tanıdık insanları onların üstünde otururken görür gibi oldum. O anda İsmet’in ortaokul önerilerinin hiç bir değeri kalmadı. Öğretmenin elindeki fırçayı istedim mi, yoksa ister gibi bakınca Öğretmen mi anladı da fırçayı bana verdi? Fırçayı alır almaz, görüp algıladığım şekilde sürmeye başladım. Öğretmen, “Bak ne güzel fırça kullanıyorsun, sen daha önce bu işi yapmışsın!” şeklinde konuşarak beni iyice ısındırdı. Harun Özçelik, Salih Baydemir daha önce “Aferin!” almışlardı. 3. Aferini de ben aldığıma çok sevindim. Öğretmenin dediği gibi 6 kanepeyi boyayıp bitirdik. Öğretmen, “Şimdilerde yağmur durumu yok. Bugün yat ziline kadar yağmur olursa bunları, içeriye çekersiniz. Ondan sonra gelecek yağmurun bir zararı olmaz. Pazartesi günü gelin, önce kendiniz oturun!” dedi. Boyalı kanepelere baktığımda, gene kahvemizde eski kanepelerimizin yeni boyalı durumunu düşündüm. Kafamda, onları böyle tek renk değil değişik renklerde sıralamaya başladım. Aklım, kahvenin yeşil asmaları altında renkli kanepelere takıldı kaldı. Durdukça kahvenin bahçesini, bir yandan da Atatürk Evi’nde Gülseven Beyin bize anlattıklarını anımsadım. Neden bizim bahçede de değişik güller olmasın? Örneğin bir zaman “Olmaz!” denmesi karşın babam iki güvercin almış. Üstünden yıllar geçmiş, şimdi sayısız güvercin. Renk renk oldukları gibi, dönerek uçanları, Tepelileri, Atkılıları, Süzülenleri, görenleri şaşırtan türleri oluştu. Üstelik köyde değişik bir anlayış da gelişip yerleşti. Eskiden kutsallıkla adlandırılan Leyleklerle kırlangıçlara, şimdi güvercinler eklendi. İnsanlar güvercinlerin zararsızlığına inandılar, güzelliklerinden hoşlandılar. Öyle ki, bizim köyde kime sorulsa, koruma altında olan kuşları, Leylek, kırlangıç, güvercin olarak sıralar. Güvercinleri vurmak şöyle dursun, düğünlerde, bayramlarda silah atılırken güvercinlerin yakınlığı uzaklığı hesaba katılır. Tüfek atan unutmuş görününce etraftakiler bunu önemle anımsatırlar. Özellikle bizim kahve cıvarında yıllardan beri tüfek atılmaz. Çünkü güvercinler kahvenin çatısında yaşarlar. Köy içinde başka bir yere kesinlikle konmazlar. Kanepe boyama işi beni gene köye doğru yönlendirdi. Öğrendiklerimi köyüme götürmeliyim. O zaman beğenmediğim bir çok kusurlu taraflar herhalde kendiliğinden düzelecektir. Hepsinden öte, babama yardımcı olacağım, o yenilikleri seven bir insan. Hiç bir istekte bulunmuyor ama, içinden geçenler biliyorum, hep bunlar.
Arkadaşların konuşmalarını duymazdan gelerek müzik dersi için tuttuğum defteri karıştırdım. Öğretmenin sözlü sorularını bilir gibiyim. “Nota oku, gam yap, diyez kullan, inici gam, çıkıcı gam, şu şarkıyı, şu marşı oku!” türünden sorular. Yazılı ne sorabilir? Porte çizdirir, sol anahtarı koydurup üstünde gam yaptırır. Bir diyezli, iki diyezli, bir bemollü, iki bemollü, bunların kurallarını, yani iki bütün bir yarım üç bütün bir yarım ölçüleri sorabilir. Bu ölçülerin doğal gamını, do majörü sorabilir. Diyezli gam sorarsa kaç diyez sorarsa sorsun, kesmeyip 5-6 diyeze dek yazmaya aynı şekilde bemol sorarasa da aynı şekilde 5-6 bemol dek yazmaya karar verdim. Öğretmenin verdiği iki diyezli örnekten yararlanarak kendi kendime geliştirdiğim yöntemi göstereceğim. 5 nota üst ya da 4 nota alt, kuralını bulduğumu kanıtlayacağım. Notalarla eslerin değerlerini çok iyi biliyorum. Yazılıdan hiçbir korkum yok. Ancak ses merdiveninde aralıkları doğru inip çıkmak işini bir türlü beceremiyorum. İnici gamda başarılıyım ama çıkıcı gamda bile tökezliyorum. Hele aralıklı notalarda iyice beceriksizim. Do-mi-sol doğru olur, do-fa deyince ya da la-fa deyince sesler do-re de oluyor. sol-si de. Ancak bu dediklerimi, Abdullah Erçetin’den başkası da doğru yapamıyor. Yazık ki ben de en kötü yapanlar arasındayım. Halil Basutçu çok başarılı. Pek çalışmıyor ama sesleri tutturuyor. İsmet te benim gibi. Bilgileri iyi, nota seslendirme zayıf. Gerçi zayıf not almayız ama, sesleri neden doğru çıkaramıyoruz? Hep bunu düşünüyorum. Gam yaparken do ile re arasını, re ile mi arasını tutturuyorum. Re ile başlarsam, sesim, az önceki re değil do yerine geçiyor. Olayı biliyorum ama sesleri yerinde tutamıyorum. Aklımla kusuru buluyorum, sesimle o kusuru düzeltemiyorum. Şimdiki durumda en büyük kusurum bu. Bir de Beden Eğitimi’nde yapılan hareketlerin bazılarında gösterdiğim beceriksizlik. Bunları düzeltmek zorundayım. Bunların dışındaki becerilerimi sürdürerek, bunları da geliştirerek buradaki öğrenciliğimin dışında bir şey düşünmeye kesinlikle yanaşmayacağım. Kararlılıkla yattım. Yatar yatmaz da kahvemizin önündeki renkli boyanmış kanepelere bakacakları düşlemeye başladım. Hangi renklerle boyarsam daha güzel olacak? Oturanlardan çok yoldan geçenlerin ne diyeceğini düşünürken uyudum.
1 Nisan 1939 Cumartesi
Hilmi beni dürtükleyerek kaldırdı. Telaşla ayağa kalktım. Hasan’la ikisi de gülüp başlarını yorgan altına çektiler. Etrafıma baktım herkes yatıyor. Hiç bir anlam veremedim. Hasan yavaşça “Bu bize Bir Nisan yaptı!” dedi. “Ne bir nisanı?” diye sordum yatağa oturdum. O sıra kalk zili çaldı, herkes konuşmaya başladı. Mustafa Saatçı “Herkes yatsın bugün Öğretmenlere bir nisan yapalım!” dedi. “Asıl bir nisanı Öğretmenler yapacak, bugün müzik dersinden yazılı olacak!” dediler. Gülüşmeler atışmalar sürdü. Ben hiç birşey anlayamadım. Hüsnü geçti yanımdan, ona sordum. “Bana sorma belki ben de doğru söylemem!” dedi gitti. Halil geçti ona da sordum. “Pek bilmiyorum, galiba bugün herkes yalan söylüyormuş!” dedi. Aklım iyice karıştı. Benim bilmediğim bir durum olduğunu anladım. Yılbaşında da böyle olmuştu. Ben yılbaşı diye bir söz ya duymamıştım ya da iyice unutmuştum. Bir Nisan da öyle bir şey. Belleğimi yokladım, Bir Nisan diye bir anı yok. Bizim köyde böyle bir söz konuşulmuyor. Hilmi, “bugün Öğretmenlere Bir Nisan yapalım” diye tekrarladı. Hasan güldü, “Asıl onlar bize yaparlar, biz onlara ne yapabiliriz ki?” Arkasından “iyi ki bugün cumartesi, ya pazartesi, perşembe, cuma olsa idi, halimiz nice olurdu?” İsmet’in sesi geldi, “Dayı bugün kimseye inanma!” “Peki!” dedim sustum. Dersliğe inince Hüsnü Yalçın’a sordum, “Nedir bu yalan sözleri. Hüsnü, “Bilmiyorum, benim söylediklerime de inanma!” deyince iyice şaşırdım. “Delirdiniz mi?” diye sordum. Herkes, benim de bir tür Bir Nisan yaptığımı sanıyor. Mehmet Yücel bana inandı, “Köylüler böyle saçmalıklara inanmadıkları için köylerde sözü edilmez, nisan ayının birinci günü insanlar sevdiklerine şaka yapıyorlar. Buna da Bir Nisan Şakası deniyor. Bizim arkadaşlar bu şakayı yalana çevirdiler, söyledikleri Nisan Şakası değil boşboğazlık!” dedi. Ortaokuldaki arkadaşlarının yaptıkları bir şakayı anlattı. Derslik yeri değiştirip sessizce oturmuşlar. Biraz dalgınca olan bir yaşlı Öğretmen gelmiş, “Günaydın!” deyip derse başlamış. Az sonra çocuklar gülünce, Öğretmen, “Sahi bugün Bir Nisandı değil mi?” deyip geri gitmiş. Anladım. Böylece ben de Bir Nisan olayını öğrendim. Ancak, gün boyu yalan söylenecek, diye bir kesinlik yok. Galiba bir kere yapılacak bir şaka!
Şaka maka derken asıl şakayı Adem Gürçağlayan Öğretmen yaptı. “Günaydın!” deyip dersliğe girince, “Sene sonu yaklaştı, havalar güzelleşti, sesleriniz de düzelmiştir umarım!” dedikten sonra, cebinden not defterini çıkararak, “Bu ders sorular soracağım, ikinci derste de bir yazılı yoklama yapacağım!” dedi. Numara sırasıyla kısa kısa sorular sordu. Defterlerimizdeki notaları okuttu. İstiklal Marşı’nın bir kıtasını söyletti. Diyezli bemollu gamları sordu. Gamlarda arkadaşların çoğu sustu. 61 Hasan Üner de aynı soruda susunca onu tahtaya kaldırdı, Hasan iki diyezli gamı yapamadı. Arkasından 63 Hilmi’yi kaldırdı. O da yapamayınca sıra bana geldi. Başka soru sormadan beni kaldırdı. Doğru yaptım, kuralını söyledim. Önce do major, beşli sayıp sol majör 2. beşli re majör, deyip yazdım. Başka bir şey sormadı, oturdum. Benden sonra Halil, arkasından öteki arkadaşlar kalktı. 79 Ahmet kalkarken zil çaldı. Ancak Öğretmen bırakmadı, sözlü yoklamaları bitirdi. 2. derste de benzer 5 soru sordu. Porte çizdirdi, diyez, bemol, bekar, sus işaretlerini ölçü değerlerine göre yazmamızı istedi. Hepsi kolaydı. Zilden önce yazıp verdim. Verenler dışarı çıktığı için, bu kez ben çıkanlara “Bir Nisan!” diye tekrarladım durdum. Çıkanlar hep “Yapamadım!” diyerek üzüntülerini belirttiler.
Kooperatif dersimizde Öğretmen, kooperatiflerin ortaklarını bir birine yaklaştırdığı, birbirine karşı güvenmeyi sağladığı, bunun da başta komşuluk daha sonra vatandaş olamanın birlik, beraberlik konusunda yararları üzerinde durdu…Beden Eğitimi dersinde Ömer Tunalı Öğretmen de tek tek hareketler yaptırdı, koşturdu, atlattı, zıplattı notla değerlendirdi. Öğretmen nedense yalnız bana “Sen çok hareket yapmalısın, buna gereksinimin var!” dedi. Çok üzüldüm ama belli etmedim. “Peki efendim!” dedim, gülümsedim. Öğretmenin bu yoklaması çabuk bitti, bir süre koştuk. Okula dönerken Öğretmen bizi durdurdu, geldiğimiz yöne, Babaeski tarafına döndürdü. “Bu nokta ile o yokuş arasını her sabah koşmalısınız”, bana dönerek, “Demin sana da bunu demek istedim!” dedi. “Tek tek değil bir iki arkadaş grup oluşturarak, bunu kesinlikle yapın!” Yürüyüp okula girdik. Herkes aldığı notu merak ediyor. İsmet dayanamadı, “Öteki Öğretmenler aldığımız notları söylüyor, siz söylemeyecek misiniz?” dedi. Öğretmen başıyla “Hayır!” işareti verdi. “Benim notlarım, sizi sınıfta bırakmayacak düzeyde olduğu için kaygılacak bir durum yok!” Dersliğe girdiğimizde, notlardan en çok kaygılananlardan biri olarak tanıdığımız İdris Destan sinirli bir sesle “Kim çıkardı bu Bir Nisan olayını, hepimizi şaşırttı!” diye bağırdı. Mustafa Saatçı, İsmet Yanar ikisi birden, “Ben, ben!” diye karşılık verdiler. Gülüşmelerle gerginlik oldukça dağıtıldı. Önce yarınki piknik, arkasından da öğleden sonra neler yapılacağı konuşulmaya başlandı. Tören zili çalınca Adem Öğretmeni eleştirenler oldu. “Bir derste hem yazılı hem sözlü olur mu? İki diyezli, iki bemollü parça okuduk mu?” soruları ortaya döküldü. Adem Gürçağlayan Öğretmen düdüğü elinde, geldi ses verdi, İstiklal Marşı’nı söyletti. Namık Ergin Öğretmen yarınki gezi için açıklama yaptı. “Yiyecek paketleri için sınıflardan ikişer nöbetçi eklenecek, bunlar kahvaltıdan sonra mutfakta hazır bulunacak, paketleri arkadaşlarına bunlar teslim edecek!” Acıkmış durumdaydım, yemekleri görünce sevindim. Beklediğim tulumba tatlısı var. Halil, ikide bir bana Edirne’deki Baki’yi anımsatıyor. (Edirne/Karaağaç günlerinde aşçı yardımcısı Baki, arasıra bana tatlı getirirdi) “Buradaki ile anlaşamadın mı?” Buradaki dediği kim ki? Rasim diye biri bir süre çalışmıştı, çoktan ayrıldı. Şimdiki çocuk yeni geldi, adını bile öğrenmedim. Halil bunu ayırdında değil. Söyleyince şaştı, yanındakilere sordu, “Öyle mi?”Arkadaşlar güldüler.
Beden Eğitimi dersinde Ömer Tunalı Öğretmenin bana söylediği söz İsmet’e de dokunmuş. “Dayı, kaytarmak yok öğleden sonra voleybol oynayacağız!” dedi. Kaç kez söz verdiğim halde hep kaçmıştım; İsmet haklı. Ben önceleri derslerimi bahane ediyordum. Şimdi derslerim iyi, söyleyecek bir sözüm yok. “Peki!” dedim. Öğleden sonra ne yapacağımı düşünüyordum. Bu iyi oldu. Tamam! Öğleden sonra voleybol. Halil’e ağız ucuyla söyledim, “Olur!” deyince sevinçten sıçradım. Halil’le olunca daha rahatım. Hüsnü de katılsa daha iyi olacak ama o, kesinlikle yanaşmıyor. Ben böyle söyleyince İsmet “Olmaz!” çekti. “Dayı, sen bir acemiler takımı oluşturuyorsun. Onlarla kim oynar ki? Ben seni araya sıkıştırıp idare etmeye çalışacağım. Fazla acemiye kim razı olur?” Halil, benden daha iyi olduğundan onu kabul ediyormuş. İşimin daha zor olduğunu anladım, sustum. Yarım saat sonra oyuncular çıktı. 5. sınıflar da oynayacaklarmış. İsmet onları yukarı bahçeye yolladı. Salt oynayanlar için tatil günleri yukarı bahçeye izin varmış. Ben yeni öğrendim. Yorulasıya voleybol oynadık. İsmet, yılmadan benimle ikili atıştı. Mehmet Yücel de hemşerisi Mehmet Başaran’ı getirdi. O da benim gibi, toptan biraz uzak durmuş. Ter toprak içinde kalıncaya dek oynadık. Herkesin elinin ucuyla yakaladığı topu avuçlayarak tutamayışıma şaştım. İçimden içimden utandım. Hele küçük çocuklar gelip arada kaçırışlarıma gülünce iyice kahırlandım. Bundan böyle her fırsatta top oynayacağım.
Çok yorulduğumu söyleyince İsmet, “İlk günler öyle olur, bir hafta sonra alışacaksın!” İsmet garanti veriyor, bir hafta sonra takıma girebilecekmişim. Boyum elverişli imiş. Azıcık hareketlerimi geliştirirsem, aranan oyuncu olacakmışım. “Aranan oyuncu!” Dersliğe döndüğümde farklı bir yorgunluk duydum. Elim kitaplara bir türlü gitmek istemedi. Kimi arkadaşların dersliğe gelince çalışmamalarının nedenlerini anlar gibi oldum. Bedensel yorgunluk etkili oluyor. Böyleyken voleybola zaman ayıracağım. Karaağaç günlerimizde ayrılan Cihat Öğretmene de söz vermiştim, karşılaşsak utanacağım. Okul yer değiştirince, ben de sözümü unuttum. Halil daha az oynamıştı, o da yorgunluktan söz ediyor. “Çok oynarsak alışırız!” diyor. Hüsnü arkasına dönüp bize söz edince hemen topun daha doğrusu sporun yararlarndan söz ettim. Halil gülerek, “Daha dur bakalım, hiç değilse bir hafta çalış, ondan sonra ders vermeye kalkış!” dedi. Benim yanıtım değişik oldu. “Bir hafta sonra başlarsa benden bir hafta geri kalmış olacaktır. Oysa ben hep beraber olalım, istiyorum!” Eğitmen Mustafa Ağabeyin sözünü anımsadım, “Sürekli bir uğraşın olmazsa tatil günleri çok sıkılırsın.” Üstelik o bunu Edirne için söylemişti. Alpullu için buna ekleyecek çok sözvardır. Edirne’degünlerce gezilecek yerler bulunabilir. Oysa Alpullu’yu dolaşmaya bir saat bile fazla. Kendimi Voleybol takımlarında düşlerken uyudum.
2 Nisan 1939 Pazar
Zil çalar çalmaz gürültü koptu. Kumanyalarımızı ne zaman alacağız? Saat kaçta toplanacağız? gibi sorular ortalığı doldurdu. İsmet “Dayı top alıyorum, oynayacağız!” “Al!” diyorum ama, bir yandan da “beceriksiz top kurtarışlarımı Öğretmenler görürse!” diye tasalanıyorum. Kahvaltıda gidiş saatı bildirildi. Gidilecek yer de belli oldu, Daha önce Büyük Mandıra olarak söylenmişti. Oysa Mandıra yerine okulun tam karşısındaki binaların arkasındaki tepe gösterildi. Her cumartesi Beden Eğitimi dersinde koştuğumuz yolun Ergene tarafı. Ergene ovasını tam görebileceğimiz yükselti. Saat 10:00’da yola çıktık. Ömer Uzgil, Sabit Soysal, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı. Namık Ergin, Hamdi Bağ, Naci İnan, Nazmi Aybar Öğretmenlerle Ahmet Gökay Ağabey bizimle geldi. Evli Öğretmenler katılmadılar.
İki duraklamadan sonra esas yerimize vardık. Alpullu ayağımızın altında kaldı ama fabrika dumanı da üstümüze geklmeye başladı. Bize öyle geliyor ama ortada duman falan yok. Gelir gibi görülen duman bize ulaşmadan bitiyor. Trenler geçti. İki tarafa da giden trenlerin uzaklaşmaları ilgimizi çekti. Ergene çukurluğunda önce uzaklaşıyor sonra sonra kaybolup gidiyor. Dumanlarsa bir süre arkasında kalıyor. Sabit Soysal Öğretmen bizi bir ara topladı, çevreyi gösterdi. Görülebilen köylerin adlarını bir kağıda yazmış onları söyledi. Çok rahat görülen Sinanlı köprüsü hakkında bilgi verdi. Sonra serbest kaldık. Belli bir saatte kumanyalarımızı yedik. Çerçöpümüzü toplayıp. bir çukura gömdük. Adem Öğretmen kendi sınıfına şarkı söyletti. Ömer Öğretmen de kendi sınıfına, kaşıklı yumurta yarışı, çuval koşusu, ip çekme güç gösterisi yaptırdı. Güreş yapanlar oldu. Bizim arkadaşlar Hilmi’ye takıldılar. Hilmi ortaya çıktı. Hilmi’yi görünce 5. sınıftan bir çocuk gülerek yanına gitti. Meğer onlar hemşeriymişer, uzun süre çalım yapıp güreşi sürdürdüler. Namık Öğretmen hakemlik yaptı, sonunda berabere kaldıkları duyuruldu. Onları gören daha küçüklerden de güreşenler oldu. Hiç ummadığım bir sırada Hamdi Öğretmen benim elimi tutarak kaldırdı “Baş pehlivana rakip var mı?” diye duyuru yaptı. Elimi çekemedim, elim bir süre havada kaldı. Benim istekli olduğumu sanan arkadaşlar, rakip olmaktan çekinmiş olacaklar, kimse çıkmadı. Hamdi Bağ Öğretmen, “Rakipsiz baş pehlivan!” diye tanıttı. Utancımdan yerin dibine girdim ama ses çıkarmadım. Küçük çocuklar bunu sahi sandılar; çevremde toplanarak sorular sordular. “Söylenenler şaka hep şaka” dedim ama, ne ilginç, çocuklar bana inanmadılar. “Gururlanıyor!” diyenler bile oldu. Çok dağılmamak koşuluyla serbest bırakılınca daire olup top tutma, karşılıklı atma oyunları oynadık. Uzun uğraşlardan sonra topu usturuplu tutmaya başladım. İsmet beni alıştırmak için gün boyu çalıştı. Bir süre sonra Adem Gürçağlayan’la Ömer Tunalı Öğretmenler bizimle kaldı öteki Öğretmenler ayrıldılar. Daha rahat kalınca tepenin arka yüzüne indik. Babaeski, Mehmet Aygün’ün köyü, Elfide Halamın köyü rahatça görülüyor. Arkadaşlara bu derenin daha üst köylerini sıraladım. Lefeci, Asılbeyli İstanbul Köprüsü, daha yukarısı Şeytan Deresi diye anlattım. İsmet hemen atıldı. “O köprüden geçip az giderseniz bizim köye gelirsiniz!” dedi. Arkadaşlar güldüler. “İsmet senin köyün çok yakınmış: O köyden sonra o köy, o köyden sonra o köy, o köyden sonra o köy, o köyden sonra da İsmet’in köyü. Bu kadar yakın başka köy olmaz!”
Arkadaşlar bizim banyo sıramızı anımsatıp dönme zamanını sordular. Öğretmenler, düdük çalarak toplanmamızı istediler. Yoklamalar yapıldı, tamam olunduğu anlaşıldı. Geldiğimiz yoldan döndük. Ben ayırdında değilim, bizim sınıftan Sami Akıncı, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın, Hüseyin Serin piknike katılmamışlar. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü Fikret Madaralı Öğretmen evine çağırmış, Hüseyin Serin’in tanıdığı gelmiş, Sami Akıncı ise Ömer Uzgil Öğretmence izinli sayılmış. Ben pek yorgun değilim. Köydeki sıradan bir günümden fazla bir hareket etmedim. Olay, buradaki durgunluğuma göre biraz değişik, sürekli oturma yerine gezme. Gittiğime sevindim. İlkokul günlerimi anımsadım, Böyle günlerde halka olup top atma oyununu çok oynardık. Top bana gelince en çok A’ya atardım. Arkadaşı N, bu durumlarda nedense çoğunlukla sinirlenir, oyundan çıkardı. Onları düşündüm. Ben o zaman da böyle mi top atardım? A beni hiç eleştirmediğine göre, herhalde biraz daha güzel top tutuyormuşumdur. Eğer böyle kötü oynasaydım kesinlikle A beni eleştirir, unutamayacağım sözler söylerdi. Bu tür bir tatsız anım yok. Demek top tutmayı sonraları unutmuşum. Elin küçücük çocuklarını yaptığını yapamamak helhalde ayıplanacak bir olay! Bunu bilip de bilmezden gelip sürdürmek, bu ayıbı taşımak olacak. Bunu sırtımdan atmalıyım! Havalar düzeldi, akşam aydınlığı arttı. Ders sonlarında yarım saat top oynarsam bu kusuru gideririm. Arkadaşların hepsinden daha sağlıklı olduğumu biliyorum. Onlar da bunu böyle biliyorlar. Oysa sağlığımı bedensel becerilerde kullanamıyorum. Bu, bana ilerde belki de daha büyük utançlıklar getirecek, belki de zararlar verecektir. Aklımı başıma toplamalıyım. Ne demekse bunu yapmalıyım! Akşam yemeğinde arkadaşların neşesine katılamadım. Kimseye bir şey söylemiyorum ama aklım hep bu beden hareketlerinde. Derslikte de bu üzüntümü atamadım, aynı kuruntular içinde yattım. Herkesten sonra uyuduğum gecelerden biri bu gece oldu. Herkes mışıl mışıl uyuyor. Hasan Üner haklıymış. Hilmi Altınsoy biraz gürültülü uyuyor. Asılgürültü arkalarda bir yerden geliyor Fettah ya da Abdullah olabilir. Uyurken şişmanlar ses çıkarıyormuş. Okul Abdullah’a yaradı. Geldiğinden bu yana göz sezecek ölçüde şişmanladı. Mustafa Saatçı bir ad takmış, daha arkadaşlar benimsemedi ama arada Mustafa aynı sözü tekrarlayıp duruyor. Abdullah önemsemiyor görünüp gülüyor ya, sonu belli olmaz, bir süre söylenirse takılıp kalır. Üstelik hoşbir sıfat değil, Gebeş…
3 Nisan 1939 Pazartesi
Akşam oldukça geç uyudum. Çoktandır oturmaya alışmışım, herhalde ondan olacak, akşam gereksiz konulara kendimi kaptırıp uykumu kaçırdım. Alışık olmadığım biçimde bedenimde bir yorgunluk var. Uyur gibiyim. Bugün öyle etrafımı izleyip, sakin sakin oturacağım. Notlarımı aldığıma göre Öğretmenler bana dokunmazlar... Hüsnü Yalçın duyurdu, dün onlar Fikret Madaralı Öğretmenin evine çağrılıydılar. Gitmek üzereyken çarşıda Öğretmenle karşılaşmışlar. Öğretmene konuklar gelmiş, haftaya pazar günü gideceklermiş. Öğretmen Halil Basutçu ile beni de çağırmış, “Dördünüz gelin!” demiş. Biraz şaşırdım ama bir yandan da sevindim. Fikret Madaralı Öğretmenden böyle bir çağrı almak benim için çok güzel bir onur. Keşke bir engel çıkmasa da gitsek! Birden neşem geldi, kendimi daha dinç buldum. Matematik Öğretmeni notları söyledi. Benim notum 8. Sami Akıncı 10, İsmet’le Bekir Temuçin 9 almışlar. Birkaç yedi ile on dolayında arkadaş 5-6 almışlar. Öğretmenin söylediğine göre sınıfın yarısı zayıf durumdaymış. Önümüzdeki haftadan başlayarak aralarda isteyeni kaldırıp not pekiştirmesi yapacakmış. Sami Akıncı’yı anladım ama Bekir’le İsmet nasıl dokuz aldılar pek anlamadım. İkisi de benim kadar tahtaya kalkıp problem çözmediler. Halil Basutçu, yavaşça, “Arkadaş sen haksızlığa uğradığını düşünmüyor musun?” dedi. Şimdilik düşünmüyorum. Türkçe Öğretmeni de notlarımızı okudu. Benim Türkçe’den de 8 geldi. Türkçe dersinde 9-10 alan yok. Sami Akıncı’nın da 8. Halil, İsmet, Harun, Mehmet Yücel 8’lik grup. Zayıf alanlar gene çoğunlukta. Sınıf ikiye bölünmüş durumda; iyiler, zayıflar….
4 Nisan 1939 Salı
Zilden önce uyandım, sessizce uzandım, gerindim. Konuşanlar var. Bunlara şaşıyorum, uyuyan arkadaşlarını hiç düşünmüyorlar. Zil çalınca da birden en yüksek sesle konuşmaya başlıyorlar. Yavaş yavaş hazırlandım. Hasan önce kalktı, arkasından Hilmi. Kilitli çantamı açıp kapatırken bakanlar oluyor. Hilmi soruyor, “Abi içinde para var mı?” Birisi arkasından ona sordu, “Ne biçim hırsızsın sen? Önce parayı soruyorsun.” Hilmi düzeltiyor. “Hırsız falan değilim, parası varsa ödünç isteyeceğim. Hem de şimdi değil, param bittiği zaman. Daha dün geldim, param henüz bitmedi. Ağabey kilitli çanta kullandığına göre saklayacak birşeyleri var demektir. Benim de aklıma para geldi, o nedenle böyle konuştum!” Çantamdan defterimi çıkardım, Hilmi’ye gösterdim. Öğretmen görmek istedi. İsterse veririm, diye yanıma alıyorum.
Kahvaltıya indik. Fikret Madaralı Öğretmen yok. Benim için büyük bir eksiklik. Acaba neden gelmedi? Geç kalmış herhalde biz çıkarken geldiğini gördük. Tam zamanında yetişti. “Günaydın!” “Sağol!” Tatilde neler okuduk? diye sordu. Kendisi sürekli günlük gazeteleri birkaç dergiyi izlemiş, üç de kitap okumuş. Bizleri merak etmiş. “Okuma olanağı buldunuz mu?” dedi. Hasan Üner’e sordu. Hasan üç kitap okumuş. Sıraladı, Çalıkuşu, der demez güldü, “Aferin, ben de bunu hepinizin okumasını isteyecektim, iyi ettin, bana anımsattın!” dedi. Arkasından “Haydi bakalım, senden başlayalım, tanıt bize bu kitabı!” Öğretmen geçti, yerine oturdu. Hasan önce kitaba neden Çalıkuşu dendiğini anlattı. Aslında kitaba konu olan kişinin Feride adlı bir kız, sonra okuyup Öğretmen olduğunu, daha sonra başından geçenleri sıraladı. Öğretmen gülerek “Ben sana anlattırmakla iyi etmedim galiba, bazı açıkgözler senden aldıkları bilgilerle yetinip kitabı okumayacaklardır. Gerçekten senin anlattıklarını anlamış olurlarsa, bunlara bir sözüm olmaz. Ancak kitabı ben defalarca okudum, okuttum. Başka ayrıntılar da sorabilirim, bu da unutulmasın!” dedi. İsmet, Dikmen Yıldızı’ı, Arif Kalkan, Dağları Bekleyen Kız’ı anlattı. Öğretmen hepsinden hoşnut oldu. 2. derste kendi getirdiği bir kitaptan çok güzel bir öykü okudu. Daha doğrusu hepsini okumadı, “Tamamını sonra okuruz!” dedi. Wilhelm Tell-Giyom Tel. İki türlü okunabilirmiş. Almanca’dan çevriymiş. Friedrich Schiller. Öğretmen okurken tüm arkadaşlar yokmuş gibi sessiz dinledik. Hem çok güzel okuyor, hem de okuduğu çok ilginç bir didişme, bir tür savaş. Öğretmenden sonra aynı konu uzadı gitti.
Ömer Uzgil Öğretmen “Guten Tag!” deyince şaşırdık, “Guten Tag!” dedik ama şaşkın şaşkın baktık. Öğretmen sordu. “Yoksa Fikret Öğretmen sizi çok mu sıkıştırdı?” Sami hazır cevap; “yok Öğretmenim, çok güzel bir öykü okudu, heyecanlandık: Giyom Tel.” Ömer Uzgil Öğretmen kısaca aynı öyküden, yazarından söz etti. Dersimize başladı. Dersimiz, Resim-İş olarak düşünülüyormuş. İlerde atölyemiz olunca iş dersleri görecekmişiz. Şimdilik salt resim yapacakmışız. Birer kağıt dağıttı. Adlarımızı, numaralarımızı yazdık. Tahtaya bir büyük resim astı. Bir adam oturmuş, eli çenesinde bir yere bakıyor. Dirseği masaya dayalı Masanın üstünde bir bardak var. Adam, bardak bir de masa üstü çizilecek. ”Ne kolay!” diyenler oldu. Öğretmen güldü ama bir şey demedi. Yalnız 1. dersin sonunda kağıtları alacağını söyledi. Bütün çabalamama karşın ders sonuna dek adamı bitiremedim. Bardaksız olarak kağıdımı verdim. Verirken bardağı yetiştiremediğimi söyledim. Öğretmen güldü, “Bardağı da öbür derste tamamlarsın!” dedi. Kağıtları aldı, gitti. İkinci derse Öğretmen gelmedi. Okula konuklar gelmiş, onları karşılayacakmış. Konuk dedikleri Trakya Genel Müfettişi Kazım Dirik. Uzaktan görünce tanıdık. Dersliğe de geleceğini söylediler. Sessizce bekledik. Zil çaldı, yemeğe gittik. Yemekte de Genel Müfettiş Kazım Dirik’i bekledik. Oraya da gelmedi. “Gitti!” dediler. Okul Müdürümüzü de arabasına alıp gitmiş. Kimi arkadaşlara konu çıktı “Genel Müfettiş Müdürümüzü nereye götürdü?”
Atelyede bütün fısıltılar bunu üstüne oldu. İlk kez marangozluk dersinde resim çizdik. Örnek çizimler var. Çerçeve geçmeleri. Dişiler, erkekler. Bu çizimler şimdilik kağıda, önümüzdeki günler tahtalar üstünde olacakmış. Harun Özçelik, Salih Baydemir çok güzel çizgi çiziyorlar. Bunu Naci Öğretmene söyledim. Gülerek, “Çok kurnazsın, seninkileri beğenip beğenmediğimi öğrenmek için bu taktiği kullanıyorsun, ben senin çizdiklerini de onlar kadar doğru, güzel buluyorum. Üstelik işimiz salt çizmek değil, o çizgileri tahtalar üzerinde uygulamaktır. Ben, işin bu safhasında senin daha da başarılı olacağını biliyorum, buna inanıyorum!” Biraz utandım. Ben böyle düşünmemiştim. Genel Müfettişin derslikleri neden gezmediğini sordular. Naci Öğretmen, “O okula gezmeye gelmemiş, yeni okul için seçilen yerleri görmek istemiş, Müdürümüzü de onun için yanında götürdü. Arabamız olmadığı için okul müdürümüzü gelip kendisi almış. Çok nazik bir insan, sizi görmeye kesinlikle bir gün gelecektir!” Okul yeri konusu gene ortaya çıktı. Ben bizim köylülerin sözünü söyledim. “Papazın tarlasına yapılmasını istiyorlar!” dedim. Öğretmen güldü, “Nedir o papazın tarlası dediğin?” Olayı anlattım. Arkadaşlar şakaya alıp gülüyor. Öğretmense “Neden olmasın? 1000 dönüm az değil, okul yapılınca orası bir kasabaya dönüşecek, yolu suyu olunca pekala olur. Zaten şimdiki yerler de benzer alanlarmış. Kesin değil ama arkadaşın anlattığından daha iyi olduklarını da sanmıyorum!” dedi. Eyvah! Hepimizi içten içten bir kaygı aldı. Büyük binalar umarken kırsal alanlardan tarlalardan söz etmek hiç hoşumuza gitmedi. Bir taraftan çizgi çiziyoruz bir taraftan da aramızda homurdanıyoruz. Zil çalarken Öğretmen bizi teselli edici sözler sözledi. “Olayları abartmayın. Hep beraber çalışarak, hazır bulacaklarımızdan daha iyisini yapacağız. Göreceksiniz, bize bir yer göstersinler, gelsinler sonra bakalım orasını tanıyabilecekler mi?” Naci Öğretmenin tesellisiyle dersliğe gittik. Yapıcılık atelyesinde de benzer konuşmalar olmuş. Orada başka bir söz de ortaya atılmış. Sözde Okul Müdürü gösterilen yeri beğenmemiş, “Olmaz!” deyip gelmiş. Olay, Genel Müfettişe anlatılmış, Kazım Dirik Paşa o nedenle gelip Müdür Beyi kendisi almış. “Vay, durum daha da kötü gibi!” sözler edilince, benim canım (sil yeni baştan) gene sıkılmaya başladı. Sözde köyde konuşurken duyduğum üzüntülerden sonra bu konu üstünde durmayacak özellikle de üzülmeyecektim. Günlerce Papazın tarlasında okul varsaydıktan sonra başka yerlerde olmasına üzülmenin anlamsızlığını unuttum galiba. Bir kez daha karar verdim. Naci Öğretmenin dediği gibi, “Biz kendi okulumuzu gönlümüzce yaparız!”
Sami Akıncı yarınki dersleri yazmış, Matematik-Yazı. Anlaşıldı, cumartesi dersleri de belirdi sayılır. Müzik, yeni ders, Beden Eğitimi. Belki yerleri değişik olur. Yarın matematik. Ahmet Gürsel Öğretmen kesinlikle sorular soracaktır. Çemberler, daireler, çevre çizgi, kesen çizgiler. Ölçülü kesenler, çaplar, yarı çaplar. Alan bulmalar. Çember uzunluğunu çapa bölünmesi ile çıkan sayının, alan işlemlerinde kullanılması. Bunları biliyorum. Dörtgen çeşitlerinde, üçgen konusunda bir sorunum yoktu. İçim rahat, gene de matematik-geometri defterlerimi çıkarıp gözden geçirdim. Halil soruyor, “Sen, okul yeriyle hiç ilgilenmiyorsun!” Aynı soruyu ben ona sordum, “Sen okul yeriyle hiç ilgilenmiyorsun!” Onun yanıtı, “Bana sormuyorlar, sorulmayan soru yok demektir, dolayısiyle olmamış sorunun yanıtı da gereksiz olur!” “Benim düşüncem seninki gibi, senin düşüncen de benimki gibi.” Gülüyoruz. “Konuşanlar bu işi halledecekler!” Böyle diyoruz ama içimde gene de bir burukluk var….
Zilin çalmasını bekliyorum. Aç değilim ama, yemek yersem belki kederim uçar. O da oldu, zil tınlayınca herkes kalktı. Ziller bir bakıma konuları değiştiriyor. Okul işi derslikte kaldı. Yemek tahminleri başladı. Kim doğru bilirse ona ödül verilecek. Ben hiç tahmin edemediğim için bu işlere hiç girmiyorum. İdris, Hilmi, Yakup, Ahmet Güner, Ali Önol, İsmet, Yusuf sürekli iddialaşıyorlar. Etli papates, makarna, erik kompostosu. Tamamını hiç birisi bilemedi. Öğretmenler masasında Ahmet Gökay Ağabeyden başka kimse yok. Öğretmenler toplanmış. Müdür Bey gelmiş Öğretmenleri toplamış. Yeni haberler olacak. Derslikte fazla konuşulmadı, herkes dersleriyle ilgileniyor. Yeni bir durum, tahmin yürütmek zor. Çalışır gibi görünüp haber bekliyoruz. Zil çaldı, gelen giden olmadı, yattık. Değişik bir durum. Bunları düşünürken uyudum.
6 Nisan 1939 Perşembe
Zilden önce uyandım. Alışkanlık oldu. Bundan sevinç duyuyorum. Amacım, erken yatıp uyumak, zamanında dinç olarak kalkmak. İşte bu isteğim olmuş durumda. Zili bekliyorum. Kesirli sayılar aklıma geldi. Tam sayıların kesir durumuna getirilmesi, bileşik kesirlerin tam sayıya çevrilmesi derken, 1 sayısı nedir? 1/1 tam sayı mı kesir mi, yoksa bileşik kesir mi? Birden bir sevinç duydum. Bunu Öğretmenin sakin olduğu bir sırada sormayı tasarladım. Düşünerek, uygun zamanlarda sorunca üzerinde önemle durmadığı kanısını taşıyorum. Öyle olunca konu üzerinde de özenle durmuyor. Sabırsızlanıyorum. Sonunda zil çaldı, hemen hazırlandım. Hilmi uyandı “Abi bizi bırakıp hemen kaçma!” dedi. Döndüm, kendi yatağıma oturdum. Hasan benim için “Gene bir şey peşindedir, onun için acele ediyor!” dedi. Güldüm. Beraber çıktık. Önce dersliğe uğradık. Bizden önce gelenler haber almış, Öğretmenler akşam çok geç dağılmışlar, dersler boş geçebilirmiş. Toplantı çok önemliymiş. Bu nedenle üst katta Ferit Beyin odasında toplanmışlar. Tartışmalar olmuş. Öğrenciler duymasın diye orasını seçmişler. Konu okul yeri içinmiş. Bunları nereden duyduklarını sordum. Kimse doğru bir yanıt vermedi. Aşçı geç vakit çay taşımış. “Geç dağılmış olabilirler, tartışmaları kim duymuş?” Ben böyle sorunca kızanlar oldu. Kahvaltıya gittik. Matematik Öğretmeni kahvaltıya geldi. Namık Ergin, Ahmet Ağabey, Nazmi Aybar Öğretmen onlara katıldı. Söylenenler doğru değil besbelli...
Ders zili çalar çalmaz Ahmet Gürsel Öğretmen neşeli bir yüzle geldi “Günaydın!” dedi. Karşılık verdik, oturduk. “Nerde kalmıştık?” dedi. Tebeşiri aldı tahtaya kocamanca bir daire çizdi. “Bugün önce geometri yapalım, bir değişiklik olsun!” dedi. “Dairenin aslının bir çokgen olduğunu düşünelim” deyip küçük küçük çentikler yaptı. O çentiklerin her birinin karşılığı olduğunu düşünmemizi istedi. “İşte o karşılıklı köşelerden geçen doğruların bir birine eşit uzunlukta olduklarını, çokgeni bir daire olarak düşünürsek bunların her biri dairenin çapı olur!” dedi. Daire ile çapın oluşumunu böylece anlamış olduk. Hiç değilse ben anladım. Öğretmen “Dairenin alanı!” deyince, duramadım, “Böleriz!” deyiverdim. Öğretmen baktı, “Neyi böleriz?” dedi. “Daire uzunluğunu çap uzunluğuna!” dedim. Öğretmen gene sordu, “Niçin?” “Dairenin alanını bulmak için!” dedim. Öğretmen “Sabırsızlanıyorsun, gel bakalım!” dedi. Gittim. “Ben söylemeden işe karıştın, yap bakalım ne yapacaksın?” dedi. Önce duraksadım, Öğretmene baktım, kızgın değil, gülümsüyor. “Siz dairenin alanı dediniz. Dairenin alanını bulmak için pi sayısını bulmak gerekir, bunu demek istedim.” Öğretmen “bul bakalım!” dedi. “Uzunlukları siz mi vereceksiniz, ben mi ölçeyim?” deyince Öğretmen “Aferin, atlamak niyetinde değilsin, ölç, sonucu söyle!” dedi. Dairenin çapını ölçtüm 43 cm. çıktı. 43x314=135. 02 çıktı. Daire 135 cm. dedim. Öğretmen, “Vay açıkgöz, sen iyice kestirme gittin!” dedi. Tebeşiri aldı, benim yaptığımı kendisi anlattı. Bu kez Sami Akıncı’ya “doğru mu?” diye sordu. Sami “Doğru!” dedi. Öğretmen arkadaşlara döndü. Beni göstererek “Gördünüz mü, arkadaşınız başarılı olmak için nasıl mücadele ediyor. Hem ediyor, hem de başarılı oluyor. İlk dersleri anımsar mısınız bilmem, bu arkadaşınız, sizlere yetişmek için neler yapması gerektiğini sorardı. Başarmak ne mene bir çaba ister, arkadaşınız buna çok güzel bir örnek veriyor, bunu gözden kaçırmayın!” dedi. Yerime oturdum. Benim ölçmediğim daire çemberini ölçtürdü. Söylediğim sayıdan az farklı çıkınca nedenlerini anlattı. Başka örnekler yazarak yeni problemler çözdürdü. Bu kez yarı çapı ölçtürerek daire alanlarına geçtik. Bir çok arkadaş tahtaya kalktı. Daire konusunu sınıfça kavramış olduk. İkinci derste matematik çalıştık. Öğretmen önce arkadaşlardan birkaçını tahtaya kaldırdı. Bileşik kesirlerden sordu. Yapanlar oldu, yapamayanlar oldu. Sayılar verdi. Çoğu kesir değişimlerini yaptı ama işlem içinde bocaladı. Ders sonunda her zaman olduğu gibi “Sormak istediğiniz, çözümünü beklediğiniz bir sorunuz var mı?” diye sordu. Ben tam sırası deyip sordum. “1 sayısı tam sayıdır biliyorum, ancak 1/1 şeklinde yazılınca bu bileşik midir, tam sayı mıdır?” Öğretmen “bir bir istisnadır, onu hep bir olarak düşünürsek tam sayıdır. Ancak bileşik kesir şekline sokulup problem çözmelere katılmak zorunluğunda kalınınca bileşik kesir olarak varsayılır. Sonuç olarak 1 tam sayıdır. Bunu salt 1 için değil sonsuza dek payla paydayı oluşturan tüm sayılar aynı durumdadır. 100/100, 101/101 de böyledir. Bu konu üzerinde daha durabiliriz!” diyerek ayrıldı. Halil Basutçu bu kez bana, “Sonunda Ahmet Gürsel Öğretmene kendini anlattın. Daha önce sözü ağzından alıp başka yerlere çekiyordu. Bu kez öyle yapmadı. Belli ki sana iyice güvenmeye başladı!” dedi. Düşündüm, arkadaş çok haklı. İyi gözleyip değerlendiriyor. Bu nedenle ben de onu arkadaş olarak seçmiş durumdayım. Ona güveniyorum.
Fikret Öğretmen geldi. Harun tahtaya çizgi hazırlamış. Birinci çizgide bitişik yazı harfleri, ikinci çizgide bitişik büyük harfler. Biz bunlara vaktiyle majüskül, minüskül diyorduk. İyi anımsıyorum. İlkokul 3. sınıfta arkadaşımız Bektaş bunları çok güzel yazıyordu. Öğretmenimiz Hasan Bey, güzel yazdığı için ona mürekkep takımı hediye etmişti. Mürekkepli kalemi onda görmüş hemen ben de aldırmıştım. Ancak uzun süre kullanamamıştım. Öğretmen “Günaydın!” dedikten sonra tahtaya baktı, Harun için, ”Arkadaşınız çok dikkatli, zevk sahibi, görüyor musunuz matbaadan çıkmış gibi yazmış. Haydi bakalım, siz de onlara baka baka birer sayfa yazın!” Sessizce başladık. Bir ara Öğretmen sıraların arasında gezdi, kimi arkadaşlarla konuştu. Bizim tarafa gelmedi. İkinci derste devam edeceğimizi düşünerek çok ağır yazıyorduk. Öğretmen ikinci derse gelince yazıları kaldırttı. Elindeki kitabı okudu. Wilhelm Tell-Giyom Tel. Kral avcıya kızıyor, oğlunun başına elma koydurup vurduruyor. Usta avcı kralın beklediğini yapmıyor, elma vuruluyor. Olayı görmüş gibi içimizi çektik. Öğretmen öyle güzel okuyor ki, olaylar gözlerimizin önündeymiş gibi duygulanıyoruz. Kitap tam bitmedi. Avcı dağlara çıktı. merak ediyoruz sonunda ne olacak. Öğretmen kitabı kapattı. Bekir Temuçin’e sordu, “Avcı sonunda ne olacak?” Bekir “Ölecek!” dedi. İsmet parmak kaldırdı, “Kralın yerine geçecek!” dedi. Bir çok arkadaşımız konuştu. Öğretmen başıyla “Hayır!” işareti verdi. Öğretmen çıkınca Mehmet Yücel doğrusunu söyledi. “Kitabın kalan kısmı okunmayacak, olay burada bitecek!” “Ne olacak?” diye diye yemeğe indik.
Müdür Bey dahil tüm Öğretmenler yemekte. Belli ki toplantı yapacaklar. Çoğunlukla Müdür Bey konuşuyor. Çocuklar sessizce yemeklerini yedi. Böyle sessiz bir yemek yememiştik. Dersliğe döndük, herkeste bir durgunluk var. Neler oluyor acaba? Marangozluk atelyesinde haftanın son günü. Çizimlere devam ediyoruz. Öğretmenler niçin toplanıyor? Naci Öğretmene sormaya karar verdik. Arkadaşlar bana sordurmaya kalkıştılar. Kestirip attım, “Ben o kadar meraklı değilim. Gerekli görüp toplanıyorlardır. Sana ne? derlerse ben utanırım.” Ben böyle deyince herkes kendisine göre olayı önemsedi, sormaya yanaşmadığı gibi, bir daha Öğretmen toplantısı sözü bile edilmedi.
Dersliğe döndüğümüzde, Öğretmenlerin dağıldığını öğrendik. Yemekten sonra birer ikişer okuldan ayrılmışlar. Yarın ilk ders gene müzik. Sami Akıncı proğramı tamamladı. Müzik-Kooperatif-Beden Eğitimi. Müzik notalarına çoktandır bakmamıştım. Notaları, sol anahtarına göre sıralamaları, diyezleri bemolleri biliyorum, majör gamını sıralıyorum. Yazık ki notaları sesiyle doğru çıkaramıyorum. İnici gamı doğru seslendiriyorum ama çıkarken mi-fa, si-do araları kaypak oluyor. Halil notaları doğru okuyor, ancak o da diyez-bemol, gam sıralamalarına hiç yanaşmıyor. 25 Cavit Kafkas geldi. Yarın maçları var, benden hakem sordu. Hakem bizim sınıftan olacakmış. Arkadaşlarıyla öyle karar vermişler. Ben de İsmet’i salık verdim. İsmet, Mehmet Yücel’le ortak yapmak üzere kabul etti. İki hakem olacakmış. Maça ben de davetliyim. Aslında tüm arkadaşlar davetli ama ben özel olarak Cavit tarafından çağırılıyorum. Bu da bir konu. Öğretmenler bu maçı çok önemsemişler. Okullar arasında kaynaşma olmalıymış. Aynı okuldayız ama biz onları, onlar bizi hiç görmüyorlar. Ön bahçeye ben birkaç kez gittim. Hiç girmemiş arkadaşlarımız var. Maç konusu öteki konuları gölgeledi. Şimdi kim yenecek? Bizim sınıfta bazıları maçı istemiyor. Bizimkiler yenilirse okul yenilmiş sayılacak. Oysa okul demek bizim sınıf demekmiş. Bizim sınıf yenilmeden okulun yenilmiş olması doğru değilmiş. İsmet teselli etti. “Merak etmeyin ben hakem olacağım, bizimkileri yendirmem.” Yaşa, varol sesleri. “Çocuklar iyi oynayıp yenerse hakem nasıl engel olur?” “Olur, olur, oluuuuur!”
Kooperatif dersine biz bir süre girmiştik. Sonra ne oldu da kesildi? Bunu anımsadım, arkadaşlara sordum, unutmuşlar. Hüsnü bana yardım etti. Fikret Madaralı Öğretmen Hüsnü’ye Bulgaristan kooperatifleri üstüne sorular sormuştu. Halil de anımsadı. Memur Kooperatifleri, Tarım Kredi Kooperatiflerinden sözler edilmişti. Olay yayıldı, öteki sıralarda da kooperatif tartışmaları başladı. Halil’in dikkatini çekmiş, “Seni çağıran çocuk yaman birine benziyor; nasıl da güvenli konuşuyor!” dedi. 25 Cavit Kafkas, bana “Biz onları yeneceğiz, korkma gel Abi!” demişti. Halil bu söze takılmış. Cavit’i daha Edirne’de tanımıştım. Söz verdim. Halil’e Cavit için “Çok açıkgöz, akıllı!” dedim. Halil, “Gerçekte bizden ne farkı var? Biraz yaşı küçük, o da ilkokul bilgisi almış, biz de. Şurada birkaç aylık farkımız var. O, ara vermediği için daha karlı!” dedi. Halil’e karşı olmadım ama gene de güldüm. “Oysa ben kendimi onlardan çok farklı sayıyorum. Abi demeyenlere biraz yukardan bakıyorum.” Bunu biraz pişmanlık duyarak söyledim. Düpedüz böbürlenme oldu. Halil sustu. Sözü değiştirip konuyu Resim dersine getirdim. Halil’in güzel resim yaptığını biliyorum. Arkadaşın fikrini almak için kurnazca bir yöntem denedim. Resim defterimi gözden geçirir gibi yaptım: “Resimlerimi hiç beğenmiyorum ama daha iyisini yapamayacağımı bildiğimden yenilemeye yanaşmıyorum!” dedim. Halil susunca numaramın sökmediğini anladım. Ancak, anlamamış gibi sözümü sürdürdüm: “Öteki ders defterlerimi sık değiştiriyorum. Onları yazmak daha kolay!” dedim. Bu kez de kitapları söze kattım: “Okuma kitabını açınca çalışacak bir şey bulamıyorum. Parçaya bakınca “Ben bunu biliyorum!” deyip geçiyorum. Şiirler biraz çabuk unutuluyor. Onları tekrarlıyorum!” Halil yazarlarla arasının iyi olmadığını söyleyince, iyice dillendim. Şair olarak, Öğretmenin istedikleri, Mehmet Akif Ersoy, Kemalettin Kamu, Ziya Gökalp, Enis Behiç Koryürek’e benim eklediklerim, Faruk Nafiz Çamlıbel, İbrahim Alaettin Gövsa, Mithat Cemal Kuntay… Halil’in dinlediğini görünce yazarlardan Ömer Seyfettin’i anlattım. Subaymış, esir düşmüş, bir yılını düşman elinde geçirmiş. Bu arada tatil dönüşü bana arkadaşlık eden İlyas Amcanın askerlik olayını ekledim. Ömer Seyfettin’le İlyas Amca ikisi de aynı savaşta, Balkan Savaşı’nda esir olmuş. İlyas Amca Arnavutluk sınırlarında kaldığından bir başka acıklı durumu yaşamış. Halil “Balkan Savaşı büyük bir felaketmiş!” dedi. Balkan Savaşı’na babam “Savaş değil köpek dalaşı!” derdi. Büyük devletler, Balkanlarda yaşayan bizim eski komşularımızı (Babam beslemelerimizi derdi) kandırıp üstümüze saldırtmışlar. Sırp, Karadağ, Bulgar, Yunan. Yunanistan dışındakiler daha devlet mekanizmalarını bile kuramamışlarmış. Babam 1900 yılında Bulgaristan’daymış. Askerlik çağrısı üzerine Bulgaristan hükümetine Bedelli olacağını bildirmiş. Bulgar Hükümeti makamları, henüz böyle Yasa hazırlanmadığını bildirmişler. Oysa 12 yıl sonra gelip bizimle savaşmışlar bir güzel de yenmişler. Savaşları konuşurken zil çaldı. İsmet gülerek geldi: “Siz ne konuşuyorsunuz, maç heyecanı duymuyor musunuz?” dedi. Halil, İsmet’in daha önce söylediğini anımsattı: “Senin hakemlik yaptığın maçı kaybetmeyeceğimizi bildiğimizden zaferi garanti sayıyoruz!” dedi. Zil çalınca birlikte indik. Kendi kendime güldüm. Sonunda konuşmayan arkadaşımı konuşturdum...
8 Nisan 1939 Cumartesi
Karmakarışık rüyalar gördüm. Sevinerek yatmıştım. Notlarım iyi, en iyilerden biriyim. Almancam 6. Tabiat Bilgisi 7. Coğrafya 9. ötekiler hep 8. Sami dışında en yüksek not toplamı benimmiş. Not toplama işini Mehmet Yücel yapıyor. Mehmet bana müjdeledi. “Tarım, marangozluk, yapıcılık notları gelince senin ortalaman Sami’yi geçer!” dedi. Ne demekse güzel ama benim Sami ile yarışacak durumum yok. Bir kere o çok çalışıyor. Benimki biraz raslantı. Bana birincilik değil başarılı olmak gerekli. Mehmet Yücel açık yürekli, “Yaşa, senin bu tarafını seviyorum!” dedi elimi sıktı. Bugün çok önemli, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı Öğretmenler belki not söyleyecekler Onlar da söylesin bakalım. .
Müzik dersinin birinci saatında bir süre nota okuması yaptık. 2. ders sonunda notlarımızı öğrendik. Benim notum 6. Zayıf alan yok. En düşük not 5. O da ya dört ya da beş kişinin. Çoğunluk 7 ile 8. Benim notuma herkes şaştı. Yanlış okundu diyenler oldu. Öğretmen duydu, bana baktı. Numaramı sordu. 66 olduğunu söyledim. Öğretmen güldü, “Senin şansın zaten altıdan açılmış!” dedi. İsmet sabırsızlık etti. “Öteki derslerinin hepsi 8-9” deyince Öğretmen hayretle, “Kimin 66’nın mı?” diye sordu. Öğretmen bana bakarak, “İsterse kalkar, sorulara cevap verirse layık olduğu notu alır!” dedi kesti. Ben gülümsedim. Öğretmen de bana bakarak gülümsedi “Öyle değil mi?” diye sordu. Biraz durgunca, biraz tutuk bir sesle “Öyle!” dedim. Sustum. Halil dürttü “Sor şimdi mi kalkmanı istiyor, yoksa bir başka derste mi?” Parmak kaldırdım, Sordum “Şimdi mi kalkayım, başka derslerde mi?” Öğretmen deftere bir daha baktı. “66 biliyor musun, Öğretmenin verdiği nota itiraz etmek biraz cesaret biraz da şans işidir. İyi düşün, şimdi de olur, sonra da. Sonra olursa çalışma şansın daha fazladır, istersen sonra olsun!” Biz konuşurken zil çaldı. Öğretmen ayrıldı. Sınıfta bana en çok karşı olanlardan Fettah Biricik arkadaş bile, Öğretmen arkasından “Vay canına!” çekti. Öteki arkadaşlardan bazıları bana “Amma da sabırlısın, senin kadar tahtaya kalkan olmadı, çoğumuzun yanlışlarını sen düzelttin” dediler. Ben olayı kendi açımdan aldım: “Öğretmen müziği söyleme olarak alıyor. Sesli söylemeyi doğru yapamadığımı ben de biliyorum. Öteki bilgilerde başarılı olmasam Öğretmen bana kesinlikle zayıf verecektir. O nedenle Öğretmene söyleyecek bir sözüm yok. Tahtaya kaldırırsa sorduklarına yanıt veririm. Ancak Öğretmen bana soru değil, şarkı söyletecektir!” Arkadaşlar bir süre benim notum üzerinde durdular, haklı haksız konuştular. Bir ara arkadaşların etkisinde kalıp haksızlığa uğradığımı düşündümse de çabuk toparlandım: “Ben İstiklal Marşı’nı bile söyleyemiyorum. Abdullah Erçetin 8 aldığına göre benim 6 oluşuna bile şaşıyorum!” deyip kendimi toparladım. “Notaları sesli okuyup şarkıları doğru söylemeden not arkasında koşmak yok!”
Kooperatif dersinde Öğretmen tüzük okudu. Yeni kooperatifi bu tüzüğe göre kuracakmışız. Beden Eğitimi dersinde Öğretmen not söylemedi, “Hepiniz iyisiniz!” demekle yetindi. Bu kez Pancar köyü yolunda yürüdük, koştuk. Bayrak törenini Ömer Tunalı yönetti. Arkadaşlar nedense birden Adem Gürçağlayan’a cephe alır gibi oldular. “Ömer Tunalı daha iyi söyletiyor!” Adem Öğretmen için, “O ne öyle düdükle ses vermek, kendi sesi yok mu?” gibilerde bir süre konuştular. Bu tür çıkışları sevmiyorum, karışmamaya da kararlıydım. “Notum 6 olmuşsa ne olmuş? Bir çok arkadaşın başka derslerden notları 6 bile değil!” deyip kendimi teselli ediyorum. Yemekten sonra İsmet’le verdiğimiz kararı uyguladık. Halil de bize katıldı. Uzun süre voleybol oynadık, Tarım bahçesine dek yürüdük, döndük. Okulun tam karşısındaki evin pencereleri açılmış. Radyoda adamın biri kıyasıya bağırıyor. Meğer maç anlatıyormuş. Ben ilk kez duydum. Arkadaşlarımız içinde anlatanın adını bile bilen varmış. Şaştım. İstanbul’da ayak topu oynayanları biliyorlar. Onların maçlarını anlatanı da biliyorlar. Güneş Takımı, İstiklal Takımı, Galatasaray takımı, Beşiktaş Takımı, Fenerbahçe Takımı dediler, durdular. Anlatan da Sait Çelebi imiş. Adı madı önemli değil adamın bağıra çağıra konuşması ilgimi çekti. Bir ara “Tamam, goooool!” diye de bağırdı. Bahçede çalışan da hopladı, zıpladı. Meğer bahçe kazan da gol atan takımı tutuyormuş. Bir yaşıma daha girdim. Ben iki elle top tutamazken başkaları ayaklarıyla oynuyor. Üstelik İstanbul’da oynayanlar gol atınca Alpullu’da bahçe kazan adam sevinçten zıplıyor. Mehmet Yücel bana baktı, “İbrahim, sen böyle konuşursan Beden Eğitimi dersinden düşük notu alırsın!” dedi. Okula döndük. Aklıma bir kurnazlık geldi yatakhaneye gittim. Radyo çalan ev tam bizim yatakhane karşısında, pencereyi açtım. Ses sokaktaki gibi duyuluyor. İstediğimiz zaman dinleyebileceğiz. Bu denemeden sonra dersliğe inip arkadaşlara anlattım. Sevindiler. Cumartesi günleri maç izleyeceklermiş.
Yatağa yatınca gündüzki gibi rahat olamadım. Müzik Öğretmeni gerçekten her derste kalkıp gam kurallarını yazdığımı, diyez, bemol sıralarını anlatınca çektiği aferinleri unuttu mu? Üstelik sorduğu soruları tamı tamına yazıp verdim. Mehmet Yücel’in dediği gibi kağıtlara bakmadı mı yoksa? Mehmet Yücel, “O, kağıtlara bakmamıştır!” dedi, çıktı. Ağzını açmayan Emrullah Öztürk’ün, “Bilmiyorum!” diyen Hüseyin Serin’in notları 7. Dörtlü, beşli kuralları uygulayarak 5 diyezli, 5 bemollu gamları tahtaya çizen benim notum 6. Yarın arkadaşlar bunu Fikret Madaralı Öğretmene söylerse ne diyeceğim. “Olsun, dersler bitmedi ya, bir başka sınavda daha iyi not almaya çalışırım!” demeliyim…
9 Nisan 1939 Pazar
.
Akşamki tedirginlikten iz kalmamış. Öğretmenin evine nasıl gideceğiz? O bizi nasıl karşılayacak? Neler soracak? Öğretmenin hanımını düşündüm. Bizimle konuşursa nasıl yanıtlayacağım? Kırklareli’deki yengelerimi anımsadım. Atiye Yengem, çok rahat konuşur, takılır, ne söylersen söyle üstünde durmaz, güler geçer. Öteki M,üzeyyen Yenge öyle değil, ağızdan çıkan her sözü ölçer biçer, sık sık “Ne demek istedin?” gibilerde sorular sorar. Geçen gün evine gittiğimiz Hasan Çevik Öğretmenin eşi de çok yumuşak insan, annelerimiz, ablalarımız olup olmadığını, ablalarımızın çocuklarını sordu. Kendi ev yemeklerinizi özlüyor musunuz? dedi. Bakalım Madaralı Yengemiz nasıl karşılayacak? Bu düşncelerimi arkadaşlara açmayacağım. Zil çaldı. Halil yanımdan geçerken “Kalk hadi!” dedi. Kalktım. İsmet sordu, “Dayı bugün oynuyor muyuz?” “Öğle yemeğine dek oynayabiliriz!” Öğleden sonra niçin oynayamayacağımızı sordu. İsmet’e küçük yalanlar söyleyebilirim ama tümden aldatmaya gönlüm razı olamaz. O nedenle “Fikret Madaralı Öğretmenin bahçesinde küçük bir iş yardımında bulunacağız!” dedim. İş işin içine girince İsmet hem işle barışık olmadığı için hem de benim işe düşkünlüğümü bildiği için üzerinde durmadı. “Gelince de oynarız!” deyip ayrıldı. Derslikte Emrullah, Hüsnü, Halil bir araya geldik. Hüsnü ile Emrullah daha önce gitmişler, evi, yolu biliyorlar. Öğle yemeğinden sonra yola çıkacağız. Kahvaltıdan sonra derslikte Monte Kristo okudum. Dönüp dönüp okuduğum yerler var. Halil bunları görüp “Sen bu kitabı bitirmeye niyetli değilsin!” diyor. Kitabın özelliğini bilmediği için durumu anlatamıyorum. Aslında kitabın olaylarında değişmeler var. Kişilerin bir önceki durumları söz konusu olunca dönüp bir daha okumak gereğini duyuyorum. Bahçeye indik bir süre top bekledik. İsmet küçüklerden bir top buldu, sözümüzü yerine getirdik. “Hergün oynayacağız!”ın en doğru yanıtı, ”Her gün oynadık!” olmalıdır.
Öğle yemeğinden bir süre sonra yola çıktık. Sinanlı yolunu hep biliyoruz. Köprü hakkında da bilgilerimiz var. Sözde Mimar Sinan tarafından yapılmış deniyor ama, bunun doğru olmadığını anlatanlar da var. Köprü Mimar Sinan olduğundan mı köyün adı Sinanlı yoksa Sinanlı köyü köprüsü olduğu için mi Sinanlı köprüsü deniyor? Tartışmalı bir durum. Konuşa konuşa Öğretmenin evine girdik. Öğretmen bizi bahçe kapısında karşıladı. Bahçeye masa hazırlanmış. Oturduk. Öğretmen bize hiç alışık olmadığımız bir yakınlık gösterdi. Hanımı “Hoşgeldiniz!” dedi, hatırımızı sordu. Az sonra Öğretmene, “çayları getirelim mi?” diye sordu. Öğretmen “Sen bilirsin Canikom!” dedi. Öğretmenin hanımını tanıdıktan sonra içimden adını düşünmüştüm. Öğretmen Canikom, deyince içimden bir titreme geçtgi. Canikom Türk adı değil. İçimden “Demek Öğretmen bir yabancıyla evli.” Bu durum bende, elimde olmayan bir gerginlik yarattı. Çaylarla birlikte, evde yapılmış çok çeşit yiyecekler geldi. Öğretmen hanımını övdü. “Yemek, dikiş, tutumluluk konusunda örnektir!” dedi. Öğretmen, evlenirken nelere dikkat edeceğimize şimdiden hazırlanmamızı tembihledi. Konuşmalar geçmişten, gelecekten, Öğretmenin çocukluğundan bizim geçmişlerimize dek sürdü. Bir sıra sonra Öğretmenin hanımı kapıdan “Bir şey istiyor musunuz Canikom!” dedi. Aynı iç titremesi bende gene oldu. Bu kez “canikom”u hanım söylemişti. Canikom birden Öğretmen hanımı gözümde güzelleştirdi, bakışları daha içtenlikli oldu. Geldi yanımıza, hem de benim yakınıma oturdu. Bahçeyi göstererek, “Fikret’le yarışıyoruz, hangimizin fesleğenleri, hangimizin marulları daha gür olacak? Şu arka sıra benim, şunlar da Öğretmeninizin!” deyince az önce güzelleşen yüz bu kez iyice aydınlandı. Fikret Madaralı Öğretmenin derslerde anlattığı, o övüt yüklü konuşmaları bu yüzde görmeye başladım.
Öğretmen okuduğumuz kitapları birer birer saydırdı. Öteki arkadaşlar pek konuşmadı. Ben okuduklarım saydım. Beyaz Zambaklar Ülkesinde deyince öteki arkadaşlara hemen okumalarını önerdi. Üç Silahşörler’le Monte Kristo üzerinde durmadı. Bu Toprağın Kızları dizisinden söz etti. Sonuç olarak “Kitabın kötüsü, okunmamış kitaplardır. Okunmuş kitaplar hep iyidir!” dedi. Benim günlük notlarımı sordu. “Bundan böyle sizin dediğiniz gibi daha kısa notlar yazıyorum!” dedim. Öğretmen “istersen, haftalık notlarını pazar günleri de yazabilirsin. Ben uzun zaman öyle yaptım. Olayların tarihini belirtir, anlatmak istediklerini not edersin. Bazan çok önemli bir durum ortaya çıkar. Onu gene günün tarihine göre anlatırsın!” Ruzname sözünü açıkladı. Ruz Farsça gün demekmiş. Name de yazı ya da mektup anlamlarını taşıyormuş. Bize göre Günlük Notlar demek en doğrusu!” dedi. Öğretmeni dinlemek derslerdeki konuşmaların ötesinde çok öğreticiydi; çok içtenlikli, unutamayacağımız birgün oldu. Keşke daha uzun süre kalabilseydik istekleri içinde geç vakit kalktık. Öğretmenle eşi bizi yola dek uğurladı. Yola çıkınca dayanamadım Canikom sözünü sordum. Meğer kentli insanların çoğu bu sözü kullanıyormuş. Sevgilim, eşim, dostum anlamlarını taşıyormuş. Öğretmenin eşi özbeöz Türkmüş. Unutamayacağım bir söz daha öğrendim: Canikom.
Okula geç geldik. Top oynamaya bu günlük yarına kaldı. İsmet, “Bahçede ne yaptınız?” diye sorunca Halil şaşırdı. Ben sözü ağzından alarak “Fazla birşey değil, Bir çok şey ektirmiş, doğru olup olmadığını kontrol ettik!” dedim. Halil’e sonra anlattım.
Arkadaşları dinledim, çoğu tedirgin. Ömer Uzgil öğleden sonra bahçeye inmiş orada boş oturanlara övütler vermiş, “Dersliğe girin çalışın!” demiş. Bunu sorun yapmaya kalkışanlar var. “Bizim dinlenme hakkımız yok mu?” İçimden, “Dinlenme hakkın var ama çalışma zorunluluğun da var. Bunu dengeleyip kullanmak gerekiyor.” Arkadaşların neşesi kaçmış durumda. Böyle olacağı belliydi. Gündüzki güzel duyguları anımsayıp, zil çalınca yattım. Öğretmenlerin nasıl bir yaşamları var? Aylık alıyorlar, her alacaklarını onunla karşılıyorlar. Memurlar da öyle. Hasan amcam en yakınım. Aydan aya aylık alıyor, Atiye Yengemle çarşıya çıkıp alacaklarını alıyorlar, sonra onlarla besleniyorlar. Yığınla yiyecekleri yok ama taze taze alma da ellerinde. Üstelik temizliği var. Kentlerde yaşayanlar hep böyle mi acaba? Bir bakıma da üzücü, ne koyunları var ne de kuzuları oluyor. Yumurtlayacak tavuğu bile olmaması hiç de güzel olmasa gerek! Yumurtayı bile parayla alıyorlar. Memur evlerini kupkuru olarak düşlemeye çalıştım. Herhalde bizim kahve gibidirler. Köydeki okulu anımsadım. Orada da yiyecek birşeyler yok. Benzetmelerimi beğenmedim ama gene de güldüm...
10 Nisan 1939 Pazartesi
Zil çalınca bir fısıltı başladı. Ömer Uzgil gelmiş. Kapıda bize bakıyormuş. Ben çabuk hazırlandım. Benden sonra içeri giren Ömer Uzgil, “Siz iyice gevşettiniz. Size biraz disiplin gerekecek!” türünden konuşmuş. Ben duymadım, kimi arkadaşları iyice azarlamış. Kahvaltıda bu konu edildi. 6 Ali, 77 Emrullah, 75 Yakup, 79 Ahmet’in numaralarını almış.
Bayrak töreninden sonra Ömer Uzgil açıklama yaptı. “Artık bahar geldi, havalar ısındı. Bizim de silkinip doğaya ayak uydurmamaz gerekiyor. Bundan böyle okulun düzeni için zillere uyulacak. Ders dışı zamanlarda, bahçede başıboş dolaşılmayacak. Çalışma, dinlenme saatleri dersliklere asılacak, öğrenciler bunlara uyacak! Nöbetçi Öğretmenleri titizlikle öğrencileri izleyecek, uymayanların dikkatini çekecek. Tekrar edildiğinde ceza işlemi yapılacak!”
Değişik bir hava içinde törenden ayrıldık. Matematik dersinde de Türkçe dersinde de yeni konular işledik. Matematik dersinde geometriden benzer üçgenler üzerinde durduk. Benzer üçgen bir üçgen türü değil her tür üçgenin açı uyumlarına karşın kenarların eşit uzatılması sonucu oluşuyor. Bana kolay geldi. Türkçe dersinde Yahya Kemal Beyatlı’dan bir şiir okuduk. Akıncılar. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. -Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik” Ezberleyeceğim. Bu şiir bana kolay geldi.
Öğle paydosunda Sami Akıncı derslik tahtasına nöbetçi Öğretmen listesi astı. Pazartesi Fikret Madaralı, Salı Sabit Soysal, Çarşamba Salih Ziya Büyükaksoy, Perşembe Ahmet Gürsel, CumaNamık Ergin, Cumartesi Hamdi Bağ, Pazar Nazmi Aybar. Sami’nin dediğine göre bundan böyle nöbetçi Öğretmenleri, akşam serbest çalışma saatlerinde derslikte olacaklarmış. Biliyoruz, Karaağaç günlerimizde böyleydi. Bu daha iyi olacak. Sessizlik içinde çalışırız.
12 Nisan 1939 Çarşamba
Artık eskisi gibi sallanma yok, Zil çalar çalmaz dışarıya çıkıyorum. Nöbetçi Öğretmenine ya da Ömer Uzgil’e yakalanmak istemiyorum. Öyle ki gece rüya gördüm, neydi, nasıldı, doğru dürüst yatakta düşünemedim bile. Biraz sıkıntılıydı herhalde. Ali Eniştem askere gidiyormuş, buradan geçecekmiş. Neden buradan geçiyor? Acaba Edirne’ye mi gidiyor? Edirne içine giderse, tatilde yanına giderim, diye düşünüyorum. Gider miyim, gitmez miyim? Karışık. Bunun nesinden sıkıldım? Sonuçsuz bir durum. Uyandım, herşey yok oldu. Galiba buna üzüldüm.
Tarih dersinde Helenizm Uygarlığı etkileri. Öğretmen küçük kimi sorular sordu. Çoğunu kendi açıkladı. Roma İmparatorluğu’na geldik. Med ya da Pers savaşlarının yanına bir de Pön Savaşları eklendi. Sonunda Ogüst’üme kavuştum. Ogüst’ü iyi öğreneceğim. A ile bir gün karşılaşırsam, bunu anlatacağım. Gerçek Ogüst ne mene bir kişiymiş!
Yemekten sonra Tarım Bahçesine giderken Ali Ağabeyimin araba ile geldiğini gördüm. Önce tanımadan ya da bakmadan geçtiler. Arkadaşlar toplu durumda yürüdüğü için beni seçemediler. Arabada iki ablam da var. Bir an duraladım. Araba okula doğru gidiyor. Toparlanıp Öğretmene gösterdim. “Beni ararlar!” dedim. Öğretmen izin verdi. “Dilediğin kadar görüş, erken ayrılırsan bahçeye dön!” dedi. Arabanın arkasından koştum, okula varmadan yetiştim. Onlar da şaşırdı. Ablalarım beni görmeye gelmişler. İkisi de ağladı. Ben de ağlamalarına şaşıyorum. Küçük ablamın minicik bebeği var, “Dayısını görmeye gelmiş”miş. Gözleri boncuk boncuk, açıp bakıyor, güler gibi yapıp gene yumuyor. Arabayla dört saatlik yola katlanmış. Ablalarım beni iyi bulduklarını söylediler. Yiyecek, çorap, çamaşır getirmişler. Buradan Sofuali’ye geçeceklermiş. Akşam orada kalıp bebek büyük halasıyla (Elfide halasıyla) tanıştıktan sonra yarın köye döneceklermiş. “Bu minicik bebek bu kadar yola nasıl dayanıyor?” diye sordum. Küçük ablam “O hep uyuyor dayısı!” dedi. Bu dayısı sözüne hep gülüyorum. Ablam sordu, anlattım. İsmet bana dayı dediği için arkadaşlar bize arada takılıyorlar. O kadar dayı sözü ediliyor ki bazan iş şakaya dönüşüyor... Köyden haber getirdiler. Babam iyiymiş. Gülsüm iyiymiş, okulunu bitireceği için seviniyormuş. Ağabeylerim, Ali Eniştem iyiymiş. Akşamki rüyamı anlattım. Ablam, “enişten Eğitmen Kursuna gitmeye niyetleniyor, onu görmüşsündür” dedi. Düşündüm sahi onunla ilgisi var galiba! “Eniştem Eğitmen Kursunun Edirne’den ayrıldığını bilmiyor mi?” diye sordum. Ablam güldü, “Daha o kadar değil, yer mer aradığı yok, gitsem mi gitmesem mi aşamasından geçip kesin karar verirse, nerede olduğunu bulur herhalde!” Biz konuşurken bebek bir çığlık attı. Büyük ablam, “Yeter sohbetiniz, yemek istiyor!” dedi. Bebek ağladığı için ağladı, ablamlar ayrıldığımız için ağladılar. Aslında ben de ağladım ama gözlerim kuru olarak ağladım. Ablacıklarım beni görmek için dört saat geliş, bir saatte Sofuali’ye beş saat, yarın da dört saat gidiş, dokuz saat at arabasıyla topraklı yollara katlanmayı göze almışlar... Hele bebek, maviş gözlü bebek, bana bakışını hiç unutmayacağım. Güle güle ablalarım, güle güle cici bebek, güle güle Ali Ağabey. 15 gün önce bir engel yüzünden beni getirememiştin, onun karşılığını bugün verdin, sağol, yolunuz açık olsun! Bizim spor yolumuzdan Babaeski tarafına gittiler. Onlar uzaklaşırken kendimi tutamadım, oturdum, niçinini, nedenini düşünmeden sesli sesli ağladım. Rüya gibi bir gün oldu. Oturduğum yerden kalkmadan bir süre öyle bekledim. Araba tepeyi aşınca, kalktım önce Tarım Bahçesine yöneldim. Ayaklarım bir türlü o tarafa gitmedi...
Geri döndüm, okula girdim. Ömer Uzgil Öğretmenle karşılaştım. Elimdeki paketleri göstererek, “köyünden gelenler mi oldu?” diye sordu. Anlattım, “Gözün aydın, ne mutlu sana, ağabeyin sık sık geliyor, ablaların gelmiş, bunlar çok güzel ilişkiler, onları unutma, sık sık haber gönder, mektup yaz, onları sevindir!” dedi. Bu sözler de neredeyse beni ağlatacaktı. Çatallaşmış bir sesle “Sağolun!” deyip ayrıldım. Derslikte kimse yoktu, öylece sıraya kapanıp bir süre suskun kaldım. Arkadaşlar gelince benim durumundan kuşkulandılar, kötü bir haber aldığım kanısına saplandılar. Özellikle İsmet gene sinirlendi, “Neden bana haber vermedin?” “Gideceklerini düşünmedim, bu gece burada kalacaklarını sandım!” dedim. Sonunda anlaştık. Bir türlü kendime gelemedim. Bebek, adı Saim. Nereden gelmiş bu ad? Hemen bunu sordum. Küçük ablam, biraz anlamlı, “Eniştenin işi, askerde bu adda bir çavuşu varmış!” dedi sonra da, “Sanki o çavuş burada adını taşıyan birinin olduğunu duyacakmış gibi!” deyip güldü. Ali Ağabeyim bana sordu, “Saim de güzel bir ad değil mi?” Ali Ağabeyim benim fikrimi alıp, ablamı rahatlatmak istemişti ama ben aklımı toplayıp, onun beklediği desteği veremedim. Şimdi de onun için yeriniyorum. Bir süre böyle kendi kendimi yedim…
13 Nisan 1939 Perşembe
Çoktandır nöbetlerde duymadığımız bir sesle, Ahmet Gürsel Öğretmenin sesiyle karşılaştık. Yarı şaka yarı ciddi sözlerle uyararak bizleri hareketlendirdi. Bugün dersi yok ama olduğu zamanı unutmuyoruz. Karşı karşıya kalıp azarlanmamak için kaçışıyoruz. Kahvaltıda masalar birden doldu, birden boşaldı.
Derste de daha canlılık vardı. Türkçe Öğretmeni Fikret Madaralı Öğretmenin dikkatini çekti. Gerçi tahtaya kalkan arkadaşlar çoğunlukla mahcup yerlerine oturdu ama genelde Öğretmen iyimserdi. Yahya Kemal Beyatlı’nın şiiri Akıncılar açıklandı, ezberlenmesi söylendi. Bir çok arkadaş okudu, söz aldı. Ben parmak kaldırmadım, Öğretmen de bir şey sormadı. Resim dersinde bahçeye çıktık, serbest konu çalıştık.
Yapıcılık atelyesindeyiz. Ferit Bey, demir direkleri, telleri getirtmiş. Biz salt direkleri çakacağız. Telleri makine ile gereceklermiş. Namık Ergin Öğretmen işaretledi biz çaktık. Çok zor oldu. Toprak yumuşak gibi görünüyor ama bazı yerleri taş. Demir kazıklar bile girmiyor. Çok uğraştık. Benim ellerim iyice kızardı.
Akşam yemeğinden sonra çalışma zili çaldı. Az sonra nöbetçi Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. “İyi, maşallah!” dedi elini masaya vurdu. “İşte çalışma böyle olur!” Tahtaya bir üçgen çizdi. Sıraların önünde az durdu, gitti çizdiği üçgenin açı uçlarından eşit uzantılar çıkardı. Onların uçlarını da birleştirip daha büyük bir üçgen oluşturdu. Bu iki üçgenin nasıl bir ilişkisi olduğunu sordu. Sami parmak kaldırınca, içimden “her zaman Sami!” dedim. Sami hevesle kalktı, çizdi, çizdiklerini anlattı. Duraladı, yazdıklarını sildi, gene önce söylediklerini tekrarladı. O denli uzattı ki ne anlattığını kimse anlayamadı. Sonunda Sami yerine oturdu. Derslikte şimdiye dek görülmemiş bir hava oldu. Sami Akıncı’nın matematikten tahtaya kalkıp da yapamadan geri gelişi görülmüş değildi. Birden cesaretlendim. Öğretmene baktım, Öğretmen gülerek, ama sanki “Gel de boyunu görelim!” der gibi, “İstersen sen de kalk bakalım!” dedi. Koşarak tahtaya gittim. Sami’nin kalıtı çizgilerini sildim. Öğretmenin çizgileri kaldı:
Önce Öğretmene sordum. “Bu çizdiğiniz çizgiler eşit uzunlukta değil mi?” Öğretmen önce “Eeeee!” dedi, sonra “Eşit!” diye ekledi. “Eşit olduğuna göre bu üçgenler benzer üçgenlerdir. Benzer üçgenlerin özelliği, açıların eşit olması, açıların oluşturan kenarların eşdeğerde bulunmasıdır.” Öğretmen hemen “Öyle ama sen bunu ispatlamak için kalktın!” dedi. Ben, “Küçük üçgenin iç açıları ile dış açılarının 180 derece oluşturduğunu, aynı kurala göre büyük üçgenlerin dış açılarıyla 180 derece olacağını biliyoruz. Üçgenler, bir açı ile iki kenar verilince çizim yapılır. O halde dışta çizilmiş geniş açılı üç üçgen eşit değerde üçgenlerdir. Şöyle de diyebiliriz: Küçük üçgenin açıları büyük üçgenin açılarına eşittir. Çünkü küçük üçgenin dış açısını onlar da 180 deceye tamamlamaktadır.” Öğretmen, elinde tebeşir benim anlattığımı arkadaşlara bir kez daha anlattı. İçimden “Tamam” dedim “gene sözü uzatıp benim hakkımı yiyecek, bunun başka türlü bir açıklaması olamaz” Öğretmen kapıya doğru yürürken gerinir gibi yaptı, cebinden not defteri çıkardı, “66 senin notun da fena değilmiş, ne dersin?” dedi. Ben önüme baktım. Devamla: “Haydi bakalım, benden bir tam numara aldın, hayırlı olsun, dilerim bunu bir daha düşürmezsin. Düşürürsen senin hesabına çok üzülürüm!” dedi. Gülerek: “Sana bir şey daha söyleyeyim, geometriye çok yatkın bir mantığın var, bunu çalıştır. Seni ilk derslerden beri dikkatle izliyorum. Çok sağlam bir mantığın var!” Güldüm. Öğretmen niçin güldüğümü sordu. “Mantık nedir bilmiyorum!” dedim. Öğretmen “Bu bir sözle anlatılacak kadar dar anlamlı bir söz değil, kişilerin topluca yeteneklerini devindiren bir zihin gücüdür. İstersen şöyle diyelim. En düşük notun hangi ders?” Benden önce arkadaşlar “Müzik!” deyince Öğretmen yüksek sesle “Yaaaa!” dedi, sonra da “olsun, sen müzik konuları üstüne geometri kadar canla başla gitmiyorsundur. O nedenle mantık mekanizman daha az deviniyor demektir!” Zil çaldı. Öğretmen, ”Uykunuzu almayalım, bu konuları daha konuşacağız!” diyerek ayrıldı. Halil, ”Nihayet emeline kavuştun, ”Sabreden derviş, muradına ermiş!” dedi.
Bu geceki başarımı defterime nasıl yazacağımı uzun uzun düşündüm. Sonunda Halil arkadaşın sözünü uygun buldum, yazdım: SABREDEN DERVİŞ MURDINA ERMİŞ! 13 Nisan 1939 günü Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel’den aldığım tam notu, okulu bitirinceye dek aşağıya düşürmeyeceğim. Artık öteki derslerin de arkasını bırakmayacağım. Onlardan da tam not almak benim hakkım! Yatarken Hilmi kulağıma, “Abi, adam sana o on numarayı vermemek için çok zorlandı ama öyle hak ettin ki, sonunda razı oldu. Sen gene de Sami Akıncı’ya dua et. Şeytan onu yanılttı, senin yolunu açtı. Bu kaçıncı tahtaya kalkışındı, bunlarda Öğretmen seni hep savuşturdu. Bu kez, durdu, düşündü, kararını değiştirdi, kapıdan döndü, gördün değil mi?” Hilmi haklı mı, haksız mı? Ben bunları hiç düşünmüyorum. Öğretmenin söylediklerini yapabilirsem kendimi o zaman haklı sayacağım. Yatağıma yattım ama uçar gibi havada geziyorum. Öteki derslerde aynı başarıyı neden göstermeyeyim? Üstelik öteki dersler matematik yanında çok daha kolay, kitapları var, açık açık yazıyor. Oysa matematikte kitap soruları bizi zorluyor. Matematikte mantık gerekliymiş. Mantık çok düşünce mi, iyi düşünce mi? Yoksa ikisi de bir arada mı? Mantık nerdesin? Gel bu gece rüyama gir!
16 Nisan 1939 Pazar
Uzun bir süredir beklenen okullar arası 5. sınıflar voleybol maçı, bugün saat 11:00’de yapılacak. Bizim 5. sınıflar günlerdir bunu konuştu, kazanmak için hırsla çalıştılar. Bu kez hakem İsmet değil, Ömer Tunalı Öğretmen, yanında da İlkokul Öğretmenlerinden biri, var. Bayan Öğretmenler hep gelmiş. Sıra sıra sandalyelerde oturuyorlar. Ömer Uzgil, BaşÖğretmen Ferit Bey, yan yana. İlkokul çocukları bizimkiler gibi, “Biz kazanacağız!” cerbezeliği yapmıyorlar. İlk oyunu onlar aldı. Bizim oyunculardan Halil adlı çocuk bugün yok. Cavit Kafkas “Bizim takım güzel kurulamadı!” dedi. Mehmet Yücel’e göre ilkokul kazanacakmış. Ben taraf tutuyorum ama yorum yapamıyorum. Neyse 2. oyun bizim oldu. Yazık, 3. oyunu da onlar aldı. Bizimkiler üzgün. Ben buna da şaşıyorum. “Madem yenildim, bunun nesine üzüleyim? İyi oynayamadım, yenildim. Başka zaman daha iyi oynar yenerim. Böyle düşünmek daha iyi değil mi?” İsmet gülerek “Dayı, sen oyun hırsı nedir bilmiyorsun, insan kaybedince deliresi geliyor!” Anladım, radyodaki maçlarda bağıran adam herhalde delirecek gibi oluyor da onun için bağırıyor. Ömer Tunalı Öğretmen söyledi, maç 23 Nisan günü öğleden sonra tekrarlanacakmış. Benli kız sözü gene ortaya döküldü. Benli kız, gerçekten öteki kızlara göre daha irice. Beni de iyice bakılmadan belli olmuyor. Kim görmüş onun benini de adı böyle çıkmış?
Öğle yemeğinden sonra bir süre dolaştık. Yeni bir söylenti, Sabit Soysal, Ömer Tunalı, Adem Gürçağlayan Öğretmenler askere gidecekmiş. Üzüldüm, Yeni Öğretmenler beklerken elimizdekiler gidiyor. Okulu elimizden aldılar, şimdi de Öğretmenler gidiyor. Ben böyle deyince arkadaşlar gülüyor. “Sen okulu iyice sahiplendin!” diyenler var. Bu pazar ders çalışmayacağım. Bir top buldum, çaktığımız demir kazıkların arasında top oynadım. Havaya atıp tutuyorum. Küçüklerden gelenler oldu, halka olup oynadık. Çocuklar bana Pehlivan Abi diyorlar. Başpehlivan diyenler de çıktı. Önce anlamadım, sonra anımsadım. Hamdi Bağ Öğretmenin şakası unutulmamış. İsmet arkadaşlarıyla geldi. Az ileriye çıkıp daha geniş bir alanda rahat oynadık. Daha sonra da takım yapıp işi maça dönüştürdük. Ablamların getirdiği armut, ahlat kurularından arkadaşlara verdim, çok sevdiler. Biri pancar, diğeri üzüm iki şişe pekmez getirmişler. Söz verdim onları da bölüştüreceğim.
23 Nisan 1939 Pazar
Bugün bayram. İlkokulla birlikte okul önündeki törene katıldık. Bizim sınıf konuk olarak çağırıldı. Bizim . 5. sınıftan şiir okuyacaklar varmış. Hazırlandık. Başöğretmen konuşma yaptı. Başka bir Öğretmen çocuklara komutlar verdi. Yerler değişti. Diziler çembere döndü. Ortaya çıkan çocuklar konuşma yaptı, şiirler okudular. Bizim çocuklar da şiirler okudular. İlkokul şarkı söyleyerek çarşıya yürüyüş yaptı. Biz alt kata inip dağıldık. Bizim bayramımız kısa sürdü. Bugünkü maç gelecek pazara bırakılmış. Bizim 5. sınıflar Atatürk evini gezecekmiş. Bizden de isteyenler katılabilirmiş. Halil, İsmet, Hüsnü, dördümüz katılmaya karar verdik. İsmet Ömer Tunalı’ya numaralarımızı verdi. Gezmeye o götürecekmiş. “İyi ettiniz, bana yardımcı olursunuz!” demiş. Buna sevindim, konuşabilirsek askerlik işini soracağım, gidecekleri sahi mi? Yemekten sonra hazırlandık, tam saatinde kapılardan girdik. Bahçeler daha güzelleşmiş. Dallar tomurcuklu hele Ergene ovası tümden yeşil olmuş. Ekili tarlalar gözleri uzaklara çekiyor.
Hulusi Gülseven bizi karşıladı. Adının Hulusi olduğunu bugün öğrendik. Geçen gün söylememişti. Belki söyledi de ben anlamamıştım. Çocuklara, bize anlattıklarını anlattı. Çocuklar soru sormadılar. Hulusi Gülseven gülleri gene ayrıntıyla anlattı. Güllerin çiçekleri vardı ama bu kez yaprak tomurcukları açılmış gerçekten güzel olmuş. Biz bu kez içerde çok kaldık. Atatürk’ün olduğu söylenen eşyalar var. Sigara takımından, kullandığı su bardaklarından, kitaplara, defterlere, okuduğu gazetelere, kalemlere, yattığı yatağa, kullandığı telefona dek herşey yerli yerinde duruyor. “Bunlara kimse dokunmuyor mu?” diye sordum. Hulusi Gülseven benim sorumu gereksiz bulmuş olacak, “Dokunuluyor, her hafta hizmet edenler var, onlar gelip bakım yapıyor, dolayısiyle dokunuyorlar!” dedi. Bu kez ben “Yeni Cumhurbaşkanı gelse onu burada mı yatıracaksınız?” dedim. Hulusi Gülseven, dik dik baktı, “Onu ben bilemem. Ancak burası bir müzedir. Müzede Cumhurbaşkanı yatırılır mı? Bu da, fabrika müdürünün takdiridir, onu ben bilemem!” dedi. Sorulardan hoşlanmadı, öteki çocuklara yöneldi. Biz de tekrar bahçeye çıktık. Öğretmen işaret edince topluca aşağıya indik. Atatürk evine komşu bahçeler de en az onun kadar düzenli, bakımlı. Her halde bir ay sonra tüm bahçeler çiçek dolacak. Çocuklar da benim gibi en çok gülleri sevmişler, “her renk gül var” diyorlar.
Okula dönünce arkadaşlar sordu:”Neredeydiniz?” Atatük’ün evine gittiğimizi söyledim. Hilmi Altınsoy “Gördük orasını ya gene neden gittiniz?” diye sordu. Gülleri anlatmaya kalktım. Dinlemedi, “Biliyorum biliyorum, renk renk açmış güller!” deyip arkasını döndü. Mustafa Saatçı Ns bisikletlerini anlatıyordu, Hilmi dikkat kesilip onu uzunca bir süre dinledi. Darılmadım ama bir süre baktım. Mustafa Saatçı sözünü bitirince Hilmi sordu: Ns bisikletlerinden düşülmüyor mu? Mustafa Saatçıo yanıtladı: “Çüşşşş, bisitletlerin hepsi iki tekerlidir, kullanamazsan taklayı atarsın!” Kendi kendime güldüm: Hilmi asıl çüşü az önce hak etmişti ama ben onun hakkını vermemiştim; gitti, aradı, hakkını aldı (!) Halil Basutçu’ya anlattım, bir süre gülüştük.
Yatınca kendi güllerimizi anımsadım. Bizim de renkli güllerimiz var. Küçümsememem gerekiyor. Evdekilerle kahve bahçesindeki gülleri düşünürsem bizim de dört renk gülümüz var. Evin yan tarafındaki ağaca sarılı gül pembe açıyor. Arı kovanlarının yanındaki güller ise sarı, pembe, beyaz. Kahve bahçesindekiler de sarı, beyaz, kırmızı. C’lerin bizim kahveye yakın bahçelerindeki güller tek renk, kırmızı. Ancak orman gibi, açınca tüm bahçe kıpkırmızı oluyor. Gül mül derken aklım gene C’ye kaydı. Gerçekten köye dönecek mi? Yoksa ağabeyi gibi babasına karşı olup ayrılığı sürdürecek mi? Ablamlar köye gittiğimde neden değişik konuştular? Bunu o zaman neden sormadım? Şimdi mi aklım başıma geldi? Küçük Ablam “bayağı bayağı karar verilmiş, evlenecekler” demişti. Oysa Büyük ablam, ”Kızçağız diretiyor ama sonunda çaresiz kalacak, evine dönecek!” demişti. Bunu o zaman geçiştirdim. Pekala gerçeği öğrenebilirdim. Gene saçmalamaya başladım galiba, öğrensem ne olacak? Varsayalım ki evlenecekler, bundan bana ne? Ya da C sürekli ağabeyi yanında kalıp, tıpkı ağabeyi gibi babasından kopacak; bundan bana bir yarar olacak mı? 6-7 yıl bekleyeceğini nasıl isteyebilirim? Aynı düşüncelere gene gene saplanıyorum. Ömer Uzgil Öğretmenin sözünü anımsadım. Resim yaparken beğenmediğim çizgileri birkaç kez silince Öğretmen “Silme, yeni düşündüğünü eskisinin üstünden geçerek çiz. Son çizdiğini esas alırsan öteki altta kalır, resim tamamlanınca kaybolur gider. Silip çizdiğinde ise bilmeden eski çizgiyi tekrarlar, böylece uzunca bir uğraştan sonra istemeye istemeye, o ilk yanlışa razı olursun!” Benimki de öyle, durup durup aynı düşünceleri tekrarlıyorum. C ile bir araya gelmemiz olası değil: Ne ben okuldan vazgeçerim ne de C 6-7 yıl bekleyebilir! Okuduğum bunca romanda benzer ayrılıklar hep oluyor...
26 Nisan 1939 Çarşamba
Kahvaltıda Öğretmenler arasında İlkokul Öğretmenin Ahmet Korkut’u gördüm. Bize arkası dönük oturuyordu. Ama ben tanıdım. Gazi Terbiye’de okuyordu, bitirmiş herhalde. Bitirince bizim okula gelecek diyorlardı. Bitirmiş herhalde. Çok sevindim. Kahvaltıdan sonra aradım, Ahmet Gökay Ağabey de tanıyormuş, “Gitti ama gelecek, okulunu daha bitirmedi, gezmeye gelmiş!” dedi.
Tarım bahçesinde temizlik çalışmaları yapıyoruz. Sebzelerden çok otlar çıkıp çabuk büyüyor. Elle ya da çepinlerle yolup ayıklıyoruz. Arkadaşlar şakalaşıyorlar. “Yolarım seni” Bizim bahçeye birileri girdi. Silindir şapkalı olduğuna göre yabancılar. Dikkatle baktım, biri benim Öğretmenim. Öğretmen onlara doğru yönelince koştum, Öğretmene, “Benim Öğretmenim!” dedim. Öğretmen, “Ben konuşayım sonra seni çağırırım!” dedi. Ben geri döndüm, Öğretmen yanlarına gitti. Bir süre konuştular. Öğretmen onları Hasan Öğretmenin evi önüne götürdü. Öğretmenin babası sandalye çıkardı, bahçede oturdular. Biz daha tertipli çalışmaya başladık. Bir süre sonra Öğretmen geldi, kim olduklarını anlattı, “Yaşlı İsmail Hakkı Baltacıoğlu, yanındaki gri elbiseli ilköğretim müfettişi Abdi Yalçın, genç olan müfettiş adayı Ahmet Korkut!” Bana döndü, “Haydi git, Öğretmenine hoş geldin de, ötekilerini de unutma!” dedi. Sevindim, sıkıla sıkıla gittim. Öğretmen beni görünce ayağa kalktı, bana doğru geldi, yavaşça “ellerini öp!” dedi.
Gittim önce yaşlısının, sonra müfettişin ellerini öptüm. Yaşlısı, “Beni tanıyor musun?” diye sordu. “Yazılarınızı okuyorum, Yeni Adam alıyorum!” deyince “Aaaa, ne iyi buralara Yeni Adamın gelişine sevindim!” dedi. Müfettiş Abdi Yalçın’a da “sizi de tanıyorum, bizim okulumuza gelmiştiniz” dedim. O da, “Eski bir tanıdığı gördüğüme sevindim!” deyip güldü. Arkadaşların yanına döndüm. Arkadaşlar zaten uzaktan izlemişler. Bir de ben anlattım. Oldukça sevinçliyim. Konuklar yanımızdan geçerken, arkadaşlara sorular sordular. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Ben de bahçıvanım, sebze ekiyorum!” deyince ben hemen “biliyoruz yazılarınızı okuyoruz!” yanıtını verdim. “Aaa, bu da çok iyi, Yeni Adam’ın, Yeni Adamlara ulaşmış olmasına çok sevindim!” dedi, gülüşerek ayrıldılar.
Onlar gidince, Salih Öğretmen bana, “Aferin, böyle cesur olacaksınız işte, okuyup araştırmak, insanları daha cesur kılar, cehalet ise insanı pısırıklaştırır!” diyerek övütler verdi. Hemen bilgiçlik gösterdim, “Gelen yaşlı konuğun adı İsmail ama o, adını bilerek köylüler gibi İsmayıl yazıyor!” dedim. Okula döndüğümüzde, Öğretmenimi gene aradım ne var ki az önce gittiklerini öğrendim. Yeni Adam dergisini çıkaran İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu böylece tanımış oldum. Bu adı ilk kez Vahit Dede’den duymuştum. Sonra Fikret Öğretmen bu addan çok söz etti. Şimdi de kendisini tanıdım. Yazılarını bundan sonra daha severek okuyacağım. Ne olduysa bugün kendimi daha mutlu sayıyorum. Birden aklıma geldi İsmail Hakkı Baltacıoğlu kendi adını neden Ismayıl yazıyor? Bunu sorabilir miydim? Soramazadım ama sormaktan geçtim öyle olduğunu da anımsamadım. Ya “Yeni Adam okuyorum!” deyince “Benim adım ne?” deseydi, ne diyecektim? O zaman belki sorabilirdim. “Bilmiyorum ama şimdi öğrenmek istiyorum!” diyebilirdim. O zaman daha uygun olurdu. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu Fikret Madaralı Öğretmenin de Öğretmeni. Kendi kendime içimden konuşarak uzun süre kuruntulandım. Beş ay içinde bir çok insan tanıdım. Köyde kalsaydım bunların hiç birini görmemiş olacaktım. Geçen yıllarda olduğu gibi belki müfettiş Abdi Yalçın belleğimde kalacaktı. O da arada Lüleburgaz’a gittikçe uzaktan görüp anımsadığımdan belleğimde kalmaktaydı...
30 Nisan 1939 Pazar
Daha önce hazırlanmış bir Pazar gezisine çıkacağız. Yakın Köyleri Tanıma Gezisi. İlk tanıyacağımız köy, hemen ilerimizde Pancar Köyü. Sorunca Alpullu’ya bir saat deniyor ama bence daha yakın. Ben bu köyün hemen dışından çok geçtim; ancak içini pek bilmiyorum. Zaten içinde olsa olsa okul, kahve, varsa cami, belki de kuyu ya da çeşme olur. Bir de köyün eski adının aşağı Müsellim olduğunu biliyorum. Daha önceleri, esas Alpulluköyü burasıymış. İstasyon kurulunca oraya da Alpullu denmiş. İşte o zaman halk bu köye Aşağı Müsellim demeye başlamış. Çünkü yukarda, yani bizim köye doğru yükselen tepede bir Müsellim daha var. Bu nedenle burası çukurda olduğundan Aşağı Müsellim olmuş. Pancar olayı çıkınca da çok pancar ekildiğinden adı Pancar köye dönüştürülmüş.
Saat 10:00’da köye yürüdük. Gezimize, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı, Ömer Uzgil Öğretmenler katılıyor. Bizimle daha çok Ömer Uzgil ilgileniyor. Yollarda dura dura gittik. Ömer Uzgil Öğretmenin elinde küçük çantası var, durup durup çizgiler çiziyor. Köye girerken yıkık bir ağacı, bir de çıkrıklı kuyuyu çizdi. Çift sürenler var onlarla konuştuk. Pancar ekimi hazırlığı yapıyorlar. Okulun önüne gittik. İki Öğretmen bizi karşıladı. Daha önce haber verilmiş. Muhtar geldi. Bizi uyardılar, bazı evlerde köpek varmış, “Havlarlar ama ısırmazlarmış, taş atmayın, korkmayın !” dedi. Dışardan pek belli değil ama köy oldukça büyük. Köy eskiye göre küçülmüş. Bir çok insan Alpullu’ya taşınmış. Ekimin çoğu pancarmış, öteki ekimleri herkes kendi geçimine kadar yapıyormuş. Öğle için getirdiğimiz yiyeceklerimizi yedik. Öğretmenlerden biri okulun voleybol ağını çıkardı. Bir grup oynadı, ötekiler izlediler. Biz izin isteyip İstanbul yoluna çıktık. Yol üstüne dek gitmemek üzere izinli idik, yakınında durduk. Sık sık arabalar geçti. El sallayanlara biz de el salladık. Açık kamyonlarla geçenlere söz atmalar oldu. Böyle yapanlarla aramızda tartışma çıktı. Bazılarımız geri döndü. Bir süre yürüdükten sonra biz de döndük. Zaten okula erken dönüp banyo saatlerimizi kullanacağız. Erkenden okula dönmemizin biraz da nedeni bu. Gelecek hafta Sinanlı köyüne gideceğiz. Banyo saatimize zamanında yetişip temizliğimizi yaptık.
Derslikte toplanınca her zaman yaptığımız gibi gene gördüğümüz yerleri anımsayıp beğendiklerimizi bir birimize anlatmak oldu. Arkadaşların birileri köydeki köpek çokluğuna takıldı. Birilerinin evlerinde köpeği varmış, onlar doğal karşıladılar. Arkadaşların çoğu köpeklerin sayısal çokluğuna şaşıyor. “Her evde birkaç köpek var!” deyince şaşırdılar. Bu kez ben bir üst köy olan Müsellim köyünü daha doğrusu son oradan geçerken İlyas Ustanın anlattığını söyledim. Köpekli köylerden eşekle geçenlere köpekler saldırmazmış. Köylerdeki ev köpekleri eşeklere alışkınmış. Çünkü köylerde her evde hem eşek hem de köpek bulunduğundan köpekler eşekleri dost sayıyormuş. Köpekler “Arkadaş,arkadaşına kötülük yapmaz!” deyip eşeğin yanındaki insanlara da saldırmıyormuş!” Bunu duyanlar, şaşırdılar: “Sahi mi?” diye sordular. “Bizi uyarıyor, arkadaşlık dersi veriyor!” diyenler oldu. Ben eçenlerde köyden dönerken bir eşekli, ile yolculuk ettiğimi, Yukarı Müsellim’deki köpeklerin önce havladığını sonra ise eşeği görünce kuyruk sallayıp yattıklarını anlattım. Gülenler oldu. Mehmet Yücel, “Öyleyse korkmayın arkadaşlar, biz her köye gidebiliriz, köpekler bize saldırmaz, yeter ki tam olarak gitmiş olalım.” Gülenler oldu. İsmet, “bunu ben eskiden de biliyordum. İşte bunun için tüm gezilere Mehmet Yücel arkadaşımla gidiyordum!” dedi. Katıla katıla gülenler oldu. Anlatılanı dikkatle dinlemeyenler de sonunda konuya sarıldılar. Herkes birilerine aynı sözü söylemeye başladı: Ben sensiz gidemem, Sensiz gidersem köpekler başıma üşüşür türü sözler söylediler. Bu günün uzayıp giden şakası bu eşek-köpek dostluğu oldu. Yatınca bazı arkadaşların duyduğu her sözü şaka için kullandığını düşündüm. Bu doğru mu acaba? Arkadaşını eşek yerine koymak, üstelik bunu övünerek duyurmak yanlış bence. Ben bu tür şakalara katlanamam. Neden? Niçin? Bunu düşünürken uyudum…
1 Mayıs 1939 Pazartesi
Türkçe Dersini dört gözle bekliyorum: “İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun elini öptüm.” Bunu söyleyince Fikret Madaralı Öğretmen ne diyecek acaba? Onun dergisini bize tanıtan o. Vahit Dede ile konuşurken, Öğretmeni olduğunu anlatmıştı. Neden onunla birlikte gezmedi? Belki de geldiğini bilmiyordur. Her ne ise ben yaptığımı anlatacağım. Kahvaltıda oldukça rahattım. Arkadaşlar eşek-köpek şakalarını sürdürdüler. Sık sık da bana sordular, “Sizin köyde de öyle mi?” Bizim köyde eşek olmadığını, ayrıca bizim köy köpeklerinin, kır köpeği olduğunu, daha ziyade kurtlar için yetiştirildiğini anlattım. Bu kez de onlara bir kulp taktılar: “Sizin köy köpekleri ancak kurtla gezenlere saldırır!”
Ahmet Gürsel Öğretmen derse gelmedi. Çok merak ettim, gittim Ahmet Gökay ağabeyden sordum. “Sus, Ahmet Ağabey Edirne’ye kaçamak yaptı akşam gelecek!” dedi. Bu kısa ayrılık için üzülmedim, tersine sevindim. Arkadaşlara söylemedim, Türkçe ödevlerimi tamamladım.
Fikret Öğretmen geldi, daha kapıdan girerken bize ezber verdiği Yahya Kemal Beyatlı’nın Akıncılar şiirini okuyarak dersliğe girdi. “Bugün şiir günü yapalım!” dedi. Masaya oturarak 4 Mehmet Aygün’ü kaldırdı. Mehmet şiire başladı durdu, bir daha başladı gene durdu. Öğretmen Mehmet’e baktı, “Okuma kitabını al!” dedi. Mehmet kitabını alıp geldi. Öğretmen kapının yanını gösterip, “sessizce oku!” dedi. 6 Ali Güleren’i çağırdı. Ali de okuyamadı, Öğretmen parmağıyla Mehmet’i gösterdi. Ali, kitabı almadan Mehmet’in yanına gidince, Öğretmen gülerek, “Ali, okuma kitabını al, arkadaşının yaptığını yap!” dedi. 7 Fettah, elinde kitapla kalkıp 6 Ali’nin yanına dikildi. Öğretmen görmemiş gibi 11 Recep Kocaman’ı kaldırdı. Recep şiiri güzel okudu. Öğretmen açıklamasını söyledi. Açıklamasını da yapınca Öğretmen “Demek bu iş yapılabiliyormuş!” deyip Recep’e oturmasını söyledi. 15 Hüseyin iyi başladı bir yerde duraksadı, Öğretmen arkadaşın takıldığı dizeyi anımsattı. Hüseyin bir aksaklıkla bitirdi. Öğretmen, “arada böyle el uzatarak can kurtarmak olacak” deyip geçti. 16 Sefer’le 49 Harun arasındaki arkadaşlar takıntısız okudular. (48 Yusuf Asıl, aferin aldı) Harun Özçelik okurken zil çaldı. Öğretmen çıkarken ayaktakilere “Dönüşte sizden başlayacağız!” deyip gitti. Az sonra Öğretmen gelince 4 Mehmet’e okuttu. Mehmet bu kez takıntısız okudu. Öğretmen Mehmet’e “Demek ki oluyormuş, gönül, böyle olmamasını isterdi!” dedi. Mehmet yerine oturdu. 6 Ali gene okuyamadı. Öğretmen parmağıyla geri çekilmesini işaret etti. 7 Fettah da okuyamadı, Öğretmen ona da geri çekil işareti yaptı. 50 Abdullah Erçetin kalktı. İlk iki dizeyi okuyup sustu. Öğretmenin uyarısı üzerine bir daha başladı, bu kez ikinci dizeyi bile yanlış okudu. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. Biz o gün düşmanı yendik!” deyip durdu. Öğretmen Abdullah’a baktı, “Kitabını al oraya geç!” dedi. Bekir Temuçin, Ali Önol, Salih Baydemir, Hasan Üner tökezleyerek de olsa okudular. 63 Hilmi iki kez durdu, nedense Öğretmen kendisine yardım etti, sonunda da “Eh yani kapıyı göstermedik ama neredeyse bize sen kapıyı gösterecektin!” deyip güldü. Benim numaramı okudu, bir durakladı, “Buraya inince aksama oluyor. Bir de böyle deneyelim!” deyip benim yerimde okumamı söyledi. Şiiri çok iyi ezberlemiştim, aksatmadan bir çırpıda okudum. Arkamdan Halil de güzel okudu. Orhan, Kadir, Mehmet Başaran güzel okudular. 75 Yakup Tanrıkulu tutukluk yaptı, Arif bir aksaklıkla geçti. 77 Emrullah 4. dizede durdu, anımsatmalardan anlamadı, boynunu eğdi durdu. 78 Hüsnü okudu, 79 Ahmet okurken Öğretmen güldü. “Ahmet doğru konuş, sen bu şiiri bugün bu derste ezberledin değil mi?” diye sordu. Ahmet, “Özür dilerim Öğretmenim ben unutmuştum, arkadaşlar okurken zamandan yararlandım!” dedi. Öğretmen kahkahayla güldü, “Aferin, sen bana büyük bir destek oldun. Ben, bir öğrenci isterse iki derste bu şiiri ezberler, diye düşünüyordum. Sen bunu bilmeden kanıtladın. Böylece ben elime güzel bir ölçek yakalamış oldum. İşte bunun için ben sana teşekkür edeceğim. İşte bak, şimdi de bu tahtadaki arkadaşlarından bunu isteyeceğim!” dedi, Fettah’a okumasını söyledi. Fettah yutkundu, ağlamaklı bir sesle “okuyamayacağım!” dedi sustu. 6 Ali de aynı sözleri söyledi. Zil çaldı. Öğretmen, hiçbir şey olmamış gibi kalktı, “Bir gün de sizinle değişik şairlerin şiirlerini okuyalım. Ezberinizde olanları hazırlayın çok tekrar olursa bakarak da okuyabileceksiniz. Öyle okunacak birer ikişer şiir de seçin” dedi, yürüyüp gitti. Tahtadakilere bakmadan yanlarından geçti. Hüsnü Yalçın çok üzüldü. Emrullah için “bu arkadaş var ya beni hasta edecek!” dedi. Halil’le bir süre Hüsnü’yü yatıştırmaya çalıştık. Ben çok üzgünüm, öğretmene İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun elini öptüğümü söyleyecektim, söyleyemedim. Halil takıldı, “daha iyi gelecek derste belki daha işine yarayacaktır!” dedi. 6 Ali ile 77 Emrullah’ı bir yana bırakan bir grup 7 Fettah için çok üzüldüler. Bir ara, takıldım, “Arkadaşınız daha büyük azar işitebilirdi, onun üzerinde durun, arkadaş Öğretmen söylemeden kitabı alıp kendisi gitti, Öğretmen, ‘Ben sana söylemeden gidemezsin, bu bana karşı bir çıkıştır!’ deseydi ne yapacaktı?” Birbirlerine bakıştılar. “Sahi- mahi” diyenler oldu ama genellikle sustular.
Yemekten sonra Namık Öğretmenle Sinanlı deposuna gittik. Bu kez karyola yatak bölümüne girdik, piyanoları göremedim. Yatak, karyola seçtik. Karışmış bir durum vardı oralarını düzelttik. Depolar salt bizim değilmiş, Eğitmen Kursu için de hazırlıklar varmış, onlar da liste hazırlayıp alıyorlarmış. Çok kalmadık, okula dönünce aldıklarımızı yerleştirdik. Üst katta bilmediğimiz iki küçük oda varmış oralara ikişer karyola yerleştirdik. Nöbetçi Öğretmenleri ya da gelecek konuklar, yeni atanacak Öğretmenler buralarda kalacakmış. Dersliğe çıktığımızda bizim nereye gittiğimiz önemli konu oldu. “Neden hep siz?” diyenler de çıktı. Halil Basutçu arkadaş hepsine güzel bir yanıt verdi. “Bundan sonra çağırılınca bizim yerimze siz gidersiniz!” Bu siz –biz sözleri uzun süre konuşuldu. Bekir Temuçin, Kadir Pekgöz, arada İdris Destan, Yusuf Asıl, sınıfımızın en zayıf çocukları. Atölyelerde biz onlara iş yaptırmıyoruz. Bunu biliyorlar da gene de bir yerlere yük taşımaya gidenlere takılıyorlar: Neden biz değil de siz? Yatarken de bunu düşündüm. Bugün Sinanlı’ya Kadir’le Bekir gitse idi, o koca depoda dolapların arkasındaki karyolaları nasıl çıkaracaklardı? Hasan Üner de küçüklerden ama o böyle tartışmalara hiç girmiyor. Bir başka zaman sahiden Namık Öğretmene söyleyeceğim, 1benim yerime, Bekir Temuçin gitsin!”
Yatınca ezberlediğimiz şiirleri bir daha gözden geçirdim. İlkokuldan kalan İbrahim Alaettin Gövsa’nın Namık Kemal şiiriniokudum:
Namık Kemal
Bir zamanlar vatanı bir çok zalim bürüdü,
Milletini sevenler zindanlarda çürüdü;
Yetim kaldı çocuklar, yoksul oldu kadınlar
Her gün güzel vatana geliyordı bin zarar;
Meşrutiyet, uhuvvet sözü artık kalmadı,
Hürriyetin ismini kimse ağza almadı.
O zamanlar Kemal Bey zalimlerle çarpıştı
Milletinin uğruna zindanlarda çalıştı.
Vatan millet ne demek kimse yoktu farkeden;
Hürriyeti vatanı bize odur öğreten……………
Tekrarlarken uyudum.
2 Mayıs 1939 Salı
Bugün coğrafya dersinde Öğretmen kaldırırsa gönüllü kalkacağım. Öğretmenin üstünde çok durduğu ölçekleri biliyorum. Çok arkadaşımız bunları bir türlü kavrayamadı. Matematikleri zayıf olduğu için başarılı olamıyorlar. Konu edilirse kalkıp notumu yükseltmeye çalışacağım. Kahvaltıda Öğretmeni göremeyince içimde bir kuşku doğdu. İlk dersin Öğretmenini kahvaltıda göremezsem o derste işim uğurlu gitmiyor. Verdiğim karardan geri döndüm. Kalkmak yok. Bu düşüncelerle dersliğe gittim. Sami Akıncı, zil çalarken duyurdu, Sabit Soysal Öğretmen izinli gitmiş, dersimiz boş geçecekmiş. Buna da sevindim. Olup da bana uğurlu gelmeyeceğine böylesi daha iyi. Arkasından bir söylenti: Sabit Soysal Öğretmen hiç gelmeyecekmiş, izinden sonra askere gidecekmiş. Bu söz daha önce de söylenmişti. Açtım Almanca kitabını, tüm dikkatimle Almanca çalıştım. Şiiri, bilmeceleri tekrar tekrar okuyup iyice ezberledim. Almanca dersi başlayınca da bu tazelikle dersi izledim. İlk saatte soru sorulmadı. İkinci derste Öğretmen sorularla başladı. Bana da sordu, doğru yanıt verdim. Parça okuttu, doğru okuduğumu sanıyorum, sonunda bir eleştiri yapmadı. Ders sonunda “Giderek gayretlenen arkadaşlarınız var. Ancak bu yetmez herkes kendine çekidüzen vermeli!” şeklinde konuştu. Ben, kendimi gayretliler arasında düşünüp, uyarıları üstlenmedim. Ancak en çok çalışacağım derslerin arasında Almanca da yer almaktadır.
7 Mayıs 1939 Pazar
2. Köy gezimize bugün çıkıyoruz. Sinanlı köyü. Daha önce gittim. Okulunu biliyorum. Sinanlı aynı zamanda bizim okulun tüm eşyalarının depolu olduğu yer. Müzik aletlerimiz hala orada kapalı duruyor. “Gitmişken alıp gelsek!” diyorum. Gene saat 10:00’da yola çıktık. Alpullu içinde düzgün yürümemiz söylendi. Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı, Namık Ergin, Hamdi Bağ Öğretmenler var. Ömer Uzgil Öğretmen bugün katılmadı. Köprüde durduk. İki tarafında da iyiden iyiye etraflara baktık. “Mimar Sinan mı yaptırdı?” diye sorulan bir soruya Namık Ergin Öğretmen gülerek, “Mimar Sinan köprü yaptırmaz, köprü yapar. Nitekim yüzlerce köprü, bir o kadar cami yapmış. Bunu böyle bilelim, böyle soralım. Mimar Sinan, adı üstünde mimar. Mimarlar yaptırmaz, ya-par-lar!” dedi. “Ancak bu yaparlar sözü yanlış anlaşılmasın, mimar planlarını çizer, yapılan işin çizgilere uyup uymadığını kontrol ederek işleri yönetir. Onun gösterdiği işleri yapan sayısız ustalar vardır. Ancak iş bitince ortaya çıkan yapı, o binanın çizimlerini yapıp yönete mimarın adıyla anılır. Kimi zaman bu yapıları yaptıranların adları da verilir. Özellikle Padişahların, Sadrazamların yaptırdıkları böyledir. Edirne’de Sultan Selim Camisinin mimarı Mimar Sinan’dır ama cami, yaptıran Padişah 2. Sdultan Selim adını taşır. İstanbul’da Süleymaniye gibi daha sayısız caminin mimarı olan Mimar Sinan, bu camilerin adı ne olursa olsun, onlarla birlikte anılır!”
Köye girdiğimizde, köy muhtarı, iki Öğretmenle Sinanlı’da oturan Fikret Madaralı Öğretmen bizi karşıladılar. Okul bahçesine girdik. Muhtar köy hakkında bilgi verdi. Eski bir köymüş, adı Mimar Sinan’dan geliyormuş. Bu köprüden padişahlar gelmiş. Yapanlara, yaptıranlara tarih boyunca dualar edilmiş. Vahşice taşan Ergene sularından insanları bu köprü kurtarmış. Muhtar, Şeker fabrikasının da Sinanlı için bir velinimet olduğunu anlattı. Sözü bizim okulun eşyalarına getirdi. “Bu eşyalar gelince sizin okulun burada yapılacağına inandık, çok sevindik. Ancak şimdi bu sevincimizin boşa gittiğini üzülerek görüyoruz. Maalesef sizi sürekli aramızda görememenin üzüntüsünü duyuyoruz!” dedi. Köyün Öğretmenler okulu açtılar. Bahçeye sıralar, sandalyeler, masalar çıkarıldı. Öğretmenler oturdu. Namık Öğretmen bize, “Gelin dolaşalım!” dedi, Köyün içinden geçip yukarılara çıktık. Alpullu, fabrika, çevre ayak altında gibi görünüyor. Ben, bizim taraflara baktım. Neredeyse bizim köyü görür gibi oldum. Dikkatli dikkatli bakarken, Öğretmen “Ne o İbrahim, gözüne bir şey mi ilişti?” diye sordu. “Köyümü arıyorum!” deyince “Sana bir dürbün bulalım, onunla bak!” dedi. Dürbün sözünü çok duymuştum ama elime alıp da bakmayı hiç düşünmemiştim. Birden benim gereksinimlerim arasına dürbün de girdi: Olsa, yararlanacağım. Geri döndüğümüzde, Namık Öğretmeni Fikret Öğretmenin evine çağırdılar. Öğretmenler hep çağrılıymış. Yiyeceklerimizi açıp yedik. Ortalığı toplayıp temizledik. Öğretmenler gelince bu kez topluca az önce bizim gittiğimiz yerlerden daha yukarılara çıktık. Bizim köy tarafları sisli bir hava içinde görülür gibi. Kadir Pekgöz de benim gibi bakıyormuş birden bağırdı, “Ben köyümü görüyorum!” Köyü değildi ama köylerine ait yükseklikler belli oluyordu. Bu kez ben “Keşke dürbünümüz olsaydı da baksaydık!” dedim. Arkadaşların bazıları bizim köylerin yakınlığını bir mutluluk sayıp bizim sevinçlerimize katıldılar. Bazıları da kendi köylerinin uzaklığını şanssızlık sayıp bize özenerek baktılar.
Sinanlı köyü, Pancar köyüne göre daha güzel geldi bana. Çevre çok iyi görülüyor. Alpullu, Atatürk Evi, açık açık görülüyor. Mandıralar, Pehlivan köye doğru Ergene ovası ayaklar altında gibi. Tekrar okula indik. Öğretmenler, muhtar, onlara katılan köylüler bizi uğurladılar. Yolda dura dura köprüye, oradan da okula döndük. Okulda Kadir Pekgöz: “Köye gitmiş kadar oldum, köyümü gördüm!” deyince Kadir’e çıkışanlar oldu: Köyünü falan gördüğün yok, bizi kıskandırmak için uyduruyorsun!” Sami Akıncı uyarıda bulundu: “Öğretmenler, son yoklamalarını yapacaklar, haberiniz olsun’”Sami’nin uyarısı etkisini gösterdi. Yat ziline dek sessizce çalışıldı.
8 Mayıs 1939 Pazartesi
Arkadaşların merakı arttı, Sabit Soysal Öğretmen gelmezse dersleri boş mu geçecek? Herkes bir söz söylüyor. Ben de “Onun derslerinin yerine matematik yapılacakmış!” Sesini tam saptayamadığım birisi “Çüşşşş!” dedi. Arkama baktım, tam kestiremedim ama ortaya “Senin babana çuş demişler, ortaya sen çıkmışsın. Şimdi cesaretin varsa o sözü bir daha söylede sana “Eşşek oğlu eşek!” diyeyim!” Ne olduğunu ben de anlayamadım, orada olanların hepsi, sessiz sedasız çıkıp gittiler. Eşşekliği hiç birisi üstüne almadı. Arkalarından, “hepiniz eşek değilsiniz ama eşek saklamakta ustasınız!” diye seslendim.
Dersliğe indiğimde içlerinden birisi bu konuda konuşacak sanıyordum. Kimse oralı olmadı. Durumu Halil’e anlattım, güldü. “Sen onların bazılarını hala adam mı sanıyorsun, onlar susar, susmayı da bir marifet sayarlar. Onların yandaşları da aynı fikirde olduğu için söylememeyi yeğler.” Bu kez de buna şaştım. Bildikleri bir olayı saklayarak ne kazanıyorlar? İçlerinden bir ses onları buna zorlamıyor mu? Halil gülerek: “Besbelli zorlamıyor!”
Matematik dersinde kesirli dört işlemleri tekrarladık. Geometride üçgen alanlarını, dörtgenlerle ilişkilerini işledik. Türkçe dersinde karşı çayıra gittik. Öğretmen “Kırda” diye bir parça okudu: Kaymakam arabasıyla bir göreve gidiyormuş. Çayırların arasından geçerken arabayı durdurmuş, az ilerlere gitmiş. Uzun zaman geri dönmeyince arabadaki arkadaşları aramaya çıkmışlar. Kaymakamı yere yatmış, şiir yazarken bulmuşlar. Saatlerdir şiir yazmayı sürdürmüş. Öğretmen hem güldü, hem de doğanın güzelliğini anlattı.
Konuşurken arkadaşlar coğrafya Öğretmenimizi sordular. Öğretmen “Bildiğim kadarıyla askerlik için memleketinden aranmış”, yalnız o değil, Adem Gürçağlayan’la Ömer Tunalı’nın da askere çağırıldığını söyledi. “Önce okulumuzu aldılar, şimdi de Öğretmenlerimizi alıyorlar!” diyenler oldu. Öğretmen, “Çocuklar, aslında bazı uluslar adeta savaş istiyor. Almanya, İtalya, Rusya, gene savaş peşinde. Geçen büyük savaşı da onlar çıkarmıştı. O savaşta kaybettiler ama, gene boylarının ölçüsünü almak istiyorlar. Üçünün de başlarında belalı adamlar var. Bunlar oldukça bizim de huzurumuz kaçıyor. Ben bu adamları şu çayırın içinde bitmiş yaban otlarına benzetiyorum!” dedi. Yürüdü bir dikenli bitkinin önünde durdu. “İşte size bir zararlı diken. bu çayıra bunun zararı var, yararı yok. Bunu yok edersek çayır temizlenir.” “İşte bu bir Hitler”, bir başka dikenli bitkinin önünde durdu, “buna da Mussolini diyebilirsiniz” Az ilerde daha büyük bir dikenli bitki gördü, “bu da bir Stalin’dir. Bunlar bu çayırı nasıl karartıyorsa o adamlar da dünyayı rahatsız ediyorlar!” Orada gördüğü bir dalı budayıp dikenli bitkileri öfkeyle vura vura kırdı. Öğretmenin bu öfkeli davranışı hepimizi etkiledi. Kırdığı dikenli bitkiler hepimizin tanıdığı her yerde bulunan dikenlerdi. Değişik de olsa adlarını söylüyorduk. Eşek dikeni, deve dikeni deyip duruyorduk bu kez onları Hitler, Mussolini, Stalin olarak adlandırdık. Bir an içinde çayıra dağılıp gördüklerimizi ezdik. Öğretmen kahkahalarla güldü. “Şimdilik yeter, bu tür asalakların tohumunu dünyadan kaldırmaya çalışalım. İster ot olsun, ister insan, hele düşmansa ona hiç meydan vermeyelim!”
Okula dönerken hepimizin gözü, yanından geçtiğimiz çayırdaki dikenlerde kaldı. Gülüşerek okula girdik. Kaç gündür gazeteye bakmamıştım, kitaplıktaki gazetelere baktım. Gerçekten İtalya-Almanya dostluk anlaşması yapıyormuş. Almanya her zaman İspanya’nın yanında olacakmış. Arnavutluk Kralı Ahmet Zogo Türkiye’ye geliyormuş, Hatay meclisi Türkiye ile birleşme kararı almış, Fransa buna karşı çıkmış. Savaş olur mu? Olursa bizler ne olacağız? Olmayacağını düşünüp dersliğe gittim. Arkadaşlar, akşam üstüleri birer sopayla çayırlığa çıkmayı konuşuyorlardı. Ben konuyu değiştirmek için kaymakamın şiir yazışını açtım. Mehmet Yücel köylüsüne takıldı, “Bak kaymakamlar bile şiir yazıyor.” Bu sözden sonra Mehmet Başaran’ın da şiir yazdığını öğrendik. Meğer herkesten gizli çalışıyormuş. Bu konuşmadan sonra Mehmet Yücel’e sinirlendi. Sanki suç işlemiş gibi renkten renge girdi. Yatıştırmak için çevresinde toplananlar oldu. Mehmet Yücel, çok yumuşak olarak, “Senin yaptığını söyledim, bunda gücenecek ne var?”d iye sordu…
Yatarken şiir yazanları düşündüm. İzmir Yollarında şiirini Kemalettin Kamu nasıl yazmış olabilir? Her halde uzak yerlere askere gitti. Ömer Seyfettin gibi belki subaydı, düşman eline düştü, kurtuluş umudu kalmayınca mektubunu şiir olarak yolladı. Şiirde “anne” sözü, beni hep duygulandırdı. “Anne içim yanacak, mektubum okunurken!” sözü beni hep ağlamaklı yaptı. Gene öyle oldu. Annem yaşasaydı, belki ben de anneciğime şiir yazacaktım! Şiiriri okumaya kalktım, boğazım düğümlendi, yutkundum durdum. Öylece uyumuşum.
13 Mayıs 1939 Cumartesi
Öğretmenlerinin askere çağırılması, küçük sınıfların erken tatiline neden oldu. Bugün yarın ayrılacaklarmış. Hepsi neşeli. Bizim dersliğe gelip “Allahaısmarladık!” diyorlar. Cavit, Hikmet, Doğan, Halil, Hasan adlı çocuklar bana da geldiler. Hikmet’le Doğan adlı çocuklar, müzik aletleri dağıtılırsa onlara da ayırmamı istediler. Neden bana söylediklerini sordum. Öğretmenleri Adem Gürçağlayan, “O ağabey ilgileniyor, o size yardım eder!” demiş. Bu habere sevindim, onlara da söz verdim. Bayrak törenini Ahmet Gürsel Öğretmen yaptırdı. Küçük sınıflarda azalma var. Yemek salonunda eksilme iyice belirginleşti. Okul nerdeyse boşalıyor. Asıl tren yolcuları bir iki saat sonra gidecekler. Beni pek etkilemedi ama, gene de içimde bir gariplik oluyor. Biz ne zaman gideceğiz? İçimden bir ses: Böyle bir gidiş beni mutlu edecek mi? Köyde sorulacak soruları nasıl yanıtlayacağım? Onlara Hitler’i, Stalin’i, Moussolini’yi anlatamam ya!
Halil, Hüsnü, Kadir, Hüseyin, Orhan Babaeski yoluna doğru çayırlığa çıktık. Hitler takımı iyice büyümüş. Kırmayı düşündük. Az ilerde evler var. Balkonlarda insanlar bakıyor. Bize birşeyler derler düşüncesiyle vazgeçtik. Kendi kendimize de yakıştırmalar yaptık. “Bizi deli diye etrafa duyururlar!” Çayırlıktaki, dikenleri düşman olarak onlar düşünebilir mi? Düşünseler, böyle büyümesine izin vermezler. Döndük, Pancar köy tarafına yürüdük. Köyün yakınına dek gittik. Köydeki köpeklerin zaman zaman sesi duyuluyor. Ben gene eşek-köpek dostluklarını anlattım. Arkadaşlar bana sordu: “Sen bu anlattıklarına inanıyor musun?” Bu kez de ben niçin inandığımı açıkladım: Bizim köyde sürü sahiplerinin kırdakoyun ağılları vardır. (Ağıl ya da saya) Bunların sürülerinde 3-4 köpek yanında bir eşek kesinlikle bulunur. Eşeklerin sırtındaki heybelerde çobanın ya da çobanların gereksinimleri yanında köpekler için de yiyecekler olur. Çobanın köpeklere yedireceklerini sürekli eşeğin sırtından aldığını gören köpekler, acıktıklarında eşeğin yakınlarına gelirler. Bunu gözümle gördüm. Salt bizim köyün değil, büyük sürülerle gezen Karakaçan denilen sürü gezgincilerinin de en az bir eşeği vardı. Sürünün büyüklüğüne göre bu kimilerinde iki hatta üç bile olur. Bizim köyde anlatılanlara bakılırsa, sürüye kurt saldırınca kimi köpekler bu eşeklerin çevresinde havlayarak dolaşıyormuş. Arkadaşlar buna çok güldüler.
Dersliğe dönünce bunları bir daha anlatmamı istediler ama ben sustum. Zaten arkadaşların çoğu, küçük sınıfların ayrılışına üzülmüşler. Kimileri de hemşerilerini çağırmış, konuşuyor. Konuşmalarımızın bir başka güne ertelenmesini düşünüp, ezberlediğim şiirleri tekrarladım. Gemiciler, İzmir Yollarında, Namık Kemal… Zil çalınca, her akşamki çığlıkların kalmadığı belli oldu. Konuşmalar gene yalnızlık üstüne çevrildi: “Biz otuz kişi olarak mı kalacağız?” Arada: “Bizi de salsalar!” diyen oluyor. Bu tür sözleri duyunca içim sızlıyor: Nasıl salsalar? Tümden köylerimize mi gönderseler, yoksa uzun bir tatil için mi? Bunu sordum. HilmiAltınsoy: “Tümden salsalar!” dedi. Sami Akıncı duydu, benden önce:” Seni bağlayan yok, al çantanı git. Biz okumak için geldik, tek kişi kalsak bile okumakta direneceğiz!” dedi. Ben, “tek kalmayacaksın arkadaşım, ben varım, daha bir çok arkadaş bizim gibi düşünüyor, kalacağız, çalışacağız!” dedim. Kötü bir söz söylememek için de yattım, sustum.
14 Mayıs 1939 Pazar
Okul boşalmış gibi. Arkadaşlar sessizce kalkıp aşağıya iniyorlar. Hepimizin neşesi kaçmış durumda. Oysa özellikle ben küçüklerle hiç ilgilenmiyordum. Öyleyken onların eksikliğini daha gittikleri gün anladım. Aklıma bir olay takıldı. Bizim gazetemiz sürekli geliyor. Ancak kitap odasına bırakılalı beri orasını açık bulup okuyamıyoruz. Boşalan sınıfların birini okuma yeri olarak kullansak... Bunu Hasan Üner’e açtım. O kitapları taşımak istemiyor. “Zaten kimse gelmiyor!” dedi, kestirdi attı. Ben gene de Öğretmene gazete için söyleyeceğim. İsmet sevinçli, küçüklerden topları almış, “Dayı, kaytarma, istediğin kadar top var, haydi bahçeye!” dedi. Topun birini bana verdi. “Bunlar bizim, dilediğimiz gibi kullanabiliriz!” Meğer topları çocuklar kendi paralarıyla almışlar, gönül isteğiyle bağışlamışlar. Buna çok sevindim. Halil, “Demek sen şimdi de topçuluk yapacaksın!” diye takıldı. “Topçuluk değil ama, topa hiç değilse elle vurmasını öğreneceğim!”
Küçük sınıflardan bir masalık çocuk kalmış, onlar da az sonra gidecekmiş. Trenden Hüseyin Soysal inmiş, ağabeyinin eşyalarını alacakmış, Sabit Soysal Öğretmen “Öğrencilerimle vedalaşamadım, benim adıma hepsine başarılar dile gözlerinden öp!” demiş. Hepimiz, ağlamaklı olduk. Hüseyin iyi, dersleri iyiymiş, başka bir liseye nakledilecekmiş. O da vedalaştı. Akşam treniyle Edirne’ye dönecek. Sami Akıncı hepimizden çok üzüldü, Hüseyin’le çok yakın arkadaşlık kurmuşlardı. Hüseyin’i uğurlamak için bir grup arkadaş izin almış, Halil’le biz de onlara katıldık. Tren hava kararmadan gelip geçiyor. Uğurladık, trenin ardından baktık. Üzüntü veren bir olay. Sami banyo işini yeniden düzenletecek. Pazar günleri sabah olsun istiyoruz. Herkes üzüntülü. Toplu şakalar, kahkahalar kesildi. Mehmet Yücel arkadaşımız: “Bu suskunluk uzun sürmez, yarından sonra neşeleniriz!” dedi. Umarım öyle olur. Gerçekte ben neşeliyim. Hiç değilse küçükler gittiğinden üzüntü duymuyorum. Önemli olan, tatilleri bitince gene gelecek olmaları. Beni, bizim nereye gideceğimiz, orada nelerle karşılaşacağımız düşündürüyor...
15 Mayıs 1939 Pazartesi
Küçüklerin ayrılması, Öğretmenlerin askere gitmesi, hepimizi değiştirdi. Kalan ders Öğretmenleri bu değişikliği nasıl karşılıyorlar, onlarda bir değişme olacak mı acaba? diye konuşuyoruz. Kahvaltıda sadece Ömer Uzgil Öğretmen var. Tören neden yapılmadı?d iye biz biribirimize sorarken, Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Yüksek sesle birşeyler anlattı. Oturdu, konuşa konuşa kahvaltı ettiler. Az sonra alt bahçeye toplandık, İstiklal Marşı’nı söyledik. Ömer Uzgil Öğretmen açıklama yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı, Öğretmenlerin yerini hemen dolduramayacağı için ilk kısmın tatil edilmesini uygun görmüş. Öğretmen ataması hemen yapılsa bile bir aydan önce yetişmesi olanaksızmış. Zaten ay sonunda tüm ilkokullar tatil oluyormuş. Böylece kardeşlerimiz 15 günlük izinle yaz tatillerine kavuşmuşlar. Bizim ders proğramlarımız aynen devam edecekmiş. Boş dersleri öteki Öğretmenler kendi proğramlarını tamamlamak üzere doldurabilecekmiş. Daha açık bir deyimle, matematik dersi, Türkçe dersi, Almanca dersi, Tarih dersi çoğalacakmış. Benim için önemli değil, öteki arkadaşlar düşünsün, deyip geçtim.
Zil çalınca Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Güleç bir yüzle “Günaydın!” dedi arkasından da “Eeeee, yavaş yavaş tatil işaretleri verilmeye başlandı!” dedi. Birden bana dönerek, “verilmiş bir sözüm vardı, istiyorsanız yerine getirebilirim, ne diyorsun?” dedi. Ben toparlanamadım, arkadaşlar “keman” diyerek, uyardılar. Öğretmen benim duraksamamı görmezden geldi, “Al şu kemanı, sözümüzü yerine getirelim!” dedi. Toparlandım, gidip Öğretmen odasından kemanı aldım getirdim. Öğretmen keman akordu yaparken Halil, “Unuttun mu, Öğretmene keman çalmasını sen söylemiştin!” dedi. Anımsadım, severek dinledim. Önce adını bilmediğimiz parçalar çaldı. Adem Gürçağlayan Öğretmenden daha iyi çaldığını hemen anladım. “Adem Bey, neler çalmıştı?” diye sordu. Defterimin kenarında yazılıydı, söyledim. “Shumann Rüya, Schubert İlkbabahar!” Yavaşça çaldı, kesti, “Bu muydu?”diye sordu. Arkadaşlar “Buydu!” deyince bu kez, Schubert parçası için: “Bu, aslında bir Macar Dansıdır!” deyip benzer bir parça daha çaldı. Arkasından “ Karmen Silva ile onun kardeşi, Tuna Dalgalarını da dinleyin!” dedi. Tuna Dalgalarını çaldı. Bilinçli arkadaşlarımız alkışladılar. Öğretmen “Beğendinizse sevineceğim, beğenilmek güzel bir duygudur!” dedi. Kemana nasıl alıştığını anlattı. Edirne Öğretmen Okulunun öteden beri müzik derslerine önem verdiğini, oradan çıkanların çoğunlukla keman bir bölümünün de piyano çalarak Öğretmen olduklarını anlattı. Bizim okulun daha şanslı olmasına karşın göçümüz nedeniyle bu çalışmaların geciktiğini, buna herkesten çok kendisinin üzüldüğünü söyledi. Bir gün kemanlar dağıtılırsa gönüllü yardımcı olacağını tekrarladı. “Kemanım kıymetlidir, aman dikkatle götür yerine koy!” diyerek gene bana verdi. Dikkatle alıp yerine götürdüm. Dönerken Öğretmenle karşılaştım. Teneffüs zili çalmışmış. Arkadaşlar çok mutlu, “Belki Ahmet Gürsel Öğretmen müzik derslerimize gelir!” diye dilekte bulunuyorlar.
2. Derste de Öğretmenin yumuşaklığı sürdü. Hilmi Altınsoy’u, Yakup Tanrıkulu’nu, Ahmet Güner’i kaldırdı. Yapamadıklarını kendisi anımsatarak yaptırdı. Ondalık sayılarla uzunluk, alan, hacim, zaman, tartı, para problemleri kurarak konuları tekrarlattı. 6 Ali, 7 Fettah, 15 Hüseyin, 77 Emrullah gene başarılı olamadı. 6 Ali’nin problemini Kadir, Fettah’ın problemini Arif, Emrullah’ın problemini Hüsnü, Hüseyin’in problemini Yusuf Asıl sürdürüp tamamladı. Öğretmen ayrılırken “Boşalan derslerinize, okulda olursam, çağırabilirsiniz, yardım için her zaman hazırım!” deyip çıktı. Ödev verilmediği için çalışkan arkadaşlar gevşediler. Zayıf dersleri olanlar sessiz, sakin görünümdeler ama sanırım kaygılanmaya başladılar. Derslikte yapılan o patavatsız konuşmalar kesildi; çalışmasalar bile hiç değilse sessiz duruyorlar. Öğleden sonra da atölyede ortalığı topladık. Öğretmenler erken paydos etti. Maç yapmak üzere bahçeye çıktık. Takımlar kuruldu; ben de takıma alındım. Yemekten sonra bir süre geometri çalıştım. Üçgen-daire, kare, dikdörtgen daire ilişkilerini çizerek öğrendim. Üçgen içindeki daire alanlarını üçgen bilgileriyle ölçmek, daire içindeki üçgenleri değerlendirme koşullarını bulmaya çalıştım. Teğet noktaları ile açı ortaylarının değerlendirmelerdeki yararlarını kavramaya çalıştım. Kendi kendime yeni bir karar verdim. Geometri ile Aritmetik ödevlerime daha özenle sarılıp Ahmet Gürsel Öğretmenin gözüne girmek. Bunu yaparsam, sanırım ilerde çok rahat olacağım.
17 Mayıs 1939 Çarşamba
Dünden beri tarih okuyorum. Romalıların girişi çok karışık. Ogüst, ogüst deyip duruyordum ama ondan önce bir yığın ad geçiyor. Sulla, Sezar, Pompeyüs falan filan. Anibal denilen adam da az değil. Roma kuruluşu ilginç. Bir kurt neden olmuş. Roma çok eski de sayılmaz. Mısır’ın son dönemlerinde kurulmuş. 2. Ramses-Şupilulima savaşlarında (M. Ö. 1285) Roma diye bir yer yokmuş. Bundan 500 yıl sonra kurulmuş. Doğru bilmek için daha çalışmam gerekiyor. Öğretmen sormadan kalkmamaya kararlıyım. Tarih birinci derste Öğretmen Roma konusunu işledi. İkinci derste “Kalkmak isteyen var mı?” diye sordu. Kimse parmak kaldırmadı. Öğretmen güldü, “Cesaretiniz mi yok, yoksa okuduklarınızı mı anlamıyorsunuz? Bunu bana anlatır mısınız?” dedi. Mehmet Yücel, Sami Akıncı ikisi parmak kaldırdı. Nedense Öğretmen Mehmet Yücel’i kaldırmadı, Sami’ye kalk işareti verdi. Öğretmen Sami’nin çok iyi çalıştığını biliyor. Önce kısa bir soru sordu. Lidya devletinin baş şehri, son kralı, Sart, Krasüs. Arkasından kitaptan sayfa çevirdi. Atina devletini anlatmasını istedi.
Sami anlatırken Öğretmen elindeki kitaba bakıyordu. Sanırım Sami’nin anlattıklarını iyi dinlemedi. Sami kimi sözlerini tekrarlayarak anlatırken, birden ilgimi çekti. Sami, Atina’yı değil Isparta’yı anlatıyordu. Önce baktım sonra parmak kaldırdım. Öğretmen gördü, “Ne sen de mi kalkmak istiyorsun?” diye sordu. Ben, “Hayır, arkadaş Atina yerine Isparta’yı anlatıyor. Siz Atinayı sormuştunuz!” dedim. Sami şaşırdı, durdu. Öğretmen bir Sami’ye bir de bana baktı. Güldü, Sami’ye “Sen de buradakilerin hepsi uyuyor sandın değil mi, bak içlerinden bir uyanık çıktı, ne dersin?” dedi. Sami özür diledi. “İkisini bir arada okuduğum için dalgınlıkla anlattım, arkadaş haklı, izninizle Atina’yı anlatayım!” dedi. Öğretmen güldü, “Hayır, gerek yok, (beni göstererek) Atina’yı da o anlatsın!” dedi. Kalktım, Atina’yı kitabın yazdığı gibi düzenli anlattım. Öğretmen sanırım memnun oldu. “Sen bunları ezberliyorsun galiba, ezberlemek öğrenmek değildir, haberin olsun. Hafızlar hep ezberler, ama ezberlediklerinin dışına çıkamazlar. Tarih geniş bir bilimdir, orada bazan konular değişerek karşımıza çıkar. İşte o zaman ezbercilik bir işe yaramaz!” Bu söz benim çok ağırıma gitti, bir an düşündüm, koskoca yanlışı söylemesemiydim? Birden “bunları Sami’ye mi bana mı söylediniz?” dedim. Öğretmen, “İkinize de, ezberleyerek çalışanlara söyledim. Övüdüm hoşuna gitmediyse ezbercilik yapmazsın olur biter. Buna ben de sevinirim!” dedi. Yerime oturunca Halil yavaş sesle “gene beceremedin!” dedi. Sustum. Dersten sonra bir çok arkadaş beni haklı buldular. Sami gülerek “Nasıl da dalgınlık ettim. O kadar da sevinçle anlatıyordum ki!” dedi durdu. Yalnız kalınca da bana “Sen Öğretmene fena çattın ama, öyle demeseydin daha iyi olurdu!” dedi. “Umurumda değil, ben bildiğimi söylerim. Kendim haklıysam karşımdaki haksız demektir. Haklı kadar haksızın da payını vermeli!” Sami iyi arkadaş olarak, “Sen de haklısın!” dedi.
Tabiat Bilgisi dersimiz boş geçti. Ancak ders boyunca derslikte oturduk. Yemekten sonra her zamanki gibi Tarım Bahçesine gittik. Sebzelerimiz diz boyu olmuş. Aradaki otları topluyoruz. Kimi şakacı arkadaşlar, Stalin, Hitler derken Salih Öğretmen birden “Siz ne diyorsunuz öyle aranızda? Nedir o hitmer mitler sözleri?” diye sordu arkadaşlar anlattılar. Öğretmen katıla katıla güldü. “Sadece dikenlileri değil tüm zararlı otları, haşaratı yok edin, dünya bu asalaklardan kurtulsun!”, (başını sallayarak) “İlahi Fikret Madaralı, sen binler yaşayasın!” dedi. Daha sonra aralarda bir ot görünce Öğretmen gülerek “Bakın burada da bir küçük Stalin türemiş, burada bir bücür Hitler var, yetişin, vurun beline!” dedi.
21 Mayıs 1939 Pazar
Pazar gezilerimizden birini de bugün yapacağız. Ergene boyundan Türkgeldi çiftliğine doğru gideceğiz. Daha doğrusu o tarafta uygun bir yerde konaklayacağız. Başımızda tek Öğretmen Hamdi Bağ olacak. Öğretmen kestirdi attı, “Çocuklar, başıboşluk istemem, bir istenmedik halinizi görürsem, düdük çalar geriye döndürürüm.” Söz verdik, dikkatli olacağız. Sinanlı yolundan sola dönerek, bir süre yürüdük. Türkgeldi’ye yürümeye gerek yok, burada her yer düz meydan, çayır çimen. Beğendiğimiz bir yerde durduk. Ağaçlar var, gölge var, güneş var. Oyunlar düşünüldü, Koşular için kurallar kondu. Bunları uygulayacak arkadaşlar seçildi. Oyunları, Sami Akıncı, Halil Basutçu, Mehmet Yücel arkadaşlarımız yönetecek. Öğretmen genel hakem. Önce etrafı dolaştık. Türkçe dersinde Öğretmen sorabilir düşüncesiyle belli gözlemler yaptık. Bunları konu edip tartıştık.
İlk yarışma uzun koşu. Ben bu koşuda varım. Adı 5000 metre ama biz 3000 adım attık. Saya saya nerdeyse Türkgeldi çiftliği ucuna geldik. Sıralandık. Arkadaşları görüyoruz. Öğretmen işaret verdi, koştuk. 15 Hüseyin birinci, ben ikinci geldim. Ötekiler iyice döküldü. Hüseyin beni az farkla geçti. Daha koşuya çıkarken Hüseyin geçer diye düşünmüştüm. Oysa ben geçecekmişim. Çünkü Hüseyin baştan çok ilerledi, son adımlarda iyice durakladı. Elli metre daha olsaydı, kesinlikle geçecektim. Arkadaşların yanına gelince Öğretmen bana, “Senden bu kadarını beklemiyordum, doğrusu şaştım. Sen iyi bir uzun koşu adayısın!” dedi. Bu koşu bittiğindeki soluk alışımdan anlaşılıyormuş. Oysa Hüseyin Serin konuşamaz duruma girmiş. Az sonra da yerlere yattığı görüldü. Hiç koşmamış gibi normal soluyormuşum. Sevindim. Bir başka koşuya, çuval koşusuna da katıldım. Kısa bir yerden çuval içinde koşacağız. Herkes gülüyor, bense çok ciddiyim. İşaret verince yürüdüm. Arkadaşlar atlayıp zıplayıp yuvarlanıyorlar. Yakınımdaki Hasan Üner’e “atlama yavaş yavaş yürü yaklaşınca koşarsın!” dedim. Hasan dediğimi yaptı. Hasan arkada ben önde koşuyu tamamladık. Öğretmen birinci gelenlerin bir elinden tutup kaldırıyor. Ben önde geldiğim halde Hamdi Öğretmen yanımdan geçti Hasan’ın elinden tuttu birinci olarak duyurdu. Birden sinirlendim. Arkamı döndüm, gerisi geriye giderken yuvarlandım. Kendim de dahil herkes güldü. Öğretmen geldi, “En güzel düşen de sensin birinci ilan ediyorum!” dedi. Eğilerek kulağıma da “Ayıptır, sen ağabeysin, Hasan senin kardeşin, bunu unutma!” dedi. Gülerek çuvaldan çıktım. Arkadaşlar beni alkışladılar. Uzun süre top oynadık.
Arkadaşlar Türkgeldi yöresini çok beğendiler. “Sık sık tren geçiyor, bağlık bahçelik, toprağı verimli!” deyip durdular. Yakın köylere de gitmeyi tasarladılar. Yakın köyleri benden soranlar oldu. Buralara yakın köy olarak en iyi bildiğim kuzey tarafta Kırıkköy, onun az doğusuna düşen Ayvalık. Kadir Pekgöz bağırdı: “Biraz daha kuzeye çık; Hamitabat!” Ben, “En yakını galiba Düğüncülü ama, ben gitmedim, tam bilmiyorum!” Düğüncülü adı arkadaşların ilgisini çekti: “Oraya gidelim, düğünleri görürüz!” Bu kez arkadaşlar görünen yeri sordular: Orasının bir çiftlik olduğunu (Türkgeldi), Devlet Çiftliği olarak halka tohumluk ürettiğini anlattım. Bizim okulun buralarda kurulmasını isteyenler çıktı. Yeşillik, tren yolu yakın. Varsayımlar sıralarken Hamdi Bağ Öğretmen düdüğü öttürdü: “Yuvamıza dönelim mi?” Bir ağızdan: “Dönelim!” dendi ama arkasından sızlanmalar başladı: “Orası bizim yuvamız mı? Yakında oradan da uçacağız!” Arkasından birileri: “Biz uçmayacağız, bizi oradan kışlayacaklar, biz kendimiz uçacağız!” Mehmet Yücel: “Şunu dosdoğru söyleyin, bizi buradan da kovacaklar!” Bekir Temuçin duramadı: “Aramızda uçamayan var, o ne yapacak?” 6 Ali hiç oralı olmadı. Duymadığını söyleyenler oldu. İsmet daha ileri giderek Ali Güleren’e sordu: “Sen uçabiliyor musun?” Ali Güleren, konuşmaları duyuyormuş, İsmet’e soruyla yanıt verdi: “Sen sürünerek gidebiliyor musun?” Hamdi Bağ Öğretmen: “Güzel bir gün geçirdik, şakalarınızı uzatarak tatsızlık yaratmayın!” uyarısı yaptı. Okula döndük.
Arkadaşlar hemen pencereleri açıp maç dinlemeye hazırlandılar. Ben oturup notlarımı yazdım. Arkadaşlarla ilgili yazılacak başka notlar da var ama, bugünlük onları geçiyorum. Örneğin Arif Kalkan’ın sinirlenip Fettah’ın kolunu büküp yere yatırması ilginçti. Fettah, Arif’e göre oldukça iri. O bu iriliğine güvenerek şuna buna takılıyor. Oysa oldukça kof. Arkadaş, irilikle güçlülüğü bir tutuyor. Arif görünüş olarak Fettah’dan ince görünümde. Şakalaşırken birden Arif’in üstüne yürüdü. Arif kaçacak sanıyordu. Oysa Arif durdu, az itişmeden sonra Fettah’ın bileğinden yakalayıp büktü. Fettah: “Offf, anacığııım, bileğim koptu!” diye bağırdı. Bırakıldıktan sonra da bir süre bileğini oynattı durdu. Hilmi Altınsoy’la Salih Baydemir arasında da benzer bir durum oldu. Salih Baydemir de sırım gibi. Pehlivanlık taslayan Hilmi Altınsoy: “Kolumu kopardın, insafsız!” diye bir süre sızlandı.
Bir süre geometri çalıştım. Arkadaşların bir çoğu zil çalmadan yattılar. Halil bana takıldı: “Sen zil çalmadan yatmamakta dieretiyorsun, galiba!” dedi. “Evet, direteceğim!” derken zil çaldı, birlikte indik. Yatınca Hamdi Bağ Öğretmenin sözünü anımsadım: “Sen, uzun koşulara girmelisin, ciğerlerin elverişli!” dedi. Bunu sahiden mi söyledi, yoksa içten içe alay mı etti?
24 Mayıs 1939 Çarşamba
Zil çaldıktan sonra da bir süre yatabilirz. Küçükler gideli beri yatakhaneye nöbetçi Öğretmeni gelmiyor. Kahvaltı için de gelip nöbetçi arkadaş haber veriyor. Bu nedenle arkadaşların çoğu uzun süre yatakta kalıp rüyalarını, aklından geçenleri anlatıyorlar. Derslerin bile tadı kalmadı. Öğretmenler sözlü yapmıyorlar. Matematik Öğretmeni zayıf olanları bir daha yazılı yaptı. Türkçe Öğretmeni de yapacağını söyledi. Almanca Öğretmeni kaldırmayı sürdürüyor. Sanat Öğretmenleri not deyince gülüyorlar. Namık Ergin Öğretmen, “Okul müdürlüğü benden not isteyince çalışmalarınızı göz önünde tutarak birer not veririm. Hiç üzülmeyin hakkınız yanmayacak!” dedi. Öğleden sonra da Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmene “Haftaya dersler kesilecekmiş, siz not vermeyecek misiniz?” dedik. Öğretmen güldü, “Sizin notlarınızı çoktan verdim, en çok çalışanlarınız 10 numara aldı, ötekiler kendilerine bir yer bulup tahmin yaparlar!” dedi. Bu arada konuşurken bana da baktı. Bu bakış arkadaşların ilgisini çekti, onlar da bana baktılar. Üzüldüm ama belli etmedim, Öğretmen “Çalışan değil çalışanlar!” dedi. Oysa ben en çok çalışan ben olduğuma inanmıştım.
Bahçemiz çok gelişti. Marullar, maydanozlar, yenmeye hazır. Salatalıklar çiçek açmış, uçlarında çiçekler büyüyor. Arkadaşlar sordular “Ne zaman yiyeceğiz?” Öğretmen, ”Bal tutan parmağını yalarmış, istiyorsanız koparın yeyin, size engel olan var mı?” dedi. Kimse koparmadı ama, haftaya hepimiz koparmaya karar verdik. Okula dönerken Öğretmen çapaları okula taşımamızı söyledi. Nedenini düşünmeden, aldık götürdük. “Sebzeler büyüdü bundan sonra çapa yapılmaz!” diye yorum yaptım. Biz okula dönerken Salih Ziya Öğretmen Hasan Çevik Öğretmenin evine gitti. Bahçede oturdular. Biz okula oldukça neşeli döndük. Okulun sessizliği zaman zaman bize dokunuyor ama, biz bizeliğe de alıştığımız için pek aldırmıyoruz. Şakalar gene ortaya dökülmeye başladı. Okulun Benli kızı güzelmiş ama, nedense sözlüsü falan yokmuş. Sözün burası,İ smet kızmasın diye ekleniyor ama İsmet gene sinirlenip Benli diyene ağır küfürler savuruyor.
DER VOGEL: Der Adler-Dir Nachtigall-Der Rabe-Der Spots-Der Mausebussard-Das Hunn-Der Pfau-Der Sperbec-Das Eule-Das Taube-Das Gladze….
DİE TİER :Die Hase-Dir Fehlen-Der Wildhund-Das Kamel-Das Pferd-Der Hund-Der Katze-Das Ziege-Das Schumudgeler-DasZecke- Der Schakal-Das Lamm……….
DİE BLUME :Die Rosa-Die Veilchen-Der Olender-Die Lilie-Die Ringelblume-Die Hyazinthe-Die Kamlle-Die Palergonie-Die Levkoje-Die Crysantheme-Die Olender…
Bu Almanca adları, sorup soruşturdum bulup çıkardım ama bunları cümleler içinde kullanarak ezberlemeyi nasıl yapacağım? Der Hund bellt, İchriechen Blume ya da Roza demek kolay ama oradan öte gitmek pek kolay olmayacak sanırım! …. .
26 Mayıs 1939 Cuma
Üç dersimiz boş. Bir dersimiz var kooperatif. O derse yeni başlamıştık, Öğretmen şimdiye dek hiç nottan söz etmedi. Bugün “Çıkarın birer kağıt!” der mi acaba? Birbirimize bunu sorarak şakalaşıyoruz. Ders zamanı geldi, Öğretmen gelmedi. Sami Akıncı gidip Ömer Uzgil Öğretmenden sordu. Fikret Öğretmen bugün okula gelmemiş. Şaştık. Bu denli görevine düşkün Fikret Madaralı Öğretmen derse gelmedi! Okul açılalı beri ilk kez oluyor bu. Bugünü tüm dersleri boş geçen bir gün olarak defterime yazdım.
27 Mayıs 1939 Cumartesi
“Bayrak çekmek için bahçede metanetle ayrılacağız. Umarım bu son ayrıldığımız yer olur. Karaoğlanlar, kusura bakmayın size böyle demek geçiyor içimden” Müdür Beyin yüzü kül gibiydi, neredeyse zor toplandık. Ömer Uzgil Öğretmenden başka kimse yok. İstiklal Marşı’nı o söyletti. “Az dağılmayın, Müdür Bey sizinle konuşacak!” dedi. Bir süre bekledik, Müdür Bey Ömer Uzgil Öğretmenle beraber geldi. Üzgün bir sesle “Siz de bizim gibi çilekeş insanlarsınız. Bu belki sizin iyi yetişmenize yarayacak, sözü uzatmayacağım. Bizi buradan da bir başka yere gönderiyorlar. Bu nedenle bugün yarın yola çıkacak şekilde hazır olun. Öteberinizi hazırlayın; yatağınızı, yorganlarınızı toplayın deyince alesta yola çıkacağız. Tıpkı Edirne’den ayrıldığımız gibi buradan da arkamıza bakmadan, kendimize güvenerek, gösterilen yere gideceğiz.”
Müdür Bey bize güven vererek konuşuıyordu ama kederini gizleyemiyordu. Söylediği sözcükleri zor söylediğini belli ederek konuşuyordu. Bir ara ağlamasını bile bekledim. Ağlamadı ama sesi hep ağlar gibi çıktı. Sözü bitince de hiç bir söz söylemeden salt sağ elini kaldırarak ayrıldı. Yanında duran Ömer Uzgil Öğretmen de ondan hiç duymadığımız, kısıkça bir sesle: “Serbetsiniz!” deyip gitti.
Bir süre kımıldamadan arkalarından baktık kaldık. “Nereye gidiyoruz, bilen var mı?” Kimse doğru yanıt veremiyor, tahmin de edemiyoruz. Mehmet Yücel arkadaşımız inandırıcı bir yorum yaptı: “Neys ki arkadaşlar bizi köylerimize göndermiyorlar, öğrenciliğimiz sürecek!” Nerden biliyorsun?” diye sorulunca: “Devlet, bizi evlerimize gönderse, yatak yorgan hazırlayın!” demez. Yataklarımızla gittiğimize göre öğrenciliğimiz sürüyor olacaktır; buna sevinmeliyiz!” Arkadaşların çoğu bunu şaka bir söz gibi algıladı, yalan yanlış yanıtlar verdi. Ben, kendi açımdan çok doğru bir yorum olarak düşündüm, arkadaşa teşekkür ettim. Teşekkür edişim, çoğunluk için bir uyarı oldu, Mehmet Yücel’e arka arkaya teşekkür edildi.
Öğle yemeğine öylece girdik. Tatlı var, tulumba tatlısı. Hiç yiyeceğim gelmedi. Tam bu sıra Ahmet Gökay Ağabey birisiyle yemeğe geldi. Hemen gittim, sordum. “Müdür Bey söylemedi mi?” diye sordu. “Biliyorsunuz diye söylememiştir, yarından sonra Lüleburgaz’a gidiyoruz.” “Sahi mi söylüyorsun?” diye sordum. Ahmet Ağabey güldü: “Size kimse söylemedi mi? Nasıl olur? Evli Öğretmenler gidip oradan ev bile tuttular! Son giden Fikret Madaralı bugün orada, ev bulmuş akşam gelip taşınacak!” dedi. Dönüp arkadaşlara kısaca anlattım: “Lüleburgaz’a gidiyormuşuz!” Ben Lüleburgaz’a gidiyoruz, deyince arkadaşların bir çoğu bana yan yan baktı, içlerinden kimileri, “Sen seviniyorsun ama biz sevinemiyoruz” der gibi kıskanç bakışlarla baktılar. Oysa ben içimden Lüleburgaz’ı hiç istemiyordum. Şimdi seviniyorsam bu Lüleburgaz oluşundan çok, gideceğimiz yerin belli oluşunadır. Pekala daha kötü bir yer de olabilirdi...
Öğleden sonra şakalaşarak toparlandık. Okul eşyalarının toparlanması için bize kimse bir buyrukta bulunmadı. Buna da şaştık; neden “Haydi, toplanıyoruz!” diyen yok? Pencereleri açtık, karşı evlerden radyo sesi geliyor. “Yazık oldu, ne güzel şarkı dinliyorduk!” diyenler oldukça bu kez ben: “Lüleburgaz’da daha çok radyo var, üzülmeyin orada daha güzel şarkılar dinleyeceğiz!” diyorum. Yatınca Lüleburgaz’ı düşledim, ben oranın nesini biliyorum ki? Çarşısını, pazarını, istasyonunu, hükümet meydanını, panayır alanını, köprüyü, bir de camiyi. Biz nerede kalacağız? Asker kışlalarına gidersek ne radyo duyarız ne de insan görürüz. İçim sıkıldı. Nasıl uyudumsa, Saranlı Ovasından bizim köy yoluna yürümeye başladım, yürüyorum yürüyorum yol bitmiyor. Yürüdükçe de bizim köyün yolu uzaklaşıyor. Sonunda yanlış bir yöne gittiğimi anladım. Bağlık yakası gözden kayboldu, korku içinde uyandım. Bir süre düşündüm. Üstüste esnedim, gene uyumuşum….
29 Mayıs 1939 Pazartesi
Uyanınca Hilmi ile Hasan’ı dürttüm, “günaydın, bugün Lüleburgaz’ın pazarıdır, çıkıp dolaşalım.” Arkalardan bir ses “Git pazarını kendin dolaş!” Sustum, arkadaş haklıydı. Ben bile Lüleburgaz’a gitmeyi pek istemezken öteki arkadaşlar neden istesin? Dersliğe gittim. Derslikte bizim alacağımız hiçbir eşya yok, hepsi ilkokulun. Kendi eşyalarım hazır. Arkadaşlar birer ikişer indiler. Hilmi Altınsoy bana “pazarını dolaştın mı?” diye sordu. Gidince dolaşacağımı söyledim. Ömer Uzgil Öğretmen geldi. İşbölümü yaptı. Yatakları, karyolaları alt kata indirdik. İki kamyon geldi, yükledik. Çantalarımızı alıp tren saatinde istasyona indik. Saat 14:00. Ferit Bey bizi uğurladı, “Sizi özleyeceğiz!” demesi hepimizi duygulandırdı. Bir çok arkadaşımızın trende yerleşmek için yer aradıklarını görünce güldüm. “Lüleburgaz istasyonuna geldik!” dedim. Az sonra tren durdu, inmeye başladık. En arkaya kalan 6 Ali’nin şaşkın şaşkın “Tam yer bulup oturmuştum!” demesi Ömer Uzgil Öğretmeni de güldürdü. Mehmet Yücel, Ali’ye “Oturmuşken biraz daha gitseydin!” deyince bu kez Ömer Uzgil Öğretmen kahkahayla güldü. Biz bir kenarda toplanırken Namık Ergin Öğretmen geldi, bize kamyonu gösterdi. Yataklarımızı Lüleburgaz’a iki kamyonla göndermiştik. Namık Ergin Öğretmen biriyle bizi almaya gelmiş. Kamyona atlayıp Emrullah Efendi okulunun bahçesine indik. Saat 17:00. Böylece ben, bir yıl önce sınava girdiğim okula gelmiş oldum. Okulun ikinci katında bize yer gösterdiler. Okulun başÖğretmeni Mehmet Salih Arı bize “Hoşgeldiniz!” dedi. Salih Arı Öğretmeni tanıyorum ama iyi karşılamaz düşüncesiyle sokulmadım. O güleç bir yüzle: “Burası sizin!” diye bir yerler gösterdi, bir eliyle de üst katı işaret ederek, “burası da bana kaldı. Okul hepimize yetecek kadar büyüktür!” dedi. O üst kata çekilmiş. Eşyalarımızı bırakıp yatakları, karyolaları taşıdık. Yerimiz çok iyi. Arkadaşlar bakınıyor. Biz Lüleburgazlılar, karşıları gösterip anlatıyoruz: “Orası Halkevi, şurası Belediye Bahçesi, burası Şehir Parkı.” Bugün Hafta pazarı olduğu için yollar dopdolu. Arkadaşlar, “Burada gürültüden uyunmaz!” diyorlar. Yataklarımızı hazırladık, tuvaletleri, muslukları bilmeyenlere gösterdik.
Bahçeye inince Salih Arı Öğretmen beni tanıdı, “Sen yabancı değilsin, arkadaşlarına kıvuzluk etmelisin, şurada benim arılarım vardır. Arada bu tarafa geçerler, arkadaşlarına söyle, arılar kendilerine saldırmayanlara hiçbir şey yapmazlar!” dedi. Ben aynı sözleri söyledim. Salih Arı Öğretmenin bana ödev vermesine de özellikle sevindim. Okul çarşı içinde sayıldığı için demir parmaklı duvar önlerinden geçenler rahat görülüyor. Edirne’de okulumuz kırda sayılırdı. Bahçesinden bağları, bahçeleri görüyorduk. Alpullu’da da kent dışında üstelik caddeye arkası dönüktü. İlk kez önümüzden insanlar geçiyor, biz onlara bakıyoruz. Özellikle Halkevi bahçesine oturmaya gelenleri görünce arkadaşlar Lüleburgaz’a hemen ısındılar. “Burda kalsak ne iyi olur!” gibi istekler başladı. Yemeklerimiz birkaç gün dışardan gelecekmiş. Hamdi Bağ Öğretmenle bir yeni Öğretmen geldi, İrfan Evren, o da marangozluk Öğretmeniymiş. Yüzü hep gülüyor. “Sizinle iyi arkadaşlık edeceğiz !” diyerek söze başladı. Alt katta bir yer gösterdiler şimdilik yemek yerimiz orası olacakmış. Aşçı yarından sonra gelip mutfağını kuracakmış. Hamdi Öğretmen: “Size bu sözleri söylemeyi zait buluyorum, kapıdan çıkmak yok, gelen geçene tanıdık bile olsa söz etmek yok. Tanıdık gelir izin alır, konuşursunuz. Siz kimsenin önüne düşüp de arkanızda tanıdık dolaştırmayacaksınız. Burası şehrin merkezi, herkesin gözü üstümüzde olacak. Kendimiz bir doğru yöntem kurmazsak arkasından kargaşalar gelir!”
Öğretmeni dikkatle dinledik. Ben kendim için iyi anladım. Her Pazar köyümüzün yarısı buraya gelir. Üstelik karşı parklara da gelip oturanlar olur. Onları gördükçe konuşmaya kalkarsam pazartesi günleri akşama dek buralarda olmam gerekecek. Belli zamanlarda çıkıp göreceklerimi göreceğim. Öteki zamanlarda konuşmak bize yasak. “Okulun disiplini tıpkı askerler gibi!” diyeceğim. Ailemden olanlar, yakın akrabalarım bana inanırlar. Ötekiler için ise yasaklar uygulanacak. Bahçedeki ışıklar gibi karşı parkın ışıkları da tam karşımızda, aydınlık içinde bir süre konuştuk. Zaten yatma, kalkma için kimse bir şey demedi. Yalnız Namık Öğretmen, “Bir süre zilsiz yaşayacağız!” dedi. Namık Ergin Öğretmen de okulda kalacakmış. Yattığımızdan çok sonra sokaklardaki gürültüler kesildi. Ya da uykum bastırdığı için gürültü duymaz oldum.