Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

16 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Ürkütücü Kış Söylemlerine Karşın Metin Olma Çabaları

 

3 Kasım 1941 Pazartesi

 

Gece çadırın sesinden iki üç kez uyandım. Bizim kahveyi anımsadım. Tahta tavanlı yüksekti ama çatı sac kaplı olduğu için dolu ya da rüzgarlı yağmurlarda dıpırtılar duyulur. Orada düpe düz teneke tıkırtısı olur. Bizim çadırdaki daha yumuşak bir tıpırtı. Çadırın giriş kapakları kapandığından dışarısı görünmüyor. Ancak, zaman zaman baskın şeklindeki tıpırtılar yağışın yoğunluğunu belli ediyor. Uykum bölündüğünden olacak, sesleri duya duya bir süre uyumaya çalıştım. Mustafa Saatçı, “Ben gidiyorum arkadaşlar, sonra söylemedi demeyin, çorbalar geldi!”dedi. Gerçekten kapımızın önünden çocukların geçtiğini duyduk. Mustafa Saatçı’nın çorba demesi bir çoğumuzu kızdırdı, “Gidip görmeden salt huzur kaçırmak için yalan söyledi!”diyenler oldu. Bu kez de böyle söyleyenlere, “Az sonra çorbayı görünce bu sözünü anımsayın”, diye çıkışanlar oldu. Çadırdan çıkınca birden üşür gibi gerildim. Gerçekten çorba var. Hem de oldukça soğumuş bir çorba. Çorba soğumuş sözüne bu kez de Hilmi sinirlendi:

-“Çorba soğumuş!”deyince çorbayı suçluyorsunuz; sanki bize kendini soğuk yedirmek için isteyerek yapmış, gibi. Oysa hava soğuk, çorba soğuğa karşı sıcaklığını koruyamadığı için üşümüş; tıpkı benim gibi!deyip titreme numarası yaptı. Oysa , çadırdan çıkmadan önce Mustafa Saatçı’nın “Çorba!” deyişine karşı olanlardan biri de Hilmi’ydi. Hasan Üner takıldı:

-Lafı saptırıyorsun, hani çorba değil, diyordun! dedi. Hilmi sözüne sahip çıkmadı, “Ben İmam’a takılmak için öyle söyledim!” deyip geçiştirdi.

Yola çıktığımızda yağmur gene başladı. Atölyeye varırken kar tanelerinin uçuştuğunu gördük. Ali Yılmaz Öğretmen ceket pantolon giyinmiş ceketin yakaları kalkık olarak geldi. Bizlere de giyimlerimiz için uyarıda bulundu. Bizim grup için tasalanmadığını, açıkta çalışanları düşündüğünü söyleyip ayrıldı. Yemekhanenin yetiştirilmesi isteniyormuş. Yapıcılar tüm güçleriyle çalışıyor, oradaki bizim arkadaşlar da taban kalıplarını yapıyormuş. İlk tamamlanıp kullanılacak bina Yemekhene olacakmış. Her halde okul binası denilen binalardan bir ikisi yatakhaneye dönüştürülecek. Biz kurulukta çalışmanın rahatlığı içindeyiz. Rüzgar esiyor ama yağış durdu. Arkadaşlar, “Öğle yiyeceklerimizi alıp gelelim!” görüşünü ortaya getirdiler. Bence de iyi olur ama bu öneriyi kim kime söyleyecek de uygulamaya konacak? Kamil Hüsnü Baykoca Öğretmene söyleme görevini üslendi. Yakında buraya gelirse Mustafa Güneri Öğretmene de hep birlikte söyleyeceğiz. Paydosa yakın Sili Usta ile Mustafa Güneri Öğretmen birlikte geldi. Kamil söylemeye hazırlanırken Böyle bir karar alındığını Mustafa Güneri Öğretmen sorulmadan söyledi. “Yağışlarada gelip gitmenin zorluğunu hep çekiyoruz!”dedikten sonra, “Ancak bu sürekli olmaz, belli günlerde uygulamaya çalışacağız!”diye sözlerini tamamladı. Onlar gidince ben, hazırladığım yazıyı bir daha düşündüm. Arkadaşlar haklı, yukardaki ilgililer bizi, bize söyledikleri ölçüde düşünmüyorlar. Öğle yiyeceklerimizle geleceğiz, öğle paydosunda yiyeceğiz hemen iş başı yapıp daha çok iş üreteceğiz. . Böyle yapacaklarına nasıl olsa çadırlarda yatıyoruz. Çadırları getirip burada konduralım. Bu binalar, burada kalmak üzere yapılıyor. Binaların birini yemekhane, birini de mutfak yapsak gidip gelmekten tümdern kurtuluruz. Bunu söyleyince arkadaşlar bana çıkıştılar. “Bunu demin neden söylemedin? ”Ben kendime göre savunmamı yaptım. “Ben neden söyleyeyim? Ankara’da oturanlar bunu kendileri düşünmeli!Bu kadarcığı düşünmeyenler, bizim öteki gereksinimlerimizi düşünür mü? ”Söyledim ama azıcık pişman oldum, arkadaşların yüzleri değişti. Bu kez de “Belki de bunda bir hayır var, bizi Kepir’e göndermeyi düşünüyorlar, beklemediğimiz bir günde, “Haydi Kepirtepe’ye!” diyeceklerdir!Herkes neşelendi. 4. Makasımızı tamamlayıp paydos ettik. Rüzgar var ama sabahki kadar gür değil. Kepirtepe’de bu tür rüzgarın her zaman estiğini konuşarak döndük. Bizim konuştuklarımızı öteki arkadaşlar da konuşmuşlar. Yapı kolundaki arkadaşlar, öğleleri soğuk yemeklere daha doğrusu yemek olmayan yemeklere karşı durmuşlar. “Biz yemeğe geliriz!”demişler. Yemekte tas kebabı, bulgur pilavı erik hoşafı yedik. . Son zamanların en iyi yemekleri bunlar. Yemekten hemen sonra gitmek üzere konuşmuştuk, öyle yaptık. Günlük sekiz makası düzenli sürdürüp, perşembe günü teslim edeceğiz. İşe giderken rüzgar arkamızdan geldiğinden rahat gittik. Bu bile bize sevinç verdi. “Giderken de arkamızdan esse!”Hasan Üner, “Olsayla bulsa, ikisi bir araya gelse!”deyip güldü. Çalışmaya başlayınca rüzgar falan pek düşünmüyoruz. Keresteler tepe üstünde olduğundan almaya gidince azıcık rüzgar etkisinde kalıyoruz. Durup dururken Hasan Gülümser, “Abi siz köy dolusu ev çatısı yapmış oluyorsunuz!”dedi. Ben önce anlamadım,

“Neden biz değil de siz dedin? ”Hasan Gülümser, “Daha önceleri de düşünerek öyle dedim. Hani 24. bina dediniz ya onun için!” Güldük, “Köy dolusu ne demek? ”Hasan Gülümser düzeltme yaptı, “Neredeyse bir köyde bulunan binalar kadar!” Yaptığımız binalar köy evlerine benzemiyor ama arkadaşın demek istediğini anladık. Okula dönerken önce ısınma yarışı sonra da hızlı kısa koşu yarışı yaparak döndük. Üşümeye azaltmak için yeni bir buluş; kısa hızlı koşma yarışı. Beni zorladılar ama girmedim; kaybeceğim biliyordum. Daha önceki kısa yarışlarda hiç başarılı olamamıştım. 5000 metrede bir kez 2. olmuştum. Birinci olamamıştım ama gene de yarışları hep önlerde bitirmiştim. Arkadaşlardan ayrılınca Hasan Üner’le dersliğe gittik. Yapıcılar daha önce gelmiş, yağıp esiyorlar. Çalışanlardan hastalananlar olmuş. Bugün 7 çalışanları gelmemiş. Bizim sınıftan da rahatsız olduğunu söyleyenler var. Ben bizimkilerin rahatsızlığına pek inanmıyorum; onlar zaten hep rahatsızdırlar. Edirne/Karaağaç ilk günlerinden beri işlerden kaçmak için rahatsızlanırlar. Belki de bilinmedik bir rahatsızlıkları vardır ama, konuşmalarında hep işten yakındıklarından ben, onların bu konudaki sözlerini önemsemiyorum. Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, Hilmi Altınsoy bunların başında geliyor. Harun Özçelik de sık rahatsız olur ama onun işten kaçtığına hiç tanık olmadım.

Coğrafya kitabını açtım. Coğrafya bilgilerimi yokluyorum, hemen hemen hiçbir bilgim yok. Bu kitaba göre diyorum. Bu kez de kimi coğrafya söylemleri ilgimi çekti. Örneğin “Coğrafi keşifler!” deniyor. Orasını o buldu, buyrasını bu keşfetti. Niye oralarda insan yokmuydu ki? Neden keşifler deniyor? Birileri kendilerine göre keşfediyorlar. İspanyollar Amerikayı keşfetmiş. Oysa orada insanlar yaşıyormuş. Orasını bilmeyen İspanyollar için bu bir yeni keşif sayılmış. Sonra oralara başka insanlar gitmiş. Bu gidenler de hep Avrupalı. Demek keşifler Avrupalılara göre keşif. Java adasına gemiyle gelip çıkan Avrupalı keşif yapmış oluyor. Kuzeyindeki Çin, den oraya inenler göç mü yapmışlardı ki? Tarihteki göçler de böyle. Mogolistan’dan Fransa’ya dek gelenler göç etmiş oluyor:besbelli!

İklimler, dünyanın sıcak-soğuk yerleri…

Sami Akıncı muştuladı. Yağışlı ya da çok yağışlı havalarda kültür dersi yapacakmışız. Arkadaşlar “Şaka ediyorsun!”dediler. Sami “Vallahi böyle bir emir gelmiş, Hüsnü Baykoca Öğretmen söyledi!”dedi. “Eee, nerede ders yapılacak? ”Çadırlarda!…Arkadaşlar söylenmeye başladı. İdris geldi, o da rahatsızmış, yarın bir grup Ankara’ya doktora gidecekmiş. Önce gülüp şakalar yapıldı, “Hepimiz rahatsız olduğumuzu söyleyip Ankara’ya gidelim!”Sonra bundan vazgeçildi, Ankara şimdi çok soğuktur. “Hani bizi düşünen büyüklerimiz? ”Arkadaşlar böyle konuştukça Fevzi ile Cavit’i beklemeye başladım. Cumartesi gününe dek bana süre tanımışlardı. Yazdığımı o güne dek vermeyecetim. Şimdi de onları beklemeye başladım. “Belki vazgeçmişlerdir, tekrar kışkırtmayayım!” düşüncesiyle gidip vermek de istemiyorum. Nasıl atacaklar? Geçen defa nasıl yaptılarsa öyle yapsınlar. Kar yağmaya başladı, şimdiki durumda ondan fazla hasta var, doktor için de Ankara’ya götürülüyorlar. Doktordan sonra da akşama dek istasyonda beklemek zorunda kalıyorlar sözlerini ekledim. Bir yandan da çekiniyorum. Mektup yakalanır da benim yazdığım ortaya çıkarsa ner olur? Kendimi savunmaya çalışıyorum. “Yanlış bir söz söylemedim, olanları niçin anlatmayayım? ”Kendi kendimle bir süre tartıştım:

-Olur diyen de ben, olmaz diyen de. Ne olduysa birden derslikte uyuklamaya başladım. “Hasta mısın? ”diye soranlar oldu. Sefer Tunca, “Git yat, yatakhanede yatan dört arkadaş var!”dedi. Gene de kendime yediremedim. Artık saatim var, zilin çalmasına az kaldığını biliyorum. Zil çalar çalmaz da kalktım. Bu kez de bu hastalık olayına üzüldüm; arkadaşlar yatarken ben çadıra gidip akordiyon çalamayacağım. Süheyla Öğretmeni anımsadım. “Ne iyi çalışmayı seviyorsun, çalışmak için de zamanı iyi kullanmasını biliyorsun!”demişti. Gelsin görsün şimdi, hangi zamanı kullanıyormuşum? Anımsamama karşın Süheyla Öğretmeni bile uzun uzun düşünemedim. .

 

4 Kasım 1941 Salı

 

Biri elime mi çarptı, yoksa bana mı öyle geldi? Gözlerimi açtım, İsmet nöbetçi, kalkmış, kolumdaki saate bakmaya çalışıyor. Kolumu düzelttim, İsmet, ”Tamam!”derken zil çaldı. Kimsede kıpırdanma yok. Dışardan sesler geliyor. İsmet sordu, “Kapı ağzında üşümüyor musun? ”Gülerek, “Soğuk hava altta Hilmi’ye gidiyor!”dedim. Hilmi karşılık verdi, “Şakanın sırası değil, düpedüz hastayım, başımı kaldıramıyorum” Üzüldüm. Dışarı çıktım, hava çok soğuk değil. Rüzgar da kesilmiş gibi. Akşamki panikletici konuşmalar beni iyice karamsar yapmıştı. Daha iyi olduğumu duyumsadım. Yusuf’u gördüm, neşeli. Kahvaltıya oturduk. Harun da geldi, bu sabah daha iyi olduğunu söyledi. İdris Destan, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, öteki sınıflardan 7-8 öğrenci Ankara’ya doktora yarın gideceklermiş “Kepirtepe’de olduğu gibi buraya da doktor getirtemezler mi? ” diyen oldu. Ben birden “Kim getirtecek? ” diye sordum. İçimden de, “Kendini düpedüz belli ediyorsun!”dedim. Neyse ki benim soruma kimse yanıt vermedi.

Ilımış çorbamızı içip yola çıktık. Kamil Varlık kimi zaman salt konuşmuş olmak için ortaya bir söz atıyor, yol boyunca o söz konuşma konusu oluyor. Bugün de “Çorbanın yanında azıcık da peyaz peynir verseler olmaz mı? ” diye sordu. Önce beyaz peynir sözüne takıldılar:

-Başka renk peynir var mı? Sonra da ; neden salp peynir? çay, zeytin, baklava, börek, soğan sarımsak, sözlerini uzatınca; Kamil’e destek olmak için, “Bizim köyde çorbanın yanına soğan koyarlar!”dedim. Ötekiler güldüler Kamil de alındı. Şaştım, tekrar tekrar açıkladım; soğanı ezerek kırıp çorbayla yerler. Sonra da; bizim köyde sabahları çorbanın makbul sayıldığını, evlerdeki kahvaltılarda çay içilmediğini, sürekli çorba ile kaçamak yendiğini söyledim. Kaçamağı Kamil de seviyormuş. “Kaçamağın üstüne sıcakken toz şeker dökülünce çok severim!”diyerek benim kendisini desteklediğimi anladığını kanıtladı. Ben, bal ya da pekmezlisini seviyorum.

Çorbalı, kaçamaklı konuşmalardan sonra işimize koyulduk. 20 makasla iki köşe desteği ek yapmamız gerekiyor. Rahat rahat yetiştireceğiz. Derken Salih Baydemir, Yusuf Asıl, Mehmet Aygün, Hasan Akyol gülüşerek, “Size yardıma geldik!”dediler. Önce şaka sandık, ama değilmiş. Ali Yılmaz Öğretmen onlara, “Burada iş azaldıkça kalabalıklaşıyoruz, yardım edin de çatı bitsin!”demiş. Biz buna çok sevindik. “Keşke Orhan’la Recep de gelseydi!” diyerek işe giriştik. Bu duruma göre, 8 yerine 10 makas yapmalıyız. Yeni arkadaşlara karşı biraz da göstermelik olarak hiç konuşmadan öğleyi yaptık. Dört makas tamam oldu, iki makas dayarım.

Öğle yemeğinde sulu köfte, bulgur pilavı, pekmez. İsmet gülerek Mustafa Saatçı’ya bir şey söyledi. Mustafa Saatçı tepki gösterdi:

-Öldürürüm seni! SS nöbetçiymiş, bir arkadaşı yerine tutuyormuş. İsmet onu kendine çevirip Mustafa Saatçıya söylemiş. Sözde SS, İsmet’le nöbet tutmuş olmak için sırasını bir arkadaşıyla değiştirmiş. Yanımdan geçerken İsmet’e “Gene zevzekleşmeye başladınız!”dedim. İsmet, sözü uzatmamak için, “Tamam, tamam!”deyip geçti.

Yusuf özlemiş, öğlede bir süre külhana gidip Dağlı zeybeğini tekrarladık. En güzel oyunlardan biri Dağlı. Ne var ki, dönerek ayakları şekillendirmek oldukça zor. Çok oynayarak alışkanlık kazanmak gerektiriyor. İyi öğrenmeden oynanamayacak oyunların başında Dağlı Zeybeği geliyor.

İşe giderken karşı dağlara (Elma Dağlarına) kar yağmış olduğunu gördük. Güneş vurunca ayna gibi görünüyor. Kar gördük sözünü karı gördük tertibine sokularak şakalaşmalar başladı. Dağlarda karı gördüm. Karı gördün mü? Karı görünce hemen üstüne atılmak isterim. Kim söyledi bunu? Söyleyen çıkmadı. ”Cıvıtmak yok! “Karı sözü ayıp, okumuş insanlar kadınları anarken bayan derler.

Konu değişti, bundan sonra okul binalarını döşemeleri, kapıları, çerçeveleri yapılacak. “Çok soğuklarda soba yakılır!”diyoruz. İyi ki şu kar sözünü kestirmişim, az sonra Ali Yılmaz Öğretmen çıktı geldi. Bana sordu, “Sevindin mi? ” çok sevindiğimi söyledim. “Yarın bitirebiliriz!”dedim. Ali Yılmaz Öğretmen de buna sevindi, “Yarın Orhan’la Recep de gelecek!”dedi. Anladım, Ali Yılmaz Öğretmen bizim grubu toplayıp çerçevelere başlatacak. Bu bizim için daha iyi. Hem azlık oluyor hem de daha temiş iş görülüyor. Umduğumuz gibi on makası tamamladık. Yarın sanırım tamamını bitireceğiz. Arkadaşların bir araya gelmesine hepimiz sevindik. Harun Özçelik’in sağlığı da düzelirse kapı-çerçeve işlerini severek sürdürürüz.

Bu akşam biraz hızlı gitmek niyetindeyim, Yakup, Hilmi, İdris, Mehmet Başaran rahatsız onlarla tek tek hiç konuşamadım; İki ikiye konuşmak istiyorum. Yusuf oyundan söz etti, niyetimi söyledim, o da bana katıldı, gittik. Yakup, Küçük Mehmet, İdris yatıyordu. Üçü de yatıyor ama yüzleri gülüyor, birbirleriyle şakalaşıyorlar. Bizi görünce başka arkadaşlar da geldi, yatakhane bir ara dersliğe döndü. Yarın doktora gidecekler. Ben çabuk ayrılıp dersliğe gittim Fevzi beni gözetliyormuş geldi, kağıdı verdim. Fevzi gülümseyerek “Yarın Cavit doktora gidiyor!”dedi. Söylemek istediğini anladığımı belirttim. Fevzi ayrılınca bir süre düşündüm, biraz da kendimi korkuttum. “Ya kötü bir sonuç çıkarsa? ”

Almanca kitabını açıp Nasrerttin Hoca’yı çevirmeye kalıştım. Öyküyü biliyorum ama sözcükleri yerlerine koymak kolay değil. Çabuk sıkıldım, bu kez de geometri kitabını açtım. Nedense Geometri konularına bir yakınlık duyuyorum. Okuyunca anlamadıklarım oluyor ama, üstüne gitsem çözecekmişim duygusuna kapılıyorum. Aritmetik öyle değil özellikle Cebir problemleri biraz karışık geliyor. Ancak yaparak çalışmaya başlarsam anlayacağıma güveniyorum. Halil Basutçu baktı, “Sen daha bunları bitirmedin mi? ”dedi. “Neleri? ” diye sordum. Kitapları göstererek:

-Bunları ben geçen hafta aldım. Gülerek o da, “Biliyorum, bir haftada bitireceğini sanıyordum(!)”dedi. Sıramda yer yoktu, ayakta konuştuk:

-Duvar işleri bitecek gibi değil, şimdiki büyük binaya ek iki küçük binada da çalışıyoruz!diyerek azıcık dertlendi. “Kepirtepe binasındaki gibi kış boyu burada da çalışacağız herhalde!”diyerek sözlerini tamamladı.

Yemekte etli nohut bulgur pilavı. İsmet gene geldi Mustafa Saatçı’ya takıldı. “Öğretmen masasının lüksü pır pır yapıyor!”dedi. SS’ de öğretmen masası yanında duruyor. Mustafa Saatçı SS için arkadan konuşuyor ama kızla konuştuğu yok. İsmet bunu bildiği için özellikle takılıyor. Mustafa Saatçı sözü uzatmadı.

Hilmi yemeğe geldi, yarın dokrora gitmemek için çareler düşünüyormuş. Hasan Üner, hemşeri-arkadaş olarak azarladı, “Doktordan ne çekiniyorsun? bilmediğin bir eksiklik vardır, ilaç verir!”dedi. Hilmi neşesiz olunca masamız sessizleşiyor.

Cavit’le karşılaştım, gerçekten diş ağrısı varmış, ara ara çoktandır çekiyormuş, “Havalar soğuyunca iyice arttı!”dedi. Üzüldüm. “O işi nasıl yapacak ki? ”

Derslikte bir süre konuşulanları dinledim. Sıkıldım, gidip yattım. Yatanlar ilgilendi, “Hasta mısın? dediler? “Biraz kırgınlık var!”dedim. ”Bizde de öyle başladı!”diyenler oldu. Işığa arkamı dönüp uyumayı denedim. Hastalar yüksek sesli konuşuyorlar, çaresiz dinliyorum. Yakıp gülerek sigaraya nasıl alıştığını anlattı. Kendi kendime güldüm, arkadaş, nasıl da yalan atıyor. Sigara içen birisi yanında kalmışmış. Onun yanında sigara dumanını zorunlu aldığından, alışmış, şimdi de o dumanı almazsa rahatsız oluyormuş. Oysa ben 5 yaşımdan beri uykum dışındaki zamanlarımın çoğunu kahvede geçirdim. Zaman zaman gece yarılarına dek kahvenin bir köşesinde uyuduğum da oldu. İlkokul 3. sınıfı bitirince iki yıl okula gidemedim o zaman sürekli kahvede babama yardım ettim. 5. sınıfı bitirince bu kez tam üç yıl gene her gecem kahvede geçti. Kahvede o denli sigara dumanı olurdu ki, dışardan biri camlardan bakınca içerdekilerin yüzlerini tanıyamadığını söylerdi. Böyleyken ben sigaraya alışmadım. İşin ilginci, köydeki arkadaşlarla yaptığımız kimi toplantılarda sigara tüttürdüğüm de olmuştur. Ben neden o dumana alışmadım? Babam bana, “Sigara insana zararlıdır, bir kez başlarsan bırakman zor olur. İyisi mi içme alışkanlığına kendini kaptırma!”dedi. Ben de baba övüdü olarak içmedim. Bedenim de duman muman istemedi. Bunları düşünürken Yakup’un dumanları üstüme gelmeye başladı. Meğer bir yerde yangın oluyormuş. Heyecanla yangının yerini öğrenmeye çalışıyorum. Akordiyonu alıp kaçıracağım. Akordiyon elimde giderken bu kez keman aklıma geldi, Süheyla Öğretmenin kemanını unutmuşum, dönüp alacağım ama akordiyonu kime bırakacağım? Ortalıkta kimseler yok. Ortalıkta kimse olmadığına göre ben yangını nereden öğrendim? Bu kez kemanın olmadığını anımsadım. Geri dönüyorum. Bir sallanma oldu. Yüksekten düşme tehlikesiyle karşılaşıyorum. Bir ses geliyor, “Uyudun mu yoksa? Ne zaman geldin? ”Orhan, yeni yattığımı sanıp beni bilmeden uyandırdı. Yatar yatmaz rüya görüşüme şaştım. Orhan, uykudan uyandırdığını anlayınca üzüldü, özür diledi. Yarın birlikte çalışacağımıza sevindiğini söyleyecekmiş. “Ben de!”deyip gene gözlerimi kapadım. .

 

5 Kasım 1941 Çarşamba

 

Rahatsız arkadaşlar kaldırırken hepimiz uyandık. Zil çalmasına yarım saat var. Yusuf Asıl’dan başka herkes uyanmışOysa nöbetçi Yusuf. Mehmet Yücel, “Fakircik daha küçük, çocuk, dedi. Gülenler oldu. Bu kez Yusuf telaşlanarak kalktı, “Siz neden uyandınız? ”Gülenler oldu. İsmet işin doğrusunu açıkladı. Yusuf’un uykusu açıldı, kalktı, gitti. Az sonra geldi, 15 kadar hasta Ankara'ya gitmiş. Onların gündüz yiyecekleri verildiği için mutfak erken açılmış. Konuşmalar sürerken zil çaldı. Yusuf, nöbetçi olarak “Hepinizin uyanmanızı istiyorum!”gibilerde sözler söyledi. Mehmet Yücel gene aynı sözü tekrarladı, “Fakircik, daha küçük, çocuk!”dedi. Bu kez Yusuf, ”Sen bunu şimdi mi söyledin yoksa daha önce de söyledin mi? deyince herkes güldü. “Seni kurnaz seni, sen tilki uykusu yapmışsın!”dediler. Mehmet Yücel’in önceki sözünü duymuş olduğu ortaya çıkı. Bu kez birkaç kişi birden kendileri de öyle uyurken konuşmaları duyduğunu gerçekte ise uyuduklarını söylediler. Mehmet Yücel bu kez hepsine “Ne var bunda sizler de daha küçüksünüz, çocuksunuz. Bakın Hafız Mustafa uyurken konuşulanları duyar mı sorun!”deyince Mustafa Saatçı, “İskelet konuşunca ben en derin uykumda bile duyarım, küfrü basarım ama o bunu duymaz!”dedi. Halil Basutçu, “Ne denli güzel başlarsa başlasın size dönünce şakalaşmalar kesinlikle küfre karışıyor, küfürsüz düşünemez misiniz? ”diye sorsu. Mustafa Saatçı “Onu da sen yap!”deyince Halil Basutçu “Ne fayda, küfürlü sözler arasına karışınca onun da değeri kalmayacak!”dedi yürüdü. Yusuf Asıl sevinçle geldi, ”Size bu sabah çay-peynir yedireceğim çocuklar!”dedi. Herkes, ”Sahi mi? diyerek dışarıya koştu. Mukaddes nöbetçi. (Sazan denilen kız)Yusuf bizim masaya geldi. Hilmi Altınsoy’un yeri boş. Ona neden çay konmadı diye sordular. Gelmeyenlerin numaraları yazılmış. Hepimiz şaştık; Kepirtepe’de böyle bir sıkı kovuşturma yoktu. Hemen Hüsnü Baykoca çekiştirilmeye başlandı. Ben, ”Kepirtepe’de de bu işlere Hüsnü Baykoca bakıyordu. Orada yapmadığını burada neden yapıyor? Çaresizlikten. Kepirtepe’ye dönünce de aynı durumlarla karşılaşacağımızı bilmeliyiz!”dedim.

Grubumuzdan bugün Yusuf eksik. Ali Yılmaz Öğretmen dün Orhan, Mehmet, Recep arkadaşlara yarın o tarafa geçin!”demiş. Hep birlikte gittik. Salih, Recep’Orhan’ı alıp köşe makasına başladı. Biz bildiğimiz gibi düz makasları sürdürdük. Az sonra Salih geldi, gülerek:

-Biliyor musun, bu binanın kiremit döşemesi burnumuzdan getirecek. Bu tür kiremit döşemeyi hiç sevmiyorum. Bizim büyük binada ne çekmiştik!deyip gitti. Salih haklıydı, Kepirdeki büyük binada Salih, Harun üçümüz Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren öğretmenlerin karşısındaydık. Hem soğuk hem de yağmurla karışık kar yağıyordu. Günlerce uğraştık, günlerce de yağmur karışımı yağış sürmüştü. Burada kesinlikle öyle olmayacaktır. Öncelikle burada yardım edecek arkadaş çok. Hasan Gülümser, Süleyman Gege, Hasan Arabacı, öteki arkadaşlar oldukça becerikli, çalışkan. Biz Kepirde 30 kişiydik. O da ikiye bölünmüştü. Marangozlar, duvarcılar. Ayrıca bu bina da tek katlı. Kepirtepe’de biz yüksekliklere de yeni alışıyorduk.

Sili Usta geldi, bana Orhan’ı gösterdi, “Buluştunuz!”Sili Usta ilk günlerde Orhan’la beni yanına almıştı, o zamanki çalışmalarımızdan çok hoşnut kaldığı için, ayrı çalıştığımızda ayrılığımızı, bir araya gelince de buluştuğumuzdan hep söz etti. Nedense Orhan’ın adını öğrenmedi. Ondan söz ederken bana “Arkadaşın!”deyip geçiyor.

Öndeki sarkıntıyı sordum, Çatı makasları eğiliminde 3’5 metre uzunlukta yağmurluk(Gölgelik ya da korunak) Sili Usta anlattı, Bir uçları direk üzerinde diğer uçları çatıla bağlı olacak. Önemsiz, yalnız alt kapatılacak(Eğik tavan!dedi.) Sili Usta Salih’lerle de ilgilendi bana sordu, “Baktın mı nasıl oluyor? ” “Öbür başı ben daha önce yapıp hazırladım!”deyince “Pardon, unutmuşum!”deyip gülerek gitti. Bugün bitireceğimizi iyice anladık.

Sevinerek yemeğe gittik. Konu Yusuf, bakalım bu öğlede, bize ne yedireceğini söyleyecek?

Yemeğe girdiğimizde Yusuf Mukaddes’le konuşuyordu. Bir süre sonra bizim masalara geldi, Yusuf’a takıldılar:

-Dikkat et sakın kızlarla konuşma, sırıklı kıskanır, seni döver!dediler. Sırıklı, dedikleri Yusuf’un hemşerisi; uzun boylu bir kız. Uzun boyu için sırıktan yansıtılmış sıfatı yakıştırdılar. Yusuf ilk zamanlar buna çok kızıyordu. Şimdilerde unutulmuş gibiydi ama nedense bugün gene konu oldu. Yusuf, kızmamış gidi gülümsedi ama azıcık neşesi kaçar gibi oldu. Bizim masada işlerden konuştuk. Yarın depo çatılarına başlayacağımızı söyledim. “Kepir’e dönmeden yapacağımız son çatılar!”dedim. Yusuf yeni bir haber sandı, sevindi. Şaka olduğunu söyleyince de üzüldü,

Sabahtan beri içimde bir duygu, terazi gibi inip çıkıyor. “Cavit mektubu atacak, İsmet İnönü mektubu okuyacak, bu çocukları yerlerine hemen gönderin!”diyecekmiş gibi iyimser oluyorum. Üstelik bu olasılığı “Olacak!” diye duyurmak da istiyorum. Az sonra ise bin pişman oluyorum: “Ya mektup ortaya çıkarsa? ”Bu kez neşem büsbütün kaçıyor.

Yemekten sonra hemen işbaşı yaptık. Ali Yılmaz Öğretmen uğradı. Sili Ustanın söylediği eki anlattım. “Kiremit altı tahta olduğuna göre kiremit altına tavan neden yapılacak? ”diye sordum. Öğretmen bana, “Olmaz, yanlış anlamışsın!”dedi. Oysa yanlış anlamamıştım. “Bakınca kiremitler gönünmeyecek!”dedi. Diretmedim ama ortada bir kararsızlığın olduğunu anladım. Makasları tamamlayınca tüm parçaları işlenecek sıraya göre yığdık. Desteklik olacak 4’lük, 6’lık, 8’lik lata demetleri hazırladık. İşe yarayacak, yaramayacak parçaları ayırıp belli yerlere yığdık. Öğretmen bu tür derli toplu iş bırakmalara övgü yağdırıyor. Birlikte çalıştığım tüm arkadaşlar bunu böyle istiyor. OysaAli Yılmaz Öğretmen bunu ben yaptırıyorum, sanıyor. Bana bu tertibin bile “Takdire şayan !”diyor. Takdiri biliyorum ama Şayan ne ki? Hep sormak istiyorum sonra unutuyorum. İyi bir söz olduğunu anlıyorum ama söz anlamı nedir? Bunu tam bilmiyorum. Toplama işini biraz uzattık. Daha doğrusu paydos olmadan iş yerinden ayrılmadık. Salih’le pencere-kapı işlerini konuşurlen Kamil yanımızdaydı, kederlenmiş, yola çıkarken Kamil sordu “Abi siz o işlere başlayınca biz ne yapacağız? ”Önce anlamadım; Kamil açıkladı. Üzüldüm, o işlerde de birlikte çalışacağız. Doğal olarak çerçeve işi çatı gibi değil biraz daha dağınık olacağız ama gene de hepimiz ya çerçeve ya da kapı yapacağız!”dedim. Kamil Ali Ergin’le el sıkıştı. Anladım ki, aralarında konuşmuşlar. İçimden “Ali Yılmaz Öğretmen ayırırsa ayırsın, ben ayrılacağız nasıl derim? ”. Yüzlerce çerçeve, kapı yapılacak. Belki de bizim grup hiç dağılmaz. Topu topu 30 kişi.

Bugün akordiyon çalacağım, hasta arkadaşlar yoklar. Nöbetçi de Yusuf. Yatakhane benim demektir. Keşke kemanım da olsaydı. Bugün o beş parçayı yutacağım. Yusuf yoktu, korkarak girdim, birer birer yataklara baktım, hepsi boş; akordiyonu çıkardım. Özlemişim. Önce birini bitirmeden ötekine atladım. Ezberimde olanları geçtikten sonra notaları açtım. Yeni notalara baktım. Gözlerim ince yazılarda:

-Ne kadar ince, küçük ama güzel yazılar. Schubert Serenadı melodi olarak biliyordum. Notasında tekrarlar değişik. En kolayı da Tamburin.

Yusuf geldi, beni biraz lafa tuttu. Kızlarla konuşmuş, onlar oyunlardan bazılarını öğrenmek istiyormuş. Ben de Yusuf’a önerdim, başkasına ne gerek sen kendin öğret. Mustafa Atavcı bize nasıl öğrettiyse sen de aynı yöntemle öğret!”Yusuf’un aklına yattı. Yemekten az sonra hastalar geldi. Arkadaşlar hastaların etrafını sardı, arayan soran yok. Bundan yararlanarak yattım. Konuşmalar çok uzun sürdü ama gene de uyudum.

 

6 Kasım 1941 Perşembe

 

Yattığımda konuşuluyordu. Sesleri duyunca daha yatmamışlar gibi bir duyguya kapıldım. Halil Basutçu Harun Özçelik’e sordu, “Nöbet yapabilecek misin? ” Harun “Yapacağım!”deyince sabah olduğunu anlayıp başımı kaldırdım. Yemekhaneden konuşmalar geliyordu. Yüzümü yıkayıp döndüm. Hilmi de uyandı. Üç gün yatacakmış. Gidenler hep üçer gün yatacakmış. Cavit’i merak ettim, kahvaltıda göreceğim. Hilmi Altınsoy doktor olayını anlattı. Öğretmen olarak Reşat Tekinay gitmiş. Reşat Öğretmen doktorların birine çıkışır gibi yapınca doktor gülmüş:

-Biz alışıkız, gelen hastalar bizi önce böyle paylar!demiş. Reşat Öğretmen “Ben hasta değilim, deyince de doktor, “Bukadar hastanın içinde bulunan bir kimse sağlam kalamaz, sizi de gözden geçireceğiz!”deyince Reşat Öğretmen inanmış, korkuya kapılmış. Bir ara öyle suskun suskun durmuş. O sözü söyleyen doktor yanından geçerken Reşat Öğretmene “Şaka söyledim!”deyince Reşat Tekinay Öğretmen birden neşelenmiş:

-Biliyorum efendim, teşekkür ederim!”deyip çocuk gibi sevinmiş. Doktordan sonra da “Bu adamlara güven olmaz, adamı deli diye gözetim altına da aldırırlar!”demiş. Hilmi bunları gülerek anlattı. “Bir daha da gitmem, yüzüme baktılar, gıda eksikliği, yogunluk, iklim intibaksızlığı gibi laflar söyleyip üç gün dinlenme diyerek savuşturmuşlar. ”Biz, Hilmi’nin anlattıklarına gülerken Cavit geldi. Cavit’ın burnundan öteden beri bir sorunu varmış. Nezle olunca baş ağrısı yapıyormuş. Bununla da kalmıyor, dişlerine vuruyormuş. Başını soğuktan iyi koruması gerekiyormuş, ilaç vermişler. Cavit’e eski kasketimi vermek üzere kalktım. Mektubu atmamış, başka bir düşünce gelmiş aklına. Köylüler tarafından duyurma. Yazı hazırlayıp bana okuyacak. Hem sevindim hem de üzüldüm. Atsaydı sanki hemen gidecekmişiz gibi hem umutlandım, hem de başıma bir bela gelebilirdi diye düşündüğüm için de sevindim. Bu konuda gene konuşmak üzere ayrıldık. Kasket Cavit’in işini gördü, ayrıca ona da sevindik.

Atölyede toplandık, öğretmen daha önce çerçevelere başlayacağımızı söylemişti, onu açıklayacağını beklerken duvarları bitmek üzere olan iki deponun çatısını hazırlayacağımızı söyledi. İki gün sonra da Yemekhane çatısına başlanacakmış. Bir süre bekledik, öğretmen plandan çizimleri çıkardı, bir örnek gösterdi. Bildiğimiz biçimde yarım ökçeli girme baba bağlantılı 40 makas, iki gün de süre, tamam mı? Diye sordu. “Tamam!”Az sonra ben, “Öğretmenim tamam, dedik ama bu ancak üç günde tamamlanır. Parçaları seçmek en az yarım gün alacak! “Bu kez de öğretmen gülerek “Tamam, tamam!”dedi, “Sizin bir tamamınıza ben iki tamamla yanıt verdim!”diyen öğretmen bu kez Kamil Varlık’a sordu “Hastalıklarla aran nasıl? ”Kamil duraksayarak yanıt verdi, “Hasta değilim öğretmenim!”Grubumuzdan hasta yok ama iki nöbetçi var:

-İki Ahmetler, Ahmet Has, Ahmet Baştürk. Öğretmen Ahmet Baştürk’ü sordu. “Ne soyadı ama!”dedi. “Bizim çalışmalarda daha baş olamadı biraz gayret etsin!”deyip güldü. Öğretmen uzaklaşınca Hasan Arabacı, “Ahmet bu sözü duyunca çok üzülecek, onurlu bir arkadaştır. Üstelik çok çalışkandır, işlerde kesinlikle kaytarmaz!”dedi. Ben de “Söylemeyin, duymasın!”dedim ama duymaması olası değil, kasıtlı olmasa bile ağızdan kaçıran olur. Doğrusu “Öğretmenin bu sözleri söylememesidir!”Bir süre sustuk.

Baba olarak kullandığımız 10X12 kerestemiz azalmış sekiz adet ayırabildik. Öğretmen sordu “Kaç tane gerekli? ” Ben, “En az onbeş!”öğretmen sordu, Ne demek en az onbeş? ”Yanlışlık olabileceğini varsayarak birkaç tane fazla olursa daha iyi olacağını düşündüğümü söyledim. Öğretmen, o ölçülerde kerestemizin Lalahan’da olduğunu, hemen getirteceğini söyledi. Böylece benim sözüm doğrulandı. Paydos zili çaldığında henüz kullanılacak keresteleri tam olarak seçememiştik. Öğretmen, gökyüzüne bakarak, “Onbeş kasıma dek havalar izin verirse bu çatı işinden şimdilik kurtulacağız!”dedi. Arkadaşların bir çoğu hemen parmak saydılar, “Daha dokuz gün!”Bu kez Salih sordu, “Sonra ne yapacağız öğretmenim? ”Öğretmen, “Herhalde yatacak değiliz, yatmak bizim kitabımızda yok. Kapıları pencereleri yapacağız!” Öğretmen az sustu, gülerek “Sonra da okulumuza, Kepirtepe’ye döneceğiz!”dedi. “Bu kesin mi? ” sorusuna öğretmen, “Ben bu konuda hiçbir şey bilmiyorum, kimseyle konuşmadım, birilerinin söylediğine de pek inanmam ama benim düşünceme göre biz burada bu kışı geçiremeyiz. Siz ikide bir “Biz Kepirtepe’de böyle bir kış geçirdik, diyorsunuz ama orada yakın bir Lüleburgaz vardı. Burada öyle bir şey yok. Bakın dün yirmiye yakın arkadaşınız doktora gitmiş. Yarın bu otuza, kırka da çıkabilir. Tren burada durmuyor. İstyasyonlardan taşıma ise karda olanaksızlaşıyor. Üç yüz can hazırlıksız burada tutulamaz. Ben, Ali Yılmaz Demirbilek olarak böyle düşünüyorum. Siz o zaman Kepirtepe’de kaç kişiydiniz? “Yüz yirmi!”Bakın şimdikinin yarısından az. Sayı çoğaldıkça sorunları da artıyor!

Kon uşa konuşa öğretmenin evi önüne geldik. Ayrılınca hepimizi bir sevinme başladı. “Öğretmen bunu bir yerden duymuştur ama bize söylemiyor!”diyenler oldu. Önemli olan öğretmenin söylediğinin doğru olması. Bizi bu kış burada tutmazlar. Bu kez ağzımdan kaçırdım, “Tutmaya kalkarlarsa Milli Eğitim Bakanlığını biliyoruz, gider durumumuzu anlatırız. Hasan Ali Yücel geldiğinde bizimle ilgileneceğini söylemişti!”Arkadaşlardan, “Sahi bu iyi fikir, bunu yapalım!” diyenler oldu. Yemekte Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un geleceği söylentisi yayıldı. Gelip bizlerle konuşacakmış. Bu kaçıncı söylenti ama gene de iyi, umutlanıp sevindik. Gelince şunu diyelim, bunu diyelim sözleri edildi. Ben, söylenenleri dinleyip, “Ya yapmazlarsa? ” diye biraz olumsuz tarafı tuttum. . Uzun süre hiç kimse Cumhurbaşkanına çıkarız ya da mektup yazarız demedi. Bunun denmesini bir süre bekledim. İsmail Hakkı Tonguç’un geleceğine ise inanmadım. Üç gün akordiyon çalma olanağım da ortadan kalktı. Rahatsız arkadaşların yanında nasıl çalışırım. Bu nedenle ben de yemekten sonra işbaşı yapmayı önerdim, arkadaşlar bana uydu, yemekten sonra işe döndük. Öğretmenin söylediğine herkes inanmış durumda, bir an önce işlerimiizi bitirmek istiyoruz. Bu bir bakıma çok iyi oldu. Arkadaşlar benim dediğimden kesinlikle dışarı çıkmıyor. Eski şakalar, taşkınlıklar gitti. Kamil Varlık bir soru sorulmazsa ağzını bile açmıyor. İddiacı Hasan Arabacı “Tartışmaları Kepirtepe’de sürdüreceğiz!”deyip gülümsüyor. Bizim grubun hepsi Kepirtepe’ye dönünce zeybekleri öğrenecek, mandolin çalacaklar. Karşılıklı beşer makası tamamlarken paydos zili çaldı. Öğretmen ancak geldi. Mustafa Güreri Öğretmen başkanlığında toplantı yapmışlar. Mustafa Güneri Müdür vekili olarak cuma günü Ankara’ya gidip bizim durumumuzu , öğretmenlerin bu konudaki düşüncelerini ilgililere iletecekmiş. Bunu duyunca çok sevindik. Neşemiz yerine geldi. Gerçekte değişen bir durum yok ama değişeceği düşüncesi yüzümüzü güldürdü. “Cuma günü ne demek? İşte yarın cuma, yasrın gidecek!…

Dersliğe gittim, arkadaşların bir bölümü umutsuzluk içinde bir bölümü de tam karşıtı her şey pek yakında düzelecek inançlarını yayıyorlar. Ben ortada kaldım, “Ne değişti ki, dünle bugün arasında ne fark var? Gerçek değişme kar yağınca olacak; düşüneceksek onu düşünelim!”Düşünme yerine ileri geri konuşmalar başladı. “Kaçarız” diyenler bile çıktı. Sonunda Müdür Vekilimiz Mustafa Güneri Ankara’dan gelince onun söyleyeceklerinden sonra bunları konuşmamızın uygun olacağı önerisi ağır bastı. Öteki öğrencilerle hiç ilişki kurmuyoruz. Daha doğrusu bizim arkadaşlar genellikle çekimser. Bilmiyorlar ki onlar daha atak. Öğretmenleri hareketlendiren onlar. Ali Yılmaz Öğretmenin sözünü etti toplantıda karar alınmış, akşam yemeğinden sonraki çalışma saatlerinde öğretmenler gelecekmiş. Hüsnü Baykoca Öğretmen hemen bir proğram yapmış, pazartesi gününden başlayarak bundan böyle gece okumaları,

Öğretmen gözetiminde olacakmış. Ben buna çok sevindim, derslikteki gürültüden kurtulacağız. Arkadaşların çoğu söylenmeye başladı:

-Kitaplarımız yok, biz ne çalışacağız? Az sonra da birer ikişer sıvışanlar oldu. Derslikte birkaç kişi kaldık. Daha sakin konuştuk. Başımızdaki sorumlular bizi, korktuğumuz gibi kış ortasında burada bırakmazlar, başka bir çözüm bulurlar!dedik. “Kepirtepe’den alıp buraya getirmeyi düşünenler burada unuturlar mı? ”diye sorular sorduk. Sami Akıncı, Halil Basutçu, Mehmet Yücel, İsmet Yanar çok sakin olarak bir süre daha beklememizi, söylenenlere de katılmamamızı önerdiler. Arkadaşlara ben de katıldım. Yatakhaneye gidince oradaki konuşmalara ters bir görüş çıktı. “Bizi buraya getirmeyi düşünenler, korumayı da düşünürler!”Önce beğenildi, giderek gene fit atanlar oldu. “Düşündükleri yemeklerden belli oluyor!”Ben iyice kararsızlaştım, Mustafa Güneri Öğretmeni bekleyeceğim. Yatınca bizi düşünecekleri düşündüm. Bizi nasıl düşünüyorlar ki? Öğrenciyiz ama 8 aydır ders yapmıyoruz. Neyse ki biz geçmiş yıllarda belli dersleri okuduk. 8. sınıfların bir bölümü 6 ay bile okumadan 8. sınıf oldu. Onlar da 8 aydır ders görmüyor. Oysa öteki okullar düzenli bir şekilde derslerini sürdürüyor. Lülebuırgaz Ortaokulu öğrencileri derslerini görüyor. Kırklareli Ortaokulu açık. Öteki Köy Enstitüleri de okullarında sanırım derslerine başladılar. Bir biz, öğretmenden, dersten yoksun öğrenciyiz. .

Konuşmalar kesildi. Benimse uykum açıldı. Böyle olduğumu babam bilse çok üzülecektir. O beni dersliklerde bilgi edindiğimi sanıyor, bundan mutlu oluyor. Böyle olduğunu duysa kesinlikle bunu benim şansıszlığıma yoracak daha çok üzülecektir. Birden kendimi tren istasyonunda buldum. Tüm arkadaşlar binmiş pencerelerden bakıyorlar. Kendi arkadaşlarımı seçmeye çalışırken tren kalktı. Birden istasyonda yalnız kaldım. Birine sormak istiyorum ancak ortalıkta kimseler yok. Ağlamak üzereyken tren geri geldi, “Sana şaka yaptık!” dediler. “Siz hep yabancısınız bana neden şaka yaptınız? ”diye soruyorum. Hepsi gülüyorlar. Gülmelerine sinirlenip geriye dönmeye çabalarken uyandım. Bir süre rüya düşündüm. “Yoksa okuldan ayrılacak mıyım? ”Güzel güzel çalışırken neden böyle olumsuz düşünmeye başladım? ”diye kendimi sorgularken gene uyumuşum.

 

7 Kasım 1941 Cuma

 

Saabah uyanınca geceki rüyamı anımsamaya çalıştım. Tren pencerelerinde sıralanmış insanları anımsar gibiyim ama belirli bir yüz yok. Tren olduğunu da tam olarak kestiremiyorum. Kendi kendime, “Sıkıntı arıyorsun galiba kalk!”dedim, kalktım. Hilmi uyanık, iyi olduğunu söyledi. Konuşmaları dinlememek için dışarı çıktım. Az ilerimden Röslein geçti, “Günaydın!”dedi. Nöbetçiymiş. Ben yemekhane nöbetçisi olduğunu sandım. Akşam, nöbetçiler arasında yoktun!”dedim. Güldü, “Yemekhane değil, bizim buranın da nöbetçisi oluyor!”dedi, Arkasından da “Nöbetçileri mi gözlüyorsun yoksa? ”diye sordu. “Bazılarını!”dedim, ayrıldık. Sadece “Seni!”deseydim ne olacaktı? Soruyu kendime sordum, yanıtını verdim, “Boşu boşuna verilmiş bir yanıt olurdu!”Abdullah Erçetin nöbetçi konuştuğumuzu gördü, “Ne konuştun o kızla? ”dedi. ”Nöçbetçi olduğunu söyleyince, “Aman dikkat et, bugünkü bizim nöbetçi tehlikelidir, dedim!”deyince Abdullah çok memnun oldu, güldü, “İşte bunu söyleyemezsin, ben öyle değilim!”karşılığını verdi. Ancak sözümün hoşuna gittiğini de gizleyemedi.

Arkadaşlar geldiler. Çay-zeytin. Abdullah şanslı olduğunu söylüyor. Ancak çaylar biraz soğumuş durumda. Bizim masa karar aldı, bundan böyle yemekte gitmek kalmak gibi sözleri konuşmayacağız. Yemeklerimizi sakin sakin yemek istiyoruz. Bunu ben önerdim ama Hasan Üner de çok güzel savundu. Uygulayabilirsek iyi olacak.

Kahvaltıdan sonra, makasları yarın öğlede bitirmek üzere çalışmaya karar verdik. Dün iki günde demiştik ama kereste seçmek çok sürdü. Evinin önünden geçerklen Ali Yılmaz Öğretmen de çıktı. Ali Yılmaz Öğretmen herkesle ilgilendi, en sonra da bana takıldı, “Ne haber, senin körüğü çekiyor musun? ” diye sordu. Akordiyona körük diyor. Aslında akordiyon sesini çok seviyor biliyorum ama takılmak için bunu bir bahane yapıyor. Ali Yılmaz Öğretmen, “Bugün ben de sizinle çalışacağım!”dedi. Öğretmen öyle söyleyince ben, Sili Ustanın söylediği sundurma tavanını anımsattım. Öğretmen planları çıkardı, uzun süre üstünde çalıştı. “Girişte güzel görüntü için düşünülmüş ekler üstüne çakılacak. Buna kornişli tavan tahtası gerekli, önce onlar hazır alınacak!”deyip bir süre konuşmadan çalıştı. Öğretmen sessdizce çalışırken bizler de işe daha gayretle sarılıyoruz.

22. makası tamamlayarak öğle yemeğine gittik. Yemekten hemen sonra geleceğimizi söyleyince öğretmen, kendisinin biraz gecikeceğini, biz devam edersek buna da çok sevineceğini söyledi.

Yemekte bulgur çorbası, etli mercimek, irmik helvası yedik. İrmik helvası biraz tatsızdı ama gene de tabaklar boşaldı. Verdiğimiz sözü tuttuk, yemekte eski olaylar, anılar şakalar tekrarlandı, sinemadan, güreşlerden söz edildi, av hayvanları sayılıp döküldü. Neşeli konuşmalarla işe döndük. Sabahki düzenle çalışmaya başladık. Sili Usta geldi. Çalışmalarımızı beğendiğini söyledi. Kamil Varlık’la Süleyman Gege’ye takıldı. Bundan böyle pazar günleri tam dinlenme yapacağımızı muştuladı. Sili Usta gidince bu değişiklik haberi ilgimizi çekti. Yoksa yakınmalarımız başımızdakilerin kulağına mı gitti? Hasan Gülümser, “Öyleyse biz biraz daha söylenelim, onların kulakları biraz daha dolsun!” diyerek güldü. Hasan'ın önerisine hep güldük. Biz gülüşürken Ali Yılmaz Öğretmen geldi:

-Ben yokken daha neşelisiniz, bunu görüyorum!”deyince olayı anlattık O da güldü. Öğretmen az kalıp yemekhane inşaatına geçti. Uzun süre orada kaldı. Paydos ederken Namık Ergin Öğretmenle birlikte geldiler. Pazar günü çalışılıp çalışılmayacağını Namık Ergin Öğretmenden sorduk. Namık Ergin Öğretmen çalışılmayacağı üstüne bir bilgisi olmadığını söyledi. “Belki ilerdeki günler için düşünülmektedir. Şimdiki durumda elimizdeki işler, gecelere bile taşacak yoğunlukta, bunu siz de biliyorsunuz!”dedi. Ali Yılmaz Öğretmen de “Ne yapacaksınız pazar dinlenmesini, nerede neyle vakit geçireceksiniz? ”diye sordu. Hepimiz umuz silktik:

-Hiç, hemen öyle dedik işte! “Sili Usta öyle bir şey söyledi!”deyince bu kez Namık Ergin Öğretmen, “Sili Ustanın bir bildiği vardır. Biz ondan daha haberli değiliz. Biz de sizin gibiyiz. ”Bize, “Çalış!” derlerse çalışıyoruz. Zaman zaman biz der “Dur!” denmesini bekliyoruz!Ama o bize pek denmeyeceğe benziyor”

İki öğretmen de gülüşerek ayrıldılar. Biz de aynı sözleri tekrarlayarak yola çıktık. Hasan Gülümser Kamil Varlık’a komut verdi:

-Yürü! Kamil yürüdü. Bu kez de, “Dur!”dedi, Kamil durmadı. Bir itişme başladı. “Bunun sonu belli değil, olay büyüyerek kavgaya dönüşebilir!”deyip oyunlarını bozdurdum.

Derslikteki konuşmalar Ankara’dan gelecek haberler üstüne. Varsayımlar sıralanıyor:

-Hazır olun yarından sonra gidiyorsunuz!

-Aman efendim hazır olanamadık, treni kaçırırız!

-Ne treni, yaya gideceksiniz!

-Gelirken yaya mı geldik? Tren biletlerimizi görmeden yola çıkmayız!

-Eh oğlum sizin gitmeye niyetiniz yok, çalışın öyleyse karda, kışta!Kepir deyip tutturdunuz, kepirde ne yiyeceksiniz sanki? İlk günlerde size gösterilen padişah tabaklarını arıyorsanız, boşuna umutlanmayın, onlar sahiplerini çoktan buldu!. . . Herkes bir şey söylüyor, ötekiler kahkahayla gülüyor. Yemek zili çalmış, biz kendi gürültümüzden duymamışız, Abdullah Erçetin geldi çağırdı. Abdullah’ın konuşmalardan haberi yok. Bekir Temuçin:

-Biz yemeğe gelemiyoruz, acelemiz var, treni kaçırabiliriz!deyince Abdullah gülerek:

-Sen treni değil ama , (eliyle başını göstererek) oradan bir şeyler olmuşsun galiba! deyip güldü.

Herkes yemeğini yarı yapmış. Masalar arasından geçerken öteki sınıflardan, “Bunlar toplantıyı yapmış bile!” diyenler oldu. Böylece öteki sınıfların toplantı yapacaklarını öğrenmiş olduk. Yusuf Asıl durumu özetledi:

-Öteki sınıflar adam gibi toplanıp konuşuyor, bizim sınıf olayın şamatasını yapıyor!”dedi. Kepirtepe’den ayrılacağımız zaman da böyle olmuştu; biz, gideceğiz, gitmeyeceğiz tartışması yaparken bir gün evlerimize göndermişlerdi. Gene öyle olacak galiba!Salih Baydemir böyle olmasını yararlı buluyor:

-Anlaşamıyoruz, bari boş yere tartışmayalım, nasıl olsa bizi de ötekiler gibi gönderecekler!Salih Baydemir’e hak veriyoruz. “Biz son sınıf falan değiliz, sadece ötekilerden daha eski öğrenciyiz!”Kendi sözlerimize gülüyoruz. Gene de bizim masa en neşeli masa durumunda. Öteki masalardakiler dönüp dönüp bize bakıyor. Onlar sanıyor ki, onları sıkan konu hakkında biz sevinecek bilgiler öğrendik. Oysa hiçbir bilgi milgi aldığımız yok. Düşündüğümüz az sonra doğrulandı, bir grup öğrenci bizim dersliğe geldi, “Kepirtepe’ye ne zaman dönüyoruz? ”diye sordular. Bilmediğimizi söyleyince de inanmadılar. Gelenlerden Necdet Şıpka ile Fahrettin Şen(İkisi de çok küçük) olumlu bir bilgi alamayınca, ağlamaklı seslerle “Siz biliyorsunuz ama bize söylemiyorsunuz!” deyip küskün küskün ayrılıp gittiler. Çocukların arkalarından yetişip, gönüllerini almaya çalışanlar oldu.

Coğrafya konularına bakıyordum konuşmalardan uzak duramayacağımı anlayınca gene yatmaya gittim. Orada da hastalar, kendilerine konu bulmuş yüksek sesle onları konuşuyor. Onlara söyleyecek sözüm yok, iki gündür akşama dek çadır içinde sıkıldılar. Uyuyamayacağımı bile bile yattım. Çoktandır ara verdiğim şiirleri anımsamaya çalıştım. İlkokuldan kalan Namık Kemal şiiri ile İzmir Yollarında tam olarak okuyabildim. Rösleini bile tam çıkaramadım. Fikret’in Mezarında’yı, Dur Yolcu’yu, Gemicileri nasıl unuttuğuma da şaştım. Han Duvatları'ndan 100 dizeyi aksaksız okuyordum. Atlayarak otuz dize bile çıkaramayınca oldukça üzüldüm. .

 

8 Kasım 1941 Cumartesi.

 

Bekir Temuçin’ın küçücük boyuna karşın tın tın öten güçlü bir sesi var. Kendisini görmeden sesini, duyanlar kesinlikle onu uzun boylu, pehlivan yapılı biri sanmaktadır. Fısıltı gibi konuşunca bile bir çoğumuzun bağırmasına denk ses çıkarıyor. Mustafa Saatçı’ya çıkıştı. Saatçı adı taşıyorsun bir saatın bile yok. Mustafa Saatçıdan önce yanıt veren oldu:

-İnsanlar adlarına, soyadlarına göremi giyinip donanır, yaşamındaki gereksinimlerini adına göre mi düzenler? ”diyenler oldu. Yusuf Asıl için, Yusuf asılmalı mı, İsmet Yanar yanmalımı? gibi sorular soruldu. Bekir Temuçin nöbetçi, çağırdılar gitti. Gitti ama ortaya arttı konu iyice dallanıp budaklandı. Bu kez akla takılan soy atlarını dile doladılar. Soy adıyla böbürlenen Mehmetg

Yücel, gülümseyerek bıyık burma numarası yaptı. İlk numaradan başlayarak soy adlarının anlamları konuşuldu. Ali Aga’ya sordular. Asli kızdı, ”Soyadım varken ad takıyorsunuz, şimdi de soyadımı soruyorsunuz, Siz ne biçin insanlarsınız? ”diyerek çıkıştı, yürüdü gitti. 7 Fettah’ın soyadı daha önce çok konuşulmuştu. Biricik. Bu sözün iki anlamı üzerinde durulmuştu. Genel olarak, benzeri az olan ya da olmayanla herhandi bir nesneden elde bir tane kalan, “Kadının biricik oğlu da hayırsız çıktı!”sözünden sonra Fettah için “Fettah, annesinin biricik oğludur!”deyip bir süre gülme konusu olmuştu. Bu nedenle üstünde durulmadı. Recep Kocaman için, “Bu soyadı Recep’e uygun değil, deyip geçildi. Hüseyin Serin için de söz söyleyen olmadı. Sefer Tunca için ise Abdullah Erçetin başta olmak üzere birkaç kişi birden bir şarkı tutturdular:Tunca, Arda, Güzel Meriç-Bu üç kardeş Türk’ündür. Şarkının sonu gelmedi ama Tunca Edirne’yi anımsattı. “Nehirlerin hangisi Tunca? diye soranlar oldu. Tunca-Arda-Meriç üstüne konuşmalar, bizim masada kahvaltı boyunca sürdü. Sonunda Edirne’de görüp üstünden geçtiğimiz üç değil iki nehrin hangisi Tunca olduğunu çoğumuzun bilmediği ortaya çıktı. Bekir Temuçin masamızın yanından geçerken ona sorduk. Bekir kendisini Edirneli sayar, sorumuzu tam yanıtlayamadı. Tunca ile Arda’yı karıştırdı. Bu kez Sefer Tunca’ya “Baban, ayrıca Meriç ilçesinden olmasına karşın soyadını Meriç değil de Tunca olarak almış? sorusuna Sefer, “Tunca daha büyük olduğu için yanıtını verince oldukça şaşırdık. Oysa Tunca nehri sonuç olarak Meriç Nehri’nin bir kolu. Bizim grupta Edirne üstüne benden daha çok bilgi edinmiş kimse yok. Ben ne dersem inanıyorlar ama. Doğrusu ben de üstünden geçtiğim iki nehrin hangisi Meriç hangisi Tunca karıştırıyorum. Tek bildiğim o iki nehir, üstenden geçtiğimiz köprülerden biraz uzaklaşınca birleşip haritada gördüğümüz Meriç Nehri’ni oluşturduğudur.

Öğretmen gelince konuşmaları durdurduk. Ali Yılamaz Öğretmen “Günaydın!”derdemez, “Hava güzel değil mi? bir hafta böyle giderse, başımızı kuruluğa sokacağız!”dedi. Arkadaşlar bir ağızdan “Karşı dağlarda kar var öğretmenim!”deyince Ali Yılmaz Öğretmen, “Biliyorum çocuklar, salt karşı dağlarda değil bizim dağlarda da kar var. Biz güney yüzünü görüyoruz, İdris Dağının tepesi, Hasan Dağlarının dorukları çoktandır karlı. Bize de gelecek. Hiç değilse bir hafta gecikmesi işlerimizi kolaylaştıracak, onu demek istiyorum. Doğal olarak bir gün kar düşecektir!”Öğretmen Namık Yücel’i alıp kereste yığınlarını gözden geçirdi. Bir arkadaş daha istedi. Hasan Arabacı’yı gönderdim. “Depo sayımı” yapacaklarmış. Yusuf Asıl başta olmak üzere bizim arkadaşlar hiç konuşmadan çalıştı. Tasarladığımız gibi makas işlerimizi rahat rahat tamamladık. Öğretmenden işaret beklerken Namık Yücel “Paydos!”diye bağırdı. Hazır durumdaydık, yola çıktık. Yapıcı arkadaşlardan yetişenler oldu. Onlar öğleden sonra çalışacaklarmış. Biz kendi aramızda konuşurken Ali Yılmaz Öğretmen duymuş, onlar bugün çalışsın ki biz yarın işe başlayalım!”dedi. Böylece Sili Ustanın söylediği Pazar Dinlenmesi bu hafta yok. Hızlanarak Bayrak Töreni’ne ucu ucuna yetiştik. Hidayet Gülen Öğretmen gülümsedi, başıyla “Anlıyorum!” işareti verdi. Yerime geçerken komut verildi. Törenden sonra Hidayet Gülen Öğretmene yaklaşırken, benden önce kendisi:

-İbrahim o konuştuğumuzu, düzenli dersler başlayınca yapalım; uzaklardan geliyorsunuz bir de buralarda seni koşturmayalım!dedi. Sevindim, “Sağolun!”deyip ayrıldım, bir bakıma da üzüldüm. Onurlu bir işten uzaklaşmışl oluyorum.

Yemekte Yusuf kesin söz aldı, bugün Külhan’da toplanıp oynayacağız. Külhan olunca ben her zaman varım, akordiyon taşımaktan kaçınmıyorum. Benim amacım kimseyi rahatsız etmeyelim, yaptıklarımıza bakıp kimse de bizi küçümsemesin. Hele birilerine gösteriş için oynamadığımızı herkes bilsin. Kızları ise ben listeden sildim, canları isterse gelsinler. Süheyla Öğretmen onlara yanımızda oyunları öğrenmelerini söyledi. Ayrıca birilerine mandolin verdi. Oyundan geçtik onlar mandolinleri de iyice bıraktılar. Yusuf beni haklı buldu. Yemekten sonra bir süre derslikte oturduk. Ahmet Güner de yeğeni Musa Güner’le çıktı geldi. Musa’ya göre Külhana 20 kadar arkadaş gelecek. Akordiyonu alıp gittik. Hasan Gülümser’le Hasan Çetin, Mehmet Özeren, İsmet Özcan geldi. Bana göre yeter, zaten dar yer, sekiz kişi ancak rahat olarak sığıyor. Oyunları Ahmer Güner sıraya koydu. Çok ağır olarak Harmandalı’dan başladılar. Ben önceden söz verdim, “İstediğiniz kadar tekrar isteyin, severek çalacağım. Ahmet’le Yusuf çok sevindiler. Zaman zaman durdurup, tek ya da iki üç kişi üzerinde durdular. Saatim olduğu için arada baktım, tam iki saat on dakika oynadılar. Ben de söz verdiğim için durmadan çaldım. Sonunda galiba onlar bana acıdılar, “Seni çok yorduk!”deyip bıraktılar. Bu sekiz kişiyi Harmandalı, Bengi, Arpazlı, Somalı Zeybekleri için seçtiler. Oyunları bilen olarak Yusuf’la Ahmet Güner; oyun oynanacağı zaman bunları seçecek. Karşılıklı sözler verildi. Bunlar da çağrılara gelecek. Bence bu yöntem en iyisi. Öyle aklına gelen her zaman karışınca olayın şekli değişiyor. Bundan böyle çalışmalar da gene Külhan’da olacak. Başka çalışmak isteyenler çıkarsa en az 6 kişi şimdiki gibi söz verip düzenli çalışırsa onlara da yardım edilecek. Bu karar benim de hoşuma gitti. Bu oyunları önce ben her sıkıntıyı göze alıp, yazın en sıcak günlerinde aralıksız 15 gün çalıştım. Şimdi öğrenecekler de azıcık terlesinler. Böyle çalışılmazsa Zeybekleri kesinlikle çalmayacağım. Ben çalmayınca da kimseden bir yardım olamayacak. Hidayet Öğretmen bile, “Biri hariç zeybeklerin oyuna uygun dizisini bilemiyorum!”diyor. Bunun ne anlama geldiğini oynayanlar biliyor. Havası doğru çalınmayınca oynayanlar duruveriyor. Dağlı Zeybeğinde bunu kavramak için çok uğraştım. Öyle ki Kızılçullu ekibinden Yaşar Özgün birgün elimi tutarak gösterdi de olayı kavradım. Eksik tempoyu içimden tutarak başlamayı ilk kez Dağlı Zeybeğinde öğrendim. Zaten bunu benden başka birinin (Şimdilik) çalması söz konusu değil. Özellikle mandolinle çalmak olanaksız. Keman için ise sözünü etmeye değmez. Akordiyonu Hasan Gülümser taşıdı. Hasan Gülümser’in benim sınıfımda olmasını isterdim. Yeğenim İsmet bile Hasan ölçüsünde bana güvenip yaklaşmıyor. Hasan mandolin çalışmaya başladı, geçen gün bana, ”Abi, ben bu mandolini öğrenmeliyim. Bunun için de adam gibi çalışmam gerekiyor. Ben bu çalışmayı gevşetirsem, vallahi asıl kulağımdan çek, yanağıma şaplağı at!”dedi. Bunu duyan Yusuf Asıl, ”Benim şaplağım olur mu? deyince de “Şakayı bırakın ben zorlanarak da olsa bunu öğrenmeliyim. Ancak kendime güvenemiyorum!”dedi. O günden beri düzenli çalışıyor. Yeğenim İsmet aynı sözlere benzerlerini geçen yıllar çok tekrarlamıştı. Verdiği sözler ya bir gün sürdü ya da bir hafta. İsmet şimdi mandolini eline alsa hangi elinin parmaklarını tellere basacağını kestiremez.

Akordiyonu bırakınca dersliğe gittim. Derslikte Sami Akıncı’dan başka kimse yok. Az sonra yapıcılar geldi. Önce Kadir Pekgöz geldi, yerine oturunca “Öldük, anasını sattığım!”dedi. Sami gülerek Kadir’e “Kimin anasını satıyorsun? ”diye sordu. Kadir, “Ne bileyim ben, işte öyle bir laf duydum, onu söyledim!”dedi. Ötekiler de geldi. Halil Basutçu, “Haydi marangozlar, sıra sizde, kapatın şu binayı da yemeklerimizi ağız tadıyla orada yiyelim!”dedi. Bu kez de orada yemeklerin daha güzel çıkacağı, yemeklerin binaların durumuna göre çıktığı söylemleri ortaya döküldü. Mehmet Yücel gülerek:

-Bu dediğiniz doğruysa orasını çok güzel yapalım!

Sorular başladı, “Bildiğimizden başkasını nasıl yaparız? ”Camlarını Selimiye Camisi camlarından takarız. Kapısını altından yaptırırız. Masalar gümüş olsun. Tabaklar deyince birkaç kişi birden Edirne/Karaağaç tabaklarımızı versinler yeter. Tabaklar yetmez, kaşıklar, çatallar, bardaklar. Bu kez da gene Mehmet Yücel:

-Yeter arkadaşlar, o güzelim tabaklara her gün mercimek, o güzelim çanaklara her gün bulgur çorbası koyunca onlara bu hakaret olur. Siz zaten binayı donatacağınıza kendi masalarınız süslüyorsunuz. Hani binanın duvarları, hani tavanlar? Kahkahalarla gülmeler. Halil Basutçu çıkıştı:

-Sınıfça, bir binanın nasıl güzel olacağını bile saptayamıyoruz. O güzel binaya güzel yemekler nereden gelecek? Gelin önce güzelleştirmeyi mutfaktan başlayalım!Mustafa Saatçı:

-Önce güzel bir aşçı bulalım!” Bağıranlar oldu:

-Kızları kastediyorsan onlar kazanları bile kaldıramaz!Mustafa Saatçı, onlara yardımcı olacağın ı söyledi. Birden bir gürültü koptu:

-Bencil İmam, senin bulunduğun yerde güzellik olur mu? Çek elini güzelim mutfağımızı kirletme!” sözleri tekrarlandı. Mustafa Saatçı söylenenleri duymazdan gelerek gene söz söylemeye kalkışınca, birkaç kişi birden susturdular. Az konuşan Sefer Tunca elini sıraya vurdu, :

-Arkadaşlar boşuna yorulmayın, bizim kaderimiz, inşaatlarda çalışmak, bakır kaplardan yemek yemek. Buna şükredelim. Savaşlarda insanlar bunları da bulamıyor!”Sefer Tunca’nın doğru sözü gülenleri etkiledi, derin bir sessizlik oldu. Yemek zili çalınca Bekir Temuçin kapıdan Buyurun mercimek çorbasına!”diye bağırdı. İlk tepki İdris Destan’dan geldi:

-Git be ufaklık, başka şaka bilmez misin sen?

Masaya oturunca bu kez İdris, “Arkadaşı azarladım, sahiden mercimek çorbasıymış, haksızlık ettim!” diye hayıflandı. Etsiz papates. Bu kez de Yusuf Asıl yemeğin adını beğenmedi:

-Yemek etli olduğu zaman etli olduğunu belirtme bakımından etli demek oğru. Ancak etsiz bir yemeğe etsiz demeğe ne gerek var? O zaman, etsiz çay, etsiz çorbe, etsiz hoşaf desinler!Hepimizi bir gülmektir tuttu; Etsiz su, etsiz peynir, etsiz zeytin…. Mehmet Yücel yanımızdan geçerken eğilip neye güldüğümüzü sordu. Yusuf’un sözü söylenince Yusuf’a “Aferin küçüğe, yavaş yavaş konuşmasını öğrenmeye başladı!”dedi. Bu söze Yusuf sinirlendi. Mehmet Yücel’e, “İskelet giderek konuşmasını iyice bozdu!”dedi. Mehmet Yücel, duymazdan geldi, arkasını dönüp gitti. Ancak arkadaşlar Yusuf’un dikkatini çektiler, “Hazırlıklı ol, o bunun acısını çıkaracaktır!”Yusuf, öyle konuşmakta haklı olup olmadığını sordu. Bu kez ben, “Haksızsın, o sana kötü bir söz söylemedi. Sınıfımızın en uzun boylu arkadaşımız. Yaşça da senden büyük. İkiniz de şakacı geçiniyorsunuz. Sana küçük, demesi çok doğal. Ayrıca “Konuşmayı öğreniyorsun, demek kızılacak bir söz değil. Hepimiz her gün yeni şeyler öğreniyoruz!Yusuf dikkatle dinledi, özür dilemeye karar verdi. Yusuf karar verdi ama arkadaşlari, özellikle Mehmet Aygün Yusuf’a “Ne söyleyeceksen şimdiden hazırlan. Yanlış bir söz söylersin özrün güme gider; üstelik İskeletten bu kez papara yersin!” Yusuf duraksayınca yardımcı olacağımızı söyleyip kalktık. Hep birlikte gidip birlikte konuşacağız. Birlikte olduğumuzu görünce Mehmet Yücel sevinecektir. Arkadaşımız, hdepimizden dahas çok arkadaş canlısıdır. Dediğimizi uyguladık, önce ben bir giriş yaptım. Daha doğrusu düpedüz yalan söyledim. Sözde biz Yusuf’u kızdırmışız, arkadaş da onun üstüne gelmişmiş. Ben sözümü bitirmeden Mehmet Yücel Yusuf Asıl’a sarıldı, barıştılar. Biz kendi aramızda konuşurken Ali Önol kalktı:

-Bir dakika beni dinler misiniz? Hepimiz Ali Önol’a baktık. Ali, “Ben, bundan dört yıl önce bugün bu okula geldim!”dedi. Birdne herkes konuşmaya başladı. Birileri parmak saydı birileri çarşamba, perşembe dedi. Birileri de 4 yıl değil 3 yıl, diyerek düzeltme yaptı. Sami Akıncı, “Boş oturup boş boş konuşulacağına herkes okula geldiği ilk günü anlatsın!”önerisinde bulundu. 4 Mehmet Aygün karşı oldu. “İlk numara olduğum için bir çok işte ilk ben oluyorum. Bunda da beni öne sürmeyin, isteyenler anlatsın, aralarda ben de anlatayım!”dedi. Arkadaşlar Mehmet Aygün’ü haklı gördü. İlk anlatmayı da Sami Akıncı üslendi. Yarın akşam anlatmalar başlayacak. Ben, 10 Kasım günü gelmiştim. İlk günüm okuldan çok yolda oldukça üzüntülü geçmişti. Ayrıca okul binasına girişim, karşılanmam sonra da konuk olarak yakmaya kalmam, unutulmayacak anılarım olarak hep belleğimde. Anlatabilirsem ben asıl ikinci günü, kayıt olayını anlatacağım. Az kalsın köye dönüyordum. Konu herkesin ilgisini çekti. Mustafa Saatçı duramadı Ali Önol’a “Baba Ali, nerden çıkardın bunu şimdi, senin kafan böyle şeylere yetmezdi. Kimden duydun bunu? dedi. Ali Önol üzülmüş olarak baktı ama bir şey söylemedi. Ali Önol’un hemşerileri Fettah Biricik’le Sefer Tunca Mustafa Saatçı’ya demedik söz bırakmadılar. Sami Akıncı da sıra arkadaşı Mustafa Saatçı’ya çıkıştı:

-Ne güzel anlaşmıştık, bu yaptığın doğru mu? diye sordu. Zili beklemeden çıktım, çadıra girerken çaldı. Şimdi 4. sınıfız ama gerçekten dört yıl oldu mu? 1938 yılından 2 ay, 1941 yılından 10 ay, yayıp on gün karzı kazanılmış 8 gün. İki gün sonra benim tamı tamına 3 yılım dolacak. Bu üç yıl beni köy yaşamından iyice soğuttu. En çok da evler, yemekler, insanların konuşmaları, özellikle de kadınlar. Neden öyle giyiniyorlar? Büyük ablam ben sormadan kendi değinmişti, “ Biz sürekli işte çalıştığımız için kentlerdeki bayanlar gibi giyinemiyoruz!”demişti. Ablamın sözüne saygım var ama yeterli bulamıyorum. Ben de işte çalışıyorum, hele arkadaşlarımın çoğu inşaatta çalışıyor. İşten sonra gerekince kumaş giysilerini giyip dolaşıyorlar. Köydekilerin de birkaç takım giysisi olamaz mı? Lüleburgaz ya da Kırklareli pazarlarına giderken bile kadın olsun erkek olsun herkes tarlada giydiği giysileriyle gidiyor. Eskiden böyle düşünmezdim. C de, A da benim için güzeldi, giysileri bakımından bir değerlendirme yapamıyordum. Özellikle Süheyla Öğretmenden sonra güzellik anlayışım çok değişti. Süheyla Öğretmen!Artık böyle bir öğretmen yok. Keman meman da yok. Salt notaların kıyısında yazılı Süheyle Başokçu var. Konservatuvar öğrencisi Süheyla. Bizim köyde böyle bir ad yok. Sanırım öteki köylerde de yok ki okuldaki kızlar arasında Süheyla bulunmuyor. Hatice, Gülsüm, Necmiye, Feride, Melahat, Safinaz, Sıdıka, Zekiye, Sevim, Emine, Sakine, Gülfize hepsi köylü adı. Gülfize, bizim köyde Gülfide olarak geçer. Elfide benim büyük halalarımdan birinin adıdır. Halamı anımsadım, ben son kez gördüğümde 77 yaşındaydı. Akrabalık konusunda ne güzel düşünüyordu….

 

9 Kasım 1941 Pazar.

 

Genellikle sırt üstü yatıyoruım. Sol kolum ranzanın kenarına dayanıyor. Arkadaşlar çıkarken kolumd saati görüp bakıyorlar. Kimi zaman saat tam görünmüyor. Öyle olunca kolumda düzeltmeler oluyor. Bu kez de ben uyanmış oluyorum. Bu sabahta öyle bir şey oldu. Ali Önol bakarken nasılsa kolumu çekerken elim bir şeye dokundu uyandım. Gerçekte uyanıktım ama öyle duruyordum. Uyanınca Ali üzüldü. Aramız pek iyi değildir. Fettah ile sık sık takışmamız, Fettah ile hemşeri olan, bir birlerini koruyan , Ali Önol’la Sefer Tunca doğal olarak benden uzak duruyorlar. Sefer Tunca ile onun çok iyi davranışlarından dolayı yakınlaşıyoruz ama Ali ile o denlı yakınlık kuramadık. Akşamki çıkışından dolayı hepimiz güldük müldük ama iki ikiye ilişkimiz gene de iyi denemez. Bu yüzden olacak ben uyanınca Ali Önol söyleyecek söz bulmakta zorluk çektı. Çıkışacağımı sandı. Oysa ben akşamki gülmeleri anımsayarak çoktan hoş gördüm. Bize bakan Orhan, gülerek “Dargın mısın O’nunla? ”diye sordu. Dargın değiliz ama barışık da sayılmayız. ”Fettah yüzünden değil mi? ”deyince ben. ”Yo, Fettah yüzünden deyip geçmek yeterli değil. Sefer da Fettah’ı savunuyor ama onunla arkadaşlığımız iyi gidiyor. Ali, Fettah’ı savnurken ileri gidiyor. O zaman da yanıtını alıyor. Aldığı yanıttan sonra uzak duruyor.

Kadir Pekgöz, okula geldiği günü unutmuş, Orhan’a sordu. Kayıtlarını aynı günde yaptırmışlar. Bu yüzden numaraları arka arkaya 72-73. Böylece gene akşamki konuya döndük, kahvaltı boyunca Edirne/Karaağaç sözü edildi. Konuşa konuşa yanıtını veremediğimiz bir soruya saplandık:Edirne/Karaağaç okulumuzdan ayrılmasaydık orada ne yapacaktık? . Oradan ayrılınca üç yılda 24 bina yapmışız. Orada yapılacak binaya gereksinim yoktu. Öyle ki, o zaman sayımız 82’ydi. Bize binanın bir bölümünü tanıtan Hasan Çevik Öğretmen bina için:

-Ne 80’i, 800’de değil 2000 öğrenciyi rahat rahat kucaklar!”demişi. Ben Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin sözlerini anımsattım. Orada biz daha çok tarım işlerine yönelecektik. Edirne Fidanlığı bizim için deneme yeri olacaktı. Fidan, çiçek, mevye yetirtirmeyi, aşıcılığı iyi öğrenecektik. Gerçekte köylerimize gittiğimizde bize bunlar daha çok yarayacaktı. Şimdi ise bina yapıyoruz.

Üstelik yaptıklarımız öğretmen gözlemleri altında, elbirliğiyle yapılıyor. Tek başımıza bir çerçeve bile yapmadık. İçimizde Salih Baydemir dışında hiç kimse tek başına bir iş yapamaz. O da babasının yanında öğrendiklerini burada geliştirdi, ondan kazançlı çıktı. Bu arada marangozluktakilerin daha kazançlı olduğu vurgulandı. Yapıcılar ise daha az kazançlı. Onların burada kullandıkları araç-gerecin köylerde olmayacağı, yapılarınsa düpedüz başka olacağı öne sürüldü. Gelen ekipleri karşılaştırdık. Örneğin Kızılçullu ekibi çok inşaat yapmamış ama buraya gelen ekip en düzenli inşaat çalışmasını yaptı. Bunu Namık Ergin Öğretmen birkaç kez söyledi. Sözü sonunda Sili Ustanın yanlışına getirip işyerine yollandık. “Hani Pazar, günü dinlenme günüydü? ”Mehmet Aygün düzeltme yaptı:

-Adam doğru söyledi, gerçekten herkes dinleniyor. Daireler, dükkanlar, kapalı. Öyle olduğuna göre kızmaya hakkımız yok!Belki biz yanlış anladık!Sili Ustayı dinleyenler düzeltmeye kalktı ama Mehmet Aygün, başını geriye atarak diretti; “Öyleyse neden işe gidiyoruz? Sili Usta gelince soracağız. ”Mehmet Aygün gülerek, “Sili Usta bugün gelmez, çünkü bugün pazar, dinlenme günü!”Yusuf, koşup Mehmet Aygün’ün sırtına atladı:

-Sen bizi bugün neden kızdırıyorun? diye de sordu. Az sonra Ali Yılmaz Öğretmen geldi. İlk iş olarak, “İskeleleri kuracağız!”dedi. Boy boy sehpalar var, biz onlara eşek, diyoruz. Öğretmen gülerek, “Önce herkes kendi gücüne göre eşekleri taşısın!”deyince, Hasan Gülümser, Kamil Varlık’a “Gel Kamil, bin sırtıma!”Öğretmen duymadı ama arkadaşlar hep duydular, birden güldüler. Ali Yılmaz Öğretmen, sehpalara eşek dediği için gülündüğünü sandı, sordu:

-Sehpalara eşek dendiğini bilmiyor muydunuz? Herkes gülüyor, öğretmen yanıt beklemiş, sorusunu tekrarladı, yüzümüze baktı. Bu kez de Yusuf olayı anlattı. Ali Yılmaz Öğretmen katılırca güldü, arkasından da Hasan Gülümser’e “Neden Kamil'i seçtin? ”diye sordu. Hasan Gülümser, “Benim şakamı o kaldırıyor, onun için!”deyince Ali Yılaz Öğretmen:

-İşte bu çok güzel, sizi güldüren sözden bence bu daha güzel. Bu beni güldürmedi ama gönlümü çok rahatlattı, arkadaşlık da budur. Sizi bir daha şakalaşırken görünce, bunun sonu kavgaya gider, kaygısı taşımayacağım. Öğretmen olarak, bir dost olarak bu beni mutlu edecek!

Herkes sehpalara sarıldı. Öğretmen yerler gösterdi, oralara yerleştirerek üstlerine kalaslar dizildi. Duvar üstlerine kapak dediğimiz tahtaları dizmeye başladık. İlk makas, köşeye dayanaklı, üçgen bölmeli olduğunda öğleye dek onunla uğraştık. 2. makasın kirişini yerleştirip yemeğe gittik. Öğretmen biraz geç geleceğini, bir sorun çıkarsa beklememizi söyledi. Yolda Hasan Gülümser’in şakası gene dile dolandı. Bu kez Kamil, kızdığını ama öğretmenin yanında sustuğunu söyleyerek Hasan’a çıkıştı. “Senin şakana katlanıyorum ama öğretmen beni yanlış beller!”deyince hepimiz, “Öğretmenin asla yanlış bellemeyeceğini, kendisinin şaka seven biri olduğunu, çalışırken aşırı olmayan şakaları hep dinlediğini, zaman zaman da kendisi başlattığını anlattık. Kamil rahatlatı, “Eşek, diyerek Hasan Gülümser’in sırtına atladı.

Yemekte çorba olacağını biliyorduk; sabah çay ya da sıcak pekmez suyu verilirse öğleleri kesinlikle çorba olur. Biz bunu artık ezberledik. Gene öyle oldu, bulgur çorbası, gerçekten etli nohut sütlü bir tatlı. Tatlı biraz hamur kokuyor ama ben biraz çekinerek de olsa tatlıları yiyorum. Hasan, Hilmi, Yusuf biraz mırın kırın ettiler. Yemekten sonra ara vermeden işbaşı yaptık. 3. makası dikerken öğretmen geldi. Erken geldiğimize iyi ettiğimizi, hiç değilse bir makas kazandığımızı söyledi. Kendisi de çatıya çıkarak çalıştı. Öğretmen çalışınca hepimizde bir canlanma oluyor. Öğretmen çalışırken pek az konuşuyor. Konuşmaları da, “Şunu ver, bunu tut!”gibi işle ilgili sözler oluyor. 7. makası bitirirken öğretmen bana, “Usta değirmen çalışıyor mu? ”diye sordu. Önce anlamadım, meğer öğretmen saatimin çalışıp çalışmadığını soruyormuş. “Paydosa bir saat kjaldığını söyledim. Öğretmen kendi, kolundakine baktı, gülerek “Sahiden doğru, saatin iyi çıktı, sevin, onu iyi koru. Her alınan saat iyi çıkmaz, baş belası olur!”dedi. Sonra da “Bugün pazar, biraz erken bırakalım!”deyip aşağıya atladı. Çatıya, inince aşağıdan baktık. Kırma çatılar binaları küçük gösterir, bu bina ötekilerden daha büyük ama çatılara göre küçük gibi görünüyor. Öğretmen, “Siz de mi öyle görüyorsunuz !”diye bize sordu. Bu sorudan sonra hepimiz durup durup binalara baktık. Bayrak kulesinin yanına çıkınca dönüp bir daha baktık. Ben, ”Öğretmenim, bu binalar böyle parça parça yapılacağına tek çatı altında yapılsaydı daha iyi olmaz mıydı? ” dedim. Öğretmen:

-Bakın işte bu çok önemli, biz öğretmenlerin çoğu bunu öyle, tek bina ya da binalar şeklinde istiyorduk. Başımızdakiler o tip binaları istemediler, planlayan mimarlara böylelerini önerdiler. Mimarlar da bu dağınık türü çizdiler. Ekonomik olarak bu sistem çok daha pahalı. Hem de buranın soğuklarına göre ısınması zor. Bu nedenle yapıyoruz ama biz bunun nedenini tam olarak kavrayamadık. Ayrıca derslik olarak da iyi bir düzen kurması zor. Bilemiyorum, başımızdakilerin bir düşündüğü vardır. Bunu onlar açıklayacaklardır!Ben gene Kepirtepe’deki bina diyecektim. Öğretmen anladı hemen:

-Kepirtepedeki bina plan dışı sayılıyor. O bina Köy Enstitüsü sistemi kurulmadan yapılmış bir bina. Mimarı onu olduğu gibi benimseyip planını onun çevresine oluşturmuş. Onun mimarını tanıdık, çok ünlü, anlayışlı bir mimar!”deyince ben de, Kepirtepe’ye gelince okul alanını gezerken yanında olduğumu anlattım. Öğretmen durdu, eliyle göstererek:

-Çok çalıştık ama çok da iş yaptık çocuklar!dedi. Sonra da “Bu binaların aralarında bahçeler yetişecek. O zaman görüntü çok daha güzel olacak!”deyip, yürüdü. Öğretmen böyle söyleyince ben, Alpullu’yu anımsadım:Yeşil bahçeler içinde ayrı ayrı binalar, uzaktan bakınca yeşillikler içinde kırmızı kiremitli binalar çok daha güzel görünüyor. Yeşillikler içinde köy evlerini anımsadım. Bizim köy bile karşı bayırdan ne güzel görünüyor. Tam karşımızdan Hasanoğlan köyü ise üstüste yıkılmış gibi. Ben böyle düşünürken öğretmen köyü gösterdi, “Şu köye bakın, kupkuru, mubarek adamlar kapı önlerine bir sövüt bile dikmiyorlar!Arkadaşlar, “Meyve ağacı diksinler öğretmenim deyince, öğretmen:

-Biliyorum çocuklar, söğüt hiçbir emek istemediği için onu dedim, bu bir yeyimdir, tembeller için söylenir. O dediğiniz meyve ağaçları belli bir emek ister. Bu adamların emek memek vereceği yok. Bu köy yüzlerce yılı böyle geçirmiş. İçinde 400 insan yaşıyor. Siz çocukluk çağınıza karşın 7-8 ayda neler yapıp çıkardınız. Adamlar konuşurken size “Bebe!”deyip küçümsüyorlar!Öğretmen bunları söyledi, sonra da söylediğine pişman olmuş gibi, “Neyse bunları bırakalım, yarın buluşmak üzere!”deyip ayrıldı. Dersliğe gittik. Yarından başlayacak olan öğretmen gözetimleri. Küçücük bir çadır içinde öğretmenle oturmak olur mu? Ben hemen, “Unutmayın, biz bu çadırda Milli Eğitim Bakanı (O zaman Kültür Bakanı denirdi) Halan Ali Yücel’le bile oturduk!”dedim. Arkadaşlar güldü, “O başka !”diyen oldu. Ama konu değişti. Gelen öğretmenler bu çadırda az da olsa ders bile yaptı. Reşat Tekinay, Tarih, Coğrafya, Selçuk Korol Tarih Tabiat Bilgisi konularını açıkladı. Gene onlar gelecek. Arif Kalkan bana numara yaptı. “Ah be, şimdi müzikçi Süheyla Öğretmen olacaktı. O gelince kimsenin gıgı çıkmazdı!”dedi. Birileri güldü, birileri de “O da gelseydi biz gene bir yolunu bulup işi konuşmaya dökerdik!”dediler. Yusuf Ali Yılmaz Öğrertmenin Hasanoğlanlılar için söylediklerini, kendi düşüncesi olarak ortaya getirdi. “Köyde 400 insan yaşıyormuş, deyince herkes şaştı. Bir çoğu da”Bizim köyden daha kalabalıkmış!”dedi kimisi de o kadar insan nasıl sıkışıyor oraya? ”diye sordu. Ali Aga gene bir söz yumurtladı:

-Evlerin altından yol açıp dağın altına girmişlerdir!”Ali Aga’ya köstebek mi sandın sen onları? ”diye soranlar oldu. Ali kızdı, “Siz o kadar konuşuyorsunuz, ben karışıyor muyum? Ne oluyor size, bir söz söylüyorum, hepiniz karşı oluyorsunuz!”

Bayrak törenine çıktık. Hidayet Gülen öğretmen dışında kimse yok. Mehmet Yücel, yorum yaptı:

-Korkmayın arkadaşlar, bizim dersliğe öğretmen möğretmen gelmez. Adamlar bayrak törenine bile katılmıyorlar!dedi. Törenden sonra gruplar oluşturarak, dere tarafına yürüdük. Mehmet Yücel’in adamları öğretmenler. Ben, içlerinden ikisini ayırmak istiyorum; biri Ali Yılmaz Öğretmen, evi köyün kenarında oldukça uzak sayılır. Öteki de Namık Ergin Öğretmen, günün her saatinde görev başında, inşaatlerin de bütün sorumlulu onun üstünde. Arkadaşlar beni haklı buldular. Selçuk Korol Öğretmeni de çok seven varmış. Onu, bunu, derken ortada Hüsnü Baykoca kaldı. Meğer onun herkese yumuşak bakmasına karşın seveni hiç yokmuş. Çoban Mehmet günlerindeki sevimsiz tavırları yüzünden herkesin gözünden düşmüş. İsmet’i görünce hep aynı sözü söylüyormuş:

-Ben sizin köyünüze çok geldim!”İsmet bir daha derse, “Keşke gelmeseydiniz, sizi orada düşündükçe köyümü sevmez oluyorum!İsmet'in sözüne hep güldük ama gen e de arkadaşlar:

-Yalancı, bu kadarını da söyleyemezsin, iki yüzlü!”diyerek İsmet’i çekiştirdiler. Ancak bu ikinci kez kararlaştırıldı, Kepirtepe’ye dönersek, onu istemediğimizi kendisine duyuracağız. Sordum, “Bunu nasıl yapacaksınız? ”Mektup yazacaklarmış. “Yazılarınızdan tanır, başınıza iş açarsınız!”diyecek oldum, herkes uzman, kimisi sol elle yazmayı kimisi de başkasının eliyle yazdıtmayı öne sürdü. Sol eli anladım ama başkasının eliyle nasıl oluyor? Harun gelip elimi tuttu, kalemi sıkı tut, ben oynatınca bastır, değişik bir yazı ortaya çıkacak. Bu yazı sahibini ele vermez!”dedi. Aklım almadı ama inandım. “Siz bunları nerelerden öğrendiniz? ”diye sordum. Mehmet Başaran, “Sen ötede beride keman, akordiyon çalışırken arkadaşlar da bunları öğreniyorlar!”dedi. Biraz şaştım. Yemek zilini duyunca hızlanıp döndük. Yemekte Reşak Tekinay Nazmi Aybar, Namık Ergin öğretmenler vardı. Reşat Tekinay Öğretmenin gelebileceğini düşünüp tarih kitabını açtım. Yunanistan uygalıklarını bir daha okudum. Öğretmen gelmediAma okuduğuma sevindim. Yatınca 10/11/1938 gününü düşündüm, arkadaşlara ne anlatayım? Onu anlatırım ya da bunu anlatırım derken birden karşıma C’nin babası çıktı. Başında Hidayet Öğretmenin şapkasına benzer bir büyük kenarlı şapka var. Uzak ülkeleri gezerken oralardan almış. “Edirne’ye gittiğinizi biliyorum ama başka yere gittiğinizi hiç duymadım!” dedim. Güldü, “Ben gerçekte Edirne’ye hiç gitmedim, sana anlattıkları şakaydı. Seni Ederne’ye sıındırmak içindi. ”Ama söyledikleriniz doğruydu, diyorum. “Elbette doğru olacak, başkalarından duyduğumu beller, bir başkasına anlatırım da ondan. Zaten bunu herkes yapar. Ben, aslında başka ülkelerde dolaştım!”Utanarak sordum, “Siz başka ülkelerde dolaşırken kızlarınıza kim baktı? ”Adam yüzüme baktı, “Ne kızı, sen hangi kızdan söz ediyorsun. Benim kızım mızım yok. Yoksa sen beni birine mi benzettin!”deyip güldü. Şaşırdım, “Peki siz kimsiniz? Adam nasıl olur sen beni tanıyordunikaç kez benden Almanca sözler sormuştun. Hani o çok sevdiğin Röslein şiirini de sana ben çevirmiştim. “Olamaz!”dedim, onu bana Alman Ahmet çevirmişti. Adam, “Ah işte tamam şimdi anladın ben Alman Ahmet dedikleri kimseyim. Alman falan değilim, Lüleburgazlıyım!”Ben gene direterek, “Sizin boyunuz kısaydı!”deyince adam, “ Onda da yanılıyorsun, senin kafana başka biri takılmış, gözlerine o görünüyor. Kim bu yoksa bir kız mı? ”diye sorunca telaşlandım. Bu benim ağzımı arayan biri galiba, yoksa Süheyla Öğretmenin babası bu mu? dile telaşlamdım. Ressammış, ressmalar böyle şapka giyer mi? Adam kalabalığın arasında kayboldu. Şaşkın şaşkın bakınırken Süheyla Öğretmen çıktı geldi, telaşla bana:

-Bilsen ne korktum, adamın biri geldi benden seni sordu. “Bilmiyorum!” deyince de “Şirret yalancı, bildiğini biliyorum, ben onu şimdi bulurum!”deyip çıktı. Ben de sana haber vermik için buralara dek koştum!”dedi. Süheyla Öğretmeni dinliyorum ama buraları dediği yerler neresidir? ” bilemiyorum, bilmediğimi söylemeye utanıyorum. Susuyorum. Niçin sustuğumu söyleyen Süheyla Öğretmen bana, “Unutacaksın, ben de birkaç rüyamda gördüm ama önemsemedim şimdi rahatım!”deyincen rüyamda olduğumu anladım. Birden arkamı döndüm. Ayağın ranza kenarına çarpınca uyandım. Bir süre rüyamı anımsam aya çalılştım.

Gördüğüm kişilerin hiç birisi benim tanıdığım kişilere benzemiyor. İstasyonda bana koşarak gelen Süheyla Öğretmen de başka bir kişi, anımsar gibi olduğum birini andırıyor ama kesinlikle o yüz Süheyla Öğretmen değil. Bu kez rüyama sinirlendim. Böyle olacaksa rüya görmemek daha iyi. Beğendiğim yüzler bozulacaksa neyleyeyim öyle rüyaları. İçimden söylenerek gözlerimi kapadım.

 

10 Kasım 1941 Pazartesi

 

Uyanık olarak yatakta uzanıyorum. Rüyam aklıma geldi. Biri konuştu, “Nöbetçi kim? Yanıt, “Kara Salih!” Salih duymasın, diye aklımdan geçirirken Salih, konuştu, “Anam beni kara doğurmuş, bunu sen söylesen de söylemesen de böyle. Seni de anan karı gibi doğurmuş, bu türlü konuşmalardan zevk almadığım için bunu sana söylemiyorum. Ama istersen bundan sonra bunları hep derim!”Yastıklardaki başların hepsi kalktı-indi. Mehmet Yücel güldü, “Kim bu talihli(!)dedi. Salih sinili sinirli yemekhaneye gitti. Benden sordular, duymadığımı öyledim. Biliyorum ama söyleyen, paparayı yiyen sustuğuna göre ben açıklama yapamam. (Abdullah Erçetin) Kahvaltıda Salih bizim masaya uğradı, öfkesi geçmiş, güldü, güldürdü, öğlede tatlı vereceğini söyledi. Uzaktan Abdullah’ı izledim, kahkahayla gülüyor, neşeli görünüyordu. Adı ortaya çıkmadığı için olayı yok saymışa benziyordu. Duyduğuna göre nasıl yok sayar, bunu da ben anlamadım.

Toparlanıp bu sabah Salih’siz gittik. Salih bizim grup için büyük bir eksiklik. Bu günkü beklentimiz çatıyı yarılamak, yarın bayrağı getirip dikmek. Bayrağı bu kez yazı tura çakacağız. Kamil karşı koydu, “Bu kadar insan için yazı tura olmaz!”Ben de, “Olur!”deyip kestirdim. . Ali Yılmaz Öğretmen geldi, gelir gelmez de Salih’i sordu. “Nöbetçi!”deyince “Aman hasta olmasın ha!”deyip çatıya çıktı. Salih’in yerinde çalıştı. 6. kirişi atarken öğle paydosu oldu.

Öğle yemeğinde Mustafa Güneri Öğretmen vardı. Cuma gününden beri ondan haber bekleniyordu. Hiç bir ses çıkmadı. O da son günlerde çıkıp gezmez oldu. Sorular başladı, “Hani gidip soracaktı? Dağlara kar yağdı, bize de gelmek üzere. Geldiğinde zaten işimiz bitecek, marifet gelmeden önlem almak. Bunlar, tekrar tekrar konuşuluyor. Kalkarken Cavit sokuldu, fısıltıyla söyuledi:

-Mustafa Güneri, kimseyle görüşememiş, Genel Müdür birkaç gün yokmuş, onunla konuşmadan da Bakana çıkamazmış, biz çarşamba günü doktora gidiyoruz. Fevzi rahatsız, benim de diş kontrolum var. tamam mı abi? dedikten sonras tekrarladı; “Tamam!” Ben de “Tamam!” dedim ama güldüm, acaba başkasının elini mi kullandılar, yoksa solak mı yazdılar? ”. Çoban Mehmet için yazdıklarında bunu bilmediğim için sormamıştım. Akşamki rüya aklıma geldi, rüyadaki sıkıntılı durumla bu kapalı olay ilişkili olabilir mi? Hasanoğlan köyü üstüne konuşa konuşa dönüp köyü karşıdan bir daha gözledik. Yaz boyunca değişik bir görüntü olmadı. İlkbahar da geldik, yaz da geçti sonbahardan da gün 20 kaldı. Çarşamba günü bu binayı da tamamlayacağız. Bunun kiremit işi üç gün sürer, köşeler oyalıyor. . Depoların çatıları dört, kiremitleri de iki günde kapanır. 20 Kasımda bizim marangozluk işleri tamamlanmış olacak. Sonraları içerde pencerelere, kapılara başlayacağız. Recep Kocaman, “Kasım ayı bizim için bir değişim ayı olacak herhalde!” dedi. Arkadaşlar bana bakınca, ben de bile bile konuyu değiştirerek:

-Bizim köyde kasım ayı çok önemlidir. 6 kasım günü özellikle gençler için bir bayramdır. Kasım devesi gezdirip bağış toplarlar. Deve dedikleri de çocuk beşiği gibi örülmüş hayvan gövdesini andıran bir büyükçe sepettir. Önünden bir sopa ile deve başı çıkar. Bu çok eskilerden kalma bir gelenektir. Deve başı daha Bulgaristan köylerinden gelmedir. Çok dikkatle korunur. Onu köyün delikanlı başısı saklar. O evlenince yerine geçene teslim eder. Sepetin altında bir delik bulunur. Gezdirecek olan kişi sepeti başına geçirince sepet o kişinin umuzlarına yerleşir. Devenin tahta kapaklı alt çenesi vardır. Gezdiren isteyince ipi çekip devenin çenesini oynatır. Bu kez de deve salt tak tak ederek çenesini oynatır. Köy delikanlıları toplu olarak devenin arkasından giderler. Bir de deveci vardır; elindeki iple deveyi yönlendirir. Deveci Şarkısını söyler. Hayır dualarla başlayan bu şarkı, yerine göre değiştirilerek söylenir. Daha çok da gidilen evin durumuna göre söz düzenlemeler yapılır. Yetişkin kızı varsa hayırlı damat, oğlu varsa uyumlu gelin duası edilir. Askerdeki kimsele için teskereden , hastalar varsa şıfalardan söz edilir. Hemen hemen her eve söz yakıştırılır. En sonunda da “Çek Deveci deveni, unutma seni seveni, ya da bahşiş vereni!” deyip bir de mani eklenerek ayrılınır. Toplanan bahşişlerle belli bir günde yiyecekler alınıp topluca yenir. 6 Kasımın asıl önemi çiftçiler için bir sınır olmasıdır. Arpa, buğday, çavdar ekenler kesinlikle tarlalarını 1 Ekim 6 Kasım günleri arasında ekerler. 6 kasımdan sonra toprağa bu tahıllar atılmaz. Ayrıca, koyun koçsamalarında da 6 kasım bir sınırdır. Nedense bizim köyde kimse 6 kasım demez. 6 kasım yalnız olarak Kasım diye söylenir. Sorular hep, ”Kasıma kaç gün var? Kaç gün sonra kasım? Şeklindedir. Kasıma 20 gün var dendiğinde bu 14 Ekim demek olur. 6 Kasım bizim köylülerce 6 Mayısın(Hıdrellez) kardeşidir. Aralarında tek ayrılık 6 Kasım kış mevsinin, 6 Mayıs da Yaz mevsiminin başlangıcıdır. Koyun sahipleri de çobanlarını kasımdan kasıma değiştirirler. 6 Kasım bu açıdan bir çoban pazarı sayılır. 6 Kasım günü bizim kahve çobanlarla dolar. Koyun sahipleri de daha önce sorununu çözmemişse o gün gelir, sorar soruşturur, birisiyle anlaşır. Kahvedekiler de tanık olurlarÇobanla koyun sahibi arasında bir anlaşmazlık çıkınca da önce kahve tanıkları dinlenir. Sayısız anlaşmazlıklar, kahvede bu yöntemlerle çözülür. Çırak denilen iş sürücüler de yıllık bağlantılarını 6 kasımda yaparlar. Yusuf gülerek, “Tamam sen konuşma nöbetini geçirdin. Herkes dinleyemedi ama biz onlara anlatırız!”dedi. Özellikle deve oynatma işine takıldılar. Onun yerine gerçek bir deve alsalar daha iyi olmaz mı? ”Eski bir gelenek, üstelik Bulgaristan’daki köylerinde de aynı olayı sürdürmüşler. Belki oralarda deve bulmak zordu. Yusuf, Hasan, Mehmet, Harun kendi köylerinde öyle delikanlı topluluğu olmadığını söylediler. Yemekte de benzer konuşmaları sürdürdük. Salih Baydemir geldi, gülerek “Vallahi hep sizi gözetledim, en rahat sizsiniz, konuşa konuşa yemeğinizi yiyorsunuz, kimseye bakmıyorsunuz, kimseye karışmıyorsunuz. Bu masada oturmasaydım, biri gelip bana, “Hangi masada oturmak istersin? ” diye sorsaydı sizin masayı gösterirdim!”dedi. Salih’e teşekkür ettik. Yemekten sonra, birileri gene öğretmen derdine düştü. Gelir mi gelmez mi? diye sorarken Reşat Tekinay Öğretmen çıktı geldi. Tarih kitabım hazırdı, açtım okumaya başladım. Öğretmen geldi, eğildi, “Beni gördüğün için açtığını kesinlikle aklımdan geçirmiyorum, bilesin!” dedi. Ben de “Sağolun, fizik, kimya, Almanca kitaplarını öğretmensiz sürdüremiyorum. Tarihi tam kavramasam bile hiç değilse olayları okuyorum!”dedim. Elini umuzuma vurdu, “Devam et!”dedi. Az sonra öğretmen, “Nerden geldi? Ne güzel şamata ediyorduk!”diyeceğinizi biliyorum. İnsanlar bir takım alışkanlıkları kolay kapar. Ancak siz öğrencisiniz, bugün değilse bile bir gün disiplinli bir çalışmayla karşılaşacaksınız. Bu nedenle bizlere görevler verildi, her akşam gelip, başınızda dikileceğiz. Derslerde siz susunca konuşturmak için görev yapmamızın tersine geceleri de sizi susturmak için ortalıkta dolaşacağız!”Arkadaşlardan gülenler oldu. Öğretmen, “Ne gülüyorsunuz gerçek bu!”dedi. Sami Akıncı, “Siz şaka ediyorsunuz ama ben kendi adıma geldiğinize sevindim!”Öğretmen , “Gürültüden çalışamıyordun değl mi? ”diye sordu. Bu kez Sami Akıncı da güldü. İsmet parmak kaldırıp söz istedi. Öğretmen “Buyurun!”deyince İsmet, “Öğretmenim doğrusunu isterseniz biz çok sıkıldık. Sekiz aydır, evlerimizden, ailelerimizden doğru dürüst haber alamıyoruz. Burada daha ne kadar kalacağız bize hiç kimse doğru bir söz söylemiyor. Bir gün derslere karşı karşıya kalacağımızı siz de söylediniz. Bu ne zaman olacak? Okullar aylar önce açıldı. Buraya gelen ekipler başladıkları işlerini bile yarım bırakıp gitti. Biz onların yarım işlerini de bitirmek üzereyiz, bize bu konuda bir açıklama yapan yok!”Öğretmen, eliyle dur işareti verdi. “Söylediklerini aynen bu çadıra girerken düşündüm. Bunu bana soraralarsa ne diyeceğim? ” dedim kendime. Doğrusu bir yanıt bulamadım. Şimdi sen sordun, sana da yanıt veremiyorum. O kadar haklısın ki, “Haklısın” demek bile içimi sızlatıyor. En iyisi gelin biz derslerden söz edelim!”Sami Akıncı “Sağolun öğretmenim, bize en güzel yanıtı verdiniz!”Öğretmen bu kez de, “Yapma Sami, sen beni güldürmek mi yoksa ağlatmak mı istiyorsun? ”dedi, bana baktı, sen dinlemiyorsun boyuna okuyorsun okuduğun yerden birşeyler anlat!”dedi. “Yunan Yarımadası/Med savaşlarını!”dedim. Anlat bakalım ne olmuş? ” deyince Termopil Savaşını, Isparta Kralı Leonidas’ı anlattım”Deşat Tekinay Öğretmen: “Diline sağlık, insanlar memleketleri için bakın neler yapıyor? ”dedi. Duraksadı, gülümsedi:

-Ben buraya gelirken kafamdan neler geçiriyordu biliyor musunuz? diye sordu. Yanıt beklemeden, “Bugün Atatürk’ün ölüm günü. Yurduna büyük hizmetler etmiş insanlar, saygıyla anılır. Düzenli okullarda bu Atatürk için de yapılmaktadır. Biz, göçebe durumda olduğumuz için, iki yakamızı bir araya getirip bunu yapamadık. Ama kendi aramızda anabiliriz. Beni göstererek, ”Arkadaşınızın anlattı Termopil kahramanı 300 askerle başlarındaki kral Leonidas için daha o zaman, bundan 2540 yıl önce anıt yapılmış, üstünde şu yazı bulunmaktadır. ”Vatanımız için canımızı verdik, bizi unutmayın!”Yurdumuz için canını vermiş şehitleri, yaralanan gazileri, onları canı bahasına yöneten komutanlarını anmalıyız. İşte Atatürk onlardan biriydi. Atatürk fazladan da yaşadığı süreçte Cumhuriyet Yönetimini kurdu, bize bugünkü rahat yaşam ortamını hazırladı. Atatürk olmasaydı ne ben ne de siz okul bulamayacak, cim karnında birer cahil olarak yaşayacaktık. Üzüntülerimizi bir yana atıp, kazandıklarımızı değerlendirelim. Yurdu korumak için savaşmış, kolunu, bacağını kaybetmiş insanlar bugün aramızda yaşamaktadır. Onların çektiği acılar yanında bizim sıkıntılarımız sözü bile edilemez. Bir başka akşam bu konuu bir daha konuşalım!”Zil çaldı. Çıt yok. Öğretmenin yüzü belki lüks ışından olacak, kül rengini almıştı. ”İyi geceler!”deyip çıktı, az ileride durdu. Önünden geçerken elimden tuttu, kulağıma, “Beni düşünerek o konuyu anlattığını biliyorum, teşekkür ederim!”dedi. Sesi titrek titrekti. Yatarken hiç kimseden bir ses çıkmadı. Ufak tefek fısıltılar olduysa da çabuk kesildi. Öğretmenin durumu bir süre gözümün önünden gitmedi. Oysa ben, Reşat Tekinay Öğretmen gelince gene Edirne Öğretmen okulundaki öğrenciliğini anlatacak Okul Müdürü Reşat Tardu’nun baldızı güzel Nurefşan üstüne öyküler anlatacak, Reşat Tardu ile adaş olmanın yararlarını sayıp dökecek, diye bekliyordum. (Her zaman öyle yapardı)Arkadaşlar da buna hazırlanmış durumdaydılar. Beklediğimin tersine, o bizim acıklı durumumuza üzüldüğünü saklayamadı. Ortalıkta bırakılmışlığımızı da biraz açıklar gibi oldu. Biz galiba biraz üvey evlat gibi itilip kakaklanıyoruz. Nisan ayında buyana dersler düzenli sürdürülecekti, öyle demişlerdi. Öğretmenler gelecekti. Bunu ise İsmail Hakkı Tonguç kendisi söylemişti. Benzer sözleri 8/6/1941 günü geldiğinde Hasan Ali Yücel de tekrarlamıştı. Cek-cak, cekti-caktı. . . . . Bunları kendi aramızda konuşunca Mehmet Yücel, “Adamlar doğru söylemiş, biz anlayamamışız; 13 ekip geldi, er birinin başında en az bir öğretmen vardı. Böylece en az 13 öğretmen gelmiş oldu. Bunları yok mu sayıyorsunuz? ”diye sorup zaman zaman bizi güldürmüştü. Gerçekte ise iki müzik öğretmeni atandı. Onlarda arka arkaya gelip gittiler. Mustafa Güneri Öğretmen dışında başka bir atama yapılmadı. Müdür olarak gönderilen kişi de bize öğrete öğrete “Çallının eşek bağladığı ağacı kez!” gibi anlamsız bir öc sözü öğretti. . Köyüme dönersem, Lüleburgaz’dan av için gelenlerin at bağladıkları ağaçları kesebilecek miyim(? !). (Onlar eşekle gelmiyor. )Yazık ki kesemeyeceğim, çünkü o ağaçlar bizim. Babam onları gözü gibi koruyor. Gelenlere at bağlatmazsa, adamlar gelmeyecek. Gelenler de atlarını gidip ormana bağlayacak değil. Güldüm!Lüleburgaz’dan köye eşekle gelen yumurtacılar var. Yumurtacılar gerçekte tüm köyleri gezer. Bunlara yumurtacı denir ama onlar bizim dükkanda olduğu gibi her şeyi satarlar. Keçiboynuzu, kuru üzüm, nohut şekeri, portakal, elma, fındık, fıstık, tahin helvası. Bunlar için, buğday, yumurta, tavuk alırlar. Daha ziyade yumurta-tavuk aldıkları için de adları Yumurtacı ya da Tavukçu olarak anılır. Lüleburgaz’da büyük dükkanları olan Tavukçu Kardeşler böyle başlayıp giderek işlerini büyütmüşler. Büyük kardeş Hasan Amcayı anımsadım, dükkanlarına her zaman uğrarım, köyden haberleri, getirilen öteberiyi Hasan Amca aracılığıyla alırım. O gelince atının bağladığı ağacı kesmek değil, atının yemini, suyunu severek veririm….

 

11 Kasım 1941 Salı.

 

Konuşanlar oldu. Hasan Üner, “Bütün gece böyleydi!”dedi. Bütün gece ne böyleydi acaba? Uyandım ama soramıyorum. Tam bu sıra çadır çöker gibi alçaldı, arkasından yükseldi. Anladım bütün gece olan çadırla ilgili bir şey. Hasan nöbetçi. Kapıdan çıkarken “Ne istiyorsanız onu hazırlarım!”deyip çıktı. Arkasından Mehmet Yücel seslendi “Bizim istediklerimize uyma, doğru dürüst bir çay içelim!”Mehmet Yücel'e sorular yöneltildi, “Ne demek istiyorsun? Bize neden uymasın? Mehmet Yücel gülerek, “Aynı yemekeleri yiye yiye yemediğimiz yemekleri unuttuk. Bana biri yemek adlarını sorsa, saysam saysam beş yemek adı sayarım:1. Etli mercimek, 2. Etsiz mercimek, 3. Mercimek çorbası, 4. Bulgur çorbası o kadar. “Nankörlük etme, Etli-etsiz nohut, etli-etsiz fasulye!”Mehmet Yücel, “Tamam işte onları da siz sayarsınız. Unutmayın ki bu saydıklarınızın tazesi de vardır. Bu memlekette, domates, patlıcan, bakla, lahana, pırasa, havuç, patates gibi makbul yiyecekler de yetişmektedir. Salt patlıcanın on türlü yemeği olduğunu benim anacığım söylerdi. Sizinkiler bir şey söylememiş besbelli!”Mustafa Saatçı konuşanları payladı “Yemek konusunda İskeletle kimse tartışamaz. O yemek seçtiği için hep, çok içinden seçmeye alışmıştır. O nedenle patlıcandan on, patatesten 20”, derken İsmet bağırdı, “İkinizde yanılıyorsunuz, patlıcandan tek yemek yapılır:

-İmambayıldı!Arkadaşlar gülerken “Öğretmen Geliyor!”diye biz söz duyuldu. Yavaşça dışarıya çıktık. Namık Öğretmen gelmiş. Çocuklar masalara oturmaya başlayınca biz de yerlerimize geçtik. Çay-peynir. Ancak peynir gene o kokulu peynirden. Bizim köyde buna benzer yapılan bir peynirimsi nesne vardır, adına ekşimik, derler. Hilmi ile Salih ikisi birden, ”Bizde de yapılır, biliriz, ekşimik, kokmuş ayran, çok söylenir. Ben, kokmuş ayranın bir yapım olmadığını ayranın bozulmuşu olduğunu ancak bir deyim olarak söylendiğini anımsattım. Bu kez de Hilmi, sözünü çevirdi, “Öyleyse ben ekşimiğin de kendisini bilmiyorum, konuşanlar “Hadi oradan ekşimik“derler, ben o kadarını biliyorum. Bu kez de Mehmet Aygün, Hilmi Altınsoy’a “Hadi oradan ekşimik!”dedi.

Kahvaltıdan kalkarken bahçede kasırgamsı toz dönmeleri oldu. Kalkan tozlar masalara yöneldi. Deminden beri susan Yusuf:

-Arkadaşlar öğlede toz çorbası yiyeceğiz!deyip yürüdü.

“Haydi şakalar bitti, Yağmur Kompostosu yemeden işimize gidelim!” Komposto nedir? Hasan Üner açıkladı, “Hoşafın alafranga adı. Kurumuş erikleri şekerli suda pişirirsen hoşaf, taze eriği gene şekerli suda kaynatırsan komposto olur. ”

Yola çıkınca bayrağı anımsattılar. Aslında unutmuştum ama doğruyu söylemedim. Bayrakları Hüsnü Baykoca veriyor, ancak sabah erken gelmediği için beklemek gerekiyor. Öğlede ise yemeğini bile odasında yiyor, beklemeden alırız. Yazı tura atacağımızı da unutmadım. Rüzgar arkamızdan esiyor, buna sevindik. “Ya dönerken? ”Sağlık olsun!Hasan Üner yok, Yusuf Asıl’la karşı karşıya çalışıyoruz. Konuşmak yok. Öğretmen gelince, bir grubun öbür taraftan başlamasını önerdi. Kendisi Salih Baydemir’in karşısına geçti. İçimden buna sevindim. Ne de olsa onlar, bir kuytu yapacaktır. O taraf tam rüzgar tarafı. Oldukça gürültülü bir çırpınıştan sonra köşe makası yerleştirdiler. İkinci makastan sonra da kiremit altı tahtalarının bir bölümü çakıldı. Ali Yılmaz Öğretmen “Kendimizi rüzgardan koruduk!”diye bağırınca, ben “Teşekkür ederiz!”dedim. Öğretmen “Sizi kurnazlar sizi!”diye takıldı.

Öğle paydosu için inince öğretmen, “Gelince kiremit altı tahtalarını çakalım!”dedi. Etrafına bakındı. Kaç Hasan var? ”diye sordu. Grubumuzda dört Hasan olduğunu söyledim. Öğretmen gülerek, ”Hasan’lar öğleden sonta tahta çakacak!”dedi. Ancak Hasan Üner’in nöbetçi olduğunu anımsattım. Hasan Arabacı da öğleden sonra nöbetçi olacakmış. Bu kez de öğretmen Ahmetleri sordu. İki Ahmet var. “O zaman 2 Hasan’la 2 Ahmet tahtaları çakacak!Hasan’lar, Ahmet’ler işbirliği”. .

Gülerek yemeğe gittik. İlk kez rüzgardan oldukça çok etkilendik, “Hıtıtıtııı!” yapanlar yanında, bağayı soğukmuş deyip ellerini ovuşturanlar oldu. Okul bahçesinde hortum olmadı ama yer yer baskılı esintilerde bizim çadırın balonladığını dışardan izledik. Yemekten sonra Hüsnü Baykoca Öğretmenin odasından bayrak aldım. Kendisi yoktu, çekinerek bakınırken merdiven önünde duran bir köylü, sordu “Ne baktın? ”önce yanıt vermedim, adam tekrar sorunca bayrak için geldiğimi söyledim. Adam, ben burada çalışıyorum, adım Satılmış, bu köydenim, deyip içerden birbayrak alıp verdi. Satılmış’ın yüzüne baktım, kalın kaşları var. Kaşının birinin yarısı boyanmış gibi beyaz. Teşekkür edip ayrıldım. Satılmış. Satılmış ad. Arkadaşlarla konuşurken duydum ama bu adı taşıyan birini görmemiştim. Arkadaşlara yetiştim. Bayrağı Hasan Gülümser’e verdim. Tahta çakacak dört arkadaştan biri çakacak. Aranızda siz yazı tura atın!”Ahmet Baştürk, “Biz dördümüz çakarız; ikimiz bayrağı, birimiz sopasını tutar, birimiz de çakarız!”Yusuf Asıl bayrağın bizim tarafa çakılması gerektiğini anımsattı. Trenden daha rahat görüleceğini söyleyince kimse karşı çıkarmadı. Binaya ulaşır ulaşmaz ilk iş olrak bayrak dalgalandırıldı. Öğretmen gelince, “İki gündür sormak istedim ama, kendileri düşünsün, deyip sustum, anımsadığınıza sevindim!”dedi.

İki yönden makasları yerleştirerek ilerledik. Tüm çabalarımıza karşın beş makaslık bir yakınlaşma sırasında paydos oldu. Öğretmen, bitirmek güzeldi ama bu da büyük bir başarı. yarın bir grubumuz tamamlar, biz de öbür tarafa başlarız!”deyip indi. Ali Yılmaz Öğretmen yüksek sesle “Bugün ayın kaçı? ”diye sordu. “11 Kasım!” denince, “Proğramımızı sürdürüyoruz. “20 Kasım!”, demiştik. 8 günümüz var. !”deyip yürüdü. Öğretmen yolda giderken radyo haberlerinden söz etti. Doğuda kar yağışları yolları kapatmış, Tahir geçidi, Rahva geçiti kapanmış!”dedi. Bu geçitleri bilmiyoruz ama, sanki Ankara yolundaymış gibi irkildik. Öğretmen bu irkilmelerimizi anlamış olacak, bu geçitlerin Erzurum-Van bölgelerinde olduğunu, bizimle ilgisi bulunmadığını açıkladı ama ilk etki bizde sürdü gitti. . Gerçekten kar yağarsa ne yapacağız? Çadırda yatmamıza karşın doğru dürüst üstümüzde örtü yok. Hala ağustosta örttüğümüz pikelerle yatıyoruz. Birden örtünme gereksinimi duyduk, yorgan ya da battaniye istemeye karar verdik. Dersliğe gidince bunu ortaya atacağız. Yapıcılar bunu çoktan konuşmuş, biz girince “Battaniye mi yorgan mı istiyorsunuz? ”diye sordular. Ben, “Ne verirlerse!”deyip geçtim. Meğer derslikçe yorgan mı, battaniye mi? oylaması yapılıp ona göre istenecekmiş. Halil Basutçu'ya baktım “Battaniye!”işareti verdi. Duraksamadan, “Battaniye!”dedim. Halil açıkladı, kullanılmış verirlerse battaniyeyi kolayca yıkarız, yorgan yıkanmaz, kirli şeyleri kirli kirli kullanmak zorunda kalırız!”Halil Basutçu böyle işleri iyi biliyor. Şimdiye dek ben, kirli yorgan falan hiç düşünmemiştim. Köyde bunu düşünürsem vay ablamların başına geleceklere!Sanırım köyde düşünmem bunu. Çünkü orada sonsuz bir güven içindeyim, gerekeni ablamların yaptığına inanıyorum. Büyük Ablamın sık sık benim yorganlarıma ağızlık taktığını çok görmüşümdür.

Yemekte de “Yorgan mı? -Battaniye mi? tartışması sürdü. Oysa oy çokluğu ile battaniye istenmişti. Hilmi Altınsoy gene karşı oldu, yorgan daha çok ısıtırmış. Yusuf da ona katılınca, bu kez Orhan’la Mehmet Aygün “Şişmanlar yorgancı!”dediler. Tam o sıra Abdullah Erçertin yanımızdan geçiyordu. Ona sordular. Abdullah olayı anlamadı ama, “Ben yorgan istemiştim!”deyip gitti. Bu kez olay daha da büyüdü; şişmanlar yerine “Pırtlalardan, gebeşlerden söz edilmeye başlandı. Tartışma dersliğe dek uzadı. Derslikte . ise iyice cıvıdı. “Okulda en şişman Sazan!, ondan sorulsun!”diyenler oldu. ”Kim sorsun? ”derken Sami Akıncı sinirlendi, “Siz şaka maka bilmiyorsunuz! Elin kızını ne hakla dile dolayıp konuşuyorsunuz? Duyup okul yonetimine baş vurursa, yemin ederim, sen sen sen, bu, bu, bu diye hepinizi birer birer gösteririm!”dedi. Birden bir sessizlik oldu. Mehmet Yücel, “Haklıymışım değil mi? Siz koca üç yıl geçti, şaka nedir öğrenemediniz. Dilimde tüy bitti, “Siz şaka nedir bilmiyorsunuz, işin acısı öğrenemiyorsunz da!”Tıs, pıs gülmeler başlarken Selçuk Korol Öğretmen geldi. “Oooo, Maşallah, sessiz sakın oturuyorsunuz, sizden olgunluk bekliyordum ama galiba hızlı gitmişsiniz, kutlarım!”dedi. Sıralara baktı, birkaç kişi dışında kimsenin önünde kitap yoktu. Öğretmen duraksadı. “Yoksa ben yanıldım mı? Galiba siz kavga ettiniz, yeneni yenileni belli olmayan bir kavga, onun sessizliğne rastladım herhalde!”Kimseden ses çıkmadı. Öğretmen, “Neyse, ben geldim, size iletilmiştir; çalışsanız da çalışmasanız da bizler dersliklerinize gelip gözetleyeceğiz. İçinizde bir kişi bile çalışsa kar sayıp ona engel olacakları önlemekle görevliyiz!”Öğretmen, kapıya doğru yöneldi, geri döndü, yanıma geldi. Öğretmen dersliğe girdiğinde gördü, Coğrafya kitabını karıştırıyordum. “Sen birşey mi arıyorsun? diye sordu. ”Arıyorum ama bulamadım!”. Beklemeden, ”Rahva Geçidi ile Tahir Dağlarını aradım!”dedim. Öğretmen, ”Onları kitaptan çok haritalardan, atlaslardan bulursun, onlar çok özel yerler, dar bölgeler, ders kitapları onları pek almaz!”dedi. Bunları nereden aklıma getirdiğimi sordu. Ali Yılmaz Öğretmenin anlattığını söyleyince güldü. “İbrahim, gene beni güldürdün!”dedi. Arkasından, Yurdumuzda ünlü geçitler vardır, Karadeniz’in Anadolu kapısı Zigana, Akdeniz’in, Çukurova’nın Anadolu kapısı Gülek geçitleri vardır. Bunlar geniş alanları birleştirdiği için çok yaygın anılıp bilinir. Rahva geçidi bir coğrafla geçidi değil kar yığınağı olan dağlar arası bir ovadır. Ancak çok kat tutar. Rahva karla örtülünce Van yöresi ile bağlantılar kopar. Tahir Dağları ise adı üstünda dağdır. Oralara da bol kar düşer, dik yokuşlu yollar kardan kapanır; kimi zaman aylarca açılmaz. O bölgelerin karı bol yöreleridir. Rahva, Van Gölü’nün batıya bakan tarafındadır. Tahir Dağları da Erzurum ile Ağrı arasındadır. ”Sağolun!”dedim. Öğretmen bu kez, ”İşte çocuklar ben, bana verilen görevi yaptım. İlgilenenler söylediklerimi duydu, soran arkadaşınız da aradığı bilgiyi buldu, sanırım öğrendi de. Sizler de öğrenmek istediklerinizi ortaya getirirseniz, sizinle de birkaç söz eder, bildiklerimizi tazeleriz. Öğretmenlik budur, bu da öğrenciler için gereklidir!”Öğretmen sözünü bitirirken zil çaldı. Öğretmen gülümseyerek hepimize baktı “İyi geceler!”deyip gitti. Öğretmenin arkasından ilk çıkan ben oldum. Öğretmen durdu, gökyüzünü gösterdi; şu gökyüzüne de bakın, orada da güzel şeyler var. Bu denli berrak gökyüzü çok az bulunur. Şindi de tam zamanıdır!”dedi. Öğretmen büyük kapının önünde durdu, arkadaşları bekledi. Ben kimseyle konuşmadan yattım. Arkadaşlar öğretmenin gelebileceğini düşündüklerinden olacak hiç konuşmadılar. Ben bir süre konuşulacakları beklerdim. Öğretmenden çok Sami Akıncı’nın söylediklerine ne tepki olacak, onu merak ettim. Özellikle Mustafa Saatçı ne diyecek. Kızlar için en acımasız sözleri söyleyen Mustafa Saatçı. “Öğretmen gitmiştir, ha şimdi konuşacaklar, şimdi konuşacaklar!” derken birkaç kez esnediğimi duyumsadım. Sonrasını bilemiyorum, sanırım uyudum.

 

12 Kasım 1941 Çarşamba

 

Yatarken Hilmi Altınsoy, “Nöbetçiyim, beni uyandır!”demişti. Yavaşça inip uyandırdım. Çadırın kapaklarını açar gibi yaptım, çiselti olarak yağmur var. Yoksa kar mı? deyip bir daha baktım, yağmur. Ancak hava oldukça soğuk. Az sonra öteki nöbetçiler konuşmaya başaldı, “Nerdesin Evrensekizli? Buradayım Beyaz köylü sözleri bir birini izledi. Beyaz köylüyü biliyorum Ahmet. Evrensekizli tek değil. Hilmi kalktı “Kapakları açıyorum arkadaşlar, kendinizi üşütmeyin!”deyip gitti. Arkasından bağıran oldu, “Çay mı çorba mı? ”diye soranlar oldu. Çorbaysa gitmeyeceklermiş. Zil çalınca gne de herkes gitti, çorbasını içti. Kahvaltıda otururken bardaktan dökülürce yağmur başladı. “Yazık, iki günümüz daha olsaydı!”demeye başladık. Kahvaltıdan kalktık ama yağmur sürdüğü için kimse çıkmadı. Kızlar, birer ikişer koştular. Koşmalarına gülenler oldu. Kendine güldürmek istemeyenler beklemeyh yeğledi. Bizim arkadaşlardan da yatakhaneye koşanlar oldu. Fettah Biricik'in ayağı çadır ipine takılınca düşmedi ama çadıra emekleyerek girer gibi göründü. İsmet duramadı:

-Ah, çok yazık, düşmeyi bile beceremedi!”deyince gülenler oldu.

Yağmur giderek azaldı. Daha doğrusu rüzgar arttınca yağmur iri, seyrek tanelere dönüşerek yavaşladı.

Seyrek taneleri yok sayarak “Kesildi!” deyip korunaktan çıktık. Biz kimse bir şey demedi ama arkadaşlar benim sözüme uyunca yola çıktık. Şansımız varmış, rüzgarın artmasına karşın yağmur tümden kesildi. Ali Yılmaz Öğretmen de geldi. Öğretmen önce çalışalım mı? diye bize sordu. Yanıt beklemeden kendisi yukarıya tırmandı. “Aman çocuklar dikkat, ıslaktır, kaypaktır!”uyarıları yaptı. “Soğukmuş, ıslakmış söyleleri içinde makasları tamamladık. Üste çıkmamak üzere tahtaları boy erdiği yerlere çaktık. Çatı, tepesi açık alt kanatları kapalı bir şekle girdi. Zaten tahtalar arkalıklı çakıldı. Alt uçların kiremit döşenmesinde kolaylık olsun düşüncesiyle tahtalar aralık çakılmıştı. Yere inince öğretmen, “Gelmemeyi düşünmüştüm, ne iyi ettimde geldim, ” Bugünkü işimizi yarına bırakmadık!”dedi. Hep birlikte Birinci depoya gittik. Hava yağmazsa öğleden sonra bir grubumuz kiremit dizmeye başlayacak. Depolar kalkan duvarlı, hemen makasları dizleye başladık. Birinci makastan sonra öğretmen karşı tarafa geçti oranın ilk makasını oturttu. Duvar üstü bağlantılarında uyumsuzluk, fırtınalarda çatı kalkmasına neden oluyormuş. İki taraftan da üçüncü kirişleri hazırlarken öğle paydosu oldu. Öğretmen çok sevinçli. “Yağmur bizi gırbaçladı!”dedi. İyi ki yollar çamur olmuyor, bir de Kepirtepe gibi çamur olsa durumumuz ne olacaktı? Ali Yılmaz Öğretmen elini kaldırarakkuzey-batı taraflarını önce gösterdi:

Bakın bakın dağlara değil yakınımıza dek kar gelmiş, rüzgar kuytulukları beyaz beyaz. Kar bizim çatıları bekliyor; kirdmiti örter örtmez yağacak!”dedi. Arkadaşlar, bzkıp bakıp arka arkaya, “Sahiden kar yağmış!” dediler. Karşı dağlarda gördüğümüz beyazlığın burnumuz dibine gelmesine aldırmadan koşuşarak yemeğe döndük.

 

Öğle yemeğinde çorba, fasulye, tahin helvası. Nöbetçi Hilmi Altınsoy, tahin helvası vermekle öğünmeye başlayınca , Harun Özçelik, (Salt arkadaşa takılmak için)Tahin helvasının bir sofra tatlısı olmadığını, annesinin bugüne dek bir yol olsun önüne tatlı diye tahin helvası koymadığını söyledi. Hilmi fena bozuldu, “Benim anam da koymadı ama burada işler başka !”deyip gitti. Bu kez de sofra tatlıları sözü önemsendi, bunlar sayılıp döküldü. Ben tatlı sevdiğim için, her türlü tatlıyı yiyorum. Tahin helvasını da sofrada değilse bile kır yemeklerinde çok yedim. Bağ beklediğimde, pancar taşırken, evben uzakta yemek zorunda kalınca başlıca tatlım tahin helvasıydı.

Yemekten sonra toplanıp çalışmaya gittik. Öğretmenden önce çatıya çıkıp çakmaya başladık. Öğretmen neşeli olarak geldi. “İzmir’in kavakları, diye şarkıya başladı. Hasan Gülümser’e devam et!”dedi. Hasan birden sesi tutturamadı, Musa ile Ali ikilisi birden yardımcı oldular. Ali Yılmaz Öğretmen alkışladı. “Hadi çocuklar, bundan sonrasını çatı bitince söyleriz!”deyip kestirdi. Tüm gayretimize karşın kiriş yerleştiemede çıkan olumsuzluklar nedeniyle iki makası yarına bıraktık. “Ben yarın nöbetçiyim!”Öğretmen, “Bu olmadı şimdi, başkası kalsın nöbete!”dedi. Yürüdü gitti. Yusuf, “Değiştirirsin, İsmet tutar senin yerine!”Sonra da Ahmet Güner’le geğiştiririz, Ahmet seni kırmaz!“dedi. Gerçekten öğretmen arkasını döndü, gitti. 2. Okul binasının alt betonunu döken yapıcıların yanına gitti. Biz de beklemeden okula döndük. Ahmet Güner razı oldu, böylece nöbeti atlattım. Yarın nöbetçiyim düşüncesiyle akordiyon çalışmayı tarsarlıyordum. Bu kez akordiyonu alıp yemek ziline dek çalıştım. Akordiyonu iyice gevşettiğimi anladım. Keman uçtu gitti, akordiyonda mı? öyle olacak! Yemek zilinde bıraktım. Hilmi, nöbet için birşeyler söylemeye kalkınca Yusuf Ahmet Güner’i gösterdi. Hilmi önc inanmadı, Hasan Üner anlatınca söyleyeceğini Ahmet’e söylemek üzere gitti. Derslikte değişik bir durum var, herkes birer kitap açıp karıştırıyor. Kim gelecek? Kimse bilmiyor. Namık Ergin Öğretmen çıktı geldi. Bizi özlediğini söyledi. Karaağaç gezimizi ilk çektirdiğimiz toplu resmimizi anımsattı. Namık Öğretmen derslere hiç değinmedi, Kepirtepe’ye dönüşü de “Bana sormayın çocuklar, hepinizden çok ben oraya dönmek isterim, ama bu konuda da konuşmak istemiyorum. Elbet bir gün bizi gönderecekler; o günü bekleyelim!”deyip güldü. Hepimizle eşit aralıklarla konuştu. Zil çaldığı zaman da “İyi geceler!”deyip ayrıldı. Yattığımda Namık Öğretmeni düşündüm. Ne güzel konuşuyor. Bağırıp çağırma yok. Canım, ciğerim sözleri içinde durumumuzu soruyor, geçmişte bizimle ilgili anıların hep iyi taraflarını anımsatıyor. Bir çok olayı da dünmüş gibi anlatıyor. Yatınca bir süre Namık Öğretmeni düşündüm. Nahide öğretmenle evleneceği söyleniyor. İkisi de çok iyi insanlar, neden acele etmiyorlar? Nedense birden onları düşünmeye başladım. Bu kez de yarınki nöbet aklıma geldi; ya Röslein nöbetçi olursa? ”Olursa olsun!”deyip gözlerimi kapadım. .

 

13 Kasım 1941 Perşembe.

 

Ahmet Güner fısıltıyla, “Konuştuğumuz gibi değil mi? Ben nöbete gidiyorum!” Arkadaşa “Git !”dedim, saate baktım. Zilin çalması gerekir!”derken zil çaldı. Akşamki takıntıyı düşündüm. Gül geçmişte nöbetime rastlamıştı, nedense gene bu olsun istiyorum. Bu günlerde nöbeti geleceğini de sanıyorum; bu güne rastlarsa üzüleceğim. Bakınarak musluklara gittim. Dönüşte Hatice’yi gördüm, sevindim. Serince bir esinti var ama soğuk sayılmaz, rahat çalışabileceğiz. Sabah konuşmalarını sevmediğim için salt vakit geçirmek için dersliğe gittim. Sami Akıncı Almanca çalışıyordu. “Sen neden bıraktın? ” diye sordu. Gramerini karıştırdığımı, daha doğrusu Die Konjugation bölümünde Der İndikativ/Der Konjünktif olayını anlayamadığımı, İnfinitiv, Partızıp, Imperatvı bunların aktiv-pasiv, perfekt, Plusqamperfekt, Futurları iyice kafamı karıştırdı. Sami, “Sen sırayla çalışmıyorsun, ara ara hepsine birden bakıyorsun; ondan zor geliyor. Kitap sırasını bozmadan çalışsan daha kolay oluğunu göreceksin!”dedi. İnandım ama, bu sıralar da çalışmak istemiyorum. Sami’den başka sabahları dersliğe uğrayan yok. Bundan böyle kalkar kalkmaz dersliğe gitmeye karar verdim. Kahvaltıda çay-zeytin var. Ahmet geldi, “Bu senin şansın, zeytin seviyordun!”dedi. Havanın açık olması hepimizi sevindirdi. Ali Yılmaz Öğretmen bizden önce yola çıkmış, az yürüyünce karşı dağlara baktık. Kar neredeyse ovaya dek inmiş. Dönüp arkamıza baktık; köyün az yukarsına dek tüm İdris Dağı, batıya doğru uzanan Hasan Dağları kar olmuş. Ali Yılmaz Öğretmen, “İşte bu bize bir işarettir. Kış haberini veriyor:”Başınızı koruyacak çatılarınızı bir an önce tamamlayın !”diyor, deyip güldü. Konuşmasını sürdürerek:

-Biz de sürdürüyoruz, Kış baba beyaz kürküyle bize geldiğinde çatılarımızın kapandığını görecektir!Salih Baydemir,

-Yollar ne olacak öğretmenim? Öğretmen, “Bu soruyu birinizin soracağını biliyordum. Çok düşündüm ama bunun doğru bir yanıtını bulamadım. Ancak hep birlikte yaşayarak bunu yanıtını bulacağımıza inanıyorum!

Çatı önüne gelince öğretmen bana sordu, “Kaç arkadaş kalsın? ”Ben sayı veremedim duraksadım. Öğretmen, “Orhan, Hasan Üner, Yusuf, Namık, Süleyman adlarını sıraladı, 6 kişi yeter!” deyip öteki arkadaşlarla atölyeye gitti. Biz iki makası tamamlayıp pekiştirme eklerini çakacağız. Ayrıca aralıklı olarak kiremit altı kapaklarını da tamamlayacağız. Önce makasları yerleştirdik. Yusuf’la Namık gönüllü çakıcılık istediler üste çıkmamak koşuluyla tahtaları onlara bıraktık. Çabucak bitireceğimizi sandığımız işi tamamladığımızda öğle oldu. Öğretmenlerin yanına vardığımızda onlar da paydos etti. Ali Yılmaz Öğretmen işlerden çok hoşnut “20 Kasım dedik ama daha önce de dış işlerden kurtabileceğiz!”dedi. Eksik babalıklardan söz ettim. Öğretmen “Sili Ustayla konuştum, onları 8X10 luklardan çiftlik(Birleştireceğiz) yapacağız, öğleden sonra göstereceğim!”dedi. İçimden “İyi ki sordum, öğleden sonra nerede çalışacağımı da öğrenmiş oldum!”diye sevindim. Kiremit işini sevmiyorum. Kiremit heveslisi çok.

Öğle yemeği çok gecikti, ekmek gelmemiş. Sonunda gene geldiğimniz günlere döndük, ekmek yerine yufka yedik. Mutfakta çalışan kadın nöbetçileri uyarmış, “Kar yağdığında hep bundan yiyeceksiniz, şimdiden alışın. Ekmek biter ama yufka bitmez, korkmayın!”demiş. Hatice gülerek Fati kadının müjdesini söyledi. Böylece kışın aç kalmayacağımızı öğrendik. Mehmet Yücel, yüksek sesle sordu “Yanında soğan da olacak mı, kuru soğan? Ali Yılmaz Öğretmenin durumdan haberi yok, gitmiş bir hayli beklemiş. Dönmek üzereyken bizi gördü, ilgiyle sordu. İlk sözü “ Sonunda olacağı da budur!”deyip bizi, yeni durumlar için uyardı. Öğretmen beni depo çatısı için gönderdi, Recep Kocaman’la Hasan Arabacı’yı değiştirdi. Az sonra bizim yanımıza geleceğini söyledi. Biz yettiği kadarıyla babaları hazırlayıp çatıya çıktık. Duvarlar alçak, dar uzun tip bina olduğundan kolay çalışıyoruz. Kalkan duvarlar da düzgün çıktı. 4. makası bitirirken öğretmen geldi. Bir örnek ekli baba kesip yaptı. Onluk yanlara makaslar yaslanacak. Hasan Üner'le biz babaları hazırladık, arkadaşlar makasları diktiler. Yandaki depoya duvarcılar geldi, onlar da alt beton için dolgu yapıyorlar. Karşılıklı konuşmalar şakalar içinde paydosa çıktık. Biz babaları hazırladık. Arkadaşlar da 6. makası diktiler. Yarın bitirmek umuduyla paydos ettik. Öğretmen geçerken uğradı. Yapıcıları görünce ona da sevindi. “Binaların tabanı düzelince görüntüsü de daha düzgün oluyor. Bizim çatılar, içinden bakınca daha anlamlı olur. Şimdilerde dışar bakmakla yetiniyoruz. Bir de beton dökülür ya da döşemeleri yapılırsa o zaman tastamam bina oldukları ortaya çıkacak!”dedi. Öteki arkadaşlardan da gelenler oldu. Islak kiremit tutmanın ellere etkisi ortaya çıktı. “Elim, parmağım!”gibi sözler duyuldu. . Ali Yılmaz Öğretmen “Okadar olacak, yağmur yağdı ne yapalım? ”diye sordu. Ben doğru yatakhaneye gidip akordiyonun başına oturdum. Ellerimde herhangi bir tutukluk yok. Tüm parçaları tekrarladım. Gölköylülerin Çıtırdak adlı oyunlarının melodisini unutmuşum, bir türlü çıkaramadım. Anımsar gibi oluyorum, çalmaya başlayınca Sepetçioğlu oyununa kayıyorum. Neden Sepetçioğlu, başka biri değil? Onları birlikte öğrenmiştim, buna yordum. Schbert Serenad’la Tamburin’i ezber çalıyorum. Toselli’nin ancak başını çalıyorum, hele inişi bir tülü yapamıyorum. İzmir, Cezayir Marşlarını özlemişim, çaldım. Dışarda sesler durunca bırakıp çıktım. Masalarda ekmekleri gören “Oooo, Ekmek gelmiş!”diyor. Masalara oturunca önce ekmeklere sarıldık. Çorba –Nohut-sıcak erikli suyu. Bunun adını Yusuf Asıl koydu. Bunu arkasından bir gün de eriksizi gelecekmiş; tıpkı etli yemekler gibi şekil değişikliği olacakmış. Erikli su-eriksiz su. Bunun bir de sıcak soğuk olanını içecekmişiz. Yusuf söylüyor gene kendisi gülüyor. Arkadaşlar da Yusuf’un söylediği sözden çok onun gülüşüne gülüyorlar. Derslikte önce “Kim gelecek? Sorusu konuşuldu. Ali Yılmaz Öğretmeni bekleyenler var. Ben, ”Gelecek olsa bize söylerdi!”dedim. Bir de baktım, Hidayet Gülen Öğretmen kapıdan girdi. “Her gelişimde sizi biraz daha büyümüş buluyorum!”dedi. İsmet, “Siz öyle olmamızı istiyorsunuz da ondan öyle görüyorsunuz öğretmenim, aslında biz büyüyemiyoruz!”dedi. Öğretmen, “Öğle düşünmene üzüldüm İsmet, bu gerçek düşüncense, yanlış olduğunu hemen söylemeliyim. Şaka ediyorsan, şakana şakayla karşılık vermek içinse, beklediniz hızla büyüyemediğinizi ben de görüyorum. Ama bu her zaman olası bir istek değildir. Gençler oldum olası acelecidir. Bu nedenle onlara DELİKANLI demişler. Apaçık bir söz, delikanlı, kanı deli, atak, ele avuca sığmayan, demektir!”dedi öğretmen, geldi benim tek sıramın köşesine oturdu. “Canım, biz ne konuşuyoruz, bırakalım bunları, ne haber? Kepire dönüyor muyuz dönmüyor muz? ”deyip güldü. ”

“Dönüyoruz!”diye bağırdık. “İşte size coşacak bir konu, er-geç Kepirtepe’de olacağız. !”bir sessizlik oldu. Sami Akıncı, “Yeni bir haber var mı öğretmenim? ”dedi. Hidayet Öğretmen, kim de, bende mi? Bende bir haber yok. Yok ama bu iş olacak. 300 insanı buraya getirip kış boyu yufkayla beslemeyi düşünmezler, sanırım!”deyip güldü. Bu kez de “Bunu da bırakalım, sekiz ay sonra Kepirtepe’ye döndüğünüzde size sorsalar, “Orada ne kazandınız? Bu soruya ne yanıt vereceksiniz? bunu düşünüyor musunuz? ”Herkes düşündüğünü söyledi. Ben öğretmenin hemen yanındayım ama biraz yanında kaldığımdan öğretmen beni tam görememektedir. Ben de konuşmalara pek karışmadım. Sonunda öğretmen bana sol eliyle dokunarak, “Senin bir kazancın olmadı mı? ”diye sordu. Az geriye yaslanarak, Kazanır gibi görünsem de ben kazandığımdan daha çok kaybettim!”dedim. Öğretmen döndü “Bak bak, ne diyorsun sen, ben seni en kazançlı olarak görüyordum, bu nasıl oldu? ”dedi. Ahmet Gürsel öğretmenden başladım, derslerin kaldırılışında, göstermelik müzik öğretmenlerinden söz ettim. Külhanda ter toprak içinde bireysel olarak öğrendiğimiz oyunları oynama olanağı bile verilmediğini ortaya getirdim. Kitapları sıranın üstüne koydum, “Bunları kendim aldım, Lise birinci sınıftayım ama bu sınıfın kitaplarını açınca o sınıfta olmadığımı üzülerek görüyorum!”Öğretmen, gene elini uzanıp bakmadan dokundu, ”İbrahim, dertlisin anladım, bu üzüntüleri inanın biz daha derinden çekiyoruz. Bunun geçici olduğuna kendimizi inandırarak teselli oluyoruz. Az daha sabredelim. ”Sabreden derviş, muradına ermiş!”derler. Biz de muratlarımıza ereceğiz. Sanırım bu çok yaklaştı, Azıcık daha sabır, diyelim, emi? ”dedi ayağa kalktı. İsmet parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince İsmet, “Dayım soruyu yanlış anladı, bizler buradan gidince soranlara da sormayanlara da çok şeyler kazandığımızı söyleyeceğiz, örneğin ben anneme, naz edip yemeklerini beğenmediğim zamanlar, ekmek yerine yufka yediğini, çay yerine ılık erik suyu içtiğimi söyleyip güldüreceğim!”Hidayet Gülen Öğretmen, “İsmet beni şimdiden güldürdün!” deyip Kahkahayla gülerek, “İşte böyle, daha neleriniz var da kendinize saklıyorsunuz. Bir başka akşam bunları da konuşuruz!”deyip gitti. Öğretmen gidince bir süre herkes sustu. Beni eleştiren çıkacak diye beklerken, Sami Akıncı, “Benim söyleyeceklerimin hepsini söyledin arkadaşım, az değil bir yılımız gitti. Bundan sonra da gideceği caba. Kepirtepe’ye dönünce de orada öğretmen bulacağımızı sanmıyorum. Bir o kadar da orada bekleyeceğiz. Burada kalırsak, besbelli tüm kışı, o da bulursak soba başlarında pinekleyerek geçireceğiz!”deyince arkadaşlar Sami Akıncı’ya sordu:

Peki biz ne yapalım? Sami Akıncı, “Bunu bilsem hemen yapacağım ama ben de bilmiyorum!”Zil çaldı, ben kalkıp ayrıldım, arkadaşlar bir süre kaldı. Yatınca konuşmalardan birşeyler almaya çalıştım. Her kafadan başka ses çıktığını duyunca bir karar verilemediğini anladım. Bu kez de Cavit'le konuşmaya, neler yapıklarını öğrenmeye karar verdim. Hiç bir şey yapılmamışsa kendim yapmayı düşündüm. Yakalanırsam okuldan atılacağımı hesapladım. Gördüğüm rüyaların bunları gösterdiğini korkarak aklımdan geçirdim. Oysa bir ay önce ne güzel şeyler düşünüyordum. Süheyla Öğretmen beni nasıl umutlandırmıştı. Süheyla Öğretmen değil Süheyla Başokçu şimdi nerelerde, kuşkusuz çok mutludur. Konservatuvarda öğrenci, bahçe duvarları yüksektir. Gitsem bile uzaktan göremem. Ya bakınırken beni görür de “Ne arıyorsun buralarda? ”derse, “Okuldan kovuldum!”diye bilir miyim? Birden irkildim. “ Sımsıkı tutarken keman birden elimden düştü. Tutmak için uzandım. Keman, duvar gibi bir yere takıldı, uzanıp almak üzereyken gene düştü. Uçar gibi sallanarak gidiyor, bir yere tutunmak üzereyken gene kurtuldu. Sonunda uzaklaşıp iyice kayboldu. Arkasından baktım kaldım. Keman kaybolunca, bu kez kendisini gördüm. Gülerek bana el salladı. Kemanı nasıl söyleyeceğim diye kendimi sıkarken, onun da arkasını dönüp uzaklaştığını gördüm. Yanında biri var mı? diye gerinip bakarken uyandım. Yük taşımış gibi güçsüz bir durumdaydım. Yoksa ben uyurken bana vurdular mı? gibilerde ötemi berimi yokladım. Öbür tarafımı dönüm uzandım. Çadır gene rüzgardan rap rap inip çıkıyordu…

 

14 Kasım 1941 Cuma.

 

Halil Basutçu nöbetçi, yavaşça kalkıp hazırlandı. Tüm dikkatıyla beni uyandırmamaya çalışıyor. Yavaşça, “Uyandırdın işte!”dedim, ”Halil telaşla “Yapma yahu, bizim ranza da bozuldu herhalde. Ben sallamıyorum ama sanki sallıyormuşum gibi kendisi sallanıyor!”dedi. Daha önce uyandığımı anlattım. Birlikte çıktık. Sami Akıncı’nın yaptığını yapacağımı söyleyip dersliğe gittim. Sami çoktan gelmiş. Benim geldiğime sevindi, “Kimi zaman zili duyamıyorum, geç kalıyorum, saatine bakarız!”dedi. Almanca 2. Lektion’u açtım. Der elfmeter als Lebensretter. Parçayı okuyunca içinde geçen tanıdık sözlerden futbol maçından söz ettiğini anladım. Yaşam kurtaran penaltı. Bildiğim harflerle yazıldığı için rahat okudum. Zil çaldı. Ancak sabahları daha da erken kalkmayı tasarlayıp kahvaltıya döndüm. Kahvaltıda gene çorbayla kalşılaştık ama yhanında ekmek olduğu için fazla kurcalamadık. Zaten Şakacı arkadaşımız Mehmet Yücel, “Günahtır yiyecekler için olumsuz konuşmalar yapmayın!”deyip duruyor. İşlerden konuştuk. 2-3 günlük bir sıkı çalışmamız var. Onlar bitince sanırım işler hafifleyecek. Kapı-pencere ne de olsa atölyede, bilinçi gözetimimiz altında. Konuşarak giderken, Cavit’le karşılaştım. Diş sorununu atlatamamış. Düşmesi gereken dişler düşmemiş, düşmeden çıkan dişler varmış. Dişçi, “Gençsin, eskileri sökerken yeniler zedelenir, diş boşlukları oluşur, yüzünün görüntüsü bozulur sonra kızlar beğenmez, azıcık katlan, haftaya bir daha bakalım!”demiş. Çarşamba günü gene gidecekmiş. Yavaşça “Ben mektubu attım!”dedi. Sesimi yükselterek “Geçmiş olsun!”deyip ayrıldım. Yatarken çektiğim korkulara karşın birden bir rahatlık duydum. Sanki istediklerimiz olmuş gibi neşem yerine geldi. Önce Kamil’e sonra Yusuf’a takıldım. Hava oldukça serin ama çalışırken üşümüyoruz. Öğretmen geldi, bayrak sözü edilince, öğretmen “Bunlara bayrak gerekmez bunlar küçük binalar!”dedi.

Birbirimizi destekleyerek çalıştık. Kiremit dizenlere bakıp orada olmadığımıza seviniyoruz. 8. makastan sonra arkadaşlar tahtaları da çakmaya başladılar. Öğle paydosunda çatıdan indiğimizde güldük. Çatı alaca bulaca olmuş; bir ucu henüz duvar öbür ucu kiremitlenmeye hazır durumda. Öğle yemeğine de neşeli gittik. Yemek masalarına yaklaşırken eskisi gibi yemek araştırma yok, önce ekmek var mı? sorusu soruluyor. Halil Basutçu, tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı verdi. Arkadaşlar böyle söyleyince arkadaş gülüyor:

-Ben mi verdim bunları? ”diye sordu. Gülüyoruz. “Sen verdin, karşımızda biz seni görüyoruz!”Gene erkenden işe gittik, beklemeden şalıştık. Kiremit işindekiler ara vermişler, Öğretmenle birlikte geldiler. Geçerken el salladılar. Arif Kalkan’la Sefer Tunca geldi, ellerinde metreler, taban betonu için hesap çıkarıyorlarmış. Onlar ölçerken çalışmayı durdurduk, yukardan parça düşebileceği olasığını unutmadık. Diziyi kalkan duvarıyla 4 makasa indirdik. Öğretmen arkadaşlarla geldi, bize de paydos ettirdi. Yolda arkadaşlar fıkra anlattılar:Nasrettin Hoca, eşeği, cübbesi filan. Öğretmen gülü. ”Fıkra deyince, hep Hoca hep Hoca , deyip duruyorsunuz!” dedi. Sonra da Keloğlan fıkraları, Avcı fıkraları, Asker fıkraları vardır!”diye sıraladı. Arkadaşlar birer tane anlatmasını istediler. Öğretmen bir Avcı Fıkrası anlattı. Avcılar kendi araların konuşken bir birine karşı çok övünürlermiş, bu arada çok yalan söylermişler. Bir gün konuşurlarken birisi “Tüfeği uçan kuşa çevirdiğim gibi kuşu yere indirdim!”demiş. Öteki avcı, ”Bu da iş mi? Ben geçen gün beş kuşu birden vurdum!”demiş. Konuşma böyle sürmüş. En sonunda birisi, “Çocuk gibisiniz, ben öyle bir kuşa beş kuşa kurşun atmam demiş. Son attığımda tam kırk kuş saydım!”deyince ötekiler , “İşte bu olamaz, sen yalan söyledin!”deyince adam düşünmüş:

-Yalan değil olayı size açıklayayım!deyip anlatmış. Bahçesinde Kabak varmış. Kuşlar kabak çekirdeğini çok severmiş. İşte o gün kırk kuş kabak çekirdekleri için kabağın içine girmiş. Bunu gören avcı dayanamamış, tüfeğini alıp atmış, kırk kuşu öldürmüşmüş. Öteki avcılar, anlatanın bahçesi olmadığın, kabak mabak yetişirmediğini bildiklerinden, “İyi avcı değilsin ama iyi atıcısın!”deyip gülmüşler. Arkadaşlar, öğretmenin önüne geçip bir fıkra daha anlatmasını istediler. Bir Karadenizli fıkrası anlattı. Karadenizliler çok çalışkan insanlarmış. Nasılsa aralarından bir tane tembel çıkmış. Bu tembel Karadenizli hangi işe el atsa başarılı olamıyormuş. Balıkçılara bakmış, çok rahat denize çıkıyorlar, sandalları doldurup dönüyorlar. O da bir sandal bulup bir süre denizde dolaşmış ama boş dönmüş. Bunu birkaç kez denemiş, olmamış. Sonunda sandalını balıkla doldurmuş olan birisine sormuş:

-Sen buni nasil doldirisin da!demiş. Balıkçı bunu soranın tembel biri olduğunu anlamış:

-Ha boyle yapirim!deyip Tembele, gece genize çıkmasını, bir boy derine gidince sandalı ters çevirip beklemesini, güneş doğarken sandalı birden çevirmesini söylemiş. Ayrıca ilk gün boş çıkarsa bunu kısmet sayıp başka zamanlarda da denemesini tembihlemiş. Tembel kişi bunu birkaç kez denedikten sonra aldatıldığını anlayıp oradan ayrılmış. Buna ben de güldüm ama doğrusu gülecek bir taraf da bulamadım. Ama arkadaşlar üzerinde durdular, tembellik, açıkgözlük, yalan sözlerini tekrarladılar.

Yatakhaneye girip akordiyna sarıldım, bu kez oyun havalarını tekrar tekrar çaldım. Özellikle Dağlı Zeybeğini başardığıma sevindim. Daha önce çok çalmama karşın başlangıçta hep bir tempo atlıyordum. Beethoven Menuetin triosu çok hoşuma gidiyor. Onunla bir hayli uğraştım. Halil duymuş, geldi, gülerek “Senin çalamayacağın nota yoktur artkadaş, sen bu kadar inatla çalıştıktan sonra sana nota mı dayanır!”dedi. Onun yanında da biraz çalıştım. O gidince ben de bıraktım.

Akşam yemeğinde konumuz Nasrettin Hoca fıkraları. Salih Baydemir önce bir süre güldü sonra yarı gülerek bir asker fıkrası anlattı. Asker sağını solunu bilmezmiş. Komutanı sağ kulağına sarımsak sol kulağına soğan taktırmış. Soğana bak, sarımsağa bak diye komutlar vererek sağına soluna döndürüyormuş. Salih bu kez de efkarlandı, “Zavallı asker, ben bunun nesine gülüyorum ki? ”deyip durgunlaştı. Yusuf, “ Kendim fıkra uyduracağım!”deyince Mehmet Aygün Yusuf’u Ali Yılmaz Öğremenin anlattığı tembel Karadenizliye benzetti. Yusuf bundan alındı, kızıp kalktı. Biz de kalktık. Bu gece hangi öğretmen gelecek? Ali Yılmaz ? , Nazmi Aybar ? Mustafa Güneri ? , Hüsnü Baykoca? O gelecek bu gelecek derken kimse gelmedi. “İyi oldu, gelseler ne olacak? ”derken Mehmet Yücel güldü. Mehmet durup durup bir söz söyler, o söz yerine oturur. Gene öyle oldu. “Ne bekliyorsunuz arkadaşlar, bizim kaderimiz bu!Hangi işe başlandı da sonuna dek sürdü? Arkasından “Sahi, yaptığımız binalar dışında başlayıp da sonunu aldığımız bir şey var mı? ”Ne olacaktı, öğrenciyiz, sınıflarımızı geçip gidiyoruz! “Sağlığımız yerinde yaşayıp gidiyoruz!”diyenler çıktı. Bu kez de Mustafa Saatçı bir Ah!çekti:

-Sevip de kavuşamayanları düşünen yok!Mehmet Yücel hemen yanıtladı, “Hadi oradan korkak, SS ayaklarının altında dolaşıyor, kıza bir “Günaydın!” bile diyemiyorsun; lafazan İmam!”Lafazan İmam dillere takıldı. İdris Destan biraz yüksek sesle sözü tekrarlayınca. İdris’e “Sus be, borazan gibi bağırma diyenler oldu. Bu kez de bir borazan sözü ortaya geldi:Lafazanla borazan. . Lafazan-borazan sözleri arasında gülüşerek yattık.

Yarın bizim gruptan Orhan nöbetçi. Rahatça akordiyon çalabileceğim. Her arkadaşın nöbetinde yatakhaneye girmek istemiyorum. Belki Hüsnü olunca girerim. Ondan sonra da benim nöbetim; o gün daha çok zamanım olacak. Tam da cumartesi gününe geliyor. O gün öğleden sonra dinlenme olursa, bu da bana engel olabilir. 22 Kasım cumartesi. Çerçevelere başlamış olacağız. Lüleburgaz’da çerçeveleri ilkokulun bahçesinde yapmıştık. Sıcaklarda terliyorduk. Sanırım bu kez titreyeceğiz. Bizim kışlık giysilerin verilmesi de sözde kaldı.

 

15 Kasım 1941 Cumartesi

 

Orhan kıprıdayınca uyandım. Orhan, “Beni dinleseydin uyanmayalacaktın!”dedi. Yan yana yatıyoruz. Orhan nöbetinde, saati, sağ koluma takmamı önermişti, unuttum. Sol kolumdaki saati görmek için ranzayı oynatıyormuş. Bir daha öyle yapacağıma söz verdim. Sami Akıncı çoktan kalkmış. Orhan yemekhaneye ben de dersliğe gittim. Baktım İsmet Sami Akıncı’yla konuşuyor. İsmet'e sordum:

-Hasta mısın? Sami güldü, “Hastalar mı erken kalkar? İsmet konuşmadı, “Uyuyamadım!”deyip kesti. Ben de üstelemedim. Almanca lügatten, Stafraum-Torvart-Plötzlich-Verlustpunkt-Schiedsrichter-Fortgetrieben sözlerini araken kahvaltı zili çaldı. konuşarak kahvaltıya döndük. İsmet iyi olduğunu tekrarladı, üstünde durmadım. İsmet nişanlı, kimi zaman böyle içine dönerek suskunlaşıyor. Bizim masada gene fıkralar. Askerin biri tüfekli eğitimden kaçmak istemiş. Hasta defterine yazılmış. Komutanı sormuş, ”Rahatsızlığın nedir? Asker kulağını göstermiş, öyle bakmış. Konuşmaları duyuyormuş ama anlamazdan geliyormuş. Komutan hızlı bağırsa bile duymuyor numası yapmaya garar vermiş. Ancak komutan bağırmamış. “Ah yavrum, Askerlik Ocağında kulağın oldun değil mi? bari birazcık duysaydın, senin hemen teskereni verirdik!”dediş. Bunları duyunca gevşeyen er, kopmutan, Çok yavaş “Hiç mi duymuyorsun? ” deyince aynı yumuşaklıkla, “Hiç duymuyorum komutanım!”demiş. Harun Özçelik bunu anlatınca, Yusuf, “Sonra ne olmuş? ”diye tutturdu. Harun bilmediğini söyledi. Yusuf, “Biliyorsun ama söylemiyorsun deyince ben, “Asker sonra gene gitmiş!”dedim. Yusuf ilgiyle sordu niçin? “Kulağı için, komutanın sorusuna yanıt verince komutan sağlı sollu şamarları indirdiğinden askerin iki kulağı da gerçekten duymaz duruma girdiğinden doktora gönderilmiş!” Arkadaşlar “Aaaaaa!”diye yüzlerini ekşittiler. “Bunu ben uydurdum ama belli bir amaç için uydurdum. Fıkralar olduğu gibi anlatılmalı, arkası kurcalanırsa onun güzelliği bozulur. Mehmet Aygün Karınca ile Ağustos Böceği de fıkra mı? diye sordu. Tam yanıtını bulamadık ama onun da fıkra olabileceğini kestirir gibi olduk. Öteki arkadaşlar da ilgilendiler. Kitaplara geçmiş olan Karga ile Tilki öyküsü anımsandı.

Ali Yılmaz Öğretmen yola çıkınca sustuk. Ali Yılmaz Öğretmen Yapıcılardan gelecekler olacak, aman dikkatli olun, yukardan bir şeyler düşürmeyin!”dedi. Ben, biz onlarla konuştuk, onlar bizden sonra gelecek!”dedim. Zaten 4 makasımız var, çabuk bitireceğiz!

İstekle işe başladık. Tasarladığımız gibi oldu, dört makası yerine oldukça hızla taktık. Herkes bir yerden başlayıp yan parçaları da elbirliğiyle taktık. İki arkadaş kiremit tahtalarını aralıklı olarak çakarken biz de etrafı topladık. Kirişler arası basacak kalasları dışındaki fazlalıkları indirdik. Etraftaki kırık döküğü toplayıp bir kenara yığarken Sili Usta geldi, Beğendiğini eliyle işaret ederek beritti. Beğenme işareti de sağ elini yukarı kaldırıp parmaklarını topaç gibi bir araya toplayıp bileğini çekiç sallar gibi oynatarak oluyor. . Durdu, hepimize baktı, gene iki elini yanlara açarak “Bu iş bitti!”dedi. Güldü. “Daha bitmedi, pencereler, kapılar, sıvalar!”dedim. Sili Usta sinirlenir gibi:

-Yok yok yok!Hepsini siz mi? diyerek baktı. Gene “Yok yok yok! Siz gideceksiniz!”dedi. “Olmaz deyip başını titretir gibi birkaç kez salladı. Sili Ustayı böyle görünce cesaretlenip sordum, “Biz gidecek miz? ”Bu kez de başını sallayarak, “Bilmiyorum, gitmelisiniz istiyorum. Siz istiyorsunuz, ben de istiyorum. Ne zaman bilmem. Onu, (Ankara tarafını göstererek)onlar bilir. Siz , (Gene elleriyle binaları göstererek)buraları düşünmeyin, çok çalıştınız çok işler yaptınız. Bunlar hep sizin işleriniz!”dedi, Gülerek elini yukarıya kaldırarak ayrıldı. Arkadaşlar biraz şaşkın, “Ne söyledi bu adam? ”der gibi bana baktılar. Ben de rahatça, “Bu adam bizi düşünüyor. Gitmemiz gerektiğine de inanıyor. Ayrıca Ankara’da oturanların bizi pek düşünmediğini de söylüyor. Kalsak bile kışın bizim bu işleri sürdüremeyeceğimizi açık açık söylüyor. Üstelik, “Siz yapacağınızı fazlasıyla yaptınız, buradaki tüm işler gerçekte sizin işileriniz!”diyebiliyor. Arkadaşlarda bir bezginlik başladı. Bense iyice umutlandım, “Çok yakında Kepirtepe’de olacağız!”diye bağırdım. Arkadaşlar da bana katılır gibi oldu ama gene de neye dayandığımı sordular. “Rüyamda gördüm; Rüyamda, Sili Usta beni Kepirtepe’ye göndermemiş burada kaldığım için ağlarken uyandım!”diye bir uydurma rüya anlattım. Rüyaların çok defa tersi olurmuş. İşte Sili Usta tam tersine gideceğimizi muştuyladı!”deyince herkes inandı. Kepirtepe yolu açılmış gibi bir sevinç başladı. Paydosa Kepirtepe yolculuğu söylemleri içinde girdik. Bu kes sıkı sıkı tembihledim:Sakın Sili Usta söyledi demeyelim, çünkü Sili Usta açık açık “Ben bilmiyorum, bunu (Ankara’yı göstererek, )oradakiler bilir!”dedi. Sili Ustayı zor duruma sokmayalım!”Sonucu şöyle özetledik. Ali Yılmaz , Hidayet Gülen, Selçuk Korol, Reşat Tekinay öğretmenler ayrı ayrı zamanlarda ucun ucun bize Sili Ustanın söylediklerini söylediler. Çok önceleri bunu Mustafa Güneri Öğretmen de söylemişti. Biz Kepirtepe’ye döneceğiz ama bize “Dönün!” demesi gereken kişiler, bir türlü, bunu demiyor. Bunu dedirtmek için ne yapmalıyız? Bunu yapacak makam ya da kişi kimdir, kimlerdir? Bunları konuşarak okula döndük. Bayrak töreni için sıralanırken bir gülüşme oldu, öğlede gene yufka varmış. Yufka mufka derken Hidayet Gülen Öğretmen komut verdi Törenden sonra Mustafa Güneri Öğretmen üzgün bir görüntü içinde açıklama yaptı. Ekmeklik unların dağıtımı geciktiğinden fırınların çalışmaları aksıyormuş. Bu nedenle tren saatlerine yetişmeler aksıyormuş. Ekmeğin burada yapılması için çalışmalar başlamış. Mustafa Güneri Öğretmen ne söylerse söylesin, ekmeğin yerine yufkanın gelmesi hoşgörülecek bir durum değildi. Dersler başlayamıyor, engel var, dinlenmeler yapılamıyor, engel var, ekmek verilemiyor, gene engel var, bunlar söylenmeye başlandı. “Bari Kepirtepe’ye dönelim!”Ona da engel var! “Bu engeller ortadan kalkmaz mı? Mehmet Yücel yanıtladı:

-Hayır kalkmaz, çünkü ona da engel var! Hepimizi bir gülmedir tuttu. Tüm bu engelleri ortadan kaldıracak engeli nasıl aşacağız? Onun da kolayı var. Tüm bu varlara bir “Var!” daha ekleyelim:

-Bugün dinlenme var, yarın da dinleneceğiz!. . . “Söz mü, söz!”

Bir grup arkadaş, Derin kar düşene dek İdris Dağına çıkmak istedi. . Katılan arkadaşlarla tırmandık. Yakın gördüğümüz yere 1’5 saatte çıktık. Yaptığımız binalar için “Yüksük gibi görünüyor!”dedim, Yüksük bilmeyenler varmiş bir süre yüksük anlattım. ”Annelerinizin yaptığı işleri de mi bilmiyorsunuz? ” diye sordum. Onlar da bana “Senin annen yok, bunları nasıl öğrendin? ”dediler. Bu arada evli olabileceğim kuşkusunu ortaya getirdiler. Yüksük sözü , dağdan ininceye dek konuşma konusu oldu. Dönünce bir süre Külhana gidip oyunları tekrarladık. Akşam yemeğinde gene yufka olunca, ”Ankara’dakiler bizden ekmeği kesti şakaları yayıldı. Hilmi Altınsoy Mustafa Güneri Öğretmenin sözünü anımsattı. “Bundan böyle ekmeği burada yapmayı düşünüyoruz!”sözü, “Bundan böyle yufka yiyeceksiniz!”demektir, diye diretti. Gülerek, takılarak, yufkalarımızı da etsiz mercimeğimizi de yeyip kalktık. Bu akşam çadırımıza öğretmen gelmeyecek, deyip sıralarda söyleşirken Ali Yılmaz Öğretmen çıktı geldi. Zaman zaman sinirlendiğini bildiğimiz Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen bu gece çok sakindi. “Hepinizi tanıyorum ama bir bölümünüzle çok sık karşılaşıp konuşamadım!”deyip söze başladı. Daha çok Yapı kolundaki arkadaşlarla konuştu. Kepirtepe konusuna birkaç kez değinen oldu. Ali Yılmaz Öğretmen o konuya “Aynı sözleri söyledi, “Ben bir devlet görevlisiyim, gönderirlerse seve seve gideceğim!”Böyle deyince konu bir daha açılmadı. “Pazar günü çalışmak istemiyoruz!”denince ise “Bunu yarın yapamazsınız, yarım günlük bir günlük işler, bu mevsimde geri itilmez, yarın çalışalım, gelecek pazarlar da ben de size katılır, pijamamla evimde otururum. Bana döndü, ”Tamam mı İbrahim Usta!” deyip uzunca bakıp güldü. “Tamam!”dedim. Konu gene şakalara , şarkılara, fıkralara döndü. Bir ara savaşa değinildi. Ali, Yılmaz Öğretmen savaş için de pek bir şey söylemedi. Ancak benim kendi kendime sorduğum önemli bir iki konuya açıklık getirdi. “Fransa yıkılınca, Cezayir, Tunus, Suriye hemen Almanya’nın yönetimine girdi. İngilizler Trablus’a Toruk’a çıkınca Libya İngiliz yöneti altına geçti. O insanlar neden kendi yönetimlerini kurmuyorlar? Biz nasıl, işgalcilere karşı durduk, kan, barut içinde yurdumuzu kurtarmaya çalıştık! “Bu adamlarda haysiyet denilen şey eksik, dikkatinizi çekerim!”dedi. Almanya’nın savaşmadan Kafkaslara, İran’a, Irak’a egemen olmasını nedeni oradaki insanların özgürlük anlayışlarını eksikliğine yordu. Rusya teslim olursa tüm Kafkasya, tüm Arabistan bir gün içinde Alman dostu olup başımıza bela kesilecektir!”dedi. Yat zili çalınca Ali Yılmaz Öğretmen gene bana, “Anlaştık değil mi, yarın yarım işlerimizi tamamlayacağız!”Ben, “Peki öğretmenim!”dedim. Öğretmen çıkınca arkadaşlara döndüm, “Ne deseydim? ”diye sordumArkadaşlar hep birden “Doğru söyledin. Biz de yarın çalışacağız. Sözümüzü gelecek pazara erteliyoruz!”buna çok sevindim. Öğretmene olumsuz davransaydım, o beni belleyecekti. Kapıdan çıkarken Halil Basutçu “Akıllı davrandın, açık vermedin. “Hayır!” deseydin seni hedef gösterebilirdi. Belli olmaz, belki de bu akşam bu iş için gönderilmiş olabilir!”Yatarken de bir süre düşündüm. “Biz yarın işe gitmeyeceğiz!”deseydim, Ali Yılmaz Öğretmen gerçekten beni ele verir miydi? Bir süre düşündükten sonra “Vermezdi!”dedim ama gene de “Peki Öğretmenim!” deyişime sevindim. Arkadaşların da benim gibi düşünmeleri ayrıca beni onurlandırdı. Oldukça rahat uzandım. Derslikteki olayı sonradan öğrenmiş olan Orhan yatarken, uyumadığımı görünce fısıldadı, “Herkes senin doğru düşündüğünü konuşuyor. Ali Yılmaz Öğretmeni sevindirmişsin!”dedi. Konuşmak istediğim halde nedense, “Yarın konuşuruz, deyip öbür tarafa döndüm. Oysa uzun süre gözlerim kapalı ama kafam kuruntular içinde öyle bekledim…Cavit doğru söyledi mi? Mektup atılınca nereye, nasıl gidiyor, kendi eline geçer mi? Bunlar kafamda takıldı kaldı. Sili Ustanın konuşmasından sonra korkum azaldı, mektup birilerinin eline geçse bile fazla etkisi olmaz. Çünkü herkes aynı konuyu konuşuyor. Kışın burada kalınmaz. Ne kadar gecikilirse bizim zararımıza. İlgili kimseler bu işi neden geciktiriyor? …

 

16 Kasım 1941 Pazar

 

Hemşerim Kadir Pekgöz, parmağını dudaklarına dayayarak “Sus!”derken uyuyanları uyandırıyor. “Sus, uyuyan var, Schlafen sie bitte, Schlafen sie bitte!”Bir ses “Vay, sen de mi başımıza Alman’cı oldun, Domuzormanlı!”diye çıkıştılar. Kadir kurtuluşu kaçmakta buldu. Giderken de bana “Sen de bizim köylüsün unutma!”dedi. Kadir gidince olay kapandı. Herkes işe gitme taraftarı. Dışarı çıkan, ” “Hava soğumuş!”deyip dönüyor. Ben dersiğe uğradım Almanca spor sözlerini sıraladım. Schiedsrichter’e takıldım, Sağ taraf mı? Sağa hakim olmak mı? Sağaçık da olabilir. Kaleci sağaçık derken iki sözcüğü bile yerine oturtmadan kahvaltıya döndüm. Hasan Gülümser'le Süleyman Gege geldiler, “Gidiyor muyuz? ”Benden önce bizim masadakiler hep birden, “ Gidiyoruz!”Onlar kahvaltıdan kalkmış büyük kapıda bizi beklediler, az sonra yetişip gülerek yola çıktık. Ali Yılmaz Öğretmen de bekliyormuş, bize katıldı. Öğretmen, “Farkında mısınız? kar bize yaklaşıyor diye karşıları gösterdi. . Biz de gülerek, “Dün öğleden sonra köy üstüne 1’5 saat yürüyüp kara bastığımızı söyledik. Öğretmen:

-Delikanlılık işte budur, iyi etmişsiniz!”deyip arkaya baktı. “Şu yakın yer sahiden 1’5 saat mı? diye sordu. “Öyle!” deyince, gülerek “Öyleyse bize daha uzakmış!”deyip yürüdü. Öğretmen bizi atölyede bıraktı, öğleye dek atölyeyi çalışır şekle sokmamızı, gelecek 4X6, 4X8, 4X10’luk keresteleri ayırmamızı söyledi. Bu biraz bizi kayırma gibi oldu ama sevindik. Tüm keresteleri gözden geçirip, istenenleri atölye yakınına taşıdık Bir ara Arif’lerin yanına gittik. Onlar depoların altına beton dökeceklermiş. Betondan önce taş döşediler. Öteki arkadaşlar da yemekhanenin altını aynı şekilde döşüyormuş. Okul binalarına da giren çıkan oluyordu. Meğer günlerden beri beş binanı da alt tabanı taş döşenip beton dökülmüş. Bunu duyunca şaşırdık. Biz kendi işlerimizden öteki arkadaşları pek göremiyorduk. Ara ara da birbirimize “Öteki 220 kişi ne yapıyor? ” diye soruyorduk . Meğer onlar gruplar olarak o binaların tabanlarını taş döşeyip, betonlamışlar. Beş okul binası da çoktan bitmiş, yemekhane bile bitmek üzereymiş. İki depoya da yarın başlıyorlarmış. Binaların salt pencereleri, kapılarla döşemeleri kalmış. Bacalar için de gruplar oluşturulmuş, birkaç gün içinde bacalar tamamlanacakmış. Arif’le Sefer’e baktım, çok rahatlar. “Biz alıştık, ellerimizi vurmazsak taşlar bizi korkutmuyor!”dediler.

Tahtalar, 10X12X400 cm. ’lik keresteler de bizi çok yoruyor ama korkutmuyor. Kuşkusuz ağaçlar, taşlar derecesinde elleri zormamıyor. Sefer Tunca rahat, “Alıştık arkaşlar, biz taşlardan hoşnutuz, onlar yerine konunca uslu uslu duruyorlar. Biz de dikkat edip onları hep uygun yere yerleştirmeye gayret ediyoruz!”Bşz de, “Aferin ustalar, diline sağlık Sefer Usta!” deyip ayrıldık. Öğretmen azıcık erken paydos etmiş, bizden önce atölyeye gelmişler. Öğretmen ayırdığımız parçalara baktı. “Bir binalık bir şey ama Lalahan depomuzda çok, getirtiriz!”deyip yürüdü. Öğlede bir saat dinlenme, unutmayın. oturun konuşun, işi bir saat unutun!”diye sıkı sıkı tembihledi. Bu kez hiç konuşmadan önde yürüdü. Öğretmen ayrılınca sorduk, “Bir olaya mı üzüldü? ”Arkadaşlar, “Bugün hep düşünceli!”dediler. Salih Baydemir, “Evde abla ile kavga etmiştir!”dedi. Gülenler oldu. Ben daha yakından tanıdık olarak kavga etmeleri söz konu değildir, onlar kavga etmez!”dedim. Hasanoğlan’a geldiğimiz günlerde evlerine çok girip çıktığımı anlattım. Öteki sınıftakiler bunu bilmiyormuş, biraz şaştılar. İki ay akordiyonu onların evinde koruduğumu söyleyince iyice ilgi gösterdiler. “Ne iyi insanlar, ne iyi öğretmen!”diyen oldu.

Yemekte bu kez ekmek vardı ama alışmadığımız sertlikte kuru ekmeklerle karşılaştık. Parçalayıp lokmayı ağzımıza götürürken yarısı dökülüyor. Bunun gerekçesini arkadaşlar hemen buldular:

-Yufkaya razı olalım diye ekmekleri değiştirdiler!” Bir başka gerekçe, bizi ekmeksiz bırakmamak için Ankara fırınlarında dünden kalan ekmekleri toplamışlar! “Etli nohut, bulgur pilavı erik hoşafı…Hilmi Alınsoy, “Breh, breh bu memlekette ne çok erik varmış!”diye etrafa duyurarak konuştu. Yandaki masadan biri, “Onlar yeni değil, eskiden kalma!”yanıtını verdi. Hititler buralarda yaşamış, onların kazılarından çıkıyormuş. Hilmi, bizim masadan zılgıtı yedi:

-Masamızdaki konuşmararı dışarıya taşıramazsın. Bunu sürdürmene izin vermeyiz!Hilmi sustu, özür diledi.

Saate bakıp dersliğe gittik. Orhan Almanca Lügati açtı, benim söylediğim sözleri çabuk çabuk buldu. Parçada yerlerine koyarken zamanın geçtiğini arkadaşlar ayaklanınca anladık. Konuşa konuşa birliklte gittik. Sekiz aydır gelip gittiğim yolun, 12 dakika olduğunu yeni öğrendim. Az sallanınca 15 dakika. Zaten kime sorsan çeyret saat diyor. Öğretmen önce bizim grubu on kişiye çıkardı sonra da bugünlük bizi kiremit taşımayla görevlendiri. “Eliniz kiremitlere dokunsun !”deyince hep birden, “Unutmayın, ilk kiremitlemeleri biz yaptık!”Öğretmen biliyorum biliyorum, ben bu binalar için söyledim, buradaki çalışmalar burada yazılı!”diyerek başını gösterdi. Kiremitler uzak değil ama gene de biraz isteksiz de olsa taşıdık. Duvarcıları konuştuk, onlar tüm işlerini bu tür taşılamarla sürdürüyorlar. Taşlar, tuğlalar o duvarlara kendileri çıkmıyor. Özellikle beton işlerinde taşımak, karıştırmak. Kamil Varlık, “Biliyor musun abi kaç kiremit taşıyacağız? ”diye sordu. Nedense Kamil'e çıkışırca, “Bana ne soruyorsun, usta değil misin hesabını yap!”dedim. Yusuf gülerek o daha yapamaz!”deyince Kamil azıcık duraksadı. Bu kez ben gene, “Neden yapamasın? Bir kiremiti ölçer. Çatı alanını ona böler yuvarlak olarak kiremit sayısı çıkar!”dedim. Kamil heveslendi bir kiremit alıp ölçtü. Çatının bir kanadı 20X5= 100 m2. Kamil kiremiti 20X40 olarak hesapladı 800 cm2. yüz metre kareyi bölmeye kalktı. Kamile gülenler yanında yardımcılar da çıktı. Sonunda “Bir metre kare için hesaplayın, bindirme paylarını da düşün!” deyince Kamil yuvarlak olarak 2000 kiremit taşımamız gerektiğini söyledi. Adam başına 200 kiremit. Kamil koşup taşınanları saydı. 200 kiremit taşınmış. 120’şer kiremit taşıyacağımızı söyleyince “Yanlış yaptın, bize fazla kiremit taşıtıyorsun!”diye Kamil’e çıkıştılar. Bu kez birkaç kişi birden hesapladı çoz az fark bulundu. Kamil alkışlandı. Kamil, “Beni değil, (Beni göstererek) ağabeyi alkışlayın, böyle şeyleri bize o öğretiyor!”dedi. Oldukça yorucu bir iş yaptık ama sonuçta o iş de bitti. Tüm dikkatime karşın parmak uçlarımda kaşıntı başladı. Keman çalıştığım zaman boşuna korkmamıştım. O zaman bu denli etkilememişti. Kiremitlerin araları kurumamış, yeni yağmur yağmış gibi ıpıslak. Bu nedenle elleri etkiledi. Paydostan önce taşımayı bitirdik. Kiremitlerin yanına oturduk. Paydosa yarım saat var. Tören için erken paydos ediyoruz. Öğretmenle arkadaşlar gelince hızlı adımlarla törene yetiştik. Gene tek öğretmen Hidayet Gülen. Arkadaşlar “O da olmasa, başımıza kalacağız!”diyorlar. Hidayet Öğretmen de bu konuda birşeyler düşünüyor olmalı, bizlere hep gülerek bakıyor. Gene de töreni çok önemsiyor. Gülenleri, esas duruşu bozanları yakalayıp gerekli uyarıları yapıyor.

Derslikte bizim kiremik hesabımız konu oldu. Yanlış diyenler oldu. Ben yanıtladım, yaptığımız yanlış olabilir. Ama matematik bilen insanlar yaptığı çatıya kaç kiremit gideceğini hesaplayabilir. Eni boyu bilinen bir binanın çatısına gidecek keresteyi hesap etmeli. Biz arkadaşlarla daha Lüleburgaz okul bahçesinde bunları yaptık. Bugün sorduğumuz arkadaşlar 8. sınıftalar, böyle bir hesap yapmayı akıllarından bile geçirmemişler. Taşıyacakları tuğlaları hesaplayınca mutlu oldudar!”Kadir Pekgöz dersliğe uğrayınca ekmekler soruldu. Kadir, ekmekler bundan böyle bir gün öncenin ekmeği olacakmış. Fırınların gece partisinden ayrılıyormuş. Zaten fırınlar da denetim altında ekmek çıkarıyormuş. Yasak getirilmiş, dağıtımları polisler yapıyormuş! Arkadaşlar Kadir’e çıkıştı, daha güzel haberler getiremez misin, uğursuz nöbetçi!”dediler. Mehmet Yücel, bu bizim kaderimiz, Kepirtepe’ye de gitsek aynı durum olacak, tüm memlekette buysa bize başka mı dayranacaklar!”derken bu kez Mehmet Yücel’e çıkıştılar. “İskelet, sen başka söz bilmez misin? ”Mehmet Yücel biliyorum ama terbiyem elvermiyor, sizin gibi kuş beyinlilere ağız dolusu küfretmek gerekiyor ama, ben bunu yapamam. Dilerim bu huyunuzdan vaz geçersiniz de bir gün dediğim küfürleri hiç işitmezsini!”Sami Akıncı Mehmet Yücel’e teşekkür etti. Derslikte uzun bir süre sesler kesildi.

Yemekte gerçekten kurumuş ekmekler gene geldi. Koparırken yarısı dökülüyor. Salih Baydemir öğüt verdi, “Arkadaşlar, ısırarak yeyin, o zaman kırıklar ağızda kalır, ziyan olmaz. ”Bir birimizi güldürerek masalardan kalktık. Öteki sınıf çocuklarının gözleri de bizde. Sürekli bize bakıyorlar.

Havalar da iyice soğudu. İşlerde çalışırken oyalanıyoruz. İşler dışında buyük bir çoğunluk şamatayla vakit geçiriyor. Bizim sınıfta, açıp kitap okuyan 4-5 kişi ya var ya yok. Tek Sami Akıncı ders kitabı çalışıyor. Son hafta bu saatte öğretmen gelmeye başladı da bundan çekinen birkaç arkadaş daha kitap Karıştırmaya başladı. Selçuk Korol Öğretmen geldi. Elinde bir kitap var. Kitabın kapağını arkadaşlara gösterdi. Hiç kimse okumamış. Öğretmen yazık, okusaydınız üzerinde konuşlacaktık!”dedi. Kitabı elinde döndürürken gördüm, “Aaa. Thais, onu ben okudum!”dedim. Öğretmen , sanırım inanmadı, üstünde biraz dursak bana yardımcı olur musun? ”dedi. Ben, “ Kitabı baştan sona anlatabilirim, çok dikkatle okudum!”dedim. Öğretmen “Biraz anlat öyleyse!”deyince, Ben Thais’in çocukluk dönemini, İskenderiye kentinin İsa’nın yeni tanınmaya başladığı sıralarda Mısır halkı üzerindeki etkilerini, eski dinlerle yeni dinin çatışmalarını, din ermişi denilen sayısız insanın halkı etkilediğini söyleyince. öğretmen “Dur İbrahim, sen onu gerçekten dikkatli okumuşsun. Ben tümünü anlatma yerine içinde bizim günümüzde de benzeri görülen yanlış inançları tartışmak isteyecektim. “Dediğinizi doğru anladığımı öğrenmek için bir örnek vere bilir miiyim? ”diye sordum . Öğretmen “Hay hay!”deyince, Ben, bir papaz ya da keşişin bir yüksek yere çıkıp orada oturmasını uğur sayıp çevresinde insanların toplanması, kısa bir zamanda orada koca bir kent oluşması!”derken öğretmen tam üstüne bastın, tam bizim hala ağaçlara bez bağlayan, bir takım sakallı adamlardan medet uman insanlar o dönemlerde de varmış 1940 yıl sonra da var. öteki olaylar pek önemli değil, sen işin can alıcı yerini yakalamışsın!”dedikten sonra yazarı için açıklama yaptı. Nobel Ödülü almış bir büyük yazar, Anatole France. Nobel Ödülünü sorduk. Öğretmen anlattı. Ben. o ödülü alan Ana, Sarı Esirler kitaplarının yazarı Pearl Buck’u, Açlık yazarı Knut Hamsun’u da duymuştum ama ödülün ne olduğunu tam bilmiyordum. Selçuk Korol Öğretmen gülerek bana, 66, bakıyorum; sen çok hızlı gidiyorsun! Arkadaşlar benim için, “O hiç durmuyor!”dediler. Bu kez öğretmen, “Onun yaptığını siz de yapabilirsiniz, sağlığınız elverişli, vaktiniz bol, boş geçecek zamanlarınız için sonraları gelecek pişmanlıklar, sizi daha çok üzecek; benden söylemesi, size düşen de bunu doğru anlamaktır!”dedi. Sami Akıncı parmak kaldırdı,“Ben, lise sınavlarına hazırlanıyorum. Bu nedenle sürekli çalışıyorum. Ders kitapları dışında roman ya da öykü kitaplarını okuyamıyorum. Bu durum benim zararıma mı oluyor? ”Öğretmen, “Sami, sen çalışmanın yararını kavramışsın, çalışmanı planladığın belli oluyor. Bu tempoyu sürsürürsen senin için hiçbir zararı olmaz. Çünkü sen gereksinim duyduğun an, onu da yapacaksın. Bak ben bunca yıl sonra Thais okuyorum. Sen de bir gün gereksinim duyunca Thais okuyabilirsin. Öğretmen olarak bizim övütlerimiz, sizin bu yaşlarda çalışma alışkanlığını almanızdır. Çalışma, sigara tiryakiliği gibi bir alışkanlıktır. Nasıl sigara içenler, “Bir defa alışmışım, şimdi bırakamıyorum!” deyip tüttürüyorsa, çalışmaya alışmışlar da, el işi yapanlar ellerini, okuyanlar gözlerini boş tutamaz!”Zil çalınca öğretmen, ”İyi geceler!” diyerek çıktı. Alışkanlık olduğu için bana sataşanlar olacağını bekledim. Tüm gece gene benimle dolmuştu. Beklediğim gibi olmadı. Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel’e “İskelet, ver bir çalışma tüttürelim!”dedi. İdris Destan Mustafa Saatçı’ya “Koca kafalı İmam, o kadar güzel övütlerin içinden buncağızı mı kavradın? ”diye sordu. Bir gürültü koptu. Olay böylesi bir yöne sapınca bana sıra gelmez, deyip yatakhaneye gittim. Gelenler aynı sözleri söylüyordu:

-Çok kurnaz İmam, nasıl da buluyor böyle numaraları? Hafızın kafası çalışıyor, nerede bir muziplik varsa onu yakalıyor!Baktım, “Yazık ben Thais!i okumadığım gibi Nobel Ödüllü başka kitap da okumamışım, hemen bir tane okuyayım, ya da kimde bu tür kitap varsa, lütfen söylesin!”diyen yok. “Bizim yazarlarımızdan da o ödülü alan var mı acaba? diyen bir kişi çıktı. O da Orhan. Orhan da o kitaplardan okumamış ama, okuyan arkadaşlardan. Okuduğunu anlayarak okuyor. Sami Akıncı’yı düşündüm, açık açık Lise sınavlarına hazırlanıyor. “Bunu nasıl yapacak? ”Galiba öğretmenlerle konuşup bilgi alıyor. Belki de ailesinde bunları bilenler var. Sami bunları hiç söylemiyor. Ortaokulda da okumuş ama okuduğunu kimse bilmiyor. Yakın köylüsü bir çocuk bunu bir kez söylemiş, sonra da çocuk nedense kendini yalanlamış. Sami’nin bir yıl kadar bir memur yanında ölçüm işlerinde çalışığını biliyorum. Bunu ilk günlerde kendisi anlatmıştı. Boyu küçük ama yaşı büyük, bu besbelli. Yüzüne söylemiyor ama Mehmet Yücel, zaman zaman Sami Akıncı “Köse tipli!”diyor. Köseler, yaşlarını belli etmezmiş. Mehmet Yücel, “Baksanıza adamın sakalı çıkmıyor. En küçüğümüz Yusuf Asıl sakallanırken ağabey durumundaki Sami’de sakalın belirtisi bile yok!”Bunları düşünüyorum ama gerçek olan Sami dirençle dersleri sürdürüyor. Dersler için işten kaçıyor. İşten kaçmak için de yöticilerin çevresinde dolaşarak işler bulup izin sağlıyor. Kepirtepe’de iki yıl kooperatifte korundu. Onu oradan çıkardık ama buraya göç, kooperetifi yok etti. Bu kez de Sami, Hüsnü Baykoca Öğretmenin gölgesine sığındı. Şimdilerde nerede çalıştığını kimse bilmiyor. Namık Ergin Öğretmen Sami’yi daha Alpullu’da defterden sildiğini söylemişti. Ali Yılmaz Öğretmense hiç tanımıyor. Ben öyle olabilir miyim! “Asla olamam!”Kaçamam, utanırım…

 

17 Kasım 1941 Pazartesi

 

Mehmet Başaran kapı önünde çıkayım mı, çıkmayayım mı? diye kararsız dururken Mustafa Saatçı: -Küçük Ceylan Köylü nöbetçi!dedi. Mehmet Yücel bahane arıyormuş hemen yanıtladı:

-Hafız Mustafa, şunu koca kafana yerleştir; Ceylan Köy bir tanedir, onun küçüğü büyüğü yoktur. Senin Çöp köyün değildir o!Bu kez başka arkadaşlar söze karıştı:

-Ne demesi gerekir? Sami Akıncı hakem oldu:

-Mustafa doğru söyledi!dedi. Mehmet Yücel diretti:

-Yusuf Asıl için doğru olabilir ama Ceylan Köy için doğru olamaz. ! Sami Akıncı’ya karşı olmak öteden beri sevdiğim bir tavır. Hemen:

-Küçük Ceylan Köylü” tamlaması olarak düşünürsek olmaz. Ancak Ceylan köylüleri ayırmak için bir sıfat olarak düşünürsek olur!Örneğin Mehmet Yücel’le Mehmet Başaran yan yana dururken ikisinin de Ceylan köylü olduğunu bilen bir öğretmen, ikiliyi ötekinden ayırmak için Küçük Ceylan Köylü sen gel diyebilir. Tek söylenince ise Küçük Ceylan Köy var mı? sorusu akla gelecektir. Örneğin Yusuf Asıl’ın Küçük Manikasını düşünerek Yusuf’a Küçük Manikalı rahatça deriz. Bu kez kişinin küçüklüğü akla bile gelmez. Mehmet Başaran için de Küçük Ceylan Köylü deyince ilk akla gelen onun köyünün sıfatı olur!Sami sustu. Mehmet Başaran geldi, o “Kahvaltı!” derken arkadaşlar, “ Senin yüzünden paylandık!” dediler. Mehmet Yücel bu kez:

-Nankörler, iki laf öğrenmek bile size göre paylanmak oluyor!diyerek yürüdü. Ceylan Köylü Küçük Mehmet bize çay-peynir ikram etti. Ekmeklere alıştık, ısırarak yiyoruz.

Atölyede toplandık. Ali Yılmaz Öğretme benimle birlikte, Harun’u, Hasan Üner’i, Yusuf’u, İrfan’ı, Namık’ı bıraktı. İşimiz parçaları kesip ayrı ayrı yığmak. Harun, Namık’la İrfan’ı aldı, ölçüp çizecekler, biz de işlenmek için kesip hazırlayacağız.

Motoru oldukça zor çalıştırık. Çalışması uzayınca (Böyle olduğunu bildiğimiz için) paniklemeden tekrar tekrar kayış çektik. Tozunu değilse bile motorun sesini özlemişiz. Hasan Gülümser geldi, öğretmen haber göndermiş, pencere kasalarını kesmesinler. Duraksadık; Öğretmen bize, zaten kasa ölçüsü vermemişti. Kasa için parça bile ayırmadık.

Harun Özçelik çok dikkatli, milimtrik çiziyor. Onun çizgilerinden kesmek için biz de pür dikkat kesiliyoruz. Harun çok da çabuk çiziyor. Kesim çizimleri çoktan bitti, korniş, geçme çizimlerine başladı. Bizim onlara başlammız yarını bulacak. Hiç de acelemiz yok. Yusuf Asıl, “Biz bir daha çatıya çıkmayalım!”diyor. Bu binalarda çıkmayacağız ama herhalde başka binalarda çatılardan bu kadar rahat kurtulamayız. İlk çatımız Alpullu’da hamam çatısıydı. Yusuf’la Hasan o çatıyı anımsamadılar. Zaten o çatıda Hamdi Bağ, Naci İnan öğretmenler çalışmıştı, benimle birlikte birkaç arkadaş da yardım etmiştik. Kepirtepe’de de öğretmenler çalıştı ama bu kez onlar bize yardım ediyordu. Galiba ustalaştık, burada kendi kendimize yapıyoruz. . Motor sesinden duyamadık, Sili Usta yanımıza dek gelmiş. Dışarda Harun’u görmüş, çizgileri çok beğenmiş, “Sizin var Hattatlarınız. Bizim var, Schriftkünstle, Kalligrafie Schönschreibekunts , mükemmel!” Elini gene ters topaç yapıp aşağı yukarı oynattı. 6

Kişilik küçük grubumuz çok sessiz, sakin. Yusuf da eskisi gibi konuşmuyor. Hasan Üner’in konuşmaları ise hep kitap üstüne. İşin ilginç yanı Hasan okuduğu kitabı anlatamıyor. Söyleyince anımsıyor ama kendisi anlatamıyor. Anlatamadığından değil, anlatma gereğini duymuyor. Görünüşe bakılırsa anlatmaya da hiç niyetli değil. Bu huyunu öğretmenlere de uygulamakta. Zora girmezse konuşmalara hiç katılmıyor. Bu durumuyla Hasan benim çok işime yarıyor, bana çok iyi tanıklık ediyor. Okuduğum bir kitabı anlatırken Hasan’ı tanık gösteriyorum. Hasan o zaman konuyu ele alıp çok rahat yanıtını veriyor, beni doğrulayarak kuşkulu bakışlardan kurtarıyor. Mandolin çalması da öyle. Mandolin çalıyorum diyenlerin çoğundan güzel çalıyor. Çal, dendiği zaman bilmediğini öne sürüp geçiştiriyor. İki ikiye olunca birçoklarının çalamadığı parçaları güzel güzel çalıyor. . Durup duruken bağlamaya ilgi duymuş, Kepirtepe’ye dönünce ona bir bağlama alacağız. Bizim Kırklareli’de bağlama var.

Çatıcılar yanımızdan geçti, onlara katıldık. Bugünkü konuşmalar savaş üstüneAlman Orduları Moskova’ya yaklaşmış, Volgagrad ya da öteki adı Stalingrad adlı kente girmiş, uç birlikleri Batum-Baku gaz-benzin bölgelerine yönelmiş. Bu duruma göre dört yanımız Almanya olacak. Ali Yılmaz Öğretmen ayrılırken tembihledi, “Dört yanımız sarıldı, diye telaşa gerek yok. Zaten dört yanımız düşmanla sarılıydı, şimdi biri ötekinin yerine geçti. Bizim için önemli bir değişiklik sayılmaz. Biz bugünkü haberler üzerinde konuştuk; haydi güle güle!”dedi.

Öğretmenler masasında kalabalık gördük. Mustafa Güneri, Hüsnü Baykoca, Namık Ergin, Selçuk Korol, Nazmi Aybar, Nahide Akalın, Hidayet Gülen öğretmenler yemekte. Bir de yabancı var, besbelli Ankara’dan geldi, daha çok o konuşuyor. Hidayet Öğretmen konuşunca hep birlikte gülüyorlar. Güldürücü şeyler anlatıyor, olmalı. Yabancı ilgimiizi çekti. Mehmet Yücel arkadaşa göre Ankara’dan gönderilmiştir, nd. Sözde :

-Gönderin şu garibanları, gitsinler ana –babalarını görsünler, demişlermiş!

Söylenenleri kuşkulu dinlemekle birlikte gene de seviniyoruz. Bir olasılık:

-Sakın daha önce gelen Köy Enstitüsü Müdürlerinden biri olmasın? Bakıyoruz, adamları unuttuk ama gene de gelenlerden biri olsa benzetiriz. Naci Birkök Öğretmenin boyunda ama daha zayıf gibi, yüzü de daha ufak. Kalktık, yangözle bakarak uzaklaştık. Kim olduğu akşam açıklanır. Sami Akıncı günlerdir Hüsnü Baykoca’nın yanında çalışıyor. Kesinlikle onun kim olduğunu öğrenmiştir.

Ara vermeden işe gittik. Öğretmen yanımıza uğradı, pencere kasaları için beyaz çam denilen keresteleri kullanmamızı söyledi. İşbaşı yapınca söylenen parçaları seçip kestik. Kestik ama ne özellikleri var ki bunları çerçeveler için değil de kasalar için kullanıyoruz? Dikkatle keserken bir neden bulduk. Beyaz çamlar çok kuru gibi. Kesilen yerler kolay açılıyor, köşelerden kıymıklar kalkıyor. Geçmelerde bunlar zorluk çıkaracaktır. Çıralı çamlarla karşılaştırdık. Haklı olduğumuzu anladık. Aramızda konuştuk, öğretmene sormaya gerek yok. Belki de biz bunu daha önce öğrendik de geçen zaman içinde unuttuk. Depoların, hepsi bir boy alan onaltı penceresini hazırladık. Korniş, geçme çizimleri de tamamlandı. Yarın, delip alıştırmalara başlayacağız. . Gelen giden olmadı, benim saate göre paydos ettik. Biz çıkarken bir grup geldi, önümüzden geçti. Yemekte gördüğümüz kişiyi buraya müdür olarak atayacaklarmış. İzin istemiş, “Yakından göreyim!”demiş. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un arkadaşıymış. Şimdilerde de Bakanlıkta çalışıyormuş. “Tamam, haberi altık!”Biz uzaktan gördük ama yakından görenler olmuş, beğenmemişler. Bir tartışma başladı:

-Okulun Müdürünü öğrencilere mi soracaktılar? Tartışma Çoban Mehmet’e sıçradı. “Çoban Mehmet’i istemedik, gitti!”deyince ben azıcık ip ucu verdim:

-Çoban Mehmet için şikayet mektupları atıldı. O mektuplar nedeniyle Çoban Mehmet buradan alındı!dedim. “Kim kim kim? ” Soruları soruldu ama arkamı dönüp yürüdüm. Dersliğe girince bu kez de Yusuf “Mektupları kim yazdı? ”diye sordu. Gülerek, “Bunu öğrenip de ne yapacaksın? Böyle bir durumu kendin düşünemediğine göre, Ahmet ya da Mehmet’in yazdığını öğrenince ne kazanacaksın? Arasında bulunduğun arkadaşların içinde birileri bu yolu deneyip “Sonucun vereceği zararlardan korkanları aramızda istemiyoruz!” deme cesaretini gösterdiler. Ankara’daki yetkililer de onları haklı bulup Çoban Mehmet’i başka yere gönderdiler. Yusuf biraz şaşkın bakındı. Gene de aklı bu mektubu ya da mektupları yazanları öğrenmek isteğini yenemedi. Ayrılırken, “Söylemeyecek misin? ”diye sordu. Mektupları kimin yazdığını ben de bilmiyorum, ancak yazıldığını duydum. Bunu söyleyen kişi, “Mektup yazmasaydık -kesinlikle- kendiliğinden ne adam gidecekti, ne de yukardaki dostları onu buradan alacaktı? ”dedi. Bana, bunu söyleyeni de sormazsın herhalde? Bunu söyleyen bana söylediği halde sana niçin söylemediğini düşünürsen, beni haklı bulursun!”dedim. Yusuf biraz kırgın ayrıldı. Ben belli bir amaçla söylemiştim, şaştım Yusuf, akıllı, açıkgöz geçinir. Oysa anlatıklarımdan sonra bile, Kepirtepe’ye dönmek için böyle bir şey olur ya da olmaz mı türü bir akıl yürütme yapmadı. “Kim yazdı? ” Ali yazdı, Veli yazdı deyip işin dedikodusunu sürdürecek. Akşam yemeğinde Namık Ergin Öğretmenle Nahide Öğretmen vardı. Belli ki bu akşam gene Namık Öğretmen bize gelecek. Müdür olacak kişiyi bir kez daha göremedik. Yusuf bu konuda konuşmadı. Hilmi Altınsoy adamın geleceğini düşünerek “Birkaç gün sonra geldiğinde görürüz!”dedi. Bu kez de ben, “Yok canım, o kadar uzun zaman burada kalacak mıyız? ”diye sordum. Yusuf canlandı, birden “Senin bu konuda bir bildiğin olmasa böyle söylemezdin!”dedi. Bu kez ben, ”Gelen adam, İsmail Hakkı Tonguç’un arkadaşı, dediniz. Eğer öyleyse İsmail Hakkı Tonguç arkadaşını bile bile sorunlu bir yere yollamaz. Demek bizi buradan ayıracak, biz Kepirtepe’ye dönünce arkadaşı burada daha rahat müdürlük yapacak. Mehmet Aygün, Salih Baydemir, Harun Özçelik bana katıldılar. Bu söylediklerim şaka yollu akıl yürütmeydi ama birden, temel atma törenini anımsatıp, Bakanlıktaki kimselerin bizi sevmediğini ortaya attım. Arkadaşımız Hüseyin Serin tertemiz giyinmiş bayrakla törene katıldı. Üstelik Hüseyin’le Hidayet Öğretmen birlikte geldiler. Ferit Oğuz Bayır durup dururken Hüseyine çıkıştı:

-Sen kimsin ne bu başınaki? diye el-kol sallayarak sözler söyledi. Onun öfkesi nedendi? Gelen Köy Enstitüsü ekiplerinde kasket gördünüz mü? Arkadaşlar biraz şaşkın biraz da hak vererek bana baktılar. Kimilerinin aklı karıştı, kimileri düşünür gibi bakıştı. . Salih Baydemir, “Ne olursa olsun, biz memleketimize dönelim o yetecek!”dedi. Namık Ergin Öğretmen geldi. Gülerek:

-Bıktınız benden değil mi? ”diye hepimize baktı. Hepimiz ayağa kalktık, birileri, “Sizden güç alıyoruz!” birileri de parça parça “Size güveniyoruz!”birileri de “Gözümüzü bu okulda sizinle açtık, tek dayanağımız sizsiniz!”dedi. Öğretmen gülümsedi:

-Gönülden gönüle yol varmış. Bu yollar açık. Sizin düşündüklerinize aynen katılıyorum. Bu gönül bağımız sonsuza dek sürecek, buna inanarak mutlu oluyorum, mutlu olacağım, sizi mutlu gördükçe tüm yaşamımın hep mutlu geçtiğine inanacağım!Öğretmen oturmamızı söyledi. Hamdi Bağ, Naci İnan, Hasan Çevik, öğretmenlerden mektuplar almış, beraber çalıştıklarına selamları söylemiş ama hepimize toplu iletememiş “Kısmet şimdiymiş!”dedi. Üçü de asker. Hasan Çevik Öğretmen Edirne’deymiş. Bir süre de Alpullu’da kalmış. Hamdi Bağ Öğretmen Erzurum’da(Onu duymuştuk) Naci İnan Öğretmen Balikesir’deymiş. İrfan Evren Öğretmeni sordum, “O İstanbul’da, onu gördüm, o daha şanslı çıktı!”dedi. Öğretmenlerin dördü de gene mesleklerinde çalışıyormuş. Asker kışlaları, subay konutları gibi işleri sürdürüyorlarmış. “Yaptıklarının adı askerlik, ama oraya bağlılar!”dedi. Namık Öğretmen gülerek anlattı. “Hamdi Bağ Öğretmen Kepirtepe’den taşındığımızı duymamış, duyduğunu düşünerek, hal hatır sorduktan sonra, bizden haber istersen, bir Kepirtepe daha kurduk!”diye yazmıştım. Hamdi Öğretmen , “Ne diyorsun, Kepitepe’yi birlikte kurmadık mı? Bizi siliyor musunuz yoksa? ”diye sormuş. Habersiz olduğunu anladım, ayrıntılı yazdım. . İkinci mektubuzda anlaştık!”dedi. İkinci Kepirtepe falan derken, arkadaşın biri “O kadar değilse bile ona yakın!”deyince. Ben, “Ona yakın ne demek gerçekte ondan sayı olarak fazla!”deyince Namık Ergin Öğretmen de   “Yapma İbrahim, o kadar var mı? “diye sordu. Ben burada 11 bina tamamlanmış durumda, orada ise 10 bina, yapılmış saydığımız binaların 3 tanesi ya terkedildi ya da yıkılıp yenisi yapıldı, isterseniz sayalım!”dedim. Namık Öğretmenin çok hoşuna gitti, ”Siz böyle geçmişle ilgilenirseniz ben bundan çok mutlu olurum!”dedi. Bunun üzerine ben, 1. Alpullu’daki Hamam, 2. Küyük Okul binası-3. Bitişik Öğretmenler odası-4. Yemekhane-5. mutfak-6. 7. 8. atölyeler. -9. . Yatakhane-10. Tarım deposu…Revir’le Banyoları ayrı sayarsak 13 bina eder. Alpullu’dakini düşünce 12 , yatakhaneyi bir sayarsak 10 bina olur. Burada bir birinden ayrı 11 bina yapıldı. Namık Öğretmen “Doğrusunu isterseniz bunları ben de birer birer hesaplarım ama İbrahim gibi sahiplenip sıralamadım. Teşekkür ederim!”dedi. Bu kez öğretmen, arkadaşlara “Biliyor musunuz, Sili Usta İbrahim’i çok beğeniyor!”diye ekledi. İsmet dayanamadı, bugün gelen kimdi? diye sordu. Öğretmen, “Genel Müdürümüzün yardımcılarından biri, niçin geldi bilmiyurum, sormadım da!Onlar öyle zaman zaman gelip giderler. Bir hayli harcama oluyor. Devlet verdiklerini kovuşturur. Bu işleri belli görevliler yapar. Bunları bildiğimiz için bize bir şey sorulmazsa biz de gelen gidene sormayız; hoşgeldin, beş gittin, deyip geçeriz!”Öğretmen, zil çalmadan izin istedi. Ayakta uğurladık. Zil yakınmış, yerlerimize oturmadan çaldı. Yatınca Namık Öğretmeni düşünüm. Askere o neden gitmedi? Fikret Madaralı, Seçuk Korol, Reşat Tekinay, Hidayet Gülen, Mustafa Güneri hep genç ama askere alınmadılar. Bunun bir nedeni olsa gerek. Hasan Çevik Öğretmenin gene Alpullu’ya gitmiş olması şaşırtıcı. Evini taşımamış olsaydı sevinecekti. Belki de taşımamıştır. Şimdi anladım, Bektaş Ağabeyim gibi iki aylık Hava Değişimi alıp evine gelmiştir. Bektaş Ağabeyim gibi Ali Eniştem de iki ay gelmişti. Belki de bir süre askerde kalanlara iki aylık izini böyle veriyorlar. Sili Usta beni neden övsün? Belki bir kez söylemiştir. Namık Öğretmen de aynı sözü söyleyip duruyor. Arkadaşlar bu sözlerden hiç hoşlanmıyorlar. Canları isterse. Ben istediğimi yapıyorum, yaptığım da yerine gidiyor. Şimdiye dek derslikte hiçbir olay karşısında mahcup olmadım, direttim, kazandım…

 

18 Kasım 1941 Salı

 

Mehmet Yücel Yakup Tanrıkulu arkadaşımıza “Zarif” adı takmış. Yakup ince uzun boylu. Gelgelelim, Mustafa Saatçı, İsmet Yanar, İdris Destan birkaç kişiyi daha kandırıp karşı duruyorlar. Zarif arkadaşımız bugün nöbetçi. Karşıcılar, sıra ile Yakup, Yakup, Yakup deyip duruyorlar. Amaçları da Zarif sözünü önlemekmiş. Ben şaşırdım, niçin böyle yapıyorlar? Halil Basutçu düpedüz çıkıştı:

-Arkadaşımız gerçekten zarif, nazik bir arkadaş, neden engel olunuyor? İsmet açıkladı:”Yakup burada aldatılıyor, Bu adı koyan asıl kendini Zarif olarak andırmak istiyor. Kendisi ince, uzunboylu, Yakup da öyle, bizi Yakup’la alşştırıp sonra sonra kendiri Zarif olarak çağırtacak!”Halil Basutçu sinirlendi:

-Mehmet Yücel arkadaşımız zaten Zarif bir arkadaş, onun öyle sıfatlara gereksimi yok, siz uyduruyorsunuz bunları!dedi. Mustafa Saatçı ise, “Sizi zorlayan yok, siz istediğinizi söyleyin. Biz birilerinin gizli amacını açıklıyoruz. Mehmet Yücel’e sordular:

-Sen bunlara ne diyorsun? Mehmet Yücel, “Bunlar haylaz takımı, kendilerine takılmamı istiyorlar. Ben onlara birer ad taktım, onlar daha fazlasına layık değiller. Ben söyleyeceğimi söylerim, isteyen beğenir isteryen beğenmez. Bana gelince, ben doğuştan zarif bir insanım, bana başkasının zarif demesi önemli değil. Yakup arkadaşın da bana benzediğini kimse yadsıyamaz. İsterlerse kızlara sorsunlar, kızlar ikimize de Zarif delikanlılar diyeceklerinden kuşkumuz yok!”Herkesi bir gülmedir tuttu. Sami Akıncı bile “Kardeşim Mehmet Yücel, bu ne kadar kendini beyenmişlik böyle !”dedi. Mehmet Yücel’in Sami Akıncı’ya tepkisi ne olacaktı? Herkes sustu, Mehmet Yücel gülümseyerek:

-Hayret bir şey, doğusu sevindim. Demek Sami Akıncı, kendinde olan bir şeyi az da olsa başkasına verebiliyormuş, bunu duyduğuma sevindim!”edi. Bu kez susan arkadaşlar, yerlere yatarak güldüler. İsmet, Mehmet Yücel’i kolundan çekerek:

-Daha konuşma yeter, Ceylan gözlü deyip dışarıya çıkardı. Ali Aga gene numarasını yaptı, “Ne dedi o, Ceylan Gözlü mü dedi, Ceylan Köylü mü?

Fettah Biricik her zaman Sami Akıncı yanında olmak ister, gene konuşmaları ilgiyle izledi. Katılmadı ama kendisini zor tutmuş besbelli, Ali Aga’ya “Arı dilli yanıtını verdi. Ali Aga hiç beklemeden yapıştırdı:

-O sensin!Bacaklarım aşağıda kendi ranzamın ucunda oturuyordum. Tartışmaları izlediğimi görünce Halil Basutçu, “Ne o tartışmaları izliyorsun, işine geldi değil mi? “Son ikisi boğazlaşsaydı daha çok sevinecektim!”deyince bu kez de:

-Yapma yahu odar mı nefret ediyorsun onlardan. ? Nefret etmiyorum, birbirini sevmeyen insanların, severmiş gibi görünüp, çevrelerindekileri kandırmalarına kızıyorum. . Bu atışanlar az sonra sana karşı birleşip, canını sıkabilirler. Halil “Orası öyle!”dedikten sonra yavaşça “Sen Sami’ye ne diyorsun? Mehmet Yücel lafı tam oturttu!” Birlikte kahvaltıya katıldık. Zarif nöbetçi Yakup Tanrıkkulu bize pekmezlı ılık su ile zeytin, kırıklı ekmek yedirdi. Gene de neşeli olarak işlere dağıldık.

-Bizim işimiz bir süre belli, tüm binaların pencereleri, Harun Özçelik’in saydığına göre 74 çerçeve, 34 kapı. Bazı binaların bodrum pencereleri bunların dışında. Salih Baydemir, Kış boyu pencere-kapı yapacağız!”Yusuf çıkıştı, “Ağzını topla, Kepirtepe’ye gelmeye niyetin yok, galiba!”Bu arada “Kim gönderdi ki, gitsin!”diyen oldu. Bilmiş bilmiş, “Çok yakında haberi gelecek, göreceksiniz!”dedim. Dedim ama birden pişman oldum, arkadaşlar çılgın gibi zipladılar, yumruklaştılar. Bu sevinçleri boşa çıkarsa ne olacak? ”İçimden varsayımlar geçirerek, söylediğime kendim de inandım. Cavit’in anlattığını anımsadım. Mektubu P. T. T. ’ye götürmüş. Pul yapıştırıp atsa bunu kim alacak? Odalardan birine girmiş, 6-7 insan varmış, girince kendisine bakan birinin önüne gitmiş, göçmen çocuğu olduğunu, kendisine yardım edilmesi için Cumhurbaşkanının eline geçmesini istediği bir mektup atmak istediğini, söylemiş. Adam Cavit’in yüzüne bakmış, ”Kötü bir şey yazmıyorsun değil mi? ”diye sormuş. Cavit sevinerek yemin billah etmiş. Adam “Mektubunu şu karşıda üstünde C. Ç yazan kutuya at, yarın elinde olur!”demiş!”Gerçekten böyle olduysa, gerçekten adamın dediği doğruysa Cumhurbaşkanı bizi düşünecektir. Peki bu C. Ç ne oluyor? Kafam Ç harfine takıldı. Olsa olsa çöpe olabilir. İçimden gülümseyerek söz ürettim:Cumburlop çöpe, cümlesi çöpe,

Cart çöpe. İçimdn bunları geçiriyorum ama arkadaşların sevindiğini görünce elimde olmayarak onlara katılıyorum. Gider gitmez köye uğrayacağım. İlk pazar KamberAamcama gideceğim. Evdekilere, kahvedekilere neler anlatacağım. Ankara için fazla bir şey bilmiyorum ama, Cumhuriyet Bayramını, geçen arabaları, özellikle fuybol maçını, uçakları, planörleri anlatacağım. Yusuf saati sormasaydı paydosu bile unutuyordum, 5 dakika kaldığını söyledim. Motoru durdurdum. Yolda da Fevzi aklıma geldi. Bir de ondan dinleyeceğim. Tıpkısını anlatırsa tam olarak inanacağım.

Zarif nöbetçi peynirli çorba etli nohut, irmik helvası yedirdi, teşekkür ettik. Bizim masa Hilmi dışında herkes Zarif sıfatını Yakup’a uygun buldular. Yusuf bana, “İsmet sana kızacak!”dedi. “Yaptığımız konuşmalar bir oyundur , bunda kızacak ne olabilir? ”diye sordum. “İsmet buna kızmaz!”Serin esinti giderek hızlandı. Yolda köylülerle karşılaştıkSelam verdik, selam verdiler, bizimle konuşmak ister gibi bakışları vardı. Havaları sorduk. Bizim yakındığımız rüzgarı onlar bizim iyi şansımıza yordular. Rüzgar yağışı önlermiş, yağış önlendikçe de kar gelmezmiş. Karşı tepeleri gösterdik. ”Esintilerin oradan aşağıda dolaştığını söylediler. Onlardan ayrılınca Yusuf başta olmak üzere yeni buluşlar başladı, esinti yapılacak, okul alanına kar sokulmayacak.

Atölyede çalışmaya başladığımızda bir grup arkadaş geldi, hep birlikte son makasları ikinci depo önüne taşıdık. Öğretmen çatıda çalışıyor. Taşıma uzun sürdü, 20 makas bir o kadar da parçaları. . Yapıcılar Mutfak çatısında oluklu kiremitleri diziyor. Mutfak da yağmur yağıştan kurtuldu demektir. Harun, bir örnek çerçeve yapalım, diye tutturdu. Makineyi çalıştırıp iki pencerelik delik deldik kornişleri açıldı. Harun’un isteği yerine geldi. Çabucacık alıştırma yapıldı, parçalar takıldı. İki yana iki örnek kondu. Az sonra Sili Usta geldi, “Bunlar ne? ”diye sordu. Harun çekinerek, iki örnek olsun istedik, diye biraz çekinerek konuştu. Ben azıcık uzaktan izliyorum, Sili Ustanın gülümser gibi olduğunu gördüm, kötü bir durum beklemiyorum. Sili Usta Harun’a biraz yüksek sesle,  “Bunlar eksik!”dedi, elini sallayarak tekrarladı, Bunlar eksik! “Harun üzüntülülü, ”Neresi eksik ki, plandakine göre yaptık. ”deyip bana baktı. Sili Usta “Ona bakma, buna bak, hani bunun camları? ”deyip kahkahayı attı. Eliyle Harun’un başını okşadı, ”Güzel güzel, çoook güzel!”dedi. Sağ elini yukarı kaldırarak, ayrılıp gitti. Sili Usta gidince bir süre güldük. Harun sıkıldığı için biraz durgunlaştı, “Gavur beni korkuttu!” dedi. Az sonra öteki arkadaşlarla Ali Yılmaz Öğretmen önümüzden geçerken, Harun Özçelik bu kez Ali Yılmaz Öğretmene, “Sili Usta baktı, bunların eksiğini buldu!”dedi. Öğretmen biraz telaşlandı, doğru ölçmediniz mi? ”diye sordu. Harun hepsi tamam öğretmenim ama gene de Sili Usta eksik buldu!”deyince, Yusuf dayanamadı, “Camları!”deyiverdi. . Ali Yılmaz Öğretmen güldü, ”Sili Usta şakacıdır, onu iyi öğrenin!”deyip yürüdü. Köylülerin rüzgar, kar, bulut gözlemlerini anlattık. Ali Yılmaz Öğretmen onlar için de “Az da olsa onların da doğruları bulunur, onlar burada yaşıyor, söylediklerinin bir gerçek payı vardır!”dedi.

Yemekten sonra ara vermeden atölyeye gittik, delip alıştırma işlerini sürdürdük. Yusuf’un sık sık “Kaç tane oldu? ” sorusuna arkadaşlar karşı oldular, “Kaç tane olursa olsun, sorulmasın, merak eden paydosta sayıp hesabını yapsın!”kararı aldık. Gene de ben dikkatle yığınlara bakıyorum, delinecekler, delinenlerden kat kat çok. Yusuf’la Hasan yer değiştirmek istedi. Bir bakıma iyi oldu. Hasan daha sakin; hiç değilse bir süre böyle gitsin. Namık Yücel paydos gözetçimiz. O dışarda olduğu için ötekiler çatıdan inince bize haber verecek. Biz Namık 'tan muştu beklerken Kamil geldi, “Paydos !”diye bağırdı. Namık “Daha çatıda adam var deyince Kamil, ”Ne bileyim ben, beni öğretmen gönderdi!”deyip yürüdü. Toparlanıp çıktık. Yeni müdürden, yemekten, ekmekten söz ederken rüzgarın kesildiğini farkettik. Hava da bulutlu. Kimimiz havanın bulutundan öz ediyoruz ama çoğu birbirine takılmaktan havaya mavaya bakmıyor. Öğretmen önde gidiyor. Kimi günler böyle. Ali Yılmaz Öğretmen giysileri değiştirdi. Renkleri gene gri ama daha kalın. Harun Özçelik biliyomuş; “Gabardin!”dedi. Ben bilmiyordum, sordum. “Gabardin nedir ki? ”Kalın kumaş, yanıtı verildi. Benim köy kumaşlarımı düşündüm yoksa onlara da gabardin mi deniyor? Ancak hiç anımsamıyorum, ben onları giyerken kimse öyle bir şey söylememişti. Gabardin!. . “Geberdin!”der gibi bir şey.

Dersliğe girdik, derslik çadırının direğinde bir kağıt asılı Ali Önol, İdris Destan, Yakup Tanrıkulu, Hilmi Altınsoy, Mehmet Başaran, Harun Özçelik hemen Hüsnü Baykoca Öğretmeni görecekler:Sami Akıncı açıkladı, bunlar sağlık kontrolundan geçecekmiş. Neden yalnız onlar? Onlar daha önce doktora gidenler, deftere öyle yazılmış, şu tarihte görülecek, demişler. Arkadaşlar ağlamaklı yüzlerle geldiler. Gitmek istemiyorlar. “Ne iyi Ankara’yı göreceksiniz!”Birden parlayanlar oldu “Ne Ankara’sı, Hüsnü Baykoca götürüyor, sağa sola bile baktırmıyor. saatlerce istasyonda bekliyoruz!”dediler. Üstelik bu altı kişi değil 20 kadar çocuk gidiyormuş. İki de kız varmış. Kız deyince herkes dikkat kesildi. Perihan’la Safinaz. Safinaz’ı anımsadım ama “Perihan diye biri yok!”dedim. “Var!”diyenler oldu. İki adlıymış. Hilmi Altınsoy neşesizdi, zorlamadık. Harun da çağırılmış ama o, o kadar telaşlanmıyor “. Nedenini biliyorum, neden tasalanayım? ”diyor. Ben takıldım, “Gitmişken Bakanlığa uğrayıp, Kepirtepe iznini getirin!”dedim. Himi bunu duyunca canlandı. “Şaka ediyorsun ama bu hoşuma gitti!”dedi.

Okuma saatinde öğretmen gelmedi. Doktora gidecek arkadaşların durgunluğu hepimizi etkiledi. Bir buçuk saat boyunca, hasta, doktor, ilaç, hastane sözü edildi. Almanca kitabından Gramer bölümüne baktım, fiil çekimlerini karşılaştırdım. Yazarak öğrenmeyi deniyorum. .

Yat zilinde hemen yattım, uykum var uyuyacağım…

 

19 Kasım 1941 Çarşamba.

 

Arif Kalkan nöbetçi. Arif’i hiç kimce kızdırmak istemiyor. Korkusundan değil, Arif kavgacı değil. Ancak çok arkadaş canlı olduğu için onu kimse incitmek istemiyor. Arkadaşlar bu nedenlerle Arif'i gücendirmiyor. Oysa benim nedenim bambaşka, bunu hiç kimseye söylemiyorum hele Arif’in kendisine hiç söylemeyeceğim. Arif’in dili azıcık tutuk, Konuşurken kimi sözleri söylemekte zorluk çekiyor. Sözleri söylerken dilinin ucuna bir fazlalık takılmış gibi sesler değişik çıkıyor. Bu tür konuşanlara Peltek dendiğini biliyorum. Benim dayılarımdan biri böyle. Ona ad takmışlar Peltek Ali. Fikret Madaralı Öğretmen de Arif’e ilk derslerde “Dilinde pelteklik var, çalışırsan bunu aşarsın!”demişti. Bu söz üzerine Arif’le dayım arasında bir benzerlik kurdum, sonraları Arif’i hep önemsedim. Ben böyle davranınca o da bana yaklaştı. Şimdilerde arkadaşlar arasında en sevdiklerimden biri. Kültür dersleriyle arası pek iyi değil ama sanat dersleri, çalışmaları çok iyi. Beden olarak güçlü, dengeli, sakin bir arkadaş, kimseyle bir sorunu olmadığından nöbetleri de sakin geçiyor. O nedenle bu sabah değişik bir hava esiyor. Arif çoktan kalkıp gitti. Ankara’ya gidecekler, kamyonla Lalahan’a gidecekmiş, onlar da ayrıldı masada iki eksiğimiz var. Bu sabah masada çoğunlukla Hilmi Altınsoy’u konuştuk. Hemşerisi Hasan Üner, “Arkasından konuşmak ayıp olacak ama hemşerim çok zekidir ancak tembelin de tekidir!”diye sözü açtı. Ben dinledim, hiçbir yorum yapmadım. Yusuf ortaya konuştu, Orhan tarafsız kaldı Mehmet Aygün övdü. . Sonuç olarak Hilmi Altınsoy arkadaşımızdan hepimizin hoşnut olduğu ortaya çıktı. Harun için tek sözde birleşildi çok iyi, güvenilir, çalışkan saygılı bir arkadaş. Salih Baydemir, güldü, bir sözüm var onu söylemeden edemeyeceğim:

-Çizdiği çizgileri kıskandığım tek arkadaş!dedi, güldü. Salih Baydemir’in Harun’la yıldızı barışık değil diye biliyordum. Yanılmışım. Hasanoğlan’a göçmeden önce 8 ay kooperatifte birlikte çalışmıştık. O zaman, alışverişleri Salih’le Harun birlikte yapıyorlardı. O sıralar ikide birde tartışırlardı. Kimi kez bu tarttışmalar küsmeye dönüşürdü. Kısa zamanda barışırlardı ama ben içlerinde kırgınlıkların kalabileceğini düşünüyordum. Salih Baydemir’de böyle bir kırgınlığın olmadığına çok sevindim. Harun’da olmadığını biliyorum, bu konuyu onunla konuşmuştuk.

Harun’u anarak çizdiklerini işlemeye başladık. . Çizilmişleri iki günde bile bitiremeyiz. Hasan, Yusuf, Namık alıştımayı sürdürdü, ben İrfan’la makinede çalıştım. İrfan’ı küçüklüğünden beri tanırım. Evleri okulun yakınındaydı, babası Pehlivan Amca beni öğleleri alır paylayarak evlerine yemeğe götürürdü. Babalarımız çok yakın dosttur, sık sık görüşürler. Pehlivan Amca her mektubunda bana ayrı selam yazar. Babamla görüştüğünü de ekler. İrfan’ı bizim gruba bemin aldırdığımı bilmiyor sanıyordum, tahmin etmiş, teşekkür etti. Kesikler yığılınca biz de , yatak açmaya, alıştırmaya başladık. Öğretmenler nedense geç döndü biz de onları bekledik, . Öğretmen, bir daha beklemeyin, bana, “Saatin var bak, paydosu ver!” dedi. Okula dönünce iki gündür ara verdiğim akordiyon çalışmamı sürdürüm. Arif geldi, “Kızlar dizilmiş dinliyorlar!”dedi. ”Hadi yalancı!”diyecek oldum Arif, ”Vallahi öğretmenleri de yanlarında!”diye tekrarkadı. Bu kez notaları açıp seçme parçaları çaldım. Dışarda sesler çoğalınca çıktım. Yemeğe oturulmaya başlanmış. Salih muştuladı:

-Son çatı da bitti anasını sattığım, bizi hala göndermezlerse, bundan sonraki işlerde en çok kaytaran ben olacağım! “İşte bunu yapamazsın!”dedik. Biz öyle dedikçe Salih bastıra bastıra yapmayan eşektir!”deyip arkasından bir sıra hayvan adı saydı.

Derslikte de oldukça neşeli bir hava vardı. Bizim grup çerçeve işine gömüldüğümüzden , işlerin söz verildiği süreçte bitmesi sevincini tam algılayamamışız. Arkadaşlar çok bilinçli olarak 20 Kasım’ı sınır saymışlar, sevincini yaşıyorlar. Ankara'dan gelenler de sağlıklarının iyi olduğunu söylediler. Derken Hidayet Gülen Öğretmen geldi. Sevincimizi sordu. Birkaç arkadaş birden konuşunca Hidayet Gülen Öğretmen, gülerek “Durun durun, benim iki kulağım var ama onlar gene tek sesi alıyor. Söylediklerinizi anlamamı istiyorsanız sıraya girmek zorundasınız!”dedi. Bekir Temuçin atik davrandı, , ”İnşaatın kaba işlerini 20 Kasımda bitirmek için karar almıştık. Bu karamız kapsamındaki işleri tamamlamış durumdayız, ayrıca rahatsız arkadaşlarımız bugün doktor kontroluna gittiler, hepsi sağlıklı olarak döndü. !”deyince Hidayet Öğretmen “İşte şimdi oldu, her şeyi iyice anladım, geçmiş olsun neşenize katılıyorum!”dedi. Cebinden bir mektup çıkardı, Müdürümüz Nejat İdil’den bugün aldım, hepinizin hepimizin gözlerinden öpüyor, bizi dörtgözle beklediğini yazıyor!”dedi. Bunu duyan arkadaşlar, “Öyleyse bir gerçekten Kepirtepe’ye döneceğiz!”dediler. Hidayet Öğretmen “Ondan hiç kuşkunuz olmasın, bir gün dönmek üzere geldiniz zaten!”deyince çok dikkatli dinleyen Sami Akıncı, “Öğretmenim, neden siz diyorsunuz, siz dönmeyecek misiniz? Öğretmen, “Biz öğretmenleri sizden ayıran bir durum var, biz atamalarla yer değiştirebiliyoruz. Yetkililer, bize siz burada kalacaksınız derse, boynumuzu büküp kalacağız. O nedenle öyle söylüyorum. Bana sorarlarsa doğal olarak sizden ayrılmayacağım!”Söz Kepirtepe’ye döndü, artezyenin oraya yeni canlılık verdiğini, bahçelerin güzelleşeceği üstüne konuşmalar uzadı gitti. Zil çalınca, Hidayet Gülen Öğretmen sizinle konuşmak güzel, dilerim bunlar iyi günlerde sürsün, bu kesilirse ona da sağlık olsun, diyeceğim ama bu benim için biraz üzücü olacak!”deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca Abdullah Erçetin Hidayet Gülen Öğretmenin ünlü şarkısına başladı:

-Bülbül olsam kona da bilsem dallere dallere…. deyince bunu duyan öğretmen geri döndü, ”Bak buna da sevindim, ayrılırsak beni bununla anacağınıza inanıyorum, şimdiden teşekkür ederim!”dedi, gitti…Yatınca Hidayet Öğretmenin sözleri arasından sözler çıkararak konu üstünde düşünmeye çalıştım. Kepirtepe’ye döneceğiz, dönmesine döneceğiz de ne zaman? Bir ders yılı daha boş bekledikten sonra mı? Kasım ayı da bitiyor. Bu ay sonunda gideceğimize inanmaya başladım. Hidayet Gülen Öğretmen bizim dersimize girmedi ama temsil için bizimle bir hayli uğraştı. Müzik konusunda bana çok yardımcım oldu, çok yüreklendirdi. İlk nota kitabını da bana Hidayet Gülen Öğretmen verdi. Hidayet Gülen Öğretmenin okula ilk geldiği günlerden bu yana b izimle ilişkilerini bir bir anımsadım. İlk olarak Mavi Yıldırım temsili hazırlamıştık. Benim kısa bir sözüm vardı. Karşımdaki, “Hurucu sultan meselesi, diyordu. Ben kızarak “Huruç ettik de geldik buraya Hafız!”diyordum. Hidayet Gülen Öğretmen bu sözü bana defalarca tekraralatmıştı. O zaman buna kızıyordum. Oysa şimi o sözü gene doğru söyleyemediğimi kendim biliyorum. Bura da söz söylemek yazılanı okumak değil toplu konuşma içinde o ortama uyacak ses tonuyla anlamlı söylemek, bir bakıma sözü yerine oturtmak gerekmektedir. Hidayet Öğretmeni gördükçe bu hep anımsadım. Bayrak törenlerine çıkmamı Hidayet Gülen Öğretmen destekledi, çok yardımcı oldu, şimdilerde de bu yardımı sürmektedir. Hidayet Gülen Öğretmenin bir de giyimi ilgimizi çekmiştir. Çok temiz giyinen, giydiklerini bir birine uyduran bir kimse. Ayrılırsak üzüleceğim…Ben bunları düşünürken Mehmet Yücel birileriyle konuşuyordu, “Hidayet Gülen Öğretmen, çok duygulu, iyi yürekli bir insan!Bizimle dönmezse üzüleceğiz!”Mehmet Yücel’in bu sözlerine aynen katılıyorum. “Bizimle dönmezse üzüleceğiz. Derken Namık Ergin Öğretmeni anımsadım, o da dönmeyebilir mi acaba? Belki de öğretmenlerin hepsi burada kalacaktır. Çok iyi alıştığımız Ali Yılmaz Demirbilek, Selçuk Korol burada kalırlarsa Kepirtepe bu kez iyice boşalacak. Yoksa orada da mı, burası gibi öğretmensız, derssiz ortalıkta dolaşacağız. Karıştıdıkça karışitırdım sonunda kendi kendimi iyice üzdüğümü anlayıp gözlerimi kapattım. Bir sürede gözlerim kapalı düşünmemeye çalıştım. Ne yapsam rahatsız olduğumu anladım. Babamı anımsadım. Geri dönüşüme sevinecektir. Pehlivan Amcanın çocuğuyla çalıştığımı anlatırsam, “Pehlivan bunu duyarsa çok sevinir!”diyecektir. Kamber Amcamı anımsadım, beni görünce “Gel bakalım yeğen, nerelere gittin, neleri gördün, bir bir anlat!”diyecektir. Özellikle Ankara üstüne söyleyeceklerimi önemseyecektir. İstanbul’u bildiğini söyler, o nedenle İstanbul sözü etmem….

 

20 Kasım 1941 Perşembe

 

Tehlikeli bir sabah. Hüsnü hemen yakınımda kapıda hazır. Emrullah’ı bekliyor. Onu yemekhaneye gönderirse rahatlayacak. Emrullah ise bir türdü çıkmıyor. ”Sanki biri laf atsın da kavga edeyim!”der gibi gidip geliyor. Halil Basutçu da salt Hüsnü için hazır. Emrullah çıkınca Halil, “Ha şöyle!”dedi demedi, Emrullah geri geldi, yatağına gitti döndü. Hilmi Altınsoy Halil’e abi şimdi daha rahat diyebilirsin!”dedi. Halil açıkladı, ”Hüsnü çok üzülüyor, ben de Hüsnü için üzülüyorum. Biliyorum öteki, çok duyarsız. Ne yapalım o da öyle işte!”deyip gitti. Hüsnü Yalçın içeri girince başladılar “Kaksi bre Hüsnü, Kaksi dobralisi. Mama mıstara. Eminamzof, petli kukurika. Hüsnü gülerek, “Bana istediğinizi söyleyin, o arkadaş bunları kaldıramıyor. Bana söyleyin, Do gospotini unuttunuz. Size gülerim, ne söylediğinizi bile bilmiyorsunuz. Bu söylediğinizi doğru olsalar bile yanyana gelince anlamsız oldukları, sizi gülünç duruma soktuğunu bile bilmiyosunuz. !”Halil geldi, Hüsnü’yu alıp götürdü. Takılmaya hazır olanlar bu kez Halil’in arkasından konuşmaya başladılar:

-Ona ne oluyor, o onların bekçisi mi? gibi sorular arasından birisi “Muhacir değil mi? arkadaşlarını korumak istiyor!Bu kez de ben sordum; “Halil muhacir mi? ”Bunu, bilmediğim için sormuştum. Ancak soruşumdan hepsi çekindiği için konuşmalar birden kesildi. İdris ustaca dönüş yaparak, “Mucacir olmak ayıp mı? , Hepimiz muhacir çocukları, torunlarıyız!” Öyleyse, Emrullah’a, Hüsnü’ye neden takılıyorsun? ”İdris Destan benden bunu hiç beklemiyordu, dikkatli baktı, önce ellerini sonra da ağzını oynattı. “Arkadaş olarak neşeli vakit geçirmek için, sen de katılmıyor musun bize? ”diye sordu. ”Arkadaşım, iki yüzlü olmayalım, neşeli dakikalar geçirmek için takılmalar başka, Hüsnü ile Emrullah’ sataşmalar başka. Arkadaşlar söylesin, biz de akşama dek şakalaşıyoruz ama, şakalarımız hakarete dönüşmüyor. ! “İdris bu kez “Yalnız ben miyim? ” diye sordu. “Onlar sustu, sen konuştun onun için sen oldun. Dördüncü yıla girdik ben sıra arkadaşım Halil Basutçu’nun göçmen olduğunu bilmiyordum, çünkü beni orası hiç ilgilendirmiyordu. Ben onun arkadaşlığına bakıyordumOysa siz bu sabah onun göçmenliğini ortaya getirdiniz. Sizin cibilliyetinizi araştırsalar mutlu olacak mısınız!”Halil geri gelince sustum. Kahvaltıya gittim. Hasan kahvaltıda yavaşça bana:

-Sen İdris’i seversin ama bu tür işlerde baş kışkırtıcılardan biri odur!dedi. Hilmi gelince konuyu değiştirdik. Çünkü Hilmi de onlara uyanlardan. Kahvaltıdan sonra aynı konuyu konuştuk. Yazık ki yeğenim İsmet’i de aralarına almışlar. Böyleyken gene de İsmet’in arkasından söylemedik söz bırakmıyorlarmış. İsmet’in dizginlerini çekmeye karar verdim. Tıpkı İdris Destan gibi suçüstü yakalayıp, hesap soracağım.

İşbaşı yaptık. Grubumuz arttı, on kişi olduk:Recep, OrhanAli, Musa bize katıldı. Şarkıcıların gelişine ayrıca sevindim. Şarkıların tamamını olmasa bile aklıma geldikçe melodilerini söyleterek belleğime yerleşmesine yardımcı oluyorlar. “Havada uçan Turna sesi kanadı burma-Ağzı dolu yem getirir, şekerle hurma” Eğitmen Mustafa Ağabey bunu çok söylerdi. Ali ile Musa’dan duyunca hoşuma gitti. “Sadece baştan iki dize”İkisinin bir araya gelmesine gerek yok işaretleşip bir aradaymış gibi uyumlu söylüyorlar. “Bunu nasıl başarıyorsunuz? diye soramıyorum, yanıtları hazır:

-Sen akordiyona nasıl emek veriyorsan biz de bunlara çalışıyoruz!”Ali Ergin güzel şarkı söylüyor, deyince Yusuf biraz yutkunuyor ama, kıskanmıyor. Yalnız sık sık “Şarkıları Musa öğretiyor!”diyor. Gerekçesi de hazır, “Bizim oralarda bu şarkıları söyleyen pek yoktur!”

İşimiz hızlandı, biz İrfan’la delmeyi sürdürüyoruz. Alıştıranlar hızlandı. İki okul binasının pencere hesabı görüldü gibi. İrfan çok mutlu, “Motor yanına pek sokulmazdım, alıştım!”sözünü birkaç kez tekrarladı. Birinci deponun kiremit işi bitti, buradan görünüyor. Yemekhanenin alt betonu da dökülmüş. Kendimiz paydos edip yola çıktık. Ali Yılmaz Öğretmen “Sayılardan ne haber? ”diye sordu. . “22 Tamam!”dedim. Öğretmen “Oooo, çok iyi!”deyip güldü. İrfan yanımda yürüyordu, Ali Yılmaz Öğretmen İrfan’ı gösterdi, ”Nasıl çalışıyor mu? ”diye sordu. Çok eski tanışıklığımızdan söz edince öğretmen bana, “Senin böyle vefalı olduğunu bilmiyordum, bak bak!”dedi. Bu kez de Yusuf benim vefalı olduğumu övdü. Gülerek tarihte geçen tüm kıralları unutmaz saygıyla anar!”deyince öğretmen, “İşte buna bayıldım, !”deyip güldü. Ancak bu bayılma bana değil Yusuf içindi. Yusuf, un, ”Tarihteki kırallara vefayla bağlı olduğumu söylemesini çok beğenmiş, evine gidene dek güldü. Öğretmenden sonra da öteki arkadaşlar sıra ile söyleyip güldüler. Hasan Arabacı hemen Kamil Varlık’a, Kamil çok vefalı olduğundan günde 3 kez yemekhaneye gider. Süleyman Gege vefa borcunu ödemek için her akşam uyur, gibi takılmalar sürdü.

Emrullah’a takılmalar yemekte de sürer. Çıkıp masalar arasında dolaşsa beğenilmyen yemeklerden o sorumlu olur. Apaçık şaka olan bu sözlere Emrullah kızıp küfreder. Zaten bu istendiğinden arkasından, hindiliği, gulu gulu sesleri gelir. Bugün daha değişik bir şey oldu. Çoktandır yemediğimiz taskebabı, düpedüz etli, pirinç pilavı, sevdiğimiz türden, içinde kırmızılaştıran birşeyler var, gerçek üzüm hoşafı. Emrullah paylanmaktan kurtuldu. Durumu çok iyi bildiğinden her zaman sinip kenar köşe kaçan Emrullah bugün göğsünü gere gere ortalıkta dolaştı. Sonunda bizim masada Hilmi Altınsoy dayanamadı söylendi, Bu “Baba Hindi(Gulu gulu sözünü de ekledi) de az değil ha; ne yapıyorsa hınzırlığından yapıyor!”dedi. Kimse yanıt vermeyince aynı sözü bir daha söyledi, sonra da sordu”Öyle değil mi? Mehmet Aygün yanıtladı:

-Herkes öyle değil mi? Öyleyse sen şimdi bu soruyu neden soruyorsun? deyinceYusuf’la Salih ikisi birden “Hınzırlığından!”dediler. Hepimiz, hık, pık, mık, yaparak güldük, ağızlarımızı ellerimizle kapattık. Hilmi bu kez bana döndü, “Benim güzel abim, sen katılıyor musun bunlara? ”Anlamazdan geldim, Hilmi'ye, “Emrullah’a bakıyordum, tam olarak işitemedim!”dedim. Bu kez de, ”Nesine bakıyorsun onun, çok kurnaz biri o, kendini saf saftirik gösterip gününü gün ediyor; zavallı Hüsnü’yü de köle gibi kullanıyor!”dedi. İnatlaşmanın bir yararı olmayacağını düşünüp Hilmi’ye yardımcı olmak için:

-Onlar iki kişi, bizim gibi birini güncendirince ötekine yaklaşma şansları yok. O nedenle onlar arkadaşlığı bizden çok değişik düşünüyorlar. Robenson’u hep okuduk, adam yalnız kalınca hayvanlara sarılmıştı. Oysa gemi kazasından önce babasına bile sırtını dönmüştü. Hilmi, “Anladım, sen sağlam yerden vuruyorsun, ben düşünmeden konuşuyorum. Hele kitaplardan falan ders aldığım yok!”dedi durdu, “Di mi arkadaşlar, biz, ne de olsa senin gibi düşünmek için daha birkaç fırın somun yemek sorundayız!”Bu kez gene Yusuf’la Salih, arkalarından Hasan, “Fırınla somun da tarihe karıştı, sen bunu yufkaya çevir!”dediler. Hilmi, tümden alt perdeden aldı, “Abi bunlara bir şey söyle de benim yakamı bıraksınlar, ben onlara sataşmıyorum!”deyince ben, “Yakaya yapışılması kötü bir şey se sen de Emrullah’ın yakasını bırak. O arkadaş bu konuşmalardan habersiz ama biz yemek boyunca onu konuştuk!”Hilmi “Tövbe, bundan sonra bu masada ondan söz etmeyeceğim, tamam mı!”Gülerek “Tamam!”deyip kalktık. Hilmi Alınsoy!un kendine özgü konuşma biçimi var. Özel sözler kullanıyor. Örneğin, Allah seni inandırsın!, çok sık olarak “Vallahi billahi, Geçen yıllar bir de Anam av…. . sun gibi çirkin bir sö daha söylemişi ama o zaman tüm arkadaşlar üstüne yürüyerek sözünü geri aldırmışlardı. O zaman çok korkmuştu, uzun süre suskun kaldı. Sonra sonra arayı gene düzeltmişti. Şimdi o sözü kullanmıyor ama gene büyüklerin sözlerinden kullanmaya özeniyor. Tövbe, Allah seni inandırsın, Valla mı? gibi daha birkaç sözü var. Oldukça hoşgörülü olmasına karşın kimi zaman saplandığı inatçılığını yenememektedir. Ençok övündüğü soyadı da ona kimi zaman dert olmaktadır. Bugünkü Emrullah’a takıldığı gibi kimi zaman bakşa arkadaşlarada da takıldığı olmaktadır. Böyle bir tartışmada Soyadını değer artısı olarak gösterince yapılan bir yorumla çok zor durumda kalmıştı. Altınsoy, değerli altın madeniyle anlamdaş tutulmakla birlikte, arkadaşın biri bunu, Üstünsoy karşığı alıp değersizleştirmişti. Hilmi’nin o zaman sinirden titrediğine tanık olmuştum. O zaman da gene yanlarında ben vardım. Maden adı olan altın’ın sıfat olarak kullanılan üstün sözünün karşıtı olamadığını, yapay olarak öne sürülse bile bu sözün o anlamda kullanulmadını uzun uzun anlatmıştım. Alt-üst subay rüdbelerinde ya da binalarda kullanılmakla birlikte bunlar(Alt-üst) ek alarak benzer anlamlarda kullanılmamaktadır!”diyerek oldukça inandırıcı örnekler vermiştim. Gene öyle bir durumla karşılaşsa yardımına koşar mıyım? ! diye düşündüm. Yanıtım olumlu oldu; koşarım, Hilmi gene de arkadaşların bir çoğundan daha açık yürekli. Kesinlikle iki yüzlü değil, yanlış yapıyor ama, yanlışı gösterilince çekinmeden düzeltme yönünde çaba gösteriyor. . .

İrfanla geçmiş günleri konuştuk. Nuri Öğretmeni, oğlu Hikmet’i, kardeşini, İrfanların komşuları, muhtar Sadık’ı, çakır gözlü oğlu Rifat’ı, Nazike teyzenin biricik oğlu Mestan’ı andık. Yazık ki hiç birisi okumamış. İrfan’ın anımsadığına göre koskoca Hamitabat köyünden liselerde dört kişi okuyormuş. Onların dördü de benim dönemimden, İsmet, İbrahim, Yaşar, Şakir…Şimdilerde Lüleburgaz ortaokuluna gidenler çoğalmış.

Ali Yılmaz Öğretmen geldi, “Hemşeriler ne konuşuyor bakalım? ”dedi. Ben de İrfan’ın köylüsü Milletvekili Zührü Akın köyüne güzel bir köşk yaptırmış!”dedim. Öğretmen, “Bu güzel işte, örnek olur, varlıklı aileler ona özenip babadan kalma kerpiç evleri değiştirirler. Böylece biz sanatçılara da iş doğar!”dedi. Öğretmen Hamitabat’a gittiğini söylemişti ama birden anımsamadı. Çok kahveli bir köydü galiba, dedi. Lülerbuırgaz’daki Keresteci Naci bir iş için gittiğinde bir iki saat kalmışlar. “Naci’yi tanıyor sunuzdur!”deyince ben, “Tanıyorum, eşi Frasnsızca öğretmeni!”dedim. Öğretmen bu sözümü eleştirdi. “Bir kimseyi tanıtmak için eşini öne sürme. Tanıttığın kişinin bir takım sıfatlarını bilmiyorsan, tanıyorum demezsin. Tanıyorum, deyip eşini öne sürersen bu tür tanıtmalar bir gün başına dert olur, benden söylemesi!”dedi. Öğretmen ayrılınca bir süre düşündüm. “Elbette öğretmenin bir bildiği vardır!”deyip kulağıma küpe olmak üzere, bunu bellek dağarıma yazdım.

Okula dönerken de İrfan’la konuştum. İrfan birara Bizim köyden gelen Ramazan’dan söz etti. Ramazan iyi çocuk ama, aileden gelen bir huyu var. Çok çekingen. Derslerde tek bir gün, bir konuyu çalışarak kalkıp anlatmamış. Okula geldiği günden başlayarak köye geri gitmeyi hesaplamış. Ben de büyük annesini anlattım. Büyük annesi onu çok sever. O da torununu gönderdiği günden başlayarak geri almayı düşünmeye başlamış. Zorla güzellik olmazmış. İrfan “la giderken 9 Mehmet gördü, “Abi ben de Domuzormanlıyım, beni de anımsa!”dedi. Ben de, Frenk derede mi balık tutardın yoksa Delen derede mi? diye sordum. Mehmet Özalp duraladı, “Abi ben onları biliyorum ama hep karıştırıyorum, hangisinde balık vardı? ” diye sordu. Bu kez Üsküpdere’de dedim. Güldü orasını iyi biliyorum, sizin köyün altı, Söğütlü dere, dedi. Onlar İrfan’la ayrıldılar, ben de dersliğe gittim. İrfan!la konuşmam bir bakıma iyi oldu, kuruntularım azaldı gibi. Üsküp dere, bizim köyün deresi. Hamitabat’ı aşıp Kırıkköy’den geçtikten sonra Ergene Nehri’ne ulaşıyor. Hamitabat, Kırıkköy, Pancarköyü, Alpullu…Bir kağıt çıkarıp harita çizmeye kalkıştım. Kendi köyüm Çeşmekolu’dan bir ok Kırklareli’ye bir ok da Lüleburgaz’a çektim. Kırklareli çizgisini 5 parçaya, Lüleburgaz çizgisini de üç parçaya ayırdım. Her parça bir saat. (5 km. )Lüleburghaz çizgisi dolaylarına, Hamitabat, Ayvalı, Kırıkköy, Pancarkay, Alpullu/Ergene, . Yolun sol tarafına da tek Celaliye Lüleburgaz yazdım. Kırklareli çizgisin de Kavakdere, Deveçatak, Bayramdere, Kızılcıkdere, Gündalan, Kırklareli bir taraf, sol tarafa da Erikleryur, Lefeci, Asılbeyli, Kırklareli yazdım. Yaptığımı görenler oldu. Sordular. Köyümün haritasını çizdiğimi söyleyince, “Çalışmak için köy seçmeye başladığımı söyleyenler oldu. Kimisi bunu yeni bir olay için yaptığımı kimisi, onları kışkırtmak için yaptığımı söylediler. Yemekte bu, konu oldu. Yemekten sonra ise bir çok arkadaş gelip bakıp bakıp, kendi köylerinin çevresini gösteren haritalar çizdiler. Selçuk Öğretmen geldi. Sıralara baktı, güldü, “Köylerinizi özlediniz değil mi? Besbelli köyleriniz, çevreniz burnunuzda tütüyor!”dedi. İsmet, doğruculuk etti, “Yok öğretmenim, Dayım çizerken gördüler, onlar da çizmeye başladılar!”deyince, Öğretmen, “Bu işler hep böyledir, biri başlar, ötekiler de , “Bunda bir keramet vardır!”deyip o işe koyulurlar!”dedi. Sonra da ne güzel hepsini birleştirin, alın size bir amatör Trakya haritası!”dedi. Sonra da ilk haritaların nasıl yapıldığı üstüne bilgiler verdi. M. S. 15. yy’a dek haritaların bizim çizdiğimiz gibi hazırlandığını, Amerika bulunduktan sonra Dünya yuvarlaklığı kanıtlanınca haritaların günümüzdeki düzeye ulaştığını anlattı. İsmet soru sormak istediğini söyledi. Selçuk Öğretmen İsmet’e takıldı, “Sorabilirsin ama sakın ahret sorusu olmasın, ben her soruya yanıt veremem, onu da hesapla!”dedi. İsmet, Amerika 1492 yılında bulunmuş, Amerika bulununca bir çok ülke Amerika’ya gidip yer tutmuş, İngilizler, Almanlar, Fransızlar, İspanyollar, Holandalılar, Portekizliler. Bunlar o zaman küçük, zayıf devletlermiş. Böyleyken gitmişler. Biz o zaman dünyanın en güçlü devletiymişiz, İstanbul’u almışız, Akdeniz, karadeniz bizim sınırlarımız içinde kalmış. Biz neden gidip Amerikadan yer almamışız? Öğretme gülerek, “İşte benim de dediğim buydu, bu da bir ahret sorusu gibi. Bu çok yönü olan bir soru. Bir kere biz o tarihte gerçekten bugün konuştuğumuz gibi güçlümüydük? Ya da bugün güçsüz gibi gördüğümüz o küçük devletler o zaman bizin sandığımız kadar güçsüzmüydüler? Biz birçok yer aldık ama gene de alabileceğimiz yerleri aldık. Bir yerde dayandık. Daha sonra da bize “Siz çok oldunuz, geri dönün dediler, gittiğimiz gibi geri döndük. Böyle olunca Amerika'da yerimiz olsaydı bile orası sanırım bize yar olmayacaktı. Baksanıza baba toprakları gözüyle baktığımız burumuzun dibindeki yerleri bile elimizden aldılar. Beni yanlış anlamayın, Ahret sorusu dediğim de bu dur. Olay birkaç sözle açıklanamayacak derecede karmaşıktır. Tarih bize bir çok imparatorluğun kurulduğunu bir süre sonra da yıkıldığını gösteriyor. Osmanlı İmparatorluğu da bunlardan biridir. İskender İmparatorluığu, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, İslam İmparatorluğu, Selçuk İmparatorluğu, hep kurulmuş bir süre sonra ortadan kalkmıştır. Dahası da vardır. İşte şimdi bir savaş yaşanıyor. Hitler denilen adam Cermen imparatorluğu kurma sevdasında, tüm Avrupayı aldı. Bakalım nasıl kuracak, kaç yıl yaşayacak? 1. Dünya Savaşına dek Rusya da bir imparatorluktu. Başta bir Çar vardı, babadan oğula saltanat sürüyordu, devrildi gitti. Bunu böyle bir soruyla çözmek zor. Bu nedenle bir tarih bilimi kurulmuş. Sınıflarınız yükseldikçe bir çok kitap okuyacak nedenleri niçinleri kendi mantığınızla çözmeye çalışacaksınız. Öğretmenler size bu aşamada belki yardımcı olacaklardır. Kendiniz biraz düşünmeden salt sorarak alacağınız yanıtlarla bir yere varamayacağınızı üzülerek söyleyeceğim. Biliyorum, İsmet’in sorduğu sorunun gerçek yanıtının yanından bile geçmedim. Biliyorum, İsmet’e göre Fatih Sultan Mehmet’in oğlu 2. Beyazıt, isteseydi Amerika’ya gidebilirdi. Çünkü İsmet henüz, 2. Beyazıt’ın kardeşi Cem’le yıllarca taht kavgası yaptığını henüz bilmiyor. Ayrıca yine 2. Beyazıt’ın kendi oğlu Yavuz Selim tarafından tahtından indirildiğini bilmiyor. İşte bunlar, işlerin sanıldığı gibi iyi gitmediğinin açıklanmayan boyutları!”Öğretmen “Gene de bu tür soruların bir tarih dersi niteliğinde olduğunu, bunları anımsayıp öteki olaylarda da benzer engellerin pekala olabileceğini düşünmek doğru yolda yürümemizi kolaylaştıracaktır!”dedi. Bu kez d İsmet’e takıldı, ”Nereden takıldın şu Amerika’ya, Amerikan filmleri mi gördün yoksa? ”dedi. İsmet, bir Amerikalı yazardan kitap okuduğunu, oradan aklına takıldığını söyledi. Öğretmen ayrılınca, hepimizin kafasında bir takım sorular belirdi. Oysa geçmiş tarih derslerinde bu anlatılanları biz en az ikişer üçer kez dinlemiştik. Yavuz Sultan Selim’in babasıyla Kepirtepe’ye çok yakın olan Karıştıran ovasında savaştığını, köyün adının karıştıran olma nedenin de bu olduğunu Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı. (Baba oğul arasını bir takım hilelerle işlerin karıştıldığını belşirtmek için bu ad verilmiş)Yatınca Baba-oğul nasıl savaş yapar bir türlü düşünemeyorum. Bunları anlatan kitapları bulsam hemen okuyacağım….

 

21 Kasım 1941 Cuma

 

Hüsnü gülümseyerek yanımdan geçti. Kendi nöbetinde rahat, sataşan olunca ya yanıt vermiyor ya da dili döndüğü kadar karşılık veriyor. Çoğunlukla gülerek karşılıyor. Gerçi , kimi zaman da Emrullah araya girip Hüsnü’nün durumunu bozuyor sa da bu pek ender oluyor. Gene de Hüsnü bir yandan da Emrullah’ı gözetmelek gereğini duyuyor. . Bu sabah herhangi bir çıkış olmadı. Ben dersliğe gittim. Küçük defterimi aldım, Musa şarkı yazacak. Kırım’dan Geirim-Allı Turnam-Mendilim Dalda Kaldı…. Bunlarla yazdıklarım otuza tamamlanacak.

Ilık pekmezli su ile zeytin yedik. Ekmeklerde bir değişiklik yok. Mehmet Yücel, “Bundan böyle taze ekmeği rüyalarımızda göreceğiz!”diyor. Arkadaşlar, “Rüyalarımızda görürsek ona da razıyız, hiç değilse unutmuş olmayacağız!”diyorlar. Mehmet Yücel onlara da yanıt veriyor:

-Rüyalarınızda yemeğe razıysanız, afiyet olsun, yalnız ağzınızı fazla şapırdatmayın, mahallenin köpekleri başımıza üşüşürler!”Gene bir haber, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç gelecekmiş. Arkadaşlar, “Kepirtepe’ye gidişimizi muştulayacak!”diye seviniyorlar. Olabilir!

Ali Yılmaz Öğretmen önümüze çıktı, Kendisine ilk soru bu oldu:

-Genel Müdürün geleceği doğru mu? ”Öğretme, böyle bir sözü duyduğunu, sözde Genel Müdür, “Gelip son durumu görmek istiyorum!”demiş. Ancak bunu kime demiş, ne zaman demiş? Bu konuda sağlıklı bir bilgim yok!”dedi. Ali Yılmaz Öğretmen bize “Devam!”deyip gitti. Böylece bugün de on kişi olarak çalışıyoruz. Yarın kalabalıklaşacağız. Sanırım öğretmen gene bir bölünme yapacak. Bizim(Daha doğrusu benim) pencere işini sürdüreceğimiz belli gibi ama kaç kişi olacağımız belli değil. Okul binasının döşemeleri de ele alınacakmış, buralara fazla kişi ayrılabilir. Birden aklıma geldi, üzüldüm. Yarın nöbetçiyim, ya öğretmen umursamaz benş de döşeme işilerine verirse? “Kısmet!” deyip geçtim. Şansa bak, dinlenmeli gün için nöbet değiştirdim. Bir de atölyeden çıkarsam, şansımı kendi elimle tepmiş olacağım. İ

İrfan motor sesinden yıldı. Bunu söyleyemedi ama, “Abi, Ali buraya gelmek istiyor, ne dersin!”dedi. . “Olur sıraya koyalım, bugün Ali, ondan sonraki günleri de sonra saptarız!”dedim. Ali geldi. Babam çocukları çok sever. Kahve bahçesindeki yemişler oldukça çocuklara pay verir. Bazı çocuklara özel ilgi gösterir. İçlerinde akıllı bulduklarını anlatırken “Cin gibi!”der. Babam Ali'yi görse kesinlikle “Cin gibi !”diyecektir. Çalışkan da. İrfan’a söyleyemem ama en az iki İrfan düzeyinde taşıma yaptı Ali. Öğle yemeğinde herkes Genel Müdürü konuşuyor. İsmail Hakkı Tonguç, Tonguç sesleri tekrarlanıyor. Arkasından da “Ver elini Kepirtepe!

Yemekten sonra hemen işbaşı yaptıkKırkı tamamlarsak bir bina kalmış olacak. Alıştırmacılar arı gibi çalışıyorlar. Paydosta yarın nöbetçi olduğu söyleyeceğim. Demeye kalmadı öğretmen çıktı geldi. Ben de “40. Pencere hazır!” dedim. Öğretmen, ”Yarın burasını kapatalım, o beş binanın da döşeme kirişlerini hazırlayalım, bina içlerine alalım!”dedi. Bunu duyunca sevindim. , Ben daha önce önemli işlerimiz için nöbetimi geri bırakmıştım, nöbet günüm yarın!”deyince öğretmen iyi işte, sen de nöbetini atlatırsın, pazartesi günü çerçevelere devam ederiz!”dedi. Belli etmeden derin bir nefes aldım. Yarın, öbürgün hem dinleneceğim hem de usturuplu bir akordiyon çalışması yapacağım. Makineyi durdurdum. Vakit geçirmek için sildim, Ali etrafı topladı. Talaşları attıkArkadaşlar da toparlandılar, saat gelir gelmez de yola çıktık. ”Genel Müdür gelirse, yaptıklarımıza teşekkür edip Kepirtepe sözünü etmeden giderse, ne yapacağız? ”Ha ha ha!”diyoruz. “Ne yapabiliriz ki? Kime ne anlatabiliriz ki? ”Sonunda “Milli Eğitim Bakanına gideriz!”dedim. Gene “Ha ha ha, hi hi hi!”yaptılar. Onlara gidilir mi ki? ”İçimden, “Ah ahmaklar, gidildi bile dedim!”Öteki arkadaşlar da bizim yanımızdan geçtiler, birlikte döndük. Ben yatakhaneye uğrayıp akordiyon çaldım. Toselli Serenadı iyice ezberledim. Son bölümüünü biraz ağırlaştırıp çalmaya başladım. Kemanı düşündüm. Keman bitti. Süheyla Öğretmen gitti, benim keman bitti. Bundan sonra keman yok. Keman deyince Süheyla Öğretmen de değil, Süheyla Başokçu anımsanacak. Güzel, saç Kraliçesi(Neden yüz değil? ”Öyle seçtiler!”demişti)O Çiçorniya’yı akordiyonu gererek çaldım. Hüsnü geldi. O çiçorniye-O si prekasniya!”(O sem nasniya!” v. b. )diye söylemeye başladı. Bu parça Bulgarca söyleniyormuş. Hüsnü coştu. Volga parçasının altında da benzer yazılar var, gösterdim; Hüsnü baktı, “Onlar Rusça, deyip sustu. Ben devam ettim, Hüsnü ayrıldı. Sesler duyunca bırakıp yemeğe gittim. Hüsnü’nün az da olsa şarkı söylemesi hoşuma gitti. Neşeli olarak masaya oturdum. Bir yığın kıvır zıvır konuşuldu hiç birine karışmadım, kızmadım. Bir ara Hilmi Sami Akıncı’yı eleştirdi, “Liseye gidecekmiş, falan filan!”dedi. O zaman Hilmi’ye, “Sen kendine bak! Arkadaş çalışıyor, Almanca kitabını öğretmensiz sürdürüyor. Cebir-Geometri kitaplarını yarıladı. Biz ne yaptık? ”Hilmi bana “Abi sen de!”diyecek oldu, “Umarım arkamdan aynı sözleri söylemezsin!”dedim. Sustu. Ancak ben susmadım. “Aklımızca biz de Lise 1. sınıf öğrencisiyiz. Fizik-kimya kitaplarını elimize almadık. Ortaokul 3. Sınıf dersleri neredeyse tümü atlandı. İşte Kasım sonuna geldikBu yılda böyle geçecek. . Öğretmen olunca çalışığımız köylerden ortaokullara giden çocuklar soru sorsa ne yanıt vereceğiz? “Bilmiyorum deyince köylüler arkamızdan ne söyleyecek? ”Salih Baydemir, “Arkadaşlar sahi biz bunları hiç düşünmüyoruz ama bunlar başımıza gelecek. Benim köyümden ortaokullara giden bir sürü çocuk var, bunlar giderek artacak. Bu kez herkes, “Benimd e var!”demeye başladı. Hilmi Altınsoy, ne düşündüyse güldü:

-Benim de var!”dedi. Hilmi'nin söyleyiş şekli hepimizi güldürdü.

Birlikte kalkıp dersliğe gittik. Ben gene Almanca kitabımı açarak ilk üç parçayı gene gene okudum, dolaşık gelen bileşik sözleri teker teker doğru söylemeye çalıştım. Bir ara kulak misafiri, oldum, Aralarında Yusuf Asıl’ın da bulunduğu bir gurup az önce yemekhanede söylediklerimi konuşuyordu. “O duruma düşünce o köyde durulmaz!”sözünü duydum. Söze karıştım, “Durmayıp da ne yapacaksın? Kaçacak mısın? ”dedim. “Kaçmak elimizde değil ki, öğretmenler anlattı, kendimiz de okuduk, görev verilen yerde 20 kalmak zorunluğumuz var. ”Vay, may diyenler olunca bu kez de siz hala içine girmekte olduğumuz sorumluluğun ayırdında değilsiniz. Bu belki yaşlarınızın küçüklüğünden kaynaklanıyor. Ancak içinizde yaşlı olup da durumdan kaygılananlara karşı olmanızın yanlışlığını bari görün!”deyince, gene Hilmi Altınsoy, ” “Görüyoruz Abi!”deyince, ”Ne biçim görüş bu, biraz önce seninle ne konuştuğumuzu söylememi ister misin? ”Söyle diyenler oldu. “O izin vermeden söylemem!”deyip kitabıma döndüm. Reşat Tekinay Öğretmen geldi. Bir süre durdu. Güldü, ”Ben mi yanılıyorum, gözlüklerimin derecesi mi değişti yoksa? Bakıyorum bakıyorum birilerinin önünde kitap mitap yok. Bu nasıl okuma saati, böyle? ”dedi. Sami Akıncı gülerek, ”Öğretmenim, hep sormak istiyorum, izin verirseniz size soracağım. Zaman zaman sizin gibi, öteki öğretmenlerimiz de geliyor. Bizleri izliyor. Görüyorlar ki içimizden bazıları okumuyor, çalışmıyor. Ancak bunlar azınlıkta. Çoğunluk az çok birşeyler yapmaya çalışıyor. !”Sami sözü uzatınca Reşat Tekinay Öğretmen güldü:

-E. . Sami, sen sözü iyi bir yere götürmüyorsun anlaşıldı, benim payıma ne düşecek bakalım!dedi. Sami, “İzninizle deyip sürdürdü. Gelen öğretmenlerimiz, dikkat edip çalışmayanları görüp, çalışmanın gereğini defalarca açıklıyorlar. Oysa onlar çalışmanın yararlarını anlatırken çoğu kez çalışan arkadaşların zamanlarını almış oluyor. Lise 1. sınıfa gelmiş bir öğrenci çalışmazsa buna nasihatin ne yararı olur? Bence bu düpedüz suçtur!”Sami akıncı suçtur, deyin bu kez öğretmen, “Ne yapalım, onları dövelim mi? ”diye sordu, güldü. Sami de güldü, “Yok öğretmenim dövmenin ne yararı olur, okullarda sınav denilen bir değerlendirme yapılır, çalışanlarla çalışmayanlar ayrılır!”Bu kez öğretmen, “Sami ben sana sormuştum, benim payıma bir şey var mı? diye varmış, ben oldum olası, çalışmayan öğrencinin korunmasına karşıyım. Bu okulda da en sevmediğim taraf budur. Bunca güzel çalışmalar içinde birkaç kötü örneği yaşatmanın hiçbir anlamı yok. Sanırım başımızdakilerin de düşüncesi budur. Onların, bizim bildiklerimizi bilmemesi, konuştuklarımızı konuşmadıklarını düşünebilir miyiz? Ne var ki, özellikle bizim okulumuzun bir yerden değil birkaç yerden yoksun olması, bir takım sorunları beraberinde getirdi. O dediğin sınavların ertelenmesi bundandır. Şunu bilmelisiniz, gelecek günler de böyle hoşgörü ile sürüp gitmeyecektir. Bunu herkes bilmeli, kendine çekidüzen vermelidir. Herşeyden önce siz öğretmen olacaksınız. İnsanlar, Bizim öğretmen “Cim karnında bir nokta!”derse o öğretmen için orada kalmak zindandan da beter olur!”Reşat Tekinay öğretmen gülerek “Ne yaptın Sami? kendin yakındığın durumu bu kez kendin hazırladın. Benim kabahatim yok!”. Saatine baktı, ”Zamanınızın yarısını aldım, tarısını da size bırakıyorum!”deyip Sami Akıncı’nın sırası üstünde duran Tarih kitabını açıp okumaya başladı. Fısıltılar, tıkırtılar arasında herkes bir kitap buldu buluşturdu, Zil çalana dek çıt çıkmadı. Reşat Öğretmen “Bakın böyle de oluyormuş, bunu her akşam deneyin, bir süre sonra alışmış olacaksınız!”dedi ayrıldı. Sami Akıncı’ya kimse ses çıkarmadı. Mustafa Saatçı, bir süre sonra ben yanlışlıkla okumama alışkanlığı almışım şimdi bırakmak zor, okumamanın tiryakisi oldum!”dedi. Sami Akıncı bu kez de, Mustafa’ya sen hala senin şakalarına gülünmesini bekliyorsun. “Cim karnında bir nokta!” sözünün anlamını düşünmüyorsun galiba!”dedi. Bu kez de Mehmet Yücel, “Adam onu kabullenmiş, siz niçin üstüne varıyorsunuz? Her koyun kendi bacağından asılır!size ne benim çalışmamdan? Derse, ne diyeceksiniz? ”Sami bu kez, “Orası onun bileceği iş, biz arkadaş olarak uyarmaya çalışıyoruz. Dikkat ettinizse benim sözüm arkadaşlar değil, ben öğretmenlerin dikkatini çektim. Dediniz gibi arkadaş çalışmamakta diretecekse, benim zamanımı almaya hakkının olmadığı bilsin. Bunu bilerek vurdumduymazlık içinde sürdürmeye çalışıyorsa, ona verilecek cevabımız vardır. Bu salt benim değil hepimizin görevidir. !”Zil çaldığında hiç konuşulmadan birer ikişer çıkıldı. Yatınca rahatladım. Üç yıldır aynı sözleri söyledim, durdum. Bu sözleri hak eden bir iki değil en az 10 arkadaş var. İşin acı tarafı Mustafa Saatçı onlardan değil ama öyleymiş gibi tavır alıyor. Böyle, daha birkaç arkadaş var, onlar, akıllarınca arkadaşları koruduğunu sanıyorlar. Bu anlayıştaki arkadaşları üzülerek düşündüm. İçlerinden bazıları çok da seviyorum. Azıcık gayret etse, başaracağını biliyorum. Kendimi düşündüm, ben köyden geldim, onların çoğu orta okullardan geldi. Ben geometri dersinin adını burada duydum, onlar geometri dersi okumuşlar. Bem küp denince turşu küpü çizdim. Onlar güzel güzel küpler çizmişti. Şimdi ben iki bilinmeyenleri çözüp, trigonometriyle uğraşıyorum; onlar, dairenin alanıyla çemberinin ayrı şeyler olduğunu bir türlü kavramadılar. İki Ali ile Hüseyin, Fettah, Emrullah gerçekten biraz zor kavrıyor, bu doğru ama, Abdullah, İdris, Yakup, Hilmi, Ahmet düpedüz tembelliklerinden çalışmıyorlar. İçlerinde Abdullah’ın yazısı, resmi, özellikle de sesi olağanüstü. Böyleyken Adem Gürçağlayan öğretmenin rica ettiği tahtaya porte çizme işini bile sürdürmemişti; sonunda öğretmen de onu dışlamıştı. Süheyla Öğretmen de bir günAbdullah için, “O çocukta yetenek var ama yeteneğini geliştirme gayretinden yoksun!”demişti. Nereden nereye, çalışmıyorlarsa çalışmasınlar, sonunda acısını onlar çekecekler. Herkes uyudu…

 

22 Kasım 1941 Cumartesi

 

Akşam geç uyudum. Nasıl olsa biri kaldırır diye rahat yattım. İyi uyumuşum, kendim zilden 10 dakika önce uyandım. Hava karanlık, dışarı çıktım. meydanlar diz boyu su. Sessiz sakin bardaktan dökülürce yapmur yağıyor. Yemekhaneye de gelen giden yok. Zil çaldı. Hasan Bozkurt, Haşim Nehir, İsmet Özcan, Mehmet Yüce çıktı geldi. Bunlarla daha öncede nöbet tutmuştuk. Raif Kayın, Rasim Dereli. Hep çalışkan arkadaşlar. Islanır mıslanır koşuşmaya başladılar. Yağmur kesilecek gibi değil. Reşat Tekinay Öğretmen geldi. Islanmış, günaydın bile demeden “Havaya bakın yahu!”dedi. Az sonra anımsadı sanırım gülerek “Günaydın çocuklar!”diye bağırdı. Çorba kazanları geldi. Nöbetçi olmayanların da yardımıyma dağıtım yapıldı. Ben, nöbetçi şansımın iyi olmadığını düşünürken, Öğretmen, düşündüğümü biliyormuş gibi, Bu soğuk havada çorba iyidir!”dedi. Masalara tabak çatal dağıtanlar arasında Gül’ü de görünce sevindim. İyi bir rastlantı, diye sevinirken, köylüsü aynı zamanda akrabası olan Rüştü’yü gördüm. “Ona yardıma gelmiş olabilir!”diye düşünerek öbür tarafa gittim. Az sonra herkes oturunca onunda masasına oturduğunu görünce varsayımımın doğruluna üzülerek inandım. Yağmur bir süre yağdı, giderek azaldı. Bizim arkadaşların bir çoğu yatakhaneye girdiler. Biz tabakları toplarken yağmur kesildi. Arkadaşların birer ikişer gittiğini gördüm. Yağmur kesilince işbaşı yapılmış. Yemekhane çamur olduğu için temizlemek güç oldu. Daha doğrusu tüm zamanımızı aldı. Nöbetçilerin yarısı mutfakta çalıştı. Ben bir ara kendi çadırımızın temizliğini yaptım. Orası da çok çamur olmuştu. Umduğumun tersine öğleye dek hiç zamanım kalmadı. Ucu ucuna öğle yemeğini hazırladık. Öğle yemeği Taskebabı, Pirinç pilavı, Üzüm hoşafı. Ben buna sevindim. Bayrak Töreni için toplanırken, düt düt yaparak bir siyah araba geldi. Araba bahçeye girerken durdu, geri geri gitti. Nöbetçi olarak kenarda dururken Hidayet Öğretmen bana, “Bak bakalım kim? ”diye gönderdi. Ben arabaya yaklaşırken İstiklal Marşı başladı. Esas durumda bekledim. Arabadakiler inmedi. Rahat sesi duyulunca sürücü atladı, Genel Müdürle yanındakiler indi. İsmail Hakkı Tonguç bana “Nasılsın? Biz tanışıyoruz değil mi? Akordiyonun unutmadım. Senin akordiyondan şimdi Enstitülerin bir çoğunda var, onları daha da çoğaltacağız diyerek yürüdü. Hüdayet Öğretmen geldi. Birlikte yemekhaneye çıktılar. Mustafa Güneri ile Hüsnü Baykoca Öğretmenler de geldiler. Tüm çocuklar sessizlik içinde gözlerini öğretmen masalarına çevirdiler. Ben de öteki nöbetçiler gibi, öğretmen masasının az ilerinde durdum. Mustafa Güneri ile Genel Müdür yavaş sesle konuştular. Mustafa Güneri Öğretmen kalkıp Dikkat!” çektikten sonra “Zil çalacak, zilden sonra burada toplanılacak, zile dek serbestsiniz!” dedi. Çocuklar birbirine uyararak kalktı. Konuşmadan okul bahçesinden çıktılar. Kızlar da grup olarak yerlerine gittiler. Biz, tıkırtı yapmadan masaların en uzaklarını toplamaya başladık. Ben gene de konuşulanları duymak amacıyla yaklaştım ama doğru dürüst dinleyemedim. Bir ara Genel Müdürün, Mustafa Güneriye, biraz yüksek sesle, “Yani ne yapsaydık kardeşim? O zaman da şu, şu, şu denecekti!”Kalktılar İsmail Hakkı Tonguç bize dönerek, ”Yemekleriniz de güzelmiş, bu bizim şansımızdan mı yoksa her zaman böyle mi? ”deyince biz az sustuk, “Hııı? ” diye ikinci kez uyarınca ben “Yemeklerimiz belli günlerde böyle güzel oluyor!”dedim. İsmail Hakkı Tonguç gülerek, “Temkinli, kurnazca bir cevap!”dedi yürüdü. “Sağolun!”dedi. Döndü bu kez bana, ”Binalar kiremiklenince bir güzel olmuş, sevindim, ilk çatıdan sonra görmemiştim!”dedi yürüdü. Onlar gidince yemeklerimizi yeyip işleri bitirdikGenel Müdürün bizimle konuşmasını karşıdan izleyen kızlardan bir grup geldi, bize yardım etti. Genel Müdür Akşam da gelir düşüncesiyle temizliğimizi de sıra üstü bir dikkatle yaptık. Ben ikide bir saate baktım. Ancak zil için saat verilmemişti. Uzunca bir zaman saat bekledik. Sonunda zil çaldı, arkadaşlar birden ortaya çıktı. Herkeste büyük bir ilig, “Acaba Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç ne söyleyecek? ”Tüm öğretmenlerle birlikte geldiler. Genel Müdür, Kepirtepe’den geliş nedenimizi kısaca anlattı. Bizi buraya getirmelerinin isabetli olduğunu, burada da tıpkı Kepirtepe gibi bir Enstiti kurduğumuzu anlattı. Bu arada derslerimizin biraz aksadığını, ancak bu eksikliği bizim kapatacağımıza inandığını söyledi. Bu tür çalışmaların hep olacağını, buraya gelen ekipler yerlerine döndüğünde oralardan başka arkadaşlarının gene yeni Enstitüler kurmak için bir yerlere gittiğin anlattı. Bizim, 10-12 Enstitü ile tanıştığımızı, bunun da insan ilişkileri açısından kazanç olduğunu belirtti. Gülerek:

-Tüm bunları dinlerken son sözümün ne olacağını da merak ettiğinizi biliyorum. Hadi sözlerimi bitirmeden onu da soyleyeyim de siz de rahatlayın ben de derin bir nefes alayım, önümüzdeki 10 gün içinde Kepirtepe’ye döneceksiniz. Bu on gün içinde kendinizi yola hazırlarken kalan zamanlarınızda yapabileceğiz yardımları son noktasına dek yapacağınızı umuyorum. Siz burada eğreti kalmadınız, kalıcı olarak geldiniz, kalabileceğiniz kadar kaldınız. Gitmeniz gerektiği zaman da gidiyorsunuz. Burası, yani Hasanoğlan Köy Enstitüsü de tıpkı Kepirtepe gibi sizin alınterinizin ürünüdür. Bununla ne kadar övünseniz, siz o övünmeyi hak ettiniz. Sizi uğurlamak istiyorum, belki bu olanağı bulamayabilirim, şimdiden iyi yolculuklar, başarılı çalışmalar diliyorum. En kısa zamanda görüşeceğimiz umuduyla gözlerinizden öperim!”Sağol!”sesi Lalabel’e sırtlarında yankılandı. Namık Ergin öğretmenle Ali Yılmaz Öğretmen öğrencileri alarak gittiler. Bir anda herkes sakinleşti. Nöbetçiler bir birine bakıştı. Bizim sınıfın dışındaki nöbetçiler öğleden öğleye değişmektedir. Bugün işler karıştı, yeni, eski nöbetçiler durgun durgun bakışıyor. Rasim Dereli bana, “Abi şimdi ne olacak? ” diye sordu. Mehmet Yüce, “Kepirtepe’ye gidiyoruz, başka ne olacak? ” diye bağırdı. Hasan Bozkurt, “Sahi mi arkadaşlar? ”diye başını sallayarak bağırdı. Ben, İsmail Hakkı Tonguç’un “On gün içinde!”sözüne takıldım. Bu söz bana çok anlamlı geldi. Bu belki de sızlanmaları önlemek için düşünülmüz bir zaman. Neden, bir hafta sonra gelip duyurulmadı? Herkes sevinçli, ”Konukların akşam burada olabileceğini anımsatıp işlere ona göre sarılmamızı anımsatınca Haşim Nehir, Arabanın gittiğini söyledi. “Olsun gene de biz görevimizi yapalım!”dedim. Yatakhaneye gidip akordiyonu aldım. Aldım ama durup durup rüya gibi bir şey aklıma geldi, gitti. Sekiz aydır beklediğimiz haber bir anda geldi. Sevinemiyorum, bir yığın soru kafamı karıştırıyor. Akordiyonu durdurup düşünüyorum. Sanki Kepirtepe’ye burada bir çok kıymetli şeyler bırakıp gidecekmişiz gibi bir duyguya kapılıyorum. Ne olduğunu da kestiremiyorum. Parça marça çalamayacağımı anladım, gamları tekrarladım, parmak oyunları yaptım, baslarla oktavlar yaptım. Okul şarkılarını baslarla çaldım. Çift parmak çalıştım. Arkadaşlar neler konuşuyorlar bir ara durdum, onu düşündüm. Daha on gün var demektir. Bu on günü nasıl geçireceğiz? Baktım nöbetçiler tabak dizmeye başlamış, kalabalık bir grup, eski-yeni demeden 20 kadar çocuk neşeli neşeli çalışıyorlar. Naci Aydın, Mehmet Karadeniz, Nuri Altınseven, Rıdvav Ateşer, İlyas Özcan, Selim Gezen, Zeynel Yalçın, Mustafa Oktay hep benim tanıdığım çocuklar. Seviniyorlar. Gene de benim konuşmamı istiyorlar. Bir rastlantı gelenleri benim karşılamam, Genel Müdürün beni tanıdık gibi karşılaması bana söz söylemesi çocukları etkiledi. Düşündüm, “Önemli olan on gün içinde evlerimize gitmemiz, sanırım bize Kepir' döner dönmez izin vereceklerdir!”dedim. Bu da ayrıca bir sevinç oldu. Arkadaşlar dönünce pek ilgilenmedim; yemekten sonra nasıl olsa bu konu konuşulacak. Bu akşam öğretmen de gelmeyecek. Belki de çıkp okul önünde oyun da oynanır, diye düşündüm. Akşam yemeği iyi geçti. Gerçi biraz gürültülü oldu ama, böyle olması da doğaldı. Hidayet Gülen, Namık Ergin Öğretmen, Nahide Akalın, ablası Nafıa Akalın yemekteydi. Onlar da neşeli. Hidayet Öğretmen bana, ”İbrahim, kendini Genel Müdüre iyice tanıtmışsın, seni göstererek “Bizim Lüleburgazlı!” diye gösterdi!” dedi güldü. Biliyor musun? Genel Müdür kendisi de biraz Lüleburgazlı sayılır!” dedi. Arkasından, “Eee, artık gidişiniz kesinleşti!” deyince ben, “Siz gelmiyor musunuz?” diye sordum. Namık Öğretmen yanıtladı:

-Bizimki şimdilik belli değil, atamayla olacağı için biraz gecikebilir!

Nöbetçi kalabalığı işimize yaradı, çabuk toplayıp dağıldık. Bizim derslikte on günün çok olduğu, o zamana dek nasıl sabredeceklerini konuşuyorlar. Ben, “O bile yetmeyecek, her gün bir istasyonu konuşursunuz, Lüleburgaz’a gidince inersiniz!”dedim. Bu sözümü böbürlenme sayan oldu. “Böbürlenecek olsam başka sözler de söylerim!”dedim. Herkes susunca havayı yumuşatmak için, “Biliyorsunuz Kepirtepe benim çevrem, okul kayıt, olarak Yenibedir köyüne bağlı. Muhtarı da benim Amcam. Oraya gidince sizden hesap sorabileceğim!Fettah, “Heyva yandık!”dedi. ”Telaş etmeyin eski suçlar silinecek, yeni süçlar için ceza uygulanacak!”derken ağızlar çözüldü, Lüleburgaz’a gitmeler, sinemaları izlemeler düşlenmeye başlandı. Mehmet Yücel, gidince en az 1 ay izin alacağını, evde yatacağını söyledi. İsmet daha da arttırdı, “İki ay yatacağım!”dedi. Yat zili çalınca kimse yerinden kıpırdamadı. Mustafa Saatçı kederli bir sesle “Ongün sonra günlerden ne oluyor? diye sordu. Kimse hesaplamamış birden parmak saymalar başladı. Salı günü çıkınca “Olmaz!”sözleri yükseldi, “Salı günü yola çıkılmaz!”O zaman çarşambaya kalır. Kimse razı olmadı. Bu kez de ben sordum, “Salı günü trenler çalışmıyor mu? ”Herkes güldü, “Çalışıyor!” Ben, “Öyleyse salı günü de yola çıkılıyor, demektir!” dedim. Mehmet Yücel, İsmet'i, Mustafa Saatçı, Sami Akıncı beni desteklediler. Salı günü yola çıkılır. Salı günü yola çıkmak için sözbirliği edip yattık. Yatınca, beklediğim gibi nöbet tutamadım ama günüm de güzel geçtiğine sevindim. Sabahki yağmurun şiddetli yağması, Gül’ün nöbetçiymiş gibi ortaya çıkıp, çekilmesi derken Genel Müdürün gelmesi, Hidayet Öğretmenin beni göndermesi, Genel Müdürün beni anımsaması birer birer gözlerimin önünden geçti. Ağzım kulaklarıma dek açılarak esneyince gözlerimi kapadım. “Artık gitmemize dokuz gün kaldı !” diyebildim…

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ