Öğretme, Öğretmen-Öğrenci Arasında Salt Bir Söz Bumerangı Değildir
19 Temmuz 1944 Çarşamba
Akşamki Ekrem'in candan konuşması destekleyici tavırları beni oldukça cesaretlendirdi. Hasan Çakı Efe de sanırım Ekrem'den cesaret aldı. Gerçi o bu işin kurdu, ama gene de:
-Şimdiye dek çalıştığım yerlerde hiç bu kadar kendisine karşı sorumlu olduğum yöneticim olmamıştı! diyerek sıkıntısını söyledi. Ekrem ona da cesaret verici bir neden buldu:
-Burası Ankara'nın dışındadır ama herkes kendini Ankara'nın içinde sayar. Ankara'dan buraya her gün yetkililer gelir. O yetkililerle konuşan herkes, bir süre kendini burada onun vekili sayar. Sen bunları görmezden gelip işini görürsen Ankaralı yetkililer takdirlerini onlara sormadan sana sunarlar. Bakın benim arkadaşlarım şimdi köylerde yarım okullarla uğraşıp duruyorlar. Gördüğün gibi ben burada onlara göre rahatım. Ancak bu rahatlığın bir karşılığı var. Sili Layoş; bunu çok ince hesaplar.
Sıtkı Şanoğlu düdük çalıp işaret verince Ekrem açıklama yaptı. Bu sabah Çakı Efe, bir göz değişikliği için çoğunuzun bildiği ya da gördüğü Bengi için birkaç figür gösterecek! dedi. Büyük bir alkış koptu. Bengi müzik olarak ağır ise de kimi figürler oyuncuyu hareketlendiriyor. Bu nedenle
Tek Oynayan Zeybek
bir çok izleyici Bengi Zeybeğini tek kişinin ya da hiç değilse iki efenin oynamasını ister.
Çakı Efe yaptıklarını o denli yapıyor ki, çocuklar için, sanırım benim gibi:
-Bunun nesi zor? Çıkar ortaya ben de yaparım! Nitekim karşıda bir kaynaşma olunca Ekrem uyarmak zorunda kaldı. Ben, Efe adına kaygılanır gibi oldum. Ancak baktım Efe durumdan memnun. Bengi'den bir iki hareket gösterdikten sonra çocuklara dönerek kısa bir konuşma yaptı:
-Şu size gösterdiğim hareketleri herkes yapar. Siz, haydi haydi yaparsınız. Ancak bunları oyunun müziğine göre sıralamak biraz zordur. Bunlara "Ege Zeybekleri!" denir ama bunları doğru oynayan Ege'de de çok az insan vardır. Beni buraya çağıranlar, tümünüze öğretmem için çağırmadılar. İçinizden bir kaç hevesli çıkıp öğrenir! düşüncesiyle çağırdılar. Ben, bu oyunların doğrusu öğrenilsin, öğretmenler aracılığıyla halka doğru yayılsın düşüncesiyle geldim. Halkevlerindeki gençler beni sabırsızlıkla bekliyor. Ben burada uzun kalamayacağım!
Zil çalınca Hasan Çakı'ya baktım, kızgın değildi. Bize de ayrı bir açıklama yaptı:
-Bunlar beni, (öğrenciler için) Usta Öğretici olarak düşünebilir. "Nasıl olsa öğretecek!" duygusuyla işi ağırdan alabilir. Bunların içinden seçme yapmak zorunda kalacağız. Seçilmeyenler bu konuşmamdan sonra suçu başkalarında arayamaz. "Uyarı yapıldı, o zaman aklımı başıma toplayaydım!” der. Efe'ye takıldık:
-Düş kırıklığına mı uğradın? Gerçekte pişkin:
-Karşımdaki benden ne istediğini bilmeli, o bana yeter! diyor
Birlikte kahvaltı ettik. Kahvaltıdan sonra bizim kulübeye gittik. Ekrem Ula, eski tanıdığı olarak (Bizim adımıza da) her zaman beklediğimizi özellikle rica etti. Arkadaşlar işe gidince, bizim salona geçtik. Efe çok memnun oldu. Kendini biraz yalnız saymış, giderek ısınmaya başladım! diyerek ayrıldı. Tam piyanoya oturdum, Öztekin Öğretmen geldi. Gülerek:
-Ben ayrılınca ne oluyor da maceralar yaşıyorsun; bu senin şansın mı yoksa benim şansızlığım mı? Geçen defa iki gün ayrılmıştım, Hasan Ali Yücel'le müşerref oldun. Bu kez, haklısın ben resmen izinliydim. Arkadaşlar anlattı ama bir de senden dinleyeyim! Öğretmen sordu ama neyi sordu? Doğrusu anlamadım. Olayı ben:
-Okulun kuruluş günü! diye başlayınca öğretmen:
-Yok yok, sen şu pikap işini anlat! deyince kalkıp önce pikabı çıkardım. Öğretmen pikabı çok beğendi. “Hep bu tür bir şey istiyordum, Ankara'daki bir tanıdıkta var, gittikçe birlikte dinleriz. Müzik severliğini bilmesem istemeyi göze almıştım.” Olayı anlattım:
Tam öğle paydosunun bitimine yakın Hasan Ali Yücel'le bir grup geldiler. Hasan Ali Yücel geçen haftaki gibi bizim bölümün Yüksek Köy Enstitüsü' halka sunum amacına uymadığından söz ediyorlar. Ben de onlara karşı savunma yaparken kendi inancımı güçlendiren nedenler buluyorum. Bugün tüm köy ya da mahalle kahvelerin de gramofonsuz hatta radyosuz kahve kalmadı. Buralarda halk piyasa müziklerini dinliyor. Çalıştığı köyün halkıyla kaynaşmasını istediğimiz öğretmen doğal olarak o müzikleri dinleyecek. Yüz yıllar boyu gelişmemiş bu müziği beğeniyor muyuz? Çünkü beğendiğimiz müziği dinleme şansımız var. Bizdeki bu şansı öğretmene verelim. Çünkü biz, Hasanoğlan Köyünde herkes hala kağnı kullanırken öğretmene pulluk, at arabası veriyoruz. Öğretmen kağnı, karasaban kullanamaz mı? Öğretmen köylünün ağzından, ağıdını, ninnisini alacak değil yetersiz olan bu sanatın önünü açacak ses çalışması yapacak. Öğretmen bunu okulunda yapacak. Yetiştirdiği çocuklar, iki sesli çok sesli müziğin varlığından haberli olacaklar. Böylece kapanmış olan insan denilen güzel yaratık, kendi cevherini değerlendirecek. Batı ülkeleri bunu yapmış. Ne zaman yapmış 7-8 yüz yıllarda başlamış.
Hasan Ali Yücel bunları anlatırken daha önce de bir grupla geldiğini anımsadığım kişi, (Adını sonra kartından öğrendiğim Reşat Şemsettin Sirer) kalkıp plâkların yanına gitti. Soracakları olur düşüncesiyle ben de yanın gittim. Eliyle pikabın iğnesini tutarak:
-Bu zor olmuyor mu? diye sordu. Alıştığımı anlattım, kahvemizin olduğunu, kahvede küçüklüğümden beri sürekli plâk çaldığımı anlattım. Biz konuşurken Hasan Ali Yücel: Salcı'nın yazısını okudun mu? diye sordu. Okuduğumu söyleyince de :
-O klârnetçidir, ilk gördüğünde ona piyano dinlet! deyince piyanoya oturup Für Elise, Moment Müzikal parçalarını çaldım.
Piyano çalarken yanıma gelen Reşat Şemsettin:
-Müzik dinlerim ama ben işte bunu yapamadım!" deyip parmaklarını oynattı.
Konuşanlar kalkınca o da onlara karışıp gitti.
İki gün sonra pikabın geldiğini anlattım. Kutudan çıkan kartı da Öztekin Öğretmene verdim. Öztekin Öğretmen ne düşündüyse kartı bana geri verdi:
-Sakla onu, senin için güzel bir anı olur! dedi.
Pikabı öğretmen açtı, bir kutu da iğne çıktı. Öztekin Öğretmen Reşat Şemsettin Sirer'i tanıyormuş:
-O şimdi Milletvekili ama, ötekiler gibi Meclis koltuğuna oturunca çıktığı asıl yerini unutmuyor. Benim öğrenciliğimde Hasan Ali Yücel'le ikisi çok yetkili Milli Eğitim Başmüfettişi idiler, Hakkı Tonguç'tan önce İlköğretim Genel Müdürü oydu, sonra o Yüksek Öğretim Genel Müdürü, Hakkı Tonguç, onun yerine İlköğretim Genel Müdürü oldu. Onun arkası da güçlüdür. T. B. M. M Başkanının damadıdır. Evlenmeleri de uzun süre dillerden düşmedi. Atatürk'le boy boy resimleri basıldı. İsmet İnönü'nün 3 çocuğu olduğunu ben onun düğün resimlerinde gördüm.
Atatürk, İsmet İnönü (üç çocuğuyla) Reşat Şemsettin Sirer'in Nişan töreninde
Uzun süre Avrupa'da da kaldığını sanıyorum. Hakkı Bey'le birlikte Alman Maarifi adlı kitapları vardır. Kitabı, Pedagoji okurken sık sık önerdiler ama ben müziği de bırakmamak için kitaba fazla yer ayıramıyordum. Belki bu bir tembellik bahanesidir. Kesin bilmiyorum (okumadım) ama Hasan Ali Yücel'le de ortak çalışması olduğunu sanıyorum. Onun döneminde İlk Okul Öğretmenlerinin maaş işlerinde bazı önlemler almış maaş ödemeleri Devlet bütçesine geçirilmişti.
Öztekin Öğretmen gülerek:
-Hepsi bir yana bizim pikabı yenilemesi bence hepsine değer! Demirbaşa kayıt etmeden almamın eleştirildiğini anlattım. Öğretmen kaşlarını çatarak:
-Sen tam benim istediğim gibi davranıyorsun. Onların Demirbaş dediği elleri değdiği bir zaman deftere yazmak. O zaman, ne zaman gelecek? Tahir Bey'in K. T. B. kafası. Adam hediyem olsun! dedikten sonra kime ne söz düşer?
Öğretmen, geldiğini duyunca "Neden söz etmedin?" diye sorar, düşüncesiyle Prof. dr. Emin Onat'ın gelişini anlattım. Öğretmen buna çok üzüldü:
-A, onu görmek isterdim işte, "Dünya çapında adam!" der durulur ya bence o öylesi.
Okul Müdürünün beni çağırttığını söylediler, bazı olumsuz düşünceler kafamda Müdür odasına girdim. Müdür Bey yoktu, baktım Prof. Dr. Emin Onat , hiç duraksamadan "Hoşgeldiniz!" diyerek yanına sokulunca elini uzattı. Eline elim değince değilip öpmek istedim, Estafulah! falan derken Müdür geldi. Prof. Dr. Emin Onat tavrımdan bir tanışlık sezdi sanırım beni mahcup etmemek için:
-A, evet! deyip sözü bana bıraktı. Ben de:
-Sayın Profesör olmasaydı, ben şimdi burada olmayacaktım! deyince bir kez daha "Estafurullah! dedi ama olayın açıklanmasını beklediği belliydi. Ben:
-Kepirtepe'de öğrenciyken! der demez güldü:
-O çamurda birlikte gezmiştik değil mi? Ben de:
-Siz ayrıldıktan sonra tüm Trakya'da bir tevatür:
- Bina çürük yapılmış, yıkılıp yeniden yapılacakmış. Bunu duyan babam hemen okula geldi. Okula 4 km. uzaklıktaki Yeni Bedir köyü muhtarı amcamdı, akşam evci çıkmam için önce Okul Müdürlüğüne, arkasından İlce Kaymakamlığına baş vurdular. Kötü haber çabuk yayılırmış. Tedirgin günler geçirirken Sayın Profesör bir başka Mimar arkadaşıyla tekrar geldiler. Bizim duyduğumuz dedikodunun aslı anlatılınca biraz yatıştık ama içimiz rahat değildi. Bizim bina Trakya Köy Öğretmen Okulu olarak yapılmıştı. Edirne-İstanbul asfaltına 20 metre yakındı. Köy Enstitüsü yasası çıkınca Köy Enstitülerinin büyük binalara değil küçük köy tipi binalardan oluşması isteniyormuş oldu olacak bu bina da yıkılsın! sözü çürüklükten yıkılacak şekline dökülmüş . Kötü bir rastlantı o sıralar çok sık depremler oluyordu. Bu dedikodu tam bitmeden bizim okul Hasanoğlan'a göçtü, Biz Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü Bakanlıktakilerin gönlünce yapmaya çalışırken bir gün Kepirtepe'deki binanın gerçek ustası Namık Ergin öğretmen:
-Kepirtepe'ye dönmemiz için hiç bir engel kalmadı. Dönmek istiyorsanız, ilgililere duyurun verdikleri kararı bir daha gözden geçirsinler. Onların yıkılsın dedikleri binaya "Hayır bu bina yıkılmaz, buna ben kefilim" diyen Prof Emin Onat Atatürk'ün Anıt-Mezarı için tüm dünya ünlü mimarlarının katıldığı yarışma da birinciliği kazandı. Böyle bir usta mimarın "Oturulur!" dediği binada rahatça oturalım. Böylece yöremiz insanlarının kafasında süreli kalacak bir zan da kalkmış olacaktır. Profesör Onat, çok memnun kaldı, özellikle çamurunu unutmadığını, kendisiyle gelen birlikte çalıştıkları Bayan Mimar'ın ancak 10 metre yürüyüp vazgeçtiğini anlattı. İki yıl sonra bir yaz günü geçerken gördüğünü, olağanüstü yeşillik bir belde olduğunu anlattı.
Öztekin Öğretmen ne zaman biteceği konusunda bir şey söyleyip söylemediğini sordu. "15 yıl!" deyince, önce bir, "Vay be!" çekti. Sonra da:
-Büyük bir eser olacak, ne mutlu ona Atatürk'le birlikte anılacak! dedi. Pikabın kapağını kaldırıp:
-İlk siftah! deyip, Beethoven Romans1'i koydu. Plâk bitince eski pikabı sarıp kaldırmamı söyledi. Arkasından "bu yıl öğrenci kontenjanı iki katına çıkarılmış. Sayımız artarsa acemileri bir başka yere geçiririz!" deyip ayrıldı. Öztekin Öğretmenin yakınlığı çalıştığım için, öyleyse daha dikkatli ve de gevşetmeden piyanoyu ilerletmem gerekiyor. Buradaki şanım piyanoya bağlı. Moonlight'ı yeni başlamış gibi ağırdan alarak neredeyse yarısını dolduran adagio sostenuto bölümünü kendi beğenim çizgisine getirdim, çok kısa süren allegrettoyu zaten daha önce ezberlemiştim. Yemeğe oldukça neşeli gittim. Bizimkiler yok, küçük bir bocalama geçirdim. Dört beş bayan öğretmen erkenci. Bediha Öğretmen gülerek:
-Onlar gelmeyecek, bizim masamıza oturmak zorundasın! deyip güldü. Ötekiler de güldüler. Aysel Öğretmen:
-Sizin bizim diye bir ayırım mı var? Buyurun öğretmenim, bu gün de onlar sensiz yemek yesinler! Teşekkür edip oturdum. Oturunca hepsi değişik sözler sordular. Fatma Özbay Öğretmen sabah oyunlarından sonra ne yaptığımı sordu. Öğle mandolin çalışması yaptığımı, öteki zamanlarımda sürekli piyano çalıştığımı anlattım. "Amaaaan, sürekli piyano çalınır mı?" diyenlere hemen karşılık verdim:
-Çalmıyorum, çalışıyorum! deyince hep güldüler. Onlar gülüşürken arkadaşlar Epçin çifti (Sabiha-Ömer Öğretmenler) geldiler. Selâm verip ayrı masada oturdular. Onların gelmesi bizim konuşmamızı bir an durdurdu ama aynı konu gene açıldı:
-Sahiden 3-4 saat piyanonun başında oturuyor musun? Bu kez sözü değiştirip:
-Tuşlara kolumu dayayıp uyuyorum! Soru:
-Gelen olursa?
- Kapı hareket edince elimdeki pil cereyanlı tel uçları beni uyandırıyor; uyanır uyanmaz tuşlara basıyorum. Olmayacak sözlerime karşın güldüler. Ancak bir gün dinlemeye karar verdiler. Cumartesi günleri dışında her gün, her saat için söz verdim. Pikap olayı aklıma geldi; onun anlatmak için:
-Ayrıca çok güzel plâklarımız var, yenice bir de pikap sahibi olduk, isterseniz size konser salonlarında çalınan büyük eserleri de dinletebilirim! deyince başta Fatma, Aysel, Rahmiye, Nebahat Öğretmenler olmak üzere:
-Şimdiye dek bunu neden düşünmedik? diye sordular. Eğitimbaşı Şeref Tarlan'dan söz edildi. Ben de:
-Bizim Bölüm Başkanımızın haberi olacak, bu yeterli olur. Hem o çalınan eserler hakkında kısa bilgiler de verir! deyince çocuk gibi sevindiler. Önce sıkılarak yanlarına oturmama karşın ayrılırken çok olumlu bir duygu içinde ayrıldım. Bir süre bunu düşündüm. İnsanlar neden böyle? Ya da ben neden böyle düşünüyorum? Bir yıl önce Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencisiyken derslerimize gelmiyorlardı ama okulun öğretmeniydiler. Rezzan, Zehra, Pesent, Bedia, Cemile, Bergüzar öğretmenler tıpkı bunlar gibiydi. Hepsiyle ayrı ayrı konuşuyordum ama onlar bir aradayken bir değişik duygu nedeniyle tümünden birden çekiniyordum. Aynı duygu burada da var. Bugün yeni gelen birisi dışında ötekilerin hepsiyle çok konuştuğum olmuştu. Meğer yeni geldiğini sandığım Nebahat Öğretmen yeni değilmiş, bir ara izin kullandığından karşılaşmamışız. Sabah oyunlarına nöbetçi olarak çıktıklarında kırk yıllık tanış gibi konuşuyorduk. Oysa bugün oldukça sıkıldım; hem de yanlarına gitmekte bir ürküntü duydum. Oturduktan sonra her birini ayrı ayrı görmeye başlayınca rahatladım. Özellikle Nebahat Öğretmenle şimdiye dek nasıl karşılaşmamış olduğuma ya da karşılaşınca neden dikkatimi çekmediğine şaştım. Üstelik, okula ilk geldiği gün bizim salona indiğini, orda kaldığı sürece benim piyanodan kalkmadığımı söylediğinde bunu büyük bir dikkatsizlik, bir şans kayıbı saydım. Ayrılınca da belleğimi neredeyse çöp sepeti gibi ters döndürecektim. . . . .
Kulübeye uğrayınca arkadaşların konusu Yusuf Asıl'dı. Cumartesi günü gidip görmeye karar verdim. Pazarören Müdürü Şevket Gedikoğlu, onlardan haber bekliyormuş. Gideceğimi söyleyince çok sevindiler. Hastaneyi biliyorum, zamanım da var. Neden gitmeyeyim? Yusuf benim arkadaşımdan öte çok sevdiğim bir kardeşimdir.
Mandolin çalışmam olduğu için izin alıp ayrıldım. Çocuklar çalışmaya başlarken Öztekin Öğretmen de geldi. Çocukların ellerindeki mandolinleri birer birer alıp gözden geçirdi. Yazı yazan, çizen olup olmadığına baktı. Neyse ki bir suçlu yakalayamadı. Bunu da benim titiz çalışmama yordu. Oysa bunlara bakmak benim aklımdan bile geçmemişti. Bu eksiğime bir mim koydum! İşte bir dikkatsizlik!. . . Ancak bu sınıfta iyi öğrenciler var, Hasan Tekin'le iyi uyuştuğu arkadaşları sınıfı arkalarından götürüyor. Öztekin Öğretmenle aramız böyle uyumlu giderse Hasan'ı bizim bölüme aldırmak için elimden geleni yapacağım. İki sesli bir parça hazırlamıştım. Robert Schumann'ın Coral'i. İki portelik bir parça ama çok etkileyici. Benim çalıştığım Beringer Piyano metodumda vardı. Bir iki geçiş dışında tüm notalar iki vuruş, dört vuruş. Çocuklar hem dengeli mızrap vuruşu yapıyor hem de çok özelliği olan bir parça. Öztekin Öğretmen belki bir dalgınlık, belki de aşırı bir dalga geçme (!) niyetiyle takıldı:
-Sen bunlara 9. senfoniyi de çaldırırsın! Senfoninin çok ünlü bölümünü çalışmıştık. İşaret verip çaldırdım. Öztekin Öğretmen, az önceki sözünü düzeltti:
-Ben, senfoninin tamamı diye takılmıştım! demek gereğini duydu. Bu arada bir de muştuda bulundu:
-Tarih kesin değil ama ünlü Alman şef Hermann Scherchen gelecekmiş, onu kaçırmayalım. Cumartesi günü Faik Bey'den gününü öğren! dedi. Arkasından ben de:
- Bayan Öğretmenler bir gün plâk dinlemeye gelmek istiyor! deyince; "Sen mi teşvik ettin, yoksa onlar mı istedi?" Ben de doğrusunu söyledim:
-İkisi de. Günümü nasıl geçirdiğimi sordular. Ben de bol bol piyano çalıştığımı, sıkılınca plâk çaldığımı söyledim. Plâkları sordular. Ad vermeden "Gelir kendiniz seçersiniz!" deyince; size haber vererek geleceklerini söylediler.
Öztdekin Öğretmen oldukça iyimser tavırlar içinde ayrıldı. O gidince çalışmamı sürdürdüm. Burada bir de kural bozdum. Beethoven Moonlight sonatın plâğı vardı, Faik Canselen Öğretmenin "Sakın sakın, çalıştığın parçayı plâktan dinleme!" demesine karşın, oturup dinledim. İyi ki dinledim. Plâk durunca neden dinlememem gerektiğini iyice anladım. Plâk ünlü piyanist Wilhelm Kempff tarafından doldurulmuş. Onun çaldığı piyanoysa benimki araba gıcırtısı. Fazla üzülmedim. Öğretmen haklı olmasa böyle bir sınırlama koyar mı? Daha çok övütler:
-Bak İbrahim, burada plâğı da var, al akşama dek onu çal, akşam da bir kez birlikte dinleriz, iş tamam olur! deyip kahkahayı basar. Kendim de düşündüm, kahvedeki plâkları yüzlerce kez dinlemişimdir. Kaç tanesini sahiplendim? Moonlight'i arka arkaya iki kez tekrarladım. Bu arada bir de piyanist tanıdım. Herr Wilhelm Kempff. . .
Wilhelm Kempff
Piyanistin saçlarına takıldım, saçlarım için bana:
-Çok uzatıyorsun! diyenler oluyor; çoğunlukla Müdür Rauf İnan'ın taifesi. Onlara Wilhelm Kempff'i örnek göstereceğim. İçimden de piyano çalışını örnek alsan ya! diyorum. Onu da örnek alacağım zamanla! deyip kendi kendime bir pöh, pöh, pöhh! çekiyorum. Kitaplığa gidip Varlık Dergilerini tarayacaktım; işte zamanı deyip gittim. Kitaplığın ara kapısı açık. Belki de kitaplar havasız kalmasın diye kapıyı açık bırakıyorlar! Tüm dergiler gibi Varlık Dergileri de dolapların arkasına sözde yığıyorlar ama; buna atılma demek daha uygun olacak. 1944'leri karıştırdım, 10 dergi gelmiş. (On beş günlük çıkıyor. Şinasi Özden, Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni Öğretmenlere sorduklarını başka birine de sormuş, Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin "Hümanizm, insanlığın geçmişteki ölmez değerlerini, bugünkü değerleri verimlendirecek şekilde canlandırmak, devam ettirmek hareketleridir!" diyor. Ya anlamadım ya da yanlış anladım. Örneğin müzik alanında geçmiş değerlerimiz nedir? Geçen Varlık'tan aldığım Vahit Lütfi Salcı'nın sorusunda vardı; Tatyos, Aleksi ya da Azraki efendilerin parçaları üstünde nasıl bir işlem yapıp onları yaşatacağız? Olduğu gibi bırakırsak Hümanizm olayının dışında mı kalacağız? Hümanizm de romantik, klâsik, Barok akımlar gibi bir sanatsal değişimse bunun dışında kalarak "Muasır milletler seviyesi"ne nasıl çıkacağız? Umarım yanlış anlamışımdır. Yoksa bu yazar da eskiye yani değişmezliğe bağlı biri mi? "Tüfek icat oldu mertlik bozuldu!" "Bozmayın mertliğimizi, kaldırın şu tüfeklerinizi!" diye diye Osmanlı İmparatorluğunu sadaka dağıtır gibi dağıttılar. Konuşan Profesör olduğuna göre belki başka bir söz söylemek istiyor.
Eğilip kalkarken rahatsız oldum, bir tomar dergiyi alıp masa üstüne koyarken Nebahat Öğretmen:
-Ay siz burada mıydınız, kimse yok diye kapıyı kapatacaktım! dedi. Önce kitaplık görevlisi sandım:
-Kapanma saatiyse çıkarım! deyince:
-Yok, yok kitaplıkla bir ilgim yok, nöbetçiyim, kapıyı açık görünce içerde kimse yoksa kapatmayı düşünmüştüm. Sahiden kitap falan okumadığımı, piyano çalışmaktan uzaklaşmak için geldiğimi, şimdi özlemiş olarak gidip çalışacağımı söyledim. Önce:
-Bir gün arkadaşlarla dinlemeye geleceğiz! dedi, arkasında da:
- Öyle dediğim için gücenmedin değil mi? diye sordu. Anlamazdan gelerek, "Neyi, ne dediniz ki?" Açıkladı:
-Bir dün sizin salona gitmiştim, sürekli piyano çaldığını, bir kez olsun başını kaldırıp bakmadığını söylemiştim! Ne gücenmesi? Bu söze gücenir miyim sanıyorsun? Asıl bu olayı söylediğinizde büyük bir şansızlık yaşadığımı ve de buna nasıl üzüldüğümü anlamışınızdır sanırım. Neyse, bir daha geldiğinizde borcumu ödeyeceğimi göreceksiniz, sabırsızlıkla bekleyeceğim.
Konuştuğuna pişman mı oldu yoksa memnun mu? Kestiremedim. Ancak beyaz yüzü değişti, özellikle yanakları tam anlamıyla elma gibi olmuştu. Bizim salona niçin, kiminle geldiğini anımsamaya çalıştım. Yeni bir istekle çalışmaya başladım. Özel konuklar için kısa, ritmik duyulmuş parçalardan bir program hazırladım. Beringer metodumdan çalıp geçtiğim Schubert Serenad, Moment Muzikal-Schumnn Atlı, Rüya-Mozart, Don Juan'dan Serenad, Zerlinda'nın aryası, Türk Marşı-Beethoven, Für Elise, Menuet, Pathetique Sonat'ın Rondo bölümü. Uzatmak gerekirse Mozart Kv. 331 baştan 1, 2, 3, 4 gerekirse sonuna dek. Beethoven'in Tarla Faresini de araya sokuşturacağım. Seçtiğim parçaların adlarını unutmamak için piyanonun kapak arasına sıkıştırdım.
Yemekte arkadaşlarla buluştuk. Dereden, tepeden, arkadaşlardan gelen mektup ya da haberlerden söz ederken, anımsadıklarımızın iyi-kötü-huylu-huysuz taraflarından söz ettik. Ekrem geçen yıl Pazarören'e gitmiş, oraya bu yıl da Zekeriya Kayhan'ın gitmesi (İkisi de zeybekleri en güzel oynamaktadır) oradaki öğrencilerin oyun şanslarından söz ettik. Oyundu, şanstı derken Ekrem Ula özür dileyerek söze başlayıp, beni uyardı:
-Geçmiş deneyimlerime dayanarak söylüyorum, sakın bunu birisi adına öneriyor deme! Sen, öğlede mandolin çalışmanı kaldır, onun yerine oyun koy. Böyle sabah çalışmaları kesinlikle yetmez. Önce son sınıfları bir gün ara ile çalıştır. Öğrendiği kadar öğrensin. 15 gün sonra tüm sınıfları sıraya koy, oyun çalışması salt sabaha kalmasın. Sen Sıtkı Şanoğlu'na bakma o işi jimnastik alışkanlığı açısından değerlendiriyor. Bunu kimseye de sorma, "Bundan sonra böyle olacak!" dersin, öyle olur. Nöbet sınıfları dışındakileri sıraya koyalım, pazartesi gününden yeri program başlasın. Bunu Sıtkı Şanoğlu'na söylemeye bile gerek yok. Bunun karşılığı var:
-Zeybekleri öğrenmek için gerektiğinde Efe, öğrencilerle tek tek de çalışmak gereğini duyar. Ancak bu, sabah saatinde olanaksız. Okulun beş sınıfı var, ikisi kalabalıktır, ikiye böleceksin, o zaman 7 grup olur. Bunlardan biri, sürekli Haftalık Nöbetçisidir. Kalan 6 grubun her birini bir öğleye alacaksın. Cumartesi gününü kendine ayıracaksan pazarı ekleyip her gün bir küme ile bir saat çalışacaksın!
Hiç bir tepki göstermedim. Ancak durumu ben Hasan Çakı Efe'ye anlatırken onun da birlikte olmasını istedim. Ekrem Ula:
- Seve seve, uzatmayalım, hemen yarın! dedi.
Tonberg'te Mandolin orkestrası başlamıştı. Önce Hüsnü, arkasından Ekrem uyudular. Yatınca bir daha düşünüm, sahiden ortalıkta aylak gezenlerden biriydim. Mandolin çalışmalarını sırasını bozmadan akşam boşluğuna aldım. Son sınıflar iki grup olarak da kalabalık olmakla birlikte özür öne sürüp kaytaranlar oluyor. İzzet Palamar'ın, Mustafa Güneri'nin yanında çalışanlar oluyor. Böylece sayılar azalıyor. Ben zaten dikkatle yoklama yapmayacağım. Önemli olan severek gelenlerin daha çok yararlanması. Oldukça rahatlamış olarak gözlerimi yumdum. Uyumak üzereyken Eğitimbaşı Şeref Tarlan'a durumu nasıl açıklayacağımı düşündüm. Çünkü işin ucunda ona da büyük görev düşüyor.
20 Temmuz 1944 Perşembe
Hüsnü Yalçın, uyanır uyanmaz şakasını yaptı. Şaka diyorum ama Hüsnü çok ciddi söyledi:
-Bir bu kalmıştı, beş yıl sonra portreli getirip buraya dikmişler. Ekrem anlamadı:
-Onu dikeceklerine bari doğru dürüst ses çıkaran zil taksalardı. İzmir vapurlarında öyleleri var ki Lalabel dinle. Hüsnü Ekrem'e sahiden Ağabey gözüyle bakıyor gücendirmemek için sözünü açıkladı: Yok ya, sabah sabah çok vurduklarından sanki buraya getirmişler gibi geldi, onu demek istedim. Ekrem sözün üstünde durmadı:
- Ben geldiğimden beri hep düşündüm buraya doğru dürüst bir zil tesisi kurulamaz mı? Söze ben de katıldım:
-Okulun ilk kurulduğu günlerde daha Sili usta krokisini çizdi, deneme için çaldırdı da. Kilise çanı denileceği için vazgeçildi! dedim. Sili Usta'nın o zaman dediklerini anımsayıp anlattım. Sili Usta:
-Kuzuya zili takarsınız, kuzu büyür koç olur; zili çözmeyi bile düşünmeden başını kınalar; keser kurban edersiniz. Zil, Avrupa'dan gelir, kına da keza Hollanda'dan gelir. Oysa bitkisi Afrika hatta Arabistan yarım adasıdır ama bitkinin kınaya dönüşmesi Avrupalıların laboratuvarlarında olur. Böyleyken Müslüman çan sevmez. Sürüleri çanlıdır, kervanları çanlıdır. Ama okullarında çan istemezler (!?) İşin ilginç bir yanı da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Cumhurbaşkanı Çankaya Köşkünde oturur, konuk gelen devlet başkanlarını da orada konuk edip ağırlar!
Oyun alanın çıktım, Eğitimbaşı Şeref Tarlan geldi. Günaydınlaştıktan sonra düşündüğümü söyledim. Beni çok haklı buldu.
-Bir ara ben de düşündüm, adam bulup getirmişiz, yeterince yararlanamıyoruz. Bize bir iki yıldız oyuncu değil kitlelerin ortaya çıkması gerekli! Böylece olay ortaya konmuş oldu. Eğtimbaşı Şeref Tarlan Hasan Çakı ile bir ara onun odasına gelmemizi söyledi.
Kahvaltıda Çakı Efe bizimle oturmuştu. Meğer uygulamadan o da mutlu değilmiş. Özellikle Kızılçullu uygulamasını övdü. Övdüğü de zaten Ekrem'in bana anlattığı idi. Efe bana;
-Senin işin çoğalacak! deyince, ben:
-Bunun, benim için bir görev, hem de gerçek bir Efe yanında zevk olduğunu söyleyince çok sevindi. Eğitimbaşı Şeref Tarlan'ı görmek için saat 11:00'i kararlaştırdık.
Salona dönünce Öztekin Öğretmenle karşılaştım. Olayı ona da anlattım. Öztekin Öğretmen alkışladı. Üstelik bana:
-Sen derslerine girmediğin için öğrencileri yakından tanımazsın, onların iş göreceklerinden görevli seçeyim, sana yardımları olur. Ayrıca, çalışma yeri olarak da Yüksek Bölüm binasının aralığını önerdi. Söz konusu yer, Müdür Odasının altı, sürekli gözetim altı oluşu öğrencilerce önemli bir gözetim-denetim uyarısı olur! Öztekin Öğretmen'in kendisinin de sık sık uğrayacağını söylemesi beni daha çok cesaretlendirdi. Saati gelince Eğitimbaşı odasında toplandık. Benim önerim çok önemsendi, madde madde yazılarak imza alındı. Grup başkanının yoklama yapıp Eğitimbaşına vermesi karara bağlandı. Oyun süresinin çalışma saatlerine geçmemesi yazılarak zaman kesinliği kondu. Konuşmamız biterken Okul Müdürü geldi, olayı sordu, bilgi aldı. Öğle, akşam yemeklerinde öğrencilere duyurulacak ayrıca, sınıf başkanları Eğitimbaşı tarafından görevlendirilecek. Okul Müdürü ayrılırken, bana bakarak:
-İşini böyle belli kurallara bağlarsan hem işini görürsün hem de bireysel sorumluluğun olmaz! deyip ayıldı.
Yeni programımız 24 Temmuz pazartesi günü başlayacak. O güne dek iki sınıf ikiye bölünüp uygulama denemeleri yapılacak.
Hasan Çakı Efe ile oyun yerini gördük. Az bir elden geçmesi gerekiyor. Ekrem Ula'dan rica ederiz derken Mustafa Güneri ile karşılaştık. Yerlere bakışımızdan kuşkulanmış gülerek:
-Çok kıymetli bir kayıbınız olduysa yarıya bölüşmek koşuluyla buluruz! deyince işin doğrusunu anlattık. Mustafa Güneri o sevecen tavrıyla:
-Hiç merak etmeyin, yarın burası, Efelere yakışacak bir düzene girecektir! dedi. Teşekkür edip ayrıldık.
Salona dönünce Öztekin Öğretmenle karşılaştım, plâk dinliyordu. Girer girmez çalınan eseri bilemediğimi söyledim. Hemen övüde başladı:
-Tüm gençler kendilerini büyük eserlere kaptırırlar. Aynı hatayı ben de çok yaptım. Oysa asıl etkili müzikler kısa parçalardadır. Yalnız olarak plâk dinlediğinde buna dikkat edersen, bana hak vereceksin! derken plâk bitti. Baktım, Tchaikovsky, Serenad-Wals. Plâk listemizde böyle dörtlüler değil tek çalgılar için de plâklar var; sahiden onları pek dinlemiyorum. Yeni pikabı göstererek, geçmişte sözü edilen plâkları da andık. Komlinger, hala gitmeye çalışıyormuş ama yasal yollar dışına da çıkmıyormuş. Durumu uygun bulduğumu düşünerek yaptığımız çalışma değişikliğini anlattım. Öğretmen Bana bakarak:
-Gönen ya da Akçadağ'a gitseydin ne yapacaktın? Kendini burada da öyle rahat düşün. Zamanı değerlendir, insan emeğini boşa harcatma, her etkinlik sonunda öğrencilerin bir kazanımı olsun. Ben senden memnunum, sana güveniyordum, bu güvenim giderek artıyor. Bunu geçen gün okul Müdürüne de söyledim. Sana olan güvenimi alkışladığını söyledi. Gerçi ben ona güvenmem, bunu sana da açıklayayım. Ancak o, kendini düşündüğünden çalışanları karşısına almaz. Ta ki, karşısındaki büyük bir hata varsa o zaman da vurabildiği kadar vurur. Sen bunu kolay kolay yapmazsın. Öğretmen uzunca bir süre ayrılacağını söyledi ama kesin bir zaman da söylemedi. Aklım biraz karıştı. Ancak dinlediğim övgüler o noktayı aşmama yardım etti. Öğretmen ayrılınca, sahiden ayrılmış gibi rahatladım. Günlerdir piyanoya oturmamış gibi özlemle tuşlara dokundum. Mozart Kv 545. Andante, 331 Kv. 1, 2, 3, 4. bölümleri , Don Juan Operasından Serenad'la, Zerlina'nın aryasını su gibi yaptım. Zerina'nın aryası, Für Elise, Röslein parçaları, Schuman Rüya'yı Nebahat Öğretmen'e kesinlikle dinleteceğim. Gelmemekte direnirse sınıfı mandolin dersine geldiğinde öğrencilere dinleteceğim. Çocuklar piyano sesi dinlemeye bayılıyorlar. Öğretmen grubuna katılmazsa onlara da aynı parçaları çalacağım. Nebahat Öğretmen, aklını başına topla, sözünü geri al (!)
Piyanoyu bıraktım, Hasan Çakı Efenin kitabına baktım. Yazılar önemli değil notaları bir kişi, Ahmet Yekta Madran tarafından notaya alınmış, acaba hepsi doğru mu? Aralarında plâklardan çok dinlediklerim de var, örneğin Yörükler Yaylası, Keklik Avı gibi. . Notayı piyanoya koyup seslendirmeye çalıştım. Belleğimdeki seslerle örtüşmedi. Akordiyonu açtım, daha bir yakınlık olduysa da içim pek onu da götürmedi. Bu kez öteki oyun havalarına başladım. Zeybekler iyi. Ancak onlarda da bireysel ilgi ekleri var. Porte başına 3/4, 4/4, 2/4, 9/4 yazmış ama bunları özel olarak ezberlemek gerekecek. Sarı Zeybek, Harmandalı, Güvende zeybeklerinde sorun yok. Bengi Zeybeğinde de anlaşmıştık. Arkadaşların geldiğini umarak Kulübemize gittim. Gelmemişler, tonberg'i biraz çatırdattım. Bir yerde çatırtı kesildi, insan solumasını andıran bir ses oldu, ardından çok berrak bir ses, "İsi Dama" dedikten sonra "Burası Şam radyosu, Türkçe haberlere başlıyoruz!" deyip, Fransız ordusunun Paris'e girmeyeceğini, Almanların çekilmesini bekleyeceğini söyledi. Kırım'da Sovyet güçlerinden kaçan Alman askerlerinin Türkiye'ye sığındığını iddia eden Stalin, "Türk Hükümetinden açıklama istedi!" dedi.
Arkadaşlar geldiler, Ekrem şaka olarak:
-Gizli gizli yalelli dinliyorsun! deyince tartışma başladı. Benimle değil, Sabiha Öğretmen kapıdan girerken Arap şarkıları başlayınca Sabiha öğretmen:
-Neden dinlemesin, Arapça müzik değil mi? diye sordu. Sustum. Ancak susmam da anlamlı oldu:
-Sizinle bunu tartışmaya değer bulmuyorum! anlamına kaydırılabilir. Bir süre başka sözlerle ortamı yatıştırdıktan sonra Pazarören Köy Enstitüsü'ne sözü getirip Müdür Şevket Gedikoğlu'nun mart ayında geldiğinde beni oraya istediğini, askerliğime dek de orada kalmamı, rahat çalışmam için her türlü kolaylığı göstereceğini, her biri benim öğretmenim olan üç Müdür arkadaşı yanında (İhsan Kalabay-Kepirtepe, Ömer Uzgil-Gönen, Enver Kartekin-Lâdik) söz verdi. Gerçi bu gelecek zamana dönük bir konuşmaydı ama ben çağrıyı doğru bulmadım. Niçin doğru bulmadığımı da savundum:
-Siz benim şimdiki durumuma razısınız, akordiyon çalıyorum, Ne çalıyorum? Ziraat Marşı, Bayrak Marşı, İleri Marşı, Gençlik marşı, Gelin Ayşe, Menekşe, Harmandalı, Arpazlı, Timurağa v.b. Size bunlar gerekli. Oysa ben, bunları şimdi yapıyorum. Ancak; uzaklarımda bulunanlar daha başka şeyler yapıyorlar. Ben, onların yaptıklarını yapamasam bile yaptıklarından haberli olmak istiyorum. Bunu yaparsam, demin saydıklarımı daha rahat yapacağıma, daha canlılık katacağıma inanıyorum! dedim.
Yemek zamanıydı, konuşa konuşa yemeğe gittik. Söze pek karışmayan Ömer Öğretmen içtenlikle sordu:
-Pazarören'de olmayışın sana ne kazandırıyor ya da Pazarören'de olsaydın ne kaybedecektin? Her cumartesi öğrenci olarak derse gittiğimi anlattım. Bu ders durumunun benim için bir yıl sayıldığını, zaten derslere geç başlamış olmam dolayısıyle ancak 10.000 nota öğrenebilmiştim (ezberleme) son 20 gün içinde 30. 000 nota öğrendiğimi sanıyorum, deyince bu nota sayılarına iyice şaşırdılar. Sayıların tıpatıp olmasa bile sayılabilir ölçüleri var. Bir sayfayı sayarsın, benzer sayfaların toplamı üstüne bir ölçü söyleyebilirsin. Mozart Kv. 331 16. 000 nota 8 sayfa. yine Mozart Kv. 545 6 sayfa. 15. 000 nota (Notalar daha sık) İki sonatı son 20 günde tamamladım. Ayrıca konserlere gidiyorum. Geçen hafta çok ünlü bir Fransız piyanisti izledim. Önümüzdeki günlerde de operaya gideceğim. Opera deyince Sabiha Öğretmen eşini dürttü, "Biz de gidelim!" Opera yandaki masanın da ilgisini çekti. Yan gözle izledim, Aysel Öğretmen hepsine sordu, koşul öne sürenler oldu. Nebahat Öğretmen koşulsuz, hevesli "Gelirim!" dedi. İş ciddiye bindi. Cumartesi günü gidince gece -gündüz durumlarını öğrenir, ona göre kesin karar verip bilet alırız! dedim. Hemen hemen hepsi:
-Gece olsun! gündüz nöbet falan oluyor! dediler. Operanın adı da ilgi çekti. "Figaro'nun Düğünü" Söz olarak olayla ilgili konuşmalar oluyorsa da birlikte gitme yaygın olarak düşünülmemiş. Sanırım bu bir ilk olacak. Hemen tiyatrolara da gitme sözleri edildi. Bu arada filmi izlenen Operadaki Hayalet anımsandı, "Aman!" diye ekşiyenler oldu ama genel durumu etkilemedi. "Kararımız gerçekleşsin!" diyenler gibi “İnşallah!” diyenler de oldu. Verdiğimiz sözlerde kararlı tavırlar içinde ayrıldık. Söze hiç karışmayan Ekrem:
-Bunu başarırsak, ders yılı içinde arkadaşlarla da deneriz. Ne var yani hep trene bağlı kalıyoruz. Yolcu taşıyan küçük arabalar var şimdi.
Hüsnü, oldum olası böyle karmaşık işlere karışmaz. Bunu huyunu bildiğim için onu yanımdaymışçasına varsayıp konuşmuştum. Kendisi katılmayabilir ama engel olması söz konusu değildir. Ekrem nedense sordu:
-Senin bu konuda düşüncen nedir? Hüsnü:
-Bu tür konularda hiç bir deneyimim yok. Ancak sizin istekli olduğunuz bir olayda dışarda kalmak istemem. Sizinle birlikteyim ama bir yararım olmayacağından çekiniyorum. Ayrıca gruba katılacak o bayanların hiçbirisiyle de merhabam yok. Ekrem gülerek:
-Hiç birimizin de yok, yok ama, insan olarak ilişki kurmak istiyoruz. Onların hepsi beni tanır, tanır ama bu "Günaydın" çerçevesi içinde kalır. Niçin daha fazla olmasın? Niçin sevdiğimiz insanları, sevdiğimiz olayları onlarla paylaşmayalım? Ekrem ne de olsa Egeli, bize göre daha duyarlı, Kızılçullu'nun kent içinde olmasının kesin yararı olmuş, insanlarla konuşmakta bizden farklı. Sevdiği kızın kardeşiyle konuşması, gelecekteki bacanağıyla konuşmaları olgun insan konuşmaları. "Anlaşırsak bu iş olur, olmazsa benim sizinle kurulmuş dostluğum bundan zerrece etkilenmez!" kararlılığı içinde. Ben bunu yapabilir miyim? Ekrem'de gördükten sonra yapmaya çalışırım. Çünkü bunun, güzel, insancıl bir davranış olduğuna inandım. Ama bu örneği görmeseydim böyle düşüneceğimi aklımdan bile geçirmeyecektim. Ben kendimi, elimden geldiğince tartmaya ya da tavırlarımı değerlendirmeye çalışıyorum. Bunu da sanırım, az da olsa ataklığıma bağlıyorum. Ataklık yerine girişkenlik de diyebilirim. Girişkenlik, öyle olmayanlara açılma olanağı veriyor. Bu akşam herkesin sevinçle karşıladığı bu opera olayı da, küçük bir sen-ben etkileşiminden çıktı. Nebahat Öğretmen bir zaman bizim salona gelmiş. O sıra ben piyano çalışıyormuşum. Uzun süre orada kalmış ama ben onun yüzüne bile bakmamışım. (Bakmam mı gerekirdi?) İkimiz için de çok olağan ya da çok önemsiz bir olay. Oysa bir gün bu olay, konuşma konusu olup birden bire önemsenir. Şimdiye dek bir tarafın kendince değerlendirip içine attığı, öbür tarafınsa bundan habersiz geçen bunca zamandan sonra yanlış bir durum yapmış gibi geriye dönüp tavrını sorgulaması anlaşılır gibi değil. Olaya böyle bakmak, gerçeği gene görmezden gelip duygu gizlemek oluyor. Ortada apaçık bir durum var, birisinin beklediği ilginin yeterince gösterilmemesi. Bu ilgi sürekli mi, yoksa gel-geç mi?
İşte o da, böyle bir sen-ben sorumluluğunun naz ölçekleri içinde sataşmalarla oluşacak. Ben, Nebahat öğretmeni öyle okudum. Ya da onunla olan işbirliğimiz (O bir sınıfın öğretmeni) böyle başladı. İlk izlenimim öğrencilerine kendini çok sevdirmiş olduğuydu. Mandolin çalışmalarında Nebahat Öğretmen gelince öğrencilerin tavırlarının değiştiği gözümden kaçmadı. Eller mızrapta gözler bizim gözlerimizde oluyordu. Yapılan kusurları düzeltmek gittikçe zorlaşmaya başladı. Nöbet sıraları geldiğinden bir ay ayrı kaldık. Mandolin çalışmaları bizim salonda yapılıyordu. Ancak ben şarkı öğretmek için bir kaç kez akordiyonla onların dersliğine gittim. Dersten sonra akordiyonu derslikte bırakıyordum. Nebahat Öğretmen, akordiyonu öğrencilerle gönderirdi. Bir gün alt kattaki piyano odasının kapısına sıkıştırılmış bir kağıt buldum. "Akordiyonu derslikte bırakma bıçaklayacaklar!" Önemli bir uyarıydı bu. O sıra aylık nöbetleri geldi sonra da tatile gittiler. (*) Öğretmenlerin bireysel davranışları gibi çevresindekilerle olan ilişkileri de öğrencilerce bir değerlendirme süzgecinden geçtiği kesin. Güdüsel olarak beğendiğini koruma ya da kıskanma! Kendi düşüncelerimi inandırıcı bir düzene sokmaya çalışırken Ekrem de uyudu. Ben bir süre akordiyonun bıçaklanmasını düşündüm. Öyle bir durum okul içinde nasıl yorumlanacak? Bu yorumda ya da yorumlarda bana düşecek pay, ya da okul içine olayla bağım nasıl değerlendirilecek? Öte yandan herkesin bir yorumu olacak:
-Hangi nedenle akordiyon bıçaklanacak? Ya da bu söz, şaka olarak ortaya söylenmişse neden söylenmiş. Böyle bir söz söylenmemiş olmasına karşın bu düşünce salt yazanın düşünce ürünü olabilir mi? Akordiyon pekala birinin düşlerine ya da kurduğu kurgulara engel, ya da uymayan bir fazlalık görülebilir?
21 Temmuz 1944 Cuma
Erken uyuyan Hüsnü, kalkar kalkmaz Sofya'yı açtı. Bulgaristan'da isyan çıkmış. Almanya'dan kurtulurken bu ne isyanı? Sovyet taraftarları hükümeti ele geçirmek istiyormuş. Kendimize göre yorumlar yaparak ayrıldık. Ayrıldık diyorum, arkadaşlar, özel işleri yoksa kahvaltıya dek serbestler. Ben:
-İyi miyi deyip geçtim ama arkadaşım Hüsnü'nün anne-babası ile kardeşleri orada; bunu düşünmeden omuz silkerek konuşmam çok yersiz. İş işten geçtikten sonra üzülüyorum ama önemli olan bunu önce düşünmek. . . . Çok üzgünüm!
Çakıcı Efe iki onuncu sınıfı birleştirip Harmandalı Zeybeğini oynattı. 60 dolayında oyuncudan 12 kişiyi uyardı:
-Öğlede tekrarlayacağız! Bu kez de Bengi'nin girişini uyararak gösterdi:
-Zeybeklerin hemen hemen hepsi, Harmandalı başlangıcı ya da girişi gibidir:
-Sol ayak önde, sağ ayak yarım adım geride, beden kaykılır! (Efece duruş-Karşında biri varmış, ona meydan okumaya hazır gibi) Hava çalmaya başlayınca içten sayılır bir, iki, üç. . . . . Bu sayılar yürümek için değil, çalgıya uyum içindir. Böylece melodi ritmi ile beden ritmi uyum sağlamış olur. Bundan sonra Efe yalnızsa içinden geldiği gibi figürleri kendi becerisi ölçüsünde estetik şekle sokar. Birden çok efe katılınca da durum değişmez. Ortaya çıkan her Efe oynadığı oyunu yaşayarak sürdürür. Gerçek zeybekler oynarken onları izleyenlerin gözleri birinden ötekine atladığında farklı bir şey görmez. Belki boy ya da giysi farkı olabilir. Bu ruh birliğini kurup oyunun havasına giremeyenler, kendiliğinden elenir.
Hasan Çakı Efe sonunda gülümseyerek öğretmenliğe döndü:
-Bu sert kurallar, Egeli Efeler içindir, Biz, ayaklarımızla oyunların geometri şekillerini çizmeyi öğreneceğiz. Bu çizgileri çizince melodiye uyarak çizgileri izleyeceğiz. Bunu çok tekrarlayınca bir gün Efe oluverdiğimizi göreceğiz! Öğrenciler önce Çakı Efe'den böyle bir söz beklemiyordu. Çünkü ilk oyuna başladığından bu yana hep hareket gösterdi, öğrencilerden de tıpkısını istedi. Gerçi, istemesi zorlama bir isteme değildi ama insanın mayasında olan bir istek, söyleneni yapmak! Oysa, çok kolay gibi gelen bu hareketler yazık ki yapılamıyordu. Sanırım bu duygular nedeniyle Efe'nin son sözleri, öğrenciler üstünde bir yumuşama havası estirdi. "İnşallah!, "Heyt, çekilin efeler geliyor!" türü sözler tekrarlandı. Bu kez de Çakı Efe güldü:
-Çocuk değil mi, hemen şımardılar!
Yemekte Ekrem'e Çakı Efe'yi övdüm. Önce önemsemedi ama sonra :
-Bildiğim kadarıyla Hasan Çakı nankör insanlardan değildir, yararlı olmak için çareler düşünür! Alın terini esirgemez. Geniş yüreklidir ama her insan gibi o da yaptığı işin önemsenmesini bekler. Ne yazık ki bizim, başta yöneticilerimiz, onlara ayak uyduran öğretmenlerimiz giderek öğrenci anne babaları oyuna "oyun" deyip takılmış bu inancını değiştiremezsin. İster beğenilsin ister beğenilmesin bizim müdürümüz Emin Soysal bu konuda çok titizdi! deyip konuşmalarından anımsamalar yaptı:
-Karşındaki, tıpkı senin gibi biri, eli el, ayağı ayak, gözü göz, o yapıyor da ben neden yapamıyorum? sorusunu kendine sor. Vereceğin karşılık senin değerindir. Bunu hoş görürsen, öteki alanlarda da durum böyle sürerse sende irade zayıf demektir. İradesi zayıf insanın içinde bulunduğu toplumun alt tabanında kalır. Atalarımızı düşünelim, binlerce yüzbinlerce insan gelmiş geçmiş. Bizden olanlara saygı duyar rahmet dileriz. Konuşurken "Efe!" deyip geçtiğimiz simge neyin simgesidir? Adım gibi biliyorum, bu ülkeyi bize bırakmak için çalışan şanlı atalarımız, uzun savaşlardan sonra sağ kalanlar, kaybettikleri yiğit arkadaşlarını aralarında varca düşleyip yaptıkları zafer simgesidir. AKlNCILAR'ın diriliği yeni savaşlara hazır olduklarını kanıtlamak için ortaya çıkıp nara atmaları; buna bedenleriyle de katılmalarının göstergesidir.
Müdür Emin Soysal bu konuda öylesi inandırıcı konuşmalar yapardı ki, arkadaşların en haylazları bile oyunlara katılırdı. Hasan Çakı Efe böyle bir ortamda bu işe gönül vererek katıldı. Bunun bir de müzik basamağı vardır. Ahmet Yekta Madran. O da zeybeklerin soluklarını duyar gibi kendini bırakır oynayanların oynama şekillerine göre klârnetini kullanırdı. Böylece, geleneksel olarak davul -zurna ağır-aksak ritminden kurtulan Zeybekler şimdiki kıvrak havasına girerdi. Bence bu titizlik sürmeli!
Arpazlı Zeybeği
Hasan Çakı Efe Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu Öğrencileriyle
Kahvaltıdan sonra bugün yapacağım iki grup çalışmasını tasarladım. Oyun pek önemli değil, ondaki başarısızlıktan kendimi o denli sorumlu saymıyorum. Ne var ki mandolin çalışmalarında kendimi sorumlu tutuyorum. Çocukların çoğu mızrap tutmayı bile kendi kendine bir şekle sokmuş, doğrusunu öğretebilirsen öğret. Çocuk mızrabın yapılışının parmaklara göre olduğunu bile bile mandoline dokundururken ters çeviriveriyor. Savunma da moda olmuş söz, "Alışmışım!" Ben de kendime göre bir moda söz buldum:
-Mızrabı doğru tutturmak için sonuna dek diretmeye alışmışım!
Çocukları gönderince günün cuma olduğunu düşündüm. Faik Öğretmen benden daha iyi çalışma bekliyor. Başarının sınırı yok, müzik sanatının da ihmale tahammülü yok! deyip kendi yetişme koşullarını bu nedenle sık sık anlatır. Müzik Öğretmen Okulunu bitirdiğinde Çanakkale Ortaokuluna atamışlar. Okulun şansına piyanosu varmış ama yazık ki, tuşların dokunduğu çekiç keçeleri dökülmüş. Uzun süre bir olanak bulup onartmayı başaramamış. O sıralar Yeni Cumhuriyet yönetimi her alanda çalışanların destekçisiymiş. Cumhuriyet Hükümetinin politikasını destekleyen öteki dost kuruluşlar da hükümetin yaptığına kendi çaplarında yardımcı oluyormuş. İşte böyle bir ortamda Cumhuriyet Gazetesi genç bestecileri özendirmek için çok sesli beste yarışması açmış. Faik Öğretmen cesaretini toplayıp bu yarışmaya girmiş. Girmiş ama yaptığı çok sesli besteyi, keçeleri dökülmüş bir piyanoda kotarmış. Hiç değilse düzgün bir piyanoda birkaç kez denemeyi çok istemiş. Öteki çabalarından dolayı da kendisini sevenler elbirliği edip piyanoyu onartmaya kalkışmışlar. Ancak zaman daraldığından Faik Öğretmen, Gelibolu Orduevi'ndeki piyanonun sağlık durumunu öğrenmiş. Hiç değilse bir iki deneme için Çanakkale Gelibolu arasında gidip gelmiş. Gidip gelmeler günümüz vapurlarıyla değil balıkçı tekneleriyle olmuş. Faik Öğretmen bunları ürpererek anlatırken birden gülümser:
-Zorluklar olsa da sonuçta insanlar başarınca, yıllar sonra anlatırken bile yeni bir başarıyı kazanmış gibi rahatlıyor! deyip ellerini birbirine vurarak kavuşturur. Bunları düşünerek çalışıyorum.
-Yarışma falan yok, tek istediğim, çaldığım parça bitince, Faik Öğretmenin yüzünün; "Çalışanların kazanınca aldığı yüz ifadesi!" derken bile kendisinin takındığı yüz ifadesi olsun istiyorum.
Beethoven Op. 27 Moonlight'in Adagio sostenuto ile Allegretto bana göre son derece başarılı. Presto agitato zaten daha sonra. Mozart Kv. 545 Andante-Allegro için tekrar demişti. Onu önemsemiyorum. Beethoven Pathetique Grave-Molto allegro e con brio adı gibi biraz karışıyor. Onun için Faik Öğretmen'e bir şaka hazırladım. Başlangıçta zorlanırsan, hemen Rondo bölümüne geçip bitirince "Ende gut alles gut!" diyeceğim. "Sonu iyi olan işin her tarafı iyidir!" Der miyim diyemez miyim? Bu kez de kendi kendimi neşelendirdim.
Yemekte duyuru yapıldı: "Sivaslı Halk Ozanı Aşık Veysel okulumuza gelmiştir." Geleceğini biliyordum. Daha önce Ahmet Kutsi Tecer ile Ankaralı şair olarak kendini tanıtan Ahmet Necati Ongay, Veysel'in buraya gelmesini istemişlerdi. Ancak Aşık Veysel'in iki gözü de görmezmiş, onun burada kalması kimin korunağında olacak? Bu sorun olmuştu. Kalmasını, öğrencileri geleneksel bağlama çalmayı özendirme açısından yararlı görenler, öğrenci psikolojisi açısından kuşkuyla karşılamıştı. Gözleri görmeyen bir insanın bağlama çalması güzel de yasal sınırlamalar açısından nasıl bir sonuç vereceği bir esasa bağlanamamıştı. Ahmet Kutsi Tecer, Veysel'li geleneksel kültür açısından burada kalmasını istiyordu. Ancak yöneticiler işi yasalar açısından ele alıp yararlı olup olamayacaklarını öne sürmüştü. Ya da ben konuştuğum kimselerden böyle bir esinti çıkarmıştım. Bizim Bölüm Başkanı doğrudan bizim bölümden bir yardım beklenmesin, yönetmelik ya da yasal açısından bir bağlantı kuramayız. İşin içinde müzik var, deyip Güzel Sanatlar Bölümüyle bir bağlantı kurulamaz! demişti. Sanırım, henüz bir yasal duruma dayandırılamamış ki, Aşık Veysel köyde konuk kalıyormuş.
Ben konuyu değiştirip yarın Ankara'ya gideceğimi, gitmeye karar verdiğimiz opera için bilgi toplayıp toplamama konusunu sordum. Olanların çoğu:
-Karar verildi, bilgi topla, olabilirse gece olsun. Gündüz nöbetlerimiz çok değişken, ek görevler veriliyor! dediler. Nebahat Öğretmenin çok istekli oluşuna sevindim. Ekrem trenleri biliyor, İstanbul-Ankara-Kayseri-Erzurum. İstanbul-Ankara-Kayseri-Konya, İstanbul-Ankara, Kayseri-Adana-İskenderun olarak sıraladı. Bunlar değişik saatlerde her gece geçiyormuş. Ben de böyle bir diziliş olması gerektiğini biliyordum ama derinliğine düşünmemiştim.
Yemekten sonra bir özür öne sürüp salona gittim. "Şaka değil, sınav veriyorum!" Parçaları bir kez tekrarladım.
Kulübedekilere Aşık Veysel çok övülmüş. Ben Aşık Veysel'i görmedim. Ancak iki gözünün de görmediğini duydum. Bağlamanın ne olduğunu biliyorum. Benim Abbas Amcam bağlama çalar. Sesi de gür, düzgündür. Ancak bağlama ya da saz, çalgı olarak meydan çalgısı değil. Bizim köyün alanına çıkıp çalsa kimse duymaz. Ancak beş bilemedin on insanın bulunduğu kapalı yerlerde dinlenebilir. Arkadaşlar beni yanlış anladı:
-Adamın iki gözü körmüş! gibisine sözler söylediler. Açıkladım, ben Aşık Veysel'le karşılaşınca konuşacağım, ailemde saz çalanlar oluğunu söyleyince o bana daha çok yaklaşacak. Çünkü onun çaldığı saz, bizim Bektaşi tarikatının kutsal çalgısıdır. Köyde konuk kaldığına göre sanırım onun da Bektaşilik tarikatıyla ilgisi vardır. Ekrem şaşırdı:
-Bunu nerden çıkardın? 1941 yazında köy muhtarı Ahmet Çakır'la yaptığımız konuşmaları anlattım.
Hüsnü uyumuştu, konuşmayı biraz fısıltıya çevirerek Bektaşilik-Alevilik üstüne bir süre konuştuk.
Ekrem, bu konuda bazı bilgiler edinmek istiyormuş:
-Lütfen arkadaşım, en kısa zamanda bu konuyu tekrar ele alıp ayrıntılarıyla konuşalım! dedi. "Olur!"
22 Temmuz 1944 Cumartesi
Hüsnü erkenden uyumuştu, uyanır uyanmaz Tonberg'i zırlattı. Bulgaristan'da durum sakinleşmiş. Sevindik. Sovyet yanlıları hükümeti ele geçirmiş.
Hasan Çakı Efe, öğrencilerin daha önce bildiğini söyledikleri oyunları oynattı. Arpazlı, Güvende, Bengi. Beğenmediğini söylemedi ama figürlerde hatta tek ayak atlamalarda bile birlik yok! Bunları unutun! dedi.
Oyundan sonra kahvaltıya inip kısa keserek salona uğrayıp notalarımı aldım. Aysel Öğretmen de Ankara'ya gidiyormuş, birlikte gittik. Çok senli benli konuşmalar yaptık. Ankara'yı iyi biliyormuş. Saat 16:00’da buluşmak üzere ayrıldık.
Faik Öğretmeni azıcık bekledim. Birisi de onu bekletmiş, bana sordu:
-Bekletilmek güzel bir olay değil? dedi. Ben de:
-Yerine göre beklenen kişinin ağırlığına göre değişir dedim. Faik Öğretmen güldü:
-Gene bana söyleyecek söz bırakmadın, biliyormuş gibi konuşman temiz yürekliliğinden! dedi. Meğer onu bekleten kişi, 90 kg belki biraz daha fazla kilolu biriymiş. Ben 72 kg. Öyleyse suçum az dedi, sonatı açtı. Mozart Andante ile Pathetique Rondoyu çok beğendi. "Uzun değerdeki notalara cesurca basmıyorsun, sesler uzamıyor!" deyip örnekler gösterdi. Gerçekten dörtlük bir notaya dokununca çıkan sesle parmak uzun süre tuşta kalınca çıkan ses uzaması farklı. Birkaç deneme yaptım. Sonunda kafama girdi. Faik Öğretmen gülerek:
-Sen şimdiye dek parmaklarınla piyano tuşlarında oynadın, mekanik olarak parçaları da çalıyorsun ama piyanoyu kullanmadın. Beethoven, Mozart ya da başka ünlü bestecilerin eserlerini çalmak, piyanoyu tümüyle kullanmakla olur! deyip piyanoya oturdu. Ders yılı içinde Beringer'deki dört el denemesi için konulan Mozart'la Beethoven'in iki sonatında kullanmıştık. Ancak öteki parçalarda ben gönlümce pedal kullanıyordum. Bu kez pedal olayı karşıma çıktı. Faik Öğretmen bir kaç örnek gösterdikten sonra:
-Bir süre yeni parça yok. Zaten koca salonda bir başına çalışıyorsun, şimdiye dek çaldığın tüm parçaları pedallı çalışacaksın! Sakın ayaklarını bisiklet pedalı gibi kullanmaya kalkma, alışkanlığı değiştirmek zor olur.
Konservatuvar çocuklarının kullandığı pedal alıştırma kitabı verdi:
-Emanettir, iyi korursun, önemsiz bir şey ama bizde yok, dışardan getirtiliyor. "Kör ölünce badem gözlü olur!" derler. Ayrılırken Faik Öğretmenden opera için bilgi sordum. Öğretmen:
-Bu konuda doğru bilgi veremeyebilirim, en iyisi Halkevi'ne uğra, görevliler, yetkililer hep oradadır. Faik Öğretmenin konuşurken ses tonundan çalışmamdan memnun olduğu kanısına vardım.
Halkevi'ne şimdi mi daha sonra mı gitmeyi düşünürken Yusuf Asıl'ı anımsadım. Halkevi'ne gidince Numune Hastanesine uğramaya karar verdim. Önce çekimser bir tavır takındım, gideceğim iki yer de bana yabancı, daha doğrusu tanımadığım insanlarla konuşmaktan hep çekinirim. Bunları düşünerek Atatürk Heykeli ile P.T.T. arasında birkaç kez gittim geldim.
Ulus Meydanı-ATATÜRK Anıtı
Kitapçılarda Hasan Ali Yücel'in Bir Dehanın Romanı-Goethe kitabını aradım. Kitapçının biri beni uyardı:
-Eski baskılı bir kitaptır bulamazsın; sen onu (Eliyle göstererek) arka binadaki Bakanlık Kitaplığı'nda bulabilirsin! Orada bir tanıdığın varsa kolayca alırsın! dedi. Kitaplık kapanmak üzereyken yetiştim. Dora Abla giyiniyordu. Kardeşi Bella da yanındaydı. Dora Abla önce Bella'nın önümüzdeki yıl bizim okulda öğretmen olacağını muştuladı. Bella'ya baktım, çocuk:
- Nasıl olur, o daha çocuk! deyince Bella 1923 doğumlu olduğunu söyledi. "21 yaşımdayım!" Sen kaş yaşındasın? deyince, az duraksadım, 23 yaşımda olduğumu saklayamadım. Şaşırdığımı belli etmeden çok sevindiğimi tekrar tekrar söyledim. Bu kez de:
- Kitabı seninle gönderirim, çünkü okuyup özetleyeceğim, çok zamanımı alacak! dedim. Birlikte çıktık. Bella o denli güzel ki, ona bakınca tüm beğendiğim yüzler şekil değiştiriyor, giderek de bozularak uzaklaşıyorlar. Kafam iyice karıştı. Halkevi'ne gitmekten vazgeçmek üzereyken Yusuf'u anımsayıp Numune Hastanesine gittim. Hasta görüşme günü değilmiş. Öğrenci olduğumu, arkadaşın benim geldiğimi duymasını istediğimi, geldiğimi duyarsa gene geleceğimi söyleyip “beklesin istiyorum!” dedim. Beyaz giysili orta yaşlı biri geldi parmağıyla işaret ederek bir dakika bekle dedi. Az sonra bir hemşire geldi:
-Arkadaşınıza duyuruldu, durumu iyi ancak yiyecek gözetimi altında; önemli bir gözlem. Bu gece sonuç alınacakmış. O saata dek görüşmeniz olanaksızmış. Az önce konuşan hastanızın doktoru Prof İhsan Aksan beni o gönderdi, yarın bekliyoruz, dilediğiniz kadar görüşebileceksiniz! Teşekkür ettim.
Çıkınca kararımı değişirdim. Halkevi çok yakın, gittim. Tam anlamıyla "Ana-baba günü!" Halkevi opera ya da tiyatro değil, başka etkinlikler de var. Operayı sordum. Opera geceleri oynuyormuş. Saat 20-23 arasıymış. Özel yerler dışında bir hafta önceden bilet alınıyormuş. 10 yaşın altındaki çocuklar alınmıyormuş. İki perşembe şansımız var. Daha sonraları da oynanma olasılığı varmış ama günleri belli değilmiş. Ya 27 Temmuz perşembe ya 4 Ağustos, ya da 11 Ağustos perşembe, başka şansımız yok. Trenler uygun, İstanbul-Ankara-Kayseri tamı tamına 24:10'da kalkıyor.
Kızılırmak Kıraathanesi boşalmış gibi, Havuzlu Kıraathaneye uğradım, orası da öyle. Birkaç nargile tiryakisi var. Parkta oturup kitabı karıştırdım.
Hasan Ali Yücel, kendi kitabı için "çok eskilerde kaldı, yerini dolduran yeni yayınlar çıktı Ben çeviri yapmadım, duygularımı anlattım. Nitekim Goethe için duyduklarımı Abdülhak Hamit Tarhan için de duymuşumdur. Onlar ayrı kültürün yetiştirdiği dehalardır. Ancak ben, insanlığı deha ışıkları ile aydınlatan bu büyük insanların yüzeysel farklılıklarını önemsemedim. İnsanlığın tekdüzelikten hoşgörülü anlayışlara, renkli anlatışlara gereksinimi olduğuna inanıyorum. Bu inancıma en yakın bulduğum iki dehayı birlikte düşündüm. Görünüş olarak birini anlattım ama öteki de beni yalnız başıma komadı, her sözümde onun fısıltısı olmuştur. İthafımın eşdeğerde oluşu da bunu belgesidir."
Hasan Ali Yücel son gelişinde, daha önce karşılaşıp karşılaşmadığımızı sormuştu. Ben de tarihlerini, ortak tanık olduğumuz olayları anarak- dört kez- demiştim. Bu sözüme çok gülmüş, bunları yazıp yazmadığımı sormuştu. Günü gününe yazdığımı söyleyince:
-Sakın unutacağımı sanma, 5. kez karşılaşınca söylediklerini tek tek sorup tekrarlatacağım! demişti.
O ne soracak bilmem ama ben bu kitabını okuyup değerlendireceğim.
Sanırım biraz da yalnızlığın verdiği duyguyla kitabı okumaya başladım. Kitabın giriş yazısı ilgimi çekti, kolayca söylenmiş sözler gibi başlıyor ama iki sayfa yazı içinde neler yok neler! Yazıyı iki kez tekrarladım. Kendi kendime:
- Bu bir roman değil. Olsa olsa bir dehanın yaşamından sahneler ya da kesitler olabilir. İyice kendimi vererek bir kez de sesli okudum. Werther'i okumuştum. Umutsuz bir sevgiye tutulan bir genç adam sonunda canına kıyıyordu. Ancak, onun sevgisini yüreğinde tutarak yaşamını sürdüren Şarlot (Charlotte-Scharlotte) gerçeği, Werther'i masum değil, bencil, yaşam gerçeğini kavrayamamış bir tip olarak algılamıştım. Önsözden sonraki bölümde yazar haklı olarak Werther'e yer veriyor. Çünkü Werther, 20 yaşına gelmiş Goethe'nin ta kendisi. Ancak Werther'de soyut bir delikanlı olan Goethe, burada gerçek çevresi içindedir. Anne-baba, soyunu sopunu öğreniyoruz. Özellikle kültür kaynaklarını, gezdiği kentleri, tanıştığı aileleri, okuduğu okulları, yakın ülke basını izlediğini, edindiği arkadaşlarını tanıyoruz. (Ben henüz Fredrich Schiller, Ludwig van Beethoven'i tanımıyorum ama ad listesi çıkarıp Basedow, Lavater, Frederic Jacobi, Spinoza, Wieland, Herder v. b. tanıyacağım.)
Trene soluk soluğa yetiştim.
Arkadaşlara yemekte yetiştim. Tüm haberleri verdim. Yusuf'un durumuna hem üzüldüler hem de sevindiler. Pazar günü çalışma olduğundan küme öğretmenleri gidemiyor. Opera için de bir sonraki haftayı seçtik. Biletleri cumartesi günü alacağım. Opera konusu için not çıkaracağım. Bunları anlatırken yarısını okuduğum kitabın etkisinde kalmış olacağım. Ne denli yoksul bir çevrede yaşıyoruz... Oysa kitabın anlattıkları ne ilginç olaylar. Bay-bayan ayırımı yok, herkes karşısındakiyle rahatça konuşuyor. Bella Kent'in öğretmen olarak geleceğini söylediğime ise kimse inanmadı. İnananlar da atanmışsa bizim bölüme atanmış olacağını öne sürdü. Önemli bir olasılık olarak, bizim bölüme bu yıl çok kız alınacağı üzerinde duruldu. Dikkat ettim, Bella'yı bizim bayanların hepsi tanıyor ama hiç birisi güzelliğinden söz etmedi.
Hüsnü bu gece Bağ Evinde nöbetçiymiş. Ekrem'i de Pazarörenliler ekip olarak çağırmışlar. Benden özür dilediler. Oysa utanmasam sevincimden sıçrayacaktım. Elimdeki paketi göstererek:
- Yeni notalarımı denemem gerekiyor! deyip ayrıldım. Oysa uzun uzun pedal çalışması yaptım. Kulübeye dönünce de kitabımı okudum. Bu haftanın Yıldız Dergisinde Frank Sinatra ile kızı var. Nancy 3. yaşını doldurmuş. Sinatra aslında şarkıcıymış.
Frank Sinatra Nancy Sinatra
Arkadaşların yokluğundan yararlanıp kitabı Napolyon Bonapart bölümüne dek okudum. Özellikle Frederik Schiller'le olan dostluğu ya da düşünce bölüşümcülüğü için bir kaynak kitap olarak seçtim. Goethe'nin ilgilendiği kişileri yazıp öğreneceğimi söylemiştim ama sanırım bu benim düşlerimde kalacak. O denli çok insanla bağlantısı var ki saymakla bitecek gibi değil. Almanya dışında özellikle Fransa'da o günlerde yaşamış Diderot, Rousseau, Voltaire, genç Balzac, öteki ünlüler, İngiltere’de Shakespeare Marlove, Bacon, Darvin, Hume v. b. Plütark, Humbolt, Victor Cousin, Hegel, Heinrich Heine, Wilhlem Tischbin, Fridrisch Bury, Georg Schütz, Immanuel Kant, Fichte, Sokrates, Sezar, Klopstock, Richardson, Homeros, Chateaubriand v. b. Bunca bilgin, yazar, sanatçı Goethe ile karşılıklı ya da dolaylı olarak onun fikir, sanat, duyarlık anıtına harç koymuştur. Bu salt verme değil eşdeğerde almadır da. İşte bu dehaların düşüncel hamurunu yoğurup Johann Wolfgang von Goethe'de mayalayıp somutlaştıran (anıtlaştırma da denilebilir) Hasan Ali Yücel, o dehalar altın zincirine haklı olarak takılarak, insan yaşamı için erişilmesi güç, ama erişmek için savaşmaya değer görülecek en yüce, en soylu değerler aşamasına ulaşmıştır. Sözü edilen zaman sürecinde Avrupa kıtasını Kana boyayan Napolyon Bonapart'ın Goethe ile konuşunca:
-Voila un homme!. . (O bir insan!) demesi, gerçeğini yanıltıcı, yorumlara yol açmaması için olduğu gibi veren; gene yıllar sonra eski gücünü kaybeden Napolyon Bonapart için:
-Voila un homme! diyen Goethe'nin sözlerini katkısız, yorumsuz okuyucusuna ileten yazar, okuyucusundan, sözünü ettiği kendi alanlarının iki büyük dahisi gibi:
-Voila un homme!
Kitabı bitirdim ama aklım kimi sayfalarda kaldı. Goethe ile Schiller ilişkileri sonunda candan dostluğa bağlanıyor ama başlangıçta ara ara değinildiği için gözümden atlayan olaylar oldu sanıyorum. Bir daha okuyacağım. . . . .
Arkadaşlar geldi. Seslerini duyunca Yıldız dergisini alıp karıştırdım. Şarkıcı Frank Sinatra beğenilmedi. Geçen sayıdaki Ava Gardner'i gösterdim:
-Yeni sevgilisi. . . . Ekrem sinirlendi:
-Düpedüz ahlaksız mı bunlar? Adamın küçük çocuğunu babasız bırakmaya gönlü nasıl razı oluyor?
Onlar sormadı ama ben, Hastaneye, Halkevi'ne gittiğimi anlattım. Hüsnü birden öneride bulundu:
-Yarın gidelim mi? Çok haklı bir öneri ama benim için biraz zor, özel izin almam gerekli. Üstelik yarın bizim yeni baştan görev bölümü yapmamız gerekecek. Aşık Veysel, isteyenlere bağlama öğretecekmiş. Ekrem ise buna tepki gösterdi:
-Tövbe Estafurullah! Görenler bitti de görmeyenlere mi kaldı? Hüsnü yufka yüreklilik yaptı:
-Ne olur o fakir de! derken Ekrem çıkıştı:
-Kuzum, okulun bana verdiği yıllık payımı hemen ona devrederim. Demem başka, karşısındakiler çocuk. Veysel mağdur olmuş bir insan, herkesten daha duyarlı. O çalar ya da söylerken çıt çıksa kendine karşı bir hareket sayar. Susar ama onun susuşu da bizlerin susuşundan farklıdır. Uzatmaya ne gerek var, adam yarım adam, bir başkasının yardımına muhtaç. İstemeyiz ama öğrenciler onu iki günde incitirler. Aşık Veysel, kendisine el-göz olacak sağlam bir bakıcıyla onu üzmeyecek bir öğretmen yardımıyla yararlı olabilir.
Ekrem'e aynen katıldım. Toplantıda söz düşerse aynı sözleri tekrarlayacağımı ekledim.
23 Temmuz 1944 Pazar
Tonberg'le uyandım. Çakı Efe, tek oyun örneklerini geriye bırakıp bir süre son sınıfları yetiştirecek. Buna ben sevindim. Öğrenciler de bunu istiyormuş, Bir kız öğrenci dışında eksiksiz geldiler. Kısa bir açıklamadan sonra Harmandalı Zeybeği, iki üç kez durdurularak, açıklamalarla tekrarlandı. 10 öğrencinin kusurlu görülmesi nedeniyle zaman verildi, paydoslarda toplu oynayarak, arkadaşların düzeyine ulaşacaklar. Hasan Çakı Efe açıklama yaparken Okul Müdürü Rauf İnan geldi. Öğrencilere övütler verdi:
-60 arkadaşımız yapıyor da ben neden yapamayayım? diye kendinize sorun! dedi. Oyundan sonra bu söz değişik yorumlara neden oldu. 60 kişinin boyu 165 cm nin altında benimki neden 1.70 m? Okuldaki 400 öğrenci Ayşe'yi sevmiyor da Hasan neden seviyor? Okulda 700 insan müdür değil de Rauf İnan neden müdür? v. b.
Kahvaltıda sözleri biraz değiştirerek anlattım. Benim çekimsenerek anlattığım olaylara benzer birçok olayı arkadaşlar da anlattı. Özellikle küçük sınıflar aralarında okul müdürü falan dinlemeyip ağzına geleni söylüyormuş. Büyük sınıflar Çiftelerden gelme olduğu için okul Müdürüne daha bağlıymış. Konu, öğrencilerden açılmıştı ama birden Aşık Veysel'e geçti. Özellikle bayan öğretmenler, kaygılı:
-Biz, yüzlerine baka baka susturamadığımız zamanlar oluyor. O adamcağız, ya aldırmadan bağlamasını çalacak ya da siz konuşurken ben susayım, deyip sinirlerine hakim olmaya çalışacak!
Sınıf (Küme) öğretmenlerinin gözetiminde, diyecek oldum hepsi birden bana yanıt verdi:
-Kendinizi nasıl da dışta tutuyorsunuz? Siz müzikçi değil misiniz? Bu işi de sizin yürütmeniz gerekiyor! diyerek karşımda oldular. Ben olayı çok alttan aldım; "Her sabah akordiyonu alıp ortaya çıkıyorum, ondan da kaçmam. Ancak bu, tek olarak benimle çözülecek bir iş değil. Ortada bir öğrenme-öğretme işi var. Aşık Veysel, kendi düzenlediği türkülerini kendince çalıp söylüyor. Kendine özgü bir durum. Öğrenciler dikkat kesilip dinlerse, öğrenir. Bu, başkasının iteklemesiyle olmaz. Bakın her cumartesi piyano dersine gidiyorum. Elimde piyano metotları var. Metotlarda gösterilen işaretlere göre çalıyorum. O işaretlere göre çalarsam öğretmen:
-Tamam, bu parçayı çalabilirsin! diyor. Şarkılarda da, türkülerde de buna benzer yollar yöntemler var. Aşık Veysel'in çalıp söylediklerini hangi ölçülere göre dinletip olup-olmadığı için bir karar vereceğim? Aşık Veysel, kimseden görmeden kendi isteğiyle çalmasını öğrenmiş, üstelik görmez haliyle böylesi bir başarı kazanmış, her organı yerinde olanların başarısızlığına bir Utanç örneği olarak gösterilebilir. Öğrenciler, bu durum düşmemek için kendiliğinden de eğildikleri etkinlikleri bu açıdan değerlendirme çabası gösterebilir. O nedenle Aşık Veysel güzel bir örnektir ama onun incinmeden yararlı olması için ona yardım etmenin önemi de gözardı edilmemeli. Örneğin Hasan Çakı Efe gibi hemen göreve başlatmamalı. Görev de ne demek? O çok rahat bir ortamda çalışmalı, hevesli öğrencilerle söyleşi yapma olanağı kolaylaştırılmalı. Kısacası, onun çevresinde görevli değil gönüllü bir hevesli grubu oluşturmalı. Yakınlarının hevesini sezen Veysel, kendiliğinden çevresiyle ilgi kurup kendini yalnızlık zincirinden kurtaracaktır. Ayrıca, O'nun köyde oturması da okulda oturmasından yararlıdır. Ona belli etmeden yakınlık uyduğu bir dostu görevlendirilebilir. Köyde yetiştiği için köy gerçeği onun huzurunu kaçırmaz. Böylece, okulla ilişkisi de resmi bir katılım yerine dostça bir buluşma, bir söyleşi havası yaratır. Böyle olunca öğrenciler de ona daha saygın yaklaşırlar.
Tüm arkadaşlar beni dikkatle dinledi. Bediha Öğretmen teşekkür ederek:
-Biz bayanları bu işin dışında bırakarak, huzurumuzu kaçıracak olası duygusal daralmalardan kurtarmış oluyorsun! Ekrem Ula:
-Arkadaşımız bu konularda çok gerçekçi katılmamak elde değil. Ancak bunları anlatacağı kimseler bizim kadar sabırla dinleyecekler mi? Fatma Öğretmen kesin konuştu:
-Dinleyecekler! Elinde değneğiyle karmakarışık binalar arasında yolunu arayan bir insanı, kolundan tutarak dersliğe getirip ders yaptırmak ancak yetişkinlerin yapacağı bir davranıştır. Üniversitelerde bu yapılıyor. Bizim çocuklarımızın çoğu daha bulüğ çağını aşmamış. Biraz eğitimle ilgilenen hiç kimse Aşık Veysel'i öğretmen olarak dersliklere sokamaz. Ondan yararlanmak isteyenler yararlanma yollarını düşünmelidirler. Bence biz bu konuyu dert etmemeliyiz. (Bana bakarak)
-Arkadaşımız bize her yönüyle bu işin zorluğunu anlattı. Bu zorluğu bilen büyükler de vardır. Kuşkusuz onlar bu işe el koyacaklardır. Fatma Öğretmenin ağabeyi bizim kimi bölümlere derslere geliyordu. Hasan Özbay. Gazi Lisesi müdürü. Şimdi öğrendim aynı zamanda Ankara Milli Eğitim Müdürlüğüne de vekâlet ediyormuş.
Konuşmamız uzun sürdü, son olarak biz çıktık. Çıkarken Nebahat Öğretmen opera işini sordu. Gergin yüreğim birden serinledi:
-Kararınız kesin mi? Sizi az görüyorum, biletleri ona göre alacağım! Hemen para vermeye davrandı. Kıvırıcı sözlerle para almadım ama kesin katılma kararı beni mutlandırdı.
Salona dönünce opera için kısa bilgi toplamaya başladım. Önce sahneye çıkacak kişileri düşündüm.
Sahneye çıkacak kişiler:(Bu rolleri paylaşacakların adları gösteri günü izleyicilere veriliyor. )
1. Kont Almaviya Bariton,
2. Figaro (Kontun uşağı) Bas,
3. Bartolo (Doktor) Bas,
4. Basilio (Müzik Öğretmeni) Tenor,
5. Don Kurzio (Hakim) Tenor,
6. Antonio (Bahçivan, Suzanna'nın akrabası) Bas,
7. Kontes Rosina(Kontun karısı Soprano,
8. Suzanna (Kontesin oda hizmetçisi) Soprano,
9. Kerubino (Kontun İçoğlanı, kılık değişmiş) Soprano,
10. Barbarina (Bahçivanın kızı) Soprano,
11. Barçellina (Kahya kadın) Mezzo-Soprano
Olay, 18. yy. İspanya-Sevilla Kentinde geçer.
Kont Almaviva, Soylu gelenekleri gereği varlıklı, çevresindekilerin kendisine hizmet için yaratıldığına inanmış, çevresindekilerin de buna inanacağından kuşkusu olmayan bir genç soylu. Eşi de onun gibi soylular katmanından gelen bir kontes. Evindeki tüm işleri yapan görevliler var. Kontes, tüm rahatlığına karşın gene soylu geleneklerine göre eşi gibi çıkıp özgürce dolaşamıyor. Tek dertleştiği oda hizmetçisi Suzanna. Suzanna, öylesi cana yakın bir genç ki, soylulardan farkı yok. Kontes Suzanna'ya iç sıkıntılarını rahatlıkla açabiliyor. Söz gelimi eşi Kont Almaviva'nın dışarda başkalarıyla ilişki kurduğunu ya da kurabileceğini anlatıyor. Suzanna, uzun süredir Kont Almaviva'nın işlerini yürüten Figaro ile görüşmektedir. Kontes Rosina'ya durumu anlatır. Kontes buna çok sevinir. Salt Kontes Rosina değil konakta herkes sevinçlidir. Ancak Kont Almaviva, Kontluk hakkını kullanmayı plânlar. Suzanna ile birlikte olacak. Konakta gündem, görünüşte Suzanna ile Figaro'nun evlenmeleridir. Kontes Rosina sonsuz sevinçlidir. Kont Almaviva dolambaçlı yollardan olayı geciktirme çareleri arar. İçoğlan ya da kontun yakını Kerubino konakta kalmakta ancak olayları karıştıran bir rol oynamaktadır. Kılık değiştirip izleyiciyı yanıltıcı davranışlar yapmaktadır. Kimi kez Kontes Rosina'nin odasında erkek, kimi kez Suzanna'nın aşığı gibi bir zan uyandırır.
Perde açıldığında Figaro ile Suzanna çok neşeli olarak kuracakları evin iç plânını ölçerek eşyalarının yerleştirme düşleri kurarlar. Kontes Rosina ise kocasının kendisine soğuk davranmasının nedenlerini araştırır. Kont Almaviva tüm dikkatiyle Suzanna'yı izler, ondan yararlanmaya çalışır. Kontes Rosina'dan uzaklaşmasını da olay saptırarak Kontes Rosina'nın kendini aldattığı kuşkusu uyandırmaya çalışır. Bir bahane bulur da, çok senli benli oldukları Kerubino Kontes Rosina'nın odasına girmiştir. Bunu Kontes Rosina gibi Suzanna da bilmektedir. Kerubino subay olma hakkı almış, çok mutlu olmuştur. Bunu sevdiği insanlara duyurmaktır. Konuşmaları, konaktaki değişik havayı sezen Kont Almaviva Kontes Rosina'nın dairesini arar. Hiddetlidir, Kontes Rosina'yı dairesine yabancı almakla suçlar. Dairenin tüm kapılarını açtırır. Kerubino pencereden bahçeye atlayıp kaçmıştır. Bahçivan sorguya çekilir. Gerçekten biri Kontesin penceresinden bahçeye atlamıştır. İşler biraz karışık bir duruma girmiştir. Kontes durumu açıklamaz. Ancak gerçek olayı bilen Kontes Rosina ile Suzanna Kont Almaviva'nın bu hayhuy içinde de Suzanna'ın ardında olduğunun bilincindedir. Kont Almaviva, Suzanna ile bir gece Konağın büyük bahçesinde buluşmaktan vazgeçmez. Figaro da olaylardan kuşku duyar. Kendi uysallığı içinde durumu gözler. Kontes Rosina ile Suzanna giysilerini değiştirip Kont Almaviva'nın beklediği yere gidecekler. Suzanna kılığında Kontes Rosina, Rosina kılığında Suzanna yeri gelince yüzlerini açacaklar. Ancak bu üç kişi baskında kalmayacak şekilde önlem alınacak, ışıklar yanınca kişiler ortaya çıkacaktır.
Oldukça zor olmasına karşın gerekli önlemler alınır. Aynı zamanda bu buluşma, Figaro ile Suzanna'nın da sözleşme günü olacak. Hazırlıklar yapılır, gerekli görülen görevliler çağırılır. Olaylardan habersiz Kont Almaviva, avını yakalamaktan kuşku duymayan yaratıklar gibi aryasını söyler. İşin gerçeğini bilmeyen Figaro da arada kuşkulu bir tavırla uyarılar yapar. Kontluk bahçesi geniş bir ormandır. Dinleyiciler için izlemesi zorlaşan değişik aryalar söylenir. Örneğin Figaro Suzanna için kaygılıdır. Oldukça dramatik söyleşir. Kontez Rosina sonuçtan çok emin değildir, aryalarında ses titreşimleri gözden kaçmaz. Tek rahat olan Kont Almaviva'dır. O da Suzanna yerine Kontes Rosina ile karşılaşınca jeton düşer. Çünkü tam o sıra olayla birlikte çevre de aydınlanmıştır. Kont Almaviva şenliğe gelmiş bir davetli gibi Kontes Rosina'ya sarılıp mutluluğunu duyurur.
Figaro ile Suzanna'nın nikâhı kıyılırken sürprizlerle karşılaşılır. Figaro daha önce bir evlilik için söz vermiş dahası imza da atmıştır. Bu imza geçerli oldukça başkasıyla evlenemez. Ancak tartışmalar sürerken Figaro'nun soylu bir aileden geldiği ortaya çıkar. Suzanna kimsesiz gibi ortalıkta kalmıştır. Oysa yıllarca saklanmış bir giz de gerçekte Suzanna'dır. Çünkü Suzanna, bahçivan Antonio ile Konağın kâhya kadını Marçellina'nın gerçek kızlarıdır. Böylece, bir türlü gerçekleşemeyen Figaro ile Suzanna'nın birlikteliği sonradan "Çılgın Bir Gün" olarak da anılmış; adı da Figaro'nun Düğünü olarak Wolfgang Amadeus Mozart tarafından Operaların Altın dizisine eklenmiştır.
Not: Figaro'nun Düğünü operasını bizim bölüm topluca son provaların birinde izledi. Eser, tiyatro olarak Beaumarchais (Fransız tiyatro yazarı) tarafından yazılmış, Leronzo de Ponte (İtalyan opera librettörü) tarafından opera metnine dönüştürülmüştür. 1786 yılında Mozart tarafından bestelenmiş, aynı yıl ilk kez Viyana'da oynanmıştır. Yurdumuzdaki ilk oynanışı, 16 Haziran Cuma 1944 tarihinde Ankara Halkevi salonunda izleyiciye sunulmuştur. Rej. Prof. Dr Carl Ebert'tir.
Yemekte Hidayet Gülen Öğretmen geldi, tam karşıma oturdu. Hasan Çakı Efe'yi sordu. Ben konuşmadan Hasan Çakı Efe geldi benim yanıma oturdu. Hidayet Öğretmen bu kez zeybeklerin ezgilerinde anlaşıp anlaşmadığımızı sordu. Harmandalı da Hasan Çakı Efe bir mözür fazla bulduğu için orasını atladığımızı söyledim. Hasan Çakı Efe açıklama yaptı. Harmandalı aslında eski bir Zeybek oyunuymuş. Sonradan ona söz eklemişler. Sözlerdeki tekrarlar tempoyu bozduğundan sözlerin melodisiyle oyun havasının uyuşmadığını açıkladı. Çakı Efe'nin de güvendiği Ahmet Yekta Madran. Söz Madran'dan açıldı. Yaşına başına bakmadan köy kasaba gezip müzikleri topluyormuş. Hasan Çakı Efe "Yaşına başına" deyince Hidayet Gülen Öğretmen kendisini tanıdığını, Gazi Öğretmen Okulunda öğrenciyken derslerine geldiğini, bir ara Cumhurbaşkanlığı Orkestrasında şeflik yaptığını, kendini daha çok bandocu saydığından orkestrayı bırakıp Cumhurbaşkanlığı Bandosuna geçtiğini; bandonun kadrosunu 300 kişiye çıkarıp olağanüstü bir bando kurunca çekişmelere neden olduğunu, daha önce de yarışmasına katıldığı İstiklal Marşı beste seçiminde haksızlığa uğradığı inancını giderek içine yediremediğinden üslendiği görevlerin tümünü terkedip öğretmenliğe döndüğünü anlattı. Yapılan hesaplara göre 59 yaşında olduğu ortaya çıktı. Gerçekten bu yaşta köy köy dolaşması, melodileri klârnetle titizce saptayıp belgelemesi övüldü. Ben de soy adına takıldım, ben nota kitaplarında soyadının Madra yazıldığını, oysa şimdi Madran dendiğini söyledim. Hasan Çakı Efe Ege yöresinde adları karıştırılan iki dağ olduğunu, bu yöre insanlarının Üstadı kendilerinden sayması nedeniyle yazışmalarda karışıklık yarattığını söyleyip:
-Farketmez ikisi de Efeler diyarının dağları, Madra Balıkesir'in, Madran Aydın Efelerinin diz vurup nara attığı dağlar!
Hidayet Öğretmen bu kez Aşık Veysel'den söz açtı:
-Bu akşam için bir tanışma toplantısı yapılacaktı, duyuruldu mu acaba? diye sordu. Nöbetçi öğrenciye sorduk, duyurulmamış. Kendi düşünceme göre tam sorulacak kimseyi bulmuştum. Önce kim olduğunu sordum. Oysa Ahmet Kutsi Tecer'le Ahmet Necati Önger'den bilgi almıştım. Hidayet Öğretmen çok insancıl bir yaklaşımla geldiği iyi oldu! dedikten sonra:
-Yalnız, onun zaten kırık gönlünü daha fazla kırmamak için hepimize sorumluluk düşüyor. Bunu başarırsak, gittiğimiz köylerdeki insanları da anlamayı öğreniriz. Örneğin, Veysel'e saz ya da bağlama çalan biri olarak bakmamalıyız. Nasıl bir duygu, nasıl bir yaşama isteği ona saz çaldırmıştır. Böyle bir istek, ne biri ikisi sayısız isteği olmasın karşın hiç birine yerine getiremeyenleri düşünelim. Daha doğrusu öğrencilerimizde bu bilinci geliştirelim. Ancak bu söylemekle olmaz, bunu sezdirmekle başarabiliriz. Hidayet Öğretmen, yıllar önce Okul Müdürümüz Nejat İdil'in sözünü ettiği Helen Keller'i anımsattı. Müdürümüz Nejat İdil anlatınca söylenenlere inanmakla inanmamak arasında ikircil bir duyguyla yaklaşmış, sonra sonra inanmamak ne ki, kitabını okuyunca inanmamın ötesinde övecek söz bulamamıştım.
A. B. D'de öteki anneler gibi sağlıklı bir bebek doğurur. (1880-1968) Kız doğan bebeğin adını Helen koyarlar. Baba Arthur Keller subaydır. Genç anne baba bebek Helen'in geleceği üstüne düşler kurarken Helen 2. yaşını bitirdiği sıralarda hastalanır. Keller ailesi gecikmeden Helen'in sağlığı için her çareye başvurur. Hastaneler dışında erebildikleri her uzmana baş vururlar. Helen çok şiddetli ateş geçirmiş, bu ateş sonunda görme, işitme, konuşma duyularını kaybetmiştir. Çok ender görülen bu duruma Tıp uzmanları ile uzaktan yakından bu organlarla ilişkisi olan herkes yardıma koşmuş. İnsanlığa telefonu bulup sonsuz bir saygı toplamış olan Graham Bell bile Helen için yardıma koşmuştur. Tüm uğraşlara karşın Helen'de bir değişiklik görülmemiştir. Bu kez de daha önceki deneylerden, bu konuda deneyi olan anne-babalardan bilgi toplanmıştır. Helen üzerinde uzayıp giden gözlemler sonunda Helen'in tek bir "Su!" sesine tepki vermiş, ardında da bu tepkiyi 30 kadar söze çıkarmıştır. Bu gelişme üniversiteleri, tüm bilim kurumlarını umutlandırmış, önerilerini Helen'in bakımını üstlenenlere bilimsel yardıma koşmuşlardır. Uzun uğraşlardan sonra Helen çok yakınlarıyla anlaşmaya başlamıştır. Helen Keller, büyük çabalara katlanarak okula gitmiş, başarı sağlayarak okulunu bitirmiştir. Görmediği dünyayı nasıl algıladığı üstüne "Yaşadığım Dünya" ile "Karanlığın İçinden" adlı iki kitabı dışında günlük gazetelerde uzun süre yazıları çıkmıştır.
Helen Keller
Anımsayıp tekrarladığım hikâyeyle bizim konumuz olan Aşık Veysel'in doğrudan bir ilgisi yok ama, "Yok!" derken bile sanki varmış gibi bir kuşku uyanıyor. Helen Keller kitaplarının adıyla bunu kanıtlıyor. Sevimsiz olmakla birlikte bir özlü sözümüz vardır:
-Herkesin gözü körse, sen de bir gözünü bağla!" derler. Bu biraz riyakârlık olmakla birlikte övüngenliği sınırlaması bakımından yararlıdır.
Hidayet Gülen Öğretmen ayrılınca Hasan Çakı Efe'yi bizim salona götürdüm. Amacım, onun dışlanmış gibi durmamasını sağlamak. Aklı başında bir insan. Piyano numaramı yaptım. Ezberden çaldığım uzun parçalara biraz şaştı.
3. Sınıflar GÜVENDE'yi çok istiyormuş. Akordiyonu alıp bir kaç kez çaldım. Önce eliyle tempo tuttu, arkasından da aşka geldi oynadı. Aramızda bir uyumsuzluğun olmadığını söyledi.
GÜVENDE ZEYBEĞİ
Hasan Çakı Efe, benim zamanımı alıp almadığını sordu. Aynı soruyu bu kez de ben ona sordum:
-Zamanını almıyorum ya? Benim çekindiğim Zeybeklerden biri, DAĞLI, onu tekrarlamak istiyordum. Akordiyonu alıp çalmaya başladım. Elimde iki tane notası var. Sınıf arkadaşlarımızdan Mehmet Gönül'le Zekeriya Kayhan, ben çalınca hiçbir yakınma yapmadan oynuyorlar. Askerlik kampından bir kaç kez tekrarlandı. Yalnız; oynayanlardan değil dinleyenlerden, Bergamalı Rahmi Özdemir beni uyardı. Şaka da olabilir ama ben zaten Dağlı'ya oldukça zor alıştım. Girişteki ikinci mözüre esli girmem gerekirken uzun süre esi atlayıp do’yu uzattım. Çünkü ben bu oyunu oynayanlarla çalışarak öğrenmedim. Zaten bu oyunu oynayanlarla az bulundum. Oyunu oynadım ama, birlikte oynadıklarım bu incelikleri düşünmüyorlardı. Böyle konuşunca Hasan Çakı Efe, kendi gözlemlerini anlattı. Tüm titizlikle öğrettiği kimselerin bir süre sonra bir çok oyunu aynı tempoya döndürdüğünü, gerçekte sayıları kabartılan Zeybeklerin bu gevşeklikten ileri geldiğini, bunun en büyük nedenini gene davul-zurna çalgılarıyla oynanmasına bağladı. Kendisinin oyunlar arasındaki yakın figürleri bozmamasını Ahmet Yekta Madran'ın titiz klârnetine borçlu olduğunu söyledi. Hasan Çakı Efe'ye oyunlara başlarken bir gün böyle öğretici olacağını düşündün mü? diye sordum. Düşünmediğini, ancak birlikte oynadıkları arkadaşlarının hatalarını hep düzeltme gereğini duyduğunu, bu düzeltme alışkanlığı beni daha titiz oynamaya zorladı. Düzelticilik beni yetiştirdi.
DAĞLI ZEYBEĞİ
Biz konuşurken duyuru yapıldı: "Okulumuzda konuk olarak bulunun değerli Halk Ozanımız Aşık Veysel'le tanışma toplantısı yapılacaktır, tüm öğrencilere, çalışanlara, öğretmenlere, yöneticilere tüm ozanımı sevenlere duyurulur!"
Ekrem daha önce görmüş, "Dikkatli bakmazsan görüyor!" dersin. Ancak yalnız gezmediği için belli oluyor. Kimsenin koluna girmez, onun çok güvendiği Veysel'i vardır. Gerçek adı mı? bilmiyorum ama Aşık Veysel kendisi de onu Veysel, olarak tanıtıyor. Öğretmenler topluca ön sıralara oturdular. Hasan Çakı Efe rahat görünmesine karşın seçeceği yeri tam kestirememe telaşı içinde, azıcık gecikerek geldi. İşaret edince besbelli sevindi. Veysel'i çok duyduğundan başka, köyde kaldığı yere de gitmiş. Okul Müdürü Rauf İnan "Büyük Halk Ozanımızı aramızda görmekten duyduğu mutluluğu" hepimiz adına muştuladı. Geleneksel halk müziğimizin gelişmesinde Saz Şairlerimizin katkılarını yetkili bir arkadaş olarak öğretmen Nazif Balcıoğlu'nun anlatacağını söylemesine karşın söylenebilecek tüm bilgileri tekrar tekrar anlattıktan sonra yaptıkları daveti kırmadan aramıza katıldığı için Aşık Veysel'le minnettarlığını bildirdi. Öğretmen Nazif Balcıoğlu Asya'dan geldiği inanılan Halk Ozanları geleneğinin aslın da bir kültür diretmesi olduğunu öne sürdü, Aşık Ömer, Karacaoğlan, Gevheri, Dertli, Emrahlar gibi büyük ustaların Osmanlıca ya da Divan dili dediğimiz ağdalı terkipleri bilmelerine karşın halk için yazmaları bizim olmadığına inandıkları Divan Şiirine karşı bir direnmedir. Onlar bunu yapmasaydı biz şimdi Aşık Veyselimizin duruk su gibi akan ne sözlerini ne de sazını dinleyemeyecektik!" dedi. Hidayet Gülen söz aldı, Aşık Veysel'in bir süre aramızda kalacağını, bu zaman içinde gene toplanma olanağı bulacağımızı, o nedenle bu geceki bir tanışma olacağı, önce bize geçmiş, ya da yetişkin ustalardan örnekler vereceğini, sonunda da kendinden iki örnek okuyacağını anlattı.
Aşık Veysel, uzunca bir süre sazıyla bir bakıma cebelleşti. Sesleri değiştire değiştire Çiçeklere getirdi; Çiğdem Der ki Ben Alâyım. Arkasından Dertli'nin "Şeytan Bunun Neresinde?" şiirini gülerek sordu. Pir Sultan Abdal'dan "Bilmem Bu Felek"den sonra sözleri kendinin parçanın sözlerini okudu. . . . . . Salonda sahiden çık yoktu. Müdür Rauf İnan, bir takdirli, teşekkürlü konuşma yapınca yemekhane alkıştan sarsıldı. Aşık Veysel, tüm yöneticilerin arasında kapıdan çıkıncaya dek kimse yerinden kıpırdamadı.
Öğrencilerin tavırları, belli bir güdümden kaynaklanıyor denilebilir. Ancak öğretmenler, övgülü sözlere karşın acımsı bir duygu içinde olduklarını saklayamadılar. Aşık Veysel gerçekten derslere girecek mi? Okul Müdürü Rauf İnan gireceğini söylemiş.
Kendimi, kendim çalıp söylüyom, kimse naak yere bir şey sormasın dediği kendi koşması:
Genç yaşımda felek vurdu başıma,Aldırdım elimden iki gözümü.Yeni değmiş idim yedi yaşıma,Kaybettim baharımı, yazımı. Bağlandım köşede kaldım bir zaman,Nice kimselere dedim el'aman,On onbeş yaşıma girince heman,Yavaş yavaş düzen ittim sazını. Üç yüz onda gelmiş idim cıhana,Dünyaya bakmadan ben kana kana,Kader böyle imiş kader bahana;Levhi kalem kara yazmış yazım. Geçirdim ömrümü havayı heves,Derdim bir kimseye değildir kıyas.Her zaman, her vakit kalbimde bu yasÇarh-ı devran güldürmedi yüzümü. Bir vefasız zalim yâre bağlandım,Tarih, üç yüz otuz beşte evlendim,Sekiz sene bir arada eğlendim,Zalım kâfir yetim kodu kuzumu. Ele geniş dünya bana dar oldu,Tahammülsüz gönlüm bikarar oldu,Gönlüm zindan, gecelerim zâr olduKader ile bölemedim kozumu. Veysel der; dünyaya ben niye geldim?Her zaman ağladım, ne zaman güldüm?Gönlümce teselli, kendimde buldum,Sabır ile teskin ettim özümü.
Aşık Veysel
Aşık Veysel, az durdu, İkinciyi söylemekten vaz geçti sanıldı; iki üç alkışı sazına dokunarak durdurdu. Ancak yanındakilerin duyabileceği sesle:
-Yaratılanlar, kırkından sonra da Yaratan'a sığınarak söyleşir! deyip bir süre sazıyla giriş yaparak:
Kırk yaşımdan sonra kalbime ilhamErişti Mevlâdan bir ihsan oldu,Hakk'ı bilenlere hazırdır her an,İnkâr edenlere sırf nihan oldu. Varlık noktasını açık gösterdiİrade-i cüz'ün eline verdi,Hakk'ı bilen her eşyayı Hak gördü,Vücudun şehrine o sultan oldu. Sağda solda arşta kürste hem yerde,Hazırdır münkirin gözünde perde,Diyen bilmez bilen demez bir ferde,Akıl ermez sırrı bir süphan oldu. Zahir bâtın her irenkten görünür,Gâhi oğar amma gâhi dulunur,Nerde baksan orda hazır bulunur,Kim demiş hakkında lâmekân oldu. Nuru ile bu âlemi kapladı,Azimdir; kerimdir, gafûrdur adı,Sefil Veysel Hakk'tan ister muradı,Muradlar verecek cömertkân oldu.
Aşık Veysel
Olağan mı, olağandışı mı? demeden kendi duygusallığımız içinde dağıldık. Öğrencilerin duygularını öğrenmek istemedim. Ancak salondan çıkınca onların tersi yöne gittiğimizden ayrılmış oluyoruz. Kulübeye varınca önce Ekrem konuştu:
-Böyle durumlarda çok üzülürüm. Gördüğüm filmlerde de böylesi sahneler gösteriliyor. Bu durumlarda ya gözlerimi kapatırım ya da sahnenin dışındaki köşeye bucağa bakarım. Bu duygusal durumum pek hoş karşılanmayabilir ama bu gece orada toplanan 300 öğrenci içinde benim gibi düşünenler varsa yatar yatmaz uyuyacaklar mı acaba? Burada amaç saz çalmayı özendirmekse radyoda günün boyu saz çalanlar var, getirt onları, görsün çocuklar saz çalınışını. Doğrusu anlayamadığım bu işte, bana yanlış gelen bir durum var. Öğrenciler, müziğe mi susamışlar? İlk iki sınıf için diretemem ama 3., 4. hele 5. sınıftaki öğrencilerin bildiği, söylediği şarkılardan, marşlardan, türkülerden onları okutan öğretmenler, adım gibi biliyorum habersizler. Nitekim Veysel başlayınca "Sus-Pus!" uyarısı edilmeseydi tüm çocuklar şarkılara katılacaktı. Hüsnü ile ikimiz de sessizce dinledik. Ekrem, sessizliğimizi yanlış anladı, sordu:
-Yanılıyor muyum arkadaşlar? Hüsnü bana bakarak:
-Aramızda müzikçi var, onun düşüncesini öğrenelim! Az duraksadım, arkasından:
-Yurdumuzda sayısız gazeteci var, bunların çoğu okulumuza defalarca geldi gitti. Böyleyken bir başka gazeteci özel olarak çağırıldı, toplantılar yapıldı, yazılar yazıldı, karşılıklı övgüler yağdı. Ama okula yönelik övgüler hep okul Müdürü üstüne oldu. Burada da benzer bir durum var, halkın sevip saygı duyduğu ama çaresizliği de bilinen Aşık Veysel'i koruyormuş numarası gibi geliyor bana! Radyoda sürekli yayın yapan Yurttan Sesler saatlerinde radyo açtırmayan bir Müdür için "Müzikle ilgisi var!" demek inandırıcı gelmiyor. Ancak burada, gerekçe ne olursa olsun Aşık Veysel'in kalması, onu olduğu gibi, sevenleri de sevindirir. Çok çile çekmiş bir insan olmasına karşın Aşık Veysel, kendisine minnet sunulduğunu sezdirenlerin yanında uzun süre durmaz, sanırım. Bence köyde kalmak istemesinin altında bu duygu da olabilir. Bir başka olay da Veysel'in saz çalması. Saz, halkın sevdiği özellikle Bektaşi Tarikatı'na bağlı halk katmanı sazı çok sever. Geçmişte yaşamış nice Aşık Veyseller kitaplar dolusu şiirler bırakmış. Buna karşın birisi çıkmış bu gerçeği görmezden gelip:
-Hey bana bak, avanak, elinden o zırıltıyı bıraksana! O üç telli saz sana yaramaz! demiş. Özellikle hep biliyoruz, aramızda birileri bunu diline dolayıp, yerli yersiz tekrarlıyorlar. Ortalıkta saz olmadığı için bu söz fazla yankı bulmamıştı. Aşık Veysel'e özenenlerce başlayacak bir saz etkinliği, özellikle Enstitü Bölümünde nasıl bir gelişme gösterecek? Saz tutkunu yanlıları bu sözü edenlere nasıl bakacak? Bilindiği gibi, Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin köy okullarında müziğe önem vermesi programlarına konmuş, kullanacağı çalgı da mandolin olarak seçilmişti. Gerekçesi, yapısının küçüklüğü nedeniyle öğretmenin hareketlerini sınırlandırmadığıdır. Bu tartışmada Saz ya da bağlama önerilmişse de derslikte kullanılması olanaksız olduğundan benimsenmemiştir. Bu açıdan bakıldığında da Aşık Veysel'in kendisi değil de sazının yaygınlaştırılması niyeti Köy Enstitüsü ana ilkelerini kemirme girişimi sayılabilir. Bir gün, bir başkası pekalâ Şerif İçliyi, bir başkası da Zühtü Bardakoğlu'nu çağırıp aklınca yenilik yaptığını öne sürebilir. Hüsnü:
-O kadar da değil! deyip gülünce sabah oyunları için ilk çıktığım günlerde Rauf İnan'ın davulcu getirtmeye kalkıştığını anlattığımda hayretle sordular:
-Sonra ne oldu? Ne olacak? Akordiyonun baslarına basarak kulaklarına tuttuktan sonra bunların öğrenme süresinde yettiğini, çocukların, oyun ritimlerini akordiyonla daha iyi kavradığını, davul-zurna işlerinin meydan yaygaralarına yaradığını anlattım. Müdür Rauf İnan'ın "Öyle miiiiiii?" diye bir uzunca "Mi!" dedikten sonra bu konuyu bir daha açmadığını anlattım. Sözü uzatmıştık; karşılıklı esneşmeye başlayınca yattık.
24 Temmuz 1944 Pazartesi
Dünkü konuşmamıza göre bugün Güvende oynanacak. Akordiyonu aldım, Efe'yi beklerken Sıtkı Şanoğlu Öğretmen geldi:
-Efe yanlış anlar diye ben sormuyorum. Böylesi benim de isteğime uygun ama meraklılar var; tüm öğrencilerin oynayacağı bir oyun üstünde durulacak mı? Bunu sen sorabilir misin? Ben:
-Bunu konuşmuştuk, Efe'ye göre Harmandalı, bütün kusurlara karşın, toplu oynanabilirmiş. İkinci bir oyun da Güvende, bugün ona başlanacak, öğrenciler kendileri onu istemiş, kalabalık bir sınıfmış, 3. sınıflar, ya da yeni 4. sınıflar, derken Efe geldi. Aynı konuyu karşılıklı konuştular. Böylece tüm öğrencilerin oynamasını isteyenin de kim olduğu ortaya çıktı; Okul Müdürü Rauf İnan. İkide bir, "biz Çiftelerde öyle yapardık!" dermiş. Hasan Çakı Efe de sözünü esirgemedi:
-Ben de bunun için bugünkü sınıfı seçtim, bilmiyorlar ama öğrenecekler. Eski öğrencilere anlatmak zor, çünkü onlar, bilmediklerini bilmedikleri gibi, yanlışı düzeltmemekte direniyorlar. Efe, 60 kişilik sınıfı alıştırınca haftaya 30 kişilik yeni son sınıfı da katarak grubu büyüteceğiz. Zeybek oyunlarını öğretmede bizim yöntemlerimiz böyle. Halkın düğünlerde kolkola takılıp davul zurna oyunları isteniyorsa onları köylerden gelmiş olan çocukların öğrenmesine gerek yok, getirsinler iki davul tüm çocuklar coşarak zıplarlar. Benimle çalışan yüksek bölümdeki arkadaşlar denemesini yapın zeybekleri bilirler. Ancak öteki okuldan gelenler bir iki istisna dışında ancak kolkola tutunarak Halay çekerler. Bunları siz bilirsiniz! Sıtkı Şanol Öğretmen gülümsedi:
-Beni yanlış anladın Efem, sana güvenim sonsuz. Benzer titizliği ben de gösteriyorum. Bizler böyle çalışmasak, o anlayıştakiler öğrencileri dörderli sıra yapıp yolda bile yürütemezler. Ancak onlar da iyi niyetle olabildiğince işlerin iyi olmasını istemekte haklıdırlar. Onları da hoş görüp çalışmalarımızı kendi ilkelerimize uygun sürdürelim! deyip Hasan Çakı Efe'yı okşar gibi omuzuna dokunup ayrıldı.
Hasan Çakı bana işaret verince güvende zeybeğini çaldım. Önce ağır ağır bir kaç figür gösterdi. Sonra karşısına iki öğrenci alarak birlikte çöktüler, diz kırıp yürüdüler. Çakı Efe efkârlandı, 5 öğrenci seçti, öğle paydosunda bizim salona çağırdı. Ayı sınıfın bugün zaten mandolin çalışması vardı. Seçilen öğrenciler de mandolin grubundaydı. Öğlede buluşmak üzere ayrıldık.
Çakı Efeyle kahvaltıya birlikte gittik. Konuyu açacak sandım hiç oralı olmadı. Buna da sevindim. Ekrem Ula, eski bir dost olarak hal-hatır sordu. Çakıcı Efe durumdan memnun olduğunu, çok hevesli öğrencileri bulunduğunu anlattı. Ekrem Ula, az önceki konuşmaları duymuş gibi Çakı Efe'ye öneride bulundu:
-Buranın ilk öğrencileri Çifteler'den gelmedir, onlar zeybek oyunlarını hem bilmez hem de sevmez, çünkü sevdiren olmamıştır. Onlar halayları severler, Timurağa, Tamzara, Hoşbilezik türü el ele tutuşup koşuşmaya bayılırlar. Arada onlara da izin verirsen sevinirler. Çakı Efe bana baktı. Ekrem'i destekledim:
-Bizim Kepirtepe Köy Enstitüsü 1941 yılında buraya taşınınca, buranın temelini biz attık. Bize yardım için o zaman açık olan tüm Enstitülerden 20 kişilik ekipler geldi. O ekiplerle kaynaşarak birbirimizden bir şeyler öğrendik. Ben o zaman da akordiyon çalıyordum. Ekiplerin oyun müziklerini hep öğrendim. Kızılçullu grubundan Bengi başta olmak üzere, Arpazlı, Güvende gibi zeybekleri de üç arkadaş öğrendik. Kepirtepe'ye dönünce bildiklerimizi kimseye öğretemedik. Trakya havası diye bir uydurma ezgi vardır. Ben onu çalınca tüm öğrenciler katılırdı. Aynı durum burada dikkatimi çekmişti. Harmandalı çalınca İzmirlilerden başka kalkan olmaz, Tamzara çalınca yüz kişi kalkardı. Timurağa deyince bu sayı 150 olur. Olur ama ayak uyumu falan yok, el ele tutuşup kol sallayan, yan yan koşma olur. Ekrem gülerek bunu da arada deneyin! Gülüşerek ayrıldık.
Salona gidince Öztekin Öğretmenle karşılaştım. Akşam gelmemişti, rahatsız olup olmadığını sordum. Dün Ankara'ya gitmiş, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'la özel görüşme yapmış, evlenmek üzere bir ay izin almış. Bana:
-Gözüm arkada kalmadan gidiyorum, bunu Genel Müdüre de söyledim, seni eskiden beri tanıyormuş. Bu da hoşuma gitti. Tek ricam:
-Rauf Beyin kaprislerine takılıp karşı koyma. Hürrem Arman'dan uzak dur. Önemli bir sorun çıkarsa, Şeref Tarlan, Sıktı Şanoğlu, Mustafa Güneri ile sevdiğini bildiğim Hidayet Gülen Öğretmenlerle çözmeye çalış. Faik Öğretmen de 10 gün kadar ayrılacak, onunla da konuşursun, çalışacağın eserleri, ayrılacağı günleri o sana söyleyecek! Olayı birden kavrayamamış gibi, durgun karşıladımsa da Öztekin Öğretmen kendi sevinci nedeniyle dikkat edemedi. Gideceği yeri sormak bile aklıma gelmedi, o kendisi Bursa/Gemlik ilçesine gideceğini, gerek duyarsa yazacağını da ekledi. Öztekin Öğretmen ayrılınca bir süre biraz kaygılandım. Anlattıklarını bir daha anımsayınca neşem yerine geldi. Beethoven Pathetique'le Moonlight sonatların girişlerini arka arkaya sanırım on kez çaldım. Kalkınca kendimi hafiflemiş buldum. Yemekte arkadaşlarla karşılaşınca beni neşeli gördükleri söylediler. Onlara çok zor gelen iki parçayı sonunda başardığımı söyledim. Yemekte bulunanlar, zor parçaları başarmak için nasıl diretiyorsun? diye sordular:
-Hemen hemen her notanın işareti var, çalışa çalışa o işaretleri nota ile birlikte kullanabilince düzlüğe çıkılmış okuyor. Ondan sonrası açıp metronomu hızı kavramak kalıyor. Bu da sağlanınca alıp notaları koltuğuma Faik Canselen Öğretmene gitmek kalıyor! dedim. Çalışırken görmek isteyenler oldu. Nebahat Öğretmen gene:
-Bir defa gitmiştim, başını çevirip bakmadı bile! deyince fırsatı kaçırmadım:
-Size baksaydım aynı sitemi piyano da yapacaktı. O zaman sıkışık bir durum vardı. Şimdi ben de piyano da daha özgürüz! Aysel Öğretmen:
-Bence bu sözün altında kalınmaz. Ben de karşılık verdim:
-Geleceğinizi bir kaç saat önce haber verin de piyanoyu salon ortasına çevireyim. Yüzlerinizi ancak o zaman görebilirim. Nebahat Öğretmen geldiğinde piyano duvara dönüktü, Nebahat Öğretmense salonun ortasındaki sobaya yakın oturmuştu. Bediha Öğretmen kahkahayı bastı:
-Görmüş ayol, görmüş de görmezden gelmiş! Bu kez de ben:
-Gördüm ama o sırada ne sobanın ne de piyanonun yerini değiştiremezdim. Şimdi yaz, isteyen gelip piyanonun yanına oturur gerektiğinde nota sayfalarını bile çevirir. Gelip gelmeme kararı verilmedi ama oldukça gülündü. Kalkarken, ciddi olarak hepsini çağırdım. Koşul koydular:
- Biz, ancak cumartesi günü gelebiliriz! Anlaştık. Faik Canselen Öğretmenin olmayacağı gün çağıracağım. Onlar unuttular sanırım, bir gün plâk dinleme sözümüz de vardı; ikisini bir arada geçiştiririz.
Salona gittiğimde mandolinciler hazırdı, Çakı Efe de geldi. Bir kenara oturup çalışmaları dinledi. Mandolin grubu 20 kişilik ama çok dikkatli çocuklar. çalışmayı az kısa kestik. Çakı Efe seçtiği iki öğrenciyle deneme yaptı. Deneme kolay geldi, 3 öğrenci de gönüllü katıldı. Efe oldukça sevindi, her öğlede, belli günlerde de akşam paydosunda birlikte çalışmaya karar verdik.
Bir Dehanın Romanı Goethe'den sonra Wilhelm Meister'i okumaya başladım. Arada karıştırmak daha doğrusu. Hamdi Keskin Öğretmen son derslerinde:
-Önümüzdeki yıl günümüz şairlerinden de okuyacağız demişti. Baki Süha Ediboğlu'nun kitabından Oktay Rifat, Melih Cevdet, Orhan Veli üçlüsünün şiirlerini okumuştu. Aynı şairlerin Varlık Dergisinde şiirlerini görüyorum, dergileri alıp arada karıştırsam işime yarar. Vahit dedemin de yazıları var. Yatakta uyanık zamanlarımda karıştırsam! deyip kitaplığa gittim. Kitaplık sessiz. Nöbetçi öğrenci var ama kitaplık nöbetçisi değil kapı bekçisi. Yığınla dergiler arasından 15 günde bir çıkan Varlık Dergisi'nin 1940-1941-1942-1943-1944 yılları sayılarının biri ikisi dışında (1940-1941 sayıları eksik) hepsinden birer tane aldım. Yatağımın başucundaki rafa sıraladım. Büyük, çizgili defterime de dergilerin sayılarını, tarihlerini yazdım. Bunu yaptığım sevindim. Derginin kimi sayılarını daha önce elden geçirmiş, yazılar almıştım. Şinasi Özden'in soruşturmasına katılan Yunus Kazım Köni ile Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenlerin konuşmalarını almıştım. Vahit Dedemin (Vahit Lütfi Salcı) müzik konusundaki düşüncelerini özellikle Hasan Ali Yücel'in uyarısı nedeniyle almıştım. Çünkü bu yazılar özetlenirse anlamı kalmaz, anlatılmaya kalkınca ise kitaplar dolduracak söz üretmek zorunda kalınacaktır. Bundan böyle yapacağım seçmelerde de özellikle beğendiğim şiirleri alacağım, incelemelerden yararlanacağım.
İlk gözüme çarpan Prof. Abdülkadir İnan'ın tanıttığı Ali Şir Nevai oldu. Hamdi Keskin Öğretmen Fuzuli'yi anlatırken değinmiş, onunla boy ölçüşecek büyüklükte olduğundan, ancak yurdumuzdan uzakta yetiştiğinden yeterince tanınmadığından söz ederek:
-Buna karşın Ali Şir Nevai kendini bizden uzak tutmamış zamanın Osmanlı (Türk) şairleriyle bağlantı kurarak şiir alışverişinde bulunmuş, özellikle İstanbul'un Türkler tarafından alınışını sevinçle karşılamış, Fatih Sultan Mehmet'in hocası olarak bilinen zamanın ünlü şairi Ahmet Paşa'ya sayısız şiirler gönderdiği gibi Fatih Sultan Mehmet'in Büyük Zaferini de övgü şiirleriyle kutlamıştır. Bu denli kendini Türk soyuna bağlı sayan, Türk diliyle en çok eser yazan olarak bilinen Ali Şir Nevai'yi yakından tanıyacağız! diyen öğretmenin uyarısına duyarsız kalmamak için Ali Şir Nevai hakkında az da olsa bilgim olsun isterim. Prof. Abdülkadir İnan çok bilgi vermiş ama ben o denli ayrıntıya girmeyeceğim. İstanbul'un fethinde 12 yaşındaymış, 1441 yılında doğmuş, 1501 yılında ölmüş. 1941 yılında 500. ölüm yılı kutlanmış. Soylu bir aileden gelmiş, okumayı sevmiş; Devlet yöneticilerinden yakınlık görmüş, saygın bir yaşam sürdürmüştür. Mezarı Herat kentinde, halkın saygı sunağı olarak bilinir.
Mîr Ali Şir Nevaî'nin HERAT kendindeki Türbesi
Çağatay Türkçesi, gerçekte Türk dilinin kökenine dayanan ancak Asya'daki karmaşık yönetimlerin zaman zaman el değiştirerek yöre halklarını yerinden etmesinden doğan bir Türk lehçesidir. Örneğin Mogol Cengizhan, imparatorluğunu Çin'den Urallara dek genişleterek tüm Asya boylarını buyruğu altına almıştır. Çoğu göçebe olan bu boylar Cengizhan uyruğu altında olmak üzere yer değiştirmiştir. Bu değişimler konuşma değişimine de neden olmuştur. Cengizhan'ın ölümünden sonra ise imparatorluk iki oğlu arasında bölüşülmüştür. Bölüşülen imparatorluğun Batı bölümü oğul Çağatay yönetimine geçmiştir. İşte bu yönetici Çağatay'dan sonra da bu yöre Çağatay'ın torunları, daha sonra da başkaları tarafından yönetilmesi nedeniyle uzun süre öteki yörelerin boylarıyla ayrı düşmüştür. Bu ayrılık, söyleşileri de etkilemiştir. Bu farklı gelişme sonraları ilk yönetici Çağatay adını anıştırarak Çağatayca olmuştur. Günümüzde Özbekistan-Kırgızistan olarak adlandırılan yöre, sonradan öteki yörelerin Arapça, Farsça etkisine karşın özünü korumuş, Çağatayca olarak anılagelmiştir. İşte bu öze bağlılığı korumak için direnenlerin başında Heratlı Ali Şir Nevaî gelmektedir. Ali Şir Nevaî Çağatayca yazmakla yetinmemiş, kendi diliyle, Arapça'dan da Farsça'dan da üstün eserler yazılabileceğini savunmuş, yazdığı eserlerle de bunu, (bu konuda söz sahibi bilginlere göre) kanıtlamıştır. Ali Şir Nevaî'nin 5 Divanı yanında her biri divanları boyutunda, değişik konularda 30 eseri bulunduğu bilinmektedir.
Ali Şir Nevai, Çağatay Türkçesi ile yazdığından bir çok sözcük bize tanıdık gelir. Ancak, tanıdık olan sözlerde bize göre fazladan harfler kullanılır. Bunların, o çevrede Türkçe'nin geçirdiği değişik yönetimlerin etkisiyle başka lehçelerin karışımından kaynaklandığını biliyoruz. Bir örnek:
Gazel 1Nev-bahâr eyyâmı bolmuş min diyâr ü yârsızBülbül olgan dik hazân faslı gül ü gül-zârsız Gâh serv üzre gehi gül üzre bülbül nağme-sazVeh ki minmin güng ü lâl ol serv-i gül-ruhsârsız Tang imestûr ger diyâr ü yârsız âzürdeminKim imes bülbül gül ü gül-zârsız âzârsız Ravza eşcârı otundur gülleri cânımga otMümkin olsa anda bolmağlığ demi dil- dârsız Mey çü birding zülf ile bend it mini ey muğ-beçeKim hoş irmes muğ bile içmek kadeh zünnâersız Tapmaduk gül-reng câmi bihumâr ey bâğ-bânVeh ki bu gül-şen ara gül bütmes irmiş hârsız Ehl-i zühd içre Nevayi tapmadı maksadğa yolVaktingizn hôş tutung ey cem' kim hammârsız
Ali Şir Nevaî
Bizim Türkçemizle:
İlkbahar gelmiş ama her taraf sessizBülbüller suskun, güller solgunSelviler üstünd de güller üstünde de bülbüller ötmüyor.Günlerdir büyük bir sessizik, solgunluk varHer yer huzursuz, dünya ya da yaşam neşesiz oluncaGüller de bülbüller de renksiz sessiz oluyor(Olur)İçmek ya da mey almak, zülften güzellikten söz edilmezNe kokular hoş gelir ne kadehler zevk verirBağların, bahçelerin güllerine bakılıp izlenmezseYazık ki gülşende (Gül bahçelerinde güller şen olmaz (öksüz kalır. )Nevayi, kendi bencilliği üstün bir istekte bulunmadı (Yanmadı)Kıskançlık yapmadan hakkına razı olduğu için huzurlu yaşadı
Vezin: Nev ba har hey ya * mı bol muş min di * yar ı * yar sız
Bül bül- ol gan dik ha zan fas lı* gül- ü * gül zar sız
- . - - / - . - - / - . - - / - -
Fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lâ tün fa lün
Gazel 2 Yardın ayrı köngül mülki durur sultânı yokMülk kim sultânı yok cismi durur kim cânı yok Cismdin cânsız ni hâsıl ey Müselmânlar kim olBir kara tofrak diktür kim gül ü reyhânı yok Bir kara tofrak kim yoktur gül ü reyhân angaOl karangu kice diktür kim meh-i tâbânı yok Ol karangu kice kim yoktur meh-i tâbân angaZulmetîdûr kim anıng ser- çeme-i hayvânı yok Zulmeti kim çeşme-i hayvânı anıng bolmagayDüzehidür kim yanıda revzâ-i Rızvânı yok Düzahi kim revzâ-i Rızvândın olgay nâümidBir humâridür ki anda mestlığ imkânı yok Ey Nevâyî bar anga mundak ûkübetler ki barHecridin derdi ve likin vasldın dermânı yok
Ali Şir Nevaî
Not: Gazeli bir kaç kez okuyunca değişik yazılışına karşın sesler bir kaçı dışında tanıdık çıkıyor. Bu nedenle Nevaî gazelleri bizim Divan şairlerinden daha bizimmiş duysu uyandırıyor. Terkip denilen olaylar da dikkat edilirse daha az. Meh-i tâbân, revzâ-i Rızvan, Çeşme-hayvân gibi. Buna karşın bilir gibi olduğumuz sözlerde fazla harfler var:O-Ol, ki-kim, lâkin-likin, vasl ya da vasıl-vasldın, Karangu-karanlık-hecridin, hecr-mundak, böylesi, bunca, bunun gibi-Revzai -Rızvan ya da Rıdvan, Cennet-ûkubet, azap, sıkıntı.
Önemli bir uyarı: Bizim dilimize göre fazla olarak yazılan harfler ya da heceler, aruz kalıbını bulmada zorluk çıkarmaktadır. Ek gibi görülen har ya da heceler kimi yerde uzun ya da kısa seslendirilmiş olabilir.
Ey Ne vâ î bar an ga mun dak û kü bet ler ki bar
Hec ri din der di ve li kin va sl dın der ma nı yok.
- . - - / - . - - / - . - - / - . -
fa i lâ tün f aBizi i lâ tün Fa i lâ ün fa i lün
Gazel 3 Bahâr Boldu vü gül meyli kılmadı könglümAçıldı gonça ve likin açılmadı könglüm Yüzüng halâ bile vâlih irdim andak kimBahâr kilgen ü kitkenni bilmedi könglüm Güm oldı bâğda ağzıng hayâlidin yüz vâyKi gonçalar ara istep tapılmadı könglüm Közümde cilve kılar könglüm almak istgedi gülİtinğ iziçe anı közge ilmedi könglüm Yüzüng nezâreside mest ü mahv idi ya'niKi gül çağıda zamânî ayılmadı könglüm Zamâne gül-bünide diktür il köngliAlarga şükür ki bârî katılmadı Könglüm Nevâyî gonca tilep könglüm ağzın itti hevesEğerçi tapmadı likin yangılmadı könglüm
Ali Şir Nevaî
Ölçü. (Vezin)
Ne vâ yî gon ca ti lep köng lü m -ağ zı n -it ti he ves
E ğer çi tap ma dı lik kin ya ngıl ma dı * kö nğ lüm
. - . - / . . - - / . - . - / . . -
Me fa i lün fe i lâ tün me fa i lün fe i lün
Bizim Tükçemizle:
Bahar geldi ama gönlüm gülde falan değilGoncalar açıldı ya benim gönlüm açılmadı Yüzünün düşlerimdeki güzelliği o denli etkili kiBaharın gelip gittiğinin bile ayırdında değil gönlüm Ağzın ya da dudaklarının ölçüsüz güzelliği tutkusu nedeniyleAçılan goncalara gönlüm ilgi duymadı Açılmış göncalar gözlerime koklamam için cilve bile yaptılar (yapsalar)Gözlerimin gördüklerine kapılmadı gonlüm Güzel yüzünün gözümdeki görünüşü gönlüm mest(Dünyayı görmüyorduTüm gül çağı boyunca ayılmadı gönlüm. Gül mevsimi boyunca tüm gönüller güllere hayran oldu(Kendini kaptırdı)Allah'a çok şükürler olsun benim gönlüm gülelere kapılmadı Nevayî gonca yerine (Gonce sayarak) senin ağzına(dudaklarına)heves ettiGerçi kavuşamadıysa da sanırım bu kararında yanılmadı gönlüm.
Ali Şir Nevaî hakkında Agah Sırrı Levend'in lise Edebiyat Tarihi kitaplarında da bilgiler var ama; onları yanımda getirmediğim için yararlanamadım. Evde kitaplarım varken yenisini de almak istemediğimden bulduklarımla yetindim. Hamdi Keskin Öğretmen konuyu önemseyip daha geniş bir program izlerse yazdıklarımı daha genişletmeye çalışacağım.
* * *
Ekrem Hasan Çakı Efe'yi bizim Kulübe'ye çağırmış, yemekten sonra gelecekmiş. Buna sevindim, Çakı Efe'ylekonuşuyoruz ama, sanki aramızda bir sıcak yaklaşım olamayacakmış gibi duygu yaşatıyorum. Bunun biraz da ondan geldiği inancındayım. Benimle de Şeref Tarlan ya da Sıtkı Şanoğlu'yla konuşur gibi konuşuyor. Oysa ben onu, çok sevdiğim zeybekleri ayrıntılarıyla bildiği için sayıyla karşılayıp içimden:
-Ne olurdu, bir yıl önce Kepirtepe'ye gelseydi de Asım Kaveller Öğretmenle müzik çalıştığım gibi onunla da zeybekleri ayrıntılı olarak öğrenseydim! diyorum. 1941 yazında Hasanoğlan'a gelen ekiplerden yalan yanlış öğrendiğim oyunları Kepirtepe'de çıkıp oynardım. (Şimdi burada da bazıları öyle yapıyor.) Buraya gelince Ekrem Ula, Zekeriya Kayhan. Mehmet Gönül v.b. arkadaşları görünce ben Efelikten (!) sözün tam anlamıyla tüğdüm. O nedenle Çakı Efe'ye özel bir yakınlık duyuyorum. Ancak bunu sözle söyleyerek, argo diliyle söylemek gerekirse ayağa düşürmek istemem. Zaman içinde kendisine, gördüğü işe saygı gösterdiğime inandırarak yapmak isterim. Ne var ki, benim bu ilişkilerde bir başka kaygım da bulunmaktadır, okul Müdürü Rauf İnan. Onun beni takdir etmek söyle dursun haksız yere her konuda yereceğine inancım kesindir. Birlikte çalıştığımız Çakı Efe, onun etkisinde kalabilir. İnsanların sabırları değişiktir. Kimileri çabuk etki altında kalıp ivedi hüküm vererek:
-Ne Şam'ın şekeri, ne de Arap'ın yüzü! diyebilir. Bu nedenle Ekrem'in Efe'ye gösterdiği içtenlik ilgi hoşuma gitti. İçimden:
-Ekrem, sanki benim içimden geçenleri okumuşçasına sevincimden elini tutup okşayarak:
-Bu güzel ellerini iyi koru, dedim. Kuşkuyla yüzüme baktı. Bakmakta haklıydı; çünkü bu ellerle sevgilin Saliha'yı okşayacaksın! demek geçiyordu ama ben:
-Bu ellerle bebekleri, çocukları okşayacaksın. Eline aldığında:
-Acıtıyorsun baba! deyip şaplak yemek de var bu işin içinde! deyip saptırma yaptım.
Hüsnü ile önce gittik, Hüsnü radyoyu açtı, çay hazırladı. Az sonra Ekrem, Çakı Efe ile geldi. Hasan Çakı Efe oturur oturmaz:
-Bu günüm iyi geçti, bir ara Aşık Veysel' de uğradım! deyince konuşmaya başlangıç konusu kendiliğinden açılmış oldu. İlgiyle sorduk:
-Ne yapıyor, alışabilmiş mi? Efe'ye göre Aşık Veysel'in buraya alışması olanaksızmış:
-Gerçi o kendisi memnun görünmeye çabalıyor ama sormadan da edemiyor:
-Ben burada ne yapacağım? Bana:
- Öğrencilere bağlama öğretirsin! diyorlar ama, bağlama çalmak bir heves işi, ben çaresizlikten bağlandım; gezip dolaşacak halim olsaydı belki ben de öğrenemeyecektim. Kendimi şimdi de öğrenmiş saymıyorum. Öğrencilerden gelenler oluyor. Belki biri ikisi hevesli çıkar. Benden, öğretmenler gibi ders verip vermeyeceğimi soran oluyor. Ben de onlara:
-Siz de benim gibi saza sarılıp gönülden bağlanırsanız öğrenirsiniz! diyorum.
Hasan Çakı Efe hemen kendisi de içini döktü:
-Aşık Veysel haklı, öğrencileri toplu olarak nasıl çalıştırsın? Bana bakarak:
-Görüyorsun, biz bile, kolundan tutup sürüklerce elini ayağını oynattırmaya çalışıyoruz. Bunu böyle yapmayıp, gönüllülerle çalışsak çok daha verimli olur. Çok hevesli çocuklar var, ötekilerle uğraşırken onların ihmal edildiğini görüp üzülüyorum. Ekrem, teselli etme düşüncesiyle bütün kesimlerdeki çocukların içinde haylazları var. Bizde de yerdekilerden bir tuğla istendiğinde, orada 10 kişi boş durur da iki üç uyarıdan sonra biri lütfen getirir. Köy Enstitülerinde öğrencilerin çalışkanlığı üstüne övgüler yağdırılır ama bunu hepsi için anlamak bence hem safdillik hem de haksızlık olur. Bizim okullar, enstitüye dönüştürülmeden önce sahiden daha titiz bir çalışma temposu vardı. Biz, öğrenmek için ortaya atılıyorduk. Şimdilerde ise bir şeyler öğrensin diye neredeyse "Lütfen"le işe çağrılıyor. Bunun böyle olacağı söylendi. Yazık ki söyleyenler, suçlanarak dışlandı.
Radyoda Behçet Kemal Çağlar şiir okuyordu, değişik yöreler hakkında yazdığı şiirleri okudu. Tirebolu, Bor'da Akşam, Çankırı'da Akşam, Konya, Bursa diye sıralayınca, şiirlerden çok şairin gezmesi ilgimizi çekti. Belki de oralara çağırılıyor. Hasan Çakı açıkladı:
-Bergama'ya da gelmişti. Halkevi'nde dinledik! Halkevlerinin halka yararları üzerine bir süre konuşuk. Meğer bizim Hasan Çakı Efe de bir halkevi yetiştirmesiymiş. Kitabından tanıdığım Öğretmen Osman Bayatlı Bergama Halkevi yöneticiliği yaparken, yöredeki oyunların, türkülerin, oyun ezgilerinin, tarihi değeri olan eserlerin toplanmasına yardımcı olmuş. Çaldığım zeybek müzikleri de gene Halkevi etkinlikleri içinde derlenmiş. Besteci Ahmet Yekta Madran da bir Halkevi destekçisiymiş. Tarihi bir yer olduğu için Bergama'ya dış ülkelerden de gelen çok oluyormuş. Behçet Kemal Çağlar'ın şiirleri bizi Bergama'ya götürdü. İş orada da kalmadı, Hasan Çakı Efe, Bergama'ya dönünce, gezmeye gelen konukları, önemli yerlere götürmeyi düşlediğini söyleyince şaşırdım. Dışardan gelenlere kılavuzluk etmek oldukça geçerli bir işmiş. Efe, daha ileri giderek:
-Yetişmekte olan oğlunu bu konuda yetiştireceğini söyleyince Bergama'yı gözümde oldukça büyüttüm. Tarihten biraz bilgim vardı, Büyük İskender ölünce imparatorluk üçe bölünmüştü. Bir bölümün merkezi Bergama idi. Bir de çok sevdiğim Bergamalı arkadaşımız Rahmi Özdemir var. Arada beni oraya götürmek istediğini söyler. Ben de naz ederim. Demek Rahmi, bana bunları göstermek için çağırıyormuş! Ekrem, Rahmi'nin sınıf arkadaşı, hemen uyardı:
-Uygun bulduğun bir zamanda hemen git!
Hasan Çakı Efe'ye geldiği için teşekkür ettik, her zaman beklediğimizi tekrarladık. Aşık Veysel'i de getirmesini rica ettik. Hasan Çakı Efe:
-Önce sizi ona götüreyim, sonra onu getirmek daha kolay olur! dedi. Anlaştık.
Oldukça geç olmuştu, hiç yorum yapmadan yattık.
25 Temmuz 1944 Salı
Hüsnü Tonbergi açmasaymış uyanamayacakmışım. Ucu ucuna yetiştim. Bu sabahki grup Bengi denemesi yapacak. Bengi zeybeğinin ezgisini Harmandalı ile Sarı Zeybek kadar severek çalıyorum. Tempo olarak da akordiyona çok uygun. Çakı Efe de bu sabah oldukça sabırlı. Sık sık kestirdi ama olumsuz bir tavır takınmadı. Sonlara doğru halkayı durdurup kendi oynadı. Gerçekten güzel oynuyor. Çocuklar, bir akşam serbest saatlerinde daha uzunca çalışmak istediler. Efe bana sordu:
-Cumartesi dışında hergün gelebileceğimi söyleyince öğrencilerden bir "Sağol!" aldım. Bu sabahki çalışmadan Efe de memnun. Bana göre öteki sabahlardan pek fark yok ama olaylara hoşgörüyle bakma, sanırım çalışanları rahatlatıyor.
Kahvaltıya Çakı Efe ile birlikte gittik. Nebahat Öğretmenle Aysel Öğretmen vardı. Nebahat Öğretmen sınıfını sordu, bu sabahki sınıfın Sınıf Öğretmeni oymuş. Efe çok övdü. Nebahat Öğretmenin çok değişken bir yüzü var. Başkaları konuşurken kar çiçeği gibi beyaz bir yüz, kara üzüm gibi gözler, gamzeleri belirgin gülümseyerek dinliyor. Kendisine söz düşünce yüz birden değişiyor. Beyaz yüzde yanaklar elma gibi al al oluyor. Çaktırmamaya çalışarak izledim, dinlerken mi güzel yoksa konuşurken mi? Öğrencilerini Efenin çok beğendiğini, istekleri üzerine akşam serbest saatte de çalışmak için Hasan Efe'den söz aldıklarını, Hasan Efe de:
-Serbest saatte sınıf öğretmeninizin de gelmesi koşuluyla kabul ettiğini söyledim. Yüzde hemen bir değişme olurken sordu:
-Her gün mü? Ben, kasıtlı olarak, "Her gün!" demeye hazırlanırken Hasan Efe, doğrucubaşılık etti:
-Her gün değil haftada bir ya da iki gün! deyince beliren sevinç, üçüncü bir yüze dönüştü: Neşeli, güleç, sevinçli! Günü ya da günleri sordu. Efe onları, yarın sabah saptayacaklarını söyleyince, "Cumartesileri düşünmüyorsunuz elbette!" deyip dikkatle baktı. Bu kez ben karşılık verdim:
-Cumartesileri ben yokum! deyince bu defa soruyu Nebahat Öğretmen sordu:
-Sen neden yoksun? Her cumartesi günü öğrenci olarak sınava girdiğimi anlattım. Konuşmalara katılmayan Aysel Öğretmen:
-Ne iyi, her cumartesi Ankara'ya gidiyorsun. Sinema için zamanın kalıyordur her halde! deyince, işimin en çok 2 saat sürdüğünü kalan zaman Ankara kazan ben kepçe, yazık ki arkadaş bulmak zor. Kimi zaman Ankara dolaylarındaki arkadaşlardan gelen oluyor onlarla buluşuyoruz.
Kahvaltıdan kalkarken Şeref Tarlan Öğretmen Öztekin Öğretmenin Gemlik adresini istedi. Adresi Kulübeden alırken salona gideceğimi düşünerek dosyamı da kolumun altına alıp Eğitimbaşı Şeref Tarlan'ın odasına gittim. Yoktu, sordum. Nöbetçi Öğretmenler Lokaline doğru gittiğini söyleyince Lokale çıktım. Lokalde Hamdi Keskin Öğretmen yalnız oturmuş gazete okuyordu. "Günaydın!" deyince baktı. Gülümseyerek:
-Burada kalmanın bir yararını görüyor musun, memnun musun? diye sordu. Cumartesi günleri piyano derslerini sürdürdüğümü, öteki derslerim için de çok zamanım olduğunu söylerken elimdeki dosyayı gevşetmişim, aradan notalar düştü. Notaları toplayınca Hamdi Keskin Öğretmen gülerek:
-Hep notalar hep notalar! diye takıldı. Ben de:
-Hep notalar değil öğretmenim, notaların arasında Edebiyat özellikle Divan Edebiyatı da var! deyince, kimi okuduğumu sordu. Ali Şir Nevaî! deyince gülerek:
- Nerden esinlendin bunu? diye sordu. Ders yılı içinde az değindiğimizi, gelecek yıl daha etraflı tanımaya çalışacağımızı söylemiştiniz. 500. ölüm yılı dolayısiyle Varlık Dergisinde çıkan bir yazıyı, söylediğinizi anımsayarak Prof. dr. Abdülkadir İnan'ın yazısını okuyunca, Agah Sırrı Levend'in Edebiyat tarihi kitaplarından üç gazelini alıp vezinlerini buldum. Tekrar tekrar okuyarak bir çok sözün anlamını da yakıştırarak gazelin konusunu çözmeye çalıştım. Çağatayca lügat bulmadığım için tam tercüme edemedim ama zevk alarak okudum. Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek:
-Sen en doğrusunu yapmışsın. Çağatayca lügat bulsaydın ne yapacaktın? Şiirde geçen sözleri yerine koyacaktın. O zaman şiir çevrilmiş olacak mıydı?Doğru mu yanlış mı tam kestiremiyorum ama genel bir kanı var. "Şiirler, kendi dili ile şiirdir. Çevirme şiir şiirlikten çıkar. Okuduğumuz bizim Divan Şairlerinde de bunu sezdik. "Tutti mucize güyem ne desem laf değil-Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil! diyen Nef'i, söyleyeceğini söylemiş. Buradaki sözlerin yerine günümüz anlamlarını koyarsan Nef'i'nin ne dediğini anlarsın ama şiir şiirliğini kaybeder. Bilinmeyen sözler lügatlara bakılıp öğrenilse bile şiiri oluşturan şairin sözleri yerinde durmalıdır. O nedenle sen Ali Şir Nevaî'den seçtiğin gazelleri anladığın gibi varsayarak tekrar tekrar oku. Göreceksin bir gün o bilmediğin sözlerin anlamı ortaya kendiliğinden çıkacaktır. Şiir çevrilmez dedim. Bu, hiç çevrilmez anlamında değildir. Bakanlığımız Tercüme Bürosunda çok iyi, anadili gibi yabancı dil bilenler var. Oldukça güzel çeviriler yapıyorlar. Tercüme Dergisi bunları veriyor. Ama bunlar çok istisna şiirler. Benim sözlerim daha çok bizim Divan Şiirimiz içindir. Benim söylediklerim özellikle benim kendi deneyimlerime dayanan düşüncelerdir. Ben, şiir seven bir insanım; yazmam ama okurum. Kimi dostlar benden sorarlar:
-Bu şiir okuma zevkini nasıl geliştirdin? Onlara gülecekleri örnekler veririm, gülüp geçerler ama onların güldükleri benim gerçeğimdir. Onlara önce sorarım:
-Aşure sever misiniz? Sevsinler ya da sevmesinler, aşure üstüne bir iki sözden sonra anlatım:
-Ben aşure yerken kaşığıma aşureyi alıp ağzıma atarım. Çok görmüşümdür kimisi kaşığı aşureye batırıp, işinde olanları seçip öğrenmeye çalışır. Böylesi aşüre değil aşüreyi oluşturan nesneleri yemektedir. Şiir de böyledir, ben şiirin genel havasına bakar bir şeyler sezmeye çalışırım bunu sezersem tıpkı aşure gibi içeriğine bakmadan şiiri okurum. Şiir salt sözcük yığını değildir. Özellikle Ali Şir Nevaî gibi dünya şairleri üst basamağında bir ustanın kurduğu söz dizileri de olsa şiirle ilgilenenleri hemen kendine çeker. Ali Şir Nevaî'nin bir özelliği de Bizim Osmanlı şairlerinin direnemediği Arap-Acem kıskacına kendini kapırmamış, Türk Dili ile övünerek Türkçe'nin bayrağını en yüksek düzeye çıkarmıştır. Ali Şir Nevaî üstünde duracağız. Nevaî 500 yıl önce atalarımızı uyarmış, "Vatandaş, Türkçe konuş!" derce Türkçe yazmaya çağrı yapmış. Arap-Acem şairlerine meydan okumuştur. Sözü uzattık ama ben şiir çevirisini yapacakların salt yabancı dil bilmesi değil dilimizi de çok iyi bilmesini koşul olarak öne sürerim. Bunda aşure gibi bir değişmez örneğim vardır. Anonimleşmiş bir eski şarkımız vardır, ara ara söylenir:
"Olur mu beyler olur mu?-Kardeş kardeşi vurur mu?-Sizi millet hayınları-Bu dünya size kalır mı?
Bunu çevirmeye kalkan birileri dikkat etmezse, "Olur mu beyler olur mu? sözlerini bir soru olarak algılar. Öyle algılayınca bakın neler olabilir?
1. Yapmayın Beyler, bu yaptığınız doğru değil.
2. Lütfen Beyler, biraz daha yumuşak davranın.
3. İşte yaptığınız kötülükler!
4. Bunu nasıl yaparsınız Beyler?
5. Bunu yapmamalıydınız Beyler. .
6. Allah'tan da mı korkmuyorsunuz Beyler, . v. b. uzar gider. İşte, şiiri duygularıyla yuğurup ortaya çıkaran şairler, sözlerini salt lügatlara göre değil, duygularıyla bilgilerini harmanlayıp duygulu yüreklere sunuyor. Örneğin Mehmet Akif:
"Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer,Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi. . .Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın."Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın. . . . "Şair Mehmet Akif Ersoy burada ne anlatıyor? Tartışmasız, hiç gerçeği göz ardı etmeden, bilgilerimiz üstüne duygularımızı canlandırıp acı-tatlı kuşkusuz, duygularımızı, canlandırıyor. Olayla ilgili bilgi ya da ilgimiz olmasa, burada anlatılanı sayfalar dolusu sözle açıklamaya kalkışırız.
Olayın, üstünde durduğum bir yanı da şiir severler mantık ya da matematik mekanizmalarını geri plâna itip itmediğidir. Bir örneğim de kendisi tanıdığım, çok sevdiğim şairlerimizden biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel'in ünlü şiiri Han Duvarları üstünedir, Yazıldığından bu yana dillerden düşmeyen bir şanslı şiirdir. Duygularını bir yana itip okuyup eleştirenleri görünce insanın gülesi gelir. Bunu, şiiri eleştirmek için değil şiir okumak zevkini alamamışlar adına söylüyorum (tıpkı aşure yemede olduğu gibi)
Şiir, bilindiği gibi:
"Yağız atlar kişnedi, meşin gırbaç şakladı,Bir dakika araba yerinde durakladı.Neden sonra sarsıldı çelik yaylar,Gözlerimin önünden geçti kervân- saraylar. .Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya,Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. "İlk mısrada takılacak bir nokta yok. İkinci mısrada işin içine bir zaman ölçüsü giriyor. "Bir dakika", yani 60 saniye. Devam ediyoruz, "Neden sonra altımdaki çelik yaylar sarsıldı, yani arabanın tekerleri döndü!" diyor. Neden sonra ne anlamda kullanılıyor? Belirtisiz bir zarf. Kesinlikle dakikadan uzun bir süreç. Devam edelim! "Gözlerimin önünden geçti kervân -saraylar." Kervansaray, kervanların akşamları barınması için en az 10 saat arayla yapılmış yolcu duraklarıdır. Oysa buradaki kervansaraylar, Yenişehir Caddesindeki apartmanlar önünden geçmişçesine bir zan uyandırıyor.
Bunun gerçekle bir ilgisi yok! İşte bu nedenle:
- Şiir duygu işidir; mantık ya da matematiksel ölçüler şiirin şiirliğini bozar! diyoruz. Bu nedenle herkesten şiir okumasını beklemek yanlıştır. Bu salt bizim ülkemiz insanları için değil uygar ülkeliler için de geçerlidir. Yüz yılımızın başında Fransa'da iki kuzen, Raymond Poincare ile Henry Poincare arasında geçen bir olay çok anılır. Kuzenin biri Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare, öteki de büyük bilgin Matematikçi Fransız Bilim Akademisi başkanı, Öklit dışı Geometri sürecinin başlatıcısı, Cebirsel topolojinin kurucusu Henri Poincare. Bilgin, 500 kadar bilimsel makale yayımlayıp, geçmişin bir çok eksiğini tamamlayıcı görüşler ortaya atan Ağabey-Kuzen Matematikçi Henri Poincare, kardeş-kuzen Fransa Cumhurbaşkanı Raymon Poincare'nin ilgiyle bir kitabı okuduğunu görünce sorar:
-Senin bu denli dikkatle okuduğun kitap nedir? Cumhurbaşkanı olan küçük kuzen:
-Goethe'nin Faust'u olduğunu söyler. Küçük kuzen kitabı çok beğenmiştir. Ağabey'e de (aralarında 4 yaş fark vardır)okumasını önerir. Matematikçi bilgin kuzenini kıramaz, nezaket gereği alır okur. Birkaç gün sonra Küçük Kuzen soruncaMatematikçi, kitabı okuduğunu, ancak yazar Goethe'nin ne ıspatlamaya çalıştığını, bir türlü anlamadığını söyler. Bu iki kuzenin örneği herkes için geçerli. Duygular devreye girmezse duygusallık uykuda demektir. Bu konuda şiir, şaşmaz bir ölçüdür. Hatta bu görüşü salt şiir'le de sınırlı tutmayalım, Mensur şiir diye adlandırılan düz yazılardaki özenli anlatışlar, öteki güzel sanatlarda özellikle müzikte dinleyenin ruhsal mekanizmasını canlandırırsa, dinleyenin ona katılmaması söz konusu değildir. İşte bu katılma, sanatçının ustalığı nedeniyle olur. Bunu başaranlara Büyük Sanatçı sıfatını yakıştırıyoruz. Bu da herkesin harcı değil. Biz öğretmerin ise asıl görevimiz, Çocukların doğuştan getirdiği duygusal mekanizmalarına işlerlik kazandırmaktır. Var olan mekanizmalar çalıştırılmazsa zamanla körleşir. Bunun en belirgin örneği sol kolumuzdur. Bu kolu ihmal ettiğimiz için işlevsiz duruma getiriyoruz!
Hamdi Keskin Öğretmen:
-İlanihaye Divan Edebiyatı üzerinde duracak değiliz, Divan Edebiyatıyla boy ölçüşen bir Halk Edebiyatımız vardır. Bunlar, yüzyıllarca yarıştıktan sonra meydanı yeni akımlara bırakmışlardır. İkisinin karışımı gibi süren bir devreden sonra Asıl Cumhuriyet döneminin şairleri ne ona ne buna deyip yeni bir şiir anlayışı denemektedir. Son derslerde bir nebze değindiğimiz o şairleri de tanıyacağız. Bunların çoğu genç, yabancı dilleri biliyorlar, hem çevirileri hem de kendi duygularını daha rahat ifade ediyorlar, çoğu bizim Tercüme Bölümümzle ilgili olduğundan yakından tanıdıklarım vardır. Varlık Dergisiyle Tercüme dergilerini izlersen onları tanıyacaksın, fırsat buldukça onları da oku!
Hamdi Keskin Öğretmen birini bekliyormuş, bir bayan gelince ayağa kalktı, bana:
-Görüştüğümüze sevindim, Ankara'ya inince beklerim, sözümüzü orada sürdürelim! dedi.
Arkadan gelenler oldu, sanırım okuldaki birileriyle yakınlığı olan bir bayan, Fatma Öğertmen gelince sarılıştılar. Fatma Öğretmene adıyla:
-Fatma'yı görmeden gitseydim üzülecektim! diyerek sarıldı.
Dosyam kolumun altında önce Kulübeye, oradan da salona geçtim. Ummamakla birlikte "Belki!" beklentisi içinde piyanonun başına oturdum. Birileri gelince anımsama kolaylığı için hazırlığım çalınacak parçalar listesine yan gözle bakarak on kadar parçayı arka arkaya sıraladım. Gelen giden olmadı ama ben tekrarlama görevimi yaptım.
Varlık Dergisinde sürekli yazan Şinasi Özden'i okumuştum. Ayrıca Talip Apaydın da sevdiğini söylemişti. Hamdi Keskin Öğretmen de son derslerde Baki Süha Ediboğlu'nun kitabının sonuna eklenmiş üç şair, Oktay Rifat, Orhan Veli, Melih Cevdet'ten söz etmiş, onlardan örnekler yazmıştım. Bu kez de Varlık Dergilerini tarayarak başka adlar izlemeye başladım. İlkin karşıma Ziya Osman Saba çıktı:
Rabbim Nihayet Sana. .Rabbim, nihayet sana itaat deceğiz.Artık ne kin, ne hased, ne de yaşamak hırsı,Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz. . .Ben Rabbim korkmuyorum: Her şeyde bir hikmet var-Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.Umulmaz bir bahçeyi çevreliyor son duvar,Birer ağaç altında sevgilimiz, annemizGece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz.En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz.Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz-Ziya Osman SABA
Ziya Osman SABA
Cahit Sıtkı Tarancı:
Bugün Bugün masal değil,Masaldan daha güzel;Bugün masaldan gerçek;Bugün yeryüzünde olduğum gün.Ayaktayım işte;Asfalta amut,Akasyaya muvazi,İnsanlarla omuz omuza,Kurtla, kuşla aynı kaderde,Gülden, lâleden farksızFaniliğinde ömrün,Herkes gibi dertli,Ümitli herkes kadar,Ne de olsa memnun yaşamaktan.Bak nasıl adım atıyorumRakı içercesineYari öpercesineKim bana söyleyebilirBulutlar mı geçiyor başım üstünden,Ben mi gidiyorum bulutlar altında?Sarhoş öylesine.
Cahit Sıtkı Tarancı
Bir Ayna KarşısındaYabancı değiliz, şüphesizKadehlerin müjdelediği serinliğeBu akşam da, içelim kendimiz için. .Böyle bitmesini istemezdik günün ,Bir beklediğimiz vardı aydınlıktanGün sonudur, yabancı kalmayıncaHuylarını değiştiren eşyaya. . .Memnun değil misiniz, kendi soframızdayızVe eşiğinde rüyamızın.Gel. . Değmeden birbirine ellerimiz,Sen günlük işlerinden konuş,Ben sana masallar anlatayımGelecek günlere ait. .Çok sürmez anlaşırız dostum,Gecemiz beraber geçecek, nasıl olsa.Hele gün silinedursun yüzünden!
Rifat Ilgaz
Rifat Ilgaz
Alev Makineleri
Mehmet Necati Öngay
Cahit Külebi
BELAYI AŞKHer işimi yoluna koymuştum!Tam ev-bark sahimi olacağım sıra!Şimdi gelmezse ne zaman gelir?Bana huzur bir daha!Kendime bir de iş bulmuştum, üstelik,Böyle zamansız, nerden karşıma çıktın?
Sabahattin Kudret
Obat Akşamları mahallemize yağmur getirtMes'ut yaşamalı gündüz yolculuğuAl götür içimden bu yorgunluğuBana sıcağı sevdir!Uzan penceresinden küçük evinin!Aydınlık dolu gök yüzüne bak.Güzel bulut! Adanda yaşamakİsteği kalbimin.Her sabah odamızı ferahlatRüzgar gibi pencereden dolSen bu şehre şarkı olHavasında yaşadığım sıkıntıyı azalt
Sabahattin Kudret
Sabahattin Kudret
Ayrılıktan sonraOrası gönlümün olan gil,Alnıma takılan rüzgâr orası. . .Defterimden değil, olumdan değil;İçimden kopan ir diyar orası. . . Canlıydı su, hava, toprak. . . ve yer,Bir insan ki benim dönmemi bekler. .Çatlamış saksılar, beyaz çiçekler,Düz perdeler, tozlu camlar. . . orası. Ağlarım sokaktan ses kesilinceBir sükûn söylenir kendi dilince.Ve kirpiklerimin dibinden ince,Islak bir çizgiyle sızlar orası!
Fazıl Hüsnü
Fazıl Hüsnü
Karacaoğlan'ın Neşredilmemiş şiirler Değirmenden geldim beygirim yüklü,Şu kızı görenin del'olur aklı,On beş yaşında da kırkbeş bölüklü,Bir kız bana emmi dedi neyleyimBirem birem toplayayım odunu,Bilem dedim bilemedin adını,Albıstan(1) yanaklı, Kürtler kadınıBar kız bana mmi dedi neyleyimBizim elde urum olur, uç olurSızılaşır boz kurtları aç olurBir yiğide emmi demek güç olurBir kız bana emmi dedi neyleyimKaracaoğlan der nolup nolayımAkan sularından ben de geleyimSakal seni makkapınan yolayımBir kız bana emmi dedi neyleyimKaracaoğlan
Ceyhan'a bağlı Mustafabeyli köyünde, Haruniyeli Ömer Çavuştan alan;
. İbrahim Zeki Burdurlu
İbrahim Zeki Burdurlu
Behçet Necatigil
Oktay Rifat
Melih Cevdet
Seçtiğim şiirleri, beğenerek değil elimdeki Varlıklarda bulabildiklerimi aldım. Kuşkusuz onların daha güzel şiirleri çıkmış, bundan böyle de çıkacaktır. Hamdi Keskin Öğretmenle yaptığımız konuşmadan sonra ilgisiz kalmamak için konuya böyle başladım. Şinasi Özden'in çok daha güzel şiirleri var. Zaten derginin her sayısında ya konuşmalar yapıyor ya da şiirleri çıkıyor. İbrahim Zeki Burdurlu, bir rastlantı nedeniyle tanıdık oldu; Burdur'a geziye gittiğimizde Burdurlu bir grup, öğretmen olacağımızı söylediğimizde önce bizden:
-Hemşerimiz şair-öğretmen İbrahim Zeki Burdurlu'yu sordular. Şair olduğunu da onlardan duyduk. Mehmet Necati Öngay ise okulumuza geldi, tanıştık konuştuk. Oktay Rifat'ı iki arkadaşı Orhan Veli, Melih Cevdet olmak üzere üçünü; Baki Süha Ediboğlu'nun kitabını okurken Hamdi Keskin Öğretmen:
- Türk Şiirindeki yenilikçilerin ilkleri diye tanıtmıştı.
Üzerinde önemle durulması, ilgililerce de olaya açıklık getirilmesi gereken, Okullarda Müzik konusu, bir çok arkadaş gibi beni de rahatsız etmeye başladı. Geçmiş günlerde okulumuza gelen değerli Bakanımız Hasan Ali Yücel:
- Burada Güzel Sanatlar Bölümün müzik ağırlıklı açılması, uygar ülkelerde geçerli olan çok sesli müziğin köylere dek yayılması amacına ulaşılması içindir. Atatürk, Devlet Konservatuvarının kurulmasını, Cumhurbaşkanlığı Orkestrasını bunun için ivedi, olarak ele almıştı! demişti. Hatta kendisinin de tek sesli şarkı yapmasına karşın kızını Konservatuvara yollayacağını da söylemişti. Köy Enstitüleri Müfredat Proğramında da Köy Enstitüleri müzik etkinlikleri, armoniye dayalı çok sesli müziğe yöneliktir. Durum bu denli açıkken eski alışkanlıklarla tek sesliliğe yatkın olan halkımızı uyandırmak için çağdaş yaşamın öncülüğünü yapmak amacıyla Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapacak, onlara önderlik edecek arkadaşlarımızın çoğu çok sesli müziğe ilgi duymadığı gibi duyanlara da karşı olduklarını açık açık göstermektedir. Okudukları Enstitülerde mandolin çalmak zorunda olduklarına karşın birilerinin göz yumuşu nedeniyle öğretmen olanlar, Köy Enstitülerinde görev alacaklar, bu konudaki kendi hatalarını durup düşünmeleri gerekirken şimdiden gözyumuculuğa aday olduklarını belirtmektedirler. Oysa bu konu, salt Köy Enstitüsü değil, yurt çapında hem günümüz basınından da güncel değil tarihsel bir yanı olan bir uygarlık konusudur. Bunu, derinliğe gitmeden günlük basından, özellikle sanat dergilerinden izleyip kendiliğinden durumu kavrayamayanlara yararı olur düşüncesiyle konuya değgin emeği geçmiş, belgelerle okuyucuları aydınlatma çabası gösterenlerin, çok eskilere gitmeden son iki yıl içinde yapılan uyarıları, çıkarılacak olan dergide de tekrarlamak üzere "tıpkı basım" yöntemiyle (Yazarın yazdığı gibi) notlarıma ekliyorum. Varlık 1941-42-43-44)
***
GİZLİ HALK MUSİKİSİ
Vahit Lûtfi Salcı
Türkiyede asırlardan beri “Gizli Türk halk musikisi”nin akıp gelmiş olduğuna ve bu nevi musikide “çok seslilik” işaret ve alâmetleri bulunduğuna dair bu defa neşrettiğim “Gizli Türk halk musikisi” adlı kitabım üzerine Varlık mecmuasının 1/12/940 tarihli ve 1 78 sayılı nüshasında Bay Sadi Yaver Ataman arkadaşımızın eserim hakkında bir tenkit yazısının çıkmış olduğunu gördüm ve okudum.
Muharririn, eser hakkındaki bütün bu yazısının güzel bir niyetle yazılmış olduğunu görüyorum. Yürütülen düşünceler arasında yalnız iki nokta nazarı dikkatimi çekmiş olduğundan bu noktaların tarafımdan tavzih olunması eser mevzuunu biraz daha aydınlatacağını düşünerek bu yazıyı sırf bu maksatla yazmak istedim.
Bay Sadi Yaver Ataman benim yazılarımı uzun müddetten beri takip ettiğini ve bunların muhteviyatından benim halk musikisinin açık kısmına temas etmeksizin sırf gizli kısmı ile meşgul olduğuma hükmetmek mecburiyetinde olduğunu söylüyor. Hâlbuki ben açık halk edebiyatı ve musikisi ile de ve açık halk musikisinde “çok seslilik” olup olmadığını elden geldiği kadar tetkik ederek bu açık kısmın “dem tutmak” meselesinden öteye geçemediğine vâkıf olup bu tetkiklerimi 933 yılında Edirnede çıkan “Millî gazete” ile uzun uzadıya anlatmışımdır. (1) Bunun böyle olmasile beraber gizli halk edebiyat ve musikisi ile daha çok meşgul olduğum da doğrudur. Bunun sebebi şudur:
Folklor demek, halk bilgisi demek olduğuna göre, folklorcu da halk bilgisi arayıcısıdır. Öyle ise folklorcu araştırmaları esnasında malzemesinin kıymetini ölçer, ve ona göre bulduğu malzemenin üzerinde yürür ve işler. Bundan basit ve bundan tabiî ne olabilir? Evet; halk edebiyatı ve halk musikisi artık tamamile anlaşılmıştır ki biri açık, biri gizli olmak üzere iki kısımdır. Fakat bu iki kısımdan ikincisi yani gizli kısım millî bakımdan daha çok temiz ve tarihî bakımdan daha çok zengindir. Böyle bir malzeme hazinesi bulan bir folklorcu artık geri döner mi?
Şunu çok iyi bilmelidir ki, asıl halk edebiyatı ve musikisi yuvaları bu gizli kalmış kısımdadır. Hattâ bu kısımda divan edebiyatı da açık divan edebiyatı kısmına nisbeten daha ziyade zenginlikle ve hattâ bâkirlikle kendisini gösterir.
Bu bakir Türk edebiyatı ve musikisi varlığı asırlardan beri Türk Alevî kabilelerinin süregeldikleri içli ve tarihî türe ve an’aneleri içinde kalmış ve bizden pek çok kıskançlıkla saklanmıştır. Bunalım nüvelerine hulül edebilmek için o hususiyet âlemlerinin hiç de yabancısı olmamak ve yadırganmamış bir munis uzvu bulunmak iktiza eder. O Zaman Fuzulileri, Nefileri, Bakileri, Nedimleri, Behayîleri, Yahyaları, Arif Hikmetleri, Şeyh Galipleri hakikate yakın başka bir Adeseden görür ve yine o âlemde Yunus Emreleri, Kaygısızları, Hatayileri, Pir Sultanları, Kul Himmetleri, Kul Hüseyinleri, Türabîleri, Viranîleri, Meratîleri ve sonra Emrahları, Seyranîleri, hattâ Gevherileri, Ȃşıkları, Karacaoğlan ve Kâtibîleri bile oldukları çehre ile daha yakından bulursunuz. Benim tetkiklerime göre bu hakikî görüş ve buluş mazhariyetine nail olmak istiyen bir folklorcuda mutlaka üç hassanın bir arada bulunması lazımdır: 1) Edebiyatçı olmak, 2) Musikici olmak, 3) Halk tasavvufunun ve hususiyetinin bütün inceliklerine vâkıf olmuş bulunmak... Bu üç hassanın üzerinde bir de yüksek bir meziyete malik olmak şartı gelir ki, o da “hükümde bitaraflık”dır. Bu ise, din ve mezhepten alâkayı kesmek, dinsiz olmakla, hiç bir tesir altında kalınmıyarak fakat tetkikat esnasında icap eden inanış şekillerinde görünmek suretile malzeme toplayabilmek sanatıdır.
O zaman, tahmin edilemiyecek kadar malzeme bolluğu ve zenginliğine rastlarsınız. Yine o zaman bu kaynaklarda, bu yuvalarda bu malzeme bolluğu sizin üstünüze iki cepheden hücum eder. Bunların birisi cönkler, birisi de şifahi malzemelerdir. Cönklerin bulunmasının ne kadar güç olduğu her meraklıca belli bir şeydir. Şifahî malzeme tedariki ise bundan yüz kere daha fazla zordur. Ben tetkiklerimde Türk Alevî kabilesine mensup öyle şahsiyetlere tesadüf ettim ki kendisi okuma yazma bilmediği halde hafızasında her meşhur Türk şairinden yüzlerce beyit saklıdır. İşte bu canlı cönkleri okumak daha ziyade lazımdır. Çünkü o kıymetli malzeme o kıymetli vücutlarla kaybolmaya mahkumdur. Kırşehir, Çorum, Yozgat, İskilp, Eskişehir, Seyitgazi, Kütahya ve Trakya gibi bölgelerin Alevileri hep bu canlı cönklerdendir. Bu yuvalar içinde yazılı cönkler de çoktur. Sonra, bu cönkler ve bu kabileler vasıtasile öyle Türk şairlerine rastlıyoruz ki bunların adları ve eserleri ne tarihlerde ve ne de tezkerede kayıtlı değildir. Böyle şairlerden öylelerini buluyoruz ki bunların bugün yaşayan oğulları ve torunları bile babalarının ve dedelerinin şair olduklarından haberleri olmamıştır. Ben Kırklarelinde çıkan “Yeşil yurt” gazetesinde “Kırklareli şairleri”ni yazarken “Mestan baba” ismindeki, şairin hal tercümesini okuyan oğlu orman memurlarından Bay Hüseyin Avni Üzgün Uzunköprüden yanıma gelerek bana “- Vallahi Bay Vahit; ben, babamın kim olduğunu senden öğrendim.” diyerek teşekkürler etti.
Yine bu yuvalarda tetkikat yaparken açık halk edebiyat ve musikisine de çok mebzul olarak rastlanır. Herhangi bir cönkte mutlaka Gevheri, Ȃşık Ömer, Ȃşık, Karacaoğlan, Semanî, Köroğlu ve emsalinin lirik koşmaları vardır. İşte bu mebzul ve bol malzemeye mâlik olmuş bulunmak suretiledir ki bu nevi üzerinde gittikçe artan bir şevk ve hevesle meşgul olduğum için onun meyvalarını toplamış bulunuyorum. Bu sebepledir ki “Bartın” gazetesinde tefrika edilen “Trakyada Türk kabileleri”ni yazdım. Yine Bartında tefrika edildikten sonra şimdi İstanbul Eminönü Halkevi tarafından çıkarılan “Halk Bilgisi haberleri” mecmuasında tefrika edilmekte olan “Kızılbaş şairleri”ni yazdım. “Yücel” mecmuasında kısmen tefrika edilip şimdi “Bartın” gazetesinde tamamı tefrika edilmekte olan “Türkleşmiş hıristiyan bektaşi şairleri”ni yazdım. Edirnede çıkan “Millî gazete” adlı gazetede açık edebiyat v musikiye ait olan “Halk musikisi”ni yazdım. Alpullu’da çıkan “Alpullu” mecmuasında “Musiki ve edebiyatımız”ı yazdım. Yine Kırklarelinde çıkan resmî Kırklareli gazetesinde “Köylü edebiyetı”nı yazdım. Henüz neşredilmemiş olan “Türk kadın alevî şairleri”ni yazdım. Mevzuumuz olan “Gizli musiki”yi yazdım. Yakında neşredilecek olan “Gizli Türk oyunları”nı yazdım. Hiç kimsenin kolleksiyonunda olmadığına kani bulunduğum “Gizli halk musikisi beste notaları”nı topladım. Fena mı yaptım? Ben, bütün bunları temeddühen söylemiyorum. Yazı mevzuunun icap ettirdiği sebeplerle, meşgul olduğum sahalarda elde edilen malzemenin kıymetlerini tevazu ile arzetmek istiyorum. İşte bu sebeplerledir ki bu kısım üzerinde daha çok meşgul oluyorum, diyorum.
Bu münasebetle bu hakikatlere ehemmiyetli bir hakikat daha ilâve etmek isterim. Bütün bu eserlere, bu eserlerin isimlerine bakıp da bunları yazmak için din ve mezhepten müteessir olduğumu zannetmek çok büyük bir haksızlık olduktan başka kültürel hakikatler namına çok yanlış bir istikamette hüküm yürütmek olur. Çünkü, beni yakından tanıyanlar pek âlâ bilirler ki: Türkiyede benden dinsiz bir Türk pek azdır. Ben otuz sene vardır ki şu çizgileri kalınlaşmış alnımı, ne sünnî namazının ne de şi’î niyazının secdesine indirmiş bir adam değilim. Ben, din ve mezhep inanışım hususunda kendi eserim olan bir manzumenin bir beytinde:
Hak seni halkeylemiştir kendini bil kendini
Enbiyadan, evliyadan kimseler gelmiş değil...
demiş ve işin içinden çoktan fırlamış ve çıkmışımdır.
Şimdi Bay Sadi Yaver arkadaşımızın beni tavzihe sevkeden ikinci ilişik noktasına gelelim:
Benim, nümunelerini verdiğim gizli halk musikisindeki “çok seslilik”i ihtiva eden “deste nefesleri”ne dair, muharrir, yazısında “şu hale göre Bay Salcı, bizim için tetkiki güç bir mevzuu ortaya atmış bulunuyor.” diyor. İşte ikinci nokta dediğim muharririn yukarıya naklettiğim ifadesindeki “tetkiki güç” tâbiridir. Bana kalırsa iyi ve hakikî bir folklorcu için “tetkiki güç” bir şey olmamak icap eder. Bana öyle geliyor ki bütün folklorcu arkadaşlar da muharrir gibi düşünüyorlar. Alevî kabilelerinin içine girmenin imkânı olamıyacağından bu cihetin ve davanın da tetkikinin mümkün olamıyacağını zannediyorlar. Ben bu meseleye kitabımda, son söz faslında işaret etmiş ve demiştim ki:
“Ben, yazdığım makalelerimde folklor musikisinin gizli kısmına ehemmiyet verilmesini ayak diriyerek anlattığımın sebebi bunlar, bu çok kıymetli malzemelerin artık kaybolmak üzere olduğu içindir. Bunları ilim adamları hususî temaslar ve hulüller yollarını bulmak suretile bulabilirler. Folklor malzemesi toplamak demek, çalışmak, uğraşmak, yorulmak, didinmek demektir.” Hususî vasıtalar, hususî temaslar ve nihayet hususî hulüller bu “tetkiki güç” hali ortadan kaldırır ve “tetkiki kolay” bir hale getirir. Folklorcu elde etmek istediği bir malzemeye nail olabilmek için en güç vasıtalara baş vurarak onu kolaylaştırmak yollarını aramakla da mükelleftir. Yine bunun içindir ki kitabımın yirmi beşinci sayfasında şöyle demiştim:
“Benim bildiğim folklorcu, karda kışta titriyerek, donarak, yazda güneşte ter dökerek, bunalarak, yayan yürümeli. Kırlarda çobanların kavallarını dinlemeli. Köylerde çeşme ve pınar başlarında gizlenerek, türkü söyliyerek su almaya gelen al yanaklı kızların şen ve yaslı şarkılarını işitmeli. Fakir ihtiyarların evlerine konuk olarak onlardan menkıbeler, maceralar kaydetmeli. Alevîlerin yanında kyu bir kızılbaş, sünnîlerin yanında abdestsiz yere basmaz bir sofu olmalı.”
Düşünmeliyiz ki Avrupa âlimleri yamyamlar içinde canlarını dişlerine alarak tetkikat yapıyorlar. Biz, kendi içimizde, uysal halkımız arasında neden tetkikat yapmaktan aciz gösterelim. Hulule mani hususiyetler olsa da o maniin kalkmasının o kadar güç olmadığını yakından biliyorum.
Muharririn yazısında gördüğüm bu iki ilişik noktayı böyle tavzih ettikten sonra bu yazıdaki başka ufak bir noktaya işaret ederek sözüme nihayet vermek istiyorum. Bay Sadi Yaver yazısının bir yerinde de bektaşi folkloru için: “İşte Türklerde folklor budur ve bundan başka folklor yoktur şeklinde bir tefsire uğrayacağından korkmaktayım.” diyor. Bana kalırsa folklor umumî halk bilgisi malzemesi demek olduğuna göre herhangi bir zümre folkloruna inhisar ederek böyle bir tefsire uğrıyacağına ihtimal veremem. Bu nevi folklor da “folklor” çerçevesi içinde alelade bir folklor malzemesi olabilmekten öteye geçemez. Yeter ki bunları lâyıkiyle görerek tesbit edelim ve memleket irfan hazinesine olduğu gibi verebilelim.
(1) Edirnede çıkan “Millî Gazete”, yıl: 933, sayı 463, 464, 465.
BAY SADETTİN NÜZHETİN YENİ BİR KİTABI
Vahit Lûtfi SALCI
Geçen gün dört yüzüncü sayfadan başlıyarak sekiz yüz otuz iki numaralı sayfada biten bir kitap elime geçti. Bunun adı “Türk Musikisi Antolojisi” idi. İkinci cilt imiş. Dinî eserlerden bahsediyormuş. Daha okumadan bir şeye hayret ettim. Bu, eserin muharririnin musikici olmadığı halde “musiki antolojisi” gibi önemli bir kitap çıkarmasıydı. Okuduktan sonra da iki şey hayretimi çekti. Biri, bir musiki antolojisinde tek bir nota bile bulunmaması. Bir de, tasavvuf musikisi ve hüviyetleri anlatılırken hakikatlerden çok uzaklaşılmış olması. Muharririn, tasavvufun iç yüzüne vâkıf olmadığı ötedenberi malûmum idi. Bu eserde de böyle olduğunu görerek kanaatimi sağlamladım. En nihayet fazla olarak benden de bahsediyor. Bu bahsediş tenkitlidir. Böyle olunca muharrirle gazete ve mecmualarda yaptığımız münakaşalardan hıncını alamamış olduğu anlaşılıyor. Kitabın dört yüz yedinci sayfasının sonundaki istidrat kısmında şöyle bir yazı var:
“Emraha bektaşilik isnat edildiğini Bay Vahit Lûtfi Salcı’nın makalesinden öğreniyoruz. Fakat bu meşhur saz şairinin Bektaşi olmasına katiyen imkân yoktur. Bay Vahit Lûtfi Salcı’nın neşrettiği, Bektaşiliğe terennüm eden Emrah mahlaslı şiir, mutlak surette başkasına aittir. Emrahın talebesi Tokatlı Nuri tarafından toplanan mükemmel bir divanı, sabık Erzurum mebusu Bay Salihin hususî kütüphanesindedir. Tetkik ettiğim bu divan sarahatle gösteriyor ki Emrah, tamamile (ehli sünnet) akidelerine sahip ve Nakşibendiliğin Halidî koluna mensup bir şahsiyettir. Onun şiirlerini ihtiva eden bu kıymetli eserde Bektaşiliğe hattâ uzaktan teması olan bir manzume bile yoktur.”
Şimdi, muharririn bu istidradının bu kısmına cevap verelim:
İlk önce iyi bilmek lâzımdır ki ben, muharrir gibi masa başında malzemesi ve mevsukiyeti meçhul bir mecmuaya istinat ederek yazı yazan ve böylece çürük şeyler üzerine hüküm vererek “katiyen imkan yoktur, mutlak surette başkasına aittir” diyerek ilmî hiç bir kıymeti olmayan sözler atıp savuran bir adam değilim. Ben tetkiklerimi, diyar diyar, köy köy, gizli gizli gezmiş ve yapmış bir adamım. Anadolunun her tarafını karış karış gezerken Sivas, Divriği, Argavon, Elâzığ bölgelerinde bulunan bütün alevi kabileleri içine girerek, Emrahın orada haşir neşir olduğu şahsiyetlerle aylarca ve günlerce temas ettim ve bir alevî gibi konuştım. Onlara, Bayburtlu âşık Emrahın bıraktığı hâtıralara, yadigârlara vâkıf oldum. Hattâ Pagaştaş ismindeki köyde ev sahibine yadigâr ettiği bir sazı ile “Beytilharabi” isminde kendi elile yazdığı bir risalesini buldum. Bu kabileler Erzurumlu Emrahın daima kendilerine uğradığını ve muharririn başka Emraha aittir demeye çalıştığı şiirin bu Emraha ait olup onu, onun hâtırasını tes’iden her âyinde mumlar yakılırken okuduklarını söylediler. Bir kaç âyinde ben de bulunarak kulağımla işittim. Bu itibarla bu şiir başka Emraha ait değil, o mecmua başka Emraha aittir. Nuri tarafından toplanan o mecmuadaki şiirlerde Bektaşiliğe uzaktan teması olan bir manzume bile yoktur, demesi o divânın başka Emraha ait olacağına muharririn kendi dili ile itiraf ettiği kuvvetli şehadettir. Çünki şimdi vereceğim örneklerle Erzurumlu Emrahın Bektaşiliğe çok yakından ve içinden teması olan şiirler ve nefesler söylediği görülecektir.
Emrah, şiirlerinin bir çoğunda zahid ve sofulara taş atmıştır. Bu sözler tam Bektaşi lisanıdır.
Hazer kıl bizlere dahletme zahit,
Mademki namusu ârı bilmezsin.
Ȃşıkı sadıklara merdi hüdadır,
Anların sevdiği yarı bilmezsin.
Sofu müselles der içer şarabı
Ne yüz ile halka nasihat verir.
Sim gibi ağuşa çeker şebabı,
Sorsan ona başka bir suret verir.
Destine al mikrası harfi ladan,
Taallûk riştesin kes masevadan.
Ne hasıl ey zahit zühdü riyadan,
Ehli saf ol zühdü riyadan el çek.
Bu örnekler Bay Eflâtun Cemin (Emrah) adlı kitabından alınmıştır. Aşağıdaki müstezaddan bir parçayı da iyi bir tetkik neticesi olarak neşredildiği görülen Bay Murat Uraz’ın (Ȃşık Emrah) adlı kitabının 47 inci sayfasından aldım.
Vaiz bana nakleyleme cennet ile Huru,
Bilmem o huzuru,
Ȃşık olanın aşk ile matlubu rızadır.
Bakisi havadır.
Zahit bizi ta’n eyleme ki mescide gelmez
Rahı hakkı bilmez
Ben mu’tekifem kûşe’i meyhane banadır
Mescid de sanadır.
Çankırılı Bay Talât’ın (Çankırı şairleri) adlı kitabında anlattığına göre Emrah, Çankırılı Ȃşık Sabrinin mezar taşına şöyle bir tarih yazmıştır:
Ey gelen bu âşıkı dildade kabristanına
Oku bir kaç fatiha bahşet o zatın canına
Hacı Bektaşi Veli dergâhının dervişidir
Şüphe varmı öyle hünkârın reni erkânına
Gördünüz mü? Hacı Bektaşı ve Bektaşi olan arkadaşı Sabri’yi nasıl öğüyor. Bu örnekleri ben söylemiyorum. Başka tetkikçi arkadaşları eserlerinden alıyorum. Hani ya (Emrah) Bektaşiliğe dair uzaktan bile temas eden bir şiir söylememişti? Bir de benim genç iken istibdat idaresi tarafından sürgün edildiğim Elâzığ vilâyeti bölgesinde gezdiğim zaman Pagaştaş alevî köyünde kendi yazısile gördüğüm ve aslından çıkardığım şu şiirine bakınız:
Hele bakın şu feleğin işine
Bana yutturdular zehirler aş deyu.
Umulmadık işler açtı başıma,
Gözümden kanlar döküldü yaş deyu.
Her tarikattan her yoldan göründüm,
Pirim Hacı Bektaş ile öğündüm,
Ehli beytin derdi ile döğündüm.
Başımı her yere vurdum taş deyu.
Yezit gider Muaviye peşinde,
İman yoktur onun hiç bir işinde,
Sivastan ber Argavun içinde
(Emrah) nam vermiştir kızılbaş deyu.
Fakat bu şiiri o zaman yalnız o bölgede bulunuyordu. Çünkü Emrah Sivasa gider gelir ve aleviliğini gizler imiş. Şimdi Bay Sadettin Nüzhet Ergun’un istidıradına devam edelim:
“Yine bu makalede Erzurumlu Emrahın musikiye ait bir kitap yazdığı ve Türk musikisinde bir takım yenilikler yaptığı rivayet edilmektedir. Muharririn, kitaptan naklettiği bazı parçalar sarahatle gösteriyor ki bu ifade on dokuzuncu asırda yaşayan bir saz şairine ait olamaz. Bu eser, muahhar zamanda yetişen ve muasır garp musikisine az çok vukufu olan biri tarafından yazılmıştır. Türk musikisinde iki veya daha ziyade sesli eserler ileride göreceğimiz veçhile, daha sonraki zamanların mahsulüdür.”
“Bu fıkra tamamile ne ilme ne de teknike uymayan kuru lâflardan ibarettir. Çünkü muharrir, musikici değildir. Eğer muharrir, musikiden anlasaydı, bu sözleri söylemekten çekinirdi. Bunun için bu fıkraya cevap vermeyi lüzumsuz buluyorum. Yalnız şu kadar söyliyeyim ki, alevi Türk musikileri arasında çok sesli musikilerin on yedinci asırdan beri cari olduğu elimizdeki vesikalarla sabittir. Fakat her şeyleri gibi bu da “Sır” an’anesine tâbi olmuştur. Muharrir, Türk musikisinde armoni’nin on dokuzuncu asırdan sonra başladığını nereden biliyor. Bir insan bilmediği ilimlere karışırsa ne olur, bunu okuyucular ayırsın. Emrahın bir musiki nev’i icat ettiği muhakkaktır. Çünkü Anadolunun bütün saz ve halk şairlerince okunan ve çalınan bir (Emrah kalenderisi) vardır. Bu nev’i Erzurumlu Emrahın olduğu hepsince bellidir. Bu nev’i uluorta inkâr etmeli mi? Tanburacı Osman Pehlivan da bu nev’i konserlerinde çalardı. Fakat musikici olmayan muharrir ne anlıyacak? Evvelce Yeni camide berberlik eden Hacı Haşim ölmedi ise şimdi Üsküdardadır. Muharrir de Üsküdarlıdır. Komşusundan öğrensin ve o fıkrayı kitabından çıkarsın. Bu fıkrada yine aykırı mugalâtalar vardır. Ben Emrahın kitabına musiki kitabıdır demedim. “Beytilharab” adından da anlaşıldığı üzere vaktile bir ecde toplandıkları, Cem de oraya misafir gelen “Çelebi kolları” alevilerinin iki sesli okuduklarını orada geçen maceralardan biri olarak anlattığını ve şimdi o evin harap olarak hâatirasile yaslandığı sebeple kitabın adının “Beytilharab” konduğunu anlattım. Musiki kitabı yazdığını nereden uyduruyor? Yazılarım meydandadır. Bir takım silsileli yenilikler yaptığını da söylemedim. Musikinin Kalenderi nev’inde bir nev’i daha icat etmiş olduğunu söyledim. Şimdi yazdıklarımı kısaltayım. Benim etraflı tetkiklerime göre Emrah Bektaşi idi. Bu cihet hakkımda mühim vesikalar vardır.
Muharririn yersiz ve acemice sözleri bununla bitmiyor. Musikiden anlamayan bu kitabı muharririnin, eserinin 463 üncü sayfasında da evvelkinden daha acayip şöyle bir fıkra daha okuduk:
“Bay Vahit Lûtfi Salcı konservatuvarın bu sahaya ait neşriyatını İstanbul nefeslerini ikâr ettikleri için uzun uzun yazılarla tenkit etmektedir. Fakat bu heyet imkân dairesinde çalışmış ve bu nefesleri tabettirebilmiştir. Sayfalar dolusu faydasız tenkitler yerine Anadolu köylerinde hâlâ bakiyelerine tesadüf edilen nefeslerin notalarını neşretmek daha müsbet bir hareket olur. Bu münekkit, “konservatuvarın neşrettiği Bektaşi nefesleri, Türk musikisi ve Türk Bektaşi nefesleri değildir” gibi ilme ve hakikate aykırı sözler de sarf etmektedir.”
Muharrir bu fıkrada da ber mutat mugalâtalar yapıyor. Ben konservatuvarda toplanan ve hariçten gelen şark musikisine mensup “tasnif heyeti”nin neşrettikleri mevlit tevşihleri, arabî ayları besteri, Mevlevi âyinleri parçalarının şark musikisi parçalarından ibaret olup Türk musikisi ile alâkalı olmadıklarını ve neşrettikleri eserin “Türk musikisi klâsik parçaları” adı ile hiç bir münasebeti olmadığını fakat Bektaşi nefeslerinin bütün Türkiye Bektaşi nefeslerini alâkadar etmeyip yalnız İstanbul muhitine ait olduklarını söyledim ve haklı olarak tenkit ettim. Bu muharriri, o tasnif heyetinin kulu kurbanı imiş, bana ne? Bu fıkrada bana bir de tavsiyesi var.
Böyle tenkit yapacağına köylerde bakiye kalan notaları neşretmiş olsam daha iyi olurmuş. Zavallı muharriri. Hiç bir şeyden haberi yok. Ben, vicdanıma ve ilmime dayanan tenkidimi yaptığım gibi notaları havi istediği şekilde ve hattâ faslasiyle “Gizli musikiler” ve “Gizli dinî oyunlar” adlı eserler de neşrettim. Bay Sadettin arkadaşımız bunları görmemişse kabahat benim mi? Şimdi ben ona tavsiye edeyim. Bu eserleri görsün de o yaptığı tavsiyenin mânâsını kendisi tâyin etsin.
MUSİKİ VE RADYO HAREKETLERİMİZ
Vahit Lütfî SALCI
Son haftalar içinde başlıca; Ülkü, Varlık, Radyo ve Konya mecmualarında musiki ve radyo hareketlerimiz hakkında özlü ve önemli yazılar okuduk. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, bunların hepsini de acıklı buldum. Çünkü, her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki, biz, Türk inkılâbının gereğine yakışır bir musiki inkılâbı yapmak yükünü üstümüze almış bir nesiliz. Bu meselede yapacağımız işleri iyi düşünmek, ciddi çalışmak, küçük ve çirkin ihtisaslara ve ihtiraslara kapılmamak gayesini güderek yapmak mecburiyetindeyiz. Her işte olduğu gibi bu işte de şahsiyat ve şahsî ihtiraslara meydan veriyor ve yapacağımıza bu gibi ulusal işlerimizi bozuyoruz. Böylelikle inkılâba yaklaşmak şöyle dursun gün geçtikçe ondan uzaklaşıyoruz. Bugün, hepimizin de bildiği gibi musiki işlerimiz ve hareketlerimiz pek karışık gidiyor. Bunun sebebi, halk musikisini inkişaf ettirmeği müttefikan kabul ettiğimiz halde onun yanında şark musikisinin büyük mikyasta hükümran olmuş olmasıdır. Bu tiryakilikten hâlâ geçemiyoruz. Musiki inkılâbımız, halk musikisinin teknikli yollardan geçerek gelişmesi ile kabil olacaksa, yapılan sakat harekerlerin mânası nedir? Resmî müesseselerden şark musikisinin kaldırıldığını biliyoruz. Tanınmış yüksek bir siyasî adamımız “Cumhuriyette atılan her hangi bir adım geri alınamaz” demiştir. Şu halde; devlet radyosu da resmî müesseseden değil midir? Radyoda (Yurttan sesler) ve (Halk türküsü öğreniyoruz) gibi işittiğimiz ses yığınları şark musikisine verilen yer ve ehemmiyet karşısında gölge gibi kalıyor. Hakikatte ne onlar yurt sesleri ne de ötekiler halk türküsü öğrenmek değildir. Radyonun köylere kadar yayıldığına göre, köylüler de, biz de radyomuzda bizden olan sesleri dinlemek isteriz. Itrîler, Zekâi Dedeler birer dâhi olsalar bile onların yanında Hıristo, Tatyos, Arşak ve Nikogos efendiler gibi Türk ruhuna yabancı bir çok unsurlar da vardır. Yine Itrîler, Zekâiler birer deha olsalar da onlar bize Türk musikisi verememişler, aksine olarak yalnız halitalı bir zümreye hitap eden yabancı melodiler vermişlerdir. Mesel Zekâi; bir Türk çok güzel Fransızca eserler yazabilir. Fakat o eserler hiç bir zaman Türk ve Türkün olamaz. Böyle olunca onların “şaheser” diye takdim edilerek radyoda dinlenilmesinden ne fayda beklenebilir? Radyo, Türk musikisi inkılâbına hizmet etmesi lâzım gelen bir müessese değil midir? O, yalnız nevi göstermek değil, en çok bir devlet müzik müessesesi olduğundan ona göre yapmak istediğimiz musiki inkılâbını kolaylaştıracak hizmetlerde bulunması icabeder. Netekim, Türk halk musikisinin teknik yollarda inkişafı çaresi istihdaf edildiğine göre radyomuzda tek sesli türkülerden başka iki sesli türküler ve idmanlar gibi şeyler öğretiliyor da musiki inkılâbını var edip yaşatacak bir can damarı olan çift sesli müzikler niçin öğretilmiyor ve yapılmıyor. Boşa geçen ve bizi gelecek nesle karşı muaheze ettirecek olan şark musikisi fasıllar kısmı yerine bu iki sesli müzikler ve bunun nevi ve şekillerine ve esas hatlarına dair konferanslar yapılmalıdır. Böyle yapılmaması yukarıda anlattığım şahsî ihtisas ve ihtirasların eseridir. Bunun da sebebini şark musikisine koyu bir taassupla bağlanmış olmamızda bulurum. Bu suretle yapmak istediğimiz müzik inkılâbını bilerek veya bilmiyerek kendimizden uzaklaştırıyoruz demektir.
Müzik ve radyoya dair matbuat neşriyatına gelince: Okuduğumuz yazılar içinde “Ülkü” mecmuasında çıkan kompozitör Ahmet Adnanın yazısının samimî tarafları çoktur. “Varlık”ın 224 numaralı sayısında çıkan Sadi Yaverin tahlilî yazısı da güzeldir. Onun haklı görüşleri ve haklı şikâyetleri pek yerindedir. Konyada çıkan “Konya” mecmuasındaki (A. Aczi Kendi) nin radyodan şikâyetleri de tamamen haklıdır ve yerindedir. Diğer yazılar inkılâbın ruhunu kavrıyamamış olan fikirler mahsulü ve kelime oyunlarından ibarettir. Hele bir tanesi kavgacı bir lisan bile kullanıyor. Ahmet Adnana çatan bu yazı usulsüz ve şiddetli olmakla beraber Cumhuriyet gazetesinin 13 nisan 938’de bana çatan yazı kadar kasırgalı ve tufanlı değildir.
Şark musikisi o kadar içimize sinmiştir ki musikî ve edebiyatı Türkleştirmek istiyen bazı şahıslar bile bu tesirden kurtulamıyorlar. Bir şarkı dinliyoruz ki, bunun güftesi tamamile Türkçedir. Fakat bestesi de tamamile şark musikisinin sıkışık eda ve kaidelerine tâbidir. Bunun müellifi de kendisinin bir inkılâp türküsü yaptığını zannediyor. İşte bir örnek:
Ellere uzaktan bak bana yakın gel,
Göğsüne menekşeler güller takın gel.
Kalbimin üstüne yat cana yakın gel,
Göğsüne menekşeler güller takın gel
Fakat bunun bestesi tamamile ağdalaşmış şark musikisinin bir nevidir. Bestekâr, güftnin Türkçe olmasile bestenin de Türkçe omuş olduğunu zannetmek gafletine düşmüştür. Bu nevi şarkılar ve musikiler gittikçe çoğalıyor. Fenası şudur ki gençlik, güftenin sadeliğine ve anlatılışına uyarak musikisini de benimsiyor. Böyle olunca yeniden başka istikametlerde başka bir çıkmaza gidiyoruz demektir.
Mevzu geniş ve çok önemlidir. İnkılâp işlerile, bilhassa ilmî inkılâp işlerile şakalaşmağa gelmez. Halk musikisi işi en çok folklor işidir. Folklor ilminden anlamıyan kimseler ne kadar âlim ve bilgin olsalar bu işte akıllarından istifade edilemez. Meseleye şark musikisi tiryakilerinin karışması musiki inkılâbımız namına fecaattir. Herkes haddini bilerek yurdun ihtiyacına göre dürüst çalışmalıdır.
TÜRK HALK MUSİKİSİNDE KORO
Sadi Yaver ATAMAN
Tarihi boyunca, nesilden nesile intikal ederek, aynı kuvvet ve heyecanla, millî şahsiyetimizin ideolojisini yapan folklorumuzun, musiki bölümüne ait değerlerini tetkik ederken, bu musikî özünün medenî ihtiyaçlarımızı tatmin yoluna uygun bir gösterişe mâlik olduğunu görüyoruz. İleri ve teknik musikimizin dayandığı temelleri ihtiva eden Anadolu halk musikisinde, tek sesli söyleme ananesinin hâkim gibi görünüşü, muhtelif fırsatlarla iddia ettiğimiz çok seslilik meselesinde, musiki ile ilgili olanların merakını bu noktaya çekmektedir. Alaturka musiki mensuplarının, halk musikisindeki çok sesliliğe bir türlü yanaşmamaları, garp musikisini meslek edinmiş sanatkârlarımızın da bu davayı benimsememeleri, bizi bu mevzu üzerinde ehemmiyetle durup, folklora hizmet etmek sevdasını da aşan bir iştiyakla vazifelendirmektedir. Nitekim, geçenlerde yine bu sütunlarda, bu mesleğe çalışan arkadaşlarımızdan kısaca bahsetmiş, yürüdüğümüz yolun ve mevzuun ehemmiyetini tebarüz ettirmeye çalışmıştık. Tetkiklerimize karşı yabancı ilim âleminin, uzaklardan gösterdiği alâka ve ehemmiyet de teşvik vesilesidir. Köklü ve derin bir tarihe, zengin bir folklor hazinesine mâlik bulunan memleketimizde, bu alâkanın şümullü bir memleket ve sanat davası halinde gerçekleşmiş olmaması ne kadar acıdır, musiki veçhemizin henüz istikrar almamasının sebebi de bu değil midir?
Tekâmülünü yapmış, artık üzerinde yaratma kabiliyeti kalmamış bir musiki olarak aramızda yaşamakta olan, eski divan musikisi; üstatları Itrî’ler, Dedelerle devrini kapamış, gittikçe aslını ve mazisini hortlatacak garibeler gösteren İstanbul zümre musikisi alaturkasında en yüksek mertebeye varmış olarak Hacı Arifler, Tanburî Cemil’lerle defteri dürülmüştür. Bundan sonrakiler, -müstesnaları da kaydetmek şartile- söze bile gelmez. Bir devrin muayyen bir zümresini yaşatmak ve ifşa etmek bakımından klâsik Türk musikisinin değeri inkâr edilemez. Devrin tam mânâsile tümünü ve her sınıf halkını ifadesi içine almış bir musiki olmaktan uzak bulunmasına rağmen, bu musikiyi bir değer telâkki etmek mecburiyeti ile, hâlâ o an’aneyi yaşatmak davasını gütmenin gerilik ifade ettiğini söyliyenlerle bir noktada bir olmamak lâzım gelir. Türk klâsik musikisinin an’anevî varlığını, tarihî araştırma kabilinden, fakat bu devri ihyaya kalkışırcasına ifrata varmamak şartı ile tetkik ve neşretmenin yerinde olduğu kanâatindeyim. O neslin entelektüel zihniyetini, ağdalı fikir ve nağmelerini bu nesle ders olarak ulaştırmaktan ziyade, yaşamış muayyen bir varlığı idealize etmek bakımından arada bir bu mektebin müzesini gezmek, görmek ve dinlemek elbette faydalıdır. Buna mukabil halkla temasını hiç bir zaman kaybetmemiş bulunan, sözleri, nağmeleri, fikirleri ile bizim olan halk musikisinin ince değerlerini her zaman göz önünde tutmak mecburiyetindeyiz.
Bu maksatla yaptığımız tetkik, verdiğimiz örneklerle, mevzuu benimsemiyenleri azçok tatmine de çalışmış olduk... Türk halk musikisinin çok sesliliğine inanmıyanlar, iptidaî bir musikidir diye istihfaf ettikleri bu müessesede koronun da mevcudiyetine yanaşmamaktadırlar. Eskilere ve aslına sadık kalmış yerli musikicilerimizin –bilhassa saz şâirlerinin- türkü, destan ve koşmalarındaki saz bağlamaları, deste bağlayışları, ara nağmeler, refakatler çok sesli bir bünyeye mâliktir. Şehirleşmiş tek ses üslûbunun, köylerde çok sesli bulunduğuna şüphe yoktur. Esas davamızın halline yarayan da işte budur.
Anadoluda hep birden türkü söylemek, esasen anane halinde bulunmasına rağmen kastettiğimiz korolu ağzın bunlardan başka hususiyet taşıdığını görmekteyiz. Filvaki birkaç kişinin ağız birliği ile yerli sazlar refakatinde söyledikleri türküler nihayet bir küme okuyuşundan başka bir şey değildir. Korolu çeşitlerde, bu ağızların, ayrı sesleri aynı zamanda kullanmak suretile çok sesliliğe doğru bir meyil vardır ki bu nokta pek mühimdir.
Anadoluda, bolca musiki dinlemenin fırsat verdiği düğün şenliklerinde, seğmen oyunları ve eski oturak ve sıra âlemlerinde söylenen türküler, destanlar bu çeşit musikidir.
Düğün safhalarında söylenen il âhiler, türkü ve karşılıklı mani atmaların bu bakımdan hususiyetleri vardır (1). Kadın düğünlerinde darbuka, zilli maşa, tef, kaşık, fincan gibi tempo sazlarının iştiraki ile en az dört okuyucu tarafından söylenen türkülerle (2), karşılıklı söylenen uzun havaların her kıtası sonundaki nakarat kabilinden parçalar, tekerleme ve çatmalarda ve bu tempolu sazların refakatlerinde çok sesliliğe dikkat edilmelidir. Anadolu musiki terbiyesi bakımından, türkü söyleyişlerdeki intizam, ciddiyet, tavır ve jestler şayanı dikkattir. Türküleri idare edenin iki tarafa başını sallayarak temin ettiği intizam disiplinli bir musiki âlemi yaratılmasına sebep olur. Repertuarı evvelden tesbit edilmiş ve hazırlanmış bir konser gibidir. Erkek toplantılarında da hep bir ağızdan söylemek, saz ve bağlama gibi yerli müzik âletlerile tempolu sazların kaynaşmasından ibaret takım bu iptidaî koroyu teşkil etmektedir. Yüzük oyunlarındaki ezgilerle, seğmen alaylarının musiki tarzları bunlardan başkadır. Karşılıklı iki guruptan ibaret yüzük takımının oyun ânında, yüzük bulununca ve bir taraf yenilince söyledikleri ezgiler asıl koroyu gösterir (3). Galip gurup, yenilen taraftan ceza yapılması lâzım gelenleri sıra ile meydana çıkararak galibiyet ezgisini söylerken, mağlûp gurup da bir taraftan melodinin karar perdesine uygun ses üzerinde – (değiştirmek de mümkündür) – dem tutmaktadırlar. Bu dem ya, yelâlli, yelâlli gibi nakarat tekerlemesi veyahut âdeta homurtudan ibarettir. Bazen zilli tef ve ekseriya fincanları birbirine sürtmek ve vurmak da musikiye ayrı bir çeşni vermektedir (4). Seğmen korolarına gelince (5): Seğmen alayını teşkil eden kümenin önünde en güzel ve dik sesli (tenor olacak), birisi bulunur. Arkasında bir gurup (bariton seslerden ibaret bir takım) vardır. En arkadaki gurup da (bas seslse) demcilerdir. Bu teşekkülü sözle ifade etmek güç olmakla beraber gördüğümüz gibi anlatalım.
Güzel sesli seğmen, türküsünü uzun hava halinde söylerken, arkasındaki gurup yürüyüş ahenk ve ritmine uygun olarak (ritim 9/8 lik zeybek), başka ses üzerinden tekerlemeler söylerler, cura zurna, tenor seymene melodi de refakat ederken; tekerleme girişlerini diğer zurna ve davuldan ibaret takım idare eder (6). Dem zurnasının ayrı perdeden verdiği dem perdesine her ritmin sonunda üçüncü takım hey, hadiy gibi sözlerle naralar atarak çok sesliliğe katılırlar. Bu koroların teşekkülünde teknik hususiyetler aramak bittabi fazla müşkülpesentliktir. Köylü musikisinin samimî basitliği içinde çok sesliliğin mevcudiyeti ve bu halk armoni ve kontrpuvanlarıdır ki bize halk arasında koronun mevcudiyetini ispat etmektedir..
Bunlar mazi olmuş bir devrin ifadesi, içtimaî kültür gösterişidir. Halkın hayatına ait asîl ve mert duyguları, hareket ve âdetleri; yaşayan bir varlığı idealize etmek itibarile, bugün tetkik edilerek ortaya konulması icap eden hakikatleri ihtiva etmektedir. Memleketi bu mukaddes yurdun folklorunu tanımak, bilmek, meydana koymak vazifesi omuzlarımızı çökertecek kadar ağırdır. Bu yolu hafifletmek; çalışmak lâzım (7).
------------------------
(1) Anadolu düğün âdetleri folklorumuzun geniş bölümünü teşkil eder. Meraklı ve orijinal âdetleri ile içtimai hayatın güzel hususiyetlerini aynalaştıran düğünlerde halk edebiyatı ve musikisine ait pek zengin malzeme vardır. Zafranbolu kasaba ve köy düğünleri, türküler ve oyunlar adlı (Bartın Memleket Basımevi), 1936 eserimizde bu âdetleri toplamıştık.
(2) Müzik folklorumuzdan örnekler serisi olarak düğün havalarından mürekkep bir kısım parçalar notaları ile (İstanbul Numune Matbaası), aslına uygun olarak türküleri (Odeon ve Kolumbiya plâklerında) çıkarılmıştır.
(3) Yüzük oyunlarının âdet ve ezgilerini sırası gelince anlatacağız.
(4) Notalarını ileride vereceğiz.
(5) “Seğmen” farsça sekban kelimesinden gelmektedir. Anadoluda millî ve mahallî kıyafetle toplu bir şekilde oyunlar yapan alaya denir. Seğmenleri, pek meraklı ve enteresan âdetleri, ve hususiyetleri ve musikileri ile ileride vereceğiz.
(6) Zurnaların vazifeleri ve dem meselesi üzerinde (Halk sazları ve halk müzik karakterleri) adlı eserimize bakınız.
(7) İstanbulla Ankara arasındaki yol üstü köylerini tren penceresinden görmekle Türk musikisini yaratmaya imkân olmadığını bir kere daha öğrenmemiz lâzımdır.