Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

29 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köy Enstitüleri Üstüne Basında Çıkan Yazıların Değerlendirilmesi Çabaları

 

26  Kasım  1944  Pazar             

 

Son sınıflar tarafından bir ses geldi; Bayram! Bir başkası karşılık verdi, Soğancı yerinde yok, o Bayram namazına gitmiştir. Bayram Soğancı’ya takılmalar, benim gibi ilgisizlere bugünün Kurban Bayramı olduğunu anımsattı. Kurban bayramının özelliklerinden söz edenler oldu. Et yemek umudu olanlar çıktı. Hasanoğlan köyü için sitemler edildi. Şevket Hızal, hızını alamadı:

-Hasanoğlan’ın çoğu Kızılbaş olduğu için onlar kurban kesmez! deyince”Çüş!” diyenler oldu. Tartışmalara katılmadım ama benim köyümü düşündüm, benim köyüm için de Kızılbaş, diyenler vardır. Oysa her Kurban Bayramında evlerde bir koyun  kesildiği gibi ayrıca köyce de ortak bir  büyük baş kurban kesilir. Şevket Hızal sözünde düzeltme yaptı, o köyden şunu beklermiş:

-Köyce iki büyükbaş kurban kesip bize bağışlamalılarmış. Onlar bunu yapmadığı için öyle demiş.Orhan Doğan gür sesiyle:

 

                                  “Örnektir uluslara  açtığımız yeni iz,

                                   İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz,

                                   Uyduk görüşte bilgiye gidişte ülküye biz,

                                   Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz!”

 

Yaşa,varol! Sesleri yükseldi.

Abdullah Ön:

-İşte bizim bayramlaşmamız, müzik, müzik, müzik! Dedi...

                                                 *

Dün öğle yemeğinde duyuru yapılmış, Tüm arkadaşlar büyük salonda Öğrenci Başkanının yönetimi altında toplanıp görev bölümü yapacak. Her bölümden görev alacak arkadaşlar, sınırlı bir sürede   Köy Enstitülerini ilgilendiren yazıları tarayıp ilgili kuruma duyuracak (Gerekirse kesik olarak teslim edecek) Bu konuda ilke kararı almak üzere toplanılacak. Halil Dere benim duyuru arkadaşım, ondan gerekli bilgiyi aldım.

Kahvaltıda da bu konu konuşuldu. Bizim arkadaşlar bu tür işlere yanaşmak niyetinde değiller. Oysa ben bunu çok önemsiyorum. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde 60 kadar öğretmen, usta öğretici var. Bunların yarısından çoğu çıkarına geldiği için burada. Öğretmenler açık açık, köylerde çalışmaktan daha rahat olduğu için burada kaldığını söylemektedir. Yaz çalışmalarımda karşılaştığım bir olayı anlattım:

-Okul  yönetiminin kararıyla küme öğretmenleri, kümlerinin toplu çalışmasına katılır, öğrencilerin yoklamalarını yapar, katılmayan öğrencileri saptayıp nedenlerini araştırır, gerekirse ilgililere duyurur. Günde iki grup çalışması yapıyordum. Her öğretmen öğrencilerini Müzik salonuna getirir, bir kenara çekilerek çalışmaları izler, çalışma sonunda getirdiği gibi öğrencileri alır gider. Haftanın beş günü bu düzen sürer dokuz kümenin öğretmeni bunu düzenli yaparken birinin öğrencileri sallanır gelir. Bir iki derken bir gün gelen öğrenciler geldiği gibi geri gönderilir. İkinci gün küme öğretmenin eşi gelir, özür diler. Kendine göre özrü vardır. Onun özrü benim çalışmamla ilgili değildir. Beni, benimle çalışacak öğrencileri düzene koyacak mekanizmanın işleyip işlemediği ilgilendirir. Öğretmenin eşi okulun doktorudur. Akan sular durur. Nerede? Nerede olacak? Yönetimde. Küme öğretmeni değişir, öğrenciler düzenli çalışmaya gelir. O öğretmene neden soru sorulmaz? Küme görevini açık açık yapmayan öğretmenin derslerini nasıl yaptığını kim denetleyecek? Denetleyen yönetim öteki kusuru hoş gören yönetim olduğuna göre sonuç değişir mi?

Söylediklerimden sıkılanlar oldu. Hemşerim Kadir:

-Bizler yönetici olduğumuzda bu kusurları işlemeyeceğiz! dedi. Nihat Şengül:

-Sen yöneticiliği kulağının arkasında görürsün! karşılığını verdi. Kamil Yıldırım kulağının arkasını çevirerek göremediğini söyleyince  Halil Yıldırım:

-Onu göremezsen sana yöneticilik de yok!

Bu kez de ötekiler:

-Ne oluyoruz arkadaşlar, yöneticilik bu kadar matah bir şey mi? Gelenleri görüyoruz işte, Osman Ülkümen; adamın gözlükleri bile korkutucu, o gözlüklerle o nasıl kitap okuyor? Konuşma sırası bana gelmiş gibi hemen ekledim:

-Okumasına gerek yok, birileri ne derse dikkatli dinler onları yapar. Geçen yılki (Bu yılki de farklı değil) Eğitimbaşımız kitap mı okuyordu? Kitap okusa her toplantıda aynı sözleri söyler mi idi?

Çevremizdeki masaların boşaldığını görünce biz de kalktık. Ancak yönetici olup olamayacağımızı inanılır bir gerekçeye bağlayamamıştık. Biz konuşurken Ekrem Bilgin, sanırım düşünmüş taşınmış:

-Boş verin arkadaşlar, daha olmazsa biz de köylerimize döneriz! Hemşerim Kadir koluma girdi:

-Hemşerim, senin köyünde güzel karpuz oluyor, pazarda karpuzçuluk yaparız! Deyince arkadaşlar bu kez:

-Ne oluyoruz yani, müdür olamayınca mesleğimizi de ki bırakacağız? İye tepki gösterdiler.

Topluca Salona gittik. İki piyano da tutulmuştu. Salonda Hüseyin Çakar; onun kolay kolay bırakmayacağını biliyorum; öteki piyanoda Mehmet Zeybek, yufka yürekli arkadaşım, piyanonun tuşlarını aşındırmamak için hemen kalkar(!)deyip yazılarımı sürdürdüm. Bir bakıma iyi de oldu. Bir kulağım da hep alt odadaki piyanodaydı. Birden salondaki piyano durdu. Hüseyin Çakar’ın kalkacağını ummadığımdan dönüp bakmadım. Ancak kulağım kirişte ya, keman sesleri arasından piyanonun kapandığının  ayırdına vardım. Yan gözle kapıya baktım, Hüseyin Çakar gitti. ”Ne şiş yandı ne kebap!” deyip Bercsteina  oturdum. Bir Chopin sıralaması yaptım. Dönüp bakmadım ama kimsede bir tınma olmadı gibi geldi. İşi Mozart’a çevirdim, keman gıygıyları azalır gibi oldu. Mozart Maman varyasyona başladım. Baktım, kemanlar da bana uydu. Ancak devam edince önce gülmeler, arkasından bir sessizlik... Dördüncü bölümün sonunda durunca alkışlayan olduğu gibi “Devam!” sesleri de geldi. Bir yandan da zamanı geldiği belirtildi. Hep birlikte yemekten sonra yapılacak toplantı üstüne varsayımlar üreterek yemeğe gittik. Yemekte de aynı konu:

-Kim ne yapacak? Ben bir örnek verdim:

-Sürekli Varlık dergisini okuyorum,1942’den sonra dergi okula gelmiş.1942,1943,1944 yılları dergilerini karıştırdım. İstediğim yazıları ya aldım ya da şu dergide şu var, diye notlar aldım. Örneğin benim Vahit Dedem(Vahit Lütfi Salcı)15 Ocak 1942,15 Mart 1942,1 Ağustos 1942,15 Ocak 1943,15 Şubat 1944 tarihlerinde Varlık dergisinde yazmış.  Yazılarının başlıklarını aldım. O  yazılarla ilgili bir durum olunca o dergileri alıp bakacağım. Tüm arkadaşlar böyle bir dergi ya da gazete izlerse sorun çözülür. Bunu kim düşünmüşse onu alkışlamamız gerekir. Arkadaşların aklı yattı. Ancak kurnazlar hemen kafalarını çalıştırdı:

-İki yüz öğrenciyiz, Türkiye’de iki yüz gazete ya da dergi çıkmaz. Öyleyse, ikişer üçer kişiye bir dergi ya da gazete düşecek! Hemşerim Kadir, hemen bana yardımcı adayı oldu. Altı arkadaş da bana yardımcı olmak istedi. Doğal olarak yapılan konuşmalar şaka türündendi ama sanki gerçeği de yansıtıyordu. Çünkü atılan yazı-turalar oldukça uzadı. Çevreden gelen meraklı takımı çoğalınca tartışma kesildi.

Evle mektuplaşmam oldukça uzamıştı. Yazdığım her mektuba karşılık Beklemiyorum ama gene de gelen mektuplara seviniyorum. Bu kez yazan Ali Eniştem. Mektuptan bir de fotoğraf çıktı. Eniştem asker kılığında birden ürperdim:

-Gene mi askere aldılar? diye kendi kendime söylendim. Neyse ki mektubu okuyunca durum anlaşıldı. Kuşkum da haklıymışım; eniştem gerçekten e3. Kez alınmış ama iki ay içinde bırakılmış. Sözde bir yanlışlık olmuş. Ben de buna şaştım, bu yanlışlıklar hep bizim aileye mi oluyor ?Ali Ağabeyim askerlikten düşmüş olmasına karşın 1943 Ekim ayında alındı. Maraş, Eloğlu istasyonunda durduruldu.(Ali Ağabeyim yalnız değil,1315’li iki yüz kadar Trakyalı) İki ay orada bekledikten sonra evlerine döndüler. Ali Enişteminki de öyle olmuş. Eniştem 2.Askerliğini tam  3 yıl yaptı. Ancak bu üç yıl içinde türlü adlar altında izinli bırakılmış. Kendi kurası tam üç yılı doldurduğu isin terhis edilirken eniştem de  eve dönmüş. Bir ay sonra Askerlik Şubesine çağrılarak kıtasına  tekrar gönderilmiş. Meğer onun süresinde gün eksikliği varmış. Kıtasına dönüp borcunu tamamladıktan sonra onun deyimiyle tezkereyi almış. Saim şimdi beş yaşında. Çocuk doğduğu zaman baba askerdi.1. askerliğin sonunda babayı gördü tam ısındı baba gene asker oldu. Ara ara gördü ama o görmeler beklemelerin yanında sönük kaldı. Ancak bu son kırk gün eniştem gibi Saim’i de şaşırtmış. Babasına sık sık:

-Baba gitme askere, sana küserim! diyormuş.

Eniştem, sahiden askerliği sevmiş olacak, bana bir de fotoğraf göndermiş. Bilmiyor ki ben, yedek subaylık sevdasındayım “Çavuş” sözü bile beni ürpertiyor. Hele giyilen  o kumaşlara öylesine  gıcık oluyorum ki eniştem bunu duysa resim gönderdiğine bin pişman olur.

Saim şimdi 5 yaşını bitirdi altıncı yaşı içinde. Günü gününe bilmiyorum ama ben Alpullu’da iken (1939 Nisan) iki ablam da bana göstermek için onu bana getirmişlerdi. Şimdi beni bekliyormuş. Eniştemin yazdığına göre Saim beni bekliyormuş. Sık sık kapıya çıkıp  kahveye dönerek;

-Dayı gel! diye bağırıyormuş. Bağırıp çağırmakla dayı gelmez diyenlere de:

-Ben  babamı böyle getirdim! diye karşılık veriyormuş. Benim çocukluğumu Saim için model seçmişler, ben de o yaşlarda çok inatçıymışım. Köyde zaten  yaygın olarak böyle bir yakıştırma vardır:

-Oğlanlar dayıya, ikizler teyzeye çekermiş. Bunları okuyunca ben de Saim’in gerçek bağırışını babama  duyuru olarak düşündüm. Babam, Saim doğunca yalnız kalmasın diye kahvenin hemen arkasında onlara ev yaptırdı. Saim yürümeye başlayınca dükkânın baş müşterisi olmuştu. Kurnaz, o şimdi beni  anımsatarak, babama (Dedesine) sesini duyuruyordur. Babam, onun sesini duyunca duramaz, çağırır. Benzer numaraları ben de yapardım. Bizim ev az dağa uzakta olduğundan bağırmıyordum ama ben de başka numaralar yapıyordum. Saim yaşlarımı tam bilmiyorum ama okula başladıktan sonra uyku dışındaki zamanlarımı hep kahvede geçiyordum. Zaman zaman hakkımda konuşmalar olurdu. Kimi kez babama soru yönetilirdi:

-Bu çocuk, kahveye alışıyor, büyüyünce bunu kahvelerden çıkarmak güç olur. Şimdiden kağıt oyunlarını oynuyor. Bunları duyunca kulak kesilir babamın vereceği karşılıkları beklerdim. Bir keresinde çık açık duydum:

-Sigara içmesi bence önemli değil, ben 20 yaşımdan beri, böyle  hazır sigara değil sarma tütünle başladım. Bir zaman parmak hesabiyle hesaplamıştım ;tıpatıp olmayabilir ama bir ton civarında tütün içtiğim gibi bir sonuca varmıştım. O içerse  sigara içecek, parası olursa içer. Sigara, oyun, içki içip içmeyeceği benim için önemli değil, beni düşündüren anne sevgisinden yoksun, burada ayaklar altında dolaşarak büyümesi. Üç tane daha çocuk büyüttüm, onlar sözde sigara içmiyordu. Askerliğini yapıp geldiklerinde benden çok sigara içtiklerini gördüm. Günü gelince dediklerinizi ben de  baba olarak  öğütleyeceğim!

Babamın söylediklerini duyduğumda ilkokul 5.sınıftaydım.Ondan sonra hep bekledim:

-Babam ne öğütler verecek? Babam bu konuda toplu olarak bir öğüt vermedi. Bir kez cebimden  düşen sigarayı görünce:

-İçme desem içeceksin, boşuna nefes tüketmeyeceğim. Ancak şu meret şey bir gıda değil, zevk, keyif için içilir. Zevk, keyif insanların çok özel  istekleridir. Çocukların bunu babalarının kazancından çalarak yapması hem ayıp hem de günahtır. Beş yaşından beri dükkana serbest olarak girdin çıktın. Şimdi sana, gönül rahatlığı ile:

- Bundan böyle dükkâna girme! diyebilirim. Bunu demeyeceğim ancak bunun yerine kendin para kazanıncaya kadar, şu meret şevi ağzına alma!

Babam bunu dedi, gülümseyerek aldığı sigarayı bana verip gitti. Bu konuşmadan sonra dükkândan sigara almak şöyle dursun insanların ağzında sigara gördükçe babamın öğretici sözleri bir yana gülümseyerek ayrılışını, hele o “Meret şeyi!” deyişini anımsıyorum.

Mektubu okurken kendimi köydeymişim gibi sanılara kaptırdım. Neredeyse:

-O nerede, bu ne oldu? gibi sorular sormaya kalkışasım geldi.

Eniştemin uzunca mektubu beni köye gitmiş kadar aydınlattı. Ağabelerim işlerine koyulmuşlar. Harkesin sağlığı iyiymiş. Mahmut Ağabeyimin oğlu Yahya, Bektaş Ağabeyimin oğlu Ali Rıza okula hazırlanıyormuş. Gelecek yıl Saim de  onlara katılacak.Böylece babamın müşteriler (!) çoğalacak. Bakalım benim gibi onlar da okuldan dönünce su taşıyacaklar mı kahveye?

Oldukça -kendimi zorlayarak- düş kurmaya çalıştım. Şimdilerde beş-altı yaşlarının dolayında olan bu yeğenler,18-20 yaşlarında acaba anlaşarak bir birini koruyacaklar mı? Örnek olarak kendimi ortaya koydum. Evden ayrılıp Edirne/Karaağaç’a gittiğimde teyzem oğlu İsmet’le karşılaştım. Bir birimizden habersiz aynı okula girmişiz. Aynı sınıfa düştük. Sınıf  30 kişi. İsmet’le ben, ötekileri, derdest susturduk. Bu egemenlik okulu bitirene dek sürdü. Okul yönetimine sıçrayan bir suç işlemedik. Kendimize güvenimiz vardı. Bize karşı olanlar suçlu duruma düşmeden üstlerine varmazdık. Pehlivanlık taslayan bir arkadaşımız önce benden gerçek bir sopa yedi. Okul yönetimine gidemedi. Çünkü biliyordu, kavgaya neden kendi olmuştu. Birkaç yıl sonra benim olmadığım bir sırada İsmet’e karşı çıkmış. İsmet de bir sopa  çekinde sınıfta siniklik son şeklini almıştı. Okulu bitirdiğimizde arkadaşlar sordular:

-Siz pehlivan Hüseyin’den neden korkmadınız? O sizden güçlüydü. Cevabımız hazırdı:

-Neden korkalım? Biliyorduk ki, o bizden korkuyordu! Acaba, Yahya, Ali Rıza, Saim üçlüsü, bu tür bir yakınlık kurup  yaşam savaşında güç birliği edecekler mi?

Etmelerini çok istiyor, yürekten diliyorum.

                                  

                           Ali Damdalı Çavuş (Ali Eniştem)

Eniştem resmini göndermiş sevindim. Ancak resim bana, onun birinci askerliğini anımsattı. O zaman çavuş olmuştu. Okur yazar, askerliğini çavuş olarak yapanları Eğitmen Kurslarına alıyorlardı. Eniştem gitmeye niyetlendi, vazgeçti. Vazgeçmesinin nedeni de ablamın  çocukla yalnız kalmasıydı. Kısacası Eniştem Saim’i altı ay babasız bırakmamak için Eğitmenlik defterini kapatmıştı. Oysa az sonra 2. Askerliğe aldılar, tam 3 yıl 2 ay Saim baba özlemi çekti.

Doğan salona gitmiş beni göremeyince geldi:

-Gitmeyecek misin?

-Nasıl gitmem? Tam benim istediğim bir iş için yapılan bir  toplantı!

Duyuruda öğrenci toplantısıydı, oysa Eğitimbaşı Hürrem Arman çıktı geldi.

İlk sözü o aldı:

-Bir Kurban Bayramı da idrak ettik. Adı bayram, bayramların  kutsiyeti, bir de gelenekleşen eğlence tarafı vardır. Kutsiyetini varsın din adamları tamamlasın. Gençler şimdilik eğlence yanında. Ancak bizim gençler bundan geçici olarak yoksun! deyip alnını kırıştırarak gülümsedi. Ardından da:

-Bu yoksunluk bir süre içindir ilelebet değil. Göreceksiniz birkaç yıl sonra bu kış kıyamette gelen Kurban Bayramı güneşli  bir mayıs günü sizi karşılayacak! deyip  gene güldü.

Gülüşünden anladık ki,  bayramların her yıl değiştiğini anlatmak istiyor. Bakışıp göz-kaş oynatanlar oldu. Çünkü  1944 yılı  26-30 Aralıkta olan Kurban Bayramı  o sıcak bir mayıs gününe rastlaması için tamı tamına 20 yıl geçmesi gerekecekti.

Hürrem Arman ,öyle söylemişti işte! Hava soğuk olmasa besbelli başka türlü bir durum olacakmışçasına pişkince konuşarak sözü dergi işine getirdi:

-Bu sizin işiniz, kendiniz kotaracaksınız! gibilerde sözler söyledi ama, takındığı tavırlardan açık açık yönlendirme çabası içinde olduğunu saklayamıyordu.

İlk takışma, Köy Enstitüleri için olumsuz tavır takınan yazarların yazılarını taramak önerisine karşın azınlık bir grubun övücü yazıları da araya sokuşturmaya çalışılmasından çıktı. Eğitimbaşı Hürrem Arman, övücü yazıların alınması, övenleri teşvik etmek bakımdan yararlı görünce salondakilerin büyük bir çoğunluğu parmak  kaldırdı. Hasan Özden:

-Okullarımızı öven yazılar ne demek? Yazar bir övücü tarafı öne sürüp ancak diyerek ince ince fitil koyarsa biz bunu nasıl açıklayacağız. Birden, oldukça kalabalık bir ses:

- Ahmet Emin Yalman gibi! Karşılığını verince bir ses karmaşası oldu. Ali Yılmaz, söz bile istemeden:

-Ne olmuş Ahmet Emin Yalman’a? Ben bunun açıklanmasını istiyorum! dedi. Toplantıyı yöneten Öğrenci Başkanı kısa bir açıklama yaptı:

-Sıra ile konuşalım arkadaşlar, böyle toplantılarda teamül denilen bir tek yöntem vardır. Konuşan sessizce dinlenir, karşı olan izin almadan konuşma yapmaz. Ali Yılmaz gülümseyerek özür diledi:

-Bundan  sonra ona dikkat edeceğini söyledi. Bu kez de Veli Demiröz söz istedi. Atmaca söz verince Veli Demiröz Ali Yılmaz’ı göstererek:

-Ben de hemşerimin sorduğunu soracağım:

-Ne yapmış Ahmet Emin Yalman? Fahri Duman, Ekrem Ula, Enver Ötnü parmak kaldırdı. Hüseyin Atmaca Fahri Duman’a söz verdi. Fahri Duman:

-Ben Ahmet Emin Yalman’ın aleyhinde konuşmayacağım. Onu o kadar alkışladılar ki aleyhinde konuşsam da geç kalmış olacağım. Ancak olaya o tip .

yaklaşanları biz nasıl değerlendirebiliriz. Bir örnek vereyim, arkadaşım Enver Ötnü de parmak kaldırdı belki o da açıklayacaktır. Arkadaş, ona otuz yıllık bir projeden söz etti. Oysa Ahmet Emin Yalman alay ederce bu otuz yılda yapılması tasarlananları sanki yapmış gibi anlattı. Kısacası bizim ilke olarak hiç sevmediğimiz bir mış mışlı ifade kullanarak:

-Halkımızın umutsuzluk anlarında kullandığı ”Ölme eşeğim ölme, yaz gelince yeşil çimenler olacak! sözünün köy kahvelerinde tekrarlanmasına, dolayısiyle karşımızda olanların ekmeğine yağ sürmüş oldu. Bu tür yazıları ele almak, karşı koymak ya da ona katılmak bizim dergimizin harcı olmamalı.

Ekrem Ula, kendi  konuşmasını savundu. Ancak onun gerçekleşmesini şartlara bağladığını, benim söyledikleri yapmak için sabırsızlandığım yazıldı. Söylediklerim benim ilimin, ilçemin, köyümün, çevremin dertleridir. Orada bu sıkıntıları çeken, bunların bir çoğunu bana yansıtan insanlarla ilişki kurmadan ben nasıl ortaya çıkarım? Ekrem’in konuşması önemli bir etki yaptı. Ahmet Emin’le konuşanlardan Hüseyin Sezgin sık sık parmak kaldırıp söz isterken boynunu bükerce elini indirdi. Eğtimbaşı Hürrem Arman:

-Enstitülerden gelen arkadaşlardan soralım, Ahmet Emin Yalman kitabı oralarda nasıl karşılandı. Malatya/Akçadağ çıkışlı Cemal Yıldırım ilk sözü aldı, oldukça heyecanlı biraz da karışık konuştu ama kitabın pek okunmadığını, öğrencilere imza  karşılığı dağıtılmasına karşın kitapların ortalıkta kaldığını anlattı. Kastamonu/Gölköy çıkışlı Hasan Yılmaz, kitabı beğendiğini, ancak kitabın bütün köy enstitülerini kapsamadığını Çifteler Köy enstitüsü yanına  sınırlı olarak Arifiye ile Hasanoğlan’ ı aldığını, ötekileri görmezden geldiğini, bunu bir eksik saydığını anlattı. Eğitimbaşı Hürrem Arman bu kez de Enstitülere staja giden arkadaşlara sordu. Parmak kaldıranlar çok olunca Eğitimbaşı, Hüseyin Atmaca’ya öneride bulundu:

-Dört arkadaş söz verelim, ikisi aleyhte ikisi de leyhte konuşun! Leyhte konuşacaklar soruldu. Hüseyin Elmasyazar’la Ali Bilgin parmak kaldırdı. Aleyhte! deyince yirmi kadar parmak kalktı. Hürrem Arman  sanırım kimseyi tam olarak tanımaz ama gene de  tanırmışçasına  dikkatle bakarak seçti. Halil Basutçu, Harun  Özçelik.İkisi de Kepirtepe kaynaklı. Dikkatli bakışının nedeni  o saat anlaşıldı.O da Kızılçullu çıkışlıları tutmuyor. Hüseyin Elmasyazar övücü bir söz etmedi. Gittiği enstitüde öğrencilerin ellerinde kitabı gördüğünü hatta okul müdürünün öğretmenler kurulunda kitaptan söz ettiğini anlattı. Ali Bilgin de, öğrencilerin kitabı okuduğunu, kendinden, Ahmet Emin Yalmanı sorduklarını anlattı. Harun Özçelik doğrudan, Enstitü Müdürü Enver Kartekin’in,”Köy Enstitüleri yasası çıkarken, karşı olanlara katılırca o zaman susanların, şimdi kitap yazmaları fazla bir anlam taşımaz. Gene de karşı cephede olmadıklarını göstermelerine sevinelim! dediğini anlattı. Kayseri/Pazarören’i anlatan Halil Basutçu da benzer sözleri söyledi.

Arkadaşlar sözlerini bitirince elimi kaldırdım. Eğitimbaşı Hüseyin Atmaca’ya döndü, ancak bir şey demedi. Atmaca’da bana işaret etti. Ben:

-Benim staj yaptığım Enstitüde bu kitap için  herhangi bir olay olmadı. Ancak  sizlerin anlattıklarınızdan daha önemli bir olay oldu. Konu açılmışken sizlere duyurmadan edemedim. En güvenli tanığım da Eğitimbaşımız, kendileri burada izinleriyle! dedikten sonra Köy Enstitüleri Müdürlerinin toplantısından sonra topluca Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e geldiklerini. Çok değişik konular arasında bu kitaptan söz açıldığını, bu arada Kars/Cilavuz Köy Enstitüsü müdürü Halit Ağaoğlu’nun doğrudan Hasan Ali Yücel’e:

-Sizin takdirinizi öğrenmek istiyoruz! demesi üzerine Hasan Ali Yücel’in:

-Benim şahsi kanaatım sizler için bir bağ olmasın, görevlerinizdeki başarılarınız sizin takdirlerinize bağlıdır. Ahmet Emin Yalman’a gelince:

-Ben Ahmet Emin Yalman’a hiç güvenmem. O, iyi gazetecilik yaptığını iddia eder.Amerika’da yetişmiştir.Ancak,bir konuyu ele alınca doksan kokuz kez övdükten sonra yüzüncüde berbat eder.Ahmet Emin Gazetecidir. Yalnız gazete yazarı değil gazete çıkarıcısıdır. Hesabını kitabını düşünür. Eminim bunda da bir hesap kitap yapmıştır. Benim hiç güvenmediğim Ahmet Emin değildir, karı koc gazeteciler, Serteller de güvensiz gazetecilerdir. Benim de bir dönem gazetecilim olmuştur. Benim gazetecilik dönemimde de konularım  şimdiki davamızdı. Bunlar o zaman büsbütün karşımızdaydılar .Onların safında ne değişti ki, şimdi bizi desteklesinler?

Bu anlattığım toplantıda Pazarören, Cilavuz, Ladik, Gönen, Haruniye, Yıldızeli, Akçadağ, Çifteler müdürleriyle birlikte Eğitimbaşımız da vardı.

Hasan Ali Yücel o günlerdeki tartışmalara katılan başka  adları da sıralamıştı.

Bakanımızın bu konuşmasından sonra kitabı dikkatle okudum. Kitapta, üstüne düşülmezse kolay görünmeyecek bir de gizli bir karşı koyma var bence. Bunu arkadaşlarıma açıklamak istiyorum. Bu belki hepimizi ilgilendirmeyebilir ama genelde Köy Enstitüleri, dolayısıyla Cumhuriyet Devrimlerine, hatta doğrudan doğruya Atatürk ilkelerine zıt bir anlayışı desteklemektir .Bu konuyu meslek olarak seçtiğim için içim burkularak üstünde duruyorum. Yurdumuzda geliştirilmeye çalışılan çok sesli müzik. Bunu, kendi okuduğum bölümün derslerinde öğrendiklerimle kalmayıp  bu konuda dirençle yazı yazanların  görüşlerine de dayanarak konuşuyorum. Örneğin Konservatuvar  Müzik Tarihi öğretmeni Mahmut Ragıp Kösemihal, Gazi Eğitim Enstitüsü Öğretmeni Halil Bedi Yönetken, Yazar İhsan Akay, Vahit Lütfi Salcı, Konservatuvar Opera Bölümü sanatçılarında Ruhi  Su  bu konuda yazılar yazdılar. Atatürk’in bizzat kurulup geliştirilmesini desteklediği Batı tekniği içinde geliştirilmesi istenen çok sesli müziğin karşısında olan alaturkacılar, Köy Enstitülerindeki müzik çalışmalarını gözünü dikmiş, başarılarını önlemek için oyun düzenlemektedirler. Örneğin bizler türkülerimizi çok sesli yapmaya çabalarken onlar yolunu bulup radyoda güzelim türküleri  alaturkacı şarkıcılara söyletip halkı o tarafa çekmeye çalışmaktadırlar. Ahmet Emin Yalman kitabında olaya böyle derinlemesine inmemiş ama iki noktada dikkatleri çekerek saptırma yapmıştır. Birincisi sözde övüyor numarasıyla inanılması güç bir saptırmadır. Arifiye Köy Enstitüsü’ndeki müzik faaliyetlerini anlatırken henüz Devlet Konservatuvarının bile ulaşamadığı başarıyı öne sürmesidir. Kitapta övülen orkestra şefi şimdi aramızdadır. Kalkıp söylesin, Beethoven’in  9.senfonisi korosunu dört sesli nasıl söylemişler? 2. saptırma da Aşık Veysel’in, Müzik öğretmeni eksik olan Çifteler Köy Enstitüsünde  müzik derslerini öğretmen varmışça kapatıp öğrencileri yetiştirdiği abartısınır. Nerde o Aşık Veysel yetiştirdiği bağlama ustaları?. Aşık Veysel’i çoğunuz belki görmediniz. Aşık Veysel, kolundan tutulup gezdirilen bir insan. Ben onunla burada üç ay birlikte oldum. Sayısı dördü beşi geçmeyen öğrenci kendisinden yararlandı. Aşık Veysel’e buranın ihtiyacı oluğundan değil Aşık Veysel’in böyle bir yere ihtiyacı olduğu için buraya getirildi. Ben getirenlerle de konuştum. Aşık Veysel kendi  duyguları, düşünceleri doğrultusunda kendini geliştirmeye çalışan bir halk ozanı. Onun ideali öğretmenlik değil, Emrah gibi, Dertli gibi, Pir Sultan Abdal gibi halk ozanları zincirine takılmaktır. Ahmet Emin Yalman, Çifteler Köy Enstitüsü’nde 1100 öğrenci olduğunu söylüyor. Müzik öğretmeni olmadığını da bastıra bastıra anlatıyor. Başını çevirip o çok sevdiğini söylediği Bakanlık sorumlularına:

-1100 öğrenciyi lütfen öğretmensiz bırakmayın! demiyor da Aşık Veysel’e sihirli değnekle öğrenci  yetiştirildiğin söyleyebiliyor. Kim inanır buna ?İşte bu, “KİM İNANIR?” sorusu halk arasına yayılırsa, kısa bir zaman sonra bu soru tüm Köy Enstitüleri için de sorulmaya başlanır. Ahmet Emin Yalman’ın da bilerek ya da bilmeyerek yaptığı bence bu! deyip kestim.

 Eğitimbaşı Hürrem Arman, konuşacakmışçsına gırtlağına  bir iki  ıhı mıhı yaptırdıktan sonra Hüseyin Atmaca’ya:

-Bunu siz bir toplantıda bir esasa bağlayamazsınız. Bir ikinci toplantıya bırakın isterseniz! dedi. Atmaca da bunalmış durumdaydı, hemen:

- On beş  gün sonra toplanmak üzere toplantı sonlandırıldı.

Hava iyice açık, öğretmenler gelecek. Faik Öğretmeni düşünerek piyanoya koştum. Kendimi toparlayıp son parçayı on kez tekrarladım. Yalnız o parçayı düşündüğümden kafam  karışık değil. Ara ara yaptığım konuşmada söylenecek her şeyi söyledim mi acaba? sorusu gelse de kendimi kolay kurtardım.

Yemek de kendi derslerimiz üzerine konuşmalarla geçti. Salona döndüğümde Faik Öğretmenle karşılaştım. Öğretmen gülerek:

-Benim arkadaşlarım senin de öğretmenlerin beni aralarında görmek istiyorlarmış. Olan sana oluyor, iki ayağını bir pabuca sokuyoruz. Bu her zaman böyle olmaz, gözünü iyice korkutmayalım! deyip elini omuzuma koydu, piyanoya yaklaştık.

Faik Öğretmen önce kendi oturdu. Nedense piyanoya oturunca tek parmakla Mozart Maman varyasyonun, bildiğimiz şarkı kısmını çalıp güldü. Sonra da Konservatuvar sınavlarına gelen öğrencilerin (İstanbul, Ankara dışından gelenlerin) “Piyano  çalıyorum!” dedikten sonra bunu  çaldıklarını anlattı. Öğretmen sadece orasını çalıp durunca arkadaşlar da kulak kesildi. Öğretmen gülerek bana da sordu:

-İlk piyanoya oturduğunda sen de çalmışsındır! Öğretmenin bunu niçin yaptığını önce anlayamadığım için ben:

-Şimdi de çalıyorum! deyince öğretmen:

-Nasıl? deyip yüzüme bakınca:

-Notası var, yaz boyunca öğrencilere çaldım. Varyasyonun dördüncü bölümüne dek ezberledim, piyanoya oturunca ilk onu çalıyorum deyince Faik Öğretmen:

- Eh İbrahim çok antika adamsın, hadi çal bakalım! deyince oturup çaldım. 2.bölümün sonunda durdurdu. Arkadaşlara:

-İbrahim, kendi kendisinin öğretmeni, bu çok güzel bir şey, sizler yapıyor musunuz bilmem ama, eğer yapmıyorsanız hemen yapın. Çünkü müzik yalnız öğretmenden öğrenilecek bir şey değil. Öğretmen, bugün var yarın yok. Bunu yapmayan arkadaşlarımız diplomaları aldığı günkü gibi kaldı. Sonra da gerisin geri döndüler. Faik Öğretmen bundan sonra Chopin’i iki kez çaldırdı. Parçayı çalışımı beğendiğini ama henüz Chopin mertebesine ulaşamamışsın, sana bu hafta parça yok, sen nasıl olsa kenardan köşeden bir şeyler bulup çalışıyorsun. Şu Chopin hassasiyetine ulaşmaya çalışalım! deyip kalktı. Öğretmen gidince arkadaşlar çevreme toplandı, beni öveceklerini beklerken Faik Canselen Öğretmenin babacan tavırlarından söz ettiler. Ben  de bunu anlamadım; kendi kendime çalışmamı öğretmen övüyor. Arkadaşlarsa  çalışanı öveni övüyor.

Piyano dersim geçince ben pazartesi derslerimi bitirmiş sayıyorum. Kalkıp kitaplığa gittim. Kepirli, arkadaşlar vardı; Tevfik Uğurlu toplantıdaki konuşmam için beni kutladı. Sami Akıncı ise:

-Bana kalırsa toplantı, seni dinlememiz için yapılmış sayılır! dedi. Bu söz şakaya da çekilebilir ama ben Sami Akıncı’yı iyi tanıdığım için gururlandım. Arkadaşlar kalkınca Varlık dergilerine baktım. Cahit Sıtkı Tarancı’nın üç şiiri birden basılmış, kısa kısa olduğu için yazdım.

 

                                                ANACIĞIM

 

                                       Bir gün sılaya geldiğimde,

                                       Bir şeyler sezersen hâlimde,

                                       Hiç şaşmayasın anacağım,

                                       Başımı koyup dizlerine,

                                       Uzun uzun ağlayacağım,

                                       Bütün insanların yerine.

                                                             *

                                                     DEĞİRMEN

 

                                        Bir değirmen bilirim,

                                        Hani param parça etmişti

                                        Kocaman kılıcını DONKİŞOT’un.

                                        Ah o değirmen!

                                         Su dedi döndü,

                                         Rüzgâr dedi döndü,

                                         Devran imiş döndü

                                         Değirmen durmadı döndü,

                                         Değirmen öğüttü beni;

                                         Hem de gençliğim  pahasına!

                                                               *

                                                 HEPSİNDEN BETER

 

                                               Kimi insan derbeder,

                                               Ömrünü heba edip gider.

                                               Kimisi maişet derdine düşmüş,

                                               Rahattan bihaber.

                                               Olmayacak işler peşinde kimisi

                                               Boşuna taban teper.

                                               Kimi dul, kimi yetimdir,

                                               Alın yazısı kahreder.

                                                Aklından zoru vardır kiminin;

                                                Merhamet ister.

                                                Bense sevda çekerim,

                                                Hepsinden beter!

                                                                             Cahit  Sıtkı Tarancı

Ne güzel, şair anasının dizene başını koyabiliyor. Ya anası olmayanlar ne yapsın? Değirmeni pek sevmedim. Üçüncü şiir tam benim için, hemen ezberleyeceğim.

Şiir yatınca gülmeme neden oldu. Gerçekten öyle kimi insanlar çok derbeder oluyor. Yeğenim İsmet için, annesi Zühre Teyzem öyle derdi. Gerçekten İsmet derbederdi. Beş yıl okulda birlikte olduk. Bana dayı derdi. İkide bir gelir:

-Dayı, benim çorabın biri kaybolmuş, ya bir çift çorap ver ya da bir tek. Arkasından bir de güler:

-Öteki tekini sonra alırım! Ömrünü heba etmez ama, kesinlikle gelin hanımı  üzecektir. Bakalım kızı Saime nasıl olacak? Küçük Ablamın oğlu Saim, yeğenim İsmet’in kızı Saime. Belki de İsmet bilerek o adı seçti! Saim, Saime....

“Kimi insanlar şöyle ya da böyle.....Bense sevda çekiyorum, ne mutlu bana! Çünkü ben şair gibi düşünmüyorum. Ben sevdiğime karşıdan bakıp burun çekenlerden değilim...

 

27  Kasım  1944  Pazartesi

 

Kar gene başlamış. Azmi Erdoğan sinirlenmiş:

-Yağacaksan akşamdan yağ! diye yüksek sesle duyurdu. Abdullah Ön de:

-Bir dileğin varsa doğru söyle, akşamdan yağan kar sana ne kazandıracak? Bir akşam tartışması başladı. Sözün özü, Azmi öğretmenlerin gelmemesini kastetmiş. Öğretmenler, akşamları saat yedi Kırıkkale treniyle geliyor. Saat 7(19’oo) den önce yağmalıymış ki, öğretmenler gelmesin. Bir yığın sözden sonra Azmi’nin “Dün öğleden sonra yağması dileğinde bulunmasına karar verildi. Son sözü gene Abdullah Ön söyledi:

-Oğlum Azmi, dileğin iade edildi, üstüne de geçersizdir yazıldı. yeni bir dilekte bulun! Bu kez de  takılmalar Abullah Ön’e döndü:

-Bravo, müfettişlik yaptığı nasıl da belli!

-Ne müfettişi, doğrudan Milli Eğitim Müdürü! Abdullah Ön:

-Ne var yani, oralarda oturanlar da insan! deyince  ona da karşılık verildi:

-Onlar insanlığına insan ama bizden farklı, onlar dayılı insan, bizim gibi gariban değil!

Dayılı insanlarla garibanlar bizim kahvaltı masasında da tartışıldı. Milli Eğitim Müdürlerini bilmiyoruz ama Köy Enstitüsü müdürlerinde yakından tanıdıklarımız var onları konuştuk. Benim ilkokul öğretmenim Erzurum/Pulur Köy Enstitüsü Müdürü. Sözümü tamamladım, öğretmenim benden sonra Gazi Eğitim Enstitüsüne gidip Pedagoji Bölümünü  bitirdi. Komşu köylümüz. Babalarımız çok eski dost. Biz onlara, onlar bize konuk gelir. Arka masadan biri: dinleyen olmuş:

-O dediğin, müdürlükten alındı! Kafama vurulmuş gibi gözlerim karardı, konuşana dönüp bakamadım bile. İşte Ahmet Korkut, Çavuş Köylü Adem Ağa’nın oğlu da bir gariban. Sonuç olarak bir köylü. Oysa Köy Enstitüleri’ni ne kadar seviyordu. Öğrenciliğinde (Pedagoji Bölümü’nde okurken)Kırklareli köylerini bir bir gezip Eğitmenlerin çalışmalarını görmüş, bir bölümünün güzel çalışmalarını yazmıştı. Lüleburgaz/Kazan Köy Eğitmeni Yalçın’ın çalışmalarını, kendi köyü dışında yakın köyler de bile yaptığı aşı olayını İlköğretim Dergisinde okumuştum. Bir amacı da Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde çalışmaktı. Karşılaştığımızda bana:

-Sen de gelirsin, ikimizin de köyleri okula yakın hem okula hem de köylerimize daha yararlı oluruz! demişti.

Arkadaşlar derslerden, ödevlerden söz ederken  bunları düşündüm. Neşem iyice kaçtı.

                                                            *

       Aydın Gün Öğretmen gülümseyerek geldi:

-Önce bir noktayı açıklamayı gerekli gördüm, sözü çok seviyorum ama, ben söyleyince biraz egoistlik bir şey oluyor. Egoistliği bilirsiniz, kendini beğenmişliktir. O tavrı ise hiç beğenmem, beğensem de zaten  yapamam. Ne diyeceğimi anladığınızı sanırım! dedikten sonra “GÜNAYDIN!” deyip  gene yüzümüze baktı. Anlamıştık! biz de güldük. Hazır cevap arkadaşlarımızdan Muttalip Çardak:

-Ne mutlu size Öğretmenim, biz bunu, adınızı ilk duyduğumuzda konuştuk. Aydın Öğretmen hemen:

-Öyleyse anlaştık, bundan sonra derse geldikçe size adımı ters çevirip tekrarlayabileceğim! Maazallah bir gün yanılıp Aydı Gün dersem beni hoş görün! Hep güldük. Sahiden ilk adını duyduğumuzsan beri zaman zaman bunu konuşup tekrarlamıştık.”Aydın Gün, Günanydın!,Günaydın, Aydın Gün!”

Aydın  Gün Öğretmen bundan sonra, Fidelio Operası hakkında bilgi verdi, Beethoven’in tüm bestelerinde gösterdiği ustalığı insan sesleri üzerinde de gösterdiğini anlattı.Beethoven için:

- Bu konuda kendine güvendiğinden daha önce kimsenin yapmadığı insan sesini bir çalgı gibi senfonilerde de denediğini 9.Senfonisi bu konuda benzersiz bir şaheser olduğunu anlattı.9.Senfoni’den iki örnek verdi. Biri hep bildiğimiz, Türkçe sözlerle söylenen Soysallığa İmni, diğeri bir başka melodi.

Geçmiş dersler başladığımız gırtlak sesi, kafa sesi çalışmalarını sürdürdük. Piyanodan ses verdiğim için ucuz atlattım ama sonunda uyarıldım; Aydın Gün Öğretmen  işaret parmağıyla  beni göstererek:

-Bizim çalışmalarımızda, bizzat işin içine girmeden başarı kazanmak söz konusu olamaz,  sen de ayrıca çalışacaksın!

Başımı eğerek  söz verdim.

                                             *

Mahir Canova Öğretmen elinde bir kitapla geldi. Günaydınlaştıktan sonra elindeki kitabı elleri arasında  gezdirerek:

-Geçen derste ne konuşmuştuk? diye sordu. Öğretmen bizden cevap bekler gibi durdu. Öğretmen Ekrem Bilgin’in  yakınındaydı. Ekrem başını çevirip kitaba bakarken  öğretmen kitabı Ekrem’e uzattı. Ekrem kendini suçlamış olacak kitap kendine uzatılınca alma yerine sakınarak geri çekildi. Öğretmen Ekrem’e sordu:

-Çobanlık yaptın mı? Ekrem yapmadığını söyleyince Öğretmen:

-Belli, deyip anlattı:

-Yapsaydın bilirdin; çoban, sopasına dayanıp dururken bir koyun ya da keçi gelip sopaya dokunursa çoban ona vurmaz, sever. Her öğretmen biraz da çobandır. Bunun tersini de söyleyebiliriz; her çoban biraz da öğretmendir. Bu söylediklerimi açıklamaya gerek görmüyorum; madem ki elimdeki kitaba ilgi duyun, al bakalım oku, hem merakın giderilsin hem de konuyu biz de bir kez daha dinleyelim.

Ekrem kitabı aldı. Kral Oidipus! Bu kez Ekrem:

-Bu kitabı okumuştuk! Mahir Öğretmen güldü:

-Öyle mi? Ben unutmuş olacağım, bir daha okuyalım lütfen! Ekrem toparlandı, dikkatli dikkatli okudu. Oidipus Kral olunca Mahir Öğretmen okumayı kestirip Açıklama yaptı:

-Buna oldukça alıştık, bir deneyelim. Bir söz vardır, geline oyna demişler; ”Yerim dar!” demiş. Biz bunu geçen yıl demiştik ama bu yıl inandırıcı olamayız ,çünkü yerimiz yapıldı. Kızlarımız da geldi. Sizler aranızda bir iş bölümü yapın; daha sonra birlikte kararlaştırıp çalışmaya başlayalım!

 Yemekte işbölümü konuşuldu. “Her kafadan bir ses!” deyimi canlı olarak yaşandı. Oysa az sonra armoni dersinde   birileri kesinlikle papara yenecekti. Piyeste rol alamayacağımı biliyordum. Ben istesem de verilmeyecekti. Piyanoda başarılı olduğumu en çok bundan seziyordum. Aydın Gün Öğretmen   arkadaşları sıkıştırırken beni piyanoya geçirip ses verdirmesi bence bile bile kayırmaydı. Armoni dersinde Faik Canselen Öğretmenin akor bastırması, fa anahtarı okutması bence bir tür koruma ya da ben öyle böyle bir koku alıyorum. Böyle düşündüğümden rahatım.

Faik Canselen Öğretmen söze başlarken  daha:

-Bu kez “Nerede kalmıştık demiyorum, transpoze olayını konuşmuştuk, İbrahim bize kısa bir özet yapsın, arkasını biz getirelim! deyince azıcık bozuldum ama susup oturmak niyetinde değildim. Transpoze sözünün ses değişme ya da değiştirme anlamına geldiğini biliyordum. Ses değişmesinin ise aslında  bildiğimiz gam sıralarının   bestecilerce armoniyi zenginleştirmek için gam değiştirdiğini Faik Öğretmen  piyano derslerimde  parçada her ton değiştirmede dikkatimi çekerdi. Do majör tonda bir parça çalarken bir fa  diyez geçince  hemen öğretmen sorardı :

-Şimdi hangi tondayız?”Sol majör!” diyezler ikileşirse (Fa diyez-do diyez) Re majör. Beringer Piyano metodunu alıp kalktım. Açmadım ama  gerekince açabilirim diye düşünmüştüm. Öğretmen buna çok memnun kalmış, arkadaşların dikkatini çekti:

İbrahim’in  dikkatini   hep denedim, hiç sektirmedi, bakın hemen örneğini aldı. Ona soruşum bunun içindi, bunu anladı, tedbirini aldı! deyince o denli rahatladım ki, kitabı açmadan üstünde durduğumuz parçalar gözümün önüne geldi. Tahtadaki çizili portelerin biri üzerine  do majör notalar, akorlar yazdıktan sonra, do notasına göre 5.ses olan sol üzerine sol-si-re- sol akoru kurup  notalar sıraladım. Sıralanan notalar arasında geçen fa sesleri diyez aldı. Böylece do majör olarak süren parça sol majöre transpoze olmuştu. Devam edip  re majöre geçebiliriz! deyince  Faik Öğretmen kestirip piyanoya oturttu. Beşli akorlar sıralayarak do, sol, re. la majörler arası değişimleri gösterdim. Yaptıklarım sağlıklı birer değişim değildi. Nitekim Faik öğretmen gülerek açıkladı:

-İbrahim bize yolu gösterdi, biz yola çıkıp durumuna göre yürüyeceğiz, yol, çamur ya da tozsa ona göre adım atacağız. Öğretmen daha sonra kendisi piyanoya geçip akorlara bastı, geçişler yaptı ama ben bile seçemedim. Öğretmen ya hoşgörülü davranmak istedi ya da  öyle yapılması gerektiği için olacak:

-Biz bunları, on yıllarca uğraştıktan sonra biraz biraz öğrendik. Siz benim armoni kitabımı görmüştünüz, o benim öğretmenimdi, ona da öğretmeni bırakmıştı! Bunun bir kitabı da yok. Bizim memlekette kim alır onu ki biri ele alıp bastırsın? deyip güldü. Ödev olarak, do majör, sol majör tonlarının 1’li,3’lü,5’li akorlarının yapılmasını istedi:

-İsterseniz  birlikte üstünde biraz oynarsınız! deyip ayrıldı.

                                          *

Öztekin Öğretmen kemancıları göreve çağırınca ben de  alt odadaki piyanoya indim. Aklıma takıldı, Çaldığım Mozart Sonatlar 331,545  kv.sonatlarla 265 kv. Maman varyasyonda sayısız ton değişikliği var, onlara baktım.331 kv. üstünde yazılı La majör. Ne var ki hemen değişiyor.

Bunları dikkatli incelemeye karar verdim. Özellikle Marş Allaturka tam  bir transpoze örneği.

Önce Marş Türk’le başladım ardından La majör 331 Kv.,onun ardından 545 kv. Do majör sonat, (Sonraları  ton değiştiriyor.) onun  arkasından  da Maman varyasyon.(O da do majörle giriyor.)

                                                 *

Yemekte tüm arkadaşlar pestil, parmaklarını gösteriyorlar. Sol el parmakları ile sağ omuzları duyarsızlaşmış. Orkestra üyelerini örnek vermen istedim; birden sinirlendiler. Ben de bu kez, Fasıl Heyetlerindeki kemancıları öne sürdüm:

-Adamcağızlar, gece gündüz Radyo Evinde yay çekiyorlar. Bu kez güldüler. Alaturkacılar, tellere pek basmıyormuş.

Gene de kendimize teselli  bulduk; Alaturkacılar. Alaturka sözü, Türk işi, demekmiş. Avrupalılar bunu alay olsun diye söylüyormuş. Alafranga ise Fransız işi anlamına geliyor. Ne ilginç, bizim taraflarda Alafranga çok makbul sayılır. Güzel, yeni bir giysi giyene özellikle kravat takana bu sıfat yapıştırılır.

Yemekten sonra Ali Eniştemin mektubuna karşılık verdim. Uzunca bir mektup oldu ama okuyunca ben bile beğenmedim. Çünkü buradan bir şey yazmamışım, hep orayla ilgili olaylara değinip sorular sormuşum. Neyse ki bir Vahit Dede’miz var, onun yazılarını bulup okuduğumu, kimilerini yazdığımı, yazdıklarımı, yakında Abbas Amcama göndereceğimi ekledim.

Sami Akıncı gelmedi, rahatsız olduğunu söylediler. Üzüldüm. Sami, bir bakıma beni Kitaplığa çekiyordu. Hiç değilse o vardır! deyip geliyordum.

Sami’yi yatağında aradım, Süleyman Koyuncu yakınında yatıyor:

-Sami rahatsız, revirde! dedi. Arkasından da:

-Sami çok çalışıyor çok! diye ekledi. Ben de, Sami hep öyleydi, biz, onu beş yıl hep çalışırken gördük!

Yatınca düşündüm; Sami ile iyi arkadaşlık yapmadım daha doğrusu yapamadım. Onda bir hemşeri tutma duyarlığı vardı. Mustafa Saatçi’yi, Fettah Biricik’i savunur görünüyordu. Mustafa Saatçi neyse ne de Fettah’ı savunması çok anlamsızdı. Çünkü kendisi de Fettah’la yakın arkadaşlık kuramamıştı.

Bunları düşünürken  uyudum.

 

28  Kasım  1944  Salı

 

Yeni  bir fısıldaşma olayı,3.sınıfların Milli Eğitim Bakanlığında bir ay staj yapmaları. Bir ay, az sayılmaz. Sabah gidip akşam gelecekler. Hemen gelecek seneyi düşündüm. Nebahat gene Etimesgut’a gider sık sık uğrarım! Her kes Bakanlıkta yapılacak işleri öğrenmeye çalışırken ben olayı sevinçle karşıladım.

Kahvaltıda da konu buydu. Bakanlıktaki Şube Müdürlüklerine dağılıp işlerin nasıl yürütüldüğü görülecekmiş. Haber birden yayıldı. Bizim masada hemen hesaplar yapıldı. Son sınıflar 48 kişi. Ocak, Şubat, Mart, Nisan. Dört ay. Öyleyse  on ikişer kişi olarak gidecekler. Bizim sınıf  seksen kişi  yirmi kişilik gruplar olarak gideceğiz. Bir sevinç bir sevinç! Arkasında da hangi ayda gitmek daha kârlı? Sorusu geldi. Bir iki karşılaştırmadan sonra nisan ayı en yararlı ay olarak seçildi.

Gerçekten gidilip gidilmeyeceği henüz sözde olmasına karşın bizim masa kendisini 1946 Nisan ayına yerleştirdi. Abdullah Erçetin’le ben tahmin yürütmedik. Benim  gizli plânım var ama, Abdullah:

-Ne fark eder? Sıcacık Bakanlık binası. Hasan Ali Yücel titrerse ben de titrerim, ne var yani? deyip   kestirdi attı.

Kitaplığa gittiğimizde bizim masa hesabı değişti. Bakanlık işi aralık başında başlıyormuş. Öyleyse  beş ay sürecek. Burada da hesaplar yapıldı. Fakı Yörük  ortalığa sordu:

-Sınıfta kalanlar da gidecek mi? Ali Bayrak ilk tepkiyi gösterdi:

-Oğlum Yörükoğlu, ağzın hayıra! Pişmiş aşa su katma! Bırak fakirler sevinsin. Küçük Hasan dediğimiz Hasan Gülel sordu:

-Bakanlıkta temizlik mi yapılacak? Başlar Hasan’a dönerken Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen gülümseyerek:

-Önemli bir tartışmanız üstüne geldim sanırım. İsterseniz devam edebilirsiniz. Biliyorsunuz bizim dersimizin  bir yanı tartışmaya kayar.

Mustafa Parlar olayı açıkladı. Sabahattin Öğretmen kaşlarını çatıp:

-Ona daha zaman var, bir başka zaman da tartışılabilir! deyip kesti.

Keser kesmez de sordu:

-Umarım karga ile tilki kardeşin peynir paylaşımını okudunuz, güldünüz, düşündünüz bir daha da unutmadınız. İsterseniz onu bir daha okuyalım! Deyip elindeki kitaptan Fransızca olarak okudu. Sonra da bizde yapılan çevirilere değindi. Şinasi’den, Recaizade Ekrem’den, Muallim Naci’den, Muallim Siraceddin’den  söz etti,sözü kendisine getirerek o kervana katıldığını muştuladı.Okuduğu fablı bu kez Türkçe okudu. Bir başka kitap alarak aynı fablı ondan okudu. Arasında bir fark göremediğimizi söyleyince güldü:

-Göremezsiniz tabii, onu çeviren de benim arkadaşım, akşam sabah beraberiz, aynı dili konuşuyoruz. Bir birimizden habersiz çevirmişiz .O arkadaş da adını duymuşsunuzdur, Şair Orhan Veli. O yayınlamak için çeviriyor. Ben daha geniş çaplı bir çeviri düşündüğümden acele etmiyorum. Sabahattin Öğretmen daha sonra La Fontaine’ in adı anılmadan da halk arasına kadar inen fabller olduğunu, bunları bizim durabileceğimizi söyleyerek sorular sordu. Kurtla kuzu, kurtla köpek, Ağustos böceğiyle karınca, Yaşlı ile Genç, Bir baba ile üç oğlu, Tilki ile Leylek fıkralarını anlattılar. Sabahattin Öğretmen Sabri Taşkın’ın anlattığı Yaşlı ,ile Genç’in, Mehmet Ünver’in anlattığı Bir baba ile 3 Oğlu fıkralarına dikkat çekti:

-Bunlar insanlar arasında geçiyor, onlar da öğüt verici ama bizim La Fontain Usta bu işleri hayvanlara yaptırıp insanlara; ”Bunlardan ders alın!” diyor. Sabri:

-Bir yaşlı, yorgun yorgun yürürken karşı yoldan gelen  bir gençle karşılaşmış. Genç yolcu yaşlıya geldiği yolu  sormuş, eğri mi doğru mu ya da düz mü yokuş mu, yollarda insanlar var mı? Yaşlı:

-Uzunca bir yol, dediklerinin hemen hemen hepsi var. Var ama giderek gözlerim iyi seçmediği için son karşılaştıklarımı pek seçemedim. Sen dikkatli olursan o benim seçemediklerimi daha iyi  görüp değerlendirirsin! deyip yürümüş. Mehmet Ünver:

-Bir adamın  üç oğlu varmış. Oğullar, babalarının istediği gibi çalışkan çıkmamışlar. Adam baba olarak üzülmüş ama bunu sorun yapmamış. Ancak ölürken, çocuklarını çağırıp:

-Biriktirdiğim altınları size veremedim, zaten siz de altın alacak kadar evde durmadınız. Ne olur ne olmaz! diyerek biriktirdiğim altınları karşıdaki büyük tarlanın bir köşesine gömmüştüm lütfen onları oradan alın! deyip gözlerini kapamış. Oğullar, bu habere çok sevinmişler. Babalarını defnettikten sonra adı geçen tarlayı bir kaç kez baştan sona kazmışlar. Altın çıkmayınca sevinçleri kursaklarında kalmış ama bu kez ,işbirliği ederek o tarlaya tahıl ekmişler. Tarla çok verimliymiş, tahılı satınca ummadıkları ölçüde zengin olmuşlar.

Muttalip Çardak ,Karga ile Tilki Fabl’ını tiyatro dersinde oyunlaştırdığımızı anlattı. Nedense Sabahattin Öğretmen bunun üstünde durmadı:

-Bak, iyi işte, ötekileri de deneyin! deyip geçti. Arkadaşımız  Muttalip bunu bilerek saptırdı. Öyle bir oyun hazırlanmamıştı. Sadece bir şaka olarak yemek masasında hemşerim Kadir Pekgöz’ü kızdırmak için konuşulmuştu. Sabahattin Öğretmen:

 

                                                                 

                                                                     La Fontaine

 

-Öyle mi? bize de gösterin! deseydi ne olacaktı? Kadir’e gözlerim takıldı, bütün  ciddiyetiyle Muttalip’e bakıyordu. Besbelli dersten sonra bir çıngar çıkacaktı!

Sabahattin Öğretmen La Fontaine Öğretmenin yaşadığı dönemi, o da tıpatıp değilse bile  ucu ucuna Montaigne  öğretmen gibi, Avrupa toplumlarının uyanma, bizimse derin uykulara daldığımız 1600’lü yıllarda yaşadığını anlattı. Neden böyle dedim:

-La Fontine 1695 yılında ölmüş. Bizim duraklama dönemimizi tarihçilerimiz 1685  2.Viyana  Bozgununa bağlarlar, bilirsiniz. Fransızlar bu  yüzyıla, Büyük Yüzyıl derler. Hatta bunu, Büyük Kral dedikleri X1V. Louis adıyla XIV.Louis Yüzyılı  da derler. Gerçekten o yüzyılda onlar büyük adamlar yetiştirmiştir. Bir yüz yıl sonraya adı verilen Aydınlanma Yüzyılının temelleri bu yüzyılda atılmıştır. Gülerek okuduğumuz La Fontaine ustanın da bu gelişmede büyük payı vardır. Öğretmen La Fontaine’nin kendisi için yazdığı bir yazıyı  Fransızca olarak okurken dersimiz  bitti. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:

-Zamanımız şimdilik bitti ama sözümüz bitmedi. Anlatım ustamızı bir süre tırmıklayayım! deyip ayrıldı.

                                              *

Yunus Kazım Köni Öğretmen söze, geçen hafta gelememenin üzüntüsüyle başladı. ”Bir koltukta iki karpuz olmaz!” diye  neredeyse kurallar koyarız ama, kuralımızı kendimiz bozarız! deyip yüzlerimize baktı. Mustafa Parlar:

-İstisnalar, kaide bozmaz! da derler efendim! deyince Yunus Kazım Öğretmen:

- Evet efendim, kendi tesellimizi bulmak zorundayız, ararsak daha nice işimize gelecek sözler buluruz. Ne  var ki onlar aksayan görevin  boşluğunu doldurmuyor. Ben geçen hafta size hem bir tekrar olsun diye hem de eksiklerimizi tamamlamak amacıyla Psikanaliz üstüne bir şeyler anlatmayı  tasarlamıştım. Bu ders için de Psikanalize, dorudan karşı olmamakla birlikte değişik yöntemler uygulayan Psikoloji okullarını anlatacaktım. Hazırladığı plân inkıtaa uğrayınca insan beyni, onu kullanana direniyor. Ne demek beynin direnmesi? Unutuyor efendim, unutuyor. İşte bir girizgâh yaptık. Freud unutmayı, zaman aşımıyla değil beyinsel bir kasıt olarak  telâkki eder. Haşâ bizimkilerde  böyle bir kasıt yok ama belli ki bir zaaf var!

Öğretmen  durdu, güldü! Sakin bir sesle:

-Ben neler söyledim şimdi? Bir arkadaşımız özetler mi, acaba? Süleyman Karagöz öğretmenin hemen önündeydi, parmak kaldırdı. Başka parmak kaldıranlar da vardı, ancak öğretmen Süleyman Karagöz’e:

-Buyurun efendim, sizi dinliyoruz!

Süleyman Karagöz de söze “Efendim”le başlayınca gülenler oldu.Ancak arkadaş ciddiyetini bozmadan:

-Efendim siz, bize bir evvelki hafta; “Gelecek ders Psikanalis okulu anlatacağınızı söylemiştiniz. Ancak beklemediğiniz bir engel çıkınca tasarladığınız ders olmadı. Oysa siz salt o dersi değil, bir sonraki dersi de plânlamıştınız. Böylece önünüze çıkan bir engel sizin iki haftalık programınızı bozdu. Uzayan bu zaman içinde siz tasarladığını kimi sözleri unuttunuz. Ancak bu unutma öyle Psikanaliz okulu ya da Freud’un anlattığı türden unutma değil beyinin normal olarak aldığı her yeni bilgiyi tutamamasından ileri gelen bir unutmadır. Süleyman Karagöz duraksadıktan sonra:

-Efendim,Freud’un unutma hakkındaki görüşünü anlatayım mı? diye sorunca Yunus Kazım Öğretmen:

-Hayır, hayır, hayır! dedikten sonra Süleyman Karagöz’e:

-Efendim, ben sahiden bu sizin tekrarladığınızı, bu  kadar selis anlattım mı? Efendim? deyip Süleyman Karagöz’ün omuzuna elini koyup yerine oturttu.

Öğretmen bu kez, unutmanın sanıldığı gibi yok olmadığını, biraz eşelenirse ortaya çıktığını anlattı. Buradan psikolojik terimlere açılmamızı, örneğin çağrışımın unutulanları toplayıcı özelliğini açıkladı. Çağrışım zinciri oluştuğunu, bu zincirin doğru ya da zıt yönlerden uyarmalar yaptığını anlattı. Uzunluk-kısalık, ağırlık- hafiflik, eskilik-yenilik, benzerlik-zıtlık, üstüne örnekler verdi. Örneğin, Uzun  Mehmet denince yalnız yurdumuzda kömürü bulan Uzun Mehmet değil tanıdığımız uzun boylu Mehmet’leri anımsarız. Bununla da kalınmaz, bildiğimiz kısa Mehmetler  de gözümüzün önünde sıralanır. Gece-gündüz zıtlığı, ak-kara ya da siyah-beyaz, akıllı-akılsız, terbiyeli-terbiyesiz zıtlıklarının biri ötekini önümüze getirir. Bunlar, biz insanların sağlıklı durumlarında bizatihi işlediği bir çağrışım mekanizmasını oluşturur. Bunlar, insanlarda farklı görünürler. Başka bir deyimle kimi insanda süratle iş görür kimi insanda biraz hantal çalışır. Bu fark doğuştan geldiği gibi bırakılmayabilir. İşte biz öğretmenler  bunu öğrencilerimiz üstünde gözleyip yardımcı olabiliriz. Öğrenme ile ilgili geliştirilmiş teoriler vardır. Sizde dersi yok ama Pedagoji Bilimiyle uğraşanlar bu yolda büyük mesafe katetmişlerdir.

Mehmet Toydemir parmak kaldırdı. Öğretmen o tarafa dönerek:

-Neden  Pedagoji okumadığınızı soracaksan ona ben cevap veremem; buyurun şimdi? Mehmet Toydemir yerine oturdu. Öğretmen bu kez de Pedagoji Biliminin özellikle  yurdumuzda eksik anlaşıldığını, Pedagoji bir, olayı teorik olarak ele alınıp insan eğitimi için gerekli  bilgileri geliştirir. İki, geliştirilmiş bilgileri, özellikle öğrenciler üzerinde uygular. Yazık ki yurdumuzda bir Pedagojik geliştirme deneyimi yapılmamıştır. Bu eksikliği giderme yerine başka ülkelerin deneyimlerini bizim öğrencilerimiz üzerinde denemek yararlı olur mu, olmaz mı? tartışması içindeyiz. Sizin okullarınız bu görüşleri birleştirme denemesinde ;kendi pedagojisini uygulayarak geliştirmek. Bu tartışmanın içine girmeden bakabiliriz. Batı ülkeleri de böyle yapmamış mı? Pedagoji kitaplarının öncü olarak öne sürdüğü Pestalozzi, kendi fikirlerini uygulamaya koymuş. Aslında  o da kendi fikirlerini uygulamakta başarılı olamamış. Onun yanında çalışan Herbart bir adım daha ileri giderek ,insan eğitimi için bir bilimin oluşturulması gereğini dünyaya ka bul ettirmiştir. Pedagoji dediğimiz insan eğitimi  bilimi çok yakında tebellür etmiş bir bilgi alanıdır. Bizim  dersimizin konusu olan insan psikolojisiyle çok yakın, kardeş bilim olduğu için konularımızı işlerken sık sık eğitim alanına inerek pekâlâ

Pedagoji konularını da irdeleyebiliriz.

Yunus Kazım Öğretmen Mehmet Toydemir’e bakıp:

-Neden olmasın efendim? dedi. Toydemir böyle bir şey beklemediğinden azıcık telaşlandı. Elini kaldırırken öğretmen arkasını dönmüştü, göremedi. Zil çaldı.

Öğretmen çıkınca bir patırtı koptu. Kadir Aytekin, besbelli birilerini kastederek:

-Pedagoji hayranları duydunuz mu? dedi. Hasan Özden sordu:

-Neyin duyulmasını söylemeden sana kimse karşılık veremez. Soruyu tam sor ki koca kafana girecek cevap verilsin. Şakacılar ortaya çıktı Ali Bayrak Kadir Aytekin’in kafasını karışları arasına aldı, Ahmet Allı, Ali Bayrak’ı ceketinden çekti. Ali Yücel Ahmet Allı’nın  sırtına atlarken Fakı Yörük:

-Ulan oğlum, sizler hiç mi pedagoji görmediniz? diye sordu. Mehmet  Kocaefe söre karıştı, Fakı Yörük’e:

-Sen gördün mü? Fakı Yörük dengeli bir arkadaş, kısa kesti:

-En az sesin kadar! Ne var ki ötekiler coşmuştu bu kez de Fakı Yörük’e:

-Abov! O kadar pedagoji olur mu? Baksana adam bir seksen, boyunda hem de Koca Efe! Bu kez de Mehmet Kocaefe’nin boyu konu oldu. Kocaefe 180 cm oluğuna göre Süleyman Alkan kaçtır? Onu Rüstem Gündüz izledi. Süleyman Alkan 190 cm. Rüstem Gündüz’e 200 cm. boy biçildi. Rüstem Gündüz’ü İstanbul’da olduğu söylenen Uzun Ömer’e rakip ilân ettiler. Oysa gazetelerin yazdığına göre Uzun Ömer 220 cm.imiş)

 Yemekte arkadaşların boyları konu oldu. İçimizde en kısa boylu hemşerim Kadir. Yakından tanıdığımdan iyi biliyorum boylar söz konusu olunca kendini tutamaz, bir yerden çıkış yapar. Ancak son uçta en çok gene kendisi üzülür. Bunları düşünerek konuşmalara katılmadım. Bizim masada en uzun boylu benim, benim hemen yakınımda Ekrem Bilgin. Ben suskun olduğumdan arkadaşlar Ekrem’e sordular:

-Boyun iki metre olursa ne yaparsın? Ekrem bu konuda rahat:

-Yatacağım karyolayı ona göre yaparım!

-Eşin kısa boylu olursa?

-Onu ben seçeceğime göre, o da uzun boylu olacaktır!

-Uzun boylusunu bulamazsan?

Ekrem güldü:

-Bir söz var, ”Dinime küfreden Müslüman olsa bari!” İçinizde uzun boylu yok diye size sırt mı çeviriyorum, en  yakın arkadaşım da sizin gibi kısa boylu! deyip İbrahim Şen’i gösterdi. İbrahim Şen teşekkür etti. İçimden:

-Olay böylece kapandı, derken hemşerim Kadir birden:

-Siz şimdi aklınızca bana mı takılınız?

Arkadaşlar hep birlikte karşılık verdi:

-Yok, arkadaşım, konuşmamız, derslikteki şakalaşmanın devamıydı, neden sen olasın? Sonunda söze karıştım:

-Ben okula girdiğimde boyum  166 cm. kilom 66 kg.dı. Okulda kaldığım beş yılda

pek bir şey alamadım. Okula gerçekten küçük girenler de benim gibi fazla gelişemedi. Boylarınızın kısalığını burada arayın! Sözüm, tam olarak doğru değildi belki ama, bir tatsızlığı önlemişti. Böylece masadan neşeli kalktık.

 

                                                                   

 

                                                                  Uzun Ömer

 

Öztekin Öğretmen üç sınıf bir arada koro çalışması yaptırdı. Yeni arkadaşlar, birer şarkı (Marş,türkü) söyledi. Ahmet Emin Yalman’ın çok övdüğü Arifiye Köy Enstitüsü Müzik çalışmalarının bir olumlu yanını gördük. Ahmet Yol, güzel sesiyle gerçekte güzel bir opera aryası söyledi. Georg  Bizet’in İnci Avcıları Operası’ndan Nadir’in aryası. Şarkı da güzel, Ahmet de güzel söyledi. Yan gözle Öztekin Öğretmeni izledim, gözlerinin içi gülüyordu. Ahmet Yol, bizim bölümde bir eksikliği dolduracaktı. Bir yıldır hiç birimiz böyle bir başarı sağlayamamıştık. Çalışmamız iki saat sürdü. Serbest kalınca bir süre piyano çalıştım.50. parçadan sonra Hanon zorlaşmaya başlamıştı. Bir süredir onu iyice ihmal etmiştim, yeniden  ona döndüm. Gerçekte rahat bir çalışma. Ne var ki ben, dalıp gidiyorum. :

-Hanon çalışırken bir gün, Bella gelmiş bir süre dinledikten sonra sormuştu

-Sıkılmadan aynı notalara nasıl basıyorsun? Ben de:

-Notalara parmaklarım basıyor ama ben güzel şeyler düşünüyorum! Bella:

-Nedir o güzel şeyler? dediğinde kem küm etmiştim. Şimdi sorsa:

-Seni düşünüyorum! diyeceğimi düşlüyorum. Sanırım bu da kuruntu. Bella, durmaz, yeni sorular sorar:

-Beni niçin düşünüyorsun? Onu sevdiğimi söylesem, bu kez de onu neden sevdiğimi sorar. Nebahat’ı anımsıyorum; o neden böyle sorular sormuyor? Ona sevdiğimi söyleyince seviniyor ama sorsa sorsa:

- Benim neyi mi seviyorsun? gibisine  karşılık verip kendine güvensizliğini gösteren soruları  yöneltiyor. Bella’yı bu bakımdan bir roman kahramanına; Stendhall’ın Kırmızı ve Siyah adlı romanındaki Mathilde’ye benzetiyorum. Onun gibi kendine güvenli. Gene de bir an kendini bırakacağını biliyorum. Mathilde de direnmiş direnmiş bir an kendini bırakıvermişti. Ne var ki ben Julien değilim. Öyle olmam da söz konusu değil.

Çoktandır Mozart Kv. 545  D dur (Do majör) sonatı baştan sona çalmamıştım. Bir güzel tekrarladım. İki üç tökezledim ama kendimi suçlamadım. Unutmak, belleğimizin yeni bilgilere hazır olması için elzemmiş. Bunu önlemek için  bilgileri tekrarlayarak perçinlemek gerekirmiş. Yunus Kazım Köni Öğretmenin son söylediği inandırıcı sözlerden biri de budur. Fikret Madaralı Öğretmenin yıllar önce söylediği:

-Tekrar, bilginin anasıdır! sözünü de unutmamalıyım.

                                                              *

   Plâk konseri gecemiz. Ekrem Bilgin:

-Bestecisinin adını unutuyorum Yüzbaşı Sıtkı’nın(Güldürmek için kasıtlı söylüyor) plâğı çalınmazsa gelmem! dedi. Ekrem’in en yakın arkadaşı Halil Yıldırım:

-Binbaşı Teoman’ın plâğı yok mu diye sordu. Ben de anlamazdan gelerek:

-Olmaz olur mu? Ummadığımız insanların plâkları var! deyip eski Yüksek Öğretim Genel Müdürü, şimdi Sivas Milletvekili olan Reşat Şemsettin’in plâklarından söz ettim. Yüzüme bakanlar oldu. Umursamadan:

-Siz yanlış konuşursanız karşınızdaki yanlışınızı böyle düzeltir. O demeye kalkıştığınız söz, plâk doldurmak, neşretmek, yapmak gibi sözlerle anlatılır.  Aşık Veysel Ankara’dan dönünce:

-2.Plâğımı da doldurdum! demişti. Benim şimdi iki plâğım var deseydi, ben de ona bizim bölümün de 40 Plâğı var derdim. Arkadaşlar gülüştüler.

                                                           *

Öztekin Öğretmen biraz geç geldi. Daha önce demişti:

-Ben gecikirsem beklemeyin, ben size katılırım!

Abdullah Ön, (Şaka yollu) öncelik istedi:

-Biz abilere bir öncelik hakkı tanıyın, gideceğimiz yerlerde bunlara çok özlem duyacağız. Sizler daha şanslısınız, üç eser dinleyeceksek hiç değilse birini biz seçelim. Bu geceki programı onlar yaptı.1.Mendelsshon 1.Keman konçertosu, Bach, 3 no Süit(İçinde Air keman solo var)

Öztekin Öğretmen anlaşmamıza övgüler yağdırdı:

-Kardeşlik budur işte, bunu sakın küçümsemeyin, bu tür anlayışlar sizin ileride geriye baktıkça sevgiyle anacağınız anılar olacaktır. Mendelsshon keman konçertosu, hepimizin sevdiği bir eser. Abdullah Erçetin, Talip Apaydın gibi yatkın sesli arkadaşlar zaman zaman sesle bile anımsatma yaparlar. Bach’ın Air’li süiti, Barok  türünün ağdalı konturpuvana karşın  kendini çok sevdiren bir eser. Sessizlik içinde dinledik.

Yatınca kendimi iyi olarak duyumsadım. Müzik dinlemenin etkisi olsa gerek yatar yatmaz uyumuşum.

 

29  Kasım  1944  Çarşamba

 

Arkadaşlarımız içinde en acımasız şakacılardan sayılan üçlü, Çifteler çıkışlı, Ali Bayrak, Ali Yücel. Ahmet Allı. Bir ara bunlara da “Üç Ahbap Çavuşlar!”dendi ama sürmedi. Çünkü kızmadıkları gibi  yakıştırmayı üslenmediler de. Bu sabah arkadaşları Burhan Güvenir’e takıldılar:

-Doç, Kızılcahamam’da karıştırmadığınız “Şey!” kaldı mı? Geçen derslerde Burhan Güvenir, Kızılcahamam köylerinden biri üstüne  bilgiler vermişti, onu a nımsattılar. Ahmet Allı:

-Vardır vardır, o kadar şey bir anlatmakla biter mi? Satılmış Aslantaş, Burhan Güvenir’ in hemşerisi, ikisi de Ankaralı, sordu:

-Hemşerim, ne diyor bu çakallar? Burhan Güvenir umursamaz görünür gibi yaparak:

-Hiç, işte! Tilki eremediği ete murdar! dermiş! Burhan Güvenir belki de dalgınlığından kedi yerine tilki deyince iş iyice çığırından çıktı. Tilki mi, kedi mi?” “Kedi!” diyenler oldu. Ali Yücel:

-Belki de Kızılcahamam’da kedi yoktur. Olsaydı Doç. geçen hafta onu da sayardı. Burhan Güvenir, seçtiği köyün  insanları gibi hayvanlarından da söz etmişti. Bu kez de Burhan Güvenir:

-Özür dilerim, büyük baş, küçük baş hayvanları söyledim ama eşekleri unutmuşum, köyümüze üç de eşek alınacak! Kapıdan çıkarken duydum:

-Bir tane vardı, onu saklama!

Kahvaltıda arkadaşlar konuyu açtı, böylesi şakalardan ne zevk alıyorlar?

Abdullah Erçetin Kepirtepe’deki  arkadaşımız Mehmet Yücel’i anlattı. Mehmet Yücel böyle kedi-köpekli konuşmaz, önemli kusurları yakalardı. Okula girdiğimiz ilk günler daha arkadaşlara ad takmış o adlar okul bitene dek sürmüşü. Arkadaşımız 6 numaralı Ali’ye “ Ali Aga!”dedi, sonraları öğretmenler bile Ali’sorarken “Al Aga!”derlerdi. Kırklareli ortaokulundaki arkadaşlarını böyle adlarla anardı. Taliga Mehmet, Napreş Kemal, Kasap Sami, Demir Ali v.b. Okula ilk alınan sekiz kıza da ad takmıştı. Bülbül, Sazan, Yapıncak, Tatar, Sırıklı, Madam, Nazan, Keçi v.b. Su testisi su yolunda kırılırmış, ona da bir ad takıldı, öyle yaygınlaştı ki kendi köyünde bile öyle tanınıyor:

-İskelet, İskelet Mehmet! Şimdi Kepirtepe’de inşaat öğretmeni, öğrenciler eski defterleri kesinlikle kapatmazlar:

-İskelet Öğretmen! Pabuç dediği öğretmenle yanyana oturuyor. Hele tarım öğretmenleri Besim İyitanır’la Hikmet Özmen’nin yüzlerine bakarken bunları anımsamayacak mı acaba? Biri Kılkuyruk, biri Borazan!

                                                         *

İbrahim Yasa geçen hafta azıcık keyifsizdi, belki de onu için Burhan Güvenir’e  onun yazdığı yazısını okutmuştu. Kendi söyleyeceklerini bu haftaya bıraktığına  göre uzun bir konuşma dinleyeceğiz.

Öğretmen kapıda göründü, piposunu alıp cebine koydu, oldukça canlı hareketlerle içeri girdi. Çantasını Masaya koyduktan sonra disiplinli bir ilâç tedavisiyle rahatsızlığını atlattığını söyledi. Amerika’daki konforlu yaşama karşın orada kalmadığına pişmanlık duymadığını, ancak rahatsız olunca ilk aklına gelenin Amerika olduğunu anlattı:

-Amerika, sağlık konusunda insanlara yardım için en gerekli ihtiyaçları hazırlamıştır, hastalar için yok,  yoktur! Arkadaşların  kimileri, öğretmenlerin yumuşak tarafını yakalayınca hemen saptırma yapıp dersi kaynatmakta çok usta. Geçen yıl bunu Durmuş Ali Uğur çok yapıyordu. Sanırım bu yıl bu  hünerini  arkadaşı Kadir Aytekin’e devretmiş. Kadir Aytekin sordu:

-Bizler hastanelere gidince sıkı kontrollara uğruyoruz. İlâç almak şöyle dursun doktorlar ilgilenmiyor bile. İki arkadaşımızı okulu bitiremeden bu yüzden kaybettik! dedi. Halil Basutçu parmak kaldırdı:

-Özür dilerim zamanı değil ama içimde derin bir yara olarak giderek büyüdüğünden kendimi tutamadım. Uzak zamanlarda değil, geçtiğimiz staj süresinde şimdi aramızda olmayan bir arkadaşımız, küçük bir alerji nedeniyle zamanında el konmadığından yaz boyu hastaneleri dolaştı. Sonunda hastane dolaşmaktan umudu keserek köyüne döndü. İyi ki dönmüş, arkadaş kocakarı ilâcı denilen ottan, sebzeden yapılan  ilâçlarla hastalığı atlattı.

Öğretmen  önce sözü edilen Yusuf Asıl’ı anımsamaya çalıştı. Arkasından üzüntüsünü söyledi. Ortaya sordu:

-Arkadaşla mektuplaşan varsa hassaten sevgilerimi, geçmiş olsun dileğimi, çok üzüldüğümü iletsin! dedikten sonra ta Kristof Kolomb’un keşfedişinden başlayarak 1944 yılına dek bir Amerika tarihi özeti yaptı. Bağımsızlık Savaşları ile  İç Savaş için bilmediğimiz özellikle Amerikan insanının Eski Dünya insanlarından farklı olma bilincini yerleştirdiğini, hele bizde yenilikleri köstekleyici durumdaki  din kavramını kesinlikle insanların yakasından kopardığını, yeni buluş yapanların saygın Amerikan vatandaşı yapıldığını, vergilerin kutsal sayıldığını, herkes kazancının yüzdesini kendi rızasıyla ödediğini anlattı. Sözü, üniversitelere getirerek, öğrencilerin, mutfak işlerinde, temizlik işlerinde para kazanmak için çalıştıklarını, para kazanmanın bir Amerikalı için kutsal bir görev olduğunu  New York Belediye Başkanı, aynı zamanda  Amerika’nın en zengin adamı olan Rockefeller’in oğlu John Rockefeller’in  bile Üniversitede  okurken para kazanmak için okul mutfağında  çalıştığını anlattı.

Amerika insanı eski dünyanın kültürünü benimsemekle  birlikte, ona kendine göre bir şekil verdiğini, örneğin yaşam felsefesine pragmatizm dediğini. Bunun anlamının  ise işe yaramayan bir düşüncenin insanlara da topluma da gereksiz olduğuna inanma  anlamı taşıdığını örneklerle anlattı.

                                                          *

Zil çalınca öğretmenler kapıda karşılaşıp konuştular. İbrahim Yasa Öğretmen bize dönerek güldü. Belli ki bizimle ilgili bir şeyler söyledi. İlgimi çekti, İbrahim Yasa Öğretmenin piposu elindeydi, ayrılırken selâm verip piposunu ağzına aldı. Bu nasıl bir alışkanlık?

Doç.Halil Demircioğlu, geçen ders sözü bıraktığı yerden başladı:

-Polonya’nın üstünde bu denli duruşumun gerçek nedeni, orasının bir köprü oluşudur. Avrupa, bin yıldır kendisini Doğu’dan gelen göçerlere karşı korunmaya çalışmaktadır. Atila’yı anımsarsınız, Roma İmparatorluğu yıkamamış ama sarsmıştır. Bu ürküntüyü Roma’nın mirasçısı olan Avrupa bir türlü unutamamıştır. Gerçek Avrupalı olduğunu savunan Batı insanları(İngiltere,İrlanda,İspanya,Portekiz,İtalya,İsviçre,Almanya,Belçika,Holanda,Danimarka,İsveç,Norveç) bugün, tarihteki Hunlar, Mogollar yerine Rusları koymakta, onların Batı’ya sarkmasını istememektedirler. İşte Rusların kapısı durumundaki Polonya bu bakımdan onlarca önemlidir. Biz tarih  derslerimizde çok ayrıntılara inemiyoruz ama tarih bunları yazmaktadır. Daha Franklar zamanında Polonya’yı da aşıp Ukranya’yı içine alan yapay devlet kurmuşlardır. Kurulan  devlet yaşatılamamış ama bölgeye atılan  ayırımcı fitne tohumları günümüzde de sürmektedir. İşin aslında  bu itişmenin bir din gerilimine dönüştürüldüğü de söylenebilir. Bilirsiniz İsa dini Hıristiyanlık da bizde olduğu gibi dört büyük kola ayrılmıştır. Bizimkiler; Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli.  onlarınkiler; Katolik ,Protestan, Ortodoks, Anglikan. Dikkatinizi çekerim, İspanya, Fransa, İtalya Katolik. Almanya, İskandinavya Protestan Polonda Katolik. Neden? Neden olacak, Kilise kendini korumak için Polonya’yı bir kale olarak seçmiş, tüm gücüyle tarih boyunca onu desteklemiştir. Napolyon Bonapart’ın 1812 yılında Moskova’yı işgal etmesinin gerçek nedeni Polonya’yı ayakta tutma sevdasındandır. Olay,  şöyle de özetlenebilir:

- Batı ne kadar Rusların gelmesini istemiyorsa Ruslar da o kadar Batı’ya gitmek istiyor. Mücadelenin gerçek nedeni budur. Çar Aleksandır, Polonya’yı kemirmeye başlayınca Napolyon Bonapart ortaya çıktı,  bu kez de Stalin Polonya’ya el atınca da Adolf Hitler savaş başlattı. ”Tarih, ezelî bir tekerrürdür!” demişler. Polonya denilen memleket ya da orada yaşayan insanlar buna sık sık tanık oluyor işte.

Öğretmen bundan sonra, Polonya üstünde çok durmasının nedenlerini anlattı. Polonya bir örnektir, dedikten sonra:

-Avrupa’da başka Polonya’lar vardır. Bu nedenle Hitler orduları, bir gecede iki devleti işgal edebildi.(*) Hollanda ile Belçika, buna örnektir. İstersek bunlara, Danimarka ile Norveç’i de katabiliriz.

 

           * Wehrmacht,9-10 Nisan gecesi, Danimarka ile Norveç’i işgal etmişti.

 

Öğretmen:

-Napolyon Savaşlarından sonra toplanan Viyana Kongresi! derken zil çaldı.

Doç Halil Demircioğlu çantasını alırken:

-Kendi devletimizin sağlam çatılı olup olmadığını  bilmemiz için bir kaç çürük çatılı devleti incelememiz elzemdi! deyip ayrıldı.

                                                                 *

Yemekte konu tarihti. Ancak anlatılanlar değil bir ad, Atila mı, Attila yoksa Atilla mı yazılır? Hiç düşünmemiştim. Zaten  bir yıl tarih dersi okuduğumdan belleğimde Atila ilgili pek bir şey kalmadı. Gözümün önüne  geliveren muhteşem resmi ile kardeşi Bleda ile bir de Romalı bir kız tarafından öldürülmesi dışında bir şey kalmadı. Son sınıfta okuduğumuz tarih derslerinde de Hun Hükümdarı Atila’nın bir daha adı geçmedi. Geçtiyse bile şimdi söylediğim gibi Atila dedim. Ancak bugün öğretmen bir  kaç kez bastıra bastıra Atilla dediği gözümden kaçmadı.

Öztekin Öğretmen kemancılarla tek tek çalıştığı için rahat kaldım, alt odada bir ara uyuklar gibi oldum. Hanon çalışmaları hoşuma gidiyor, parça çalışmaları gibi melodi derdi yok. Ancak, parçayı yoluna koyup tekrarlar başlayınca biraz kaytarır gibi oluyorum. Bu an’ın belirtisi de uyuklamak. Başım, aşağı düşüveriyor. Neyse ki Mozart var, ona başlayınca gözlerim açılıyor. Kv.545 Do Majör. Bir iki uzun vuruştan sonra ses zinciri gözlerimi açıyor.

Son bölümü çalarken Yıldız, bir grup arkadaşıyla geldi. Her biri başka başka Enstitülerden gelme. Gönen’den geleni görmüştüm. Aksu’dan gelen  ötekilere göre biraz daha gelişmiş. Hangi  enstitüden geldiğini sordum “Aksu!” dedi arkasından da o bana, hangi enstitüden geldiğimi sordu. ”Kepirtepe!” deyince Pesent Ilgaz Öğretmenden söz etti. Meğer Pesent Ilgaz Öğretmen  bize, Antalya/Aksu’dan gelmişmiş. Pesent Ilgaz öğretmen işime yaradı, böylece,  onun aracılığı ile Antalya/Aksu çıkışlı Pakize Yılmaz’la ilk konuşmamızı yapmış  olduk. Pakize, piyanoyu nasıl öğrendiğimi sordu. Akordiyon çaldığım için zorlanmadığımı söyleyince bu kez de akordiyonu çok sevdiğini, akordiyonumu da dinlemek istediğini  söyleyince:

-Öyleyse, müziği seviyorsun, bizim bölüme geç! dedim. Biçki-Dikiş işlerinde çok başarılıymış. Köy Enstitülü kızların o tür öğretmenlere çok ihtiyacı varmış.

Yıldız takıldı:

-Abi söz verdim gömleklerini ütüleyeceğim, ben aslında arkadaşa güvenerek söz vermiştim!

Gelenlerin biri de Seyhan/Haruniye’den olduğunu söyledi; Saime Çetin. Ne ilginç, bu kez de ben ondan  Faik Bakır Öğretmeni sordum. Faik Bakır Öğretmen, Kepirtepe öğretmenleri çil yavrusu gibi dağıtılınca  oraya sürülmüştü.

Mozart müziği çalıştığımı söyleyince Yıldız, Mozart’ın Türk Marşını istedi. Salt böbürlenmek için önce Maman varyasyondan ilk ,iki bölümü çaldım. Dinleyenler birer “Aaa!” çektiler. Onun da Mozart’ın olduğunu ama bunu çok kişinin bilmediğini söyledim. arkasından da Türk Marşını çaldım. Türk Marşı radyoda sık sık çalındığı için herkes bir aşinalık duyuyor.

Pakize Yılmaz, karaları irice gözlü, arkadaşlarına göre  daha uzunca  boylu!....

Doğan geldi. Aynı sınıfta olduklarından  bir birlerine ısınıklar. Bu kez de beni Doğan övdü. Kepirtpe’de kimseyi rahatsız etmemek için  kış-yaz Marangozluk Atöylesi’nde  akordiyon çalıştığımı anlattı.

Yemeğe birlikte gittik. Bir başka zaman geldiklerinde akordiyon çalacağıma söz verdim!

Masada konu oldu, hemşerim duramadı, sordu:

-Onları sen mi çağırdın? Ben de:

-Ben çağırdım! dedim. Gülenler oldu. Kadir huylandı:

-Ne var yani çağıramaz mı? Ekrem ciddi ciddi, ben de çağırdım, Bach’ın Air’ni hazırladığımda gelip dinleyecekler. Halil Yıldırım sordu:

-Bu dediğin ne zaman olacak? Zamanla sınırlı olmadığı söylendi. Gülüşmelerde sinirsel gerilimler silindi. Abdullah Erçetin Kepirlilerin kitaplıkta toplanacağını duyurdu. Sami Akıncı’yı sordum, iyiymiş ama revirden henüz çıkmamış. Sami olmayınca Kepirlilerin  zor toplanacağını bildiğim için koşul koydum:

-Giderim ama, zırva şeyler konuşulacaksa kalkarım!

Yemekten sonra Üç Kepirli birlikte gittik. Çağrıyı yapan Mehmet Başaran’mış. Toplantı Dergi Kolu adına yapılıyormuş. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca da katılacakmış. Emrullah Öztürk’le Mustafa Saatçi katılmadı.

Hüseyin Atmaca  geldi, genel bir açıklama yaptı:

-Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüleri adıyla bir derginin çıkmasını sabırsızlıkla bekliyor. Atmaca ayrıca,kendiinin de bu kolda görevli olduğunu, Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle iletişimi o sağlayacağını anlattı. Dergi kolundaki arkadaşımız Mehmet Başaran’dan açıklamalar beklemeye başladık. Şakalaşmalar oldu. Hüsnü Yalçın:

-Kepirtepe’de şiir yazdığını biliyorduk, ama nedense bir sır gibi bizden saklardın, işte fırsat çık bakalım ortaya! dedi. Ortaya çıkma bizim Trakya’da  genel bir deyimdir. Pehlivan güreşlerinde bir sıralama vardır; Küçükler, büyükler. Büyükler işin  “Baş” sözü kullanılır. Küçüklerle büyükler arasını Ortalar doldurur. Güreşlerde “Ortalar, ortaya!  Dendiği zaman güreş meydanı birden dolar. Çünkü orta güreşçiler sayısal olarak çok olur. Belki de bu yönüyle Orta sözü deyimleşmiştir. Biri bir başkasına çık ortaya deyince bir başkası takılır neden orta? Başa, başa; o, başa lâyıktır! derler. Hüsnü’nün orta sözünü ekşimsi  karşılayan Mehmet Başaran’a öteki arkadaşlar:

-Başa, başa! sözünü ekledi. Başaran’ın söylemeye çalıştıklarından pek bir şey anlamamakla birlikte şöyle bir özet yapılabilirdi. Dergi, tüm Köy Enstitüleri’nin adına çıkacak. Böylece bölgesellik, ayrımcılık düşünülmeyecek, kardeşlik, imece fikri gözden uzak tutulmayacak. Bizim yakınımızda olmayanlara hoşgörü ile bakılacak. Yazılar, olabildiğince kısa olacak, konular, köyleri ilgilendirecek. Mehmet Başaran elindeki kağıttan bunları okuyunca ben kalktım.  Halil Basutçu, elimden tutarak:

-Dur bakalım, hemen  kaçma, kaçmanı gerektiren bir durum varsa bize de söyle belki biz de kaçarız! Arkadaşlarda yanlış bir kanı uyanacağını sezdiğim için oturdum. Mehmet Başaran’ı sevmediğimi daha doğrusu küçümsediğimi arkadaşlar öteden beri bilirler. Arkadaş, sinsidir, işlerden kaçar, yalancıdır, hepsinden öte çok kıskançtır. Bir de jürnalcılık yaptığı söylenmektedir. Benim için Kepirtepe’de okul müdürüne yapılan jürnalı onun yapabileceği üstünde duran büyük bir grup arkadaşım, başta Sami Akıncı olmak üzere bunu açık açık söylemişlerdi. Geçmişteki bu kanılardan dolayı bir kin tuttuğum yanılışını önlemek üzere dönüş yapıp oturdum. Ancak kalkış nedenim sorulunca İlk belirttiğim, karşımızda olduğunu bildiğimiz kimseleri daha fazla kızdırmamak için yumuşak davranmak ne demek?

Arkadaşların bir bölümü hâlâ direnmemin Başaran’la ilgili olduğunu sandıklarından aramızı bulmaya kalkıştılar. Biz konuşurken bir başka grup geldi, onlar da  dergi konusunda toplanıyormuş. İçlerinden biri Mehmet Başaran’a:

-Sizin de Mecmua ,işi mi? diye sordu. Bu kez de ben başarana sordum:

-O sana ne sordu? Mehmet Başaran tekrarladı:

-Sizin de mecmua işi mi? Beklediğim gibi oldu, söyleyeceklerimi şimdi daha rahat söyleyecektim. Hemen sözü, geçen seneki Devrim Tarihi derslerimize bağladım. Atatürk’ün Büyük Nutku’nu okuduk, Türk Gençliğine Hitabe’yi ezberledik. Atatürk’ün önemli buyruklarından biri de Dil Devrimi, Türkçe’nin yabancı dillerden arındırılmasıydı.1935 yılında Varlık dergisinde yayımlanmış bir yazı var, tüm yazarlara, gazete, dergi çıkaranlara  gönderilmiş bir yazı.

                                               TÜRK DİLİ İÇİN

     Türk dili araştırma kurumu, bütün gazete ve dergilere birer mektup göndererek, her gün verilen beşer kelimelik listelerde geçecek Osmanlıca sözlerin o tarihten sonra yazılarda kullanılmamasını,  öyle kelimeler geçerse değiştirilmesini rica etti.

Biz  dil kurumunun, Türk  dilinin özleşmesi için yaptığı  bu içten dileği bütün yazı arkadaşlarımıza bildirirken, kendilerinden, çıkan listeleri gözden geçirmelerini ve bundan böyle o kelimelerin kullanılmamasını dileriz.

  Ancak  VARLIK, baştan başa imzalı yazılarla çıktığı ve bir san’at  dergisinde neşredilen eserlerin, hatta bir virgülüne bile dokunmamayı en  esaslı ödev saydığımız için, Osmanlıca kelimeleri değiştirmek hakkını kendimizde göremiyoruz. Hem yalnız kelimelerin değiştirilmesi kötü bir çevirmecilik olacağından üzerinde işlenilen yazının san’at değerini de azaltabilir.

En doğru yol, yazıların, öz Türkçe düşünülerek kaleme alınmasıdır.

  Bir nokta daha:

-Elimizde dört veya beş sayı sonra çıkacak yazılar vardır, bu yüzden, listeleri günü gününe takip etmek bizim  için imkansız olacaktır.

   VARLIK öz Türkçe savaşında en önde yer almayı kendisi için bir görev sayar. Ancak, söylediğimiz noktalar göz önünde tutularak, bu işi günü gününe yapamazsak bağışlanacağımızı umuyoruz. Öz dil işini başarmak için bütün güvenimiz yazı arkadaşlarımızın yardımındadır.  

                                                                                  VARLIK ( 1 Haziran 1935-Sayı.46)

 

Bakın, yazı 1935 yılında Atatürk’ün sağlığında yazılmış. Belki de kendisi yazdırdı. Bu yazıyı daha da açıklayacak başka belgeler de var. Bunlar da  daha 1935 yıllarında hazırlanmış.

1.Osmanlıca’dan Türkçe’ye,

 

 

2.Çok önemli isimler:

 

 

 a) Mecmua:DERGİ!

 

b)Muallim:ÖĞRETMEN

 

 

c)Mektep:OKUL

 

 

Talebe:ÖĞRENCİ

 

deniyor. Bunu kim istiyor? Atatürk’le arkadaşları. Arkadaşların  hepsi T.B.M.M üyesi, birileri de bakan. Bizim okullarımızı bunlar açtı, bunlar yaşatacak. Biz bunlara nasıl yardımcı olacağız? Onların Dergilerine mecmua demekle mi? Öğrenciye talebe, Okula ,mektep demeye devam edersek yenilikleri köylere nasıl götüreceğiz? Beğenmediğimiz, ya da bize beğendirmemek için horlanan Öğretmen Okulu çıkışlılardan farkımız ne olacak? İlköğretim Şube Müdürü  Ferit Oğuz Bayır’ın kızı Dilek Bayır, yaz boyunca dikkatimi çekti, yaşıtı bayan öğretmenlere “Hocahanım!” dedi durdu. Uyardığımda ise “Beybabasının gücünün  gölgesinde olduğunu belirtirce:

-Ne varmış Hocanımda? Hoca öğreten, hanım da hanımlığı anlatıyor işte! Öğretmense yalnız öğreteni anlatıyor! diyebilmiştir. Kendisine:

-Bayan Öğretmen neyi anlatıyor? Bayanı, hanım olarak yeterli bulmuyor musun? Öğreten bayan, hoca hanımdan  öğreticiliği daha açık  anlatmıyor mu? Unutmayın  ki hanım sözü halka indikçe başka  şekiller alır, avrat, karı, hatta garı, eksik etek olur. Hoca hanım kahvelerde rahatça avrat hocaya çevrilir. Ancak bayan, bayan olarak kalır. Çünkü ondan henüz bir türeme yapılmamıştır.

Sonuç olarak, Bayan Dilek’in işi okumakla ilgili olmadığı, biçki dikiş öğreten bir bayandan fazlasını beklemenin insafsızlık olacağını düşünerek konuyu kapatmama karşın, etkileşim ağı içinde görev alan bir yetkilinin (Şube Müdürü Ferit Oğuz Bayır) özel olarak seçip  bir kurumun öğretmenleri arasına yerleştirdiği  kızının, o kurumun amacına ters düşen davranışını bir türlü affedemedim. Dilek Hocahanım,  dilerim benim değil T.C. ilkelerine uyan davranışları  benimsemeyerek dikiş makinelerini çalıştırır, hocahanımlar, hanımhocalar yetiştirir. Onları da köylere ya da Köy Enstitüleri’ne göndererek:

-Biz, ulusal varlığın temeliyiz köküyüz-Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz! diyenlerle kaynaşırlar !!! Durun durun, şimdi anımsadım! Varlık Dergisi’nin son sayısında bu konuda bir yazısı var. Kısa bir yazı, birlikte okuyalım:

 

Varlık-1-15,2. Teşrin(Kasım) 1944 sayı 272......

 

Güzel Türkçemiz İçin Bir Dilek

 

Güzel Türkçe, temiz Türkçe, öz Türkçe davamız hızla yürüyor. Bu alanda son bir kaç yıl içinde ne kadar yol aldığımızın bilmem farkında mısınız?

Ancak birden ve temelden değişiklikler göze çarpar. Halbuki burada zaman vazifesini görüyor. Dilimizi, alışa alışa, sindire sindire pürüzlerinden ayıklıyor, yeni ve ileri bir anlatım vasıtası haline geliyor.

      Davanın bayraktarı okullarımızdır. Maarif Vekilliğinin  devamlı ve titiz ilgisi sayesinde yeni nesillerimiz geçmişin bu yoldaki çarpık inanışlarını yabancı, dil davasının yılmaz ve yanılmaz öncüleri olarak yetiştiriyorlar. Gene Maarif Vekilliğince  hazırlanıp yayınlanan dünya edebiyatından tercüme eserler de dil temizliği bakımından büyük bir kazanç sayılmak lâzım. Gazetelerimizin büyük bir kısmı da(Hepsi diyebilmeyi ne kadar isterdik)  bu yolda şuurlu bir şekilde yürümektedirler. Yalnız, bu temel davamız uğrunda çok şey yapabilmek elindeyken, pek azını yapan bir kurumumuz bulunduğunu da görmemezlikten gelemiyoruz. Anadolu Ajansından bahsetmek istiyorum. Gazetelerimizin dış memleketler için havadis kaynağı hemen h emen yalnız ajanstır. Onun verdiği haberler, gündelik gazetelerimizin sütunlarında önemli bir yer tutar, hemen hiç değişikliğe uğratılmadan da yayınlanır.

Pek geniş bir okutucu yığınının adeta ister istemez okumak zorunda bulunduğu bu  haberlerin yazılışı ne yazık ki yeter derecede temiz değildir. Hâlâ ajans bültenlerinde “derpiş, iltizam, teati, tezekkür, taklip” gibi okullarımızda yetişmekte olan gençlerin hiç bilmedikleri, hattâ  genç  nesil muharrirlerinin, yazılarını yazarken düşünseler hatırlarına gelmeyecek bir takım ağdalı ve tamamiyle lüzumsuz sözlerin ve cümle yapılarının kullanıldığını her gün üzülerek, sinirlenerek görüyoruz. Yeni ortaya atılan ve halkın henüz alışkın olmadığı öz dilden kelimeleri bir yana bırakıyoruz, fakat konuşma dilinizde bulunan ve temiz Türkçeyi, yazanların her zaman kullandıkları, herkesin bildiği ve kolaylıkla anladığı sözler yerine geçmişin bu köhne artıklarının her gün önümüze sürülmesi hiç de hoşa gitmiyor ve daha hızlı yürümesi gereken davanın önünde   bir engel oluyor, âdeta!

Ajans bültenlerinin, sırf dil temizliği bakımından, bu işin ehli kimseler tarafından gözden geçirilmesi o kadar büyük faydalar temin edebilir ki pek küçük bir fedakârlıkla sağlanabilecek olan bu işin, bundan böyle olsun ihmal edilmemesini, Anadolu ajansının yeni Umum  Müdüründen dilemeyi bir borç biliyoruz.      

Varlık

 

Asıl anlatmak istediğim bunlar değildi, dergi çıkmasını sabırsızlıkla isteyenlerden biriyim. Geç bile kalındığına üzülüyorum. Keşke daha önce çıksaydı da Köy  Enstitüleri üstüne en son konuşması gereken Ahmet Emin Yalman’a kendi dergimizde gereken karşılığı verseydik! (Ahmet Emin Yalman adı geçince  ilgi arttı.)      Adam  buraya geldi, bizim bölümü gezdi, keman- piyano çalışmalarımızı gördü, toplu koroları dinledi. Kitabında bundan hiç söz etmedi. Buna karşın Eskişehir/Çiftelerde Aşık Veysel’in olağanüstü faaliyetlerini(!) ayrıntılarıyla anlattı,  yüzlerce öğrenciyi bağlama çalıyor diye ülke insanına duyurdu. Ne kadar zamanda? Süre yok! Nerde o bağlama çalanlar? Çalması öğrenilen bir çalgı hemen unutulur mu? Çifteler Köy Enstitüsünü bitirmiş 3 kuşak  arkadaşımız var, elinde bağlama olan birine tanık olmadık. Eğer bunlar bağlamaya bu denli vefasızlık ettilerse yazık olmuş Aşık Veysel’in emeklerine. Aşık Veysel’i tanıdım, adam kendisi:

-Ben sazı kendim bile daha öğrenemedim, çalışıyom işte,  öğrenmek isteyenler bana baksın, benim gibi çalışsın.onlar da örgenirler! diyor. Ahmet Emin Yalman’ın adı geçince de sadece gülümsüyor. Arkasından da:

-Yaman Adam! diye ekliyor!

Söze başlarkenki tavrımın sanki arkadaşımız Mehmet Başaran’aymış gibi algılanması giderek silindi. Beklemediğim gözlemler ortaya getirildi. Örnek olarak ilk sanat öğretmenlerimiz Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren. Hasan Çevik, Namık Ergin anıldı. Sanat öğretmenleri olmalarına karşın  konuşmalarımızı  süzgeçten geçirirler güzel örnekler verirlerdi. Tarım Öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy’a nasıl da hayrandık! Kitaplardan tumturaklı sözler seçer sorardık. Onlardan sonra gelenlere ne sorduksa avucumuzu yalamıştık.

Arkadaşların isteği üzerine toplantının başka bir akşam devamına karar verildi. Ayrılırken, Başaran’ın   Dergi için  yaptığı çalışmaları övücü bir iki söz söylemeyi düşünürken yanıma geldi, her zaman yardımımı beklediğini söyledi. Buna da sevindim. Gönül alıcı  söz söylemeyi  hem beceremem hem de içimden gelmez. Eski Varlık dergilerini nereden sağladığımı sordu. İşte bunu yapamazdım, tersi katlanması güç bir yalan söyledim:

-Vahit Dede o dergide yazıyor. Kendisi takip edemiyormuş bana söyledi, Varlık alıyorum, onun yazısı olanları ona gönderiyorum, ötekiler de bende kalıyor. Vahit Dede şimdi Keşirlik Bucak Müdürü. Mehmet Başaran, il olarak Kırklareli çocuğu ama Kırklareli’yi görmemiş. Ben “Keşirlik!” deyince yüzüme acayip bakınca takıldım:

-Orası da tıpkı sizin köy gibi eski bir Rum köyü, Kırklareli’nin Bulgaristan  tarafında, size olduğu gibi bize de çok uzak. Duymamış olabilirsin!

Arkadaşlar ayılınca İsmail Habip Sevük’ün eki Edebi Bilgiler kitabını açıp Tevfik Fikret’i okudum. Nahit  Sırrı’nın beğenmediği kitapta Tevfik Fikret’e 17 sayfa yer verildiği, eleştiriliyordu. Oysa bunda Tevfik Fikret’e tam 26 sayfa yer verilmiş. Ben gözümün tuttuklarına baktım.”    Hey Teres!” hicviyesi hoşuma gitti.

                                                       Hey Teres!

Geldi derin gene bir turfa ses,

Kim  bu Salahi Dede?Öyleyse bes

Biz biliriz onca nedir mültemez

         Çekme ol boş çileyi ümmidi kes:

Şimdi sarık,şimdi külah,şimdi fes,

Aç başını öyle nesin ey teres!

Bazı sözlerin anlamları:Teres: Bay bayan ilişkilerinde aracılık yapan,onur yoksunu insan.Turfa ses: Pek sık duyulmayan, şaşırtıcı, yanıltıcı ses. Bes: tamam,yakışan,ancak onun yapacağı...Mültezem: Beklenti,çıkar,amaç...

Günümüz diliyle...

“ Dikkat Pezevenk! Yine bir yerden  şaşırtıcı, ama yabancısı olmadığımız bir ses geldi. Salahi Dede, adı geçtiğine göre, durum anlaşıldı! Bu tür insanların hangi beklentiler arkasında koştuğunu biz biliriz. Ancak boş yere bir umuda kapılıp çile çekiyorsun. Senin gibiler kılık değiştirip her dönemde ortalıkta görünürler.

Bunlar, sarık takarlar, külah giyerler, şimdilerde de fes altında dolaşırlar. Sonuç olarak uzatma, aç başını da  kendini göster, biz seni tanıyoruz aşağılık adam!  (Bayan pazarlayıcı!..)

Fikret Madaralı Öğretmen, şimdi daha iyi anlıyorum; Tevfik Fikret’i çok severdi. O, babasının sevdiğini,o neden oğlunun adını Fikret koyduğunu anlatmıştı ama belli ki kendisi de babasını  etkisinde kalmış. Bizlerde tembellik sezdiği zaman sık sık:

-Ferda senin, senin bu teceddüt, bu İnkılâp! der, arkasından inkılâp’ın anlamını sorardı. İlkinde ben de  payıma düşeni almıştım. İnkılâp’ı  ben de inkilâp demiştim. Madaralı Öğretmen önce bir noktanın bir virgülün ne denli değişiklikler yaptığın uzun uzun anlatmıştı. Çok iyi anımsıyorum, öğretmen:

-Biriniz tahtaya kalksın! deyince koşarak gitmiştim. Öğretmen:

-Çalış oğlum baban gibi eşek olma! deyince ürpermiştim. Madaralı öğretmen bunu bana nasıl söyler? Daha dün, Ali Ağabeyim gelmiş, Madaralı Öğretmen bizim köye gelmek istediğini söylemişti. Beni övmüş, babama selâm göndermişti. Kendi kendimi yerken öğretmen:

-Ne duruyorsun, virgülü yerine koymayacak mısın? dedi. Ne virgülü?  Yazdığım yazıyı bile göremiyordum. Öğretmen  gülerek geldi:

-Sen hakettin ama, babanın ne suçu var?, Onu ayıralım! deyip tebeşiri aldı, Baban gibi’den sonra virgülü koydu. Bana okuttu. ”Çalış oğlum baban gibi!” arkasına, “Adam ol!”  ekletip bir kaç kez tekrarlattıktan sonra öteki cümleye geçip eşeğe döndürmüştü.

 

                                                        FERDA 

                                                                        -Bugünün Gençlerine-

                                  Ferdâ senin;senin  bu teceddüt,bu inkılâp...

                                 Her şey senin değil mi ki zâten?...  Sen ey şebâb,

                                 Ey çehre-i behîc-i ümid- işte ma’kesin

                                 Karşında: bir semâ-yi seher,sâf ü bî-sehâb,

                                 Aguuş-i lerze-dârı açık,bekliyor.... şitâb!

           Ey fecr-i hande-zâd-i hayât, işte herkesin

                                 Enzârı sende; sen ki hayâtın ümîdisin,

                                 Alnında bir Sitâre-i nev ,yok,bir âf-tâb,

                                 Afâka doğ,önünde şu mâzî-yi pür mihen             

                                                 Sönsün müebbeden

 

                                Sönsün müebbeden o cehennem; senin bugün

                                Cennet kadar güzel vatanın var, şu gördüğün

                                Zümrüt bakışlı, inci şetâretli kızcağız

                                Kimdir, bilir misin? Vatanın...Şimdi saygısız

                                Bir göz bu nazlı çehreye-Allah esirgesin-

                                Kem bir nazarla baksa tahammül eder misin?

                                İster misin, şu ak sakalın pâk ü muhteşem

                                Pişâni- i vakaarına, bir  kirli el demem,

                                Hattâ bir yabancı el uzansın? Şu makberi,

                                Râzı olur musun, taşa tutsun şu serseri?

                                Elbet hayır, o makber, o pişân-ı vakur

                                Kutsal birer misâl-i vatandır...Vatan gayur

                                İnsanların  omuzları üstünde yükselir.

                                 Gençler, bütün ümmîd-i vatan şimdi sizdedir;

                                 Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin;

                                 Lâkin unutmayın ki zaman tünd ü mutmain

                                 Bir hatve -i  samut ile ta’kîb eder bizi.

                                 Ta’mika yol bulan bu yanılmaz muâkıbin

                                 Şermende-i itâbı kalırsak, yazık!..Demin

                                 Ferdâ senin  dedim, beni alkışladın; hayır,

                                 Bir şey senin değil, sana ferdâ vediadır:

                                 Her şey vediadır sana, ey genç unutma ki

                                 Senden de bir hesâb sorar atî-i müşteki

                                 Mâzîye  şimdi sen bakıyorsun pür- intibâh

                                 Atî de sensen eyliyecek böyle iştibâh

                                 Her uzvu girdibâd-ı havâyicle sarsılan

                                 Bir neslin oğlusun; bunu yâd et zaman zaman

                                 Asrın, unutma, bârikalar asr- feyzidir:

                                 Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir.

                                 Bir ufk-ı itilâ açılır, yükselir hayat;

                                 Yükselmeyen düşer; ya terakkî ya inhitâd!

                                

                                 Yükselmeli, dokunmalı alnın semâlara;

                                 Doymaz beşer dedikleri kuş i’tilalara

                                 Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;

                                 Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!

 

                                                                                Tevfik Fikret (Haluk’un Defteri)

Ölçü.(Vezin)Aruz.

                            Hat   tâ   ya   ban   cı     bir   el   u*     zan  sın   şu*  mak    be  ri

                             Ra    zı    o    lur    mu  sun  ta   şa*    tut  sun   şu *  ser     se  ri

-            -     .       -   /   .        -     .     -   /    -       -       .       -      /    .     -

                              Fa     i     lâ    tun   me   fa    i     lün    fa     i        lâ     tun     fe  lün  

Not: * işaretliler uzatmalıdır.

Tevfik Fikret, oğlu Halûk’a söylermişçesine tüm Türk gençlerini uyarmıştır.(Atatürk’ün, Türk Gençliğine Hitabesi! gibi... Ancak, şiir etkileşimi yoluyla duygusal  nitelikte bir uyarma!)

“Gelecek senin, yenilikler, değişimler senin. Her şey senin değil mi zaten! Gençler, tüm umutların parlak yüzleri, geleceğin aynasısınız. Karşınızda güneşli, pırıl pırıl bir sabah kucağını açmış sizi sabırsızla bekliyor. İşte hayatın gerçek, şeffaf tarafı. Sizden öncekiler sizi, güzel umutları içinde bekliyor. Alnında bir parlayan yıldız ,hayır hayır, yıldız değil güneş, ufuklara doğru, çok acıları yaşanan geçmişi arkada bırak, yok olsun onlar sonsuza dek!

    O cehennem hayat  sonsuza kadar sönsün. Bak senin önünde Cennet kadar güzel vatanın  var. Şu gördüğün zümrüt bakışlı, kıvrak hareketli kız, kimdir, bilir misin? VATANIN! Şimdi saygısız bir  göz o güzel yüze -Allah korusun-  kötü gözle bakmasını ister misin? Hele bir ak sakallı yaşlının, temiz ve onurlu yüzüne bir kirli elin demeye dilim varmıyor, yabancı bir elin uzanmasına katlanır mısın?

Şu mezarları bir serseri taşlasa dayanır mısın? Elbette hayır! O mezarlarda  gururlu, alnı açık insanlar yatmaktadır. Onların her biri vatan için kutsaldır. Unutmamalı ki Vatan, gayretli insanların omuzları üstünde yükselir.

Gençler, Şimdi vatanın umudu sizdedir. Her şey sizin, vatan da sizin, her şan-şeref sizin. Ancak unutulmasın ki zaman serttir bu sertliğini de her zaman sürdürür. Önden koşar gibi görünse de dikkatle, titizlikle bizi  gözetler. İnce eleyip sık dokuyan bu takipçi, hiç bir kusuru affetmez. Onun istemediği bir duruma düşersek yazık olur. Demin ,”Gelecek senin!” dedim, beni alkışladın. Hayır, Bir şey senin değil, sana  “Gelecek “  geçici olarak verilmektedir, geçicidir. Ey genç, unutma ki senden de bir gün hesap soracak gelecekteki haksızlığa uğrayanlar.(Şikâyetçiler)Sen şimdi ibretle geçmişe bakıyorsun, gelecekse sana  kuşkulu gözlerle bakacak. Unutma ki büyük haksızlıklara uğramış bir zamandan(nesilden) geliyorsun, bunu unutma, zaman zaman da an! Şunu da iyi bil, yaşadığın yüz yıl büyük buluşların ortaya çıktığı bereketli bir yüz yıldır. Her ışık çakmasında (gürlemesinde) bir gece, bir gölge devrilir, ardından yenilikler ortaya çıkar. İnsanların yaşamında  düzelmeler, yükselmeler görülür. Unutulmasın ki, yükselmeyen  düşer: Ya gelişme-yükselme  ya  yıkılma-yok olma!

Son söz!

Yükselmeli, alnın   gök yüzüne dönük, başın dik olmalı, insan denilen kuş yükselmeye doymaz.(Ne denli  uygarlaşırsa, onun ötesi için  uçar(Koşar)

Durma, uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; durmak zamanı geçmiş yıllarda kaldı, çağımız çalışma zamanıdır.”

Yatınca bir süre gene düşündüm, Hamdi Keskin Öğretmen  derse girer girmez “Ferda!” diye başlarsa ne yaparım? Hiç, kulak kesilir dinlerim. Ferda şiiri sözü açıp sorarsa? İşte o zaman parmak kaldırıp yazdığımı, tekrar tekrar okuduğumu söylerim! Sevindim, belki böyle olur. Bu tür olaylarda kimi kez şansım iyi gider.

Başaran’a verdiğim gözdağı, belki de öteki dergicileri incitecektir. Yıldız’dan haber alacağımı sanıyorum. O tınmazsa Tevfik Uğurlu beni görmezden gelemez.

 

30  Kasım  1944  Perşembe

 

Akşam, uyumadan  önce son aklımdan geçen Tevfik Uğurlu. Abi, akşam seni aradım. Doğan vardı. Arkadaşların, ”Gelir!”, dediler, bekledim, gelmedin !Ben de ona:

-Senin Dergici arkadaşın biz Kepirlileri topladı, sen neden gelmedin? Tevfik ağzından baklayı çıkardı:

-O haset yaratığıyla anlaşamıyorum, benim Dergi Kolu’nda başka arkadaşlarım oldu, onlarla uyumlu çalışıyoruz.

Tevfik’le ayak üstü konuştuk. Meğer Tevfik bana, yapacağımız toplantıda o haset yaratığına fazla yüz vermeyin! diyecekmiş. Akşamki durumu anlatınca Tevfik sevinerek ayrıldı. Bu kez de ben merak ettim, Tevfik’le neden anlaşamıyorlar?

Kahvaltıda Tevfik Fikret anıldı. Tevfik Fikret, Atatürk’ün çok sevdiği bir şairmiş. Kızılçullu çıkışlı arkadaşlara öyle anlatılmış. Bizim öğretmenimiz Fikret Madaralı   da öyle bir şey söylemişti ama öyle çok bastırmamıştı. Fikret Madaralı öğretmen kendi babasının Tevfik Fikret’i çok sevdiğini, oğlunun adını o nedenle Fikret koyduğunu bir kaç kez anlatmıştı. Nedense ben,  Atatürk’ün Tevfik Fikret’in şiirlerini çok seveceğini düşünemiyorum. Tevfik Fikret 1915 yılında ölmüş. Atatürk 1881 yılında doğmuş. Tevfik Fikret öldüğünde 35 yaşındadır. Tam da Büyük Savaşın  ortaları. Atatürk Çanakkale cephesinde, ölüm kalım savaşında. Öteki zamanları da öyle. Tevfik Fikret’in şiirleri ancak dinlenilen mekânlarda okunur. Okuyan kim olursa olsun Tevfik Fikret’in şiirleri için kesinlikle lügat(Sözlük) gerekir. Savaş içindeki insanlar, ancak silâh, cephane düşünür. Ekrem Bilgin duramadı, kendini örnek verdi. O, geçen yaz kampta tam bir savaş havası yaşamış, buna karşın Tevfik Fikret okumuş. Arkadaşları bir gülmek tuttu. Bana sordular:

-Ekrem, Tevfik Fikret’in nesini okumuştur? Benim de birden aklıma geldi:

-Ekrem, kamp süresinse Tevfik Fikret’in adını sayıklamıştır. Tevfik Fikret  bir şiirinde diyordu?

Bugün yine açız!... Ekrem:

-Bugün yine yürüyüş var! denilince  çağrışım yapmış, Ekrem başlamıştır:

-Tevfik Fikret! demeye! Arkadaşlar güldüler. Ekrem hiç oralı olmadı; sadece:

-Seni susturdum ya!

                                                               *

 

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Günaydınlaşmadan sonra sordu:

-Sizin için verilen yeni kararı duymuşsunuzdur, ne diyorsunuz? Yoksa üstünde durmadınız mı? Arkadaşların çoğu benim gibi anlamamışçasına baktı. Üstünde durmuşlar, konuyu açtılar. Şükrü Koç:

Biz bir sonra yararlanacağımız için pek üzerinde durmadık! Deyince Hamdi Keskin Öğretmen:

-Olur mu? Sizi ilgilendiren durumlarla hemen ilgilenmelisiniz. Bu tür olaylar sizin geleceğinizle ilgili bilincinizi de güçlendirir. Konuyu sonunda anladık:

-Son sınıflarda bir aylık Bakanlıkta çalışma kararı. Öğretmen açıkladı:

-Yıllardır, yönetici olarak çalışırım, görevim öğretmen işleri. Yüzlerce öğretmen haksızlığa uğramıştır. Bunların kimileri, kabahatli olmakla birlikte aldıkları cezalar haksız olarak verilmiştir. Öğretmen az kurcalasa o cezayı çekmez. Ne yazık ki öğretmen hak arama yollarını bilmez. Sizler de bu çark içinde bulunacaksınız. Aynı durumlara düşmemeniz için bağlı bulunduğunuz bakanlığın çalışma düzenini bilmeniz yararınıza olacaktır. Bir lise müdürü, okulundaki öğretmenlerle zıtlaşmış, öğretmenler sayısal çokluk nedeniyle  o çevre Saylavları aracılıyla müdürün başka yere gitmesini sağlamışlar. Müdür çok üzgün, bana geldi. Benim yaşımda bir arkadaş. Anlattıklarına üzüldüm. Üzülerek dinledim. Sonuç olarak sordum:

-Anlattıklarına çok üzüldüm, ancak bunları ilgili makamdakilere anlattınız mı? Verilen cevap beni şaşırttı:

-İlgili makam neresi bilmiyorum ki? Ben siz de ilgilisiniz diye anlattım! Ben İlköğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürüyüm. Kapıda  da böyle yazıyor. Oysa liselerde çalışanların işleri Ortaöğretim Genel Müdürlüğünce yürütülür. O müdürün bunu bilmemesini kendi eksikliğine değil, genel bir eksiklik olarak düşündüğümden sizin kararınızı duyunca  dikkatinizi çekmek için bu olayı anlattım. Dilerim, yararlanırsınız da bu tür bilgilere gerek kalmaz!

Öğretmen, deminden beri elinde tuttuğu kitabı açtı.

                      “Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol;

                        Ey halk, yaşa, ey sevgili millet, yaşa...var ol!”

Dedikten sonra gülümseyerek:

-Bizler bu sözleri sık sık duyuyoruz, biz de söylüyoruz. Gelgelelim bu sözler, bundan 40-50 yıl önce söylenmiş. Ne cesaret değil mi? Müstebit padişah, onun buyruğunda kul bir hükümet, onun zaptiyeleri kol gezerken bunları düşünmek, düşündüğünü toparlayıp halka duyurmak cesaret işi. İşte Tevfik Fikret’i böyle düşünüp değerlendireceğiz.

İstiklâl Marşı’mız ne zaman yazılmıştı? Kuşkusuz Kurtuluş Savaşı’mızın coşkusuyla. Mehmet Akif Ersoy da Tevfik Fikret kuşağındandır. Onun da yüreğinde o zamanlar benzer duygular vardı. Tevfik Fikret yaşasaydı daha başka şeyler yazacaktı, demiyorum. Edebiyat bir etkilenişim zinciridir. İstiklâl Marşı’mızda  Millet Şarkısı’nı sezebiliyorsan hattâ Millet Şarkısında La Marseilleise izlerini görebiliyorsan Edebiyatı kavramış sayılırsın. Bununla şunu demek istiyorum. Milletler hep vardı. Vardı ama yönetimler onları yok saydı. Milletlerin adı anılıyordu. Fransızlar tarih boyunca vardı. Ancak çok eski değil 18.y.y.başlarında Fransız kralı 14.Louis Fransa benim! diyordu. Ancak onun torunun oğlu bunu diyemedi. Bildiğiniz gibi Büyük İhtilal oldu, kral giyotine gitti. İşte bu coşku içinde Fransız halkı kendi duygularını bir marşta birleştirdi. Dünyada ilk Milli Marş böyle doğdu. Bu marşın adı Fransızca la Marseilleise olduğu için onu anımsattım. Bizim tarihimiz de Türk Tarihi değil Osmanlı tarihi idi.1826 yılında 2.Mahmut Yeniçeri ocağını kaldırınca onların müzik takımı olan Mehterliği de ortadan kaldırmıştı.Avrupa’dan besteciler getirdi,onlara marşlar besteledi ama bu marşlar Padişahların adlarını taşıdı:

-Mahmudiye marşı, Mecidiye Marşı, Aziziye marşı, Hamidiye Marşı gibi.İşte şairimiz bu marşlar çalınırken yüreğindekini ortaya dökerek:

-Millet Şarkısı! diye haykırdı. Fransa’da halk, Osmanlı’da bir yürekli şair. Haksızlık etmeyelim ondan önce de bir başka şair haykırmıştı:

-Arş yiğitler savaş meydanına! diye. Ancak bu bir savaş marşı düzeyinde kalmıştı.

 

                                                   Millet  Şarkısı

                                 Çiğnendi, yeter varlığımız cehl ile  kahre;

                                 Doğrandı mübârek vatanın bağrı sebepsiz.

                                 Birlikte bugün  bulmalıyız  derdine çare;

                                 Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.

 

                                 Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol;

                                 Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa, var ol!

 

                                 Gel kardeşim, annen sana muhtaç; ona koşmak....

                                 Koşmak ona, kurtarmak o bî-bahtı vazifen.

                                 Karşında göğüs bahr açık, ölgün yatıyor bak;

                                 Onsuz yaşamaktansa berâber ölüş ehven

 

                                 Her an o güzel sineyi hançerliyor iller;

                                 İmdadına koşmazsak eğer mahvı mukarrer.

 

                                 Zulmün topu var, güllesi, var, kal’esi varsa,

                                 Hakkın da  bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;

                                 Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa

                                 Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.

 

                                 Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol;

                                 Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa, var ol!

 

                                 Vakiyle baban kimseye minnet mi ederdi?

                                 Yok, kalmadı hâşâ sana zillet pederinden,

                                 Dünyâda şereftir yaşatan milleti, ferdi;

                                 Silkin şu mezellet tozu, uçsun üzerinden.

 

                                 İnsanlığı pâ-mâl eden alçaklığı yık, ez;

                               Billâh yaşamak, yerde sürüklenmeğe değmez.

 

                               Haksızlığın envâını gördük... bu mu kaanûn?

                               En gamlı sefâletlere düştük... bu mu devlet?

                               Devletse de, kaânunsa da, artık yeter olsun

                               Artık yeter olsun bu denî zulm ü cehelet...

 

                            Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol;

                            Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa...varol!

                                                                                         Tevfik Fikret(1908)

Aruz- Ölçü-(Vezin.)

                                    Mil  let  yo  lu  dur  hak yo  lu  dur tut  tu  ğu  muz  yol

                                    Ey   hak  ya şa   ey   sev  gi   li  mil  let ya  şa   var   ol

                                      -      -      .    .     -      -     .     .    -      -    .     .       -    -

                                    Mef   û   lü   me fa     î     lü me fa      î  lü   fe      û   lün

 

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek bizim tarafa baktı. Bakın, şiir 1908 yılında yazılmış.2.Abdülhamit devrildikten sonra 2. Meşrutiyet Dönemi başladı.

Öncekine göre daha yumuşak bir dönemdi. O dönemde bu şiir bestelenemez mi  idi? Bestelenmedi. Çünkü besteleyecek adam yetişmemişti. Kötü yönetimler Tevfik Fikret’in de söylediği gibi halkın sanat damarlarını da kurutuyor. İşte bu nedenlerle Cumhuriyet hükümeti, topyekûn kalkınma çabalarını sürdürüyor. Sizler de bu çabaların içindesiniz. Sizlerden farklı beklentilerimiz biraz da bundan. Mehmet Akif Ersoy’dan İstiklâl Marşı’mızdan söz ettik. Mehmet Akif marşı yazdı, Meclis  bir yasa ile kabul etti de  sözler tam on yıl bestecisini bekledi. Çok düşündürücü bir durum değil mi? Bir milletin insan kaynağı halkıdır. Halk, köylü, kentli diye ayrılmaz. Ancak yetiştirilecek elemanlar için köylere baş vurmak daha akılcı bir durum. Çünkü o kaynak daha zengin. İlk deneme siz değilsiniz. İlk değil ama sizden biraz önce konservatuvar, sessiz sedasız bir deneme yaptı. Sizlerin izlediğiniz, tiyatrolarda, operalarda oynayan sanatçıların çoğu, Anadolu’nun  küçük kasabalarından seçilmiş yetenekli çocuklardır. Halkevleri onlara elini uzattı, onlar da uzanan eli boş çevirmediler.
Bir çok Anadolulu annenin, Halkevlerine elinden tutup götürdüğü oğullar-kızlar, şimdi tiyatromuzun, operamızın yıldızlarıdır. Oyunlarını gördükçe beğendiklerinizi, bakın araştırın, karşınıza Amasyalı, Malatyalı, Ispartalı hatta Vanlı kimseler çıkacaktır!

Zil sesini duyan öğretmen,   bu kez:

-Tevfik Fikret’le söze başladık, ondan çok, onu da meyus eden(Kederlendiren ) olayların günümüze uzantılarına saplandık. Kimileri sevindirici gelişme gösterdi kimileri hâlâ sürünüyor. Umutluyuz, hepsini aydınlığa çıkaracağız! değil mi arkadaşlar! Öğretmen hepimizden “Evet!” bekler gibi yüzlerimize baktı, gülümseyip ayrıldı. Öğretmenin ardından ilginç şakalar, tartışmalar başladıysa da onları dinleyemeden, Almanca dersi için  koşarak kitaplığa geçtik.

Kitaplık oldukça soğuk. Sami  Akıncı revirden yeni çıkmış. Doç. Niyazi Çitakoğlu Sami Akıncı’ya ödev verip gönderdi.

Geçen derslerde ben, Beringer metodumdan söz etmiştim. Öğretmen onu sordu:

-Getirdin mi? Bu ders için diye kesin bir söz yoktu, getirmediğimi söyleyince lütfen! dedi. Koşup getirdim.

Öğretmen Beringer metodunun baştan sona karıştırdı. Notaları sordu. Hepsini çaldığımı söyleyince gelip dinleyeceğini söyledi. Müziği. Sevdiğini, özellikle Alman bestecilerinin eserlerini sevdiğini anlattı. Her Alman ailesinde bir kaç çalgı çalanın bulunduğunu söyledi. Metodun 26 sayfasından bana sekiz satırlık bir çeviri ödevi verdi.

Arkadaşlara da bölümlerini sordu. Her arkadaş kendi bölümlerinde geçen konulardan birini seçip on cümlelik bir yazı yazacak. Öğretmen Hüsnü Yalçın arkadaşa takıldı:

-Sen Bulgar dilini ihmal etme, istersen ödevini Bulgarca yazabilirsin! dedi. Hüsnü gülümseyince öğretmen Hüsnü’ye bölümünü sordu. Hayvan Bakımı-Veterinerlik olduğunu öğrenince at üzerine konuşmasını istedi. Hüsnü ağırdan alarak bir kaç cümle söyledi. Doç.Niyazi Çıtakoğlu Hüsnü’yü uyardı:

-Bir yabancı dil her zaman bir insan değerindedir. Senin gibi yüksek öğrenim gören bir Bulgarca bilen öğretmenlikten daha kazançlı bir iş bulur. Öğretmenliği küçümsemiyorum, ben de önce öğretmenliği hedefledim. Ancak hayat insanları sık sık dener, yeri gelince neden bir tercüme bürosunda çalışmayasın? Neden Bulgarca yayın  yapan bir kurumda yönetici olmayasın?

Ders sonunda Hüsnü gene arkadaşların diline dolandı:

-Hüsnü, tercüme büronda bana da bir iş bul, kapıcılık da olur?

Hemşerim Kadir bizim dersi masaya getirdi. Arkadaşların öğretmeni gene gelmemiş, o nedenle çok neşeliler.

                                           *

Öztekin Öğretmen kemancılarla toplu çalışma yaptığından alt piyanoda rahat rahat çalıştım. Chopin’den çalıştığım 6 parçayı da su gibi ettim. Ara vermeden bir parçaymış gibi çalmayı düşledim. Mozart  kv. 331 sonat nasılsa onlar da öyle dinlenebilir.

Yemekhaneye girerken Nebahat’la karşılaştım.”Eldivenin var mı?” diye sordu. Önce şaşırdımsa da konuşunca sevindim; havalar soğuk olduğundan ellerimi düşünmüşmüş. Ablamın gönderdiği el örmesi siyah beyaz çizgili eldivenleri gösterdim. Rahmiye Öğretmen de geldi. Bir süre benim eldivenler incelendi.

Yemek masasındakiler uzaktan görmüş, konu ettiler. Konuşanların sınıf öğretmeni olduğunu öğrencilerine şarkı öğretmemi istedikleri söyledim. İşin içine iş girince bizimkiler pır! Söz hemen kesildi...

Yemekten sonra çoktandır düşündüğüm Abbas Amcama mektup yazdım. Aşık Veysel’i soruyordu. Abbas Amcam Aşık Veysel için yanlış bilgiler almış, onu, eski Bektaşi Dede’leri gibi gezgini sanıyormuş. Uzun uzun anlattım. Düşünce olarak belki öyle ama, durumu o tür çalışmalara elverişli olmadığını anlattım. Ayrıca Vahit Dede’nin Varlık dergisinde sürekli çıkan yazılarından söz ettim.

Abbas Amcam Vahit Dede’yi çok sever, sanırım yazdıklarımı kahvede ballandıra ballandıra anlatacaktır. Aynı anlatıları dilerim bir gün ben de dinlerim. Babamın bir sözü vardır:

-Yukarı mahallede anlat ,aşağı mahallede dinleyince sen de  inanırsın!”!

Herkese selâm!....

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ