Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

4 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Değişen-Değişmeyen Alışkanlıklar, Farklı Görünme Çabaları

 

28 Ocak 1942 Çarşamba

 

Kapı tak tak tak vuruldu, “Uyuyor musun?” Emine Ablanın sesi, çekinerek açtım, gündüz olmuş. Emine Abla kapıyı vurduktan sonra bahçe kapısına dek gitmiş, bu kez oradan, hayvanları sula, yemlerini koy, tavukları unutma, giderken bana haber ver!” diye bağıra çağıra konuştu. Karşılaştığı bir kadına da gene yüksek sesle, “Kardeşi burada ama ne yapacağını bilmiyor. (Ablamın adını söyleyerek) “Şerife giderken bana tembihledi!”. Konuştuğu yaşlı kadın, “Eeeeee, ne yapacaksın, komşuluk bu, kızım!” dedi yürüdü. İçeri girdim , “Vay canına!”dedim, “Emine Abla benim aklımdan geçenleri bir bilse!” Arkası gelmedi. Ahırın önündeki fıçıdan su alıp hayvanlara verdim, yemlerini önlerine döktüm, tavuklara karışık yem atıp. Yukarı eve gittim. Yolda kar başladı. Birden bastıran bir kar, kardan adam gibi eve girdim. Ablam Saim’le uğraşırken kar yağdığını farketmemiş, beni karşılayınca şaşırdı. Sessiz, lapa lapa kar. Ablamın sözü hazır:

-Büyük Ay çıkarken büyüklüğünü yapacak! Ablam “Açsındır!”deyince Emine Ablanın yiyecek getirdiğini söyledim. Ablam, onlar iyi arkadaş, ablam tembihlemiştier ona, yakından tanımadım ama iyi insana benziyor, Şerife’nin söylediğne göre biraz çocuksuymuş galiba ama, öyle insanlar çoğunlukla neşeli, açık yürekli olurlar!”dedi. Ablama ne söyleyeceğimi bilemedim, “Bana da öyle geliyor, bana yabancı gibi davranmıyor, kuyuda karşılaşınca suyumu çekiyor, ablama geldikçe, konuşuyor, sorular soruyor. Galiba o başka köyden gelmiş!”deyince ablam, “Onlar Muratlı taraflarından geldi, aslında göçmenmişler. İçli-dışlı geldiler. Annesi dedeyle evlenmişti. Dede ölünce öyle, kızının yanında dul kaldı. Şimdi de oğlunu evlendirdi. Artık dokuma mekiği gibi bir kızının bir oğlunun yanına gidip gelecek!”Ablam, rahat uyuyup uyumadığımı sordu. “Eve alışık olduğum için yadırgamadığımı, aslında ben orada daha rahat uyuduğumu, bunun nedeni de onların evinin hem çukurda hem de önünün kapalı oluşu nedeniyle dışarıdan hiç ses gelmediğini anlattım. Ablam buna sevindi. “Akşam gene git istersen geç gelirlerse sıcak eve girerler!”dedi. Sevinme belirtisi vermemek için, “Düşüneyim!”dedim. Odama girip sözde ders çalışmaya başladım. Ders dediğim de Harp ve Sulh kitabının belli yerlerini okudum. Hava kararırken gitmeye karar verdim. Kar göz açtırmadan yağmasını sürdürdü. Gündüzkü gibi kardan adam olarak Kükük Ablamın evine vardım. Kapıyı açtım, ocağın küllerini karıştırırken Emine Abla geldi, geldi ama kapıdan, içeri gelemeyeceğini, başımın çaresine bakmamı, kusura da bakmamamı söyleyip dönerken, korku içinde telaşının nedenini sordum, “Görmüyor musun bu karda iz bırakılır mı? Alem ne der sonra? Ben de:

-Hani alemden bana ne? diyordun. Emine Abla gülerek:

-Bu köyliler beni bilir, sen yabancısın bura, seni düşünüyorum, bunu anlamadın mı? Geç olmadan sen de dön, istersen!”deyip geri gitti. Kar için söylenenler doğruydu. Bir süre uyur gibi durdum, kalkıp kapıyı kilitleyerek yattım. Uyuyamadım. Bir ara da korkuya kapıldım. Neden korktuğumu bilmeden korktum. Sanki birileri gelip beni boğazlayacakmış gibi ürküntüye kapıldım. Gözetleyenler olabilir!”derken birisi koşmaya başladı; “Bakın bakın burada, kapıları kapatın, kaçmasın!diye bağırıyor. Etrafıma bakıyorum, adam sahiden beni gösteriyor. . “Ben ne yaptım ki? diye soruyorum ama dinleyen yok. Gikmek istiyorum, bu kez de nereden gideceğime karar veremiyorum. İz bırakmamaya dikkat ediyorum. Birisi bağırıyor, su içinden yürü izin kalmaz!”diyor. Bu kez de, “Keşke benim de aklıma gelseydi de ben de Emine Ablaya “Su içinde yürürsen izin kalmaz!”deseydim. “Emine Ablanın etekleri uzun!”demek üzereyken utanıyorum. Emine Ablanın eteğini karıştırmanın ne anlamı var? Kendi kendime soruyorum, Emine Abla etekli mi şalvarlı mı? Derslikteki bütün arkadaşlar bana bakıp gülüyorlar “Nasıl bilmezsin? ” Ben de efelenerek “Sizi ilgilendirmez!”deyip bağırırken uyanıyorum. Zifiri bir karanlık. Gece yarısı olmalı. Gelmediklerin göre, gündüz de gelemeyeckler. Sevindim, gene yattım. . Bu kez kapı tak tak tak! Yarı sevinç içinde kapıyı açtım. Bembeyaz kar. Alibeyler’in çocukları, iki kardeş, bizi Emine Abla gönderdi, Hayvanlar sulanacakmış. Çocuklar gitti. Kolumdaki saate baktım, saar 10’15 toparlandım, önce sularını koydum, sonra yemlerini. Bu kez de aklıma takıldı, “ Önce su mu, yem mi? ”Ne olursa olsun!deyip tavukların yemlerini verdim, onların su sorunu yok, kendi yerlerinde su birikintisi var. Ancak bu yem mi? su mu? sorusu aynı zamanda bir sınav sorusu bile olacaktır, “ Bunu iyiden iyiye öğrenmeliyim!”deyip geçtim. Yukarı eve hazırlanırken bu kez çok iyi tanıdığım, benimle birlikte Hamidabat okuluna gelip giden Mustafa elinde bir tepsiyle geldi, “Emine Abla gönderdi!”Mustafa'yı çoktandır görmemiştim, İlkokulu bitirmiş, ortayı denemiş vazgeçmiş terziliğe, daha doğrusu bir terzi yanında çıraklıkla başlamış. O da izinli gelmiş. Bitişik komşusu söyleyince koşarak gelmiş. İçeriye çağırdım gelmedi, babası bekliyormuş, babası Abbas Kamber dayı sevdiğim bir insandır, selam gönderdim. Geri dönüp tepsideki güzel yiyecekleri bitirdim. Çoktandır yemediğim, yağda pişirilmiz el içi büyüklüğündeki kolaçları yedim, bal, taze yağ, süt. Kolaçları ablam çok yapardı ama sanırım onlar çocuklar için yapılıyor. Lokma hamurundan lokma yerine elin bitişik dört parmağı büyüklüğünde kızgın yağa bırakılıyor, kızarınca çıkarılıyor. Evin önüne çıktım, Diz boyu kar. Kovaları alıp kuyuya gittim. Kuyu başında kimse yok, kovaları doldurup döndüm. Ortalıkta kimsecikler yok. Bir kez daha gidip geldim. Alt komşu çit üstünden laf attı. “İşler sana mı kaldı? Şansına kar var, zor zaman!”dedi. “Bugün dönecekler, iki gün çok önemli değil!”diyerek geçiştirdim. Kar dindi, ava açık ama şaka değil kar diz boyu. Ablamlar nasıl gelecekler? Bahçe kapısına çıktım, Emine Abla işaret etti durdum, “Ne seninkiler ne de benimkiler bugün de gelemezler, akşam istersen gel, kardeşim de evde olacak, onunla konuşursun!”dedi döndü az uzaklaşınca da, sen merak etme, siz konuşurken ben eve gözkulak olurum!”diye ekleme yaptı. Neşeli bir şekilde yukarı eve döndüm. Az kalıp kahveye indim. Babamın gözleri karşı tepede, Ali Ağabeyim gelirse oradan gelecek. Ancak karşılarda kara parçası yok, silme kar. Babam kendi kendine konuşuyor:

-Yolculukta yola çıkan ilk araba en büyük zahmeti çeker, çünkü yolu o açar. Arakasından gelen onun izlerini süreceğinden öndeki kadar yanılmaz!”deyip gene gene yola bakıyor. Taze çay demlemiş, çay verdi, içtim. Okuldan söz etti. Bir yıldır ara verildi, gidince belki birkaç gün sıkıntı çekebileceğimizi söyledi. Sıkıldıkça gidebilirsen Kamber’e git, o yabancın değil, ablamın oğlu. Kamber biraz soğuktur ama iyi kalplidir. Biz konuşurken kar gene başladı, hafif bir de esinti çıktı. Babam bu kez, “İşte bu iyi değil bu esinti yüksekliklerdeki karı çukurlara doldurur. Bilindiği gibi bizim yolarımız da hep çukurluktur. Bu nedenle karın çoğu yollarda toplanır. Ali bugün de çıkmasa bari!” deyip bir süre daldı. Eve dönüp uzandım, kitabı açıp baktım. Bu kez kitabı açıp yere koydum çenemi yastığa dayayıp okuyormuşum gibi uzun süre düşündüm. Aşağıya gideyim mi gitmeyeyim mi? Ablama sordum, amacım ablamın fikrini sormak değil bir kuşku uyanıp uyanmadığını öğrenmek. Ablam, rahat ediyorsan git, ne de olsa bir evdir, içinde birinin bulunması iyi olur. Gelmezler, bu havada Ali arabayla yola çıkmaz, yılların arabacısıdır o. Ama gene de belli olmaz. Bakarsın oralarda bu denli yağış olmamıştır. Belki bu tarafa gelen başka arabalar vardır, arkadaş arkadaş çıkar gelirler. Ablanlar evi sıcak bulur. İçimden besbelli bu sözleri bekliyordum, kalkıp gene yola çıktım. Kar lapa lapa değil kumsu kumsu yağmaya başladı. Hafif esinti kesilmedi. Eve geldim. Külleri eşip ateşe odun koydum. Emine Abla geldi. Çok neşeli, gönderdiklerini yeyip yemediğimi sordu. Midemi gösterdim. Yediğime sevindiğini söyledi. Akşam yemeğine beni çağırdı. Hiç bir şey düşünmeden “Gelirim!”dedim. Gideceğim yolu tarif etti. Kuyu yolundan gidince hiç kimse ile karşılaşmıyormuşum. O yol onların evinin yoluymuş. Çıkışta kuyuda insan olunca çıkmayacakmışım. Zaten çıkışta o bakacakmış, Ancak kuyuya dek bir kova ile gelmelıymişim. Anlayıp anlamadığımı sordu. Anlamadığımı söyledikten sonra karnımın tok olduğunu, aç olsa bile gelemeyeceğimi söyledim. Niçinini sormadan “Sen bilirsin!” deyip gitti. O gittikten sonra bende gene bir korku daha doğrusu bir tuzak düşüncesi başladı. Neden tuzak olsun? Sorusunu yanıtlamak için bir hayli didindim. Bu düşüncemi de saçma buldum. Saate baktım dışarı çıktım, zifiri karanlık.

Yavaş yavaş kuyuya indim. Kuyudan dere tarafına saptım sonrası kolay, aşağı yola inip köye yeni geliyormuşum gibi Hoca Mustafaların kapısı onünden yukarıya döndüm. Oldukça üşümüştüm, ateşe yeni odunlar attım. Meşe odunları biraz yaşmış, çatlayarak yandılar. İçersi iyice ısındı. Derinliğine uyumuşum, kapının takırtısıyla uyandım. Gene Mustafa, daha doğusu benim bildiğim adıyla Mustafa, tepsiyle geldi “Gene ben!”dedikten sonra, ”Emine Abla göderdi, “Hayvanların, tavukların yemlerini unutmayacakmışsın!”güldüm. Mustafa okula giderken küçüktü ama akıllı çocuktu. Gülerek “Peki Mustafa!”dedim. Mustafa da gülerek “Kamber!” diye uyardı. Mustafa olarak bellediğim için beni bağışlamasını söyledim. O da gülerek “Haklısın ama benim de kulaklarım artık Kamber'e alıştı, beni de sen bağışla dedikten sonra tüm Lüleburgazlıların kendisini Kamber olarak bellediğini anlattı. Kamberle bir süre eski günleri konuştuk. Emine Abla geldi, Kamberin dönmediğini görünce telaşlanmış, kapıda ayaküstü konuştu, tepsiyi aldı, ne zaman gideceğimi sordu. Pazar günü gideceğimi söyledim. O zamana dek gene gelirsin, görüşürüz!  “deyip ayrıldı. Çok neşeliydi. Neden acaba ? diye bir süre düşündüm. Ben çok neşeliyim, nedenini biliyorum, ürktüğüm bir tuzağa düşürülmediğim için seviniyorum. Peki ona ne oluyor? “Yoksa benimle alay mı ediyor? ”diye kendime sordum. Sokaklarda gezinmeler başladı, yollar ezilince daha rahat yürünüyor. Bir süre daha bekledim. Öğlede yukarı eve çıktım. Saim’i biraz hoplattım. Maşallah tombik bir şey, fazla atılmıyor. Bırakıp –sözde-ders çalışmaya(!) girdim. Arkamı pencereye verip bir güzel uyudum. Kendi kendime uyanınca da kuşkulandım, geleli beri gündüz uyumuyordum, ablam bunu neye yorar? Korkum boşunaymış ablam yengemlerdeymiş; ben uyandıktan çok sonra dönmüş. Yanıma gelince “Gittim okuyordun döndüm okuyorsun, sıkışıyorsun galiba? ”dedi. Ablamın üzülmesini istemem, “Yok abla, bu bitiremediğim bir kitap, okulda fazla vaktim olmayacak, doğrudan dersle ilgili değil burada bitirmek istiyorum? ”dedim. Ablam “Aşağıya gitmeseydin!”deyince “Olabilirdi ama Küçük ablama da yardımım olsun istedim. Ablama, ta “Tuklarını, hayvanlarını susuz bırakmadım, yemlerini zamanında verdim!”demek hoşuma gidecek! Ablam, güldü. “Güzel şeyler düşünüyorsun, bunları duyan herkes sevinir!”deyip ayrıldı. Çok zor sandığım bir işin kolay tarafı varmış, ancak bu her zaman böyle kolay olur mu? bir süre düşündüm. Nasıl başladı? Nasıl sürdü? Daha ileriye gidilebilirmiydi? İstense gidilebilecek gibi geliyor. Bunu C ile neden iki ikiye kalarak denemedim, neden uzak durdum, çocukluğumun çocukça alışkanlığını sürdürüyorum. O büyüdüğünün ayırdında. İkide bir “Çocuksun!”deyişinin acaba bir nedeni yok mu? Bu tatil geçti, yaza neden olmasın? Kitabı açtım, Nikoluşka’nın rüyasını okudum. (Prens Andrey’in oğlu, şimdi ise Piyotr ile Nataşa’nın evlatlığı)Çocuk kukla oyunlarından ya da dinsel resimlerin etkisinde kalıp ipliklerle bağlı askerlerin rap rap geçtiğini görürür(Gürür gibi)Babası Prens Andrey Bolkonski’yle yanyana durur. . Çocuk mutludur, “Babam yanımdaydı, babamı gördüm, babam beni beğendi!”diye çığlıklar atar. Babasını şekil olarak tam göremez ama o olduğundan emindir. Birden ipler kopar, yerine Piyotr Amca geçer. Rüyasında bağıran Nikoluşko’nun sesini duyan özel öğretmeni, çocuğu uyandırır, “Hasta mısın Nikoluşka? ”der. Çocuk duymazdan gelir, özel öğreneninin, Piyotr Amcasının çok iyi insan olduklarınadan söz eder. Ancak babasının yeri başkadır, O, olağanüstüdür. “Babam ne derse onu yapacağım!”Nikolişko içinden böyle konuşur. Çocuğun rüyasıyla kendi rüyalarımı karşılaştırdım, şaşılası benzerlik buldum. Yarım yarım olaylar ama güngüzkü düşüncelere benziyor. Nıkolüşka’nın de öyle. Demek ki rüya denilen olayı yazar Tolstoy da böyle değerlendiriyor. Harp ve Sulh’u bir daha okuyacağım. Napoyon Bonapart’ı daha yakından tanımak için onun savaşlarını buradan daha rahat öğrenebilirim. Kalkıp toparlandım. Ablam sordu:

-Gidecek misin?

-Hiçbir zorluğu yok, onlar gelinceye dek gideyim! deyip ayıldım. Küçük Ablamlara gittikten az sonra kuyuya gittim, birkaç kez dönüp su fıçısını doldurdum. Kuyuda başkaları da vardı. Bu ara Emine Abla da geldi. Aç olup olmadığımı sordu. “Gelmeden az önce yediğimi söyledim. Yavaşça kendisine konuk geldiğini söyledi. Açıkladı:

-Bizimkiler gecikince, gelinle kardeşim geldiler, bu gece bizdeler!dedi. Sevinçten hızımı alamadım, fıçıyı doldurduktan sonra da kovaları doldurup döndüm. Ateşi tutuşturup yatmayı tasarlarken kapıda takırtı oldu. İlk aklıma gelen, Emine Ablanın gene şaka yapacağı oldu. Öyle deyip beni kandıracak sonra da numarasını yapacak. Dediğim çıktı, gelen falan yokmuş, bakalım ben ne diyecekmişim, beni yoklamış, çocuğu komşuya bırakıp gelmiş, gene yalnızmış. Gülerek “Ne var bunda, ben hep yalnızım!”dedim. Bana bir aferin çekti, tüm insanlrın biraz yalnız olduğunu söyleyip gülümsedi. Elindeki tepsiyı boşaltıp gitti. Ateşi yaktım. Bir daha gelmiş olmacağını bile bile bekler gibi durdum. Saat bir türlü gitmiyor, bakmak için kolumu kaldıra kaldıra bıkkınlık geldi. Kapıda gene bir tıkırtı oldu. “Sabredemedin değil mi? ”demek üzere kapıyı açınca kucağında Saim’le eniştem, arkadından ablam içeri girdiler. Ablam, “Ne güzel dayı ateşi hazırlamış, evimiz sıcacık deyip bana övgüler yağdırarak soyundular. Hoşbeşten sonra ben gitmek üzere kalktım. Eniştemin, ablamın “Olmaz, olmaaaaaz!”demelerine karşın, direttim, yarın gündüz geleceğimi söyleyerek ayrıldım. Evin arkasına çıkınca kuyuya dönüp aynı kapıdan gitmeyi tasarladım. İnsanlar işte bunu yapıyorlar. Bu bir kahramanlık mı? diye kendime sordum. Çaresiz insanların çaresizliği karşısında vurdum duymazlık bir insanlık ayıbı olsa gerek, ben bunu yapamam!”deyip eve gittim. Daha fazla kahramanlık yapamayacağımı anladım, yapmamam gerektiğini de inandım. Odama girip yattım. Geldiğimi gören ablam “Bıkmış gibi bir durumun var belli, kacar gibi hemen döndün!”dedi. Geliş nedenine bir kulp buldum. “Ablam beni küçük sobalı odada yatırıyor. Üşürüm diyerekten hemen sobayı da yakıyor. Oysa soba yanınca bir süre duman çıkarıyor. İşte o dumanı sevmiyorum. Ablacığım inandı, “Dumanı ben de hiç sevmem, üşümeye razı olurum ama dumana katlanamam!”dedi. Ablam ayrılınca, sıraladığım yalanlarıma sinirlenerek yattım. Yatınca da anlamsız kuruntulara kapıldım. C ile nasıl yakınlaşabilirim? O bunu nasıl karşılar? Konuştuklarımnızı, karşılıklı zıtlaşmalarımızı, özellikle C’nin anlamlı sözlerini bir bir anımsadım. Oldukça umutlandırıcı sözler buldum. “Bir birimizi unutmamak!”sözü içinde neler olabilir? Bir süre bunu düşündüm…

 

29 Ocak 1942 Perşembe

 

Geç vakit kalktım. Kendi kendimle küs gibiyim. Kahvaltı edip kahvaye indim. Çocukluk arkadaşım Nebi geldi. Nebi iyi düşünen sessiz bir arkadaş. Kahvede konuşulan askerlik anılarını ona da sordum. Nebi, er, onbaşı, çavuş dışında pek kimseyle bir bağlantı kurmadığını, zaman zaman assubaylarla kartşılaştığını onların da bir kötülüğünü görmediğini anlattı. Nebinin izini azmış, yarın gidiyormuş, onu uğurlayıp eve döndüm. Yarım kalan notlarımı okudum. Alpullu bölümünde düzeltmeler yaptım. C gözümün önüne dikildi. Aklımca Hanife Hala’ma Allahısmarladık’a gittim. Hilmi Arkadaşı Bektaş’a gitmiş. Hanife Halam iyi karşıladı, ”Hilmi’yi içkiden caydırdın, sen olmasaydın o sürdürecekti!”dedi. Bu sözler hoşuma gitti. Aslında amacım söz üretip uzunca bir zaman orada kalmaktı. Şansım yardım etti, C çıktı geldi. Önce Hanife Halam C’ye takıldı, az geldiğinden yakındı. Sonra sonra anlaştılar, karşılıklı anlayış sözü verdiler. Hanife Halam beni sever, bir bahane bulup ayrıldı. C bu duruma alışık, gülümseyerek “Gene ikimiz kaldık, ne konuşacağız? ”dedi. ”Geçmişi konuşmaktan bıktınsa geleceğe yönelik yeni planlar kurabiliriz!”dedim. Öyle baktı, yüzü pembeleşti, bana göre daha güzelleşti, “Öyle mi? Nasıl olacak o planlar? ”dedi. “Hiç, nasılı masılı yok, hemen öyle söyledim. Senin de söylemek istediğin varsa sen de onları söyle. Kurulmuş olan arkadaşlık nasıl sürdürülürse biz de öyle sürdürürüz!”Bu kez daha gülümseyerek, “Öylemiiiii? ”diye sordu. “Sen istersen!” deyip sustum. “Sen arkadaşlarınla öyle mi yapıyorsun? ”diye sorunca. Benim başka bir arkadaşım yok, bunu sen de biliyorsun, kolay kolay da olmayacak!” Alaylı bir gülümsemeyle “Buna da inanayım mı? ”diye sordu. “Ötekilere inanıyorsan buna da inan, bunun böyle olduğunu bildiğini sanıyordum!”Bu kez, ”Sen okuyorsun, çok şeyler biliyorsun, seninle aşık atmak kolay olmaz!”deyince, “Aşık atmak biraz zıtlaşmak gibi bir şey, oysa ben zıtlaşmak değil sıcak bir ilişki, yakınlaşma umuyorum. İş zıtlaşmaya dönecekse zaten benim yaratılışıma uymayan bir durum. Ben öylesi düşünen insanlarla arkadaşlık kurmaya niyeti değilim. Çocukluğumda da böyleydim, bunu sen unutmamışsındır!”C ciddileşerek “Öyle biliyorum ama, acaba hala öyle misin? ”Sözünü bitiremeden, “Kuşkun varsa, bekle, ben nasıl olsa uzun süre bu umutla yaşayacağım, bana güvenin artarsa o zaman benim dediğime gelmiş oluruz!”Birden “Sen beni daha fazla üzmek mı istiyorsun yoksa ağlatmak mı? ”Sonra ben ne yapacağım? Gözlerim yollarda, için için eriyecek miyim? ”Yanlış anladın, ben seni görünce nasıl seviniryorsam sen de beni görünce öyle sevineceksen arkadaşlığımız daha içtenlikli olur. İş ağlama şekline dönerse zaten ona ikimiz de razı olmamalıyız. Benin düşünceme göre biz, şimdiki durumdan biraz daha yakın olabiliriz!”Yüksek sesle konuşarak Hilmi geldi. Pazar günü köyce kurt avına gitmeye karar vermişler, bana da sordu “Gelir misin? ”Benden önce C yanıt verdi, ”Gider gider, oralarda avlanmayı da öğrenmiştir!”. Teşekkür ettim, “İşte benim için böyle şeyler düşünmen yanlış, “Oralar” dediğiniz bir okuldur, okulda insanlara hep güzel bilgiler verirler, dürüstlükleri öğretirler, insanlarla iyi ilişkiler, arkadaşlıklar kurmamızı isterler!” C gülümseyerek, ”Öyle olduğuna inandım, senin iyi arkadaşların olacaktır!”deyince Hilmi, ”Neyeymiş o, şimdi yok mu yani? ”diye ortalığı şamataya boğdu. İki ikiye gittiğimiz tilki avından söz etti. O günkü başarısızlığımızı karın çokluğuna yordu. Konu avcılıktan, askerliğe, askerdekilere döndü. C kalkınca ben de izin istedim. C gideceğim günü sordu, görüşemezsek iyi yolculuklar, başarılı çalışmalar diledi. Sanki beni anlamış, haklı bulmuş gibi baktığını duyumsadım. İyi konuştuğumu düşündüm, onun diretmesini de haklı buldum. Doğrusu bu diretmeyi de ondan bekliyordum. Niyetimi anlamış olması bir bakıma iyi oldu. Dükkanın kapısı açıktı, oradan girdim. Babam elinde metre birşeyler ölçüp döküyordu. Sordum, raflarda değişiklik yapacakmış. Yardım edebileceğimi söyledim. Babam sevindi, “Öyleyse yarın başlarız!”deyince eve çıktım. Defterleri karıştırıp Madam Bovary özetini buldum. Kitabı okurken sevmediğim Leon aklıma takıldı. Leon başlarda ortalıkta dolaşan biriydi, Emma’nın arkasında takılıp duruyordu. Bir süre sonra okumaya gitti. ( Tıpkı benim gibi)Paris’te ne okuduğundan çok kadınlara karşı güzel sözler söylemeyi öğrendiğini görülen çapkın Leon geri dönünce gene Emma’ya yaklaşmaya çalışır. Emma yüz vermez ama o arkasını bırakmaz. Hiç aklıma gelmemişti, bilmeden ona mı öykündüm acaba? O bölümü bir daha karıştırdım. Leon bile bile hainlik ediyor. Benim öyle bir niyetim yok, kötülük aklımın kenarından bile geçmiyor. C zaten Emma gibi değil, o çok kararlı bir yaratılışta. Emma gibi her olasılığı göze alıp ortaya atılmaz. Ben de böyle olmasını istiyorum. Eskisi gibi olsun. Eskiden de ben onu seviyordum, o bunu biliyordu. Gene öyle olsun, arada bir görüşelim! “Birden Emine Abla geldi aklıma. Ben bir Leon benzeri, ona da oyun atmış durumdayım. Onun gönlünü nasıl alacağım? Bu Leon nereden aklıma düştü? Okurken hiç de onunla kendi aramda bir bağlantı kurmamıştım. Anımsadığım kadarıyla okuduğum kitaplardaki kişiler arasında sevdiklerimle bir benzerlik kurmaya çalırım ama Leon için bunu hiç düşünmemiştim. Güldüm, Üç Silahşörleri okurken D’Artagnan’la, Kırmızı ve Siyah’ı okurken Julien’le, Izlanda Balıkçısı’nı okurken Yann’la, Panait İstirati’de Adrian’la aramda yakınlık kurmuştum ama bu Leon denilen yalancıyı beğenmemiştim. Oysa şimdi onun durumuna düştüğümü duyumsuyorum. E bana cesaret mi verdi yoksa yanıltı mı? Bunları düşünerek erkenden yattım. Okula gidince bu durum, bu tür düşünceler beni derslerimden alıkoyacak mı? Bense daha ağırbaşlı daha anlayışlı olmak istiyorum. Hiç değilse olageldiğim şekildeki durumumu sürdürmeliyim.

 

30 Ocak 1942 Cuma.

 

Saat tam 9’00 da uyandım. Buradaki yaşamıma göre ne geç ne de erken. Kendimi yokladım, iyiyim. Kahvaltı edip kahveye indim. Babam gülerek sordu, “Çalışmaya hazır mısın? ”Babama “Yapılacak iş çok önemli değil baba, düşünecek bir tarafı da yok; rafları bu taraftan öbür tartafa çakacağım. Uzun gelen iki tahta var kesilecek, o da önemli değil ölçüp keseceğim!”Babamın önemsemesine de şaştım. Raflarda bulunanları boş yerlere indirdik. Dükkanda zaten fazla bir şey yok. Kuruyemiş kutuları, sigara-kibrit, toz şekler v. b. türü herkesin aradığı genel gereksinimler. Ağabeylerim asker olunca dükkanı tümden kapatmışlar ama komşuların istemesi üzerine belli sartışlara gene başlamışlar. İşi gene genişletiriz düşüncesiyle rafları genişletmek gereği duyulmuş. Babamın niyeti bu işi asker ağabeylere yaptırmakmış ama ben gelip, “Yaparım!”deyince babam “Yapta görelim!”diyerek işi bana bıraktı. Eski raflar, kerpiç duvarlara. çakılmış kalın ağaç tutaçlara yüklenmiş. Tutaçlar meşe. Öyle kurumuş ki onları değiştirmeye gerek yok. Yeni rafları onlara rahatça yerleştirdim. Eski raflar hemen öyle konmuşmuş. Oysa ben, çivilerle tutturdum. Babam , “Kuru meşelere çivi girmez!”dedi. Çuvaldız dediği kalın iğneyi ocakta kızdırım yakarak çivi yeri açtım, elde bulunan nal çivileriyle tutturdum. Yeni delikleri, babam yakacak odun için zaman zaman kütükler alır, boş zamanlarında onları yararak parçalar. O zaman yarıkları büyütmek için ucu sivri demirler kullanır, onlardan birini alıp kerpiç duvarları fazla bozmadan deldim. Çizerek deldiğim için ağaç tutaçlar milimi milimine girdi. Amcaoğlu Hilmi geldi, beni, övdü. Babam umursamaz görünüp güldü ama gerçekte çok mutlu oldu. Tahtaları düzgün kesişime iyiden iyiye şaştı. Düz kestiklerimi dikkatle izlemişti. Ancak köşelerdeki 45 drecelik bağlantıların aralıksız bitişmelerini oldukça önemsedi. Sordu, “Neyle çizdin sen bunları da bu denli düzgün oldu? ”dedi. Tahta genişliğini ölçüp kare yaptığımı, kare yi de köşeden köşeye doğru kestiğimi, eşit kare olduğundan yarıp karelerin birleşince tüm kare oluşturduğunu, kare oluşturan parçaların açık bırakması söz konusu edilemeyeceğini anlattım. Babam iyiden iyiye el becerimin gelişmiş olduğunu anladı “Buradayken eline bir keser bile almamıştın!”dedi. Ben, “Elime gene keser almıyorum biz tüm işleri kesersiz yapıyoruz. Bizim koskoca atölyede bu tür bir keser yok. Onun yapacağı işreri gören daha değişik türleri var!”Tahtalarla birlikte pervazlıklar almışlar, onları kesip ek yerlerini kapattım. Bir koca kese nal çivisi var. At nalları gibi onları şimdi ayakkabı altında da kullanıyorlar. Yürürken hem kaymıyor hem de ses çıkarıyor. Onları ben süs olarak kullandım. Ortasına yıldız iki tarafına ay yaptım. Çizerek yaptığım için düzgün durdu. Yemeğe gitmemiştim, Gülsüm bana yemek getirdi. C Gülsüm’ün geldiğini görmüş, arkasından geldi; cici kızı da kucağında. Sözde ona şeker alacakmış. Bukle bukle saçları olan bir çocuk, İki yaşındaymış, saçlar, büyük çocuk saçı gibi. Gülsüm aldı sevdi, babam geldi, kahvede kimse yokmuş, Çocuğu aldı içeri gitti. İkimiz kalınca tutuldum, söyleyecejk bir şey bulamadım. “Kızınla bazen buraya geliyor musun? diyebildim. Geldiğini söyledi arkasından şimdi benim için geldiğini, benim söylediklerim inandığını, bu konuda konuşmamız gerektiğini yarın akşam onlara gelirsem daha rahat konuşabileceğimizi biraz heyecanla söyledi. Evde yalnız kalacakmış; anne-baba bir toplantıya gidiyormuş, belki çok geç, horozlar öterken, belki de gece hiç gelmeyeceklermiş. Gidersem gireceğim kapıyı kaldıp gösterdi. Evin arkasında bulunduğumuz yerden görülen bir kapı. Her zaman açılmazmış. Ön taraftan dolaşmamam için açacakmış. Babası, Bektaşi Dede vekiliymiş, Bektaşilerin Ayn-ı Cem’i varmış. Geç vakitlere dek sürüyormuş. Sonra da içki alıyorlarmış. Babası içkiye dayanamadığından çoğunlukla o gece gittiği yerde kalıyormuş. Bizim konuşmamız çok uzun sürmez: Bekliyorum, gel!”deyip ara kapıdan kahveye baktı. Babam müzikli saatini kurmuş tıngır tıngır çalıyor. Çocuk dikkatle saate bakıyor. Saat önünde elini uzatıp almıyor, güzünü ayırmadan bakışı ilginç. Annesi alınca gözleri saatte geldiler. Çocuğu ilk gördüğüm zaman köydekilerin hep yaptığı gibi güzel dememişim. Bu C’ye çok dokunmuş olacak gene “Nasıl kızım güzel mi? ” diye sordu. Sözümde düzeltme yapmaya çalıştım:

-Sen daha güzelsin demek için o sözü o zaman şaka olarak söylemiştim!” dedim. ”İnanayım mı? ”deyip ayrıldı. Arkasından baktım, gerçekten o kapıdan girdi. Kahveye gelenler oldu. Babam bir süre uğramadı, bilebildiğim parçaları yerlerine koydum. Bir yığın gazoz, bira şişesi kasaları var, onları düzgün bir şekilde üstüste yığdım. Ortalıkta çer çöp ne varsa toparlayıp arka bahçeye çıkardım. Babam, “Sen yaz tatikline gelene dek bu düzen sürer!”dedi. Taze çay demlemiş çay içtim. Kahvedekiler okul çaylarını sordular, Gerçek olanı anlattım, hemen “Askeriye gibi!”benzetmesini yapıştırdılar. Bu kez ben, “Öğretmenlerimiz dışında her şey askerlerden farksız!Ancak öğretmenlerimiz de anne-babadan farksız, belki de onlardan daha yakın davranıyorlar. Kendileri ne biliyorsa onu bize öğretmek için çırpınıyorlar!”dedikten sonra Ahmet Gürsel Öğretmenin mektuplarla problemler çözmeme yardımını, Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenin küçücük evinde akordiyonumu saklamasını, öteki öğretmenlerimizin söylediğimiz yanlış bir sözü nasıl kırmadan düzelttiğini anlattım. Nacı İnan Öğretmenin bir yanlışımı nasıl düzelttiğini anlatınca uzun süre güldüler. Bizim köyde dar bir yerde bir süre durup sıkılanlar, genellikle “Çıkıp biraz yelleneyim!”der. Sordum, “Öyle mi, değil mi? ”hepsi “Öyle!” dediler. İşte bir yanlış, deyip olayı anlattım. Lüleburgaz içinde kalırken hepinizin bildiği okul bahçesinde binamızın çatısını hazırlıyorduk. O gün de uzun süre bıçkı makinesinde Naci Öğretmen’le ikimiz tahta biçmiştik. . Ara verince Naci Öğretmen, “Ben karşı bahçede biraz oturacağım, sen ne yapacaksın? deyince ben, “Bahçede dolaşıp yelleneceğim!”dedim. Öğretmen az duraksadı, “Gel sen bu yellenmeyi başka zamana bırak, benimle gel birer dondurma yiyelim!”dedi. Gittik akasyaların gölgesinde gelenden geçenden söz ederken, onların konuşmarına dikkatimi çekti. ”Abe asan, neride kaldın, Tebe Yusuf bubanı bulamadım!”gibi konuşmalara tanık olduk. Bu konuşmaları sürdürerek yanlış söylenen sözle gibi sözlerin yanlış anlamlarda da kullanıldığını konuştuk. Daha doğrusu öğretmen anlattı. Orneğin köylerde katık sözünün iyi kullan, anlamında kullanıldığını, çocuğun ekmek dilimi üstüne konan peyniri birden yememesini söyleyen anne çocuğa peynirini “Katık et!”oysa katık’n gerçek anlamı , karıştırılmıştır, buğday ununa katılan arpa unu yapılmış ekmekler için söylenir. Bu ekmekler katık un ekmeğidir, gibi. Bunlardan sonra öğretmen neredeyse üzülerek benim yellenme sözümü değindi, ”Yellenme dupedüz, osurma anlamını taşıyormuş. Bu sözü başlakarın yanında soylemek, onu yapmak gibi ayıp sayılırmış. Bunu bir başkası yanında söyleyip mahcup olmamam için Naci Öğretmen neredeyse sıkılarak benimle bir saat konuştu. Bu tek örnek değil tüm öğretmenler böyle. İlk sözleri şu oluyor:

-Siz öğretmen olacaksınız, en güzel, en doğru siz konuşacak, halkımızın, dilimizi daha güzel konuşmasına yardımcı olacaksınız. Onların yanlışlarını düzeltirken de bizim size yaptığımızı yapacaksınız!”Ben bunları sözyleyince, Furtun Şerif, “Sizin işiniz bizden de zor, bizim gibilerin yanlışını düzeltmenin mümkünü yok!”deyip kestirdi. Kendi aralarında tartışma başlayınca babam karıştı, “Hep kendinizi ortaya koymayın, öğretmenler kahvede oturmayacak, okullarda çocukları yetiştirecek. Çocuklar doğruyu öğrenecek, gelecekte bizimle birlikte bugünkü konuşma yalnışları da karşıya, (Mezarlığı göstererek)gidecek!”deyince herkes güldü. Eve döndüm. Ablamlar yok, uzanıp öyle tavana baktım. Yellenmek mellenmek derken çok önemli bir durumla karşı karşıya kaldığımı düşünmeye başladım. İşlerim iyiye mi, yoksa kötüye mi gidiyor? ”Bu kez işimin çok daha zor olduğunu anlamaya çalıştım. Yarın cumartesi, cumartesi günümü nasıl geçireceğim? Muhtar Amcaya uğrarım, Mustafa Ağabey öğleden sonra okulda oluyor, orada biraz otururum. Sabahtan Küçük Ablama gider, bir süre onlarda kalırım, geç vakitlerde Hanife Halama, Hilmiye “Hoşçakalın!”derim. Bir değişiklik varsa C gelir, uyarır. İçim biraz rahatladı. Ne konuşacağım? C benimle tartışmıyor. Tartışmayınca da üstüne gidemiyorum. Onunsa benim üstüme gelmeye hiç niyeti yok gibi “”Düşündüm, haklı olduğuna inanmaya başladım! “Ne demek? Bundan “Beraberlik!”anlamı çıkar mı? Çıkmazsa o bunu benim beklediğimin dışında bir anlamda kullanmışsa ona darılmayacağım, kırılmış numarası da yapmayacağım, Güzel kızını iyi büyüt, onun da güzel saçlarını belinden aşağı belikler olarak görmek istiyorum!”gibilerde hoşnalanacı sözler söyleyip ayrılacağım. Böyle deyip yutkunuyorum ama zaten durum böyleydi. Böyleydi de neden gelip beni çağırdı? Çağırdığına göre bir değişiklik düşünüyor demektir. Bu değişiklik ne olabilir? Ablam erken mi yatacaksın? diye sordu. Ablama bir yalan daha attım:

-Dükkan rafları beni biraz yordu, merdiven yetersizdi onunla uğraştım!dedim. Ablam süt getirdi, içip yatarken ablama “Ayn-ı Cem? diye sordum. Ablamlar tarikata katılmadıkları için tam bilmediğini, yemgemin anlattığına göre, tarikata yeni katılan çiftlere tarikatın zorunlu istediği kuralları öğretmek amacıyla yapılan bir toplantıymış. Kuralları bilenler anlatırmış. Yanlışlar olursa Dede düzeltirmiş, nefesler söylenip semah dönülürmüş. Dualar okunup sonunda bir usta çiftle yeni katılan çift semah tekrarı yaparmış. Kaç çift katıldıysa hepsi bunu yaptıktan sonra yemek yenirmiş. Bundan sonra oradan ayrılmak isteyen ayrılırmış. Kalanlar muhabbetlerini sürdürürmüş. Bizim köydeki Dede’leri sordum. Ablam “Duyduğuma göre, Aşağı Mahallede senin okul arkadaşın Bektaş’ın babası , bizim mahallede de C’nin babası. Ancak esas Dede’ler, Tekirdağ/Kılavuzlu ile Kırklareli/Kızılcıkdere köylerinde, biz onları iyi tanıyoruz. Pullu Dedemizin hatırı için onlar gelince hep bizde kalırdı. Kılavuzlu Dedesi Veli Efendi, biliyorsun geçenlerde bizde kaldı. Sen ablanlara gitti, fazla ilgilenemedin. Kızılıkdere dedesi senin de tanıdığın Mehmet Ali-Enver kardeşlerin babasıdır. Sen onu gördün, hani bahçede otururken seni gürünce “Bu şimdi kim oluyor, ben tanıyor muyum onu? diye sormuştu. Daha sonra da bizi, konuşturmadı, “O kendisi anlatsın!”demişti. . Kıvuzludan gelen Veli Efendiyi de çok gördün, unutmuş olabilirsin!”Çok iyi anımsadığımı söyledim…Ablam ayrılşınca gene yarın akşama sıçradım. Ayn-Cem bakalım ne getirecek?

 

31 Ocak 1942 Cumartesi

 

Uyandım. Yarın yola çıkacağım. Yola çıkmak önemli mi? Yorgana baktım, içim burkuldu. Herşey güzel de okulun durumu ne? Kırkgün önceden bu yana ne değişti? Daha doğrusu yirmi günde ne değişti? Okul değişmedi ama ben çok değiştim. arkadaşlara bir başka özle bakmasam bari. Kalktım, ablam kahvaltı hazırlamış, “Bu tatil son günün, yaza dek gelmezsin!”dedi. ”Belli olmaz bir de bakarsın bir iki hafta sonra çıkıp gelirim!”diyecektim, ablam kuşkulanır, diye sustum. Gülsüm’e tekrar teşekkür ettim. Kazaklarım çok güzel, atkımı çok sevdim. Gömleklerimin eksik düğmeleri yerine gelmiş. Ablam bana gene bir asker torbası hazırlamış. Hepsi iyi ya şu yorgan nereden çıktı? Lüleburgaz’a arabayla götüreceğim. Burgaz içinde onu nasıl gezdireceğim? Yük olarak taşımak değil, yük taşımaktan çekinmem, kooperatif sandıklarını az taşımadık. Ancak yorgan başka. Ablam onun da kolayını düşünmüş. Sımsıkı yuvarlayıp bağladık tutacak yer yaptık. Elimle taşıyabileceğim. İşte buna çok sevindim. Yorganı elime alıp gezdirir gibi yaptım. Sevinerek Küçük Ablama gittim. Ablam evin işleriyle uğraşıyor, eniştem Saim’le oynuyor. Ablam suya gitmeye kalkınca kovaları alıp kuyuya gittim. Hiç kimseler yok, kovaları doldurup eve döndüm. Az durakladım, su fıçısına baktım yarım. “Ablama yardımım olsun !”diyerek gene kuyuya gittim. Gelip giderken birinin beni görmesini istiyorum. Gerek kalmadı, geldi, ilk sorusu “Ne zaman gidiyorsun? ” oldu. “Yarın!”deyince “Sahi mi? ”diye içtenlikle sord “. ”Alışmıştık!”dedi. Hiçbir söz söyleyemedim, sadece, “Ne yapalım, kader!”dercesine umuz silktim. “Gene gelirim!”dedim. Komşu kadın geldi, bana “Ne kadar büyümüşsün!”dedi. Emine Abla ona yanıt verdi, ”Gençler büyüyor!” dedi kovalarını aldı gitti. Ben de yavaş yavaş döndüm. Benim bütün ayrılıklarım böyle olacak galiba, biraz üzüntü arkamı dönüp gitmek!İçimde bir buruklu oldu. Bu düpedüz üzüntüydü. Nedenini irdeledim, benimle doğrudan ilgisini bulamadım. Bu daha çok Emine Ablanın yalnızlık duygusundan geliyordu. Titrer gibi oldum, ben de bir gün aynı duygular içinde kıvranab ilirim. İçeri girdim. Eniştemle bir süre konuştuk. Buradan okula uğrayacağımı Mustafa Ağabeyle biraz konuşacağımı anlattım. Biz konuşurken Emine abla geldi, eşinin eniştemi çağırdığını söyledi. Eniştem Saim’i kucağına alıp gitti. Emine Abla’ya eşinin durmunu sordum 6 aylık rapor almış, akçiğerlerinde sorun varmış, dinlenir, kendini üşütmezse geçermiş, iyi beslenmeliymiş. Emine Abla birden “Beni unutacak mısın? ”diye sordu. Unutmayacağımı söyleyince sevindi. Ablamın evde olmadığını söyledim. Ablamın olmadığını biliyormuş. “Biliyorum ben sana sadece bunu söylemeye geldim, beni unutma!”dedi döndü. Kapıdan çıkınca arkasından baktım, dış kapıdan çıkarken ablamla karşılaştı bir süre konuştular. Ben de onlara baktım, ayrılırken bana el salladı, Güle güle!”dedi. Ben de ona “Hoşça kal!”dedim. Ablam gelince, “Bu Emine bir alem, başkası olsa onu yapmaz, ayrılırken demeyi unuttu mu? yoksa ayrılacağını bilmiyor muydu? ”diye sordu. “Nereden bilecek abla, sormadan ona yarın gidiyorum, nasıl derim? Ablam haklısın? dedi. Enişteme selam bırakıp ayrıldım. Muhtar Amca’ya uğradım, çok memnun kaldı. Oradan okula, Mustafa Ağabeye uğradım. Daha önce konuştuğumuz konuların bir bölümünü tekrarladık. Köylülerin hep bildiğini okuduğunu, yeni bir duruma kesinlikle uymadıklarını yana yakıla anlattı. Buna karşın bizim köyden çok memnun olduğunu, bizim köylülerin yenileşmeye karşı diretmelerine karşın kötülük düşünmediklerini, başka köylerde yenilik önerilerine direncin ötesinde yalanlarla, iftiralarla karşı çıktıklarını örneklerle anlattı. “Arkadaşların düştüğü o tür belalı durumlara düşmüyorum. O da beni terselli ediyor. Bir de devam sorunu olmuyor, komşuların hepsi çocuklarını okula gönderiyor, eski usül, gene “Eti senin kemiği benim!deyip çocukları rahat bırakıyorlar!”Mustafa Ağabeyden ayrılınca , planladığım şekilde Hanife Hala’ma uğradım. Halam daha iyiydi, uzun uzun konuştuk. Hanife Halam, tıpkı Elfide Halam gibi, akrabaları öğrenip, kim neredeyse yazmamı, bunu tüm akrabalara duyurmamı öğütledi. Bir bakıma da ailese-kutsal bir görev verdi. Hanife Halama da söz verdim. Babalarımızın kuşağı ile onların çocuklarını yazdığımı anlattım, adlarını verince Hanife Halam çok sevindi. Nefise Halamın bir kızını unutmuşum, Hanife Halam onu da anımsattı. İzin alıp ayrıldım. Dükkanın önünde sanki iş yapıyormuşum gibi gezindim. Dükkan Giriş Kapısında bir iş bulup sözde onu yaptım. Doğrudan bakmamakla birlikte gözlerim kayı kayı verdi. Arka kapının açılıp kapandığını gördüm. İşimi toparlayıp kahveye girdim. Kahvede bu tatilin on konuşması olacak, biraz ağırdan alıp az konuşarak daha inandıcı olmayı tasarladım. Ankara’yı soran oldu. Ankara’nın içinden iki kez trenle geçmenin dışında üç kez de gezmeye gittiğimi söyledim. İkisinde İsmet’le ikimiz birlikte gezdik!”dedim. O günleri olduğu gibi anlattım. Saati göstererek nasıl aldığımızı anlatınca herkes güldü, “Kısmet olunca kemlik susarmış!”diye bir söz söylediler. Hava kararırken eve çıktım. Yerimde duramaz gibiyim. Ali Ağabeyimi sordum, Ali Ağabeyim yola gitmeden önceki gün atlarıyla uğraşıyormuş. Çok merak ettiğimden değil sıkıntıdan sordum ama bunu söyleyemem. Odama çekilip bir süre bekledim. Bir neden uydurmam gerektiğini anladım. Evden çılıp gidemem, kahveden çıkarak ise asla. Öyleyse inanacak bir yol bulmam zolrunlu oldu. Kahveye gittim, feneri yakıp plakları karıştırdım. Bir zeybek plağı vardı onu dinleyeceğimi söylerek dükkana girdim. Gramofonu hazırlayıp plakları dağıttım. Zeybek plağını aradım. Plağı buldum ama ayırdığım plakların arasına koyup ötekiler arasında aramayı sürdürdüm. . Sık sık da kapıyı açıp sokakları izledim. Ayn-ı Cem bizim kahveyi de etkiledi. Kahvede kimse kalmadı. Babam, “Ben gidiyorum, kapatır gelirsin!”deyip gitti. Kahvenin karpitini söndürdüm. . Dükkandaki feneri iyice kıstım. Kapıyı açtım, karşı kapıya bakıyorum. Kapı iki kez açıldı kapandı. Dükkanı içerden kapatıp kahveden çıktım, etrafa baktım kimsecikler yok. Köydeki cesaretim geri geldi, citten geçip kapıyı tıklattım. Kapı açıldı, girdim karanlık, “Biri başıma bir odun vursa!” diye düşünürken, “Ay gelmeyeceksin diye kaygılanmaya başlamıştım!”dedi, boynuma sarıldı. Hiç bunu beklemiyordum, şaşırdım. “Işık yakmayacak mıyız? ”diye sordum, C güldü “Ben seni görüyorum!”dedi, sımsıkı sarıldı. “Çok şey biliyorsun ama bunu da ben senden daha iyi biliyorum!”deyip gıdıkladı. Anlaşılmayacak bir durum yoktu. Neşeli olduğu besbelliydi, yavaşça şimdi istersen ışığı yakarım!”dedi. Hiçbir şey düşünmüyordum, gene de kendime bile yabancı gelecek bir sesle “Yak!”dedim. Gitti yaktı. Şaşırdım, hiç ayırdına varamamışım, sırtındakiler gelinlik giysileriyleymiş. Bu kez de ben zaptedilmez bir isteğe kapıldım, kalkıp ışığı söndürdüm, “Şimdi ben de görüyorum, hem de yüreğimdeki C’yi görüyorum, o benim için yabancı olmayan C’yi o işte burada; hem de tam istediğim gibi. “Sahi mi, bir daha söyle!”deyişi belleğime öylece yerleşti. Uzun bir sessizlikten sonra sordum, “Düşündüm!”demiştin, “Ne düşündün? ”İşte bunu düşündüm, insanlar kendi düşünceleri, kurdukları düzenleri bozmamak için bizi ayırdılar; onların olmadığı yerde biz neden bir araya gelmeyelim? İşte geldik. Sevinçli misin? diye sordu. “Rüyada gibiyim!”deyince güldü, “Sen sahiden rüyadasın galiba, ayol rüya olur mu , gerçek bu!”dedi, birden burnunu çekti, elinin tersini gözüne kapatır gibi yaptı. Ağladığını gördüm. Tam bu sıra çocuk öksürdü, bir kaç gündür öksürüyormuş. Emine Ablanın çocuğunu anımsadım, o da çok öksürerek hastalanmış. Çocuk tıkanırca öksürmeye başlayınca C kucağına aldı, elinde kaşıkla ılık su verdi. Bir süre çocuğu pış pışladı. Çocuk kucağında içeri geçip üstünü değiştirdi. Bir anda başka biri olmuş gibiydi. Değişiklik bende de olmuştu. Çocuğun öksürüğü kesilir gibi oldu. Bu kez de horoz sesleri başladı. Anne-babasının Horoz Vaktin de gelme olasılığı vardı. Ben bunları düşünürken C geldi boynuma sarılır gibi yaptı ama ürkek bir durumu vardı. Yavaşça az geriye çekilip “ Gene arkadaş olarak kalamaz mıyız? ” diye sordu. Bunu hiç düşünmemiştim. Düşlerimin zor bir bir yöne saptığını anlamıştım ama bunu beklemiyordum. Sanırım hiçbir şey düşünmeden, “Kalırız!”dedim. Arkasından da zaten öyle değil miyiz? diye sordum. C biraz şaşırmış gibi yüzüme baktı, elimi bir süre elinde tutup öptü. Ben de saçını çekip öper gibi yaptım. Saate baktım, saat 3’10 sabah oluyor. Son kez sarılıp ayrılırken hiçbir söz söyletmedi, “Bir daha gelişinde de bunları konuşuruz. Aramızda bunu da bir geçmiş gün sayalım!”deyip güldü, yanaklarının çukurlarını gördüm, saçının, uzun dolu dolu beliklerinin üstünde elimi, bir daha gezdirip uçlarını yumaklayarak kapıya yöneldim. Saçlarını elimden aldı, saçlarının uçlarıyla ellerime dokundu . Yüksekten atlamış gibi kapının önüne çıktım. Etrafa hiç bakmadan kahvenin önüne geçip bir süre durdum. Tir tir titriyordum. Titremem, kesinlikle soğuktan değildi. Titreyen bedenim değil boynum, boynuma yakın yerlerimdi. Bir süre öyle durduktan sonra eve gittim. Çok yavaş kapıyı açıp girdim. Kıpırdamadan yorganın altına girerek yalnız ceketimi çıkarıp öylece yattım. Benim için gelinlik giymiş, hiç aklımdan geçmeyen bir olay. Bu nasıl bir duygu? Önce üzünçlü, utançlı duygulara kapılmakla birlikte giderek kendime onur payı ayırmaya çalıştım. Bu konudaki duygularımın eksikliğini anladım. Galiba ben olaya hep bencilce bakmışım. Çok mu bencilim? Şimdi ne yapacağım? Düşlediğim olmamıştı. Olmamıştı ama belki de daha güzel bir şey yaptım ya da yapılmasına yardımcı oldum. Onun isteğini yapmak da benim için bir istek karşılamaktı. Ancak ben kendi isteklerim doğrultusunda bir ilerleme yapamamıştım. Belki de ad vermeden arkadaşlara anlatacak olay hesaplıyordum, işte o olmadı. Bunu kime anlatsam ya inanmaz ya da benim beceriksizliğime yorar. Bizim horozlar ötmeye yeni başladı. Kısık sesli tanıdık horozun ötüşünü sayarken uyumuşum.

 

1 Şubat 1942 Pazar

 

Uyandığımda içerden konuşmalar geliyordu. Ağabeyim bırakın uyusun, akşam gitsek ne olur? Önemli olan bugün oraya varmak değil mi? ”deyince kendime geldim. Öyle konuşulmuştu. Erken gitmeyeceğiz, Ali Ağabeyim beni okula dek götürecek, oradan Kamber Amcamlara geçecek, pazartesi günü pazara uğrayıp akşam eve dönecek. Kalktım, herşey değişmiş gibi, içim içime sığmıyor. Akşam ne oldu? Gerçek mi rüya mı? Bu, bu denli kolaymıydı? kolaydıydı da bugüne dek neden olmadı? Ablam, “Akşam çok geç geldin!”, deyince hemen “ Plaklarla uğraşırken zamanı unutmuşum, fenerin gazı bitmeseydi sabah olabilirdi!”diyerek sözü şamataya döktüm. Kahveye gittim. C evin arkasına çıktı, kızı kucağında, yaklaştı, babamla konuşurken bana gitmiyor musun? diye sordu. Az sonra gideceğimi söyledim. Iyı yolculukalar, başarılı çalışmalar diledi. Ben de bunu istiyordum. Gülerek bırakmış olmam beni mutlu etti. Babamın elini öpüp eve döndüm, Ali Ağabeyim hazırlanmış. Arabada rahatım. Bizden başka kimse yok. Öğle üzere yola çıktık. Kırk gündür sıkıldığım köyden bu kez çok değişik duygularla ayrıldım. Hamitabat’a girerken Ali Ağab eyim oradaki arkadaşa uğrayalım mı? diye sordu. “Kırk gündür gelip beni aramayanı ben neden arayayım? ”deyince, “Haklısın!”deyip, atları gırbaçladı. Hava esintili ama o denli sert değil. Ali Ağabeyimin getirişine ayrıca sevindim. Lüleurgaz içinde yorganla dolaşmayacağım. Lüleburgaz’da az kaldık. Okul önünde indim. Ali Ağabeyim, yarın geçerken akordiyonu da bırakacak. Bu da ayrı bir kolaylık oldu. Eşyalarımı bırakıp dersliğe gittim. Kadir Pekgöz gelmiş. ”Şansın yokmuş, seni arabaya alacaktım, gittiğini söylediler, döndüm!”dedim. Orhan, Mandirissalılar, İdris Destan gelmişler. Hepimizde bir gariplik var. Okulun durumundan herkes kuşkulu. “Gene bir yolculuk olabilir mi? ”diyorlar. Bense bir başka olayı düşünüyorum. Hüsnü, Emrullah tatil boyunca çektikleri sıkıntıları anlattılar. Sıraya oturunca küçülmüş gibi oldum. Gidip dolabımı düzene soktum, yorganımı yatağıma serdim. Ablam iyi ki beyaz kılıf dikmiş; gelen yorganların hepsi beyaz. . Ayrıca kılıf ısıtması bakımından da yararlı. Kirlenince yıkama olasılığı da var. Üç katlı ranzalara gene döndük. İlginç, ilk akşam yemeği etli mrcimek bulgur pilavı. Yemekler için kimse bir söz söylemedi. Daha doğrusu kimse konuşmak istemiyor. Kısa kısa , bu tatilde ne yaptın? doruları sorulsa da yanıt beklemeden geçiliyor. Benim yanıtım kolay, bir kez Lüleburgaz’a geldim, okula uğradım, Hüsnü ile konuştum, bir kez de kırklareli’ye, iki kez Alpullu'uye, bir kez Babaeskiye gittim, İsmet’le buluşum!”diyorum bitiyor. Derslikteki sobayı zor yaktık. Yatakhanede oldukça üşüdük. Yatınca, titremelerimiz geçti. Tam uyumak üzereyken kalabalık bir grup geldi. Tren grupları, İsmet’i sordum, gelmemiş, gene yattım. Bir ses duyar gibiyim “O mu rüya bu mu? ”Gelinliği sorunca ne dedi? ”Senin için hazırlamıştım bunu, işte, senin için giydim!”Bu ne güzel söz. Bunu hak ettim mi? Böyle düşünerek uyumaya çalıştım. Yüksek sesle konuşmalar uykumu birkaç kez açtı. Gerçekten biraz da uykusuzdum, esnedim durdum. Birkaç kez adım geçti. Sonunda , “Beni kim arıyor? ” diye avazım çıktığı kadar bağırdım!”Gerçekten bağırdım mı tam kestiremedim ama uyandığımda ağzım açıktı. Etrafı yokladım, okuldayım, başımı koyup yattım. Niçin bağırdığımı düşününürken uyumuşum.

 

2 Şubat 1942 Pazartesi

 

Kampana sesiyle uyandım. On ay sonra bu sesi gene duyduk. Biz buna zil diyoruz ama gerçekte bu zil değil bir metre boyunda bir ray parçası. Sesi uzaklardan duyuyluyor. Aynı sesi verecek bir zil söz konusu olunca eleştirileceği öne sürülmüş, “Kilise çanı!”denecekmiş. “Bu Kilise çanından farklı, hiç değilse biçim olarak farklı!”deyip takmışlar. Hasanoğlan’da da aynısı yapılacak. Bayrak kulesine yerini hazırlamıştık ama o zaman gerek görmediler. Hava soğuk, ancak buluşmalar, konuşmalar soğuk dinlemiyor. Dersliğe gittikArkadaşların çoğu gelmiş. Şakalaşmalar başladı. Mehmet Yücel, “Duyduğuma göre arkadaşlardan evlenenler varmış, onlar kendileri söylesin yoksa ben açıklayacağım!”dedi. Herkeste bir ilgi, “Kim acaba? ” Bu kez Mehmet Yücel’e ben yanıt verdim:

-O denli kesin konuşuyorsun ki evlenen biri varsa ancak o sen olabilirsin!

Kahvaltıya gittik. Hasanoğlan’a göre tek değişiklik, kapalı bir yerde olmak. Çay-peynir-ekmek(Pide değil) ama ekmekler bıraktığımız gibi değil köy ekmekeleri gibi esmer. Kahvaltıdan sonra okul önünde toplandık. Merdivenlere bakıyoruz. İlk çıkan öğretmen, (Yeni gelmiş) Besim İyitanır oldu. Öndeki çocuklardan birine bağırdı. Hem de yüksek sesle, çocuğa kötü bir söz de söyledi. Arkadaşlar, aralarında anımsama yaptı, “Biz Çoban Mehmet’e takıldık ama bu adam onun yanında canavar. Daha ilk günde dayaktan söz ediyor!”Arkasından, Salih Ziya Büyükaksoy, Seçuk Korol, Namık Ergin, Nahide Akalın, Faik Bakır, Fikret Madaralı, daha sonra da Okul Müdürü Nejat İdil çıktı. Çocuklar alkışlamak istedi, durduruldu. Okul Müdürü, bildiğimiz olayları kısaca tekrarladı, “Bu hafta elbirliği ile okulumuzu düzenleyip haftaya derslerimize düzenli başlayacağız, ancak akşamları, okuma-çalışma saatlerinde öğretmenler gözetiminde düzenli çalışmalarınızı yapacaksınız!”dedi. Namık Ergin Öğretmen komut verdi bayrak çekildi. Dersliklere gittik. Gelmeyen arkadaşlar saptandı: İsmet Yanar, Abdullah Erçetin, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Bekir Temuçin, Halil Basutçu, Ali Önol, Fettah Biricik, Sefer Tunca, Ali Güleren, Hüseyin Serin…Derslikte beklerken aklıma geldi, Ali Ağabeyim erken geçecekti, pencere önüne oturdum, asfalta bakıyorum. Tam bakarken araba durdu, koştum tam kapıyı açarken Besim İyitanır gördü, “O kapıdan çıkmak yasak, bilmiyor musun? ” diye payladı. Dönüp öteki kapıya yönelince de, “Dur bakayım, sana laf söyleniyor, dur da dinle!”diye çıkıştı. Dersliğe girmemi orada beklememi söyledi. ”Ağabeyim yolda beni bekliyor, akordiyonumu getirmiş, onu alacağım!”dedim. Durdu , düşündü, ”Git al da dönünce beni gör!”dedi. Gittim, Ali Ağabeyimle konuşurken belli etmemeye çalıştım. Ancak durumumu sezer gibi oldu. Uğurladım, gitti. Akordiyonu dolabıma bırakıp öğretmen odasına gittim. Öğretmen odasında Namık Ergin Öğretmen vardı. Namık Öğretmen benden önce, ”İbrahim, iyi insan sözünün üstüne gelirmiş, Marangozluk Atölyesini senden iyi bilen yok, iki arkadaş al, orasını bir gözden geçir, yakında bir öğretmen gelecek, o gelinceye dek oranın sorumlusu sensin!”dedi. Besim İyitanır’a döndüm. Gözlerini gerdirerek, “Namık Beyi dinledin, dediklerini yap bakalım!”deyip güldü. İçimden “Tam belaya çattım!”deyip ayrıldım. Dersliğe gidince arkadaşlara anlattım. Anlattıklarıma inanmadılar, “Şaka ediyorsun, hevesimizi kırmaya çalışıyorsun, gibi sözler söylediler. Ben gene Yusuf Asıl’la Hasan Üner’i seçip atölyeye gittim. Atölye bıraktığımız gibi. Biraz karışıklık var ama, düzeltilmesi zor olmayacak. Hasanoğlan’dan söz ederek çalışmaya başladık. Ortalığı topladık. Tavanlardan örümcekler sarkmış, süpürgelere sap takarak her tarafı tertemiz yaptık. Namık Öğretmen geldi, gülerek “İşte böyle, yeni öğretmenimiz temiz bir atölye görsün, gelince de siz ona bir süre yardım edeceksiniz. !”dedikten sonra gülerek, “İşte geldik yuvamıza, kaldığımız yerden başlayacağız. Hasanoğlan’daki işlere göre bizim buranın işleri bize oyun gibi gelecek!”Öğleye dek atölyede oyalandık. Kampana vurunca yemeğe gittik. Yemekler, gerçekte farksız ama arkadaşlar daha iyi bulduklarını söylüyorlar. Mehmet Yücel takıldı: ”

-Bu yemeklere iyi diyenlere anaları bakmamış, anaları onlara güzel yemek yedirseydi şimdi onlar bu yemeklere kaşık sürmezlerdi! Bu arada “Nankörlük etme!”diyenler oldu. Bu kez de Mehmet Yücel, “Siz konuşmayı da unutmuşsunuz, aramızdaki konuşmaları, böyle çirkin sözlerle karşılayacaksanınz, bu konuşmaları keseriz. Ancak o zaman daha çok sıkılır, günlerimiz zor geçer. Ben sözümü geri aldım. Buyurun etsiz mercimeğinizi afiyetle yeyin!”deyip kesti. Dersliğe dönünce Mehmet Yücel’e takılanlar oldu ama karşılık vermedi. Bu kez ben, “Mehmet Yücel evlenmiş olabilir, yeni güveyler nazlı olur!”dedim. En çok Mehmet Yücel güldü, “Dayı nasıl da biliyor, ama tahmininde yanıldı. . Biz yaşlılara saygı gösteririz önce o evlenmeden, biz sırayı bozmayız!”Böylece dünkü evlenme sözü gene ortaya geldi. Gerginlik ortadan kalktı. Kampana çalınca Yapıcılar tam kadro atölyeye gittiler. Biz de atölyeye girdik. Kalan arkadaşları da Salih Ziya Öğretmen arkasına takıp Tarım Binasına götürdü. Öbür sınıflar dersliklerde, sık sık pencerelerden sesleri geliyor. Hasan Üner akıl etti, derslik sobasına çıra bulduk. Kesik parçalar var, onları küçük küçük çenterek bir köşeye yığdık. Paydostan sonra önce Kırklareli grubu çıktı. İsmet’i bekliyordum, geldi. İyi buldum. Edirne Grubu gelince sınıf tamamlandı. Hiç bir değişiklik yok, tek değişiklik herkes saçını uzatmış, bir birinden tarak isteyen isteyene. Sami Akıncı gelir gelmez ders kitaplarını açtı. Benim de dört dersin kitabı var ama aklıma bile gelmemişti. Roman okumaya başladım. Mustafa Saatçı’nın ilk şakası, “Sahi biz Hasanoğlan’a gittik mi? Yoksa ben orasını rüyada mı gördüm? Hani üst üste evler vardı. Arkasından sıraladılar, dağlar vardı, kağnılar vardı, çeşmesi vardı, yufkası vardı derken biri Çoban Mehmet’i vardı; deyince gülenler oldu. Hiç kimsenin aklına bir yaş büyüdüğü gelmedi. Bir süre sonra bir sınıf üste çıktığımız anımsatıldı ise de, dersini okumadan geçilen sınıfın önemli olmadığı bilindiğinden olacak üstünde duran olmadı. Dersliğimiz , beşerli üç sıra biçiminde dizili en arka sıralardan birini seçtim. Bu kez yanıma Mehmet Yücel oturmak istedi. Buna da sevindim. Mehmet Yücel, çalışkan değil ama çalışana da engel olmuyor. Tek koşulum, ben çalışırken , benimle konuşmaması. O bunu zaten biliyor. . Yemekten sonra eski konuşmalarımızı anımsadık. Köylerimizi tanıtacaktık. Okuduğumuz kitapları özetleyecektik. Bir süre tartıştıktan sonra bunları ileriki günlere bırakmaya karar verdik. Dersler başlasın, genel duruma göre onları da proğramlayacağız. Bu arada çevre gezileri de vardı. Onları nisan ayından başlayarak yapacağız. Biraz gürültülü konuştuk herhalde sabahki yeni öğretmen geldi, elindeki çubukla kapıya vurdu, “Susalım, derslikte nasıl konuşulacağını öğrenelim!”deyip öfkeli öfkeli baktın. “Kim bu? kim bu? ” fısıltıları yayıldı. Kampana çalınca da “Kim bu yahu? ” sorusu ortaya atıldı. “Bahçecilik Öğretmeni Besim İyitanır!”Birileri güldü. Ben de sabahki durumu düşündüm, adam düpedüz korkutarak yönetmek niyetinde. Yatınca ilk günümün iyi geçmediğini düşündüm. Gelecek günlerin daha iyi olacağını umarak, kendimi yokladım. Her olayı iyi tarafından atlatmaya çalışmayı kendim için zorunlu gördüm. Özellikle öğretmenlere ters giderek rahat edemeyeceğimi, okulda rahat olmazsam yaşamımın güzel olamayacağını düşünerek, kimi zorluklara katlanmam gerektiğine inandım. İnsanların, sabrederek istediklerini elde ettiğini yaşayarak gördüğümü bir kez daha düşündüm. Yatakhanede numara sırası yatılacağı söylendi. Ben en üste çıkmışım. Sıra olursa orası Halil Basutçu’ya düşüyor. Halil orta katı istedi. Hilmi zaten alt katta. Böylece benim yerim değişmedi, 3. kattayım. Oldukça karışık düşünceler içinde uyudum.

 

3 Şubat 1942 Salı

 

“Kar yağmış, kar yağıyor!” sözleri arasında uyandım. Çevrede zaten kar vardı. Ancak yollar açıktı. “Gene mi başladı? ” demeğe kalmadı büyük ablamın sözlerini anımsadım:

-Küçük Ay, ağabeyinden geri kalmaz, daha da öne geçmeye çalışır!demişti. Bugün 3 Şubat, işte Küçük Ay!Kalktım, yıkanıp havlumu asıp dersliğe gittim. Kar henüz iz bırakacak kalınlıkta ama lapa lapa yağıyor. Öyle ki, asfalttan geçen arabaları seçmek bile olanaksız. Kahvaltıda çay-peynir bizi sevindirdi. “Dileriz hep böyle olur. Dersliğe dönünce, okul görevlerini üslenme konuşuldu. Bir sınıf başkanı seçilsin, bu başkan nöbet, işlerini düzenlesin. Buna karşı olanlar çıktı. “Ne gerek var bunlara? ”Birden “Gel de karışma!”, deyip “Bunlara gerek var, bunu sıraya koyalım, sırayla hepimiz yapalım, bir kişiye yıkıp yan çızmeyelim!”Uzun uzun tartışıldı. Dergilerden örnekler verdim, öteki Köy Enstitülerinde bu böyle oluyormuş. Hasanoğlan’da gördüklerimizden, dinlediklerimizden kimse bir şey almamış. Gene “Bana ne, Neme lazım, Kim yaparsa yapsın! “Öyleyse ben sözlerimi geri alıyorum, sizin dediğinize ben uyarım. Oradan ötesi de benim umurumda değil!”deyip sustum. Oturunca aklıma geldi, hemen ekledim, “Biz, bana ne diyoruz ama 8. sınıflar öyle demeyecekler, onlar bu dediklerimizin hepsini yapacaklar!” Açtım kitabımı okudum. Adamın biri bir suç işlemiş ya da işlediği söylenmiş suçlu görülüp hapse atılmış. Hapse atılan adamın adı Jan Valjan. Ondokuz yıl hapiste taş üstünde yattıktan sonra tutukluluğu tamamlanınca özgürgürlüğüne kavuşmuş. Ancak gidecek yeri olmadığından bir yere sığınmak umuduyla tam dört gün yol yürümüş. Dördüncü günün sonunda bitkin olarak küçük bir kasaba olan Diny kentine gelir. Önce gece kalmak için hanlara uğrar. Kılık kıyafeti perişandır, parası olduğunu söylemesine karşın salt görüntüsünün döküntüsü nedeniyle yer ve de yemek vermezler. Öyle ki uğradığı kapılardan tüfekle kovalayanlar bile çıkmıştır. Sonunda kentim papazı salık verilir, Jan Valjan Piskopos evine gider. Ancak, küçük bir kent olan Diny aynı zamanda dedikoducu bir yerdir; en küçük olaylar bile hızla yayılır. Jan Valjan’ın kente geldiği, köyü bir adam olduğu hemen yayılmıştır. Mahkum olduğundan başka kılığına varana dek ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Piskopos’un evindeki kadınlar Jan Valjan’ı görünce korkuya kapılırlar, mahkumun eve girip kendilerini boğacağını sanırlar. Onlar titreşirken, Piskopos mahkumu çağırır, öyküsünü dinler, onun bir güzel doyurur. Bununla da kalmaz yatacak yer gösterrir. Jan Valjan aradığını bulmuştur. Yakınıp yaka silktiği insanlar arasında böylesi de bulunmaktadır. Ancak kendisi o yakındığı insanlardan farklı mıdır? İçindeki yanlış yargılama mekanizması onu yanıltır, gece yarısı uyanır, yattığı yerde bulunan değerli ne varsa toplayıp kaçar. Büyük bir yanlış yapmıştır, yakalaır, çalıntıların Piskopos’a ait olduğu ortaya çıkar, Jan Valjan çalıntılarla Piskoposa getirilir. Piskopos, çalıntıları Jan Valjan’a kendi verdiğini söyler, jan Valjan’ı suçluluktan kurtarır. Piskopos bunu korkusundan mı yaptı? Bu soruyu sormaya gerek yok, Kitap, bir bölümünde Piskoposun mal canlı olmadığını anlatmaktadır. Aynı zamanda çok zeki, sözünü bilen bir adamdır. Naopyon Bonapart’ın taç giyme töreninde imparatora sevgiyle bakarken Napolyon bundan huylanır. Yaverine yüksek sesle “Kim bu adam, bana neden böyler bakıyor? deyince asıl adı Myriel olan Piskopos, Napolyon’a:

-İmparator, siz şimdi alelade bir adama baklıyorsunuz ama ben büyük bir İmparatora bakıyorum, bunda ikimizin de yararı var! demiş. Piskopos olunca kendisinden önceki Piskoposluk binasını hastane yaptırıp kendisi daha küçük bir binaya taşınmış. Bu nedenle Piskoposun korktuğu söylenez. Jan Valjan Piskoposun hediyeleriyle ayrılıp gider. Okuduğum bölümde iki kişi tanıdım: Jan Valjan, Papaz M. Myriel ya da görev adıyla Piskopos. .

 

4 Şubat 1942 Çarşamba

 

Kampanadan sonra konuşmalar bağıra çağıra oluyor. “Öğretmen geliyor!”diyen oldu. Bir kaç karşılık birden, “Yatakhaneye öğretmen geldiği görülmüş müdür? ”Sen kendini Hasanoğlan’da mı sanıyorsun? Burası Kepirtepe, burada öğretmenler yatakhanelere gelirler!”Hilmi’nin derdi başka, alt kat soğuk oluyormuş. Karşılığını hemen aldı:

-Anan seni sevmiyormuş, sana ince yorgan yapmış. Hilmi “Benim anam yorgancı değil, ben yorganı yorgancıdan aldım! “O zaman seni baban sevmiyor, sana yorgan parasını az vermiş!” Gülüşmeler arasında öğretmen sesi, “On dakika içinde yatakhane boşalacak!” Merdivenler silme kar, gece boyu kar yağmış. Düşen düşene. . En kötüsü de okula girerken küçük merdivende düşmeden yürümek olanaksız, denecek ölçüde tehlikeli. Dersliğe girer girmez kahvaltıya döndük. Faik Öğretmen nöbetçi, sessiz sakin bakıyor, öyle ortalıkta geziniyor. Duyuru yapıldı, bizin sınıf okul önünü kürüyecek, kamyon girişte dönemiyormuş, kamyonun girişi kolaylaştırılacak. Tarım binasından kürek getirmek sorun oldu, Sefer, Arif üçümüz gönüllü gidip on kürek getirdik. Bu kez arkadaşlar bizi kar kürümekten düştüler. Gene de onlarla birlikte bahçede bekledik. Kampana çaldığında dersliklere girmemiz söylendi, girdik, birileri gelecek sanmıştık, kimseler gelmedi. “Yağmur yağdı böyle oldu!”sözünü arkadaşlar kara çevirdi, herkes birbirine, “Kar yağdı, böyle oldu!”diyor. Öğle yemeğinde etli fasülye-bulgur pilavı-üzüm hoşafı yedik. Mehmet Yücel “Komposto” olarak düzeltiyor. ”Hasanoğlan’da hoşaf yemekten ağız tadınız bozulmuş, üzüm hoşafı denmez, komposto denir!” diye açıklıyor. Öğleden sonra gene derslikte eskiden olduğu gibi çene çalarak oturduk. Kimse çalışmıyor. “Kitabım yok!”diyerek kendini savunuyor. Hemşire Ayşe Abla geldi, “Derse mi geldin? ”diye sordular. Ayşe Abla güldü, “Hemşirelik yapmak niyetiniz varsa ders vereyim, bildiğim kadarını öğretirim!” dedi. Duyuru yaptı, “Yarın Dr. Sezai Feray gelecek, herhangi bir sağlık sorunu olan revire uğrayıp adını numarasını yazdırsın, onlara doktor ayrı bakacak. Herhangi bir sorunu olmayanları da gözden geçirecek, kilonuzu, boyunuzu biliyorsanız, onları söyliyeceksiniz, bilmiyorsanız biz ölçeceğiz!”dedi, arkasından da gülerek, “Boyunuzun ölçüsü alınacak!”deyip gitti. O gidince Ayşe ablanın yaşı konu edildi, yirmi ile otuz arasında yaş basamakları sıralandı. İdris Destan “18 yaşında kızı var, deyince hepimiz şaşırdık. İnanmayan oldu, Harun, Yakup, Hilmi biliyormuş adını bile söylediler. Böylece Ayşe Abla birden kırk yaşına çıkarıldı. Onbeş yaşında evlenenler oluğunu onların da çocukları olduğunu söylemeye kalkıştım ama inandıramadım. Mustafa Saatçı’ya takıldılar, “İmam, bak, duy bunu, SS çocuk yapabilirmiş!”Mustafa Saatçı Kepirtepe’ye geleli ilk küfrünü savurdu:

-Analarınız sizi sokakta oynarken doğurmuş, oynarken size iyi bakamamış, onun için böyle biraz sarsakçasınız!”dedi, arkasından gülerek, “Haydi bakalım, yakında SARSAK kimmiş belli olacak!” dedi. Sarsak, sözü bir çoğunun ilgisini çekti. Fikret Madaralı Öğretmen bir yıldır kimseye doya doya sarsak diyemediği için ilk derste boşalacak!”diyenler oldu. Bu kez de “Siftah kimde olacak? ” sorusu uzun uzun konuşuldu. Fettah Biricik, gülerek “Kendinizi yormayın, bu , ben olabilirim!”deyince herkes güldü. Ancak arkasından, Ali Güleren, Hüseyin Serin, Hilmi Altınsoy, Yakup Tanrıkulu, Emrullah Öztürk, Ali Önol, Ahmet Güner kendilerini aday gösterdiler. İsmet, Fikret Madaralı Öğretmenin sarsak sözünü özlediğini söyledi. Yusuf Asıl sordu, “Sana sarsak demiyor, nesini özledin? İsmet , önemsemezmiş gibi “Bana sarsak demediğini ben de biliyorum, çünkü ben sarsak değilim. Öğretmenin sarsaklara sarsak demesi hoşuma gidiyor. Sarsaklara ben deyince tartışmaya kalkışıyorlar. Oysa öğretmen deyince kuzu kuzu bakıp “Ben sarsakım!” dercesine, susuyorlar. İşte bunun için o görüntüleri özledim!”İsmet’e dikkatlice baktım. “Ne o, sen kavga mı istiyorsun? Sarsakların bir özelliği de kavgacı olmalarıdır, bunu unutma!”dedim, kitabımı okumaya başladım. Jan Valjan da bir sarsak, dedim içimden. Piskopos ona insanlık yaptı o ise bu , nsanlığı hırsdızlıkla karşıladı. Sarsak değil de nedir? Dur bakalım şimdi ne yapacak? Piskopos’tan ayrılınca hızla Diny’yi terketmek istedi. Ancak bilmediği bir yöne bir süre koşarca gitti. Nereye gidiyordu, niçin bu yana gidiyordu? Bunların yanıtını verecek durumda değildi. Kendisini yargılamaya başlamıştı. Piskopos’un tavrı onu şaşırtmıştı. Ondokuz yıl hapiste yatmıştı. Niçin yattığını anımsar gibi oldu. Günlerdir açtı, bir ekmek çalmıştı. Hapse tıkılı, bir suç daha işledi, cezası katlandı. Bir daha bir daha derken son suçu işlediğinde cezası on dokuz yıl olmuştu. Bu yıllar içinde hiç kimse ona bir yakınlık göstermemiş, o da tek düze yaşamıştı. Oysa şimdi alışmadığı bir düşünceye saplanmıştı. . Bitkin bir durumda bilmediği yöne giderken bir çocukla karşılaştı. Küçük Jerve. Küçük Jerve köy köy gezen bir çalgıcı çocuk, şarkılar çalıp para toplamaktadır. Jan Valşjan’la karşılaştığı sıra elinden parasını düşürür. Jan Valjan paranın üstüne basar. O ayırdında değildir, kafasındaki düşünceler, çocuğun varlığını bile gölgelemiştir. Çocuk Jan Valjan’ın ayağı altındaki parası için bir süre diretir. Ancak Jan Valjan olayı algılayamaz. Küçük Jerve büyük insan gibi yakınlık göstertir saygılı sözler söyler. Buna karşın Jan Valjan’ın yabansı tavrı onu korkutur, parasını bırakıp kaçar. Küçük Jerve gittikten sonra Jan Valjan parayı görür, alır. O sıra oradan geçen bir rahibe Küçük Jerve’yi sorar. Rahip Jerve’yi görmemiştir. Bu kez Jan Valjan parayı rahibe verir. Kendi parasından da ekler, fakirlere verilmesini rica eder. Jan Valjan’in yüreğinde merhamet duygusu depreşmiştir. Ancak o bu duyguyu kolay kolay içine sindiremez. Yorgun, aç, perişan bir süre dolaşır. Nereye gittiğini kimse bilmemektedir. Biri süre sonra Diny Piskopos’sunun kapısı önünde yatan perişen kılıklı bir adamdan söz edilir. Bu kişinin Jan Valjan olabileceyi öne sürülür…Yatınca Jan Valjan’ı düşündüm. Fakir bir aile çocuğu, Üstelik küçük yaşlarında anne-baba ölmüş. Jan Valjan’ı ablası yanına almış. Ablasının da yedi çocuğu varmış. Kalabalık ailenin geçimini bir süre sonra Jan Valjan yüklenmiş. yirmi yaşlarına geldiğinde geçim koşulları iyice kötüleşmiş. Böyle bir zamanda, fırının önüğnden geçerken elini uzatıp bir ekmek aşırmaya kalkışmış, yakalanıp önce hapis sonra sürgün daha sonra da kürek cezasına çarptırılmış. Nasıl bir duyguysa Jan Valjan’ı yazar Maksim Gorki’ye benzetiyorum, ikisi de güçlü kuvetli bedensel olarak tuttuğunu koparan. Maksim Gorki gerçekten tuıttuğunu koparıyor ama, Jan Valjan kürek cezasından kurtulamıyor. Yatınca karışık düşüncelere dalıyorum. Aklım köyde kaldı, böyle olacağını hiç düşlememiştim. C’ye haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Ya söylediğine hemen uyup ayıldığım için öyle söylediğine pişman olup üzülürse!Dolambaçlı sözlerle kandırdığımı düşünüp beni bencillikle suçlarsa, herşeyden önce pişmanlık duygusuna kapılıp beni kınarsa, bir daha onun yüzüne bakamam. Oysa o gece ne kadar neşeliyli. Hele o gelinlik olayını sanırım yaşamım boyu unutmayacağım. Ancak bir daha karşılaşınca kırgın bulursam o zaman da kendimi affetmiyeceğim…

 

5 Şubat 1942 Perşembe

 

Doktor-hemşire sözleri arasında uyandım. Kepirtepe’nin Hasanoğlan’dan üstünlüğü sırasın da birinciliği doktora görünme kolaylığı alıyor. Hasanoğlan’da bu iş bir gün sürüyordu burada ise bir bilemedin iki saatte bitiyor. Doktorluk işi olanlar sıralanıyor. Hilmi Altınsouy sinirlendi, “Sizin konuşacak başka sözünüz yok mu? Doktora gidenler zevk için mni gidiyor? Bugün bensem yarın da sen olabilirsin. Bunu konuşmanın bir anlamı var mı? ”diye sordu. Selçu Korol Öğretmenin sesi duyuldu “Sabah muhabbetini dersliklerde sürdürürsünüz; kapıları kapatıyorum!”Kar dinmiş ama acı bir rüzgar esiyor. Yeni atkımı boynuma sardım. Kimsede olmayan bir atkı, herkes dönüp bakıyor. Fevzi Üner, “Abi ben de takayım onu!”. Çıkarıp verdim, “Al tak, yazın bana getirirsin!”dedim. Fevzi yüzüme baktı, ”Abi, ben şimdi almayayım, en iyisi bunu ben senden yazın alayım da ablama bir tane de ben ördüreyim!”deyip atkıyı boynuma sardı. Fevzi küçük yapılı ama akıllı çocuk.

Kahvaltıyı biraz titreşerek yaptım. Kar sertleşmiş, düşenler çoğaldı. Nöbetçiler merdivenleri süpürüyor ama hemencecik kayganlaşıyor. Derslikte arkadaşlar yolu gözlüyor. Dr. Sezai Feray geldi gelecek. Doktorla işi olanlar eski bir tanıdık olarak bekliyor. Ben, Dr. Sezai Faray’ı doktor olarak tanıyorum ama şimdiye dek özel olarak karşısına hiç çıkmadım. Kendisini sık sık Çal Eczanesinde görüyorum. Bir de çocuklarıyla gezerken izliyorum. İki oğlu var ikisi de sağlıklı, yaz kış kısa pantolon ince giysilerle geziyorlar. Sanırım onlar bugün buraya gelse gene kısa pantolonla gelirler. Lüleburgazlı olmayanlar hemen “Sahi mi? sorusunu sordular. Olayı bilen Lüleburgazlı arkadaşlar benden önce gerekli yanıtı verdiler. ”Sağlıklı insana soğuk sanıldığı kadar zarar vermez!”Kamyon geldi, dr. Sezai Feray revire geçti. Kontrol bizden başlayacağını düşündüğümüzden hazırız. Yanılmışız, 7. sınıfların revire gittiğini görünce şaşırdık. “Hani biz büyük sınıftık? Mehmet Yücel açıkladı, “O işe giderken öyle!”6 Ali soba nöbetçisi, sobayı bir türlü yakamıyor. Hasan Üner yardım etmek istedi. Hazırladığımız çıralardan gidip getirdi. Sobamız bir güzel yandı. Sıramızın ancak öğleden sonra geleceği besbelliydi. Ben kitabımı okumaya daldım. Jan Valjan’ın işi karıştı. Kitabın anlatışı da karışmaya başladı, yazar geçmişe dönük olaylar anlatıyor ya da kişilere anlattırıyor. Polis Javer baştan beri arada çıkıyor ama önemli bir iş görmüyorduj. Yavaş yavaş o da ortalığa çıkmaya başladı. Araya bir de Fantin girdi. Fantin güzel bir kız, ancak sanırım o da Jan Valjan gibi şanssız bir insan; sayısız belalar onu buluyor. Jan Valjan’ın bir başka türlüsü. Yazar insanları iyi tanımış. Öğleye dek bekledik. “Nasıl olsa öğleden sonra da bekleyecektik!”deyip gülenler var. Öğlede güzel yemek beklentileri var:

-Doktor burada olacağına göre yemekler kesin güzel olacakmış. Sahiden söylendiği gibi olur mu? Zil çaldı, yemek kuru fasulye irmik helvası. Doktor olmasaydı irmik helvası olmayacaktı gibi varsayımlar öne sürüldü. Yemekten bir süre sonra numara sırasıyla çağırıldık. İkişer ikişer girdik. Boyum ölçüldü, kilom tartıldı. kilo: 70 kg. Boy: 170 cm. Doktor güldü, “İşte bir sağlıklı delikanlı!”dedi. Güldüm, Dört yılda dört kilo!”dedim. Doktor, başını sallayarak “Ne , beğenmedin mi? ”dedi. Okula girdiğimde 66 kilo idim, boyum da 166 idi!”dedim. Doktor, ”Bu koşullar altında bu denge çok iyi, bu beslenme ile böyle dengeli gidebilmek buyuk bir başarı ayrıca biraz da şanstır!”dedi. Halil’i bekledim. Halil’in 3 kilo eksiği çıktı. Doktor bana, “Bak bu da iyi, fark beş kiloya kadar iyi sayılır, on kiloya kadarı da neyse ama ondan sonrası zafiyet belirtisidir. Hastalıklara dayanıklık azalır!”Dr Sezai Feray’ın konuşması hoşuma gitti. Ben onu yıllardan beri Lüleburgaz’da hep görürdüm. Şık giyimli, kimseyle konuşmaz, sürekli Çal Eczanesinde oturur, sokaktan geçenlere bakardı. En çok da Ortaokul Müdürü (Daha önce İlköğretim Müfettişi) Yalçın Bilguvar’la gezerdi. Bugün bizimle böyle konuşması çok hoşuma gitti. Dersliğe biraz neşeli girdim. Arkadaşların dikkatinden kaçmamış, “Doktor kızını verecek mi? ”diye sordular. Doktorun kızı olmadığını biliyorum, biraz sertçe; “Doktorun kızı yok, iki oğlu var!”dedim. Arkamızdan Kadir Pekgöz’le Hüseyin Orhan geldi. Kadir önceki konuşmalardan habersiz, bana, ”Hemşerim , doktor seni nereden tanıyor, ne çok konuştunuz? ”dedi. Bu kez de ben, “Kızını bana vermeye çalıştı ama almadım, benim nişanlım var!”dedim, üzüldü!Az önceki terslememden olacak, kimse ilgilenmedi. Zaten o sıra iki zafiyrli glem işti: 74 Mehmet Başaran, 75 Yakup Tanrıkulu. Özel yemek gurubuna yazdırılmışlar. Bu kez onların neler yiyecekleri konu edildi. Birkaç yemek adı söylendi. Yakup, “Ben onları yemem!”deyince Yakup’a sevdiği yemekler soruldu. Konuştukça katılanlar çoğaldı. Bütün çabalara karşın doğru dürüst yemek adı bilmediğimiz ortaya çıktı. Sami Akıncı, “Üzülmeyin ilk insanlar da yemek adı bilmiyorlardı ama sonra öğrendiler!”deyince Mehmet Yücel, “Biz öğrenemeyeceğiz, İlk insanlar daha özgürmüş, onlar sonradan kentlere serbestçe inmişler, biz köylerden kentlere inemeyeceğimize göre köylerde kalmaya mahkumuz. Köylerdeki yemeklerden fazlasını bu nedenle öğrenemeyeceğiz!” Her kafadan ayrı ses çıkmaya başladı, “Kim demiş kentlere inemeyeceğimizi, onları bazıları uyduruyor!”gibi konuşmalar başlayınca, kitabı kapatıp ben de dinlemeye başladım. Sonunda bir soru sordum “O dedikleri gerçekse kim ne yapabilecek ki? küçük bir örnek vereyim, kırk beş gün önce Hasanoğlan’dan ayrıldık, oranın son günlerdeki durumunu biliyoruz. Arifiye Köy Enstitüsü’nü gördük. Orayla burasını karşılaştırtalım. Aradaki fark bizim zararımıza, sesimiz çıkıyor mu? Yazın gelip onbeş gün ya çalıştılar ya çalışmadılar; her biri bir yerlere gezmeye gitti. Başlattıkları işleri bile biz tamamladık. Herkes ders yılının yarısını ders okuyarak geçirdi. Biz henüz derse girmedik. Bu haksızlıklara sesimiz çokıyor mu? Bunlara sesimiz çıkmadığına göre yarın köylere dağılınca hak arayacağımızı sanıyorsak, şimdiden söyleyeyim bu kesinlikle olmayacaktır!”İsmet, “Dayı, sen üzülme, sen nasıl olsa köye gitmeyeceksin, gidenler düşünsün!”Herkesin başı İsmet’e döndü, “Dayı köye neden gitmeyecek? ”İsmet, bir sav öne sürdü, durmadı onu yürüttü. “Sınavla başka okula geçme izini verilecekmiş, babası bunu öğrenmiş, benim okumam için elinden geleni yapacakmış. İsmet’in numarasını anladım ama söyleneni sanki biliyormuşum gibi, “Kesin konuşmayalım, bu yolda şansımızı deneyeceğiz!”dedim. Sami Akıncı başını kaldırdı”Ben size yıllardan beri bunu söyledim, bizim önümüzü tümden kapamazlar, isteyen okumasını sürdürür”İsmet’in şakası, derslikteo lağanüstü bir durum yarattı; konuşmalar kesildi, bir birinden kitap soranlar, kalem kağıt isteyenlerin fısıltılarından başka ses kalmadı. Fettah Biricik bile bir ara “Şu dersler bir başlasa!”dedi. Akşam yemeğine dek sakin bir saati geçirdik. İçimden gülerek kitabımı okudum. Daha eğlenceli olacaktı ama kitap birden şaşılası bir acıklı duruma dönüştü. Jan Valjan, Piskopos’un evinden çıkınca bilmediği bir yöne gitmişti. Bu yolculuğu hakkında biraz durmuştuk. Jan Valjan yollarda çok oyalandı, Yaşamında ilk kez bu yolda ağladı, insanların yazgılarını bu yolda düşündü. Küçük Jerve için üzüldü. Sonra nereye gitti? Bir başka olaya karışınca Jan Valjan’ı gene buluyoruz. O durmadan yürür, bir iş bulmak ister ama nerede? Gezer. Montrey sür Mer kentine girdiğinde bir kalabalık görür, İnsanlar çılgınlar gibi koşuşmakta çığlıklar atmaktadır. Büyük bir yangın olmuş, iki çocuk yangının ortasında kalmıştır. Çocuklar yanmak üzeredir, insanlar çılgınca bağırışmasına karşın kime harekete geçmez. . Jan Valjan, kalabalığın arasına girer durumu öğrenince ateşe atlar çocukları kurtarır. Çocuklar, Jandarma yüzbaşısının çocuklarıdır. Halk Jan Valjan’ın özverisine hayran kalır. Jandarma Yüzbaşısı, yabancıdan belge falan sormaz. Güçlü kuvvetlidir ama yol yorgunu 50 yaşlarında bir olgun adam olarak benimsenir. Bir de ad konur: Madlen Baba. Madlen babanın fazla parası yoktur ama çalışkandır, kısa zamanda bir iş kotarır. Çalışkandır, dürüsttür, yanında çalışanlardan da bunu ister. Kenliler kendisine çabuk ısınır, işleri yolunda gider çok zengin olur. Parası artıkça işi genişler, işi genişledikçe saygınlığı artar. Kentin Belediye başkanı olur. İşler tıkırında gitmektedir. Bu kez kendisine kentin valiliği verilir. Vali olmak istemez ama Krallık Madlen Baba’yı Vali yapar. İşleri çok genişlemiştir, işlerini başkaları kovuşturmaktadır. İşyerlerinin birinden bir işçi çıkarılır. Bir kadın işçi. Adı: Fantin. Fantin’in ibretlik bir yazgısı vardır. Kırsal kesimden paris’gelmiş belli bir iş tutmuştur. Mutludur. Kendisi gibi üç arkadaş bulmuş, yaşlarını yaşamını sürdürürler. Diğer arkadaşları daha deneyimlidir. Ancak Fantin, hem çok güzel hem de zekidir. Mutlu gençlik günlerini sürdürürken, erkek arkadaşlarının arkalarına takılır. Belli seçmelerden sonra dört arkadaşın dört erkek arkadaşı olmuştur. Fantin’in bu konuda bir deneyimi yoktur. Ancak arkadaşı masum rolü oynayan türden biridir. Bir süre sonra dörtlü grup gezer tozar. Karşılıklı güvenler perçinlenmiştir. Buluşup anlaşmalarının onuruna bir olağanüstü gün saptarlar. Erkek arkadaşları bu günden sonra onlara unutamayacakları bir sürpriz hazırlamıştır. Dört kız arkadaş bu sürpriz için gün sayarlar. O gün gelir, çılgınca eğlenirler, gecenin sonunda kızlar sürpriz olasılıklarını sayıklarken kendilerine bir mektup gelir. ”Sevgili kızlar, bir yıldır sizin le arkadaşlık ettik, sizi mutlu ettik. Unutmayın ki bizim birer ailemiz var, bizim onlara karşı yapmamız gereken görevlerimiz var. Bundan böyle biz onlarla olacağız, Bize darılmayın, size iyi eğlenceler. Dört erkeğin imzaları…Sürpriz budur. Kızlar bir da sevgililerini göremezler. Kızların o an ne düşündüğü önemli değildir. Ancak iki ay sonra Fantin gebe kaldığını anlar. Ailesi yanına dönemez. . Baba çocuğa sahip çıkar düşüncesiyle çocuğu doğurmaya karar verir. . Babasız çocuk taşıyor eleştirisi nedeniyle işinden çikarılır. Bir daha da iş bulamaz. Perişan olur. Çocuk doğar, Fantin nesi var nesi yoksa onları satar, çocuğu bir bakıcıya bırakıp çalışacak bir iş bulur. İşte bu iş Madlen Baba’nın iş yerlerinden biridir. Madlen Baba olayın tümüyle dışındadır. Ancak Fantin işten çıkaran odur, diye Madlen Baba’ya ateş püskürür. Madlen Baba durumu anlar, Fantin’i kendi gözetiminde bakıma aldırır. Fantin ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Çocuğunu sayıklar. Madlen Baba Fantin’in acıklı öküsünü öğrenir ona yardım etmeye karar verir. Önce çok önce bakıma verilmiş çocuğu almak gerekir. Ne varki çocuğun bakımını üslenen aile tam soyguncudur. Yıllardır Fantin’i soymuş üstelik çocuğa da bakmamıştır. Madlen Baba istenilen parayı gönderir çocuğu ister. Bakıcı yeni borç çıkartır. Madleb Baba onu da gönderir. Ne var ki çocuk bir türlü gönderilmez. Madlen Baba kendisi gidip almak ister. Victor Hugo Fantin’in nasıl soyulduğunu uzun uzun anlatır. Fantin seçtiği yolla çacuk yapmanın utancını kendi sorunu saymış doğal annelik güdüleri doğrultusunda çocuğunu benimsemiş, onun için canını vermeye hazır bir yaşam yolu seçmiştir. Gelirinin tümümnü ona ayırmış, iyi bakımını istemiştir. Ne var ki Fantin bu yolda da şanssız çıkmış, daha doğrusu insanların nasıl bir birinin düşmanı olabileceğini hesaplamamıştır. Para istendikçe göndermiştir. Örneğin saçlarını kestirip satmıştır. Çok çaresiz kaldığı bir başka zamanda da dişlerini söktürüp satmıştır. Oysa çocuğuna doğru dürüst bakılmamaktadır. Bakıcı, Fantin’in kızı küçük Kozet’e hayvan yavrusu düzeyinde tutmakta, kendi çocuklarının harcamalarını Fantin’den almaktadır. Hancı Tenardiye çevrede hileci biri olarak anılır. Onun üstüne türlü düzme sahtecilikler anlatılır. Sözde Vaterlo savaşında bulunmuş. Savaş sonunda M. Tenardiye sağlam kalmış, bu arada bir generali kurtarmış. Sözde bu kahramanlığına karşılık belgeler almışmış. İşlettiği hanın kapısına da kendi yapması resimler koymuş, inananları böyle böyle dolandırıyormuş. Kimsesiz Fantin işte bu acımasız kişiye yakalanmış, bir daha da kurtulamamıştır. Azıcık sertleşce elindeki kozu öne sürmektedir. ”Babası bilinmeyen bir çocuk büyütmek. O dönemde kilise bunu duysa Fantin tıpkı Jan Valjan gibi hapsi boylayacaktır. İşte bu Kimsesiz Fantin’e Madlen Baba el uzatmıştır. Ne var ki bu el geç uzatılmıştır. Fantin, çocuğun nerede? Diye diye gözlerini kapar. Madlen Baba tam bu sıra da bir başka bela ile karşı karşıyadır. Fantin’in ölümüne üzüldüm. Gerçi ekisi kadar, romanlarda ölenlere üzülmüyorum ama bu kez de öne sürdüğüm olasılıklar doğru çıkmadığı için dertleniyorum. Örneğin ben, çilekeş Jan Valjan’la Fantin’in evlenip mutlu olacakalarını beklerken Fantin öldü. Böylece romanın nasıl süreceği üstüne öne sürdüğüm olasılık boş çıkı. Ayrıca küçük Kozet kurtulamadı ona üzüldüm. Küçük çocukların ne suçu var? Büyükler böylesi minik yavrulara neden düşmanca davranırlar?

Yat zili çalınca bu duygular içinde yattım. Madlen Baba’nın başı dertte. Yatınca bir başka olaya da sevindim, yatak konusunda şanslıyım. Ranza sırasında bizim duvara dayanıyor. Bizden sonraki ranza karşıya geçiyor. Böylece benim sağımda kimse yok. Solumda ise ranza boşluğu var. Ranzalar çifter çifter sıralanıyor. Bizim ranza tek kaldığından iki tarafta da boşluk oluyor. Hasanoğlanda yanımda Orhan vardı. Arada konuşmak kimi zaman iyi oluyor ama bence böylesi daha iyi. Yüzüm duvara dönük öyle bakıyorum. Düşünürken, kendi kendime kon uşurken ağzımı oynatsam kimse görmeyecek. En çok da şiir ezberlerken böyle yapıyorum. Sözleri söyleyerek okursam daha kolay ezberlemiş oluyorum.

 

6 Şubat 1942 Cuma

 

Recep Kocaman nöbetçi, sıralara elindeki cisimle ranzalara vurdu. Parayla vurduğunu sananlar “Alın şunun elinde parasını!”diye bağırdılar . Elinden para alma suç sayılacağı öne sürüldü. Taşla vurulursa, elinden taş alınır mı? Sami Akıncı “Taşın alınabileceğini, ancak paranın alınmasının başka bir anlamı olacağını öne sürdü. “Para bir değerli alış-veriş aracıdır, herkes ona sahip olmak ister. Bu nedenle ayrı bir özelliği vardır!”Hava düne göre biraz daha yumuşak. Saçaklardan sular damlıyor. Ben, kaymaktan korkuyorum. Ayakkabımın üstüne lastik giyorum. Çok sıcak tutuyor ama arada böyle karlı günerde de düşme korkusu taşıyorum. Yusuf’la bir kucak çıra alıp dersliğe gitti. Mehmet Yücel bize teşekkür etti. “Hiç birimiz bir B. . ‘a yaramıyoruz, köy kahverindeki aylaklar gibi konuşuyoruz ama, kendi işimizi bile göremiyoruz!”dedi. Kadir Pekgöz bu teşkküre karşı çıktı, “Atölyenin anahtarı onlarda, bende olsaydı, ben de getirirdim!”dedi. Mehmet Yücel gülerek, “Çok görme be Domuz-Ormanlı diye adı ayırarak biraz da bastırarak söyledi. Gülenler oldu, “Domuz-duraksayarak ormanlı sözü tuttu. Kadir söylediğine pişman oldu. Bizim sıraya, yanıma geldi, Mehmet Yücel’i çekiştirmeye kalkıştı. Ben, Kadir’in sözünü kesip “O benim sıra arkadaşım, beni savunması çok doğal, işte ben de onu savunuyorum. Sen önce kendi sözünün anlamını düşün:

-Ne demek atölyenin anahtarı bende olsa? Anahtarı bana Namık Ergin Öğretmen hepinizin gözü önünde birşeyler söyleyerek verdi. Ortaya attı da ben kapmadım. Bunu düşün de konuş!Kadir söyleyecek söz bulamadı, “Haklısın hemşerim, abim, kusura bakma ben bunları düşünmeden söyledim!”deyip gitti. Bu kez Mehmet Yücel, bana “Sen ona böyle yumuşak davrandıkça o hep böyle terslikler yapar!” Kadir ters ters baktı. Orhan, Kadir’in konuşmasına engel olmak için, kolundan tuttu:

-Hiç kimseye yan bakma arkadaşım sen bu tartışmada haksızsın, söylediğini bir daha düşün de öyle karşılık ver!deyip dışarıya götürdü. Kahvaltıda peynir-çay çıktı. Ekmeklerin esmerliğine bakmaz olduk. Arkadaşların çoğu “Aç Harmanı” olayını bilmezmiş. Onlara anlattım: Yıllık yiyeceğini o yıl çıkaramayan küçük ölçekli çiftçiler, komşulardan ödünç mödünç alarak temmuz ayına ulaşırlar. O sıra buğdaylar tam olmamıştır. Buna karşın arpalar olgunlaşır. Yiyeceği biten çiftçi bir harmanlık arpayı döğer değirmene götür. İşte harmandan önce yapılan bu yeni üründen un alma işine “Aç Harmanı” denir. Bu benim söylediğim gibi salt arpadan olmaz, bir süre buğdaylar da olur. Aynı işlem buğday ya da çavdar için de yapılabilir. “Aç Harmanı” aslında ivedi un sağlama olayıdır. Ancak, buyday dışındaki ürünlein ekmekleri alışıladgelen ekmeklerden çok farklı olur. Bu farklı ekmekler Aç Harmanını önemsetir. Ekmekler biraz değişip, doğal durum ekmeğinden saha az beğeni toplarsa, bu ekmeklere Aç Harmanı Ekmeği denir. İşte bu nedenle bizim ekmekleri şimdilerde Aç Harmanı ekmeklerine benzetiyoruz. Bunlar yeni ürün değil ama karışık üründür. Zaten gazetgeler yazdı, Hükümet, ekmeklerin karışık undan yapılmasını zorunlu kılmış. “AçHarmanını bilmiyorum diyenlerin çoğu biliyormuş. Daha doğrusu olayı biliyorlarmış ama olaya bu ad verildiğini duymamışlarmış. Bence arkadaşların çoğu yalancı, ailelerinin durumlarını saklamaya çalışıyorlar. Ceplerinde beş kuruşları yok, varmış gibi davranarak kuruluyorlar. Benim de bu gizli yalancılığa aklım ermiyor. Örneğin Hüsnü Yalçın’ın parası olmadığını biliyorum. Parası olmadığı için yerme yerine daha çok seviyorum. Alsa kendi paramı onunla hr zaman bölüşeceğim. Kesinlikle almıyor. Geçen dönemde köye götürmek için çok zorladım bu kez de söz almaya çalışıyorum. Parasızlık, çocuklar için ayıp değil, özellikle öğrnciler için parasızlık çok doğal; dersleri bırakıp çalışacak değiller. Asıl olan bence olduğu gibi görünmemek. İşte arkadaşlar içinde oldukça kalabalık bir grup kendini gizlemeye çalışıyor. Oysa hepimiizin iki gözü var görüyör, aklı var düşünüyor. Niçinleri nedenleri yanıtlayıp değerlendiriyor. Susuyor belki ama bilmediğinden değil de konuşma gereği duymadığından susuyor. O saklanmaya çalışılan şey, herkesin bildiği bir şey, gerekiğinde söylenecek bir şey!Bundan kimsenin kuşkusu olmamalı!”

Biz çalışmak için tetikte beklerken, Okul Müdürümnüz geldi. Hepimize dikkatlice baktı. Ben, “Yüzlerimize bakarak sağlık durumlarımızı gözlüyor, diye düşündüm. dr. Sezai Feray’ın sözleri kulaklarımda, Müdür Bey bakınca azıcık da gülümsedim. Müdür Bey bana bakarak, “Neyse senin renginden olacak o kadar belli olmuyor ama bu karaoğlanların püskülledri iyice uzamış!”deyince birden tittredim. Meğer Müdür Bey uzamış olan saçlarımıza bakıyormuş. Başka birşey demedi, Gülümseyerek, “Erat gibi sıfır numara demiyorum, ancak pazartesi günü derslere 3 numara saçı ile gelmenizi bekliyorum!”deyip çıktı. Arkadaşlar, ”Al işte, şimdi. . derken Müdür Bey geri döndü, eskiden olduğu gibi Sami Akıncı’ya “Sami, gel haftalık proğramı vereyim, arkadaşlarına yazdır!”deyip gitti. Saçların kesilmesine üzülürken bu kez de gene Sami Akıncı’ya ayrıcalık kapısı aralandı. Bunu yapan da Okul Müdürü’nün kendisi. Benim gibi buna sinirlenenler bir süre bakıştılar. Mehmet Yücel, “Eski hamam eski tas!”dedi, arkasından “Eski taaaaaaass!” diye uzutarak gazel söyleme numarası yaptı. Sami Akıncı gidince birkaç kişi homurdandı, gülenler de oldu. Sanırım en çok ben sinirlendim; “Çallı’nın eşşek bağladığı ağacı ne yapacaktık? ”dedim. Kimse tınmadı. Halil Basutçu gülerek, “O laf Hasanoğlan’da kalmamışmıydı? “diye sordu. Sami Akıncı geldi, tahtaya dersleri, günleri yazdı. Haftalık ders sayısı:

-Türkçe 3 saat-Tarih 1 saat-Coğrafya 1 saat-Fizik 1 saat-Kimya 2 saat-Tabiat Bilgisi 1 saat-Almanca 2 saat-Resin 1 saat-Beden Eğitimi 1 saat- Müzik 2 saat-Askerlik 2 saat-Öğretmenlik Bilgisi 2 saat………

 

Günlere dağılışı:

 

Pazartesi: Türkçe 2- Kimya 2

Salı  : Matematik 2-Fizik 1-Coğrafya 1

Çarşamba: Öğ. Bilgisi 2-Müzik 2

Perşembe: Matematik 1-Almanca 2-Resim 1

Cuma: Türkçe 1-Tabiat Bil. 1-Resim-1, B. Eğitimi-1

C. tesi: Askerlik-2.

 

Toplam 22 saat……………

 

Sami Akıncı tahtaya yazıp oturunca, gülenler oldu. Bekir Temuçin, Sami Akıncı’ya abi diyenlerden biri, ”Sami Abi, sahi bu dersler pazartyesi günü başlayacak mı, sen buna inandın mı? ”diye sordu. Herkes güldü. Sami de gülerek “Ne bileyim ben, okul Müdürü çağırdı, siz de duydunuz, gel ders programını al!dedi. Gittim, bana bunu verdi!” Bir kahkaha koptu. Herkes güldü ama sonunda aynı şeye değilde değişik düşüğncelere güldüğümüz ortaya çıktı, 4 Mehmet Sordu, “Neden gülüyorsunuz, bunda gülünecek ne var? ”deyince ben, “Derslerin başladığına inandım, sevincimden güldüm !”dedim. İsmet, “Öğretmen yok ders başlatılıyor, Hasanoğlana gitmeden önceki durumu yaşayacağız, ona güldüm!” Yusuf Asıl, “Boş derslere bir de boş atölye dersleri eklendi, marangozluk dersleri boş, ona güldüm!”Sami Akıncı en acısını söyledi, “Dersleri iyice sermiş olan arkadaşlar sil yeni baştan başlayacaklar, onların halleri nice olacak, ona güldüm!”deyince bir gürültü koptu. Halil Basutçu, “Sessiz olursanız neye güldüğümü ben de söyleyeceğim!”deyince herkes sustu. Halil Basutçu , ”Çarşamba günü sabah iki saat Öğretmenlik Bilgisi dersi konmuş, o derse Okul Müdürümüz gelecekmiş. Okul müdürümüz daha önce yöneticilik konuları için gelmeye söz vermişti. Bir yıl süresince ya bir ya da iki kez gelmişti. Bu nedenle biz öğretmenlik bilgisi dersi okumadan öğretmen olacağaız. Sami Akıncı, “Fizik-kimya da öyle!”diye ekledi. Öğle yemeğine dersleri konuşarak girdik. Yemek masalarına numara sırasına göre onar kişi olarak sıralandık. Bizim grup 3. masaya düştü. 66-70-72-73-74-75-76-77-78-79 on kişiyiz. Ben numara sırasına razıyım. Yerimden de sıra başı olduğu için hoşnutum. Değişmek isteyenler oldu. Değişme işine Halil Basutçu ile Arif karşı oldu. Uzun tartışmalardan sonra herkesin yer değiştirme hakkı olduğu kararı alındı. İlk olarak 63 Hilmi ile 74 Mehmet Başaran yer değiştirdi. Arkasından 48 Yusuf Asıl Kadir’le değişti.

Öğleden sonra dersliğimize gelen giden olmadı. Öbür sınıflara öğretmenlerin girdiği söylendi ama ben kimseyi görmedim. Sami Akıncı’nın söylediğine göre bu yıl kitap verilmeyecekmiş. Bizim okullar için ayrı kitap basılacakmış. O kitaplar gelinceye dek dersleri öğretmenler anlatacaklarmış. “Bu benim için daha iyi!”deyip bir süre sevinç gösterisdi yaptım. “Not tutmayı sevmeyenler düşünsün!”İsmet ilk tepkiyi, gösterdi, “Yandım dayı, ben not tutamam seninkilerden otlarım!”Benim tutacaklarım yetecekse, hepsi senin olsun!”dedim. Gene de lise 1. sınıf kitaplarından yararlanacağımızı umdum. Bunlardan edebiyat, tarih, geometri, aritmetik kitaplarım var. Gerekirse ötekileri de alırım. Konuşmalardan sıkıldım gene Sefilleri açtım. Fantin öldü. Çok istemesine karşın kızını göremeden gitti. Anneler hep böyle mi? Anneciğim beni böyle mi bırakıp gitti? Birden ağlamak geldi içimden; gözlerim sulanarak tuvalete gittim. Hava soğuk, sanırım ondan çabuk değiştim; gülerek geri geldim. “Kime gülüyorsun? ”diye soranlar oldu. ”Kendi kendime!”deyip oturdum. Fantin ölümle cebelleşirken polis Javer çıkar gelir, Madlen Babaya musallat olur. polis Javer’in ölümle , insanlıkla ilgisi yoktur, . O kendi görev anlayışı içinde daha doğrusu hayvansı güdüleri doğrultusunda devinir. Jan Valjan’ı tutuklayınca mutlu olacaktır. Ancak Jan Valjan korunma konusunda olağanüstü sezgileri olan bir kişidir. Kolay savuşup yeni durumlara girebilmektedir. Gene öyle yapıp polis Javer’i atlatır. Paris’e gitmek üzere yola çıkar. Kozet’in kaldığı hanı bulur, Kozet’i izler. Kozet sekiz yaşındadır ama büyük insan gibi çalıştırılır. Jan Valjan bakıcı hancının sahtekarlığını anlamıştır. Olay çıkarmadan para ödeyerek çocuğu kurtarmaya çalışır. Okuduğum romanlarda ilk kez bir olayla karşılaştım, yazar Victor Hugo, tomanında çocuğa yer verdi. Çocuğun yaşına göre duygularını, düşüncelerini dile getirdi. Kozet’in vitrinde gördüğü bebeği, alması, Kozet’in çocuk kalbi için büyüklerin anlayamayacağı ölçüde bir çocuk değerlendirmesi yaptı. Kozet’in anne özlemi böylece bir ölçüde doyum sağladı. Kozet anneden beklediği sıcak ilgiyi aldığı bebeğe göstererek sonsuz bir haz duydu. Yazarın bu konuya yer vermesi bence olağanüstü bir değerlendirmedir. Ayrıca Hancının iki kızı albebek-gülbebek büyütülürken sürekli çalışan Kozet’in onlara karşı vitrindeki bebeğe onlardan önce sahip olması Kozet için büyük bir onur oldu. Bu olaydan yararlı sonuçlar çıkarabiliriz.

Akşam yemeğinde konu saçların kesilmesi. Emrullah Öztürk makine kullanıyor. İsmet’le ortak makinemiz var, İsmet Emrullah’a vermiş. Emrullah sınıfın yarısını traş etmiş. Yusuf, Hilmi, Arif, Halil, Ahmet 3 numara. Ben unuttum. Yakup, “Bir gün bir gündür!”deyip yarına bırakmış. Zaten pazartesi gününe dek izin var. Mehmet Yücel yanımızdan geçerken traşlıların başlarına karpuzmuş gibi vurdu, “Bu olmuş, bu olmamış!”

Dersliğe dönünce Madlen Baba’yı merak ettim. Kozet’i Çavuş Vaterlo’dan kurtardı ama Paris’te nasıl bakacak? Gizli yerler aradı, bir yaşlı kadın’ın pisiliğine girdi. Kadın bozuk çıktı, etrafına duyurdu. . Polis Javerde Paris’e atandı. Jan Valjan’ın kızı alıp Paris’e geldiğini anlamıştı. Bir çok yer değiştirdikten sonra geçmişte yaşamını kurtardığı, sonra da bir kiliseye bahçıvan olarak atanmasına yardım ettiği Foşlövan’la karşılaştı. Bu kişi bir kilisenin bahçıvanıydı. Çalıştığı kiliseye erkek giremezmiş. Ancak Foşlövan kendini sevdirmiş, Jan Valjan’ı kardeşi olarak tanıttı, onu da bahçe işlerinde çalışmak üzere görevlendirdi. Kilisenin kız okulu var. Kozet o okula yazıldı. Polis Javer yılmaz, Kozet’e bakan hancıları bulur, onlardan bilgi alıp sil yeni baştan Jan Valjan’ı izlemek ister. Ancak sahtei Çavuş Vaterlo, kendi kirli işlerinden korktuğu için Javer’e doğru bilgi vermez, Polis Javer eli boş Paris’e döner. Kilise Jan Valjan için bir korunak olmuş, kilise okulu da Kozet’in okumasını sağlamıştır. Jan Valjan, Bahçıvan Foşlövan’ın kardeşi, Ültüm Foşlövan’dır. Böylece yıllar geçer. Kilisenin havası ayrıca Ültüm Foşlövan’ı olgunlaştırır, dinsel duygularını geliştirir, dini bütün bir kişi olmuştur. Ben bu kez de Kozt’i, düşünmeye başladım. Annesi Fantin, talihsiz kadın, öyle yokluk içinde oradan oraya atılarak genç yaşında gitmişti. Oysa ne güzel kızdı. Kozet ne olacak? Böyle diyorum ama Kozet’in ne olacağı belli, Rahibe okulunda olduğuna göre Rahibe olacaktır. Belki de Thais’teki rahibeler gibi, hiç evlenmeyecek, bir bakıma yaşamı öyle toplumdan uzak geçecektir. Bu okuluna erkek giremiyormuş. Erkek girdiğinden kadınların kaçması gerekiyormuş. İhtiyar Foşlövan’ı bile görmüyorlarmış. Adam zorunlu kilise bahçesine girdiğinden kadınlar ona yaklaşmasın diye Foşlövan dizlerine zil takıyormuş. Foşlövan gezerken ziller çaldığından zil sesi duyan kızlar-kadınlar kaçıyormuş. Ültüm Foşlövan (Jan Valjan) için de hemen ziller hazırlandı. İnanasım gelmiyor. Sefiller için de sonuç için olasılık öne süremiyorum. Fantin!’in Madlen Baba ile evleneceğini düşünmüştüm. O olmayınca başka bir fikir yürütemiyorum. Kişiler ilginç:

- Çavuş Vaterlo ile karısı, (Bay-bayanTenardiye’ler)İki Şehrin Hikayesindeki şarapçıları( Bay-Bayan Defarge) andırıyor. Onlar da böyle acımasızdı. Ancak onlar sonunda cezalarını çektiler. Bunlar öyle kalacaksa üzüleceğim.

 

7 Şubat 1942 Cumartesi

 

Hava güzel. Kar yok, rüzgar yok. Emrullah, “Makine sahibi olarak istediğin zaman saçını keserim!”dedi. ”Öyleyse 5 cm olunca kes!”dedim. ”Uzatacaksan doğru dürüst uzat, 5 cm. saç mı yani? ”diye akıl verenler oldu. . 5 cm. saç tartışması uzadı gitti. Sonunda cedveller çıktı, ölçüler yapıldı; 5 cm. yeterli görüldü. Ancak bunu bırakmak için daha iki yıl var, dendiğinde de gene dikkatle aylar sayıldı. İki yıl değil 17 ay olduğu tartışıldı. Sami Akıncı düzeltme yaptı:

-14 ay sonra bir daha saçımızı kestirmeyiz 1943 yılının mart ayında son kez kestiririm ondan sonra bir daha kimse benim saçıma karışamaz!dedi. Sami Akıncı alkışlandı. Mustafa Saatçı, “Arkadaşlar, ben de bu mart ayından sonra kestirmeyeceğim!”deyince “Cart kaba kağıt!”sesleri geldi. Mustafa Saatçı, “Ama siz adam kayırıyorsunuz; Sami gelecek martta kestirmem deyince alkışladınız, bense bu mart dedim sustunuz!”Sonunda “İmam şaka yapmasını da bilmiyor!”diye gülüşmeler oldu. Recep Kocaman nöbetçi. Çay- zeytin verildi. Gül de nöbetçi. Yanakları al al olmuş. Hilmi yapıştırdı:

-Allık sürmüş!Savunma gereğini duydum, “Allık sürdürmezler, onun yüzü öyle!”dedim. Bu sözümü savunma olarak algıladılar. Ben de inadıma geldi, savundum; güzel oluşu zaten bundan. Yüzü renkleniyor, gözleri güzel, kaşları, saçları bir birlerine uygun. Bu uygunluğa tenini de katabiliriz!”deyince “Sen onu melek yaptın!”diyen oldu. Ben, bu kez “Bunun yanında konuşması hiç de bu güzelliğe uymuyor, peltek peltek konuşuyor!”dedim. Halil Basutçu:

-Siz, elin kızını bayağı bayağı ölçüp döküyorsunuz, buna hakkınız var mı? diye sordu. Ben, “O benim hemşerim, onu savunmak benim hemşerilik görevim, değerinden aşağı gösterilmesine gönlüm razı olmaz!”dedim. Gül bir raslantı olarak bizim masanımn yanında geçti. Bizim konuşmalar da kesildi. Hilmi Altınsoy iç çekti, “Anam beni şanşsız doğurmuş, nöbetimde hep cadılar düşüyor!”dedi. Halil bu kez de Hilmi’ye “Demek sen bu kızın güzelliğini kabul ediyorsun!” Hilmi, “Ediyorum!”deyince bu kez çıkıştı:

-Öyleyse neden sözü tersten başlattın, yok boyanmış, yok allıkmış gibi sözler söyledin? ”Hilmi, “Siz beni sıkıştırıyorsunuz, ben biraz gevezeyim biliyorsunuz!”deyince “Biraz değil olabildiğince çok!” sözleri ile birlikte gülmeler oldu.

Dersliğe gidince konumuz değişti. Dersleri kitapsız nasıl izleyeceğiz? Fikret Madaralı Öğretmen son iki yıldır zaten Okuma kitaplarını izlemiyordu. Arada onlardan parçalar seçiyordu ama seçtiği yazarın başka parçalarını da getirip konuyu genişletiyordu. Örneğin Kemalettin Kamu’nun kitaptaki şiiri yerine Bingöl Çobanları’nı okutup açıklatmışı. Falih Rıfkı Atay, Ahmet Haşim, Ahmet Hikmet, Yakup Kadri, Ömer Seyfettin, Halit Ziya Uşaklıgil gibi yazarlarda hep böyle yapmıştık. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni gördük, koridorda konuşuyordu. Arkadaşlar sustu, “Nöbetçiyse gelir!” diyenler oldu. Çok sevdiğimiz bir öğretmen, konuşmalarını da özlemişiz, herkes dikkat kesildi. Ancak gelmedi. Bir bakıma görünmesi iyi oldu, uzun süre “Gelecek!” umuduyla sessizce beklendi. Benim gibi çalışanlar rahat etti. Kitaptan iki büyük bölüm okudum. Karşımıza yeni iki çocuk gelmektedir Gavroş’la Marius. Gerçekte iki çocuk da tümden kimsesiz değiller ama, değişik nedenlerle ailelerince terk edilmişlerdir.

Tören zili çaldı. Ön merdiven, kar süresince açılmayacakmış, küçük merdivenden dolanıp bahçeye çıktık. Okulun önü oldukça soğuk. Namık Ergin Öğretmen, komut verip İstiklal Marşı’nı söyletti. Törenden sonra doğru yemeğe girdik. Etli nohut, pirinç pilavı komposto. . Hilmi’ye  “ Bak o beğenmediğin hemşerim sana ne güzel yemek hazırlamış!”dedim. Hilmi, “Ya, ağzımı açtırıp beni gene paylattırmak istiyorsun! Bir daha mı? Töbe töbe!”deyip sustu….

Yemekten sonra bir grup izin alıp Lüleburgaz’a gitti. Kalem, defter, silgi alacaklarmış. İçlerinde İsmet’i görünce şaşırdım. Sorduğumda “Hepsi tamam!”demişti. . Akordiyonu alıp atölyeye gittim. Uzun zamandan beri çalmamıştım, özlemişim, parmaklarımı alıştırdım. Bir iki tökezleme dışında iyi gitti. Parçalar ezberimde. Notalara baktım, Tamburin, Toselli Serenad, Schubert Serenad, ince, güzel bir yazı, Süheyla. . Kendi kendime kimdi bu? Varmıydı öyle biri? gibi sorular sordum. Komparsite, Çardaş Früstin, Macar Dansı gibi ezberimdeki parçaları defalarca çaldım. Oturarak çalmama karşın umuzlarımın düştüğünü duyumsadım, kalkıp akordiyonu bıraktım. . Şaka değil, traşım aklıma geldi, dersliğe gittim. Emrullah boşalmış, kafamı bir dakikada kabak etti. Emrullah “Git aynaya bak!”deyince Bir ay aynalara bakmayacağımı söyleyerek ayrıldım. Kalemlerimi, defterlerimi hazırladım. Fikret Madaralı Öğretmenin sorabileceği soruları kestirmeye çalıştım. Geçen yıllar hangi konular üzerinde duruyordu? Onları anımsadım. Hasanoğlan'dan çok Ankara üstüne soru soracağını hesapladım; T. B. M. Meclisi, Ulus Meydanı, Cebeci, Yeni Şehir, Esnografya Müzesi, İstasyon, Stadyum adlarını anımsadım. Yenişehir, Kurtuluş, Sebeci, duraklarını düşündüm. Mustafa Güneri, Mehmet Tuğrul, Ferit Oğuz Bayır, Layoş Sili, Nurettin Biriz, Ömer Uzgil, Rauf İnan, Süleyman Edip Balkır, Ahmet Çakır adlarını anımsadım. Hasanoğlan köyünün 300 hane olduğunu, ilkokulunun 3 sınıflı olduğunu, Ankara’ya 35 km. olduğunu, Hasanoğlanda 11 bina yaptığımızı, ayrıca okuduğum kitapları: Pearl Buck: Ana-Kutsal Toprak, Sarı Esirler, Charles Dickens: İki Şehrin Hikayesi, Gustave Flaubert: Madam Bovary, Honore de Balzac: Goriot Baba, İki Yeni Gelinin hatıraları, Eugenie Grandet, Stendhal: Kırmızı ve Siyah, Knut Hamsun: Açlık, Emile Zola: Germinal, Anatole France: Penguinler Adası, Thais, Pierre Loti: İzlanda Balıkçısı, Anton Çehov: Maske, Maksim Gorki: Ana, Benim Üniversitelerim. Tolstoy: Harp ve Sulh, Adolf Hitler: Kavgam, Victor Hugo: Sefiller(Yeni okuyorum)Kitapların kısa da olsa özetleri var, sorulacak sorulara yanıt verebileceğim. Gelen ekiplerden öğrendiğim oyunları da olanak bulursam araya ekleyeceğim. Kendime göre iyi bir hazırlık yaptım. Müzik çalıştım. Sanat çalışmalarımdaki başarılarımı anlatmaya gerek görmüyorum, sanırım onları arkadaşlar açık açık anlatacaklardır. Matematik dersi için hiçbir söz bulamıyorum, dersler boş geçtiğinden ben de hızımı sürdüremedim. . Geometride kesik konıklere, piramitlere gelip dayandım. Trigonometreyi aşamadım. Cebirde de I. derecede 3 bilinmeyenlerde 2. derecede 2 bilinmeyenlerde kaldım…

Lüleburgaz’a gidenler geldi. Lüleburgaz eskisi gibi değilmiş. “Ne sandınız? ”dedim. ”Şimdi kış, Lüleburgaz her kış böyledir ama bahar gelince güzelleşir!” Fettah Biricik dayanamadı, bana bakmadan, “Toz kondurmaz!”dedi. Hemen yanıtladım, “Toz kondurmam, doğal olarakbu benişm görevim. Sen istersen küçük kasabana çamur at, ben bir küçük toz bile konsun istemem Lüleburgaz’ıma!”Fettah sustu, konu kapandı. Geometri kitabından üçgenleri gözden geçirdim. Geometri gene de bana yakın geliyor. Akıl yoluyla bulmaya çalışıyorum. Yarın da bir süre diretirsem, oldukça ısınacağımı anladım. Bir ara “Köyde neden bakmadım? ” diye kendimi kınadım. Köyde bol bol zamanım vardı. Ne var ki köyde olunca derslere bu denli sarılamıyorum. Hele bundan böyle sanırım daha da gevşeteceğim. Bu kez köy benim için çok değişti. Bu durum sürüp gider mi? Giderse nereye dek gider? ”Gitmesini ben isteyecek miyim? İstersem haksızlık etmiş olmayacak mıyım? Sıranın üstüne kapanıp uzun süre öylece durdum.

Akşam yemeği zili çalınca başımı kaldırdım. Kepirtepe’de düşünmek bu kadar oluyor. Mercimek mi, nohut mu? sorulara ben de katıldım, “Neden papates olmasın? Burası Trakya, Trakya’da papates çoktur. Masalara oturunca patatesle karşılandık. Hilmi sordu:

-Nereden bildin? Güldüm, “Bilmiş olmamı bilmen yeterli değil mi? Nedenini öğrenmen sana ne kazandıracak? Arkadaşlar güldü, Hilmi sustu…Hasanoğlan’da hiç papates yemememizin nedenlerini araştırdık. “Patates ağırdır, taşıma zorluğu olduğundan!”, dendi. Halk, kendi ekip yetiştirince bu zorluk ortadan kalkar!Bir çok olasılıklardan sonra patatesin tohumluk olarak korunma zorluğunu öne sürdüm. “Kışın korumak gerekir. Korumak için derin kuru toprağa gömülmesi gerekir. Bizde buğday yığınları altında korunmaktadır. Kimi komşularda samanlıklarda saman yığınlarının içinde korurlar. Oysa Trakya’da uzun süreli soğuk olmaz. Olsa olsa üç beşi gün süren soğuklar olur. Onlarda da ısı, en çok -10 dereceye düşer. Oysa Hasanoğlan’da – 20 dereceye inen ısı, aylarcq sürermiş!”Halil Basutçu, Hilmi Altınsoy’a sordu, “Hasanoğlan’da neden papates yemediğini öğrendin mi? ”Hilmi Altınsoy başını kaldırarak “Hıhı!” dedi. Gülerek, “Tren denilen bir şey var, yüklersin vagonlara gönderirsin!” ”Onu da sen yap!” deyip patatesin nasıl ekilip yetiştirildiği irdelendi. Onu da doğru bilen çıkmadı. Herkes köylü, köy çocuğuyuz diyor ama, giderek bir çoğunun köylü ya da çiftçi çocuğu olduğuna inanmamaya başladım. Ne koyundan, keçiden haberleri var, ne patatesten biberden!Bir çoğunun yaşı benden küçük, aramızda 4-5 yaş farkı var, biliyorum ama ben, ilkokul 4. sınıftayken gece, köyden iki tepe( Bir saat) uzaktaki bağı bekliyordum. Üstelik köyle bağ arası koca bir ormandı. Bu tür konuşmalardan kimi zaman sıkılıyorum. Gene öyle oldu Sefilleri açtım. Yeni kişiler çıkacak mı? Büyük kahraman ad değiştirip yaşamını sürdürüyor. Jan Valjan sonradan Madlen Baba oldu. Bunu da bıraktı Ültüm Foşlövan adını aldı. Kilise çevresi onu uzun süre böyle tanıdı. Kozet rahibeler arasında iyi yetişti ama Ültüm Foşlövan baba onu rahibe yapmadı, normal bir kadın olarak yetişmesini yeğledi. Yeni bölüm, iki çocukla başladı. Bölümü iki kez okuduğum için biliyorum, Gavroş ile Marius. Önce Marius’u tanıyopruz. İlginç rastlantılar: Marius dalavereci hancı Tenardiye’nin Vaterlo Savaş’nda kurtardığını söylediği general’in oğludur. General savaşta ölmüştür. Marsius o zaman çok küçüktür, ona dedesi bakar. Ancak talihsiz çocuk çatışık bir ailede doğmuştur. General baba Bir Napolyon Bonapart generali, İmparator Bonapart hayranıdır, onun uğruna can vermiştir. Dede ise bir Bonapart düşmanı, dolaylı olarak damadının da düşmanıdır. Bu yüzden torununu kendi çizgisinde yetiştirir. Kısaca değinmek gerekirse dede Jilroman’ın iki kızı vardır. Büyük kızı babasını karşı olmasını bile bile Napolyon ordusundan bir binbaşı ile evlenir(. Binbaşı Georges Pontmercy) Genç evlilerin bir oğlu olur. Doğumdan bir süre sonra anne ölür. Dede Jilnorman bir koşul koyar, eğer baba torununu kendisine vermezse onu mirasından yoksun bırakacaktır. Asker olan baba çocuğunu düşündüğünden dedeye bırtakır. Dede Jilnorman, torun Marius’u İmparator Bonapart düşmanı, yani kendi babasının da düşmanı olarak yetişmektedir. Dede Jilnorman, torunun dilediği gibi yetiştirmek için yardımını esirgemez, onu iyi okullara gönderir. Dede Jilnorman’ın iki de kızı vardır. Marius hukuk okur, çeyre ile ilgi kurar, arkadaşlar edinir. Apaçık bir Cumhuriyetçi kesilir. Cumhuriyetçilik kırallığı karşıtır. Dolaylı olarak krallığı kaldıran Napolyon Bonapart hayranı olur. Büyüdükçe bir mantık geliştirir. General babası da Napolyon generali olduğuna göre onun da Marius düşüncesinde olabileceği fikri gelişir. Dededen gizlice baba araştırmasına kalkışır. Uzun süre baba izine düşmüştür. Sonunda bulur. Araştırmaları arasında Hancı Tenardiye de karşısına çıkmıştır. Tenardiye Marius’u kıvandıran sözler söyler. Marius’un babası son savaştaki başarısından dolayı Kont payesine de ermiştir. İmparatorluk onu kontluğa yükseltmiştir. General ölürken bunun oğluna iletilmesini vasiyet eder. Marius kendi kendini Kont yapmıştır. General baba için yas tutar, çiçek hazırlayıp babasının mezarına götürür. Sonunda dede tarafından durum protesto edilir. Marius, dede Jilnormn’ı terkeder. Parasız kalır, sıkıntı çeker ama baba sevgisi onu daha diretken yapmıştır. Arkadaşlarının da yardımlarıyla çalışır, para kazanmak için becerili işleri öğrenir, yabancı dillerden çeviriler yapar. Mutludur, avukatlık belgelerini tamamlayıp avukatlık yapmaya başlar. Gençliğin doğal depreşikliği olan aşk da başına gelir. Sürekli yalnız gezer, en çok da Lüxenburg Bahçesine gider. Uzun süre aynı bahçeye gelen bir baba kız görür. İlgilenmez. Kendisi gibi sürekli gelen baba kız da onunla ilgilenmez. Ancak Marius için bir merak başlar, bunlar kimlerdir? Bu kez onları izlemeye başlar, giderek ilgisi artar. Sonunda kızı yakından görüp aşık olur. Duygularını açıklamayı düşlerken baba kız, parka gelmez olur. Marius'un kuruntuları boşa gitmiştir. Avunmaya çalışır ama bunu başaramaz. Yaşlı adamla kızı aramaya karar verir. Uzun süre arar ama baba kızı bulamaz. “Arayan bulur!”İnancıyla aramakta direnir. Sonunda baba kızı bulur. Bu kez de bakışlarında kızın da kendisiyle ilgilendiğini anlar. Bu kez yaklaşmaya kararlıdır , kaldıkları yeri öğrenir. Yakın izlemeye alır. Jan Valjan , Madlen Baba, Ültüm Faşlövan bu kez Bay Löbnan olmuştur. Başı derttedir. Marius’un baba dostu Tenardiye gene kancayı takmış, soymaya çalışmaktadır. Hileci Tenardiye handan çıkmış düpedüz büyük bir soyguncu çetesi yönetmektedir. Bay Löbnan’ı tuzağa düşürür, ölümcül bir didişme içindeyken Marius bir delikten Bay Löbnan'ın acıklı durumunu görür. Löbnan’a yardım edecektir ama karşısındaki de baba dostu Tenardiye’dir. Babasının “Bu pusulayı getiren kişiye yardım elini uzat, onu baba dostu say!”dediği kişi. Marius tarafsız kalmaya karar verir. Tenardiye’ye yardım eden daha yedi kişi vardır. Bay Löbnan ya da bizim bildiğimiz Jan Valjan yalnızdır. Demir sopalarla bıçaklarla kendisine saldırılıp köyü küfürler savrulur. Yüzüne vurmuşlardır, üstü başı kandır. Köşeye sıkıştırılmış, kaçma olasılığı kalmamıştır. Hain Tenardiye son bir çağrı yapar. Bu çağrı içinde kendisinin nasıl bir canavar olduğunu da söyler. Bu ara savaş meydanında aptal bir generalin kendisine neler söylediğini, aptal generalin, izini sürüp ailesini soyup soğana çevirmediğine üzüldüğünü çocukları olduğunu yeni öğrendiğini onları da ele alacağını söyler. Marius bunları duyunca deliye döner, elinde tabanca patlatman üzereyken polis baskın yapar. Polis şefi Javer, haydutları suçüstü yakalamıştır. Haydutlar kelepçelenip hapsi boylar. Bu ara da Jan Valjan pencereden atlayıp kaçar. Polis Javer esas avını bir daha kaçırmıştır. Marius sarsılmıştır. Uzun süre öyle dolaşır. Gezdiği yerlerde baba kızı göremez.

Tenardiye olayından sonra Jan Valjan değişik bir yaşam denemeye kalkmıştır, lüks sayılan bir ev kiralar, bakımını da hastanedeyken kendisine yardım eden Tusen adlı kadına bırakır. Evi de Mösyö Foşlövan adına tutmuştur. Başka başka yerlerde iki ev daha kiralar. Değişik zamanlarda bunlarda kalırlar. Tüsen kadın sürekli büyük evde yaşar. Kozet büyümüştür, düş kurmaya başlamıştır ama düş kurma çağının doruğuna çıkmamışsa da yaklaşmıştır. Bir gün sokakta kendisine söz atılır, “Güzel kız ama giyimi, güzelliği ölçüsünde değil!”Bu söz, Kozet’în içine işler. Bir daha öyle giyinmemesi gerektiğini anlamıştır. Birkaç gün sonra Madlen Baba Kozet’e parka giderken, “Kozet, o siyah giysini giysen olmaz mı? ”Kozet beklenmedik yanıtı verir:

-Daha neler baba, ben o rüküş giysiyi bir daha giymem! Bu konuşmalardan birkaç gün sonra Kozet Marius’la Lüxenburg Parkı’nda bir daha karşılaştı. Bu kez bakışlar ikisi arasında belli duygu ip uçları vermişti. İkisi de bir birlerini seviyorlardı. Ama nasıl yaklaşıp sevgilerini söze dökecekler? İkisi de bunu düşünüyordu.

Zil çalınca bunu düşündüm. Seven insanlar bunu söylemekten niçin çekiniyorlar? Kızınca bağırıp çağırıyoruz, küfrediyoruz ama sevdiğimiz kıza neden “Sen çok güzelsin, seni seviyorum!” diyemiyoruz. Anımsadığıma göre A bunu bana rahat sormuştu. Ama benim ne denli ıkınıp sıkındığımı gördükten sonra sanırım bundan yararlanarak sormuştu. Bir bakıma da o zaman daha çocuktuk. C’yi düşünüyorum, ne ben ona ne de o bana gönül rahatlığıyla “Seni seviyorum!”dememiştik. Üstelik bunu biliyorduk. Dolaylı yollardan kem küm ediyorduk, her şey açıktı ama doya doya bunu söylemek cesaretini gösteremiyorduk. Sonunda C ile bunu dedik ama bu güzel sözün söylenemediği yıllara yazık oldu. Şaka maka da olsa arkadaşlara bakıyorum, birileri birilerini seviyor belli. İçinden gelen bu isteği tüm gücüyle saklamaya çalışıyorlar. Sevdiğini neden saklıyorlar? Okul yönetimi yasak etmiş. Okul yönetimi konuşmayı mı yasak etmiş? Yoksa başka bir şeyi mi? Bir birini seven iki kişi fazla yaklınlaşmadan bir birine sevdiklerini söyleseler, karar verip okulu bitirince evlenseler bunun kime ne zararı var? Bir süre düşündüm, evlenecek ölçüde sevdiğim biri olsa buna cesaret edebileceğimi düşünerek, kendimi cesaretli buldum. 22 kız var, bunların 22’siyle de evlenmeyeceğim, bunu herkes biliyor. Bunu bilenler, içlerinden birisini seçince onu da bilseler ne farkeder?

Arkadaşları dinliyorum, kimisi yarın, Türkçe dersine bakacakmış. Yarın pazar, bir gün sonra da ders başlayacak. Yarın bakınca Türkçe Dersinin nesini öğrenecek acaba? Fikret Madaralı Öğretmeni anımsadım, Kendisini gördük , hiç değişmemiş gibi. Ya Ahmet Gürsel Öğretmen, o geldi mi acaba? Gelse Sami Akıncı bilirdi. Söz etmediğine göre gelmemiş olabilir…. .

 

8 Şubat 1942 Pazar

 

Uyandım ama öyle uzanıp uyur gibi yatıyordum. Halil baktı, uyanık oluğumu görünce, “Sizin Almanca selamlaşmanız bozuldu!”dedi. Orhan karşı sıraya geçince uzak düştük. “Buna en çok Kadir Perkgöz sevinmiştir!”dedim. Kadir adının geçtiğini duyunca geldi, “Hemşerim beni çekiştiriryorsun, karışmam ha!” diye çıkıştı. Ben de doğruyu söyledim, “Biz yarım yarım Almanca sayıklarken en çok sen etkilenip bize karışıyordun, genellikle de tartışıyorduk. Şimdi ondan sen de kurtuldun, ben bunu söyledim!”deyince Kadir beni onayladı:

-Bence iyi oldu, Orhan da senden güç alıp bana posta koymaya kalkışıyordu. Şimdi ise kuzu kuzu yanımda yatıyor!deyince bu kez Orhan, “Dersler başlayınca gene konuşacağız, buna kimse engel olamaz. Şimdi daha iyi oldu, Kadir gelip musallat olamayacak!Musallat sözü Kadir’i iyice çileden çıkardı. Öteki arkadaşlar gülüşerek gittiler. Kahvaltıda Orhan, durup duruken “Biz de yemekte Almanca konuşuruz!”diyerek konuyu gene ortaya getirdi. . Essen, Trinken, Wasser, Essenzeit, Gesundheit, Guten Appatit. . Orhan, sözcüklerle Almanca başlattı. Masada on arkadaşız, zorlana zorlana sözcükleri anımsadık. Herkes sevindi, “Gelin yemeklerde Almanca konuşalım!”Karışmayana darılmayacağız. Karışmayanlar da bize darılmayacaklar. Daha çok yeni sözcükler öğrenip geleceğiz. Hüsnü buna çok sevindiğini söyledi. Emrullah hemen karşı durdu; “Ne olacak yani?

Hava düzelir gibi, saçaklardaki buzlar dökülüyor. Derslik sobası yanmamış. Çıra istediler. Yusuf Asıl’la atölyeye gidip bir kucak çıra aldık. Yolda Hasan Gülümser gördü, yarısını ona verdik. . Arkadaşlar büyük bir dikkatle derslere hazırlanıyorlar. İlk sarsak kim olacak? “Son Sarsak kimdiyse ilki de o olur!”dedim. Son sarsak araştırıldı. Kimse üstüne almadı. Bu kez gene ben”Kendinizi zorlamayın ilk sarsak kim olursa son sarsak da o olmuştur!”

Sefilleri bugün bitirmeye kararlıyım. Türkçe dersinde, ”Bitirdim!”demek “Okuyorum!”demekten daha hoşuma gidecek. Hele “Yeni bitirdim!”demek sanırım daha etkili olacaktır. Marius Kozet’e defterini verdi, sevdiğini söyledi, Kozet ise daha anlamadın mı? diyerek takıldı bile. Jan Valjan bir ad daha aldı Maböf. Mösyö Maböf gene bir bela ile karşılaştı. Haydut çetesinin ünlü belalısı Montparnas Mösyö Maböf’i izledi, beklemediği bir sırada üstüne saldırdı. Montparnas güçlüydü, gençti, yaşlı adama çekinmeden saldırdı. Ancak Mösyö Maböf ummadığı bir dirençle Montparnas’ı yere yatırdı. Bir süre öyle tuttu, yaşını sordu(Montparnas 19 yaşındadır. ) Mösyö Maböf ona övüt verdi. Yerden kaldırdı cebinden bir kese çıkarıp eline verdi, övüdünü bir süre daha sürdürdü. Montparnas dikkatle övütleri dinledi, ayrılınca yaşlı adamın bu denli güçlü olasına da şaştı. Montparnas keseyi cebine yerleştirip ayrılmayı düşünürken yakın arkadaşı Gavroş Montparnas’ın cebinden keseyi çekti. Mösyö Maböf’ten kurtulan Montparnas bir koşuda uzaklaştı. Gavroş aşırdığı keseyi Mösyö Maböf’e geri verdi. İlginç bir durum, Gavroş, Tenediye haydut çiftinin oğludur. İki kızlarından başka bir de oğulları olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Marius uzun bir aradan sonra gerçek dedesine baş vurup evlenme izni ister. Dede Jilnorman uzun bir süre diretmesi dışında Kozet için acı sözler söyleyip Marius’u kovar. Marius bir yandan da Kozet’i kaybetmiş durumdadır. Tam bu sıralar Paris 1832 İhtilali patlak verir. Barikatlar kurulmuş, halkla askerler savaş durumuna girmiştir. Arakadaşlarının yanı sıra Marius da Cumhuriyetçiler yanında yer alır. Ölüm derecesinde yaralı düşer. Mösyö Maböf Marius’u sırtına alır, gece boyunca lağım kanallarından bin bir zorlukla tenha bir yere çıkarıp dede Jilnortman’a götürür. Dede bu kez Marius’a kucak açar. Marius dört beş ay süren iyi bir bakımdan sonra canlanır. Dede Jilnorman, bu kez Marius’a sarılmıştır, onu bir daha elinden kaçırmak ister. Bu arada Kozet’i soruşturmuş, güzelliğini dürüstlüğünü öğrenmiştir. Marius ev elenmek istediğini söyleyince razı olur, her türlü kolaylığı gösterir. Bu arada Jan Valjan artık Polis Javer belasindan da kurtulmuştur. Ayaklanmada Komiser Javer ayaklananların eline düşmüştür. Öldürülmesi an meselesidir. Öldürme görevi de Jan Valjan’a bırakılmıştır. Javer, öldürülmeyi beklerken Jan Valjan onu serbest bırakır. Javer’in polis ruhu bu insanlık tavrına şaşırır. Uzun süre düşündükten sonra, kendini Sen nehrine atarak intihar eder. Marius iyileşince Kozet’le evlenmesi gelçekleşir. İki genç çok mutludur. Dede JilNorman mutluluktan uçar. Belli etmez ama Baba Madlen de mutludur. Ancak bu mutluluk onu da bir açmaza sürüklemiştir. Kozet’i sever ama ona yaşamı boyunca aldatmış olduğu düşüncesini aklından atamaz. Kendi kızı değildir. Oysa Kozet bunu böyle bilmektedir. Durumu Marius’a anlatır. Genç Marius, bir mahkumla karşılaşınca şaşırır, Kozet’le görüşmesini önlemeye kalkar. Kozet duruma şaşırır oldukça üzülmektedir. Marius’un bir derdi de yaralıyken kendini sırtlayıp saldırganlardan kurtararnın kim olduğunu öğrenmektir. Bunu öğrense dilediğini vermeye hazırdır. Bu arada haydut Tenardiye başka bir ad altında gelir, kendisi kurtardığını söyler. Marius onu tanır, istediği parayı yüzüne atarak kovar. Kozet’i göremeyen Jan Valjan yaşama küsmüş olarak bir süre yalnız yalnız dolaşır, Kozet’in semtine gider gelir. Yemez içmez sonunda hastalanır. Kozet’in oyuncaklarını çıkarır, ilk çocuk giysilerini ortalığa çıkarır, sürekli Kozet’i sayıklarAncak para sızdırmak için gelen haydut Tenardiye Marius’a anlattığı yalanlar arasında bir doğru söz etmiştir. Yaralandığında kendisini Jan Valjan’ın taşıdığını. Gerçi Jan Valjan’ı karalamak için bunu söylemiştir ama Marius gerçeğin içindeki kişi olarak bunu doğru değerlendirmiştir. Tenardiye”Jan Valjan bir genci üstündeki paraları almak için sırtında taşıdı sonrada onu nehre attı!”demesi sorunu çözmeye yetmiştir. Marius’la Kozet Baba Madlen’e koşarlar. Baba Madlen çok mutlu olur. İki genç “Baba!”diye sarılırlar. Marius “Neden daha önce açıklamadığını sorar. Baba Madlen'n hala söylemek istememesi üzerine o gün gocuğundan kesilen parçayı görür kesildiği yere yerleştirerek gerçek ortaya çıkar. Parçayı o gün Baba Madlen kesmiş saklamıştır. Herşey çok güzel açıklanmıştır. Baba Madlen için köşklerinde yer hazırdır, kaldırıp götüreceklerdir. O sıra doktoru gelir, gözler, yoklar gençlere geç kaldıkların söyler. Jan Valjan birden kalkar, çok iyi olduğunu, ölürse mutlu olarak öleceğini söyler mutluluklar diler iki eliyle gençlerin ellerini tutar, gülümser. Jan Valjan böylece iki gencin ellerini tutarken ölür. Jan Valjan’ın yaşamı, masumluğu, haksızlıklara karşı tek başına diretmesi, yardım severliği yıllarca anılır. Bir süre sonra bilinmeyen birisi mezar taşına şöyle yazmıştır:

 

Uyuyor!

 

Zalim kaderine karşın yaşamıştı,

Meleği onu terkedince dayanamadı,

Gündüzün gece oluşu gibi

Göçtü gitti dünyadan…

 

Kitabı kapatıp başımı üstüne koydum. Öğretmen sorsa “Okuduğun o kitaptan ne öğrendin ? Sence o kitap niçin yazılmıştır? Yazar o kitabı yazarken okuyucunun neleri öğrenmesini istemiş olabilir? dese ne söyleyebilirim ? “Mahkemeler her zaman adil iş yapmıyor’”diyebilirim. “İnsalara iyi davranılınca en kötüleri bile bu iyileri unutmazlar!”diyebilirim. “Özellikle de zayıf, cılız çocuklar bile iyi bakılınca güzel, sağlıklı olabilir!”diyebilirim. 450 sayfalık kitaptan birkaç tümce. . Kitaptaki olayların hepsini anlatırım ama yazılma amacını bir iki tümceyle açıklayamam. Çok değişik kişiler var. Her biri ayrı yönde yaşam sürdürüyor. Kendi doğrultularında çalışıp çabalıyor. Örneğin komiser Javer görevine bağlı bir polis. Polislik bu olsa gerek. Eğer tüm güvenlik güçlerindeki polisler böyle olsa sanırım kentlerde yaşayanlar kendilerini daha güvenli sayarlar. Kitaptan aklımda kalacağını umduğum iki kişi var, Jan Valjan ile mösyö Tenardiye. Jan Valjan kötü adam olarak damgalanmasına karşın iyilik seven, doğru bir kimse; beş kimlik değiştirmesine karşın bu özelliğini ölümüne dek sürdürüyor. Tenardiye ise kılık değiştirdikçe insanlıktan uzaklaşıyor. Yalancı bir hancı, giderek çete başı oluyor. Her basamakta biraz daha canavarlaşıyor….

 

9 Şubat 1942 Pazartesi

 

Fettah Biricik konuştu:

-Ders, ders, ders!diye konuşanlar, işte geldi dersler, buyursunlar derslerine!Sami Akıncı gülerek, “Sen de buyuracaksın kardeşim, sen istemeden buyuracaksın isteyenler sevinerek yapacak bu işi. Konuşmalara hiç katılmayan Emrllah Öztürk, “Ders istemeyen öğrenci olur mu be yahu? istemiyorsa çeksin arabasını gitsin!”Fettah’ın hemşerisi Ali Önol, Emrullah’sen karışma gulu gulu!”dedi. Emrullah da sunturlu bir küfür çekti, “Bilmem ne yaptığımın oğlu, sana ne oluyor, kıs kuyruğunu otur, oturduğun yerde!” “Nöbetçi öğretmen!”uyarısı, arkasından kapıya vurulan tak tak’lar tartışmayı ortadan böldü. Faik Bakır Öğretmen, “Haydi bakalım, dersler başlayacak, kağıdınızı kaleminizi tamamlayın, hayırlısıyla derslerine hazırlanın!”Kapının yanında duran Ahmet Güner gülerek, “Hazırlandık öğretmenim!”deyince Faik BakırÖğretmen, “Öyle mi, öğretmenleri buradamı mı bekliyorsunuz, buraya gelsinler? ”dedi. Ahmet Güner böyle bir soru beklemiyordu, kulaklarına dek kızardı. “Onu demek istemedim öğretmenim!”diyebildi. Faik Bakır Öğretmen de gülerek, “Öyleyse ben de benim dedimi dememiş olayım!”deyip elinin ucuyla Ahmet’ın umuzuna dokunu. Öğretmenin önünden birerle kolda geçip gittik. Derslik buz gibi. Sefer Tunca nöbetçiymiş, unutmuş. Ben koşarak çıra getirdim, Arif Kalkan kömür koydu. Hilmi Altınsoy’a zorla kibrit çaktırdılar. Hilmi diretti “Neden bana kibrit çaktırdınız? ”Mehmet Yücel, ”Bunu sana söylersek bir daha eline kibrit almazsın, sonra işlerimiz aksar!”deyince Hilmi iyice kuşkulandı, diretti:

-Neden ben kibrit çaktım? Arif Kalkın, “Pekiyi öyleyse sen istedin, darılma, altına işeyenlerin, çaktığı kibrit ateş yakarmış!”Hilmi çıldırdı, “Kim uydurdu bunu şimdi? Bir bu kalmıştı!”diye söylenmeye başladı. Bana sarıldı, “Sen bunlara inanıyor musun? ” İnanmadığımı söyledim. “kaç yıldır, yanyana , üst üste yattık, böyle bir şey görmedim!”dedim. İsmet beni uyardı, “Dayı karışma, onların başka davaları var, sen onları bilmiyorsun!”dedi, Hilmi’ye de “Dayıma sorma, onun burnu koku almaz!”deyip gitti. Hilmi İsmet’in arkasından koştu. . Olayı sordum, öyle bir şey yokmuş ama Hilmi’ye takılmışlar. Kahvaltıda kulağına fısıltıyla söyledim. Benim burnum iyi koku alır, böyle bir şey yok!dedim. Hilmi sordu, “ Bunu derslikte söyler misin? Söz verdim, hemen söyleyeceğim. Kamyon gelmemiş Faik Bakır Öğretmenle Nahide Akalın Öğretmenden başka kimse yok. Ancak hava güzel, yollar açık, asfalt kuru, araçlar gelip geçiyor. Okul önü de açılmış durumda. Biz kahvaltıdan çıkarken kamyon geldi, öğretmenler topluca yemekhaneye girdi. Saat geçiyor ama zil çalmadı. Arkadaşlar, pencerelerde, herkeste bir sevinç, bir kasvet seziliyor. Ben çok duyarsız gibiyim. Bayrak törenini düşündüm, bana gel diyen olur mu? Süheyla Öğretmeni an ımsadım. Gelseydi, bu merdivenlerde daha güzel görünecekti. Sırama oturdum. Mehmet Yücel takıldı, “Ağustos böceği ile karınca!”dedi. “Dayı, herkes boş gezerken karınca gibi çalıştı, şimdi, ağustos böceklerini gülerek izleyecek, ilk sarsağın kendisi olmayacağını biliyor!”deyip yanıma geldi. Zil çaldı konuşamadan dışarı çıktık. GözlerimAhmet Gürsel Öğretmeni aradı, yok. Hasan Gülümser bayrakla çıktı. Namık Öğretmen dikkat çekti. İşaret verdi biraz karışık olmakla birlikte oldukça canlı İstiklal Marşı’nı söyledik. Okul Müdürü konuştu. Umduğumuzun ötesinde uzun konuştu. Edirne’de toplandığımızdan Hasanoğlan’dan dönüşümüze dek olayları anlattı. ”Artık onları geride bıraktık, bugünden başlayarak gelecek günlere daha güçlü olarak hazırlanacağız. Birkaç öğretmenimiz eksik ama onları tamamlama sözü de almış bulunuyoruz. Gelmeyen olursa boş geçecek derslerimizi de kendimiz doldurmaya çalışacağız. Sizler de eksiklerinizi tamamlamak için çaba göstereceksiniz!”deyip başarılar diledi. Biz gene arka merdivenden dersliklere döndük. Az sonra da Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi. “Haftanın bizim dersimizle başlamasına sevindim ama bugün hemen ders yapmayı da düşünmedim. Ders niyetine konuşalım, bir yıla yakın zamandır birbirimnizden ayrıyız. Bildiğiniz gibi ben Lüleburgaz’da kaldım. Lüleburgaz da göreceğiniz gibi bu bir yılda fazla bir değişiklik göstermedi. Değişiklikler, gelişmeler sizde. Arada ben de konuşacağım, ancak sizin konuşmalarınız benim için bir değer taşıyacak!”dedi tebeşir alıp tahtaya gitti. 1- Göç söylentisi, 2-Göç edilecek yerin öğrenilmesi, 3-Göç, 4-Ankara, Hasanoğlan, 5-İlk izlenimler, 6-İlk yapılan işler, 7-İşler arasında serlerin sürmesi, 8-İnşaatların başlaması, 9-Öteki okullardan gelenler, 10-Köyle olan ilişkiler, 11-İşlerin uzaması durumundaki düşünceleriniz, 12-Kepirtepe’ye dönüş umutları, 13-Hasanoğlan’dan ayrılıoş, 14-Dönüş yolculuğu, sevinç, 15-45 günlük tatilin düşündürdükleri… maddelerini yazdı. Bize dönerek, “Konuşmalarımızın düzenli olması bakımından böyle bir sıra izlersek hem çok tekrarları önleriz hem de hemen hemen her konuya değinmiş oluruz. Arada söyleyeceklerinizi de dikkatle dinleyeceğim!”deyip yüzlerimize baktı. Sami Akıncı her zamanki gibi gene el kaldırdı. Öğretmen Sami’ye baktı, “Belli ki inşaatlar Sami’nin hızını kesmemiş!”der demez, birkaç kişi birden “O inşaatlerde çalışmadı ki!”diye karşı çıktı. Öğretmen gülerek, “Sami orada da mı yolunu bulup gölgede kaldı!”dedi. Gözleriyle birini arar gibi baktı, sağ elinin işaret parmağı ile 4 Mehmet Aygün’ü gösterdi, “İlk numarayla başlayalım!”dedikten sonra Mehmet’e, “Hepimizin bildiği, geçen yıl da üzerinde çok durduğumuz göç olayını ortaya gelişini bize anımsat!”dedi. Mehmet Aygün derslerimisi severek sürdürürken böyle bir haberin ortaya gelişini, önce inanmadığımızı, sonra sonra da inanarak varsayımlar yaptığımızı, giderek konuya öğretmenlerin de karıştığını bir ay kadar süren bu söylentilerden sonra Ankara’ya gitmek üzere yola çıktığımızı, Ankara’ya vardığımızda ise 35 km uzakta bir köye gideceğimizi öğrendiğimizi gülümseyerek anlattı. Mehmet’in “Bir köye!”deyişi, öğretmenin dikkatinden kaçmadı. ”Buraya bir”Mim” koyalım, bunun üstünde ayrıca duralım!”deyip. Mehmet’in anlattıklarına ek olarak, Yurdumuz çevresindeki savaşı anlattı. Bizim göçümüzün, zorunlu bir önlem olduğunu, bir yıl önceki Trakya durumunu anımsattı. Zil çalınca toporlanan öğretmen, “Bundan sonraki dersiniz boş geçecekse gelebilirim!”deyip ayrıldı. Bundan sonraki dersimiz Kimya, bir süre öğretmen bekledik. Biraz gecikmeyle Fikret Madaralı Öğretmen geldi. 6 Ali, 7 Fettah, 11 Recep Kocaman Kepirtepe’den ayrılmak üzere olduğumuz günleri, yola çıkışımızı, tren yolculuğumuzu anlattılar. Öğretmen arada sorular çıkardı, başka arkadaşlar yanıtladılar. Lalabel İstasyonuna indiğimizde dersten çık zili çaldı. Öğretmen, “Benim öğrenmek istediğim bölüme geldik, bu konuşmaları sürdüreceğiz deyip ayrıldı…. “Derse rahat başladık!”deyip derslik ortasına çıkıp oynayanlar oldu. Mehmet Yücel, “Fikret Madaralı öğretmen yumuşak insan, onu biz çileden çıkarıyorz!”diyerek öğretmeni övdü. İsmet “Sana sarsak diye bağırdığı zaman böyle mi söyleyeceksin? merak ediyorum!”deyince Mehmet Yücel, “Ben sarsaklık etmezsem o adam neden bana bu lafı söylesin? O böyle bir söz söylemekten zevk alacak insan değil, bunu bil koca kafalı İsmet!” karşılığını verdi. Yemekten sonra yeni bir durumla karşılaştık. Daha önce marangozluk-yapıcılık diye iki gruba ayrılmış. Ben iki yıldır yapıcılığa gitmemiştim. Halil Basutçu yapıcılığa ayrılmıştı, o da marangozluğa gelmiyordı. Şimdi ise haftada bir öğleden sonra marangozlar yapğıcılıkta yapıcılar da marangozlukta çalışacakmış. Ben iki gün öğleden sonra marangozlukta bir gün öğleden sonra da yapıcılıkta çalışacağım. Diğer iki gün öğlen sonra tarıma gideceğiz. . burada da iki ayrı çalışma olacakmış, Tarla Tarımı, Bahçe Tarımı. Bu türlü çalışmalar belki de daha iyi olacak. Gözü kapalı iş yapma yerine öğrenmeye yönelik çalışma yapılacakmış. Namık Ergin Öğretmen gelip açıklama yapacakmış. Öğleden sonra atölye çalışması yok; Namık Öğretmen “Durun bakalım yeni durumu henüz ben de tam öğrenemedim, birkaç gün içinde öğreneceğim, size de o zaman anlatacağım!”dedi. Bana, ”İbrahim sen telaşlanma öğretmen gelinceye dek sen Marangozluk atölyesi nöbetçisisin. Oradan istenen araçları yazarak verir verdiğin gibi alırsın. Ters bir durum olunca da bana haber verirsin!”dedi. İçim içime sığmadı, arkadaşlara bakıp güldüm. Sonra da utandım. Neyse ki Namık Öğretmen arkası dönük öbür taraftaki arkadaşlarla konuşuyordu. İçimden gelecek öğretmenin olabildiğince geç gelmesi diledim. Bu kış gününde buraya koşarak gelmesinin ne anlamı var? ”deyip kendi kendime güldüm. Bu arada konuşulurken Tarım dersinin ikiye ayrılması olayı önem kazandı, yeni gelen öğretmen Bahçe Tarımı derslerine girecekmiş. Mehmt Yücel gülerek, “Eyvah!” dedi. Namık Öğretmen, “Ne o Mehmet Besim Öğretmenle bir sorunun mu var? diye sordu. Mehmet Yücel, “Öğretmenim benim bir sorunum yok ama sanki her an olacakmış gibi, hepimize çok sert davranıyor. !” Namık Öğretmen, “Her insanın değişik disiplin anlayışı var. Arkadaş gerçekte iyi niyetli, derinliğine kin tutan bir insan değil, yakınlaştıkça onun isteklerini öğrenecek, onun da kalbini kazanacaksınız. Zaman size yeni alışkanlıklar kazandıracak onunla da güzel çalışmalar yapacaksınız. Kendinizi kuruntulara kaptırmayın, o öğretmen, siz de öğrencisiniz!”Ben konuşacaktım, vaz geçtim. Namık Öğretmen soracağımı yanıtladı. “Siz ondan, benden beklediğinizi beklemeyin!”demek istemişti. Biz ne istiyoruz? Namık Ergin, Fikret Madaralı, Naci İnan gibi öğretmen olsun istiyoruz. İşte Namık Öğretmen, “O, bizim gibi değil!”dedi. Daha ne diyecekti? Namık Öğretmen gittikten sonra bu düşüncemi söyledim. Arkadaşlar bana katıldılar. Dersimizin boş olduğunu öğrenince “Atölyede az işim var!”deyip gittim. İşim akordiyon çalışmakZiller düzenli çalmaya başladı. Paydos, yarım saat sonra okuma saati, herkes derslikte olmak zorunda, öğretmen gelecek. Okuma-Ders hazırlama saatlerinde öğretmenler gelecek. 2’5 saat, ders gibi öğretmen gözetiminde çalışacağız. Arkadaşlar için en zor bu saatler olacak. Zil çalınca hemen gittim. Seçuk Korol Öğretmen geldi. Kısa bir konuşma yaptı. Tarih-Coğrafya dersleri için çalışma yöntemleri üzerinde durdu. . Defter tutacağız, kitaplığa kaynak kitaplar alınacak. Tarih kitabı aldığıma sevindim. İşlenecek konuların lise kitaplarında olduğunu, ancak lise kitaplarında bulunan tüm konuları okumayacağımızı anlattı. Keşke coğrafyayı da alsaydım. Neyse onu da buradan alırım. İlk gün olmasına karşın hep böyleymiş gibi, öğretmenleri konuşa konuşa yemeğe gittik. Yemekte bir çok öğretmen vardı. Arkadaşlar yadırgadılar, yemeklere tek öğretmen bile gelmezken 7-8 öğretmeni görünce gözler masalara takıldı. Sonra konu çözüldü 6 derslik var her dersliğe bir öğretmen olunca eder altı öğretmen bir de nöbetçi öğretmeni eder yedi. Bundan böyle akşam yemeklerinde en az 7 öğretmen olacaktır. Hilmi Altınsoy öğretmenlerin yemeğe kalışına sevindiğini ekledi, “Onların yüzü suyuna yemekler iyi çıkar!”Çalışma saatinde de Selçuk Öğretmen geldi. Geometri çalışırken Selçuk Öğretmen başıma geldi, Gürsel Öğretmeni iyi karşılamak istiyorsun değil mi? ”diye sordu. ”Gelse iyi karşılayacağım!”deyince, “Ne diyorsun? Ahmet burada, aslerden döndü, Lülburgaz’da görüşmedin mi? ”deyince şaşırdım. “Ahmet Lüleburgaz’da, eşi burada öğretmen. Yarın dersi varsa gelir!”deyip ayrıldı. Sonsuz sevindim. Sami’ye baktım. İçimden “Hınzır o biliyordur ama askerden geldiğini bile söylemedi!”dedim. Üçgenleri açıp en basitlerinden başlayarak gözden geçirdim. Karelerle ilgili olabilecek sorunları anımsadım. İç rahatlığı içinde bir soluk aldım. Mehmet Yücel yerine gelmemişti. Sırada yalnız oturuyordum. Geriye yaslanarak öyle bir süre durdum. Öğretmen baktı “Bir sorun mu var? ”dedi. ”Lise bir coğrafya kitabı alsak işimize yarar mı? ”dedim. Selçuk Öğretmen gülerek, “Doğal olarak işine yarar, liseliler onu okyarak bilgi edinip sınıflarını geçiyorlar. Bizim bakanlığımız bize o kitapları göndermiyor, başka kitap yazdıracaklarmış. Siz yatılı öğrencisiniz, kitaplarınızı siz alın diyemediğimiz için kitap yok diyoruz. Bize sormadan istediğiniz ders kitabını alır yararlanabilirsiniz. Sizi bundan kimse yoksun tutamaz!”Sami lise bir coğrafya kitabını kaldırarak gösterdi. Selçuk Öğretmen “Bak arkadaşın atik davranmış, senin düşündüğünü önceden yapmış!”dedi. Arkadaşların bir bölümü Sami Akıncı’ya iyi denemeyecek bakışlarla baktılar. Zil çaldığında öğretmen, gülerek, “Yarın kitaplığa uğrayın, çoğunuz boş oturdunuz, yarın akşam böyle olmasın. Böyle sürerse hepimizin geçmiş emekleri boşa gitmiş olur. Dersler bastırmadan, geçmiş konuları anımsamaya çalışın!”deyip ayrıldı…Öğretmenden sonra bir sessizlik oldu. “Ahmet Gürsel Öğretmen gelmiş! duydunuz mu? ”dedim. Sami Akıncı “Geldi ya, sen duymamışmıydın? ”diye bana sordu. “Duymamıştım, kim duydu ki? ”deyip sustum. Sustum ama Sami’nin kıskançlığını bir kez daha saptadım. Geçen yıl, Ahmet Gürsel Öğretmene bir problem sormuştum, Ahmet Gürsel Öğretmen, “Bu çok uzun bir denklem, geçen mektubumda Sami sormuştu, ona detaylı olarak yazdım; ayrıca sana vermesini de tembihledim, işbirliği yaparak ikiniz de ondan yararlanın!”diye yazmıştı. Sami, o mektubu almadığını söyledi. Sora da bizim göç olayı ortaya atıldı, konu öylece kapandı. Ancak Hasanoğlan’da konuşurken, Kepirtepe’den ayrılmadan önce Ahmet Gürsel öğretmenden mektup aldığını söylemişti. Ben bunun üzerinde durmadım. Sami’nin matematik konusunda kıskançlığı gizlenemeyecek ölçüde açık. Şimdi de “Ahmet Gürserl Öğretmenin geldiğini ben size söyledim!”diyebiliyor. Kim duydu? Önce geometriden Öklit, Fisagor tyeoremlerini tekrarladım. Üçgenler, benzer üçgenler, kare, dik dörtgen ilişkilerini anımsadım. Cebir 1: dereceden iki bilinmeyenlere, kare köklere, küp köklere baktım. Kollarımı kaldırıp bir “Ohhh!”çektim. ”Bizimkiler bunları öğreninceye dek ben, öğretmenin yardımıyla bu kitapları çoktan bitiririm. Takıldığım trigonometri ile değişken sayıların değerlenmesi yöntemi idi. Zil çalar çalmaz yatma alışkanlığımı sürdürmeye başladım, yatarken kimseyle konuşmadan temizliğimi yapıp yatağa çıkmak. Çıkınca da yüzmü duvara dönüp kimin ne yaptığını duymamak, görmemek!”Bunu uygulayabilirsem sanırım işlerim yolunda gidecek!. .

 

10 Şubat 1942 Salı

 

Dinlenmiş olarak zille uyandım. Eğilip baktım, Halil ayakta, Hilmi Altınsoy’la konuşuyor. Kendisi inerken ranza sallanıyor mu? ”diye soruyor. Ben söze karıştım “Sallanıyor, biz kalkmadan sakın kalkma!”Halil güldü:

-Öyleyse biz birbirimizi beklerken yatıp kalacağız. O zaman da bizi nöbetçi öğretmenleri kaldıracak!Konuşarak anlaştık, “Zil çalınca ranza sallanması doğal sayılacak, çünkü zil kalkmamız için çalmaktadır. ”Hilmi buna sevindi, “Biraz fazla sallayın, ben uyuyup kalmayayım!”

Derslikte soba gene yanmamış, nöbetçi Sami Akıncı. Akşamki öfkem geçmedi, duymazdan geldim, dışarıya koridora çıktım. Çıra isterse “Vermem “, diyemem ama içimden onun için atölyeye gitmek de gelmedi. Koridorda 8. sınıftan çocuklarla bir süre konuştum. Kahvaltı zili çalınca da yemekhaneye ilk gidenlerden biri ben oldum. . Kahvaltıda hep onu düşündüm, Sami çıra isterse ne derim? Sonunda buldum:

-Atölye anahtarını veririm, “Git kendin al!” derim. Kendi kendime güldüm, Sami marangozluk atölyesini bile bilmez, gider oralarda dolaşır durur. Neyse kimse gelmedi. Bu sıra kamyon geldi, öğretmenler kahvaltıya geldiler. Ahmet Gürsel Öğretmeni gördüm. Yüksek sesle konuşanlardan biri, sık sık “Azizim, bir görsen, azizim korkunç bir görünüş, azizim bu kadar olmaz!”Kaygılı bir sevinç içindeyim. Kaygılıyım, öğretmenin bıraktığı yerde duruyorum, ilerletemedim. Sevinçliyim, kaldığım yerden alıp götürme umudum doğdu. . Herkes bir şeyler konuşuyor, ben suskunum. . Ders zili çalınca kalp atışlarım hızlandı. Sanki benden hesap sorulacakmış gibi bir duyguya kapıldım. Öğretmen gülerek geldi“Günaydın!”dedi, otur işareti verdi. “Ayrılıklar ne denli acıysa kavuşmak da o denli sevinçli oluyor, hepinizi iyi gördüm. İki, yıl bir birimizi göremedik, bu iki yılda siz büyüdünüz, ben de durduğum yerde saydım. Yaşam işte böyle çocuklar. Belki bir gün toplu olmasa bile birilerinizle görev başında da buluşacağız. O zaman hepimiz daha değişmiş olacağız. Şu bir gerçek, her görüştümüzde siz kazanan, ben duraksayan belki biraz daha kaybeden olacağım!Biz bön bön bakınca öğretmen gülerek:

-Bu sözler benim babanın bana söylediği sözlerdir. Yaşamın gerçeği de budur. Yaşamda bir yere dek yükselerek yürünür, bir yerden sonra iniş başlar!

Öğretmen çok duygulu konuştu. Biz dersle ilgili sözler bekliyorduk. Sözü kendi yaşamına getirdi, ikinci askerliğinin askerlikten çok savaş bekleyişi olduğunu, bu bekleyişlerin, savaş kadar yıpratıcı oluğunu anlattı. Kendimi tutamadım, ”Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!”dedim. Öğretmen güldü, ”Ağzına sağlık, tıpkı öyle, ancak bizde ölüm yoktu. O da güzel bir sonuç. Bana döndü, “O kitabı okudun mu? diye sordu. Okuduğumu söyledim. Öğretmen gülümseyerek:

-Ben çaresiz kaldım, zamanım çoktu, okudum, senin ne zorun vardı? ” diye sordu. İki ağabeyimle ablamın kocasının iki yıldan fazla bir zamandan beri asker olduğunu, evimizde asker sözünden geçilmediğini söyledim. Öğretmen, “ Al işte bak! Sanırım içinizde çoğunuzun durumu da bu geçici dönemdir, sabredecğiz. Bu sıkıntıları atlatacağız. İşte sizin Ankara yolculuğunuz da bunlardan birisi. Ben sizleri konuşturacaktım, kendimi tutamadım. Bir bakıma iyi oldu, öğretmen de dertliymiş bizim gibi der, içinizi dökersiniz. Dişinizi tırnağınıza takarak var ettiğiniz okulunuzu bırakıp gittiniz, on ay gibi bir zaman size çok yabancı gelen bir köyde kaldınız. Şimdi de yuvanıza döndünüz. Bu değişikliği nasıl karşılıyorsunuz. Size bu konuda sorular sorulsa duygularınızı, düşüncelerinizi nasıl anlatırsınız? Ya da şöyle soralım, bu konuda anlatmak istediğiniz düşünceleriniz var mı? Sessizc öğretmene bakıyorduk. Öğretmen bana döndü, “Senin söyleyeceklerin olacağını umuyorum; seninle bir giriş yapalım!”dedi. Kalktım, “Siz gidince açık geçen çok önemli matematik dersimize üzülürken önce göç edileceği haberi giderek yaygınlaştı. Savaş korkusu nedeniyle dersleri, unutur gibi olduk. Ankara’ya gideceğimizi öğrenince çok sevindik. Ancak Ankara yerine bir köye indiğpimizde umutsuzluğa düştük. Radyo savaş haberlerini duyunca buna da razı olamaya başladık. Daha sonra kurulacak okulun temeli atıldı, tıpkı burada çalıştığımız gibi çalıştık, “Burada da bir Kepirtepe kuracağız!”diyerek çalıştık, Çalışırken sizleri anımsadık sizlere layık olmaya çalıştık. Başka okullardan öğrenciler de geldi, onları gördük

tanıştık. Onlara duyurmadan, onlardan daha iyi yetiştirildiğimizi görüp sevindik. Onların okulları daha güzel olanaklara sahip bunu da öğrendik. Gene de okulumuzu seviyoruz, buraya dönmek için sabırla bekledik. Zaman zaman ya dönmezsek korkusu da çektiğimiz oldu!”Öğretmen gülerek, “Dostum, sen bu konuyu iyi düşünüp özetini hazırlamışsın. Gene söz alırsın, bakalım öteki arkadaşlar neler söyleyecek? derken zil çaldı. Öğretmen devam etmek üzere ayrıldı. 2. Derste Yusuf Asıl, nasıl gittiğimizi anlattı. Sami Akıncı Hasanoğlan köyünü tanıttı. İsmet camide yatışımızı, gece hayalet çıktığını anlatınca Ahmet Gürsel Öğretmen “Ne demek hayalet, böyle şeylere inanıyor musunuz? ” diye sordu. Harun Özçelik’le Mustafa Saatçı hayalet olayını anlattılar. Ahmet Gürsel Öğretmen, ”İşte size tipik bir Anadolu köyü, yüz yıllardır değişmelen cehalet numaraları. Bunları biz kitaplardan okuduk siz yaşayarak öğrendiniz. Burası çok önemli, bizim Trakya’mız bunları aşmıştır. Trakya’da öğretmenlik yapacaksınız, sizin de bir çok sorununuz olacak ama bu denli ilkel anlayışla karşılaşmayacaksınız!”Öğretmen ders yapıp yapmadığımızı sordu. Gittiğimizden bir süre sonra geçici iki hafta ders yaptığımızı, Bu sıra Hasan Ali Yücel’in dersimize girdiğini anlattık. Öğretmen sözü kestirdi, “Göstermelik, işte bunlara gerek yoktu. Sizi on ay dersten yoksun bırakmamalıydılar!”dedi. Bu kez kişisel çalışmalarımızı sordu. Herkes susunca gene ben parmak kaldırdım, Müzik öğretmenleri geldi, öğle paydoslarında çalışmalar yaptık!”dedim Öğretmen buna sevindi “Bak bu iyi olmuş, kimler yararlandı? diye sorunca arkadaşlar beni gösterdi, ”Kendisi yararlandı!”deyince öğretmen ilgiyle sordu. Ben de Behire Bil öğretmenin akordiyon çaldığım için kemandan çıkarmasını o gidip yerine gelen Süheyla Öğretmeninse sıkı bir keman çalışması yaptırdığını anlattım. Yusuf Asıl’la Ahmet Güner Zeybekleri öğrendiğimizi anlattılar. Ahmet Gürsel Öğretmen, “İşte beni mutlu eden haberler bunlar. Derslerdeki eksikleri elbirliği ile tamamlayacağız, öğretmen olarak bireysel dağarınızda başka değerlerin de olması önemli!”dedi. Zil çalınca fizik dersine de kendisinin geleceğini söyleyerek ayrıldı. İsmet, “Dayı sen Ahmet Gürsel Öğretmeni öteki derslerde de böyle konuştur, böyle iyi oluyor!”dedi. Mehmet Yücel, İsmet’e “Dayın bu derste konuşturdu, öteki derslerde biz konuşturacağız sen o zaman seyret gümbürtüyü!”deyip tüm arkadaşlar güldü. Fizik dersimizde öğretmen , hiç fizik dersi görmediğimizi duyunca, ”Eyvah!”dedi. Güldü, ”Neyse, bir yolunu bulup ortalama bir çıkış yolu bulacağız. dar kapsamlı bir program uygular, az öğreniriz, öz öğreniriz!”deyip tebeşir aldı, tahtaya bir araba tekeri çizdi. Bir yanan mum resmi çizdi, arkasından bir kuyu çıkrığı, bir bisiklet, bahçıvan dolabı çizdi. Bunların neler olduğunu sordu. Hüseyin Serin araba tekerini, İdris Destan, su dolabını, Abdullah Erçetin, Mumu, Bekir Temuçin bisikleti anlattı. Bisikletle araba tekerinin gelişmesini otomobile bağladı, Kuyudan su çekme ile bahçıvan dolabını eski gemilere benzeterek günümüz gelişmiş vapurlarına geçti. Tüm bunların bağlandığı matematik kuramlarını oluşturan bilime Fizik dendiğini anlattı. Sami Akıncı “Nevton!”deyince, ”Evet, fizik bilimin ünlüleri vardır, Newton, Arşimet bunların en çok anılanlarıdır. Fizik Bilminin konusu da çok yaygındır. Duvara çaktığınız çiviye çakiçle vuruşunuzdan, deryada gezen gemilerin su üstunde duruşlarına, elmanı daldan düşüşü gibi namlusundan çıkan gurşunun hızına dek maddenin hareketi, hareket şiddeti hep fizik olayıdır. Fizik, bir bakıma da çevremizde olan biten doğa olaylarının matematiksel son- uçlarını inceleyen bilimdir. Arşimet olayını anlattı. “Arşimet banyo yaparken hamam tasıyla su alıyormuş. Tasta belli yere kadar su olduğunda su üstünde duruyormuş. O belli yerden sonya su gelince batıyormuş. Arşimet buradan bir sonuç çıkarmış, “Suya bırakılan bir cismin ağırlığı taşırdığı suyla ilgilidir. Cisim taşırdığı sudan hafifse su üstünde durur, ağırsa suya batar. Arşimet bunun ayırdına varınca hamamdan çırılçıplak çıkıp bağırmış “Buldum!”(Eureka)Ders bitince öğretmen çıktı. Mehmet Yücel, Fizik dersini sevdiğini soyledi, Herkes dikkatle baktı, Mehmet Yücel, “Arşimet’in Eureksı, ananın örekesi!”bunu hiç unutmam!”deyip güldü. Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel’in buluşunu beğenmedi, kendisi hamama gidince “Bulamadım!”diye bağırarak çıkacakmış. Gülüşürken Selçuk Korol Öğretmen geldi. Gülerek, “Ben size Hasanoğlan masanoğlan sormayacağım, çok özlediğinizi bildiğim Kepirtepe’yi nasıl buldunuz? Umduğunuz gibi mi? Yoksa başka bir şeyler daha bekliyormuydunuz? ”Bir çok parmak kalktı. Öğretmen, Bekir Temuçin’e söz verdi. Bekir Temuçin, Hasanoğlan’ın yemeklerinden çok yakınıyorduk, oysa burada da aynı durumla karşılaştık!”deyince öğretmen, “İki gözüm, o dediğin tüm ülkenin sorunu. Devlet alım satımı men etmiş, fırında pişecek ekmeğin rengini bile sınırlamış, okullarına verdiği sınırlı ödeneğı en alt sınıra çekmiş, nereye gitsen o dediğinle karşılaşacaksın. Bundan kurtuluş, yiyevceğimizi kendimiz sağlayacağımıza bağlı. İşte geldik, bahçelerimizi iyi yetiştirelim, bol ürün alalım, kendi çıkardığımızı bol bol yiyelim!”Arkadaşlar birden konuştular, “Bizim bahçeden alıncaya dek hep mercimek mi yiyeceğiz? ”Selçuk Öğretmen, “Aman çocuklar beni sorguya çekmeyin, burada konuşuyoruz; ben de sizin yediğinizi yiyorum. Evlerinizden yeni döndünüz iyi düşünün orada daha farklı mı yediniz? Ayrıca devlet bütçesinin bağlandığı bugünlere bakarak sızlanmayalım, yakında biraz daha değişik yemeklerimiz olacaktır. Bana sorarsanız ben, Yemek için yaşayanlardan değil, yaşamak için yiyenlerdenim, bu nedenle yemek işleri üzerinde fazla durmam!”Ben parmak kaldırdım, “Derslerimizin bir bölümü gene boş geçeceğe benziyor. Örneğin kimya dersimiz gene boş, hiç kimya okumadan okulu bitireceğiz. Müzik de öyle, ayrıca atölye öğretmenlerimiz yok!”Öğretmen gülerek duyduğuma göre öğretmenler atanmış, bugün yarın gelirler!”dedi. Ellerini çırparak, gelelim bizim dersimize!”deyip coğrafya dersinin bu yılki konularını sıraladı. Önceki yılların bilgileri deyince, arkadaşlar gülerek, iki yıldır dersin boş geçtiğini söylediler. Öğretmen bir süre baktı, “Peki öyleyse eski bilgi sözümü geri altım, yer şekillerini, dağları, denizleri, gök yüzü boşluğunu, gök yüzündeki cisimleri, denizleri, denizdeki yaşamları ele alıp inceleyeceğiz. Özellikle yakın çevremizdeki yer şekillerini gözleyerek adlandıracağız. !”dedikten sonra sordu “Buna bir diyeceğiniz var mı? ”Sustuk. Öğretmen, “ Birer defteriniz olacak, gerekirse konularla ilgili notlar yazdıracak genelliklede siz tüm ders konularında kendiniz notlar alacaksınız!”dedi. .

Öğle yemeğin de, dersteki yemek sızlanmalarımızı yalanlarca güzel yemeklerle karşılaştık, güzel bir çorba, etli fasulye, kremalı tatlı. .

Duyuru yapıldı görevli olan sıfının dışındakiler dersliklerinde serbest çalışacaklar. Sınıflar sıra ile kar temizliğine çıkacak. Nöbet 7. sınıflardaymış. Derslikte oturduk. Tarih çalıştım, Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri. Geçen yıllar bu konu üzerinde uzun uzun durmamıştık. Osmanlı Devleti’nin kurulmasundan önce Anadolu oldukça karışık bir dönem geçirmiş. Özellikle Seçuklu Devleti ile ondan öncesini, sonrasını bilmediğimi anladım. 300 yıl süren bu değişken durum beni bir hayli uğraştıracak. 1071 Malazgirt savaşı ile 1299 Osmanlı Beyliği’nin kurulması arasını kapsayan bu süreçte sayısız savaşlar olmuş, sayısız devletler kurulup yıkılmıştır. Bunları öğrenmek zorundayım. Orta Asya’dan Anadolu’ya çok eskiden beri Türk göçleri gemiştir. Ancak bunlar, sessiz, anlaşmalarla uyum içinde olmuştur. İlk kez bir Türk gücü 1071 yılında savaş ederek Anadsolu'ya girmiş, Bizans’ı yenerek gücüyle ona boyun eğdirmiştir. Bu nedenle Anadolu’ya Türk boylarının girmesi, 1071 Çaldıran Savaşı olarak başlangıç alınır. Bu tarihte Selçuklu Sultanı Alpaslan, Bizans İmparatoru Romen Diojen’i yenmiş, Anadolu’nun doğusuna Türklerin yerleşmesini sağlamlaştırmıştır. Bundan sonraki Türk akınları buralardan başlayarak daha batıya yönelmiştir. Alpaslan-Nizam-ül Mülk-Melikşah, Anadolu Selçuklu Devleti, Haçlı Seferleri. Başlıkları sıralamak kolay ama ayrıntılara girince insanı terletecek ölçüde karışık, doğruyu buldurmak zorlaşıyor. Bir süre durdum, arkadaşları dinledim, eski öyküleri bilmem kaçıncı kez tekrarlıyorlar. Yarın Çarşamba yeni bir ders: Öğretmenlik Bilgisi. Bunun da kitabı yoksa işimiz zorlaşacak. Özellikle Okul Müdürümüzün anlattıklarını izlemek oldukça zor olacak. Öğretmenlikle ilgili Mustafa Ağabeyin beyaz dergilerinde çok yazılar vardı. O dergi bizim okula da geliyor, onları karıştırıp bulurum. İlköğretim Dergisi. Yarın iki saat müzik dersi var, müzik öğretmeni olmadığına göre gene boş geçecek. Müzik bilgilerimi anımsamaya çalıştım. Diyezli, bemollü gamları biliyorum. Nota değerlerinden başka hareket bildiren sözleri de öğrendim. Allegro-Allegretto, Andante, Vivace, Grave, Largo, Largetto, Lento- sözlerinden başka insan seslerinden Erkek: Bas, Basbariton, Bariton, Tenor, Kadınseslerinden, Soprano, Mezzosopranao, Alto, kontalto, kloratursoprano seslerini biliyorum. Ayrıca diyez sıralamasına göre, Do majör diyezsiz, beş üslüsü bir diyez, sol majör, onun beş üstlüsü re maör iki diyez, onun beş üstü la majör 3 diyezli, onun da beş üstlüsü mi majör 4 diyez sıra böyle sürüyor. Bemoller de bezer şekilde sıralanıyor. Bemollerde sıra 4. notadan başlıyor. Donun dörtlüsü Fa, fa majör bir bemol, Fa majörün dört üstü si bemol , Si bemol majör de iki bemollüdür. Si bemol ün dört üstü mi bemol majör, bu da 3. bemollüdür. Bemollüler de böyle sürüp gidiyor. Ayrıcaseslerinçoğalıp azalmasını gösteren işaretler. Diminiendo, kreşendo gibi geri dönüş işaretlerini de öğrendim. Sağolsun Süheyla Öğretmen her derste bana ayrı bir işaret öğretti. Hiç yorulmadan arada onları da kazandım. Sorarsa mahcup olurum, diyerek hepsini deftere yazıp ezberledim. . Akorları ise, akordiyonda kendi kendime çıkardım. En rahat dersim müzik olacak ama yazık ki öğretmeni yok!

Bir atölye gününü derslikte geçirdik. Okuma saati zili çaldı, öğretmen gelecek. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen geldi. . Kapıdan girince “Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanı!”derler. Sizinki de o hesap, gittiniz, gezdiniz geldiniz. İyi de ettiniz, biz de size bir çok hazırlık yaptık, mart gelir gelmez kolları sıvayacağız. Bildiğim kadarıyla siz orada başkasının bahçlerine baktınız. Elleriniz çapaya, çepine değmedi!”dedi, güldü. ”Bağ için söylnmiş bir Atasözümüz vardır. Onu tüm bahçeler için de söyleyebiliriz. Bileniniz var mı? ” diye sordu. Bilemedik. “Bağa bak üzüm olsun, yemeğe yüzün olsun!”Öğretmen iki kez tekraraladı sonra da nasıl duymazsınız? Hiç değilse ben söylemişimdir. “Bahçede izin olsun, yemeğe yüzün olsun!”Öğretmen, “Neyse bu yıl, iziniz de olacak haklı olarak yiyeceksiniz de. Topraklarımız verimli, suyumuz da bol!”Hasanoğlan'da bahçecilik durumunu sordu. Bahçe konusunda belli bir bilgimiz yoktu. Ancak olsaydı görecektik. Bağları vardı onları gördük. Köyden, demir yoluna dek su kenarından kaç kez yürüdük, sebze bahçesine rastlamadık. Öğretmen bana sordu, “Sen dikkatlisin, görmüş olabilirsin!”dedi. Lalahanda’kileri gördüm ama köyde görmedim!”deyince , öğretmen demek yokmuş!”deyip sözü değiştirdi. Köyün nufusunu sordu. Çoğumuz 1500 olarak söyledik. Öğretmen “Ben de öyle okudum. Gazeteler değişik bilgiler yazdı, hangisine inanalım!”dedi. Ben, ”Köylüler, kendileri köylerinin 300 hane olduğunu söylediler. Oysa okulları küçük, ayrıca 3. sınıfa kadar!”deyince öğretmen duraksadı, “Senin bir yanlışın olmasın, gazetelerde 150 hane ile 250 hane arası değişik sayılar yazıldı. Ancak 150 hane bile olsa 5. sınıflı okul olmalıdır. Ankara nasıl böyle bırakmış anlamadım!”dedi Sonra da, neyse şimdi birden yükseldi, 10. sınıfa dek yükselen bir okulu oldu!”dedi. Bahçeye elverişli yerlerin olup olmadığını sordu. Bir çok arkadaş söze karıştı. Öğretmen, “Anladığım kadarıyla siz bu işe alıcı gözüyle bakmamışsız, değişik şeyler söylüyorsunuz. Bahçe yeri düz olmak gerekir. Sebzeler su ister. Su da düz ya da az eğilimli yerlerde akar, bayırlık yerlerde de olur ama bu zoraki yapılır. Anlattığınız yerde sebze bahçesi zoraki mi sulanacak, yoksa doğal akışla sulanabilecek mi? Sorduğum buydu. Daha doğrusu ben sizin bu konudaki ilginizi öğrenmeye çalışıyorum. Şunun şurasında bir buçuk yılınız kaldı, gittiğiniz yerlerde sebze bahçesi yapmaya kalkınca ne yapacaksınız? Bunu irdelemeye çalışıyorum. Böyle konuşa konuşa konuya yaklaşacağız. Bakın siz bir yıla yakın bulunduğunuz yerde bu konuya hiç değinmemişsiniz bu belli. Ancak ben eğreti bile olsa dağarınızdaki bilgileri ortaya döküp bir fikir oluşturmaya çalışıyorum. Daha geç kalmadan belli noktalarda anlaşalım. Boşa geçirecek fazla zamanımız kalmadı!”dedi. Arkasından da “Ben böyle düşünüyorum, siz ne diyeceksiniz, onları da sırası geldikçe dinleyeceğiz!”deyip güldü. Tabiat Bilgisi Dersine kendisi geleceğini, o derste de benzer konulaya değineceğimizi, tarım ürünlerinin insan gelişimi, ayrıca sağlığıyla ilgisini özetledi. “Önemli olan insan yaşamı ile ilgili bu bilgilerin insana yönelik sağlıklı bilgilerle yararlı duruma getirilmesi amaçlanmaktadır, bunu başarırsak amacımıza ulaşmış olacağız!”dedi. Son sözü bitirirken zil çaldı. Çıkarken öğretmen, gelecek derslerde de bu konuları konuşacağımızı söyledi.

Yemek boyunca Hasanoğlan’da sebze bahçesi varmıydı yokmuydu tartışması sürdü. Sonunda Salih Ziya Öğretmenin tasarladığı gibi sebze bahçesi olmadığı kanısına vardık. Ali Yılmaz Öğretmenin oturduğu evlerin altında birkaç bahçe vardı ama, sanırım onlar da kendileri için sınırlı ekim yapıyorlardı. Örneğin bizim köyde bizim de “Ada dediğimiz su altında yerlerimize her yıl ailemize yetecek kadar domates, patlıcan, domates, biber, patlar mısır, havuç, papates, soğan, sarımsak ekeriz. Bunlar tümüyle evimizde tükenir. Buna sebzecilik dendiğini hiç düşünmedim. Bizim tarafta Asılbeyli denilen köyde sebzecilik yapılır, göz görebildiği kadar geniş alanlar, laha, pırasa, patlıcan, biber, domates ekilir. Ürünler olunca da araba dolusu satışı yapılır. Lüleburgaz’ın da bizim köy yolu tarafında büyük bir alan sebze bahçesidir. .

Dersliğe dönünce bizim masadaki arkadaşlar kesin olarak “Hasanoğlan köyünde sebze bahçesi yoktu!”dediler.

Çalışma saatinde ben tarih okudum. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen kitabı alıp karıştırdı. “Tarih dersini seviyor musun? diye sordu. Çok sevdiğimi söyleyince de “Ender duyarım bunu, tarihi ben de severim ama daha ziyade uygarlıklar tarihini okurum, savaşları pek okumam!”Arkadaşlar öğretmene sözcük anlamları sordular:

Kabus, Ultimatom, Serdengeçti, Külhanbey, Payıtaht, . Öğretmen, sözcüklerin nerene nasıl geçtiğini sordu. Soran arkadaşilar, öğretmenin ilkesini bildiklerinden hazırlanmışlar, geçen tümceleri de söylediler. Öğretnen sıra ile açıkladı. Kabus: Sıkıntılı, korkulu rüya ya da kişinin çok sıkıntılı bir duruma düşmesi… “Dün gece bir kabus sonunda uyandım!”Bozuk bir otobüsle İstanbul’a gitmek üzere yola çıktık, kabustan çıkar gibi İstanbul’a indik!”Ultimatom: Devletler arasında kullanılan bir sözcük. Korkutmak için söylenen ya da yazılan duyuru: Almanya, Amerika’ya ultimatom verdi!”gibi. Serdengeçti: Cesur insanlar için kullanılır. Olayların üstüne ölümü göze alarak gidenler, bir bakıma başının kesilmesini bile göze alıp savaşanlara takılan sıfat. Ser: baş, geçmek, bırakmak,

Vazgeçmek, verme anlamlarında kullanılmaktadır. Kısaca Serdengeçmek, ölümü göze almaktır. Serdengeçti: Ölümü göze alabilme…Külhanbeyi: Eskiden kalma bir sıfat. Külhan, hamamları ısıtan ocak. Eskiden yersiz yurtsuz olanlar kışları bu sıcak yerlere sığınırmış. Bu kimsesiz sığınmacıların arasından çıkan kabadayılar için söylenmiş, sonra da yaygınlaşarak önüne gelene sataşan sokak kabadayılarına yakıştırılmıştır. Günümüzde ise, ötekine berikine sataşan terbiyesizlere yakıştılan bir deyim olmuştur. Payıtaht: Devletin yönetim yeri anlamı taşır. Ankara, Türkiye Cumhuriye’titn payıtahtıdır. (Yönetim merkezi-Başkenti)Sözcüğün yapılışını tam olarak saptayamayacağız. Pay: ayak, dayanak anlamına geliyor. Taht ise kralların, padişahların oturduğu gösterişli sandalye, koltuk. Böylece Koltuğun dayanak yeri gibi bir dar anlam çıkmaktadır. Oysa görkemli bir söylenişi vardır. Örneğin, ”Türkiye Cumhuriyeti’nin payıtahtı Ankara’dır!”. denince anlamı çok değerlenmiş oluyor. Payitaht yerine Makarr da denir: Karar verilen yer, dolaylı olarak devlet işlerinde son kararların verildiği yer anlamında kullanılmaktadır!”Öğretmen başka sorumuz olup olmadığını sordu, arkasından da gülerek, “Siz işin kolayını buldunuz, birkaç sözcük saptayıp nöbetlerimde beni konuşturacaksınız anlaşıldı; bundan sonra ben de Kamusu yüklenip geleceğim!”dedikten sonra bana, ”Kamus’u sordu. Kamusu bilmiyordum ama konuşmanızdan sözlük (Lügat)olduğunu anladım, Lügat, “Büyük Lügat!”dedim, sıradan Almanca Büyük Lügatı çıkardım, “Bu tür bir lügat!”diye kitabı gösterdim. . Öğretmen güldü, ”İşi sağlama bağlıyorsun; iyi de ediyorsun, sözlerini belgelere bağlamak güzel bir alışkanlıktır, bunu sürdürürsen çevrendekiler sana inanacak, “Mutemet bir insan!” saygınlığını kazanacaksın!”dedi. Çarşamba günü öğleden sonra, Tarım Çalışmalarımız için açıklama yapacağaını söyledikten sonra öğretmen ayrıldı. Öğretmenin arkasından İsmet “Çok iyi bir öğretmen ama zaman zaman o da tadını kaçırıyor!”deyince “Ne oldu şimdi, neyin tadı kaçtı? ”diye soranlara. ”Baksanıza, tatlı tatlı konuşurken, “Yarın çalışma planları yapacağız!” sözünü araya sıkıştırdı. İsmet’in sözüne gülüşürken Yat Zili çaldı, şamata başladı.

Yatınca Öğretmenlik Bilgisi Derslerini düşündüm, neler okuyacağız acaba? Öğretmenler her gün karşımızda, onlarla aramızda bir sürü ayrılıklar var. Örneğin giyimleri, giyimleri için bize ne söyleyecekler? Kendileri istediği gibi giyiniyorlar, saçlarını diledikleri gibi tarıyorlar. Bize bu konuda ne diyebilirler. “Biz böyle yapıyoruz ama siz yapamazsınız!”demeye gerek yok, bunu demeden yapıyorlar. Hasanoğlan’a gelen Köy Enstitülerinde yalnız bizimle Kızılçullu öğrencilerinde kumaş giysi vardı, ötekiler asker abalarıyla geldiler. Üstelik yazın bile kalın giysilerle gezen vardı. Bir çok ekibin öğretmenleri de o giysilerle gezdi. Gelen müdürlerden Eskişehir/Çifteler’le Akçadağ müdürleri de öğrenciler gizi giysi ile geldiler. Böyle olunca bize giysi konusunda ders vermeyecekler. Bakalım, yarın göreceğiz. Müdürümüz hep söylerdi, “İlerde sizinle sık sık konuşacağız!”derdi. Bakanlık Müfettişi Hayrullah Örs geçen yıl konuşurken Meslek Desrlerinizde okuyacaksınız demişti. Meslek Dersi dediği sanırım bu Öğretmenlik Bilgisidir.

 

11 Şubat 1942 Çarşamba

 

Mustafa Saatçı, “Bu günden sonra sizden ağırbaşlı tavırlar istiyorum, artık öğrencilik zamanı bitiyor, öğretmen olmaya başlayacaksınız. Ders başlayana dek ne halt ederseniz edin, dersten sonra yağma yok, öğretmen gibi olacaksınız!”Hemen sorular soruldu, “Sen nolacaksın? ”İmam hoca öğretmen!Mustafa İmam Öğretmen. Hoca Mustafa Öğretmen, Öğretmen Mustafa Hoca!En çok konuşanlardan Bekir’e sonunda, Mustafa Saatçı, ”Bücür Öğretmen!”deyince şakalar kavgaya dönüştü. ”Salih Öğretmen geliyor!” duyurusu üzerine susuldu. . Gelen giden olmadı, kahvaltıya gittik. Kamyon geldi, Kamyondan inenler arasında İlhan Görkey’i gördüm. . “Birden “Eyvah!”dedim. Halil Basutçu, “Bir tadığın geldi!”dedi. ”Tanıdıktan çok, ne zaman gelse biz o gelip gittikten sonra yer değiştiriyoruz!”dedim. Edirne’de geldi, Alpullu’ya taşındık, Alpullu’ya geldi, Lüleburgaz’a göçtük. Son Kepirtepe’ye geldiğinde de Hasanoğlan’a gitmiştik!”deyince arkadaşlar şaşkın şaşkın bana baktılar. Kahvaltıdan kalkıp öğretmen masasının yanından geçerken İlhan Görkey Öğretmen, ”Çeşmekollu, ben gene geldim, ama bu kez kolay gitmeyeceğim, ben de aranıza karıştım, birlikte çalışacağız!”dedi. Elini öptüm. ”Sonra gel görüşelim!”deyince selam verip ayrıldım. Arkamdan öğretmenlere birşeyler anlattı. Dersliğe gidince sevindim, bana söylediğini arkadaşlar da duymuş. “Nasıl adam, hangi derse girecek soruları soruldu. “Dersten sonra gidip öğreneceğim!”. Ders zili çaldı, Okul Müdürümüzü bekledik. Okul Müdürümnüz ilk Öğretmenlik Bilgisi dersimize gelemedi. Müzik derslerimiz de boş, o zaman çağırmayı düşündük. Sami gitti, Müdür Bey, “Önemli işim çıktı, daha sonra telafi ederiz!”demiş. Müzik dersimizde ben müzik defterimi çıkarıp diyez, bemol sıralarını yediye tamamladım. Minör dizileri de sıraladım. Yazdıklarıma bakan arkadaşlar şaşırdılar. “Bunlar ne böyle? ”Süheyla Öğretmenden öğrendiğimi söyledim, ayrıca bana verdiği notaları gösterdim yazısı, imzası görünce inandılar. Yazısının güzelliğine de şaştılar. Öğle yemeğine dek konuşma konusu Süheyla Öğretmen oldu. Dikkat ettim, güzelliği üstünde herkesin düşüncesi aynı:

-Çok güzeldi!Yusuf’la Ahmet zeybek oyunlarına katıldığını söyleyince de herkes şaşırdı:

-Sahi mi? Oynadı mı? Öğle yemeğine İlhan Görkey’le Okul Müdürü birlikte geldi, yemek süresince konuştular. Yemekten sonra kürek nöbeti bizim sınıfınmış, kürekleri alıp bahçeye çıkınca nöbetçi öğrenci beni çağırdı. Hüsnü Baykoca’nın geçen yılki odasında İlhan Görkey oturuyordu, bana el etti. Müdür yardımcısı olarak geldiğini, bir sorunum olunca çekinmeden gelebileceğimi, söyledi. “Sağolun!”deyip ayrıldım. Arkadaşlara anlattım. Bir çoğu bana imrenerek baktı. Mehmet Yücel, “Dayı sen hepimizden şanslısın, Hüsnü Baykoca da senin tanıdığını ama sonunda ondan önce sen sıtkını sıyırdın, bu da öyle olmasın!”dedi. “Bilmem, ben zaten çok sokulmam, çağırırsa giderim. Ancak, Ali Ağabeyim, Eğitmen Mustafa Ağabey onu çok seviyorlar. Ayrıca Kırklareli’deki Hasan Amcamın ev komşusu, onlar da komşuluğundan çok memnunlar, 2 kızı, 2 de oğlu varmış. . !”deyince arkadaşların çoğu öyleyse fena adam değildir!”dediler. Bu kez de Hüsnü Baykoca’dan ne kötülük gördük ki? Hasanoğlan’ın karışık durumunda o adam ne yapabilirdi? diyerek Hüsnü Baykoca Öğretmeni de hayırla andık. Kürek nöbetimizde bize atölyelerin çevresi gösterildi. Namık Öğretmen geldi çizgiler çizdi oraları kürüdük. Hava da ılıdı. Kürüdüğümüz yerlerin erimeye başladığını görüp sevindik. Gösterilen alanı bitirince paydos ettik,

Ben, bir süre atölyede kalıp akordiyon çaldım. Parmaklarım iyice ağırlaşmaya başladı. Durmadan düz , koromatik gam yaptım akor bastım, arpej yaptım. Kendi kendime bir gam çalışma yöntemi buldum. Do majör bir çıkış bir iniş yapınca re majöre ondan da mi, arkasından fa, sol, la, si, inc do’ gidip gene sırayla dönüyorum. Dersliğe gidince gene soru yağmuruna tutuldum, “Gelen şişman adam kim? ”Şişman adam dedikleri , İlhan Görkey. İlhan Görkey’in Edirne’ye niçin geldiğini, daha sonra Alpullu’ya gelişini bildiğim kadarıyla anlattım. İlhan Görkey Kırklareli müfettişlerinden. Edirne Kararağaç Eğitmen Kursunda görev yapmış. Sonradan bizim okula devredilen tüm eşyaların sayımlarında bulunmuş biri. Onların devir işlerinde görevli olduğu için gelip gitmiş. Trakya Köy Öğretmen Okulu’nun Kepirtepe’de kurulmasına karar verenlerden biri. İlköğretim Müfettişi olarak Trakya’nın her yöresini gezmiş. Bu arada bizim köyü çok görmüş, babamı tanımış, geldiğinde beni görür görmez babamı sordu selam söyledi. Şimdi de burada görev almış, Ömer Uzgil, Hüsnü Baykoca gibi o da Okul Müdürümüze yardımcı olmuş! Arkadaşların kimisi benim adıma sevindiler kimisi sustu, birkaç tanesinin de üzüldüğü yüzlerinden belli oldu. Güldüm, içlerinden bir Hasanoğlan’da bile sopayı yeyince dilini tutmuştu. Burada ne yapacağını sanıyor bilmem, burasının benim köyümün bir parçası olduğunu hala düşünemiyor. Bitişik Yeni Bedir Köyü muhtarı Uzun Kamber’in sık sık Okul Müdürü ile bir arada olmasını bile kavrayamamış durumda. Üstelik kültür derslerine ek, iş derslerindeki başarılarımın öğretmenler üzerindeki etkisini düşünemiyor. Hasanoğlan’da Sili Ustanın beni öğretmenlerle bir tutmasının anlamını anlamazdan geliyorBir daha karar verirsem bu kez dövmeyeceğim, tutup kulağından Okul Müdürüne götüreceğim.

Namık Öğretmen geldi. Sobaya baktı, “Kömürünüz mü yok, yoksa kömür tasarrufu mu yapıyorsunuz? ”dedi. Arkadaşlar üşümediğimizi söylediler. Öğretmen gülerek, “Siz bilirsiniz, ”deyip öğretmen masasına oturdu. Öğretmen cebinden çıkardığı küçük bir defterden bir şeyler okuyarak öteki sayfalara yazılar yazdı. Her zamankinin tersine hiç konuşmadı. Öğretmen öyle durunca hiç kimse fısıltı bile etmedi. Zil çalınca öğretmen, “Siz mi değiştiniz yoksa ben mi yanılıyorum, sözde çok gürültü çıkarıyormuşsunuz, kulağıma öyle çalınmıştı, demek ki yanlışmış!”deyip ayrıldı. Akşam yemeğinde gene kalabalık öğretmen vardı. Arkadaşlar, “Bu kez iş ciddi, öğretmenler dersliklere gelmeyi sürdürecekler galiba, demeye başladılar. Çalışma saatinde de Namık Öğretmen geldi. Bu kez kapağı gazete ile kaplanmış bir kitap okudu. Öğretmene yakın olanlar kitabın adını öğrenmek için soramadılar ama dikkatle baktılar. Mehmet Başaran çok yakındı eğilip baktıkça öğretmen de baktı, sonunda güldü, hadi hadi bak, öğren!”dedi. Mehmet Başaran çekindi. Bu ara Bekir Temuçin kitabın başlığını okumuş, ”Zeytinyağı!”diye fısıldadı. Öğretmen güldü, bu kez kitabı kaldırarak Mehmet Başaran’a okutttu: Zeytindağı, yazan Falih Rıfkı Atay…. Öğretmen, “Falih Rıfkı Atay’ın gazete yazılarını sevdiği için kitaplarını da okumak istemiş. ”İlerde siz de okuyacakınız, savaş acılarını anlatıyor. Yaşınız gereği şimdi okumanızı önermiyorum ama ilerde mutlaka okumalısınız!”diye tembihledi. Öğretmen, “İçinizde kitap okumayan var mı? ”diye sordu. Dikkatsiz arkadaşlarımızın biri belki de birincisi 6 Ali, hemen el kaldırdı. Öğretmen, Ali’ye niçin kitap okumuyorsun? ”diye sordu. Bu kez Ali şaşırmış olarak, ”O “OkuyorumÖğretmenim!”deyince öğretmen başta, hepimiz güldük. Öğretmen, “Okumayanları sordum!”deyince Ali nihayet durumu anladı, özür diledi. Öğretmen, “Özür dilemeye gerek yok, biz sana teşekkür ederiz, bizi neşelendirdin!”dedi. Öğretmen saatine baktı, kalkarken zil çaldı. Falih Rıfkı Atay’dan yazı okuduk ama okuduklarımnzdan hiç birini anımsayamadım. Fikret Madaralı Öğretmen de önemli yazaralarımızdan demişti. Önemli yazardan bir parçasını bile anımsamamak zoruma gitti. Falih Rıfkı Atay’ın yazı yazdığı Ulus gazetesi bizim köye bile geliyor. Muhtar Çavuş Amca onları yığınla topluyor, biliyorum da bir tane olsun anımsayamama üzüldüm. Yatınca bir süre düşündüm. Üç okuma kitabında da yazıları vardı, o kadarını anımsadım ama yazıların bir tanesinin bile dilime gelmemesine çok üzüldüm. Hemen bir kitabını bulup okuyacağım. Demek küçük parçalar akılda kalmıyor. Oldukça sıkılarak uyudum….

 

12 Şubat 1942 Perşembe

 

Uyanınca geceki rüyamın bir bölümünü anımsadım. Yarım rüya. Korkudan uyandım. Köye gitmişim. Babam, “Senii bekliyordum, nerede kaldın? ”diye sordu. Ancak geldiğimi söyledim. Hemen Hanife Halana uğra!”deyince Hanife Halamın hasta olduğunu düşünerek gittim. Evde kimse yok, iç odaya girdim C yalnız, yüzü bir karış, gelinlikle oturuyor. söz söylüyorum, duymamış gibi duruyor. Eyvah, demek arkamdan herşeyi söyledi, şimdi de susmuış numarası yapıyor!”diyorum. Ortada kalmak istemiyorum, arkamı dönüp gitmeye kalkıyorum ama babamla karşılaşacağımdan çekinerek, dışarı çıkamıyorum. Öteki odada öyle duruyorum. Şimdi gelip görecekler, diye sıkınırken uyandım. C’nin öyle donmuş gibi duruşu uyanınca bile gözümün önün kaldı. Tüm belleğimdeki güzel izler silindi. . Uyandığımda uykum kaçtı. Sonra nasıl uyudum, bilemiyorum. Uyanınca gene benzer görüntüyü anımsadım. Matematik dersi sözü edilince toparlanıp indim. Rüya falan kalmadı, bugüm kesin olarak ders yapacağız. Sorular sorulacağı da besbelli. Acaba hangi konu ile karşılaşacağız? Namık Öğretmen yatakhane kapısına eliyle vurd “, ”Kapı kapanıyor, içerde kalmayalım!”Sıyrılıp geçtim. Mehmet Yücel sınıf nöbetçisi, koştum çıra getirdim, sobayı birlikte yaktık. “Hava çok soğuk değil ama oturunca üşüyoruz, ”diyen arkadaşlarımız var. Gerçekte ben de en arkada olduğumdan zaman zaman üşür gibi oluyorum. Mehmet Yücel yanımdan bunun için kaçıyormuş. Kahvaltılarda çay -zeytin, çay-peynir yiyoruz. Mehmet Yücel buna bir neden bulmuş, “Aşçımız çayı çorbadan daha kolay yaptığı için sabahları çorbaya yanaşmıyor!”diyor. Böyle deyince tüm arkadaşlar Mehmet Yücel”e “Ağzını hayıra aç!”diye bağırıyorlar. Ne demekse, herkes bunu söylüyor. .

Ahmet Gürsel Öğretmen, “Günaydın!”deyip girdi, gülerek:

-Nerede kalmıştık!dedi arkasından da gülerek “Nerede kaldığımızı biz de bilmiyoruz. En iyisi hayırlısıyla hep birlikte bir yerden başlayalım!”deyip kollarını sıvar gibi azıcık çekerek tebeşiri aldı. Bir nokta, paralel iki çizgi, kesişen iki çizgi çekti. Bize dönerek, “Tahtada sanırım önemli bir şey görmüyorsunuz!”deyince ben, “Görüyoruz!”dedim, Öğretmen ne, ne görüyoruz? ”diye sordu. “Geometri dersinin özünü görüyoruz!”deyince bu kez “Azıcık sabredemedin değil mi? ”deyip güldü. “Arkadaşınız haklı, Geometri biliminin can damarı ile karşı karşıyayız!İşte bir nokta, biz bu noktayı uzatarak çizgiyi ortaya çıkarırız. Bir nokta ile bir çizgiden neler yaparız, görelim!”deyip şekiller çizdi. Noktaları uzatıp çizgiler, çizgileri eğerek, eğriler, çizgileri kesiştirip açılar, açıları kapatıp üçgenler, üçgenleri katlayıp dörtgenler, dörtgenleri döndürüp silindirler, üçgenleri döndürüp konikler çizdi. Bize dönerek, “Eksiğimiz varsa onları da yapalım!”dedi. Bir süre durduktan sonra, “Uzun bir ara verildi ancak siz ne denli unutsanız da gene kalan bir şeyler vardır. Önce bir ödev denemesi yapalım: Asnımsayabildiğiniz tüm geomertrik şekilleri çizin, çizdiklerinizle ilgili şekiller haskkında ne biliyorsanız, yazın. Bildiklerinizi önemsiz saymayın, ne biliyorsanız onu yazın!”diye tekrarladı. Örneğin nokta için, ”Nokta, . eni boyu olmayan bir geometrik şekildir!”Çizgi için ise “Sıra noktaların oluşturduğu bir geometrik şekildir”, dediğimizde hemen boyu ekleriz. Öyleyse nokta aynı zamanda çizginin başlangıcı olarak da tanımlanır. Şekilleri çizerken bunları düşünün. Ders o denli çabuk geçti ki, zil çalınca şaşırdık. Öğretmen “Haftaya devam ederceğiz, sizler yine de geçmiş konuları anımsamaya çalışın, şekiller çizin, bir birinizi uyarın”deyip ayrıldı. İki dersimiz Almanca. Müdür Bey geçmişte Almanca dersine gelebilirim, demişti. Bunu anımsayanlar oldu. Bunu duyunca gülenler oldu. Öğretmenlik Bilgisi kadar buna da gelir(!), diyenler oldu. Orhan yanımdaki boş yere geldi, oturdu; birlikte orta 3 Almanca kitabını açıp okuduğumuz parçalara bir daha baktık. Bir birimizi uyararak birkaç parçayı çevirdik. Ancak zamanlarla ilgili değişimleri çözemiyoruz. Her sözcüğü lügatten almaya çalışıyoruz.

Grammatik: Das Passif-Perfekt-Plurquamperfekt-Futur-İnfinitiv-Nominatif-Dativ-Akkusativ-Propositionen-Genitiv- Zorlukla öğrendiğimiz sözcükler bu kalıplara girdiğinde bocalıyoruz. O zaman da metin ezberlemeye kalkıyoruz. Ancak metinler çok kolay unutuluyor. Ahmet Ağabeyi gördük, güldü, daha öğrenemediniz mi? Ankara’da da bir öğretmen bulamadınız mı? diye takıldı. Bize gene bu işe yemek masasından başlayın arkasından yatakhaneye geçin sonra oyunları öğrenin daha sonra dersliğe dönüp derslere uygulayın!”türünden övütler verdi. Örneğin Perfekt sözünün karşılığı olarak “Di’li geşmiş deyip geçemezsin, onların aktifleri-pasifleri değişmektedir; sürekli bir öğretici gerektirir. Ya da benim gibi konuşanlar bulup tepeden inme öğreneceksiniz!”Orhan’la bakıştık kaldık.

Ratsel: Bin ich davor, dann bin ich darin; Bin ich darin, dann bin ich davor…. Okuma saatinde Nazmi Aybar Öğretmen geldi. Bizim dersliğe az gelen öğretmenlerden Nazmi Öğretmen. . “Okulu bitireceksiniz, çoğunuzun adı bile öğrenemedim!”diye söze başladı, adını bildiklerini söyledi. Çok sevindi, on altı arkadaşın adını doğru söyledi, ”Yarıdan çoğunuzu tanımışım!”dedi. “İlk yıl demircilik atölyesinin açılmaması, sonra da göçlerin arka arkaya gelmesi Demircilik Atölyesisinin etkinliklerini baltaladı, ancak bu yıl 7. 8. sınıflarla çalışmalara başlıyoruz!”dedikten sonra Mustafa Saatçı’yı da tanık etti “Değil mi Mustafa? ”diye sordu. Daha sonra Mustafa Saatçı’yı yanına çağırıp, ona bir şeyler yazdırdı. Fısıltılar bir süre sürdü derken bir ara düpedüz konuşanlar oldu ama Nazmi Öğretmen duymazdan geldi. Zil çalınca da elindeki listelerle gitti. Öğretmen gidince Mustafa Saatçı uyardı, Nazmi Öğretmenden “Susun, konuşmayın gibi uyarılar beklemeyin, ancak o bu duruma çok üzülür!”Mustafa Saatçı arkadaşın uyarısı etkili oldu. Nazmi Aybar Öğretmen en eski öğretmenlerimizden, bugüne dek bizim sınıftan hiç kimseye sert bir söz söylememiş, nöbetlerde falan yaptıkları kusurları yüzlerine vurmamış. “Karşılıklı, konuşarak karar alındı “Nazmi Aybar Öğretmeni üzmeyelim!” sözü verildi. Zil çalınca Nazmi Öğretmen elinde bir dosya ile geldi, masaya oturup bir şeyler çizdi. Bir ara Harun Özçelik'i çağırıp ona da cedvel çizdirdi. Arkadaşlar verdikleri sözleri tuttular. Gerçekten konuşma olmadı. Zil çalınca Nazmi Öğretmen aramızda bir şeyler olduğunu anladı; gülümsedi, teşekkür edip ayrıldı. Öğretmenden sonra Mustafa Saatçı da kendine pay çıkarmaya kalktı. Bu kez arkadaşlar Mustafa Saatçı’ya “Sen sussan biz her öğretmene böyle davranırız!”diyerek Mustafa Saatçı’ya çıkıştılar. Mustafa Saatçı “Öyle ise ben söz veriyorum, bundan böyle derslikte konuşmayacağım!”deyince “…. . (Bir hayvan adı geçti)… yemekten vazgeçemez!”diyen olunca, az kalsın kavga çıkıyordu. ”Öğretmen geliyor!” uyarısı durumu değiştirdi. Ancak Mustafa Saatçı umulmadık bir tepki gösterdi. Ben karışmadım uzaktan izledim. Bu kez Mustafa Saatçı’ya hak verdim. Öyle pis sözleri hak edecek bir durum yoktu. Söz verdiğine göre bir süre beklemek gerekirdi. Belki sonucı iyi olacaktı. Öyle olmadı, kim söylediyse haksızlık etti. Kimin söylediğini ben anlayamadım. Bekir ya da Kadir olabilir, o taraftan geldi; ses de onların sesine benziyordu. Ben ayrılıp yatakhaveye gittim. Yarınki tarih dersini anımsayıp konuları sıralamaya çalıştım. Geçen yıllardan kalan tarih bilgilerimi anımsamaya çalıştım. En taze tarih bilgim, Napolyon Bonapart’ın Moskova’yı alışıdır. Ne var ki daha sonra aldığı Moskova’yı bırakıp geri döndü. Dönüşte de korkunç soğuklara yakalanıp askerlerinin büyük bir bölümünü yollarda kaybetti. . Özellikle Prens Andrey’in yaralandığı Borodini savaşını görür gibi oluyorum. Moskova’nın yanışı da öyle…Köyden ayrılalı on gün oldu. Bir yıl gibi geldi bana. Eskiden böyle oluyor muydu, köyü pek umursamıyordum. Hiç değilse ayrıldıktan sonra birkaç ay aklıma pek gelmezdi. Düşünmek istemiyorum ama aklımdan da atamıyorum…Niçin?

 

13 Şubat 1942 Cuma.

 

Tarih dersimiz bir saat. Neden bir saate indirdiler ki. O kadar uzun geçmişi haftada bir saat okuyarak nasıl öğreneceğiz? Üstelik tarih kitabı da izlemeyecekmişiz. Boş geçen derslerde neden öteki dersleri okutmuyorlar. Örneğin kimya boş geçiyor, üstelik iki saat. Bu iki saatte neden matematik ya da tarih okumuyoruz? Bunu arkadaşlara söyledim, paylarca karşı olanlar çıktı:

-İşin mi yok senin? Biz olan derslerin de boşalmasını isterken sen çoğaltmayı düşünüyorsun!deyip gülüyorlar. Biraz şaka oluyor ama en çok karşı olanların başında İsmet, “Dayı, seni dersi çok olan bir okula gönderelim de orada istediğin kadar oku!”diyor. Öğretmen çıktığında bana okuma parası gönderecekmiş. Arkadaşlar gülüyor. “Dayı yeğen dersler yüzünden birbirine düştü!”diyorlar. Kahvaltıda “Yeni bir öğretmen var dedim. Bayan öğretmen, meğer yeni değilmiş, Hasanoğlan’a gitmeden önce gelmiş, kısa bir süre sonra biz ayrılmışız. Yeni görmüş gibiyim. Önce inanmadım. Recep Kocaman doğruladı. Recep şaka söylemez. Selçuk Korol Öğretmen yeni giysili. Bakalım nasıl bir başlangıç yapacak. Hasanoğlan’da konuşurken, ”Kepir’e dönünce Kakava’lara gidelim!”diyordu, anımsatacağım, Kakava’lara az kaldı. Bir saat da Türkçe dersimiz var. Pazartesi günü iki saati konuşarak geçirmiştik. Bakalım bu ders nasıl geçecek. Arakadaşların çoğu ilk olma korkusuna kapıldı. Ben aklımdan bile geçirmiyorum. Eğer Fikret Madaralı Öğretmen bana da Sarsak derse, o sözün hiçbir değeri kalmaz. Okuduğumuz kitapları soracak. Benim listeyi görünce sanırım biraz şaşıracak. İnanmamazlık söz konusu olamaz, çünkü okuduklarımın hemen hemen hepsinin özetini de çıkardım. Sefilleri, Harp ve Sulhu, Thais’ı, Benim Üniversitelerimi, Madam Bovari’i, Kırmızı ve Siyah’ı, İki Şehrin Hikayesini, İki Ana’yı, (Maksim Gorki-Perarl Buck)Germinal’ı, Araba Sevdası’nı, Mai ve Siyah’ı, Aşk-ı Memnu’yu, Sinekli Bakkal’ı, Akdeniz’i(Panait Istrati) okuduysa bir Hasan Okumuştur. Ancak Hasan benim gibi not tutmuyor, okuyup geçiyor bir süre sonra da unutuyor. Bir zaman sonra üzerinde konuşulurken anımsıyor…İlk dersimiz tarih. Selçuk Korol Öğretmen gülümseyerek geldi. “Çadırınız sıcak değil mi? ”diye sordu. Yanlış söyledi diye düşünürken, Hasanoğlan’daki çadır dersliği anımsatmak istemiş. “Orası da sıcaktı!”diyerek söze girdi. Okulumuzun kuruluşunu anımsattı. Okula ilk gelişimizi anımsattı, kalkıp konuşmayan arkadaşları özellikle kaldırıp konuşturdu. Okulun kuruluşunu, defterlerimize yazmamızı istedi. Ayrıca ders kesiminden önce verilmek üzere köylerimizin kurulunu anlatan bir dönem ödevi verdi. Bu ödevlere kendisinden bilgi aldığımız kimselerin de yazılmasını istedi. Kitaptan yararlananlar yararlandığı kitapları da yazacaklar. Selçuk Korol Öğretmen çıkınca herkeste bir şaşkınlık. “Bu öden verilecekse tatilde verilmeli, biz şimdi kimden soracağız? ”Mustafa Saatçı çıktı ortada oynadı, onun köyünün kitabı varmış, o kitabı yazacakmış. “Deli misin sen? Kitap adı yazmakla ödev olur muéderken Fikret Madaralı Öğretmen, “Konu nedir? neyi bölüşemediniz? ”diye sordu. Herkes susunca, öğretmen, “Öyleyse öğrenmenin çeşitli yöntemleri vardır, birinden başlayalım!”deyip, İsmet’i kaldırdı, bize dönerek içinizde en cesurunuz İsmet, o nedenle onu kaldırdım, doğru ne ise o , onu söylerler!”dedi, İsmet’e, ” Az önceki olayı bana başka soru sordurmayacak açıklıkta anlat!”dedi. İsmet, Selçuk Korol Öğretmenin verdiği ödevleri anlattı olayı olduğu gibi tekrarladı. . Öğretmen çıkınca da Mustafa Saatçı’nın sevindiğini, sevincinden oynadığını, sevinç nedeninin de köyleri için kitap yazılmış, o kıtabı ödevinde belirteceğini söyleyince arkadaşlar, Mustafa’nın ödevi yanlış anladığını söylerken siz geldiniz!”dedi. Öğretmen bu kez Mustafa Saatçı’ya “Köyünüzün kitabından bir tane de ben isterim. Bir köyü anlatan kitabı ilk kez duyuyorum, bu çok güzel bir şey, hadi bakalım gittiğiniz köyleri anlatmanız için size örnek hazırlanmış!”deyince Mustafa parmak kaldırdı, şaka söylediğini, köylerini anlatan kitap olmadığını söyledi. Öğretmen gülerek Mustafa’ya baktı, “Yani kafadan attın; iyi ama bak bu kadar insan sana inandı, dersi bırakıp söylediğin sözü konuşuyoruz. SARSAK, böyle bir saptırmaya hakkın var mı? Bu şaka değil düpedüz yalandır. Şakayla yalan bir arada olmaz. Şakanın sevimli bir tarafı vardır, insanlar bu nedenle kimi zaman ağır şakalara bile katlanırlar ama yalana ancak sarsaklar katlanır. Bu nedenle sana SARSAK dedim. Yalana katlananla yalanı söyleyen benim açımdan birdir. Bilmeden yaptınsa sakın bunu bir daha tekrarlama!” arkadaşlar güldü, gülmeler biraz fazlaca uzadı. Öğretmen gözlerini gezdirdi, “Ne o, sizde bir başka giz daha var galiba ancak ben onun üzerinde durmayacağım. Bu tür davranışlarını derslere taşımayacak sınırlar içinde sürdürürseniz daha iyi olur!”deyip derse geçti. ”Pazartesi günleri parça okuyup bilgilerimizi arttırmaya çalışacağız. Cuma günleri bir saatimizi de yoklamala, kitap okumaya, araştımalara ayıracağız. Nöbet günlerimde boş ferslerinize rastlarsa ayrıca kitap okuyacağız!”dedi. Hasanoğlan’da okul olmadığına göre kitap okuma olanağı bulamadınızı biliyorum!”deyince Sami Akıncı, ”Biz o sorunu başlangıçta kendimiz çözme yolu bulmuştuk ama sürdüremedik deyince öğretmen “Nasıl? ”diye sordu. Sami anlattı, aramızda para toplayıp kitap aldık, değişerek okumaya başladık!”dedi bana baktı, güldü. Bu kez öğretmen bana, ”Sen engel mi oldun yoksa? ”deyince “Hayır öğretmenim tam tersine en çok ben yararlandım. Satın aldığımız on kitabın üçünü zaten İsmet’le ikimiz aldık. Alınan on kitaptan beş tanesini de okudum, özetini çıkardım!”deyince, ”Adlarını anımsıyor musun? ”diye sordu, Kırmızı ile Siyah, İki Şehrin Hikayesi, Germinal, İki Yeni Gelinin hatırası, Kavgam. . Ayrıca Hasan Üner arkadaşımız, Köy Halk Odası kitaplaığından on kadar kitap aldı onları da sıraya koyarak okuduk!”deyince, öğretmen “Buna memnun oldum, insan isteyince olanak yaratır. Bakalım bu etkinliklere kaç kişi katıldı? İnsanlar arasında bir “Kemiyet-keyfiyet değerlendirmesi vardır. Otuz arkadaşsınız, biriniz kalkıp on kitap okuduğundan söz ediyor. Bir arkadaşınız “Güzel başladık ama sürdüremedik!”diyor. Öteki yirmi sekiz arkadaşın düşüncelerini öğrenelim. !” dedi. Bu kez de Hasan Üner’e Halk Okuma Odası’nı sordu. . Hasan, “Yıllar önce açılmış, bir çok kitap konmuş ama kitapların çoğu, yırtılmış, ıslanmış, yıllardan beri ele alınmamış. İsteyince köyden biri almamıza izin verdi, sonra da bizde kalmasını söyledi ama, tamam olarak on kitap çıktı içlerinden. Onların da bir bölümü okunacak kitap değildi. Araba Sevdası, Atatürk’ün Dört Süvarisi, Aşk-ı Memnu, Dağları Bekleyen Kız, Çölde Bir İstanbul Kızı, Yaban, , VurunKahpeye(UrunKahpeye)Hıçkırık, YakılacakKitap, Roman, Çingeneler, Beyaz Zambaklar Memleketinde. . . Öğretmen kitapların sonra ne olduğunu sordu. Hasan, Hüsnü Baykoca’ya teslim ettiğini söyleyince öğretmen “Aferin!”dedi. Zil çalınca, ”Haftaya bana anımsatın, merak ediyorum, bir yıla yakın orada kaldınız, hiç okumadan dönüp gelen var mı? Bu da benim merakım!”Öğretmen çıkınca arkadaşlar kırılırca güldüler. Gülüşleri öğretmenin sözlerinden çok hiç beklemezken Mustafa Saatçı’nın ilk “Sarsak” olmasıydı. Mustafa geçmiş dönemlerde böylesi bir duruma düşmemiş, şimdi ise sarsaklığından değil boşboğazlığından tuzağa düşmüşmüş, ona gülüyorlarmış. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen kapıda durdu, “Neşenizi bozmayayım, isterseniz dersi geriye atabiliriz!”dedi ama hareketlerini duraksatmadan masasına geçti. Sustuğumuzu görünce, “Demek uzatacak bir durum değilmiş, kestiğim için üzülmeyeceğim!”deyip sıraların arasına geçti. Tabiat Bilgisi dersi için, “Siz bu dersi kısa da olsa daha önce okudunuz, dersinize hangi öğretmen geliyordu? ”diye sordu. Sami Akıncı “İlk yıl Sabit Soysal Öğretmenin girdiğini söyledi. Sami susunca ben parmak kaldırdım, “Geçen yıl Hasanoğlan’da kısa bir zaman Selçul Korol Öğretmenin girdiğini anımsattım. Arkadaşlardan a, ma, edenler oldu. Bir olayı anımsattım. Bölgede yaşayan böcekleri incelemiştik. Öğretmen bana Kırkayak adlı böceği ödev olarak vermişti. Gezdim bir kırkayak yakaladım, kibrit kutusuna koydum. Bir gün sonra derste incelemek üzere korudum. Derse girmeden önce de baktım, kırkayak kutudaydı. Derse girdik, ben, ” Hazırım!”deyip derse kalktım, kutuyu da öğretmenin önüne koydum, öğretmen açtı, kutu boş çıktı. Öğretmen güldü, ”Sen , Bir Nisan Şakası yaptın ama şimdi hazirandayız!”deyip kutuyu bana verdi. Gülerek, başka zaman buna belki bir fil kapatırsın!”deyip konuşmamı söylemişti. Bu nedenle ben o dersi hiç unutmadım!”deyince Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen, “Aferin , bak olaylardan ders almak ben buna derim. Eskiler bunun için. ” Bin nasihatten bir nüsubet daha etkili olur!”demişler. Ama biz gene işi bir iki nasihatle halletmeye çalışalım; çünkü nüsubetler insanı çok defa büyük zararlara uğratırlar!”Öğretmen, Madem ki söze böceklerden girdik, bu zaten bizim de büyük sorunlarımızdan biridir. Bahçemiz var, bağımız var, arımız var. Bunların en büyük düşmanı da böceklerdir. O halde önce tüm böcekleri değil de zararlı böcekleri tanıyalım. Bölgenizde bulunan zaralı böcekleri tanıyın. Önce bildiklerinizin bir listesini yapın, sonra ne zararları vardır, nasıl ürerler, nasıl zarasız duruma getirilirler, zararını görenler onlardan nasıl korunurlar? Bu konuda kendi bildiklerini anlatın. Bunları konuşuşarak bir ortak bilgi oluşturalım, sonra da bilimsel olarak bunlara neler katılıyor, bunları bulup, ekleyelim. İşte, alın size bir bilgi edinme yolu-yöntemi!Öğretmen, ön bilgi olarak hangi böceklerin Çiftçire musallat olduğunu sordu. Ben, çekirge ile tırtılları söyledim. Başka arkadaşlar, Eşek Arılarından, kelebeklere, Mayıs Böceklerine hatta kelebeklere dek adlar saydılar, Öğretmen bana dönerek “Çekirgenin zararlarını sordu. ”Dört beş yıl önce Trakya’nın bir çok yerinde çekirge sürüleri olduğunu bizim köyde de bir süre bunun önlenmesi için günlerce çalışıldığını, hendekler kazıldığını, ateşler yakıldığını anlattım. Arkadaşlar güldüler ama öğretmen dinledikten sonra, “Arkadaşınız olayları yaşamış anlattıkları gerçek, çekirge sürüsü kısa devreli uçar, dar, derin yerlerden tekrar uçup çıkamaz, ateşten ise uçarak geçemez. Ancak bu tür çalışmalar çok yorucudur, tehlikelidir. N e yaspsın halkımız elindeki olanaklara göre bunları yapıyor. Batı ülkelerinde bunları daha başka yöntemlerle önlüyorlar. Sırası gelince bu konuları inceleyeceğiz. Buğdaylara zarar veren böceklerden söz etmediniz, oysa en büyük zararı onlar verirler. Güney Doğu Anadolu çiftçisinin amansız düşmanı Kımılı kuymadınız herhalde. Trakya biraz serin olduğundan burada korunamıyor. Çekirge de kötüdür ama çekirge her yıl olmaz. Oysa kımıl hey yıl felaket bir şekilde uçarak buğday tarlalarını kurutur!”Öğretmen, “İşte çocuklar, derslerimiz haftada bir saat bu tür konuşmalarla geçecek, sizler bu konuşmalardan tutacağınız notlar aracılığıyla ilerde başınıza gelecek afetlerden korunma çalışmalarında yararlanacaksınız!”Öğretmen gidince önce İsmet, “Benim işim kolay, bizim köye çekirge gelirse dayımı çağırıp çaresini bulduracağım!”Mehmet Yücel, İsmet’e “İsmet, söyle de dayın bizim köye de gelsin!”Başkaları da böyle konuşunca bu kez ben, ”Fareli Köyün Kavalcısını anımsatıp, şimdiden tembelliğe başlayanların köylerine çekirgelerle gidip daha büyük zararlar vereceğimi söyledim. Dersimiz Beden Eğitimi…Havalar ısınınca bu derste kendi kendimize, yürüyüş yapmayı kararlaştırdık. Önce herkes komutan olmak istedi. Daha sonra herkesin eşit hakkı olduğu bu nedenle her Cuma dersten önce kur’a çekmeyi uygun bularak karar aldık. Karar almamıza karşın konuşmalar ders bitimine dek sürdü. 6 Ali kur’ada çıkarsa nasıl komut verecek? Bekir Temuçin çıkınca ne yapacak? Abdullah Erçetin’le Fettah küfre varan bir tartışmaya tutuştu. Arif Kalkan’la Sefer Tunca araya girerek ortalığı yatıştırdılar.

Yemekten sonra derslikte toplandık. Namık Öğretmen “Marangozlar, bugün Fikret Madaralı Öğretmenin emrinde!”dedi. Şaşırdık, Yusuf şaşkınlığını gizleyemedi, güldü, “Ay Firet Öğretmen marangozluk dersine mi gelecek? diye sordu. . Namık Öğretmen ya ne sandın? Hep Türkçe mi okutacaktı? diye sordu. Bana, “Öğretmeni görürsünüz!”deyip Duvarcıları alıp gitti. Az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi, bize eliyle gel işareti verip üst kata çıktık. . Üst kattaki kitaplık olduğu gibi en alt kata taşınacakmış. Öğretmen önce, “Durun bakalım, bunu en kolay nasıl yaparız? diye duraksadı. Ahmet Gökay Ağabey geldi, konuştular. Önce kitapların alt salona taşınması, sonra rafların odaya yerleştirip kitapların sıralanması söylendi. Kilerden beş sandık seçip kitapları taşıdık. Kitaplık raflarını biz yapmıştık, kutu gibi birer ikişer metre uzunluğunda parçalardı. Kolay oldu. . Öğretmen, “Kitapları yerden kaldıralım, bugünlük işimiz bu olsun!”dediği için kitapları raflara yerleştirdik. Kitapları sıralarken Falih Rıfkı Atay’ın bir kitabını gördüm, adı Roman. Roman nedir biliyordum ama roman adlı kitap duymamıştım. Kitabı ayırdım. Öğretmen ayrılmış kitabı görmüş, “Kim ayırdı? ”diye sordu. . Olayı manlattım: ”Falih Rıfkı Atay’dan çok parça okuduk ama kitabını görmemiştim, geçen akşam Namık Ergin Öğretmende bir kitabını görünce ilgimi çekti, o yazardan ben de bir kitap okumak istedim!”deyince, öğretmen isabetli olmuş, değişik bir kitaptır, yazarın gerçek ustalığını göstermez ama düşünceleri üstüne gene de bir fikir verir, oku!”dedi. Kitabı aldım. Kitapları paydostan önce odaya yerleştirdik. Öğretmen Hasan Üner’e haftalık dinlenmene engel olmak istemem ama, kitap severliğini biliyorum, istersen bir arkadaş alır kitapları yazı türlerine göre sıralayabilirsin. Ancak birden fazla arkadaşla gelme!”Hasan sevindi. Öğretmen, bu gece nöbetçi olduğunu, kendisi de bir ara geleceğini söyleyip ayrıldı. Dersliğe gittik, Fikret Madaralı Öğretmenin nöbetçi olduğunu duymuşlar, derste başlattığı kitap okuma sorularını sürdürecek kaygısına kapılmışlar. İçimden “Oh olsun!Ben okurken durmadan palavra atıyordunuz, okuyunca ne olacak? diye soruyordunuz. Şimdi böyle tasalanın, dilerim öğretmen bu konu üstünde gerçekten önemle durur da yanlış düşündüğünüzü iyice anlarsınız!”Bu arada bir de Müzik Öğretmeni gelse de, onda da boylarının ölçülerini alsalar!”Okuma saatinde Fikret Madaralı öğretmen geldi. Tembellerin korkusu sürdü ama Fikret Madaralı öğretmen gülümseyerek geldi, ”Bu saatiniz, kitap okuma saati, beni göstererek, “Bakın onun gibi, ders kitabınızın dışında bir yararlı kitabı okuyacaksınız. Biliyorum, size bu olanağı henüz hazırlayamadık ama yarından sonra bu da sağlanmış olacak, kitaplığımız açılacak. O zaman sizi biraz sıkıştıracağım. Bu akşam bu nedenle biraz hoşgörüyorum!”deyince, birkaç arkadaşın yüzüne baktım, ağızları kulaklarına dek açıldı. Yazık ki bu arkadaşların çoğu da sevdiğim arkadaşlar ama bu konuda onlarla bir türlü anlaşamıyorum. Başta çok sevdiğim yeğenim İsmet. Neden okumaz bir türlü anlayamadım. Abdullah Erçetin, Halil Basutçu, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Yusuf Asıl bunlara kızıyorum. İçimden kıyamıyorum ama gene de öğretmenlerin bunları paylamasını istiyorum. Öteki okuma düşmanlarına bir diyeceğim yok onları düşünmüyorum, örneğim Fettah Biricik, Ali Önol, Ali Güleren, Emrullah Öztürk, Kadir Pekgöz, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı ne yaparsa yapsın ilgilenmiyorum. Öğretemen açtı dergi okudu, Yeni Adam, Varlık, Ülkü, daha bir iki dergi vardı ama kapaklarını okuyamadım. Bir taraftan öğretmeni gözlediğimden kitabın girişini iki üç kez okumak zorunda kaldım. İlginç, girişte karmakarışık sözler var. Anlamadan geçtim. “Okumam ilerleyince bir daha okurum!”deyip geçtim. İkinci bölümde de anlamadığım sözler var ama hiç değilse burada sanki daha anlaşılır gibi, bir arayış var: Yazar, (Roman) yazmak için konu arıyor. Sonra da kısaca roman hakkında bilgi veriyor, ünlü romancıların da bir bölümünün adını veriyor. Örneğin, Alexandre Dumas, Balzac, Flaubert, Anatole France’ın kitaplarını, Üç Silahşörler’i, MonteKristo, Goriot Baba, Augeni Grandet, İki yeni Gelinin hatıraları, Madame Bovari, Tahis, Penguenler Adas, kitaplarını okudum. Yazar da bunkları okumuş. Paul Bourget kim? Vecihi ile Saffet Nezihi Türk yazarları ama onlardan okuduğumu anımsayamadım. Kitabın üçüncü bölümünde raman yazı türü üstüne bilgiler araştırılıyor. Çok güzel sözler söylüyor. Bir tanesini unutmamak için olduğu gibi aldım. Bir yazar ünlü insanlara tarihin en önemli olayları bunlardan hangisidir? diye soruyormuş: !. Napolyon Bonapart’ın Moskova’yı alışı mı, 2. Fatih Sdultan Mehmet’in İstanbul’u alışı mı? 3. İsa’nın asılışı mı? Toplantıda bulan herkes bir bir söz söylemiş. Toplantıda bulunan Bernard Shaw ise bir kağıda 26 Temmuz 1856 tarihini yazmış. Herkes ilgiyle sormuş, ”Bu tarihte ne olmuştur? Bernard Shaw, araştırın, onu siz bulun!”demiş. O tarih ise Bernard Shaw’un doğum tarihiymiş. Yazarın iyi roman dediklerindeki özelliklerden biri de ilgimi çekti. Orasını da yazmadan edemedim: Yazar, Romanı için düşünüğünü söyle söylüyor. Ya da öyle olsa daha iyi olur demek istiyor. Romanımda öyle bir adam anlatacağım ki, onunla konuşacaksınız; onu göreceksiniz, onunla gezecek, oturacak, yeyip içeceksiniz. Yoksa şimdiki romanlar gibi kahramanın her bölümde yeniden öğrenmeyeceksiniz. Ben Balzac’ın Goriot Baba’sını okuduktan sonra, aylarca ne sokakta ne evde, ne yatak odasında bu adamdan kurtulabildim. Hr gün bir köşe başında karşılaşacağız zannederdim. Allah’ın yaratıklarından milyonde birti, Balzac’ın anlattığı bu adamın binde biri kardar gözümde canlanmadı!” yazar, bu kadarcık bir bölüm içinde romanın nasıl olması gerektiğini anlatmış oluyor. Bundan sonraki bölümlerde ise o günlerin romanlarını beğenmediğini dolaylı sözlerle seçtiği örneklerle anlatıyor. Hep kendi anlatmıyor, seçip konuştuğu kişileri konuşturarak, okuyucu kesiminin de bu konuda düzeysizliğini sergiliyor. Örneklerle o günlerin insanlarının çok önemsiz olayları önemsediğini buna karşın önemli bilgilerden yoksun olduklarını anlatıyor. Örneğin ünlü boksör Tuney’in yumruğu 382 kilo diyen kişiler Demosten, hangi ulustandır? sorusuna rahatça Kalolik diyebilmektedir. Demek, dinle ulus sözleri arasındaki ayrılıktan habersiz. Bundan sonraki bölümde de bu tür örnekleri anlatıyor. Eğlence alanlarına yayılanların çerçekte dinlenme, eğlenme yerine gösteriş yarışına kalkıştığını, çoğunun da gülünç olmakta öteye gidemediğini örnekleriyle anlatıyor. Bundan sonraki bölümde 31 Mart Hakkı, Halit Beyler var. İlginç olduğu gibi korkunç. Dönek, yalancı, yobaz tam anlamıyla insanları soyan cinsi insanlaeı anlatıyor. O bölümden örnekleri ayrı alacağım. 9. Bölümde dört insan tyanıtılıyor. Mehmet Ali, Karnı ile düşünen adam. Çıkarı için her kötülüğü yapar. Yazar kısaca: ”Mehmet Ali’nın gıdası başkasıdır; başkasının etini yer, kemiğini kemirir!”diyor. 2. Kişi Şakir, Şakir Avukattır. Türkiye’deVatanseverce kazanç palavrasını başlatan dalavereci. Apartmanlarının adları, Dumlupınar, Sakarya, 29 Ekim, 9 Eylül v. b. Kızıltoprak’ta oturup her gün Ankara’dan İstanbul’a gelen devlet sorumlularını karşılarmış. 3. Kişi Raşit’tir, Çok kıskançtır. Arkadaşlarının bir başarılı iş yapınca hastalanacak derecede kıskançtır. Yazara göre Raşit, iyi bir kocaya varan kızları bile kıskanır!”diyor. 4. Kişi bir öğretmen, Öğretmen Kadri. Yazar Öğretmen Kadri’yi şöyle anlatmaktadır: Saf bir idealisttir. Mehmet Ali’nin şakalarını gözü yaşararak, Raşit’in hıncını gözü dolarak, , Raşit’in borsa dalaverelerini ağlayarak, dinler. Aç kalır, haksızlığa uğrar fakat yakınmaz…Yazar bu kişilerle kendi kitabı için görüşür, onların dolaylı dolaysız düşüncelerini alır. Öğretmen Kadri’nin sözleri hep Türk insanı üstünedir. Ötekilerin ise hep kendi çıkarları doğrultusuna yöneliktir. Bundan sonraki bölümlerde yazılı, sözlü roman konuları önerilir. İlginç öneriler vardır. Değişik imzalarla devrimler aleyhinde olan, devrimleri soysuzlaştıracak ya da çok kişisel öneriler gelmektedir. Padişahın yüzünü üç kez görmüş olmakla övünenler gibi yapmadığı kahramanlığı yapmış gibi hava atanlar çıkar. Yazar yazdı mı yazmadı mı bilinmez ama anladığıma göre romanı için okuyuculardan bilgi istemiş. Bu nedenle yazara sayısız mektup gelmiş. Bu mektuplar içinden çıkan gülünç öneriler yanında yanlışlıkla gelmiş dalavere çevirme mektupları da çıkmış. Bunlardan biri Ali Kasım Beyin mektubu. Yazar, Ali Kasım Beyi hep tanıyacaksınız diye başlıyor. “Bu kişi bankalarla birlikte işe başladı. Sonra bankalar koydukları sermayeleri kurtarmak için, Ali Kasım’ın bin türlü oyunlarını düzeltmek zorunda kaldılar, Ali Kasım’ın ilk kazancı, bankaları kendi hesabına çalıştırarak ele geçirebildiği artıklardır. Banka batı zekası, Ali Kasım doğu kurnazıdır. Batı zekasının ne denli iğreti de olsa gene ahlakı, saflığı, inanırlığı vardır. Doğu kurnazlığı, avucunda para sıcaklığı duyarak kazanç nöbetine tutulduğu zaman, hiçbir kanun, kural, ahlak, hesap kitap tanımaz. Ovayı orman, dağlığı, düzlük, bataklığı nehir, denizi kara olarak satabilir. Sahte tapu, bahşiş, cinayet doğu kurnazlığının silahları sayılmakla tükenmez. Ölüyü diri, diriyi ölü gösteren şeriat mahkemelerinin, daha düne kadar doğu kurnazlığının adaleti idi”Yazar bundan sonra sözünü ettiği kişinin bankadan para altıktan sonra geriye ödememek için nasıl hileli iflas ettiğini, bunu nasıl bir şebekeyle gerçekleştirdiğini anlatmaktadır. Kitabın bir roman olmadığını bitirince daha iyi anladım. Yazar yurdumuzda sayısız insanın kendi çıkarları uğruna başkalarının zararına çalıştığını açık açık anlatmıştır. Bunu doğrudan anlatma yerine gönderilen mektuplarla öğrendiğini ya da okuyucuya gösteriyor. İş adamı durumundaki Mehmet Ali, Avukat Raşit, Öğretmen Kadri değişik düşüncedeki insanların göstermektedi. Kitabın “Son Sözler bölümünde zaten yazarın düşüncesi açıklanıyor. ”Ben gerçekten dava adamıyım. Sanatı, edebiyatı, makaleyi, gazeteyi, dergiyi, geziyi, her şeyi davama yardım için, yardım ettiği ölçüde alırım. Türkiye davasından, Türkiyenin baştanbaşa topyekün halkı ile, toprağı ile, köyü ve kenti ile kafası ve gönlü ile yeniden oluşumu davasından bu memlekette, herhangi bir fikir adamının, yalnız kendini ya da başkalarını doyumsatacak işler yapabileceğine inanmıyorum. Türkiye davasıyla davalanmayan hiçbir kimsenin ve mesleğin, hizmetini değil şerefine de inanmıyorum. Davanın sıcak heyecanından kurtulan, keyif için sanat, eğlence için yazı, hatta tuhaflık mizah yapabilenlere, şaşar kalırım!”…. . Kitabı bitirdim ama sanırım pek bir şey anlamadım. Yazarın yazdıklarıyla öğretmenlerin zaman zaman anlattıkları, Yaban, Çıkrıklar Durunca, Kuyucaklı Yusuf, kitaplarında yer yer okuduklarımzı birleştirince bu kitabın anlatmak istedikleri daha iyi anlaşılacaktır. Bu kitabı da bir daha okuyacağım kitaplar listesine yazdım. Roman olmayan Roman. Falih Rıfkı Atay’dan okuduğum ilk kitap. Yatarken bir süre düşündüm. Kurtuluş Savaşı’nı kazandık, Cumhuriyet yönetimini kurduk. 18. Cumhuriyet Bayramını kutladık. Ankara tıkabasa insanla doldu. Herkes mutlu. Böyleyken bu yazara gelen mektupları kim yazıyor? Yazar neden böyle düşünüyor? Cumhuriyet yönetimini hala istemeyenler mi var? Bir kadın öyle mektup yazmış, bir kadının öyle düşünmesi çok mu önemli? Yoksa böyle düşünenlerin sayısı çok mu? Hasanoğlan’da konuşanlar da böyle sözler söylediler. Örneğin Ladik Müdürü “Bizi çekemeyenler!” gibi sözler söylemişti. Kafam karışık…. .

 

14 Şubat 1942 Cumartesi

 

Askerlik dersi var. “Asker oldum piyade!”diye şarkı mırıldananlar çıktı. İsmet bana seslendi, “Dayı, senin binbaşı gelecek!”Mehmet Yücel teselli etti, “Gelmez o, terfi etmiştir, kimbilir nerede o şimdi yarbaydır!”Üsteğmen de yüzbaşı olmuştur. Ya gelirlerse? “Gelirse gelsin, bana ne gelirse yapar dersini gider. Zaten binbaşı biz gitmeden önce tam bir yıl gelmemişti. Biraz ağırdan alarak dersliğe gittik. Derslik sobası yanmamış. İbrahim Ertur nöbetçi, yüzüme baktı, adaşım, sobayı yakamadım. Birlikte koşup atölyeden çıra aldık. Adaşım sevindi. Hava güzel gibi ama arada gene sert esinti oluyor. Kahvaltıda ilk çorbayı içtik. Masalara gelenler “Aaaaa!”deyip oturuyor. Neyse ki buradaki çorba biraz farklı, ustamız iyidir. Derslikte gelmeyeceğini bile bile Askerlik Öğretmenini bekledik. İlhan Görkey Öğretmen haber göndermiş, “Askerlik dersiniz boş geçecek. Fikret Madaralı Öğretmen geldi, öteki sınıflara dersi varmış. Hasan Üner kitaplık için çağırdı ama gitmek istemedim. Harun Özçelik, Mehmet Başaran, Recep Kocaman gittiler. Ben atölyeye gidip akordiyon çalışacağım. Bir süre derslikte bekledim. Nedense içime bir kuşku girdi, atölyede akordiyon çalışmam için izin almak gerekir mi? Kalkıp İlhan Görkey Öğretmene sordum. İyi ki sormuşum. İzin istediğim için memnun olduğunu söyledi. Bu arada boş derslerde öğrencinin derslikten çıkamayacağını, boş derslerin ders öğretmeni varmış gibi derslikte beklemesi gerektiğini, bunu yapmayanların, bugün törende yapılacak duyurudan sonra cezalandırılacağını söyledi. Bana özel olarak izin verbileceğini de belirtti. Bir bakıma iyi oldu, gittim rahat rahat çalıştım. Notaları büyük tezgah üstüne sıraladım. Bir yığın notam olmuş, çoktandır bakmamıştım, bazılarını neredeyse unutmuşum. Tekrar tekrar çalarak, eski kıvamına getirdim. Zil sesini duyunca toparlandım. Törende gerçekten duyuru yapıldı. Boş ders sözünün de yanlış olduğunu, haftanın altı günü de öğleye dek ders olduğunu, öğleden sonra da 17’30’a dek atöyle çalışmaları olduğu vurgulandı. Gelmeyen öğretmenler olduğunda, öğrenciler derslerinie çalışacak!Bunun dışında bir değişiklik olacaksa okul yönetimi onu ayrıca bildirecek!”denildi. Törene de çekinerek gidiyorum; birirn aklına gelip beni çağıracak diye çekiniyorum. Soğuk havalarda akordiyonla merdivene çıkmak akıl işi değil. Belki de bunun için Namık Öğretmen bana göz yumuyor. Mart ayından sonra gönüllü çıkarım.

İsmet Lüleburgaz’a gitmek istiyormuş “Dayı gelir misin? ”diye sordu. Başka gidenler de varmış. Grupça izin alınacakmış. “Gelirim!”dedim. Mehmet Yücel’le İsmet bir liste yapıp grup için izin aldılar. Lülebugaz’a gidiş yaya dönüş belki kamyonla olabilir. Yemekten sonra hemen yola çıktık. Benim hemen hemen hiçbir işim yok, salt İsmet’le birlikte olmak. Bir de getirirse kitapçıya Lise 1. Sınıf Geometri, Cebir kitaplarını ısmarlayacağım. Yolda Mehmet Yücel’i kızdırdım. Herkese takılıyor:

-Sen ne alacaksın? Sen kimi göreceksin? O na da sordular, “Sen kimi göreceksin? Ben yanıtladım, “Hüsnü dayısının kızını görecek!”dedim. Önce sen nereden biliyorsun onu? diye sordu. . Hüsnü Ceylan’ın kızını Lüleburgaz’da bilmeyen mi var. Ben de Lüleburgazlı olduğuma göre bilmem gerekirdi, ondan biliyorum.   Şakayı bırak, Hüsnü Ceylan’ın kızını sen nereden biliyorsun? Ali Ceylan’ın kardeşi, birlikte sinemaya bile gittiğimizi, ayrıca dükkanına birlikte gittiğimizi anımsatınca, güldü, “Ben unuttum sen nasıl anımsıyorsun? diye sordu. ”Hüsnü dayının kızı çok güzeldi, özellikle saçları, gözleri hele çukur çukur yanakları, deyince, “Dayı sen kaç kez gördün de bukadar ayrıntıları anımsıyorsun? Ben çocukluğundan beri tanırım bu denli anlatamam deyince, “Alıcı gözle bakan yürekten bakar!”sen alıcı gözle bakmamışsın, bu kez öyle bak benim gördüklerimi sen de göreceksin!”dedim. “Peki!”dedi anlaştık. Gene de bana “Ben oradayken sakın onların mağazaya gelme!”diye tembihledi…Gene burada toplanmak üzere Halkevi önünde dağıldık. Ben, İsmet’i bekletip Halkevi Salonuna girdim. Salon kapalıydı, akşam toplantı olacağı için salon kapalıymış hemen çıktım. İsmet alacaklarını aldı, mektubu varmış onu attı. Yavuklusuna yazdığı için okuldan atmıyormuş. Köyden kimse varsa onların bulunabileceği yerlere baktım, kimse gelmemiş. Kitapçıya kitapları ısmarladım, 15 gün bekleme süresi verdi. İstanbul-Edirne otobüslerinin geçtiği yolda köfteciler var, önlerinden geçerken İsmet köfte istedi, küçük bir köfteciye girdik, girince benim de canım çekti. Çoktandır yemediğimiz töfteleri yedik. Halkevi önüne geldiğimizde arkadaşlar da geldi. Ortalıkta kamyonu görmeyince yola çıktık. “Kamyon gelirse yolda atlarız!”, dedik. Ancak kamyon falan gelmedi, yürüdük. Okula dönünce okulda kalan arkadaşlar gene gene sorular soldu, “Niçin gittiniz? Ben inanılacak bir yanıt düşündüm, köyden çamaşır gelecekti, ona baktım, İsmet bana arkadaş oldu. Saate baktım uzunca bir zaman var gene atölyeye gittim, parmak çalıştırması yaptım. Zeybekleri sıraya koydum, sıra ile zeybekleri çaldım. Harmandalı, Sarı Zeybek, Bengi, Dağlı, Arpazlı, Muğla Zeybeği, Somalı, KordonZeybeği, AydınZeybeği, Sepetçioğlu…Halaylar: Trakya, Merzifon, Timurağa, Hoşbilezik, Sivas Ağırlaması, Sürmeli, Tamzara, Sis Dağı, Çıtırdak, Meşeli…. Hepsini çalıyorum. Hasanoğlan’a gitmeseydim bunları öğrenemeyecektim. Bu da benim kazancım. Bakalım oyunları kimler öğrenip oynayacak. Havalar biraz ısınınca çalışmaya başlayacağız. Yusuf’la Ahmet’in aklı kızlarda”İlla kızlara öğreteceğiz!”diyorlarEvvelki gün kapıda N ile karşılaştım, “Oyunlara ne zaman başlayacağımızı sordu. Numaracı, Hasanoğlan’da da sordu sordu da başlayınca bir kez katıldı bir daha uğramadı. Gene aynı numarayı yapacak. Kapıda karşılaşmasam onu da soracağı yoktu. Emine Ablayı andıran bir tarafı var ama tam kestiremiyorum, yanılmış olabilirim…Dersliğe gittim, derslikte yeni düzenlemelerden söz ediliyor. Haftalık nöbet tutulacakmış. Bir arkadaşımız bir hafta derslere girmeyecekmiş. 8. Sınıflar böyle bir öneride bulunmuşlar. Biliyorum, Kızılçullu’da eskiden beri olan bir uygulama, Arifiye de de uygulanıyor. Okul Müdürünün yemeğinde o da vardı. Ama onlarda seçilerek görevleniliyormuş. Sami Akıncı ağzından baklayı çıkardı, “Bizim Müdürümüz ona kesinlikle razı olmaz!”dedi. Sami nereden biliyor razı olmayacağını? Arkadaşlar bunu sordular ama yanıt alamadılar. Tartışmalara girmemek için Roman’ı bir daha okumaya başladım. Zeytindağı kitabı da böyle mi acaba? Yemekte Bayan öğretmen masalar arasında gezdi, kurula bir gezişi var. İnce belli ama yüzü güzel değil, eski Beden Eğitimi Öğretmeni Rukiye Dökmen’i anımsatıyor. Recep Kocaman onu daha önceden tanıyormuş. Recep’le konuştu. Evli mi diye sordum. Arkadaşlar hemen takıldılar, “Beğendin mi? ”Yemekten sonra bir ara 8. sınıflardan şarkılar geldi, kapıdan baktım, derslik tıka basa dolu, bana yer gösterdiler ama girmedim. Röslein’ de şarkı söyleyenler arasında, bakarım makarım da kuşkulananlar olur düşüncesiyle geri döndüm. Romanı bir daha bitirdim. Biraz daha anlamış gibiyim. 120 sayfa çok kolay okunuyor ama çok konuya değindiği için toparlayıp özetleyemiyorum. Sayısız insan çok değişik düşünceler ortaya getiriyor. Geçmiş dönemin ünlüleri de var. Babamın Enver Paşa’sı, Niyazi’si geçiyor. Ama övülüyor mu yoksa yeriliyor mu? Açık olarak anlaşılmıyor. Yatınca, Enver Paşa falan derken aklım köye gitti. Köydekiler ne yapıyorlar acaba? C’yi merak ediyorum; o mu değişti, yoksa ben mi aklımı kullanamadım da işler böyle gecikti? Ya pişman olduysa? Bir daha benimle konuşmazsa, o zaman çok üzülür müyüm? Bunu o zaman düşünmeliydim!Ben ona uydum, uyduğum için beni aptal yerine koyarsa o da onun seçimi!. . . .

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ