Kişilik mi Kazanacağız Yoksa Kişi Gölgelerinde mi Yaşayacağız?
19 Mart 1944 Pazar
Zil yeni çaldı, fısıltılar birden gürültüye döndü. Orhan Doğan yüksek sesle:
-Ne oluyor kuzum, Bu Çiftelerliler neden bu kadar heyecanlanıyor? Enver Ötnü hemen:
-Numaracı Konyalı, sen de hafiften hafiften Çiftelerliliğini gösterdin! Bu kez de Fahri Yücel araya girdi:
-Bak bak, ne desen Çiftelerli oluyor! Bu kez de bir kaç kişi birden:
-Sen de onlardansın, değişik numaralarla bugün hepiniz sahnedesiniz! Abdullah Ön, sözde ortaya konuştu:
-Ne var bunda, sevdiğimiz müdürümüz konuşacak. İki yıldır özlemini çektiğimiz. . .
Abdullah Ön sözünü bitiremeden büyük bir grup:
-İki ay önce gelenler de heyecanlı! Gülüşler arasından birisi:
-Sizin Emin Soysal'ınız gelince siz de sevincinizi gösterirsiniz! deyince bir kaç ses birden:
-Hop, hop, hoooop! Emin Soysal bu kapıdan giremez, o bu yolları kendi üstüne kapattı! Az bir sessizlikten sonra Hasan Özden:
-O belli olmaz! Ne demişler? Ağıl çürür, dava çürümez. Emin Soysal, kolay kolay meydan terkedenlerden değildir. Dokunmayın o aslana, varsın uyusun demeyeceğim, uyur gibi yapsın. Bu kez de Mehmet Kocaefe, biraz titrek bir sesle:
-Durun durun, Emin Soysal neden gelemeyecekmiş buraya? Vallahi beni gızdırmayın (Kocaefe k, yerine g kullanır) Yarın alır gelirim! Araya girenler oldu, şaka konuşulduğu, kimsenin kimseye düşman olmadığı konuşuldu. İçimden:
-Anlatın benim külahıma, hepinizin dili altında bir hınç var ama kime olduğunu ya bilmiyorsunuz ya da ustaca saklıyorsunuz. Kapıdan çıkarken Şükrü Koç koluma girdi:
-Kepirli arkadaşım, sen ne diyorsun bu tartışmalara? Emin Soysal'ı ben, Kızılçullu hakkında İlköğretim Dergisiyle İzmir Kültür Dergisinde çıkan yazılardan, arkadaşım Ziya Fikri'nin mektuplarında iyi olarak tanımıştım. Ancak bizim Kepirtepe müdürümüz de iyiydi ama, onu "KÖTÜSÜN!" deyip attılar. Atılışını bildiren yazıyı da okudum. Emin Soysal da böyle olamaz mı? Şükrü Koç, Emin Soysal'ın Bursa Kız Öğretmen okulunda olduğunu, Ankara'ya sık sık geldiğini, bir kaç kez görüştüklerini anlattı. Ancak buraya isteseler de gelmez. Onun asıl niyetinin, politikaya atılıp Milli Eğitim Bakanlığa oturmak olduğunu anlattı. Birden sevindim. Sevgili Müdürüm Nejat İdil o zaman gene Kepirtepe'ye döner. O dönerse ben de memleketim Lüleburgaz'a (Kepirtepe'ye) severek giderim. Şükrü Koç, şaşırmış gibi yüzüme baktı:
-Sen de çok romantikmişsin. Bunlar, ya olur ya da olmaz. Kılıçlar çekilmiş, Genel Müdür de boş durmuyor, tasfiye ettiklerini acımasızca canlanamayacak görevlere veriyor.
Kahvaltıda, Şükrü Koç'un söylediklerini bir daha düşündüm. Arkadaş, hiç üzerinde durmadığım bilgiler edinmiş. Müdürümüz Nejat İdil Ankara'da olsa, gidip onunla konuşmayı aklımdan bile geçirmezdim. Babamın yakından tanıdığı, oğlu İsmet, kızı Hamdiye ile ilkokulda birlikte okuduğum Kırklareli Millet Vekili Zühtü Akın'ın geçen hafta yanından geçtim de sokulup konuşmak ya da konuşmak için izin istemek aklımdan bile geçmemişti. Lokmaları mı çiğnerken kendimi irdeledim; yoksa ben yanlış mı düşünüyorum. Babam sık sık:
-Kimseye minnet etme! derdi. Minnet etme ile iyi ilişkileri karıştırıyor muyum acaba?
Halil Dere geldi:
-Nerdesin? Seni arıyorum? Arkadaşlar takıldı:
-Hasanoğlan yolunu halâ öğrenemedin mi? Halil Dere beni gösterdi:
-Ona sorun; o öğrenememiş, bırakınca İdris Dağına tırmanıyor!
Gereksinimlerimizi alıp Hasanoğlan'a gittik. Banyo tenha, Çiftelerlilerden gelen yok. Bir süre onları çekiştirdik:
-Ne düşünüyorlar ki? Belki de umdukları vardır. Rauf İnan onları sayacak mı? Neredesin mi diyecek? Halil Dere daha sağlıklı düşünüyor. Hemen:
-Yok arkadaşım, onlar Rauf İnan'dan değil kendi arkadaşlarından çekiniyor. Arkadaşları, gözetip, sen geldin, sen gelmedin diyebilir!
Konuyu değiştirip önce konserlere sonra da, gündüzler daha uzayınca dağa tırmanmaya, dereleri gezmeye çevirdik. Ben Beşkavak'ın oralarda balıktan söz ettim. Önce inanmadı:
-Sen nereden biliyorsun?
Sil baştan, 1941 yılını baştan sona bir daha anlattım. İçtiğimiz suyun Beşkavak'tan geldiğini, oralara ilk çıkanlardan biri olduğumu anlattım. Halil Dere'nin av merakı varmış. Hidayet Gülen Öğretmeni salık verdim. Hidayet Öğretmen de avı sever. Halil Dere onunla tanıştırmam için söz aldı. Avcılık üstüne konuşa konuşa döndük. Konuşmalar, benim de avcılık hevesimi dürtükledi. Köydeki yarım yantalak avlar dışında okuduğum hikayelerden romanlardan anımsamalar yaptım. Köydeki avcılardan Poyraz Mehmet, Halamoğlu Hilmi, Deveçatak Köyünden Çorbacı Veli, Lüleburgaz'dan Bağcı Ali-Kemal kardeşler. . . . Derken aklım balık avcılığına kaydı. Babamla, Şeytan Deresinin Lefeci yakınına balığa gitmişik. Balıklar o denli çokgtu ki saplı sepetlerle toplamıştık. Lefeci köyüne çok yakın, köylülerin balıkları niçin tutmadıklarını babama sorduğumda aldığım yanıt şimdi bile beni şaşırtıyor. Babam;
-Adamlar tembel, kalkıp buraya yürüyecek, soyunup suya girecek, balıkları tutup temizleyecek, sonra da pişirip yiyecek! Kim girer bu kadar iş altına? Babam sonra da bir başka hikaye anlatmıştı. Ülkenin birinin padişahı tüm tembelleri bir yere toplatmış. Akşam sabah yiyecekleri verilmiş. Padişah ara ara soruyormuş, "Ne durumdalar? Tembellerin yattığı, yiyeceklerinin ağızlarına verilmesi istedikleri padişaha duyurulunca padişah tembellerin kaldığı yerin yakılmasını emretmiş. Gözcüler bir yandan gözetip padişaha bilgi veriyormuş. Yangın bir yandan sürüyor tembelleri yakıyormuş. Son konuşa duyulmuş:
-Şişt, şişt yanıyoruz! Ötekinin sesi duyulmuş:
-Üşenmeden konuşuyorsun!
Babam gülerek Lefecililer için:
-Adamlar, üşenmeden buralara nasıl gelsin? Ben:
-Baba adamların bak, tarlaları buralarda! dediğimde babam:
-O bir alışkanlık, onlar için, onu çocukluklarında zor yoluyla öğrenmişler. Tıpkı, öküz, manda, at; eşek gibi. Onlara da, "Hop! " deyince yerlerini alırlar. Ama bir öküzün sırtına bir çuval koysan atar. Oysa arabayla 40 çuvalı taşır. Nereden nereye, sonunda Pierre Loti'nin Izlanda Balıkçısına takıldım. Şanssız güzel Gaud'la gururlu, inatçı Yann!
Uzun zamandır görmediğimiz, köfteli, pilavlı, kompostolu bir öğle yemeği. Hemen yorum yapıldı. Yemek işlerine bakan Müdür Yardımcısı Tahir Erdem buraya Çiftelerden gelmiş. Rauf İnan ona zılgıt basmıştır! Hayır:
-Tahir Erdem ona hoş görünmek için uzun zamandır sıktığı kesenin ağzını açmıştır. Bir yandan da:
-Köftenin bir ay ara ile verildiği, pirinç pilavı arası tam saptanamadığı için uzun tartışmadan sonra, üzüm hoşafı yerine bir kaç kez erikli su içildiği konuşuldu.
Öğrenci Başkanı, (Bu sıfat, giderek Öğrenci Eğitimbaşı biçimine dönüşüyor) Duyuru yaptı:
-Yüksek Bölüm Öğrencileri, saat 14'00 te büyük salonda, Çifteler Köy Enstitüsü müdürü Sayın Rauf İnan'la tanışma toplantısına çağrılıdır, ilgililere önemle duyurulur!
Çiftelerli arkadaşların hemen hemen hepsi kendilerini görevli sayıyor. Özellikle bizim 1. sınıftakiler, bir kusurları görülürse paylanacaklarmış telaşı içindeler. Yerlerimize oturduğumda bile oturduğumuz sandalyeleri düzgün sıralamaya kalkışanlar oldu. Okul Müdürü Hürrem Arman'la birlikte gelen Rauf İnan'ın kılığı ilgimizi çekti. Okul Müdürü Hürrem Arman, Kahve rengi boğazı dürgülü bir kazak, üstünde ceket, altında siyaha yakın koyu pantolon. Rauf İnan asker kumaşı ceket, golf pantolon, ayaklarında Çorçil denilen bağcıklı postallar. Hürrem Arman, alnını kırıştırarak başını kaldırdı:
-Tanıtmama gerek var mı bilmem? Müdür Beyi hepiniz tanıyorsunuz. Tanımadığınız birçok yanları var kuşkusuz, az sonra o yanlarını da tanıyacaksınız. Müdür Beyin bu ilk konuşması bize uğur getirecek, ardarda öteki kardeş okulların müdürleri de gelerek bizleri bilgilendirecekler! dedi. Gelmeden önce öyle mi konuşmuşlar yoksa bir anlaşmazlık mı oldu? Müdür Hürrem Arman az duraksar gibi yapıp tekrar söze başlarken Rauf İnan biraz daha erken davranıp teşekkür ederek söze başladı. Hürrem Arman iki elini ileriye uzatarak:
-Buyurun! deyip geri çekildi.
Rauf İnan, bizi tanımış olmaktan mutluluk duyduğunu söyleyerek söze başladı. Başka mesleklerde de çalışıp başarılı olacağı inancını taşımasına karşın öğretmenliği seçtiğini, öğretmenlikte de başka okullarda, başka dallarda başarılı olacağına güveni olmasına karşın köy öğretmenliğini temel alıp çok sevdiği halkının yakınında olmayı tercih ettiğini söyledi. İlk öğretmenliğinden çalıştığı ege bölgesi, İzmir, Manisa, Denizli illerinin ücra bölgelerini inceleyip okur-yazar sayısının arttırılması için düşünce üretmeye yöneldiğini, bir süre Batıya gidip oralardaki durumları incelediği, Eğitmen Kursu çalışmalarına gönüllü katıldığını, bu kutsal işte bir nefer olarak çalışmayı sürdürürken yöneticilik görevine çağırıldığını, "Görev görevdir ilkesine saygı duyarak, cefferkalem karşımıza yönetici olarak çıktığını söyledi.
Az duraksadıktan sonra:
-Kendi özelliklerimi böylece özetledim, şimdi de çalıştığım bölgemi özellikle de Eskişehir yöresi için bir kaç söz söyleyeyim! deyip kent olarak önce Eskişehir'i, sonra da dolaylarını anlattı. Tarih olarak Eskişehir'in gerçekten eski olduğunu, buna karşın halkı için bunu söyleyemeyeceğini. Yöneticisi olduğu okulun bulunduğu iki yerin de en fazla 100 yıllık geçmişleri olduğunu biri Mahmudiye, Mahmudiye'nin Padişah 2. Mahmut'tan, Hamidiye'ninse daha yeni 2. Abdülhamit'in adını taşıdığını, onun çiftliği üstünde kurulduğunu anlattı. Eskişehir'in de yöresinin de halkının çok değişik bölgelerden gelme göçmenler olduğunu, Kafkas bölgesinde, Çerkez, Gürcü. Azeri, Türkmen, Tatar, Laz, Çeçen, Rumeli'den de Arnavut, Pomak, Boşnak, kendilerini Türk olarak tanıtan Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Romanya göçmenleri olduğunu sıraladı. Bunların, Cumhuriyet yönetimi öncesi bir süre ayrılık yapıp Eskişehir çevresinde sorun yarattıklarını, ancak Cumhuriyet Döneminde gelişen kardeşlik duyguları sonucu büyük bir kaynaşma olduğunu, özellikle Çifteler Köy Enstitüsü'nün geliştirdiği kardeşlik, sevgi-saygı tohumları serpilip geliştikçe Eskişehir yöresi o kozmopolit kargaşadan kurtuldu, bir güzel marşımızda dendiği gibi baştan başa kaynaşmış bir millet oldu.
Rauf İnan bundan sonra, kendisine yardım etmek isteyen arkadaşların olduğunu, onların kendi ilçelerini tanıtacaklarını, ayrıca Çiftelerde Köy Enstitüsüne öğrenci vermiş, eski yeni illeri o illerden gelen arkadaşların tanıtacağını söyleyip Musa Çınar'ı çağırdı. Musa Çınar elindeki listeden adlar okudu. Afyonkarahisar, Kütahya, Konya, Eskişehir, Ankara illerinden arkadaşlar, kendi illerinden Çiftelerde kaçar öğrenci olduğunu söylediler. Ankara için konuşan Burhan Güvenir, Çiftelerden Hasanoğlan'a gelen öğrenci sayısını 100 kadar deyince, tam sayı isteyenler oldu. Rauf İnan elini kaldırarak konuşanları susturdu. Süleyman Karagöz de şimdilerde Çiftelerdeki öğrenci sayısını 1200 olarak söyledi. Buna da karşı parmak kaldıran oldu. Ancak Rauf İnan elini kaldırarak konuşmaları önledi.
Sözü, Çifteler Köy Enstitüsü'nün kuruluşu diye 1937 yılını göstermesine karşın okulun o zamanki adını söylemeden Köy Enstitüsü demesi kıpırdanmalara neden oldu. Bunu gören Rauf İnan o tarafa bakarak:
-Evet, bilerek, özellikle öyle söylüyorum, çünkü ben görevimi Köy Enstitüsü olarak üslendim. Sizin anılmasını istediğiniz dönem başarılı olsaydı, öyle sürüp giderdi! dedikten sonra sesini değiştirerek:
-Arkadaşlar, bugünkü ülkümüz birdir, köylerimizi kalkındırmak, bunda başarılı olmak için, içinde bulunduğumuz yol en doğrusudur. Bunu geçen gün ünlü başyazar Ahmet Emin Yalman'dan da dinlediniz. Geçmişteki denemeler başarısızlıkla sonuçlandı. Bu girişimi başarıyla sonuçlandırmak zorundayız. Bunun lami-cimi yok! Bundan sonra uygar Batı ülkelerinin çalışmalarından örnekler verdi. İtalya'dan Maria Montessori'den, A.B.D'de John Dewey'den, Almanya'da Kerschensteiner'den, Belçikalı doktor Ovide Decroly'den söz etti. Bir de Almanya'da olduğu söylenen bir olay anlattı:
-Şimdiki Almanya'nın bir önceki adı Prusya idi. Prusya'yı güçlü bir devlet yapan ünlü kral 2. Friedrich, kazandığı zaferlerin anısına Berlin'de büyük bir bulvar geçidi üstüne heykeller, zafer simgeleri diktirmiş. Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart Prusya'yı yenip dize getirince 2. Friedrich'in diktirdiği heykelleri söktürüp Paris'e taşıtmıştı. Bu olay, 1800 yıllarında olmuştu. Prusya, sökülen heykellerin yerine yenisini koymadı ya da koyamadı. Ancak Alman ulusu bu acıyı hep duydu. İşte bu sıralarda oradan orada dolaşan öğrencilerini gören Prof. Dr. Jann, bir grup öğrenciyi durdurup sorar:
-Nasılsınız? Öğrenciler iyi olduklarını söyleyince Prof. Dr. Jann, tüm gücüyle öğrencileri tokatlar. Neye uğradığını anlayamayan öğrencilere Prof. Jann, eliyle yıkık heykelleri gösterir:
-O heykeller getirilip yerine konmadıkça hiç bir Alman genci "İyi olamaz! " İşte o Alman gençleri çalıştı 70 yıl sonra 1870 Fransız-Alman savaşında Paris' i işgal edince heykelleri alıp yerine koydu. Bunlar bize de ders olmalı, bizim de dışarılarda bir çok değerlerimiz kaldı. Ancak biz böylesi bir öc alma hırsı değil, Atatürk'ün buyruğu üzere Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak üzere çalışacağız. Bunda başarılı olmamız için kesinlikle sen-ben kavgasına yer vermemeliyiz.
Rauf İnan birilerini arar gibi bakınca Musa Çınar kalkıp işaretler verdi. Önce Bekir Semerci, ayrıntılı olarak kendi köyünü, okula gelmeden önce köyündeki çalışmalarını anlattı. Arkasından Mustafa Yüksel, Hüseyin Elmasyazar, Ali Özcan, Veli Demiröz, Süleyman Alkan, Ali Yılmaz, İhsan Güvenç, Rahim Ünüvar, Mustafa Barış köylerini anlattılar. Rauf İnan kendisine yardımlarında dolayı teşekkür etti. Az duraksar gibi yapınca, Satılmış Aslantaş kalkıp adlar okudu. Bu arkadaşlar Ankara ilçelerinden olanlardı. Talip Apaydın, Burhan Güvenir, Yusuf Demirçin, Ali Bilgin, Mustafa Aydoğan, Ahmet Allı, Muhittin İlhan, Turan Aydoğan, Ali Bayrak, Hüseyin Yücel, her biri bir, Satılmış Aslantaş da iki olmak üzere Ayaş, Bala, Beypazarı, Çubuk, Haymana, Kırıkkale, Kızılcahamam, Kalecik, Nallıhan, Şereflikoçhisar, Polatlı ilçelerini kısa kısa tanıttı.
Arkadaşlara, kendisine yardımcı oldukları için teşekkür eden Rauf İnan, gülümseyerek:
Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan
-Halka yaklaşırsak bizim de onlardan öğreneceklerimiz vardır. Örneğin kentliler salt koyun, kuzu der geçer. Oysa halk koyunla kuzu arasına kuzu, toklu, şişek, üveç koyun diye basamaklar sıralamıştır! deyip güldükten sonra başka örnekleri olduğunu yeri geldiğinde söylerim! dedi.
Yaptığı incelemeleri bir yönteme göre yaptığını, bunu da maddeleştirerek şablon çıkardığını, bu tür çalışmalar yapacakların işine yarayacağını düşünerek çoğalttığını, bizlere de birer örnek vereceğini anlattı, elindeki şablondan maddeleri okudu.
Bizim de yapacağımıza inandığı bu tür çalışmalarda başarılı olmamızı diledikten sonra bir de anket sorusu sordu:
-Köy Okullarının Müfredat Programı nasıl olmalıdır? Sorunun cevabını elden verebileceğimiz gibi sonradan adresine de gönderebileceğimizi, ortaklaşa da yazabileceğimizi ekledi.
Rauf İnan'ın hazırladığı Köy Enstitüsü'ne bağlı köyleri inceleme rehberi.
1. Yerleşmeye göre:
a) Eski yerleşmiş köyler,
b) Yeni yerleşmiş köyler,
c) Göçmen köyleri,
2. Yer durumuna göre :
a) Dağ köyleri,
b) Orman köyleri.
c) Ova köyleri,
3. Pazara göre:
a) Şehre yakın köyler,
b) Pazar kurulan köyler,
c) Şehre ve pazara uzak köyler,
4. Yol durumuna göre:
a) Demir yolu veya şose uğrağı yollar,
b) Demir yolu veya şose uğramayanlar,
5. Ziraat istihsal durumuna göre yollar,
a) Çeşitli ziraat yapanlar,
b) Çeşitli ziraat yapmayanlar,
6. Su durumuna göre,
a) Akar su kenarında olan köyler,
b) Akarsuya uzak köyler,
Köyde yaşayan insan tipleri:
a) Büyük mal ve mülk sahipler,
b) Esnaf ve tüccar çiftçiler,
c) Orta halli çiftçiler,
d) Küçük çiftçiler,
e) Ortakçı ya da toprak kiracılar,
Bunlar dışında çalışmalarda verim gözetimi, ıslah çalışmaları bakımından değerlendirme,
1. Ziraat çalışmalarının geleneksel mi,
2. Modern tekniklerle mi yapıldığı,
3. Zaman değerlendirmesi,
4. Kullanılan araçların bakımı, onarımı,
Ayrıca, Okur-yazarlık yanında kültürel durumların saptanması da önemseniyor. Örneğin, bunlardan:
1. Günlük hayatta:
a) Yemek,
b) Giyim,
c) Evde kullanılan araç-gereçler,
d) Günlük işlerde el becerileri,
e) İşlerle zaman bağlantısı ilişkileri,
f) Yapılan elişlerinde estetik değerler, nakış, halı, çevre, kilim, bez, çocuk giyimleri, gelinlikler, çorap, kazak, masal, şarkı, oyun türü toplumsal gelişimin ölçüsü sayılan etkinliklerin varlığı, sürümü, gelişmesi,
Konuşmalar boyunca sessiz duran okul Müdürü Hürrem Arman kalkıp Rauf İnan'ı kutladı, alkışlar arasında ayrıldılar. Bir an bir sessizlik oldu. Süleyman Alkan ortaya, yüksek sesle bir "Geçmiş olsun!" çekti. Mehmet Toydemir, çocukluğundan beri hiç bu kadar uzun oturmadığını söyledi. Arkadaşların çoğu dağıtılan kağıtlara baktı. Çiftelerli arkadaşların suskunluğu dikkatimi çekti. Enver Ötnü Çiftelerlilere takıldı:
-Çok yaman bir müdürünüz var, bir hafta merak içinde beklettikten sonra iyice "Şey ederek (!) dinletti! deyince büyük bir gürültü koptu. Önce kızar gibi, öteki suskun bakanların da giderek güldüğü görülünce çoğunluk ayaklandı. Gene de "Şey eder! " ne demek? açıklansın! diye direten oldu. Kim kim? diye sorulunca Küçük Hasan ayağa kalkarak:
-Ben, Hasan Gülel! deyince, Süleyman Alkan:
-Her şey hemen kurcalanmamalı cancağızım, içinden pis kokular çıkan şeyler de vardır!
Yemekte, o neydi, bu niçin bu neden? soruları arasında Faik Canselen Öğretmenin geldiğini öğrendim. Konuşmaları, yapılan yorumları dinlemeden müzik salonuna koştum. Az sonra Faik Öğretmen geldi. Faik Öğretmen:
-Doğrusu geldim ama seni beklemiyordum, toplantınız uzun sürdü galiba! dedi. Bittiği söyleyip notalarımı aldım, birlikte alt odadaki piyanoya indik. Faik Öğretmene İncinin kitabını görünce güldü:
-Öğretmenimin kitabını sevdin galiba, bu doğruysa çok sevinirim. Sevgi böyle böyle dağılır, suda halkalar gibi uzaklara gider! dedikten sonra kitabın sonlardan bir parça çaldı. Faik Öğretmen güzel çaldığı için parçalar onun elinde daha da güzelleşiyor. Mozart sonatı görünce:
-İçinden en iyi çaldığına inandığın iki bölümü bana dinlet! dedi. 3. bölümle 4. bölümü dinlettim. Faik Öğretmen çok beğendi. Bu kez de başı, birinci bölümü çaldırdı. Onu daha da beğendiğini söyledi. Arkasında da:
-Bir söz vardır, güzel bir söz değil ama hep söylenir durulur:
-Onu sen babana dinlet! Ben o sözü çevirip sana söyleyeceğim:
-İbrahim, sen şu çaldıklarını babana dinletebilirsin. Ondan sonra da Mozart'ın babası, Leopold Mozart, o da çok ünlü bir bestecidir; isterse onu da dinletebilirsin. Senden bu hafta başka bir hesap sormuyorum. Mademki sen Mozart'ı seviyorsun, gel şu Beringer'deki Mozart'ı da ezip geçelim! deyip Beringer'i, açtı. Mozart sonatı, Beethoven sonatın tersine öğretmen sağ sayfada, öğrenci sol sayfada. Faik Öğretmen dalgınlık mı yaptı yoksa şaka mı sağ sayfaları açarak iki kez baştan sona çaldı. İşte böyle deyip, bana gösterdi. Ben sol sayfaya bakıp çalınca, önce dur, ne yapıyorsun? derken farketti, kahkahayla gülüp bir aferin, çekti. Sonra da:
-Yaşlanmak denilen bir şey var; giderek yaşlanıyoruz İbrahim; işte bu da bir yaşlılık belirtisidir. Yoksa kendi bölümümü, hem de iki kez neden çalayım? Önce sol eli, arkasından sağ eli denedim. Sağ elde parmak açıkları var, çırpma yapılacak; öğretmen onları gösterdi; bana da 2 hafta süre tanıdı. İnciden de 3-4 numaralıları çalmamı söyledi:
-Ders değil, zevkle çalman için! diye açıklama yaptı.
Faik Öğretmen ayrılınca salona çıktım. salon tam anlamıyla kargaşa içinde Rauf İnan'ı övenlerle yerin dibine batıranlar son güçleriyle bağırarak söz yarışı yapıyorlar. Bu düpedüz Kızılçullu-Çifteler çatışması. Az dinledim, üzüldüm. Tartıştıkları olay ise tartışmaya gerek olmayan bir yanlış, ihmal ne dersen de savunulacak bir tarafı olmayan bir kasıt:
-Köy Enstitüleri'nden önceki Köy Öğretmen Okullarının başarısızlığı. Rauf İnan böyle dedi ama o kendi açısından, onlarda çalıştığını önemsemediğinden söylemiş olabilir. Tümden değersiz nasıl der? Karşısındaki insanların hepsi Köy Öğretmen okullarından gelmiş kimseler. Rauf İnan bunu düşünemez mi? Der demez Nihat Şengül yakamdan çekti:
-Sen ne diyorsun adam gözümüzün içine baka baka bunu söyledi. Öyle bile bile söyledi ki, bize de ihtarını yaptı:
-Siz de böyle düşünün, yoksa buraya gelirsem hesabını sorarım! derce, bak bunlar nasıl kuzu kuzu beni dinliyor! Başka türlü düşünmek olası değil! Muttalip, Azmi, Ali Kuş, Yusuf Demirçin, durup benim fikrimi sordular. Benim bu konuda kesinleşmiş düşüncem vardı, bunu defterime de yazmıştım. Köy Öğretmen Okulları başarısız değildi. Köy Öğretmen okulu olarak kurulan Kızılçullu, Çifteler, Trakya Köy Öğretmen Okulu öğrencileri, kendi okullarından başka Hasanoğlan Köy Enstitüsünü de kurmuştur. 1941 yılında Hasanoğlan'a gelen ekipler içinde eli iş gören öğrenciler bu okullardan gelmişti. Köy Enstitüler o zaman 2. sınıf gösteriliyordu ama doru dürüst bir yıllık bile değildi. Anımsayın 3803 sayılı yasa 17 Nisan 1940 tarihinde çıktı. Köy enstitüleri ne zaman açıldı? Köy Öğretmen Okullarından dönenler dışındakiler ancak eylül ayına doğru öğrenci toplayabildi. Oysa Hasanoğlan Köy Enstitüsü temeli 18 Hazirtan 1941 tarihinde atıldı. Öyleyse buraya gelen öğrenciler 10 ay içinde yetişip usta olmuştur (! ) Benim gördüklerimin içinde rende tutan, duvar köşesindeki taş ya da tuğlalara çekül bile yoktu. Oysa Kepirtepe Köy Enstitüsünü biz Trakya Köy Öğretmen okulu olarak Köy Enstitüsü yasasından iki yıl önce tamamlamıştık. Bu bina şimdiki tüm köy enstitüleri içinde öğrenci yapısı en büyük binadır. Bunu hiç kimse görmezlikten gelemez. Rauf İnan bunu bilip de bilmezden gelirse, bir gün ondan bunun hesabı sorulur. Bilgisizlikleri yüzünden burada da ara ara tüm yapılanları Köy Enstitüsü öğrencilerine yüklüyorlar ama yapılan inşaatlarda Köy Enstitüsü bölümünden kimse yok. Onların inşaatlerinde de hep ağabeyler. Bu ağabeyler bu ustalıkları nerede öğrenmişler? Ben 1941 yılında 3. sınıftım. Bura da çalışan herkes bilir, Sili Usta ile tüm ekiplerin iş yerlerini geziyordum. Çoğu kez Sili Usta yanlışları bana düzelttiriyordu. 3. sınıftan vazgeçtim, şimdiki orta bölümün son sınıfında var mı böyle yetişmiş bir öğrenci? Ben ayrıca öğretmenler için de önemli bir saptama yaptım; Köy Öğretmen Okulu süresindeki sanat öğretmenleri de çok farklıydı. Kepirtepe'deki büyük binanın çatısını benim gibi bir kaç arkadaşımla çok değerli üç marangozluk öğretmenimiz, Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren öğretmenler yapmıştır. Onlardan sonra ben, bana bir şeyler öğreneceğine inandığım öğretmen görmedim. Buradaki dört öğretmenle de biliyorsunuz iki ay çalıştık. İyi insanlar ama işlerde, Usta öğreticilerin eline bakıyorlar. Ben unları söyleyince kimseden karşılık gelmedi. Konuşmamı kestim ama kafamın içinde sözler sürdü gitti. Burada da kendi binamızı yaparken, edilen sözleri anımsadım. Çoğunluğu Çiftelerliler olmak üzere birçok arkadaş çalışmamak için türlü bahaneler uydurup işleri aksatmaya kalkışıyordu. O günler adlarını henüz öğrenmemiştim ama şimdi onları birer birer görür gibi oluyorum. Söz gelimi, bir kenara çekilip kıs kıs gülen Musa Çınar, Rahim Ünüvar, Abdullah Özkucur, Burhan Güvenir, İhsan Güvenç Rauf İnan ya da Ahmet Emin Yalman yanında işsever oldular.
Yatakhanede de benzer konuşmalar oldu, katılmadım ama kafamda hep o sözler dolandı durdu. Daha dün akşam söylenen bir şaka söze verilen şaka karşılık bile üstünde durmaya değer. Trenden inince buraya bir istasyon binası gerekli diyen arkadaşa hemen:
-Sus, ağzından yel alsın, onu da bize yaptırırlar! Yok yok, sen Rauf İnan yanında dolaş, orada sana iş değil laf ettirirler, kalkar, yapmayacağın işlerin yapılması için nutuk söylersin. Bak ne güzel planlar yapılmış, Ahmet Emin Yalman bile alıp kitaplarına koyacak. Yapılmayan çeşmelerin suyunu kitabı okuyanlar doya doya içecek (! ) Şimdilerde içtiğin suyun nereden geldiğini sorma, onu Kepirtepe öğrencileri 10 km . uzaktaki Beşkavak'lardan 1941 mayısında getirmişti. Soran olursa utanmadan:
-Biz getirdik diyebilirsin!
20 Mart 1944 Pazartesi
Akşamki kargaşa geçmiş gibi, çok sert konuşanlar ateşli gözlerle bakışanlar günaydınlaşıp geçiyorlar. Hasan Gülel gene konuştu:
-Bizim Akman gelsin bakalım neler yapmış, bir de ondan dinleyelim! Kimse yanıt vermedi. Ancak duyanlar hep gülümsedi. Kendi kendime sordum, çünkü ben de gülümsemiştim. Kesin bir ayırım yapmadım ama babamın bir sözünü anımsadım:
-Herkes alma ağacı altında oturur! Verme ağacı altı her zaman boş kalır! Ya da herkes yoğurdunun tatlı ya da taze olduğuyla övünür. Peki bu ekşi yoğurtlar kimin?
Hilmi Girginkoç Öğretmen geldi, arkadaşların yarısı yok. Hiç düşünmemiştim, Çiftelerliler Müdürlerini uğurlamak için gitmişler. Soluk soluğa geldiler. Azmi Erdoğan sözcü, hemen öğretmene duyurdu:
-Müdürümüzü uğurladık! Hilmi Girginkoç Öğretmen başını kaldırıp:
-Müüüüüüdürümüüüzü uğurladıııık! deyip güldü. Bu kez de Azmi Erdoğan'a aynı sesleri çıkarmasını söyledi. Azmi yapamayınca hep güldük. Hilmi Girginkoç Öğretmen bu kez İbrahim Şen'e söyledi sen söyle! İbrahim Şen:
-Giden bizim müdürümüz değildi öğretmenim! deyince Hilmi Girginkoç Öğretmen katıla katıla güldü. Ardından sordu, sizin müdür gelmedi mi?
- Gelmedi!
- Ne zaman gelecek?
-Yakın zamanda! Öğretmen bu kez:
-Ah işte yakalandın; "Bizim müdüüüür yakın zamandaaa geleceeek! İbrahim Şen heceleyerek okudu. Öğretmen, şaka ettiğini, böyle taklide uymaların kolay olmadığını anlattı. Önce majör tonlar üstünde çalıştık. Sonra minör tonları denedik. Yarım sesler üzerinde çalıştık. Bahar İlkbahar şarkısıyla Köy Yolu'nu iki sesli olarak çalıştık.
1.
Bahar ilkbahar gelir,
Korulardan yükselir,
Nameler ince ince,
Hafif hafif esince.
Bahçeler gülsüz olmaz,
Bahar bülbülsüz olmaz. (2)
2.
Rüzgarı eser serin serin
Kıfların kokusu dolu
Bir kavak hazin hazin,
Tozlanır köy yolu,
Aslan yürekli Köy Yiğitleri
Kurası çıkar, orduya koşar
Yarın çavuş olup döner geri
Ağlama nazlı yar!
Hilmi Girginkoç Öğretmen şarkıyı söylememizi beğendi ama şarkıyı sevmediğini söyleyince duraksadık. Nedenini düşünürken öğretmen açıkladı: Askerlik çağrısı geldi, mayısta gidiyorum, nasıl severim ben bu şarkıyı? Üstelik bir de çavuşluktan söz ediyor. Ben yedek Subaylıkla kısa kesmeyi düşünürken bir de çavuş olup 3 yıl mı geçireyim! deyince bakıştık, gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Öztekin Öğretmen geldi. Şarkı bir arkadaşınınmış, Ziya Aydıntan! Çoktandır görüşmemiş, İstanbul'da olduğunu duyuyormuş. Bestecisi tanıdık çıkınca Hilmi Girginkoç Öğretmen bu kez tek olarak gür sesiyle söyledi, askerde arkadaşlarına da bu şarkıyı öğreteceğine söz verdi. Ancak çavuş sözünü şimdiden değiştirdi "Subay olup döner geri! daha uygun! deyip kahkaha attı.
Bundan sonra ses çalışmaları yaptık; "Kafa sesi, gırtlak sesi! " Kafa sesini çıkarmakta biz zorluk çekiyoruz. Öğretmense bizi uyarırken gırtlak sesinde zorlanıyor. Sonunda:
-Yıllar önce ben bunu terkettim, şimdi de o beni terketmiş deyip avazı çıktığı kadar gür sesle konuştu:
-İs ter se niz, siz de bu ses le ri çı ka ra bi lir si niz! diye heceleyerek sesli söyledi. Arkasında tahtaya aşağıdaki notaları yazdı, bu notaları daha önce görüp görmediğimizi sordu: Çoğumuz görmediğimizi söyleyince, açıkladı:
-Ludwig van Beethoven'in ünlü 9. Senfonisinin Koro bölümü, bu notaları çalarak değil, nota olarak yüksek sesler okuyun! dedi. Arkadaşlardan mandolinde çalan olmuş hemen mırıldanmaya başladılar. Bunu duyan öğretmen:
-Yo, yo, yoooo! Kafa sesi çalışması için çalgıya gerek yok, avazınız çıktığı kadar bağıracaksınız. Kendinizi çalgı sesine tutsak ederseniz, bu işi baştan engellemiş olursunuz! Öğretmen kendisi okudu. Gerçekten sesler çok rahat çıkıyor. Öğretmenin çenesinin oynadığını görmesek seslerin nereden geldiğini bile anlamayacağız.
Öğretmen gülümseyerek:
-Bir daha şu asker şarkısını söyleyelim, ben o çavuşu, subay etmeden rahatlayamayacağım! deyip başla işaretini verdi. "Yarın! " derken dikkat çekti, biraz karışık olmasına karşın biz de "subay! "deyince öğretmen teşekkür ederek ayrıldı.
Ayırdında değiliz Mahir Canova Öğretmen gelmiş, Bizi neşeli görünce:
-Bu neşeniz sürecekse ders yapalım, yorgunsanız ben, yorgunlarla uğraşmayı pek sevmem deyip yüzümüze baktı.
Yerlerimize oturunca anladık ki Mahir Öğretmen sahiden ciddi konuşmuş:
-Her dersin sonunda şu yapılsın, bu edilsin diyoruz ama yapılandan edilenden ses gelmiyor. Bakın ben, yazarak çizerek ödev vermem; ancak dediklerimin yapılmasını da beklerim. Bakın, sözüme dikkat edin; beklerim! diyorum. İşte bekliyorum ; geçen ders ne konuşmuştuk? Hepimize baktı. Elimi kaldırıp:
-Kitap okuyacaktık; siz Kral Oidipus'u dediniz, okumuş olanlar Antigone'u okusun dediniz. Ben Kral Oidipus'u okumuştum, o nedenle Antigone'u okudum! Öğretmen düşünür gibi yaptı, kaşlarını çatarak:
-Öyleyse bugün perdeyi Antigone ile açalım, sen bize önce Kral Oidipus'la Antigone ilişkisini anlat! dedi. Ben de söze biraz karıştırarak girdim:
-Kral Oidipus'la Antigone arasında iki bakımdan ilişki kurabiliriz; önce ikisini de aynı yazar Sofokles yazmıştır. Mahir Öğretmen dikkat kesilerek:
-Eeee, öteki neymiş bakalım? deyince Antigone, Kral Oidipus'un kızı, dört çocuğundan biridir. Önemli bir ilişki de Antigone'un anlatığı olaylar içinde Kral Oidipus vardır, neredeyse olay yarı yarıya onun üstünde dönmektedir. Mahir Öğretmen gene söze karışıp:
-Anlat bakalım! deyince olayı anlattım.
Kral Oidipus kendi gerçeğini öğrendiğinde Kraliçe İokaste ondan önce haberi duyunca canına kıymıştı. O zamana dek ortaya çıkmamış olan iki kızları Antigone ile İsmene, ile iki oğulları Polinike ile Eteokl. Antigone'u anlatmak için Kral Oidipus olayının sonuna azıcık değinmek zorundayız. Zaten olayların arasında başka çok olay olduğundan bunlar da bir kitapta, Oidipus Kolonos'ta anlatılmaktadır. Mahir öğretmen gülümsedi:
-Tamam, bunu bir başka gün gene dinleriz. Gelelim öteki konulara deyip İbrahim Şen'e takıldı. İbrahim Şen, kendisine Mısır Tiyatro bölümünde ödev verdiğini, aradan çok zaman geçtiği için konuyu unuttuğunu anlatınca Mahir Öğretmen:
-İşte bu bir itiraftır:
-Zaman geçti, unuttum (!) İşte bu olmaz! Bilgi, sürekli bilgilerin kaldığı beyinlerde olur. Tiyatrocuları düşünün, saatlarca konuştukları roller vardır, unutsalar rol yapabilirler mi? Öteki arkadaşlar parmak kaldırdı, Muttalip'in, Kamil'in, Nihat'ın rolleri vardı, sırayla anımsattılar. Rollerini yaptılar. Öğretmen bu kez Tiyatro Tarihi kitabımızdaki Euripides'in Hippolit'i ile Aristofanes Atlılar eserlerinden sahneleri kişileştirerek okuttu. Komedide Paflagonyalı rolünü okudum. Öğretmen beğendiğini söyledi.
Öğretmen gelecek derste Yunan Tiyatrosu yapılarını (Açık hava tiyatrolarını) irdeleyeceğimizi söyleyip ayrıldı.
Yemekte belleklerimizi kurcaladık: Mahir Öğretmen her ders sonunda bir ödev veriyor. Gerçekten onların hiç birini istemedi.
-İstemediyse bu, istemeyecek anlamına gelmez, bir gün isteyebilir. Ekrem Bilgin, bilgiççe konuştu:
-Hiç kuşkunuz olmasın, en umursamaz görünen öğretmenler bile bir gün bize bugün yediğimiz paparanın benzerini yedirecektir. Adamlar boşuna mı o denli laf söyleyip nefes tüketiyorlar. Baksanıza biz iki dakika konuşamazken onlar ikişer saat konuşuyorlar! Hep birlikte Ekrem'e "Haklısın!" dedik.
Yemekten sonra Faik Öğretmen tahtaya do majör tonundan bir melodi yazdı. Her notanın 3'lüsünü sıraladık. Paralel üçlü sıralar çıktı. Bu sıralamadan yararlanarak do majör gamından sol majör gamına geçiş yolları aradık (Transpoze) Beringer metodumda Robert Schumann'ın Chorale adlı parçasından anımsadım, 5'li üstüne kurulacak 3'lüden yararlanıp sol majörden re majöre geçiyordu. Ben de benzer yolu seçip do-la-fa ya da fa-la-do sıralamasında fa diyez la do kullanarak fa diyezli sol majörü buldum. Bir süre fa'ları diyezledim.
Faik Öğretmen açıklama istedi, açıklamamı tam yapamadım ama yöntemimi, ataklığımı beğendiğini söyledi. Öteki arkadaşlar hiç başaramadılar: Tahtaya da kalkıp yaptığımı anlattım. Önemli olan, geçiş basamağının 5'li üstünde kurulması, dedim. Faik Öğretmen başını sallayarak:
-Ona, şimdilik kaydını koyalım! deyip geçiştirdi. Öğretmen bir portelik bir ödev verdi. Bu da sol majörden re majöre transpoze edilecek. Transpoze sözü herkesin dilinde. Faik Öğretmen genellikle ton değiştirme diyor. Verilen ödeve sevindim. Benim az önce yararlandığım Robert Schumann'ın parçası da sol majörden re majöre geçişti.
Öztekin Öğretmen kemancıları tek tek terletti. Alt odada piyano çalıştım. Mozart 331 kv'yi baştan sona ezber çalıyorum. Aklıma takıldı sayfaları saydım; tamı tamına 19 sayfa. Notaları saymak aklıma takıldı. Bir süre uğraştım, başaramadım. Sonra da en az notalı bir sayfa ile en çok notalı bir sayfayı saydıktan sonra toplamı ikiye bölüp 19'la çarptım. 7500 nota çıktı. Tüm 19 sayfanın 17 tanesi baştan sona denecek kadar d. c'li yani (Dakopa ya da dacopa) birer ikişer kez tekrarlanıyor. Böylece, bu sonatı bir kez çalınca parmaklarım 20. 000 notaya basmış oluyor. Önce şaşırdım sonra da çok sevindim. Babam:
- İnsanlar, çocukluklarında neyse büyüyünce de olurlar der. Ben buna tıpatıp uyuyorum. Köyden köye okula giderken yolları adımlardım. Kepirtepe'ye geçince köyle Lüleburgaz, Lüleburgaz'la Kepirtepe arasını adımlamıştım. Okulla Kamber Amcamın köyünü adımladıktan sonra, bunu Kamber Amcama söyleyince yüzüme bakan Amcam:
-Sen beni mahcup edeceksin, keşke bunu dayıma söylememiş olsaydın, o bunu duyunca gelir:
-Evinle okul arası, evinle Lüleburgaz arası kaç adım diye bana sorar! demişti.
Salona çıkınca kemancıların yüzlerini asık gördüm. Öztekin Öğretmen hepsini paylamış:
-Ders yılı bitiyor, metotların başındasınız, bu gidişle gelecek yıl da Seybold 1'de kıl koparacaksınız! demiş. Kıl koparmak onlar arasında iyi yay çekememek, yayı doğru çekemeyince de yay telleri kopuyormuş.
İçimden gülmek geldi:
-Ben ne yapıyorum, onlar nerede duruyor? Hemşerim Kadir'in yüz iyice mayhoş. Bir bahane bulup uzaklaştım. Nöbetçiler gelmişti, salondan sobayı söktürüp bodrum kata indirttim. Böylece salon biraz daha genişlemiş oldu.
Yemekte armoni dersinin zorluğu ortaya getirildi. Daha önce duymuştuk ama Faik Öğretmenin söyleyişiyle yeni bir söz oldu, Kakafonik! Karışık, çirkin sesler. Do-mi-sol diyoruz. Faik Öğretmen olmadı, çok kakafonik oluyor! deyince kakafoni sözü anlamlaştırıldı; sözün kökü arandı. Bileşik söz, kaka ile fonik. Fonik, Orkestralarda, filarmoni, filarmonik olarak kullanılıyor; sesle ilgili. Fon ses, hem de arka renk, gölge anlamına geliyor. Kaka da Türkçe bir söz, adı üstünde kaka! Önce böyle dedik ama sonra vazgeçtik. Yarısı Türkçe , yarısı Fransızca söz bileşir mi? Başka örnekler aradık. Alafranga, alaturka sözleri örnek verildi. Ala, Türkçe olarak, Alageyik, alaca, Alaşehir, Alagözlü, alayık, alabora! Ala karga diyen oldu. Hep güldük, isterseniz sürdürelim; Alaserçe, alaleylek derken anımsadım; bizin köyde henüz olmamış üzümler için kullanılır:
-Üzümün alası ekşidir. Ala, olmamış anlamı da taşıyor. Ekrem duramadı:
-Öyleyse alagözler için olmamış gözler! diyebiliriz! Hamdi Keskin Öğretmenin geçmiş derslerde Gevheri'den okuduğu şiiri anımsattım;
"Ala gözlerini sevdiğim dilber
Her gülün sözüne bülbül uyar mı
Ben bir divaneyim, bir şey bilmem ya
Güzel olmayanı gönül sever mi? "
Arkadaşlar gülerken Ekrem kendi kendine konuşarak:
-Olmamış gözleri sevdiğim dilber! deyince
Arkadaşı Halil Yıldırım elini göstererek:
-Sen ağzına şunu istiyorsun galiba! deyip Ekrem'e çıkışırken gülüşerek kalktık.
Bu gece çok rahatım, yarın sorulma olasılığı bulunan ödevleri yaptım. Upuzun Harname ile Deve'yi yazdım. Gene de Türkçe yazılmış fabl ya da fabla benzer bulursam yazacağım. Arayan bulurmuş, Ülkü dergilerini karıştırırken buldum, Tevfik Fikret, La Fontaine'den aldığı fabl'ı adıyla almış ama değiştirerek anlatmış.
Ağustos Böceği ile Karınca
Karıncayı tanırsınız-Mini mini bir hayvandır;
Fakat gayet çalışkandır-Pek hotgamdır, bu bir kusur:
Hotgam olan zalim olur. -Bir gün ağustosböceği,
Tembel tembel ötüp durmak-Neticede aç kalarak
Karıncadan göreceği-Bürudete bakmaz gider,
Bir lokma şey rica eder. Der ki: -Acıyınız bize,
Çoluk çocuk evde açız-İanenize muhtacız.
Karınca bir yüreksize-Layık husumetle sorar:
-Aç mısınız? Ya o kadar-Uzun, güzel güler oldu:
O günlerde ne yaptınız? -Böcek inler-Açız açız!
Bakın, benzim nasıl soldu: -Sazla, sözle eğlenen ben
Bugün bakın ne haldeyim! -Valla açız billah açız;
Halimize acıyınız! Karınca eğlenir: -"Beyim,
Şimdi de raksedin ne var? -Yazın çalan, kışın oynar! "
Tevfik Fikret
Hotgâm: Kendini beğenmiş, Bencil.
Bürudet: Uzak durma, soğukluk etme.
İane: Yardım, karşılıksız verilen.
Huşunet: Sert, kaba davranış.
Ezop'tan bir örnek
Kış ile Bahar
Bir gün kış, bahar ile alay etmiş; demediğini komamış:
-Sen bir ortaya çıktın mı, kimsenin rahatı kalmıyor; kimi kırlara, ormanlara gidip çiçek topluyor; güller, leylaklar derliyor, koklayıp koklayıp saçlarına takıyor, yele de, sağanağa da bir aldıran kalmıyor. Bir de bana bak:
-Ben, her dediğini dinleten bir kralım. Herkesin gözü yerde olsun, kimse göğe bakmasın derim, kimse de başını yerden kaldıramaz. Herkesi öyle korkutur, öyle titretirim ki, çoğu kimseler evlerinden çıkmayı bile göze alamazlar!" Kış böyle söyleyince Bahar:
-İnsanlar da senden kurtulunca onun için seviniyorlar ya! demiş. Beni ise çıldırasıya severler, adımı dünyanın en güzel adı diye anarlar. Ben geçip gittim mi, hep bana hasret çekerler; bana kavuşunca da bayram ederler.
(Aisopos) Ezop'tan çeviren Nurullah Ataç
Dergileri karıştırırken anımsadım; Tevfik Fikret'in bir Deve'si daha vardı. Onun adı: Deve'nin Ukde'siydi. (Onu ben daha önce yazmıştım. ) Fabl grubuna o da girer sanırım.
Devenin Ukdesi
Adamın biri, uzun yıllar işlerini bir deveye gördürmüş. Sanırım deve, adama daha babasından kalmış. Çok yaşlanınca sahip, deveyi işten aldığı gibi rahatça dolaşması için kırlara bırakmaya karar vermiş. Ancak ayrılmadan önce bir teşekkür etmek istemiş. Deveye:
-Çok işimi gördün, hakkını helâl et! Uzun zamandır birlikteyiz, gönlünü kırdığım olduysa, bilmeden olmuştur, özür dilerim! Deve başını sallayarak:
-Doğrusu bana çok iyi davrandınız, bana karşı davranışlarından "Yaratan! " tanığımdır, hiç bir yakınmam yok. Ancak anlayamadığım bir olayı, hep sormak istemiştim; gücenirsiniz diye sormaktan vazgeçmiştim. Şimdi siz yakınlık gösterdiğinize göre sorayım. Size karşı hep dürüst davranmama karşın (Bunu siz de söylüyorsunuz) neden benim önüme o bacaksız, riyakâr eşeği kattınız? O yol kenarlarından, ot, çöp toplarken benim yürüyüşüme engel oldukça siz beni payladınız! Bunlar, geçmişte kaldı ama bu benim içimde bir ukde idi!
Bunu ben, çok iyi anımsıyorum, bir yere de yazmıştım; ancak bulamadım. Bunu yatınca da anımsamaya çalıştım. İşin içinde deve olunca develi tüm hikayeler gözümün önüne geldi. En canlısı doğal olarak Ömer Seyfettin'in Deve'si. Nasıldı? Edirneli Mestan Ağa'yı anımsadım. Onu, Mestan Yapıcı arkadaş sağolsun, bana her gün anımsatıyor. Mestan'a bir gün anlatacağım.
21 Mart 1944 Salı
Gece ile gündüzün birliğinden söz ediliyor, birden irkildim, bir hafta sonra benim Sabah görevim başlayacak, saat 06'da kalk, 06'30’da oyunlar. İyi ki saatim var. Akordiyonu nöbetçiler getirip götürecek. Oyunlar için Hüseyin Çakar beni bilgilendirecek. Çok iyi bir arkadaş:
-Her zaman yardıma hazırım! dedi. Öğretmenler sınıflarının başında oluyormuş. Buna çok sevindim, bizim Kepirdeki gibi öğrenciler kendiliğinden çıksaydı oldukça zorlanırdım. Kepirtepe'deki deneyimimiz hiç de başarılı olmamıştı. Namık Ergin, Fahri Tosili, Ahmet Kun, Selçuk Korol, Müdür Yardımcısı Talat Tarkan dışında kimse çıkmıyordu. Onlar da her sabah değil, ara ara çıkılıyordu.
21 Mart, gece-gündüz zaman eşitliği konuşuldu. Bizim köyde zaman eşitliğinden çok bugün Aşure pişirilir. Nuh Peygamber'in gemisi sözde bugün denize açılmışmış. Bunu da konuşan oldu.
Kahvaltı masasında konu psikoloji dersi oldu. "Hiç bir şey anlamıyorum! diyenler var. Ben de onlara sordum:
-Ne anlamak istiyorsunuz? Hiç bir şey olmasa bile insanlar araştırma yapıyor. Bizlere de, sık sık, köylerde yenilikler yapacaksınız! diyorlar, yeniliği nasıl yapacağız? Arkadaşlar 1941 yazında buralar henüz taşlık dikenlikken, Köyün, şimdiki bizim banyonun olduğu kaynaktan su getirmeye kalkışıldı. O iş için gelen uzman Layoş Sili gözleme-ölçme aracını bana taşıtıyordu. Kimi kez de ben bakıyordum. Çevremdekilere gösteriş olsun diye koca aygıtı severek taşıyordum. O nedenle yapılan konuşmaları da yakından dinliyordum. Biliyorsunuz bizim banyo yeri çukurda. O çukur yerden buraya gelirken bir bayır çıkılıyor. İnsanlar o bayıra aldanıp ileri geri konuşuyordu:
-Deli misiniz? Bu bayırdan su çıkar mı? İlk günlerde bunlara ben de katılıyordum. Bir yandan da Sili ustaya inanıyordum. Biz usta diyorduk ama, adam Macaristan'da mühendismiş. Beni, onun yanına verirken çok güvendiğim öğretmenim Namık Ergin bana:
-İbrahim, bu adam mühendistir, çok şeyler bilmektedir, dikkat edersen ondan çok şeyler kaparsın! demişti. Köylüler gelip gelip:
-O su bu yana çıkmaz dedikçe Sili Usta:
-Ben yanılırım, sen yanılırsın ama bu yanılmaz! deyip benim taşıdığımı gösterirdi. Bir gün de bana olayı anlattı:
-Çeşmeden çıkınca yokuş olduğu doğru. Ancak biz, oradan dikine çıkmayacağız. O yokuş, 100 metrede 12 metre inerek gidiyor. Yokuş dediğimiz yer çeşmeden 20 metre yüksekte, yokuşu 300 metre aşağıdan geçersek bizim suyumuzu şırıl şırıl akacak! Gerçekten öyle oldu. Su boruları köy yokuşundan değil 400 metre daha aşağıdan Hamurbasan'a (Okulun kurulduğu alana) geldi. Su gelince de köylüler sırıtarak:
- Geldi, geldi ama o alet sayesinde geldi! dediklerinde Sili Usta onlara Türkçe olarak:
-Öp babanın elini! yanıtını verdi. Öp babanın eli bizde de kullanılıyor ama başka anlamda. Sili Usta buradaki baba, sözünü Usta anlamında kullanırmış:
-Gelin, şimdi benim elimi öpün! dermiş. Köye at arabası bizden sonra geldi.
İşte köylerde biz böyle işlerde önderlik edeceğiz. Bakın Çiftelerli arkadaşlar neler planlıyorlar! Arkadaşlar bunu dememi bekliyormuş birden parladılar:
-Onlar mı? Keh, keh, keh! Bina inşaatında gördük onları. . . . . .
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. İlk sözü:
-Sonunda baharı getirdik. Biz çok istiyorduk ama o gelmiyordu; bir gün baktık kendiliğinden geliverdi. Montaigne Öğretmene ara vermiştik; bakalım böyle durumlara o ne diyor? Kitaplarının arasından çıkardığı zarfı Fatma'ya uzattı. Fatma, hepimize birer adet dağıttı. Sabahattin Öğretmen sordu:
-Arada bir böyle yapalım. İnsan kendi okuyunca, okuduğuna daha yakınlaşır. Görme duyumlarının güçlü olduğu kimseler, okuduklarını daha rahat öğrenirler. Siz belki böyle bir deneme yapmadınız ama öneririm, hemen yapın. Kendinizi o zaman daha iyi tanımış olacaksınız.
Fatma kağıtları dağıtınca öğretmen okumamızı söyledi.
HER ŞEY MEVSİMİNDE
Her şey mevsiminde gerek; iyi şeyler ve onlarla beraber her şer. Benim artık dua kitabıyla işim kalmadı. Quintius, Flaminiun'un, ordusunun başında savaşa hazırlanırken bir kenara çekilip Allah'a dua ettiğini görmüşler; savaşı kazandığı halde, yine de ayıplamışlar bu davranışını.
İmponit finem sapiens et rebus honestis.
Juvenalis
Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir.
Eudemanidas, Xenokrates'in pek ihtiyar halinde, okula derse koştuğunu görmüş de:
-Bu adam hala öğreniyor, ne zaman bilecek? demiş.
Philopoinemes de, kıral Ptolemaios'u, her gün silah kullanıp vücudunu işletiyor diye övenlere demiş ki:
-Bu yaşta onun yapacağı iş artık silah kullanmaktır.
Bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar yaşamalı. İnsan doğasında bilgelerin gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan yenilenmesidir.
Her gün yaşama yeniden başlıyoruz. Öğrenmek ve arzu etmek iyi ama, ihtiyarlığımızı da unutmamak gerekir. Bir ayağımız çukurdadır, hâlâ içimizde yeni istekler, dilekler var.
Tu secanda marmora
Locas sup ipsum funus, et sepulchi
immemor, struis domos.
Horatius
Ölüm karşına gelmiş, sen mezarını düşüneceğin yerde mermer yontturup evler yaptırmaktasın!
Benim en uzun vadeli niyetlerim nihayet bir seneliktir; artık göçmeye hazırlanıyorum.
Yeni umutlara düşmekten, yeni işlere girişmekten kaçınıyorum; bıraktığım her yeri, son defa selamlıyorum; benim olan her şeyden her gün biraz daha elimi çekiyorum.
Olim jam nec perit quicquam mihi nec acquiritur.
Plus superest viatici quam viae.
Seneca
Bir hayli zamandır artık ne bir şey kaybediyor ne de bir şey kazanıyorum; Kendisinden çok görmüyor muyuz?
Vixi, et quem dederat cursum fortuna peregi.
Virgilius
Yaşadım, talihin bana yürüttüğü yol bitti.
İhtiyarlığımın bana verdiği bütün ferahlık, hayatı bulandıran arzu ve endişelerden bir çoğunu söndürmüş olmasıdır:
-Dünyanın gidişine, servete, büyüklüğe, bilime, sağlığa, kendime ait tasam kalmadı. İnsan da var ki, ebedi olarak susmayı öğreneceği bir zamanda konuşmayı öğrenmeye kalkar!
İnsan her zaman öğrenmeye devam edebilir, ama öğrenciliğe değil:
-Alfabe okuyan bir ihtiyarın hali gülünçtür.
Diversos diversa juvant, non omnibus annis
Omnia conveniunt.
Gallus
Zevkler, insandan insana değişir,
Her şey her yaşa uygun düşmez.
Öğrenmek gerekirse kendimize uygun bir şeyler öğrenelim:
-İhtiyarlıkta öğrenim ne işe yarar diye sordukları zaman biz de:
-Hayattan daha iyi, daha rahat ayrılmayı! diye cevap verebilelim.
Genç Kato ölümünü yakın hissettiği bir sırada, eline geçen bir Platon diyaloğunu, Ruhun ölmezliği üstüne olan bu diyaloğu, bu maksatla okuyordu. Sanılmasın ki Kato, çok daha evvelden kendini ölüme hazırlamamıştır; hayır, ondaki kadar metinlik, kendinden eminlik ve olgunluk Platon'un yazılarında yoktur; bu bakımdan onun bilgisi ve yürekliliği felsefenin üstünde idi. Bu diyaloğu okumakla ölüme hazırlanmıyordu; ölüm düşüncesiyle uykusuna bile aralık vermeyen bir insan gibi, hiç istifini bozmadan her gün yaptığı işlerden biri olan okumasına rasgele bir kitapla devam ediyordu. Pretorluktan düştüğü geceyi onunla geçirmişti; öleceği geceyi de okumakla geçirdi:
-Hayatını kaybetmek onun için mevkiini kaybetmekten farklı bir şey değildi.
***
Elindeki metni okuyanlar, gözlerini Sabahattin Öğretmene dikti. Sabahattin Öğretmen de gülümseyerek henüz okumayı sürdürenlere bakarak:
-İşte bir örnek; "İnsanlar farklıdır; bu hep böyle olagelmiştir, bizim aramızda böyle bir fark neden olmasın? Alın size bir tartışma: Olmalı mı, olmamalı mı? İsterseniz konuya böyle başlayalım.
Son başını kaldıran Emrullah Öztürk oldu. Sabahattin Öğretmen Emrullah'a bir göz sorunu olup olmadığını sordu. Emrullah olayı besbelli yanlış değerlendirdi:
-Okumayı, yarış olarak düşünmedim, bazı notları tekrar tekrar okudum; ondan geciktim! deyince bu kez de Sabahattin Öğretmen okumanın gecikmesinden değil, öylesi durumlar da olabildiğini geçmişten bir örnekle anlattı. Derslerde bir amaca dayalı soru sormadığını, öğrenci seçmediğini, ilk konuşacakları rasgele seçtiğini, şimdi de bu yöntemi uyguladığını, son bitiren bir başkası olsaydı şimdi onunla konuşmuş olacağını tekrarladı.
Süleyman Koyuncu parmak kaldırdı. Öğretmen izin verince:
-Montaigne Öğretmende geçen kişileri bulup tanıyamıyoruz. Geçen parçalarda okuduklarımızın çoğunu bulamadık, şimdi bunda da geçenler var, bunlar için bir kaynak var mıdır? Sabahattin Öğretmen:
-Toplu bir kaynak olacağını sanmıyorum, hiç değilse bizim dilimizde, (Türkçesi) yoktur. Ancak, Tercüme Bürosunun çıkardığı Tercüme dergisinde zaman zaman çeviriler olmaktadır, Latince çevirilerde bazılarını bulabilirsiniz. Ben size onları tanıyın dedim, bunun için araştırıyorsanız, bence buna gerek yok:
-Ben size ad olarak tanıyın, bakın, bunların burada söyledikleri daha geniş olarak kitaplarında vardır. O kitapları okursanız daha geniş bilgiler alabilirsiniz! demek istemiştim. Doğrusunu isterseniz çoğunu ben de bilmem. Bildiklerim, Çiçero, Seneca, Lucretius, Horatius, Virgilius'tur. Bakın bugün geçen adlardan biri de Katon'dur. Katon'u ben de merak ettim ama kısa bir not dışında bilgi bulamadım. Zaten o bilgi, buradan da çıkarılmaktadır:
-Roma İmparatorluğu süresinde yaşamış, güçlü, kişilikli bir Bilgiç kişi. Çiçero'nun, Seneca'nın, Lucretius'un, Horetius'un, Virgilius'un, başka dillerde kitapları var. Onları ben Fransızcadan biliyorum. Çiçero'nun bir kitabı dilimize çevrildi, çıkmadıysa bugün yarın çıkacaktır. Çıkacak kitaplar listesinde gözüme ilişmişti.
Öğretmen bu kez de:
-Bakın burada olduğu gibi geçmiş yazılarda da sık sık Sokrates, Platon, Aristoteles gibi öteki, ünlü filozoflar da geçer; sakın onları da öyle almayın. Onlar salt Cumhuriyet Döneminde değil İslam Bilginlerinin de başvurduğu kaynaklardır. Geçmişe dönük araştırmalarda bunlar karşınıza hep çıkacaktır. Bu parçada geçen Quintius, Flaminium, Eudemonidas, Xenokrates, Philopoimenes, Ptolemaios bizim değil Montaigne Öğretmenin kaynak kişileridir. O onlardan aldıklarını bize aktarıyor. Onlar ayrı ayrı konularda Montaigne Öğretmenimizin düşüncelerini perçinliyor. Biz onun düşüncelerini paylaşırsak kaynak kişi düşüncelerinin de sürdürücüsü oluruz.
Öğretmen bundan sonra doğrudan yaşlılık üstünde durdu. Yaşlılık üstüne söylenmiş sözler sordu.
"Kendi muhtaç bir dede, gayrilere yardım ede! "
"İhtiyarın düşkünü, beyaz giyer kış günü! "
"Giden gelse, dedem gelirdi! "
"Biri nene biri dede, ikisi kaç para ede? "
Söylenenleri yeterli bulmayan öğretmen:
-Yaşlılar bizim toplumumuzda saygındır, bu nedenle onlar üstüne başka güzel sözler vardır, bunları araştıralım! deyip metinde yaşlılar için söylenen sözlere zıt sözler sordu.
"Sekiz günlük ömre dokuz gün çalışmak! "
Öğretmen önce:
-Bu söz, tıpkı böyle mi söyleniyor? diye sordu . Birkaç arkadaş birden böyle! deyince bu kez de buna zıt gelen sözü buldurdu.
Horatius'un, "Ölüm karşına gelmiş, sen mezarını düşüneceğin yerde mermer yontturup evler yaptırmaktasın! "sözü üzerinde duruldu. Öğretmen tıpatıplığı üzerinde kuşkulu olduğunu söyleyip kendisine katılacakları sordu. Sanırım, soru tam anlaşılmadığı için parmak kaldıran olmadı. Öğretmen bu kez de:
-Ben sözün, kime söylendiğine bakarım! deyince bir çok parmak kalktı. Sami Akıncı tam öğretmenin karşısındaydı, öğretmen ona söz verdi. Sami:
-Horatius sözü tek kişiye indirmiş; sanki karşısında çok mal-mülk arkasında koşan birine söylüyor. Sami sözün arkasını getirmeden Sabahattin Öğretmen:
-Arkadaşınızın dediği gibi sözlere bu açılardan bakarak değerlendirirsek daha sağlıklı sonuç alırız. Zil çalınca Sabahattin Öğretmen, yazının başlığını anımsatıp:
-Bu başlığa ne diyelim? Ona da bir ad bulalım m? deyip ayrıldı.
"Her şey yerli yerinde! "
"Herkes dengi dengine! "
"Demir tavında dövülür! "Sözleri arasında salona geçtik.
Yunus Kazım Öğretmen gülümseyerek, bahardan söz etti. Salt bahar değil, atalarımız bir zaman bugünü bayram saymış Nevruz Bayramı adını vermiş, kimi bölgelerde ise Sultan eklenerek Sultan Nevruz denmiştir. Günümüzde de bu adı ananlar vardır.
Toplumlar, geleneklerini ne denli korursa birbirine bağlılıkları da o denli güçlenir. Halkımız, göçler nedeniyle yer değiştirdiği gibi din de değiştirmiş olduğundan birçok gelenek ortadan kalkmasa bile eski değerinden yitmeler olmuştur. Bakın bu, Sosyoloji Biliminin ana konularından biridir. Bunun bir de Psikoloji bilimi yanı vardır. Toplumların değişimi bireyleri de değişkenliğe yöneltir. Tarihimize bakınca bunu görürüz. Hep biliriz, Alpaslan komutasındaki Türk güçleri, 1071 Malazgirt savaşını kazanınca atalarımız Anadolu toprağına yerleşmiştir. Yerleşmiştir ama, göç psikolojisi gereği her boy kendi havasını çaldığından Alpaslan ölünce 12 beyliğin kurulduğunu görüyoruz. Bu 12 Beyliği oluşturan insanların aynı dili konuştuğunu, hepsi daha önce Müslüman olduklarını bildiğimiz için din birliğini de söyleyebiliriz. Öyleyse neden 12 parça oldular? Bir atasözü vardır:
-Araba devrilince yol gösteren çok olur! "derler. Biz de şimdi ne desek, gerçekten uzak olacağız. Ancak, bireylerin, kendilerini bir toplumun parçası olarak görmesi, onların tekil bencilliğini frenler. Yasalara uyma bundandır, vatan için savaşlar, bile bile savaşa katılmalar bundandır. Ardında kalacakların onu onurlu olarak anma düşüncesi kişinin sağlıklı ruhsal dengesiyle orantılıdır. Bunu daha da yaygınlaştırabiliriz. Gerçi bunu özellikle bizim yurdumuzdaki din adamları dine bağlayıp bir çırpıda işin içinden çıkabilirler ama, dünyada başka insanlar da var. Onlara baktığımızda başka başka olaylar görüyoruz. Atlar üstünde uzak Asya'dan geldiğimiz doğrudur. Hatta koca bir İmparatorluk kurduğumuzu da kimse inkâr edemez. Ya sonrası? Bir Hezarfen Ahmet Çelebi, hikayemiz vardır, 1600'lü yıllarda uçuş denemesi yapmış. Bu doğrudur. Ancak başaramamış, Gene de övünüyoruz; Ahmet Çelebi uçmayı denemiş. Peki, neden arkasından gelenler o işi sürdürmemiş? Diye sorup olayı sürdüremiyoruz. İste size bir toplumsallık sorunu! Bakın, bir dünya savaşı yapılıyor. İstanbul'u aldığımızda 40 yıl sonra keşfedilen Amerika kıtasında 1790 yıllarında kurulan bir devlet tüm ordusunu uçurarak dünyayı dolaşıyor. Bunu bilim adamları eliyle başarıyor. Bilim adamları, buluşlarını halkından güç alarak yapar, bu güç, birey toplum arasındaki ruhsal bağlantıyla oluşur. Dünya'nın döndüğünü söyleyen Galile'yi ölüme mahkum eden din adamları, her şeyi Tanrısal buyruk adı altında kendilerine yonarlar ama bilginler onları karşı çıkışlarına karşın buluşlarını ölümü göze alarak halklarına sunarlar. Salt Galile değil bilgisini insanlığa sunan bilim adamları saymakla bitmez. Bakın Kimya biliminin kurucusu Fransız Lavaziye kral taraftarı olduğu için Büyük İhtilalde giyotin cezasına çarptırılmıştır. Bir gün sonra giyotine gidecektir. Çok üzülen yakınları, dostları son bir görmek üzere izin alıp kndisiyle görüşürler. Herkes üzgündür. Oysa Lavaziye onlardan ummadıkları bir ricada bulunur. "Bu güne dek kimse araştırmamış, çok merak ediyorum, insan başı kesildikten sonra gözler kaç saniye açılıp kapanıyor. Lütfen bunu saptar mısınız. ? "Bunu saptanınca ne olacak? Olacak şu, biyoloji dersi okuyan kimselerin bu konuda bilgisi olacak. Bakın bu çok önemli; bilimle ilgisi olmayan kimse böyle bir soru sormaz:
-Bilinse ne olacak? Ne mi olacak? Senin gibileri dünyadan habersiz yaşayıp geçerken bir takım insanlar, sıtma hastalığından kurtulacak, havalarda uçaklarla uçacak, suları ters akıtarak tarlalarını sulayacak, böyle sorular sormayanlar tepeden tepeye ateş yakarak haberleşmeye çalışırken onlar telefonla konuşacak. Bir gün sen de onun yaptıklarına muhtaç olup sarılınca sana, telefonunu, silahını; topunu, tüfeğini satıp emeğini elinden alacak!
İşte bilimden geri kalmışlığın kısa öyküsü. Geri kalmışlığın gerçek nedenlerini uzun uzun araştırmaya gerek yok! Bu nedenle biz, Psikoloji Bilimine, bireyin, öteki bireylerle kendini karşılaştırıp ona göre tavır almasına yarayacak bir bilim olarak bakıyoruz. Bunun içinde kıskançlık duygusu, üstünlük duygusu, övgü, yergi, yardım etme, yardım bekleme v. b. gibi insan ilişkilerinde bulunan daha sayısız karşılıklı iletişim alış-verişini olarak değerlendirmek öğretmen olarak da çağdaş yurttaş yetiştirmek için bilmek zorundayız. Genel konuşmalarda Psikoloji Bilimi 1879 yılında Alman Bilgini Wilhelm Wundt tarafından kurulmuştur! diyoruz. Bu doğrudur ama bilgi olarak eksiktir. Psikoloji en bilinen yanıyla ta Aristoteles'e kadar gider. Romalılar zamanından başlayarak Osmanlıların yükselme dönemlerine dek bazı hastaların müzikle iyileştirme çalışmaları olduğu bilinmektedir. Bu hastalar kesinlikle ruh hastalarıdır. Ruh hastalıkların tedavisi 18. yüz yıl başlarından beri gene insanlığın gündemine gelmiş bir çok yollar denenmiştir. 19. Yüz yıl başlarında bu yolda yeni buluşlar da muştulanmıştır. Daha önce adını andığımız Alman bilginleri Müller, Weber, Feschner bunlardan bir kaçıdır. Wilhelm Wundt laboratuvarını hazırlarken belki de on dan habersiz bir başkası ruh hastaları üzerinde çalışıyordu. Belli ki ruh hastaları öteki hastalıklardan ayrı düşünülmeye başlanmıştır. Wilhelm Wundt yanında bir süre kalan Sigmund Freud, Fransız doktor Charcot'nun araştırmalarını duyunca onun yanına gitmiş, yöntemlerini öğrenmişti. Charcot da daha önce Mendel'in buluşuna dayanarak ruhsal hastalıkların soyaçekime bağlanmasına karşı olmuş, bir ölçüde inandırıcı belirtiler bulmuştu. İşte Sigmund Freud dr. Charcot'un bu görüşünü de yetersiz bulup araştırmalarının sonunda konuşageldiğimiz Psikoanaliz ya da öteki adıyla Libido kuramını ortaya koymuştur. Tekrarlamak gerekirse Libido Kuramı, bilince dayanan bir kuramdır. Ona göre bilinçli oluşumuz dışında bir de bilinçsiz algılamalarımız durumu vardır. Bilincimize aldıramadığımız kimi olaylar doğrudan bilinç altına gider. Ancak bu gidiş bilinçli durumlar gibi doğal değildir ortaya bir çatışma girer. Bu çatışmayı doğuran nedenler çözümsüz kaldığı sürece bilinç altına girenler depreşirler. Bu depreşmeler, bilinç dışı doyumlara neden olduğundan, kişinin davranışlarında bir uyumsuzluk görülür. Nedeni bilinmeyen değişik durum kişiyi, içinde bulunduğu öteki insanlardan farklı davranışlara sürüklediğinden hemen Kişilik Bozukluğu belirtilerini gösterir. Kalıtım ya da geçici bir yanı olmayan bu kişilik bozukluğu bir ruhsal hastalıktır. Ayrıca bu tek bir başlık altında da toplamayacak türdendir. Çünkü bilinç altına giren olayların nedenleri farklı olduğu gibi sonuçları da çok farklıdır. Bunlar, saymakla bitmeyecek kadar çokturlar. Genellikle bunlar, daha çok çocukluk çağı etkileri olduğundan derinlikleri de değişkendir. İşte Freud bu derin etkilerin çoğunu, hatta tamamına yakınını cinsel güdülere bağladığından eleştiriler almıştır. Bu eleştiriler günümüzde de sürmektedir. En yakınlarından sayılan, Freud'u memleketi olan İsviçre'ye davet edip çevresinin genişlemesine yardım eden Carl G. Jung bile bu cinsel olguya karşı çıkmış salt bu çatışıklık nedeniyle yolları ayrılmıştır. Libido Kuramını bir daha tekrarlayalım!
Öğretmen sözünü söylerken zil çaldı. Öğretmen de:
-İyi oldu, biz de Libido Kuramını daha geniş olarak konuşuruz! deyip gülümseyerek ayrıldı.
Yemekte Yunus Kazım Köni Öğretmen enine boyuna konuşuldu. Konuşmalar başlarken söz giderek çekiştirmeye kayacak diye beklerken öyle olmadı, genellikle övüldü. "Anlattıkları biz anlamıyorsak, bunu kendi cahilliğimizde arayalım! " gibi bir de genel değerlendirme yapıldı. Bu da benim hoşuma gitti. Psikoloji için var-yok demeye ne gerek var? Yurdumuzun en ünlü doktoru Mazhar Osman Uzman için Deli Doktoru diyorlar. Neden? Adam delileri akıllandırmaya çalışıyormuş. Biraz taşkınlık yapana hemen:
-Seni, Mazhar Osman'a gönderirim! diyorlar. Aklım buna takıldı, gelecek ders Yunus Kazım Öğretmenden soracağım. "Bu sözün dayanağı nedir? "
*****************
Öztekin Öğretmen, ilk derste:
-Nota yazmayı ihmal etmeyelim! deyip defterlerimizi çıkarttı. Bir kaç arkadaşın defterine bakıp, eleştiriler yaptı. Özellikle sus işaretlerinin rasgele yazılmamasını söyledi. İstiklâl marşını iki sesli olarak yazmamızı istedi. Yazdıktan sonra da her birimiz öteki arkadaşların yazdıklarını inceledi. Hepimizin yaptığı kusur, söz yazarı yanında bestecisinin olmamasıydı. Ben biliyordum ama nedense yazmamıştım. Az sonra, yazsam da eksik olacağını anladım; çünki eksik biliyormuşum. Ben Zeki Üngör deyip geçiyordum; meğer bir de Osman'ı varmış. Böylece İstiklal Marşı yazarı yanında bestecisi Osman Zeki Üngör'ü de doğru yazmayı öğrendik. Öztekin Öğretmen bu kez söylediğimiz öteki marşların söz yazarları ile bestecilerini sordu; çoğunu bilemedik. Bu kez marşları sıralayıp söz yazarlarının yanına bestecilerini ekledik.
1. İstiklâl Marşı Söz-Mehmet Akif Ersoy Ses-Osman Zeki Üngör
2. Gençlik Marşı Ali Ulvi Elöve Felix Korlin (İsveç)
3. Vatan Marşı Cemal Yeşil Musa Süreyya (Mülkiye)
4. İleri Marşı Ahmet Cevat Emrem Faik Canselen
5. Cumhuriyet Marşı Zati Arca Zati Arca
6. Ankara Marşı Halil Bedii Yönetken Halil Bedii Yönetken
7. 10. yıl Marşı Faruk Nafiz-Behçet Kemal Cemal Reşit Rey
8. Ziraat Marşı Behçet Kemal Çağlar Ahmet Adnan Saygun
9. Dağlar Marşı Ali Ulvi Elöve Yabancı uyarlama
10. Atam Marşı Ziya Aydıntan Ziya Aydıntan
Bundan böyle marşlar toplu söylenince bestecileriyle söz yazarları da söylenecek. Şarkılar için de bir grup seçildi, Ali Kuş, Abdullah Erçetin, Mehmet Ünver söylenen şarkıların ses-söz yazarlarını araştırıp bize yazdıracaklar. Türkülerinse yöreleri belirtilecek: Konya yöresi, Ankara yöresi v. b. gibi. Öğretmen serbest bırakınca akşam dinlenecek plâkları seçtim.
1- Serge Prokofieff Peter ile Kurt 2 plak
2- Rimsky Korsakov İspanyol Kaprisi 3 plak
3- Ludwig van Beethoven Senfoni 7 5 plak
Alt odada piyano çalıştım. Artık, en az 15 dakikalık bir parçam var, Mozart la majör sonat. Böbürlenerek söyleyebileceğim:
-Şimdi size Wolfgang Amadeus Mozart'ın Köhel (Kv. ) 331 nolu La majör Sonatını ya da ondan çalacağım bölümün adını söyleyeceğim. Yıllar önce de Alman Radyosunun Türkçe yayınlarında çalınan Tük Marşı dediğimiz bu sonatın (O zamanlar akordiyonla melodisini kulaktan almak için günlerce uğraşmıştım. ) son bölümü olan marşı isteyene:
-Siz, 331 Kv sonatın Alla Turca bölümünü yani son bölümü istiyorsunuz, diyeceğim. Gerçi, bir iki tökezlediğim yer bulunuyor ama onları da Faik Canselen Öğretmenin dediğince omuz silkip pişkince geçiyorum. çalarken gelip dinleyenler oluyor. Onlara da:
-Size Mozart'tan bir sonat dinlettim! demek sanırım hoş olacak!
Bir süre de İncinin kitabından çalıştım. Faik Öğretmenin övmesine karşın parçalar bana çok basit gibi geldi. Ancak hatır için de olsa onları çalacağım.
Oldukça rahatlamış bir durumda üst salona çıktım. Keman çalışan arkadaş var ama baktım piyano boş, metot falan almadan hemen öyle piyanoya oturdum. Arkamdan biri, (Tanıdım, Muttalip Çardak) yumuşak bir sesle:
Yapma be anam, hiç değilse parça çalış, o zaman ses daha az geliyor! dedi. "Olur! " anlamında arkaya doğru elimi sallayıp çok yavaş sonata başladım. Az sonra konuşmalar oldu, arada bir "Susun! " uyarısı duydum. Amacıma ulaşmıştım. İçimden gelerek duygulu bir dikkatle ilk altı bölümü çaldım. Döndüğümde arkadaşların beni dinlediğini gördüm. Bu kez Muttalip arkadaş:
-Oldu olacak şu bizim Türk Marşı'nı da çal! demez mi? Hemen bilgilendirdim:
-Zaten o marş bu sonatın son bölümü! deyip onu da çaldım. Salonda altı arkadaş vardı ama onlar bana çok kalabalık gibi gelmişti. Şımarık davranmış olmamak için kendimi zor tuttum. Hemen akşam dinleyeceğimiz plak listesini gösterip görüşlerini aldım. Plaklar beğenildi. Biliyorum plakların beğenilişi, az önceki başarımın sonucuydu. İçim içime sığmamasına karşın çok doğal davranmaya çalışarak arkadaşların konuşmalarına katıldım. Gelenler oldu; olay onlara da anlatıldı. Çaldığım sonatın plağı soruldu, plak yoktu ama Mozart Sonatları kitabındaki notasını gösterdim. Sayfalar sayıldı. Daha önce nota sayısını bile hesaplamama karşın, sayfaları bile saymadığımı, ancak sürekli çalıştığımı anlattım. Arkadaşların gözleri keman metotlarındaki tek sıra notalara alıştığı için kalabalık piyano notalarına bakınca neredeyse ürperiyorlar. Oysa alışmak, her zorluğu yeniyor.
Yemekte, yarınki dersler üzerine varsayımlar sıralandı. Yarınki dersler için Doçentler resmigeçiti adı takılmış, arka arkaya gelen iki öğretmenin de doçent oluşu böyle konuşmalara neden oluyor. Onlar gelecek yıllarda Profesör olunca bu kez de Prof'lar resmigeçiti olacak. Nihat Şengül de biz öğrencileri kastederek:
-Oturan Boğalar! dedi. Filmlerde öyle bir söz geçmiş, filmi anımsayanlar güldüler. Ben görmemiştim, Amerikalı yerlilerin filminde geçiyormuş:
-Yerlileri başkanı, OTURAN BOĞA! Arkasından sözler sıralandı, Uyuyan İnek, Araba çeken öküz! Bunlar konuşulurken içimden sevindim:
-Az önceki olayda bizim masadan kimse yokmuş, olsaydı o konuyu açardı. Yemek masasında kendimle ilgili konuşmak istemiyorum. Durmadan çalıştığıma göre belli bir başarım olacağını biliyorum. Bunun üstünde durup konuşmaya gerek yok. Bu durumlar, kıskançlıkları da beraberinde getirir, bunu Kepirtepe'de öğrenmiştim. Bu nedenle Oturan Boğa sözü sonrası gelişen şakalara katıldım. Hatta, "Neden hep boğa üstünde duruyoruz, eşek, at, kedi, köpek yok mu ? "diye sordum.
Neşeli bir hava içinde salona döndük.
Öztekin Öğretmen bu kez tam zamanında geldi. Gelir gelmez de bana:
-İbrahim, bu gece bize ne dinleteceksin? diye sorunca Muttalip Çardak:
-Öğretmenim, arkadaş bize çok güzel bir konser dinletti, size de onu dinletir! deyince Öztekin Öğretmen olayı ya yanlış anladı ya da öyle demeyi yeğledi:
-Eeee, çocuklar, müzik enstrümanlarının özellikleri vardır. Piyano yokuş aşağı iner gibidir ama her inişin yokuşu olduğu gibi onun da yokuşu sonundadır. Bizim kemanlar, önce yokuşu çıkartıp sonra inişi gösterecek, azıcık sabredelim! deyip olayı kapatır gibi yaptı.
Listeyi görünce Rimsky Korsakov'un Şehrazat'ını anımsattı. Korsskov için gürültülüdür ama unutulmaz melodileri vardır! deyip bu akşamki İspanyol Kaprisine dikkatimizi çekti. Korsakov'un Rus Beşlerinden olduğunu, halk melodilerinden yararlandığını, bizim de önünde sonunda bunu yapacağımızı, o yüz yıl önce yapmıştır! dedi.
Öğretmen Prokofieff için fazla bilgisi olmadığını, ancak:
- Bizdeki plaklara göre (Üsteğmen Kije ile Kurtla Çocuk) bakılırsa güzel buluşları var. Özellikle insan hareketlerini müziğe yansıtıyor. Çocukla Kurt'u dinlerken ben, sahiden bir çocuğun korktuğunu, buna karşın korktuğuna yaklaşmaya çalıştığını görür gibi oluyorum. Siz de bu açıdan bakarak dinleyin. Müziğini beğensek de beğenmesek de besteci bir şeyler söylediğine inanarak eserini sürdürüyor!
Prokofieff'ten sonra duraksamadan İspanyol Kaprisi'ni koydum. Öğretmenin dediği aklımda.
Gerçekten bestecinin zaman zaman gürültücü bir yanı ortaya çıkıyor. Belki de öğretmenin söylediğinin etkisinde de kalıyoruz. Dinlerken neredeyse:
-Hani, gürültü gelmedi! diyesi duruma girdiğim oluyor.
Arada kısa konuşma oldu ama daha çok Üsteğmen Kije üstüne oldu. Arkadaşlar onu çok seviyorlar. Arkasından Beethoven su akışı gibi yayılmaya başlayınca sanırım herkes başka duygulara kaydı, yüzler hep değişti. Plağı durdurup konuşturmak istesem, sanırım azardan başka bir söz alamam. Plak arasındaki konuşmalar hep:
-Nasıl bestelemiş bunları?
Senfoni bitince herkeste bir suskunluk. Öğretmen bir benzetme yaptı:
-Bir tepe üstünde önündeki düzlüğe bakınca yakınlarında ufak tefek şeyler görürsün, ayrı ayrı pek bir şeye benzemezler, hepsine birden bakınca onları ayrı ayrı göremezsin ama büyüyen görüş alanın daha güzel bir tabloya dönüşür. Beethoven'i dinlerken de insan o duygulara dalıyor. Sesleri motif motif ayıramıyorsun ama ses yumağının bütünü insanı alıp alıp uzaklara götürüyor.
Öğretmen bir öneride bulundu:
-Gelecek programımızı hep Beethoven'e ayıralım. Orkestra konserlerinde de kimi kez öyle yapıldığını anlattı. Sonra da:
-Bizdeki plâklarının tamamını dinleyelim!
Arkadaşların çoğu öneriyi sevinçle karşıladı.
Yatarken öğretmenin sözünü anımsadım. Öğretmen önünde yakın görüntülerin geneline baktığında tek tek göremezsin. Ancak o tek tek nesneler görüş alanı genişleyince görülmese de genel görüntünün bir parçası olarak o güzellik içinde vardır! demişti. Bununla ne demek istemişti. Prokieff ya da Korssakov'un müzikleri küçük küçük güzelliklere benziyor; çok yakınında güzel görünüyor. Beethoven'in müziği geniş alanların müziği midir! mi demek istedi? Geniş alanlardan kastı neydi. Köydeki günlerimi anımsadım. Evden karşılara bakardım. Köyün karşısındaki Bağlar Yakası dediğimiz bir yükseklik vardır. Köyden bakınca çok net olmasa da üstünde gezen insanlar seçilebilir, arabalar rahatça görülür, Ağaçlar da öyle , tek tek olmasa bile küme küme ağaç oldukları bellidir. Bir de başımı kaldırır Istranca Dağlarına bakardım. Oralarda da ağaçlar olduğunu bilirdim ama görünmezdi. Öyleyken uzun uzun Istrancalara bakardım. O göremediğin sisli görüntü beni daha çok çekerdi. Hiç bir şey düşünmesem de oraya bakmak beni rahatlatıyordu. Öztekin Öğretmen böyle bir şey mi düşündü acaba. Sahiden Beethoven'i, hatta salt onu değil konserde çalınan bir çok eseri dinlerken benzer duygulara kapılıyorum.
Birden kendimi toparladım; çok sevineceğim bir olay dururken, puslu Istranca Dağlarını düşünüyorum. Oysa hiçbir şey düşünmeden çaldığım koskoca bir sonat var. Onu ikilendirmek daha iyi olmaz mı? Beringer'deki Mozart Sonatın yarısını çalmış durumdayım, öbür yarısını da tamamlayıp iki sonat çalmak varken savsaklamanın ne anlamı var?
Gözlerimi kapatıp, ses dinledim. Uzaktan bir mırıltı geliyor. Konuşma mı? Yoksa rüyasında konuşan mı var? Bunu seçmeye çalışırken uyumuşum.
22 Mart 1944 Çarşamba
Sabri Taşkın, ranzama çıktı, fısıltıyla Faik Demir'le konuş, sana bir şey anlatacak! dedi. Faik Demir bana ne anlatacak? dedim. Faik Demir'i iyi tanıyorum ama böyle iki ikiye bir şeyler anlatacak biçimde konuşmuşluğum tyok. Şakalaşıyoruz, daha çok Halil Dere olunca üçlü ya da Faik Demir'in hemşerileri, Hasan Özden, Şükrü Koç bir aradayken onların konuşmalarına katılarak bir beraberlik oluyor. İki ikiye beni başkasına aratacak türden bir ilişkimiz olacağını düşünmemiştim. Sabri Taşkın şakacı bir arkadaş, belki bu sabah da bana takılmak istemiştir! deyip önemsemedim. Kahvaltıdan önce Müzik Salonuna uğrayıp not defterimi aldım. Defter elimde dönerken Halil Dere geldi; Faik Demir seni arıyor! deyince biraz şaşırarak:
-Ne yapacakmış beni, benimle ne işi var ki? diye sordum. Halil Dere olayı biliyormuş, açıkladı:
-Bugün Sosyoloji dersinde, Ahmet Emin geldiğinde konuşanların köylerinde yapmak istediklerini öğretmenimiz önünde konuşup tartışmak isteyeceğiz. Ola ki parmak sayımı yapılır, sayımızın çok olması için arkadaşları uyarıyoruz. Biz konuşurken Faik Demir de geldi. Anlaştık.
Arkadaşlar hep uyarılmış. Zaten bizim masadakiler, Kızılçullu, Kepirtepe çıkışlı, uyarılmasak da onları destekleyecektik. Konu, dallanıp budaklanmasın düşüncesiyle, akşam düşündüğümü daha doğrusu Öztekin Öğretmenin sözünü tekrarlayıp, arkadaşların fikrini sordum. Arkadaşlar benim gibi düşünmediğinden sorumu pek dinlemediler bile. Hatta Halil Yıldırım:
-Öğretmen de bizim gibi şansını zamanında kullanamamış. Baksanıza, arkadaşları orkestrada keman çalıyor, oysa burada benim gibi paspallarla uğraşıyor! dedi. Arkadaşa paspal'ın ne olduğunu sordum . Soruma onun gibi öteki arkadaşlar da güldü:
-Bilmiyor musun? Sahiden bilmiyordum. Gerçi bizim köyde Paspala Hüseyin diye biri vardı ama, onun bir anlamı olacağını hiç düşünmemiştim. Paspala, sözünü pala bıyık sözü gibi paslı pala falan diye düşündüğüm de olmuştur. İnce uzun boylu oldukça güzel bir de kızı vardı. Halil Yıldırım sözün anlamını gülerek açıkladı:
-Üstü başı perişan ya da giyimini bilmeyen, kılıksız kimse! Tıpkı bizler gibi. . . .
Bu defa da üzüldüğümü söyledim:
-Bunu biliyordunuz da Rauf İnan:
-İnsanlar için kılık kıyafet önemli değildir, önemli olan iş yapmak, beceri sahibi olmaktır! dediğinde "Kitaplardaki resimlerini gördüğümüz tüm bilginler düzgün kılıklı, içlerinde bizim gibi paspalı yok! neden demediniz? Arkadaşlar:
-Sen, deseydin demek istediler ama, sözü gerçekten bilmediğim için sustuğumu söyledim.
Salona geçince, gerçekten bir değişik durum sezinledim. Hem de tek taraflı değil iki taraf da fısıltılı konuşmalarla belli yerlere yerleşti.
Doçent İbrahim Yasa, her zamanki gibi piposunu tüttüre tüttüre karşı yoldan dikine salon kapısına geldi, kapı yanında piposunu söndürüp, sol üst cep gözüne yerleştirip gülümseyerek geldi.
Baharın geldiğinden söz etti. Kışı sevmediğini anlattı. Çocukluktan kalma bir kış fobisinden söz etti. Hemen parmaklar kalktı. Parmak sayısının çokluğunu görünce kaşlarını gerip gözlerini salonda gezdirdi. Ne var, yanlış bir söz mü söyledim? diye gülerek sordu. Mehmet Toydemir ayağa kalkıp:
-Bilmediğimiz bir söz söylediniz efendim, merak ettik! deyince anladı. Hemen sordu:
- Psikoloji derslerinde okumadınız mı? İnsanlarda çocukluktan kalma bir takım ruhsal takıntılar vardır. Fobi de bunlardan biridir. Psikolojide henüz Sigmund Freud'u okumadınız sanırım! deyince gene parmak kaldıran oldu. Bu kez de Hasan Özden'e söz verdi. Hasan Özden, geçmiş derslerde sizinle yaptığımız Sosyoloji üstüne tartışmaların benzerini Psikoloji dersi için de yaptık. Köy Enstitüleri Müfredat Programında İş psikolojisinden, çocuk psikolojisinden söz ediliyor da esas psikoloji bilimine yer verilmiyor. Sağolsun Yunus Kazım Öğretmenimizi bu özlemimizi anlattık, o da bize hak verdi de ancak yakın zamanlarda Wilhelm Wundt, Sigmund Freud sözü etmeye başladık. Öğretmen gülümsedi, konuyu tartışmak istemediği belliydi, hemen:
-Başlamışsınız, yakın zamanda sizinle aynı dili konuşacağımı umuyorum. Okulumuz yeni bir okuldur, "İhtiyaç, organ doğurur!" diye bir söz vardır. Okulun ihtiyaçları belirdikçe yeni ekler yapılacaktır! deyip kalktı. Bu kez de Şükrü Koç parmak kaldırdı. Şükrü Koç, önce öğretmenden özür dişledi:
-Sizin tasarladığınız programı engellemek istemeyiz ama, aradan geçen zaman uzadıkça bizim ilgimiz azalır düşüncesiyle Gazeteci Ahmet Emin Yalman geldiğindeki gibi arkadaşlarımızla iyi ilişkiler kurup, geleceğe yönelik Köy Kalkınma Planları-Programları konuşuldu. O gecenin verdiği konuk-evsahibi havası içinde anlatılanları iyi izleyemedik. O konuşmaları yapan arkadaşlarımız aramızda olduğuna dersinizi de yakından ilgilendirdiğine göre sizin yapacağınız uyarıları hesaba katarak bir kez daha dinleme fırsatı verir misiniz? İbrahim Yasa Öğretmen gülümsedi; çok uzun bir soru oldu ama anladım galiba! dedikten sonra:
-Konuşanları bir de ben tanıyayım deyip gözlerini üstümüzde gezdirdi. Öğretmen sormadan parmaklar kalktı. Öğretmen parmak kaldıranlara bir kaç kez baktı. Ayrı yerlerde oturan Veli Demiröz'le, Mustafa Buğday arasında ayırıp yapar gibi duraksadı, başını sallayarak Veli Demiröz'e söz verdi. Veli Demiröz sordu:
-Anlatayım mı yoksa elimde anlatacaklarımın yazılısı var yazılısını mı okuyayım? Öğretmen gene başını sallayarak:
-Sen nasıl istersen! deyince Veli, kağıdı açarak okuyacakmış gibi yapıp, ilçesini, köyünü, köydeki eğitmenin ağabeyi olduğunu anlattıktan sonra:
-1940 yılından beri çalışan ağabeyim, devamsızlıktan acı acı şikayet ediyor. Bazen kanunu tatbik suretiyle devamsızların babaları cezalandırılıyor, fakat bu cezalar okul çevresinde sevgi ve alâkayı azaltıyor. Devamsızlık nedendir? Birinci sebep iktisadi durumdur. İkinci sebep; okuma ihtiyacının duyulmamasıdır. Fakat bu ikinci sebebi de birincinin neticesi diye kabul ederek en evvel iktisadi durumun ıslahı ile uğraşmak çok yerinde olur!
Öğretmen başını kaldırıp:
-Az duralım mı? diye sordu ama aslında dur! demek istemişti. Öğretmen, köyler, köylerde, kırlarda yaşayanlar salt yurdumuzda değil tüm dünyanın gündemindedir. Kentlerde yaşayanlardan farklı yetişmeleri daha doğrusu kentlilere yetişememeleri tüm toplumları rahatsız etmektedir. İleri gittiğini varsaydığımız Batı ülkeleri de bundan yakınmaktadır. Onlar bu işi daha önce ele almış, oldukça da başarılı işler yapmışlardır. Gene de tam bir başarı sağlayamamışlardır. Ülkemizde de pek geç sayılmayan bir zamanda ta Tanzimat Fermanı'yla bu işe tanı konmuş ama etkileyici bir kestirme önlem alınamamıştır. Tarih derslerinde okumuşsunuzdur; yüz yıldan daha fazla bir zaman önce saygın bir devlet büyüğümüz, Devlet Görevlileri için "Gitmediğin ya da gidemediğin yer, senin değildir! "demiştir. Şimdilerde de sık sık söylenir:
-Orda bir köy var uzakta; o köy, gitsek de gitmesek de bizim köyümüzdür! "İşte o gidilemeyen yerler köydür. O gün bu gündür gidilmeye çalışılıyor ama rahat bir gidiş yolu henüz bulunamamıştır. Bizim buradaki varlığımız da bu yolu bulmak içindir. Biz, köye gidecek kestirme yol için neler yapabiliriz? Arkadaşınızın sözünü bunun için kestim. Sıcağı sıcağına uyarmayı yeğledim. Geçmişte uygulanmaya konmuş yol ya da yöntemleri, "Bir de ben uygulayayım! " mantığı ile mi işe başlayacağız, yoksa uygulanamamış girişimlerin nedenlerini inceleyip daha sağlıklı bir yöntemle mi işe başlayacağız? Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince:
-Sizin sorunuzu, küçük sınıflardayken daha bir birimize sorup karşılığını araştırıyorduk. Ancak çevremizdeki görevlilerden bu konuda pek güvenilir girişimler göremeyince de üzülüyorduk. Bu konu üzerinde durulmasını bunun için istemiştik. Henüz kesin olmamakla birlikte çevremizde estirilmeye çalışılan bir anlanış bizi tedirgin etmeye başladı. Örneğin arkadaşımız, Eğitmen Ağabeyinin etkisinde kalarak onun sorunlarını ivedi çözme düşüncesiyle geçmiş denemeleri, "Bir de ben deneyeyim! yolunu seçebilir. Bu tür girişim bizce çok bireysel malumu tekrardır. Bunu ekonomik durum için de söyleyebiliriz. Bir köy öğretmeninin girişimiyle kurulacak kooperatif, yüzyıllardır gelip kenetlenmiş, bir yandan da devlet dairelerine kol atmış tefecilerin karşısında nasıl ayakta kalır? İşte bunlar için yarım bilgilerle kolay tarafından girişim yerine önce fikirsel yanımızı güçlendirip bağnazların düzeyi üstünde yöntemler üreterek işlerimizi sürdürebilirsek başarılı oluruz. Geçmişi başarısızlıkla suçlamaya bence hakkımız yok. Onlar yetersiz yöntemlerle, bireysel çabalarla bu kadar yapmışlar. Biz onlardan farklı olmak zorundayız. Onlar kendi kişisel görüşlerini uyguluyordu. Bizler, bu konuda kitle olarak yetiştiriliyoruz. On binlerce görevli bir birine destek olarak yurt düzeyine dağılacak. Bunlar benzer olaylara sağlam gerekçelerle karşı koyarsa başarısızlık söz konusu olamaz!
Öğretmen, gülümseyerek:
-Hemen hemen benim söyleyeceklerimin hepsini söyledin. Yalnız arkadaşımızın sözlerinin tamamını dinledikten sonra bunları konuşsaydık daha iyi olacaktı. Belki arkadaşımız da bunlara değinecekti! Öğretmen Veli Demiröz'e söz verdi. Veli Demiröz devamla:
-Civar köylerde de benzer zorluklar vardır. Bunun için bir yakın köylü arkadaşımla biz, el ele verip işleri beraberce düşündük. Birlikte programlaştıracağımız işler arasında hayvanları, meyveleri ıslah etmek, kurslarla sanat öğretmek, kooperatif kurmak, bu fikri yaymak var.
Bozkır'da (Konya ilinin Bozkır ilçesi) ova ve dağ köyleri vardır. Ova köyleri buğday, arpa gibi hububat yetiştirir; halkı, az çok müreffeh bir haldedir. Dağ köyleri meyvacılık ve hayvancılıkla meşgul olur. Dağlar arasındaki çukurluklarda kısmen hububat yetişmesine karşın, halk yoğunluğuna göre yetersizdir. Bu nedenle geçim temin edilemediği için gençler uzaklara çalışmaya gidiyor. Bunun sebebi şu ki, meyvalar para etmiyor. Bunları satmak için bir adamın eşek sırtına yüklemesi, iki üç gün yol gitmesi lazım. Neticede eline 2, 3 lira gibi bir para geçiyor. Öğretmen "Eşek! "sözüne mi güldü yoksa söylenenlere pek aldırmadığı için mi? elini kaldırarak Veli'yi gene durdurdu:
-Deminki söylediklerimi hep haklı çıkarıyorsun! O dediklerini nasıl yapacaksın? diye sordu. Gene parmaklar kalktı. Parmak kaldıranlara baktım, büyük bir çoğunluğu Kızılçullu grubundandı. Çiftelerden Bekir Semerci'ye gözüm takıldı. Tam o sıra öğretmen de ona işaret etti. Bekir Semerci, gülümser bir yüzle:
-Bizim sorunumuz, halkımızın, köylümüzün sorunu; arkadaşın dediği gibi hububatını ucuza veriyor. Ucuza alan kim? Kentlere tezgahını kurmuş, az emekle çok kazanç gözeten sömürücü. Bunlar şimdiden bizim okullarımız için olumsuzluk kumpasları kurmaya başladılar. Yarın köylere tek tek dağılınca onlarla nasıl zıtlaşabiliriz? Arkasından Mestan Yapıcı sordu:
-Çiftçinin ürettiğini kime satacaktın? Pazarlar, bu konuda yıllardır düzen kurmuşların elinde? Öğretmen bu kez de hepimize sordu:
-Biz, elimiz kolumuz bağlı mı duracağız? Bu kez de Mustafa Parlar izin bile istemeden kalkıp:
-Hayır efendim, biz öğretmeniz, önce gittiğimiz yerlerde kamu oyunu kazanacağız. Sözüne güvenilir bir duruma geldiğimizde istediklerimizi rahat rahat yapacağız. Bu kez de Süleyman Karagöz izin istemeden, biraz da öfkeli gibi:
-Zaman alacak! dedi. Mustafa Parlar çekinmeden yanıtladı:
-Başarımız, bir toplumun değişmesine bağlı! "Acele işe şeytan karışır! " sözüne inanmam ama, acelecilik çok kez başarı getirmez! "Öğretmen elini kaldırarak:
-Sözlerimi özetleyelim. "Bizim görevimiz, öğrencileri yetiştirmektir. Öğrencilerimizi iyi yetiştirirsek, yarınki köylerimizin halkı bugünkünden farklı olacaktır. Öyleyse biz, çocuklarımızın yetişmesini doğal olarak beklemek zorundayız. Köylere gider gitmez kolları sıvayıp okul dışı işlere girişirsek beklediğimiz güveni kazanabilir miyiz? Bu biraz zorlaşmaz mı?
Bir sessizlik oldu. Tam bu sıra zil çaldı. Öğretmen:
-İşte size bir sosyoloji konusu; bunu düşünün tartışmayı sürdürelim. Öğretmen Veli Demiröz'e teşekkür etti. "İşimiz bitmedi, seni dinleyeceğiz! deyip ayrıldı.
Doç. Dr. Halil Demircioğlu gelmemiş, büyük bir sevinç çığlığı atıldı. Derslerde kuzu kuzu durulduğunu gördükçe dersin de öğretmenin de sevildiğini sanıyordum. Çığlığı görünce yanıldığımı anladım.
Bölüm arkadaşlarımı gözledim, hepsi sevinerek yola döküldüler. Nedense ben gitmek istemedim. Öztekin Öğretmen olmayacağına göre kemancıların zırıltısından salonda durulmaz. Kitaplık boş, yarın için hazırlanmayı planlayıp bir köşeye oturdum.
Hamdi Keskin Öğretmen Nef'i üstünde biraz duracağız! demişti. Necmettin Halil Onan'ın Divan Şiiri Antolojisini açıp Nef'i'yi karıştırdım.
Hamdi Keskin Öğretmenin geçen derste okuduğu Koca Murat Paşa için yazdığı büyük boy kaside burada var. Buradaki 30 beyit, demek bu kitap ancak 1/5'ini almış. Hamdi Keskin Öğretmen tamamı 146 beyit demişti.
Sadrazam Koca Murat Paşa'ya Kaside Gamzen ne dem ki tiğ çeküp hun-feşân- olurUşşâk-i dil-figâra ecel mihrbân -olurÇeşmin o kahramân-i gazabnâktir seninKim hışmı zail- olsa dahi bîamân -olurKim gördü böyle hindu-yi mest-i kemin-küşâKim bir hadengi âfet-i cân-i cihân olurMüjgânlarınla seyreden-ol ebrüvân-ı derBirden bu denlü tir nice der-keman-olurGamzen suale başlasa uşşaka her müjenGûya lisan- hal ile bir tercemen olurGamzen görür itâb-ile öldürdün biziDurmaz girişme dahi anâ hemzebân-olurBu nâz ü bu nigâh-i tegâfül ki sende varHızr-olsa âşıkın sebeb-i terk-i cân-olurSen böyle naz ü şîve satınca gedâlaraNerh-i metâ'-i derd ü belâ râygân-olurYeksân-ise yanında seven sevmeyen seniHübâna bu muâmeleden çok ziyân-olurRâzi değilse ger buna nâmus-i dil-beriUşşâka derse böyle ihânet yaman-olurHer nâmahalle ruhst-i nezzâre ya nedenBir gün demez misin ki mahallinde kan-olurDil bu hevâ ile kafes-i teng-i sînedeMânend-i mürg-i bâl-şikeste tapân-olurKim gülşen-i ruhunda vere nâğmeye karârTâ ol zaman ki bâğ-ı cihân pürhazân-olurFikreyleyince dâm-i girih-gir-i zülfünüBir hâlet elverir ki kafes gülistâ- olurZülfün mü ya gezende siyeh mâr-ı hambehamKim pâsbân-i gence-i nihan-i miyân-olurYahut hümâ şikâr edici şâhbâzlarDaim hevâ-yi sayd-ile bîaşiyân-olurGâhî ki halka halka durur piç-ü tâb-ileTûğra-yi hükm-i pâdişâh-ı hüsn-ü ân-olurGâhi ki deste deste yatur yerde gûyyâÇârûbi âstân-i memâlik-sitân-olurOl saf-der-i yegâne ki tâb-ı mehâbetiÇevgen-güdâz-ı Tehmeten-ü Kahraman-olurOl dâver-i zamâne ki âb-i adâletiGülbün-tırâz-i gülşen-i emn-ü em ân-olurPaşa-yi bîkarîne-i âlem ki âlemeİhsân ı bînihâyet-ü bîimtinân-olur. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Divana çıksa Asaf- Cemşit- kevkebeMeydana girse Rüstem-i sahıpkıran-olurTenha çıkınca meydana tîg ile gün gibiHurşiddir ki cilvegehi- âsman-olurŞemşiri gül gül ettiği dem hâki hûn ileCemşid'dir ki bezmgehi gülistan-olurDiller doyar mı görmeğe cenk içre nîzeninOl dem ki hun-i düşmen ucundan revan-olurGüya ki çeşm-şahid-ra'na-yi nusreteMüşgân-i tiz ü gamze-i nâmihriban-olurDüştükçe hake gûy-sıfat kelle-i adûPay-i semendi tut ki ana savlcan-olur. . . . . . . . . . . . . . . . .Saflar düzüp hücum edecek hayı-ı düşmeneDehşetle asmân ü zemin pür-fiân-olurSarsıldığınca zelzele-i hamleden zeminAşûb restiz ü kıyamet ayan-olurGerd-i siyehte şu'le-i şemşir-i tâbdârGüyâ sehâb-ı tîrede berk-i cehân-olurOklar siham-ı kavs -i kazâdan nişan verirPeykân-ı tîr ise ecel-i nâgehan-olurEvc-i hevâda sit-i çekâçek-i tîğdenAvâz- ra'd ü saika reh-güm-kûnan-olurHer hamlede hücum-i dileran-ı nizedarHayl-i adûya ol kadar âfet-i reshan-olurKim tenlerin de râh-i mesâmât serteserSürâh-i mârmühre -i rübâ-yi sinân-olurGâhi miyan-ı safta durur kendi tiğveşGâhi miyan-şikaf-i saf-i düşmenân-olur. . . . . . . . . . . . . .Ger âsiyan-ı Rûz-ı cezâdan bir ehl-ı dilSeyretse ol kıyâmeti kim ol zamân-olurBîrun eder dilinden o dem bîm-i düzahıMeydan-ı mahşer ana riyâz-ı cinan-olurEy Asaf-ı zemane ki her re'y-i sâibinRükn-i esas-i saltanat-ı cavidân-olurSensin o safşikan ki yazılsa menakıbinHer muhtasar rivayeti bir dâstan-olurTahrir-i medh ü fikr-i nikât-i sitayişinNazm-ı ümur-i dest ü dil-i şairân-olurMâ'ni ki silk-i gevher-i medhinde yerleşirEndişe ki silk-i senan ile ratbüllisan-olurOl dürr-i gûşvare-i Nâhide naz ederBu terceman-i raz-i dil-i kudsiyan-olurKim vasf ederse zatı şerifin benim gibiRuhi kelâmı kaleb-i manzume can-olur. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Nef'i duaya başla ko davayı kim duaNazm âhırında âdet-i nazm averan-olurTâ kim fürûğ-i cam-i zerendud-i afitabRevnakfüruz-i bezmgeh-i haveran-olurDönsün felekte sagar-i ikbâli gün gibiTâ ana dek ki âhir-i bezm-i cihan-olur
Ölçüsü- (Vezni) Mef'û lü fa i lâ tü me fa î lü fa i lün
- - . / - . - . / . - - . - . -
Takti: Pa şa yi bî ka rî ne i â lem ki â le me
İh sân ı bî ni hâ ye tü bî im ti nan o lur
- - . / - . - . / . - - . / - . -
Açıklama: Kılıç gibi korkutucu bakışını görünce yüreği hoplayanlara ölüm (ecel) acısın. Gözlerin öyle ürkütücüdür ki neşeli olduğunda bile karşındakileri ürpertir. Dünyada hiç kimse böyle coşkulu, aldatıcı ok gibi batan bakışlı gözler görmemiştir. Görenler, kirpiklerini (Okları) o yaylara ( göz kapaklarına) nasıl yerleştiğine şaşarlar. (Merak edebilirler) Aşıklara yan bakıp sorgulasan, kirpiklerin birer birer söz alırlar gönülden konuşur. Sevenlerin, Hızır bile olsa senin nazlı tavırlarına, umursamaz bakışına dayanamayabilir. (Ölür) Sen böyle, sevenlerine karşı ağırdan alınca onların istekleri de değersizleşir. Seni sevenlerle sevmeyenleri bir tutarsan, güzeller bundan zararlı çıkar. Gerçekten böyle düşünüyorsan, güzellerin sana bakmasını izin verme; bakarlarsa bil ki sonuç onlar için acı olacaktır. Çünkü aşk denilen vefalı kuş, gönül denilen dar bir kafes içinde çırpınır durur. Ancak yaşam denilen dünya bahçesine sonbahar gelince dek izin ver, senin gül bahçesini andıran yüzüne yaklaşsın (Doya doya baksın) Seni görenler için saçının bir teli bile onlar için gül bahçesi değerindedir. Zülüflerin gerçekten zülüf mü yoksa seni güzellerden koruyan korkutucu bir yılan mıdır? Ya da sürekli av peşinde koşan, masum kuşları zevk için avlayan yırtıcı bir Doğan mıdır. Zülüflerin, kıvrım kıvrım görüntüsüyle güzellik padişahının tuğrasını andırıyor. Bazan da dürüm dürüm görüntüsüyle sanki ülkeler fethedenin ( Murat Paşanın) yelpazesini andırıyor. O öyle bir kahramandır ki, onu övmeye kalkanın heyecanı Rüstem'in, Kahraman'ın koruyucu zıhlarını bile eritir. (Rüstem, Zaloğlu Rüstem, cesur insan simgesi. Kahraman da İran geçmişinde Rüstem gibi bir savaşçı)
O öyle hak yemez bir insandır ki, onun adaleti, güven duyuran davranışları, gül bahçelerini süsleyen güller gibidir. Dünyada benzeri olmayan bir Paşadır ki, onun bağışları sonsuzdur, karşılıksızdır.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Askerini sıralayıp düşmana saldırdığı zaman, yer, gök düşman yakarışlarıyla dolar. Askeri düşman üstüne saldırınca yer sarsılır, kıyamete benzer bir kargaşa olur. Kılıcını çekinde toz duman içinde bile sanki kara bulutlar arasında çakan şimşek gibi parlar. Atılan oklar, sanki ilahi bir kaza imiş gibi gider, uçlarındaki temrenler ise ansızın gelmiş ecel gibi (Düşman kellelerini) alır götürür. Kılıçların şıkırtısı o denli çoktur ki, yükseklerde gürleyen sesler, çakan yıldırımlar (o seslerden şaşırıp) yönlerini değiştirir. Mızraklı kahramanların her hamlesi düşman için bir afet niteliğindedir. Kılıçların düşmanların bedeninde açtığı yaralar ise yılan deliği gibi derinlere gitmiştir. Murat Paşa kendisi bazan savaşın ortasında kılıç gibi tüm heybetiyle durur; bazan da düşmanın arasına girip onları ikiye böler.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Bu savaş günlerini yaşayan biri, kıyametten (Mahşerden) dönüp bir karşılaştırma yapsa kuşkusuz (Bu savaş meydanına göre) Mahşer denilen kargaşa ona Cennet gibi görünür. Ey günün (Savaşların) ünlü Asaf'ı, (Büyük kahramanı) senin şöhret saltanatın ebedîdir. Sen o denli başarılı savaştın ki, onların her biri anlatılsa destan olur. Salt söylenenleri, övgüleri anlatmak da çok şairane olur. Senin özündeki cevherler, öz değerler de anlatılması gereken olağan üstü değerlendirir. (Yazılanları daha da güzelleştirir. Onlar öyle ender değerlerdir ki Endere bile naz ederler; onları anlatmaksa anlatanı da kutsallaştırır. Senin o çok özel değişmez şekilde (Kalıplaşmış olarak) durumunu benim gibi kim anlatırsa o sözler hep yaşar (Ebediyen konuşulur. ) Bunları ancak ben anlatır, ebediyete dek yaşatırım!
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Nef'i, konuşmayı ya da sözü bırak da duaya başla, çünkü sözün gereği budur, bu yapılırsa koşul yerini bulur. Öyle ki, bezmlerde de kadehler dolaşırsa, adet yerini bulur O nedenle, dönsün ortalıkta (Göklerde) Allahın insanlara bahşettiği yaşam kadehleri döndükçe insanlar, ömürlerinin sonuna dek mutlu olur!
ÖNEMLİ BİR UYARI!
(*) Notları bilgisayara geçirirken okuduğum bu şakanın gerçekten doğru çıktığını anımsayınca şaşırır gibi oldum. Köy Enstitüleri'ni anlatanların çoğu, oradaki bireysel özgürlüğü överken öğrencilerin seçim bilincinden söz eder, zaman zaman da seçimlerle görev alan öğrencilerin yönetme yeteneklerinin geliştiğini öne sürerler. Bu söylem o denli yaygındır ki, yıllar sonra karşılaştığım sınıf arkadaşlarımdan bazıları da başkanlık ettiğinden söz etmiştir. Belli ki onlar haftalık iş nöbetleriyle başkanlık kavramlarını karıştırmaktadır. Söz konusu Başkanlık, günümüzdeki seçim yöntemleriyle yapılan, belli bir işlevi olan, o işlevi kendine özgü kuralları içinde bağımsızca uygulama olarak sunulmaktadır. Böylesi düzenli bir demokratik anlayış bunca yıl sonra bile (Uygar ülkeler ölçüsünde) ülkemizde sürdürülemezken 70 yıl önce Köy Enstitülerinde yapılıyordu! demek, tarih derslerinde ilk uçan insan Hezarfen Ahmet Çelebidir; öyleyse uçağı biz bulduk! demek, eskiden gülünçtü ama artık dünya gerçekleri karşısında ağlatıcı bir şaka (!) türü sayılmaktadır. Ben, Kepirtepe, Köy Entitüsü temeline ilk kazma vuranlardan biriyim. Bu da önemli değil, okul binası için ilk kazmamı, kardeş çocukları olduğumuz amcamın tarlası üstüne kurduğumuz binaydı bu! Amcamın eviyle okul arası Edirne-İstanbul asfaltı üstünde (Ayağını asfalttan ayırmamacasına ) 4 km. idi. Kendi köyüm de 15 km uzaktaydı. Kısacası ben Kepirtepe Köy Enstitüsü'nde ev özlemi çekmeden okudum. Cumartesi-pazar günlerim ya evimde ya da amcamlarda geçerdi.(Savaş nedeniyle) Açlık-Yokluk günlerimizde yakın arkadaşlarıma yapabildiğim yardımları, anılarını yazan arkadaşlar, örneğin Yusuf Asıl anlatır. (Kepirtepe-Saray Anıları) Daha sonra Hasanoğlan Yüksek Bölüme gittim. Sık sık tekrarladığım gibi Köy Enstitülerinin kapandığı 1954 yılına dek Köy Enstitüleri içinde bulundum. Bir başka şansım da, Köy Enstitüleri üstüne araştırma yapan Amerikalı araştırmacı gerçek savunucuları miss Faye Kirby ile birlikte çalışmam oldu (Kepirtepe, Çifteler, Arifiye, Hasanoğlan, Ernis'i birlikte gördük) Daha önce öğrenci grubu olarak yapığımız gezilerde gördüklerimle (Savaştepe-Kızılçullu, Ortaklar, Haruniye) görme olanağı bulduğum dört köy Enstitüsünü de ekleyerek 12 köy Enstitüsünü tanımış oldum. Böylece, Kasım 1938 ayında başlayan Köy Enstitüsü yolculuğum öğrenci, öğretmen, yönetici, daha sonra da müfettişliğimdeki yakın ilişkilerle oldukça uzun sürmüştür. Köy Enstitüleri ortadan kaldırılınca da onların gerçek savunucularıyla (TÖDF) birlikteliğim 1966 yılına dek sürmüştür. Sık sık tekrarladığım gibi Köy Enstitüleri adı duvarlarından sildirilince, ilk yazıklı tepkiyi de "Yazık Oldu Köy Enstitülerine!" diyerek yüreğimden geçeni yazdığım için Müfettişlikten alınmış, on üç yıllık öğretmenliğim hiçe sayılarak stajyer öğretmenliğe indirilmiştim. Böylesine yürekten ilgili olduğum Köy Enstitülerine yapılan haksızlıklar ölçüsünde, onlara yaslandırılmaya çalışılan abartılı yakıştırmalara da karşıyım. Köy Enstitülerinde kazanılan başarılar, onların doğal güçlerinin, iyi niyetli çalışmalarının engellenerek yarım bıraktırılmış olması da onlar için bir başarıdır. Azdı-çoktu sözleri onlar için fazla bir anlam taşımaz. Onlar, yaptıklarını sözün tam anlamıyla yoktan var etmişlerdir. Onların gizi ya da başarısı, insanlık tarihinin, ağaç kovuğundan toprağa; topraktan da korunak yaparak doğanın acımasızlığına meydan okuma sayılan ev dediğimiz yapılaşma olayına sıçramasına eşdeğerdedir.
İnsanlarla hayvanları karşılaştırıp kendi mantığıyla bu aşamayı değerlendiremeyen (Bunu, yürekten yoksun, psikiyatri kapılarında sıra bekleyenler için söylüyorum) İnsanlık bunu milyonlarla anlatmaya çalıştığımız bir süreçte ancak başarmışken bizler bunu, varlıklarının insanlık için hiç bir anlamı olmayan salt pis boğazlarını doldura doldura önemsiz gereksinimleri için bol bol Devlet olanağı kullananların bizleri "YOK!" ünleriyle savuşturulmalarına karşın (atlatıldığımızı bile bile) dar olanaklar içinde, kokuşmuş, çıkar duygularından habersiz, Filozof Hobbes'un söylemiyle henüz homo homini lupus hummasına tutulmamış, (İnsan türünün) buluğ çağlarında, anne sütü özgünlüğündeki terlerimizi dökerek okullarımızı yapıp sıralarımıza oturmayı başarmıştık. Kurduğum tümceyi doğrusu doğrusuna anlamak isteyenler olacak mı bilmem; onlar için bir not ekleyeceğim. Kimse üstüne alınmasın, zaten almaya kalksa da günümüz insanının tek başına bunu doğruca algılaması beklenemez!
1939 yazında 30 arkadaş diktiğimiz Kepirtepe'deki binayı şimdilerde görmek, vicdan denilen şaşmaz teraziyi, ırgalamaya yetecektir. Tek bir yeşili olmayan kepire taşıma sularla dikilen minicikler olağanüstü bir yeşillik görünümüne dönmüşken, bakımsız, kapıları, çerçeveleri tüm doğa yıkımına terkedilmiş (Salt kendim için konuştuğumdan böyle diyorum) binanın kendisi gibi, çerçeveleri, kapıları benim yaptığım gibi duruyor. Doğanın acımasızlığı belli ki ona yapılan nankörlüğün acısını ona vefasızlık edenlerin yüzlerine çalmak için diretiyor. (Oscar Wilde-Dorian Gray'ın portresi) Çünkü o günlerde birileri de "Yapıyoruz, ediyoruz!" yaygarası ediyordu! 'Yeşillikler bir yana kuşkonmaz dikeninden başka bitki görmemiş o kuçur-çatlak toprağın üstündeki meyve bahçeleri! Burada, o acınası Toplumsal gerçeğimiz gözden kaçmıyor:
-İşte, gelişme yetisinden yoksun bir toplum anlayışı. Eski bina beğenilmemiş, hemen yolun öbür tarafına yenisi yapılmış. (Yeni değil, 25 yıl önce) Halkın parasıyla ne yapılmaz ki? . . Peki burada oturan insanlar:
-Eski bina yeşillik içinde bizim taraf neden böyle? diyemiyor mu? Çocukluğumda hemşerilerimden çok duyduğum bir sözü ilk kez yürekten tekrarladığımı sanıyorum "Na tuka kafa, na tuka mermer! Ünlü yazar Aziz Nesin, "Halkımızın (O büyük bir sayı vermişti, burada onu tekrarlamak istemiyorum) geri zekalı demişti. Aziz Nesin'in neşeli, şaka-ciddi sözlerine hep gülümseyerek baktığımızdan ona da gülüp geçmiştik (!) Ancak bilimsel bir kişilik sahibi olarak tanınan Prof. Erdal İnönü'nün bir bilimsel konuşmasında (İstanbul Tıp Fakültesi) Türk Toplumunda Beyinsel Merak geni gelişmemiştir.Bu öteki insanlara göre büyük bir eksikliktir!" demesi oldukça düşündürücüdür. (Coşkun Özdemir-Cumhuriyet-26/11/2013 Salı)
(*) Köy Enstitüleriyle ilgili anlatılardan, bu anlatılara dayanarak aktarılan dayanaksız bir söylem de Köy Enstitülerinde eleştiri hoşgörüsü, özgürce seçimler yapılarak yönetime katılma yakıştırmalarıdır. Günümüzün insanının özlemi olan bu özgürlük istemi nedeniyle anlatılanlara inanmak, duyanların özlemini gidermeye yetiyor. Masallarda geçer, tüm beyler paşalar kendileri atlarında gezerken buyruğundakiler arkasında yaya yapıldak koşuşturur. Bakarsın masalın birinde padişah bir süre atını kölesine verip kendi yürür. "Aman ne çağdaş düşüncedir (! ) Bu padişah hemen en sevilen Masal Padişahı seçilir. Bizim Köy Enstitülerindeki seçimli Demokrasi de bu tür bir benzetidir. Her cumartesi öğrenci, öğretmen toplanır; haftanın olumlu olumsuz işleri gözden geçirilir, olumsuzluklar kıyasıya eleştirilir. Toplantı sonunda herkes memnun, herkes olumlu olumsuz durumunu öğrenmiş, doğru yolu seçmiştir. Şu eğri büğrü yalanları duyar, şu haksızlıklar içinde kıvranır, abuk subuk işler içinde yaşayıp diz dövünürken gel de içindeki doğruluk uyarcaların bunlara kanmaz (! ) Kim diye bilir ki, ülkenin geleneğin de seçim diye bir kavram yokken, herkes bir yağlı kapı kapmak için amcasının-dayısının ardında koşarken acaba gelip Tanrının Melekleri demokrasi gösterileri mi yapıyordu? Buna inananlar varsa onlara, yukarıda değindiğim Erdal İnönü'nün sözünü anımsatacağım.
Trakya Köy Öğretmen Okulu'unda geçen 3 yılımızı, Kepirtepe Köy Enstitüsü sürecine katarsak bu 5 yıl içinde tek bir seçim yapılmıştır, o da Kooperatif seçimidir. Onda da 7 kişilik bir grup seçilmiş, başkanlığı kendi aralarından birine bırakmışlardır. Hasanoğlan'a göç nedeniyle kısa süren bu seçimli olaydan sonra bir daha Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde seçim meçim söz konusu olmamıştır. Okulun ortak görevlerini yürütmek için sınıflar sıra ile nöbet tutmuş, bunları da bir Md. yardımcısı ile nöbetçi öğretmenleri yönetmiştir. Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi olarak Hasanoğlan'a gidince ilk kez bir Öğrenci Başkanlığı söylemini orada duyduk, yapılan oylamaya katıldık. Bundan sonraki yıllarda başka bir seçim yapılmadı. İlk seçilen Hüseyin Atmaca, Kasım 1943'ten 1945 yılı Kasım sonuna dek başkanlığını sürdürdü. Öyle ki, 1945 Temmuz ayında okulu bitirmesine karşın, Hasanoğlan Köy Enstitüsü bölümüne öğretmen olarak atandığından başkanlığı 1945 kasım ayı sonuna (askere ayrılana dek) sürdürdü. Kasım 1945’te yapılan başkanlık seçiminde Kastamonu/Gölköy kökenli Hasan Yılmaz, Yüksek Köy Enstitüsü'nde seçimle gelen 2. Başkan oldu. Bu olayı çok iyi bildiğim, önemli ve de yaşam boyu unutamadığım bir onur sorunu saydığım için yanılmam olası değil. Bu nedenle konuya ilerde gene değineceğim.
(*) 1944 Mart ayında, Köy Enstitüsü Müdürlerinin gelip ders mahiyetinde kendi okullarını Yüksek Bölüm Öğrencilerine anlatacakları duyurulmuştu. Okula gittiğimiz ilk günlerde bir Kızılçullu/Çifteler tartışması başladığına tanık olmuştuk. Bu tartışmalarda Çiftelerli arkadaşların kendi okul müdürleri Rauf İnan'ı her konuda öne sürüp onunla övündükleri dikkatimizden kaçmamıştı. . Arkadaşların bu saygılı tavırlarını bir süre hoş gördük. Ancak belli bir çizgiden sonra bu övülen kişi üstüne anlatılanlar, ilk izlenimleri gölgeler oldu ya da bizde bıkkınlık oluşturdu. Gerçekten söylendiği gibi ilk konuşmacı olarak Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan geldi. Müdür Rauf İnan gelir gelmez Çiftelerli arkadaşlarla özel olarak görüştü, onların masalarına oturup yemek yedi. Bu ayırımcılık Çiftelerler dışındaki arkadaşlarca iyi karşılanmadı. Nasıl olduysa Rauf İnan bir yemekte de gelip bizim masaya oturdu. Konuşkan bir insan, derslerden matematiği çok sevdiğini söyledi. Almanya, Avusturya ülkelerini gezmiş, oralarda öğrencilik yapmış, bunları dinledik. Masadaki arkadaşlarla ayrı ayrı konuştu. Sıra bana geldiğinde, önce hangi bölümde olduğumu sordu. Sonra da
- Müzikçi olduğuna göre matematiği sevmezsin! diyerek hakkımda hemen bir kesin hüküm yürüttü. Arkasından da sarışınlığıma takıldı. Sarışınlığımın göçmen olduğumun kanıtı gibi anlamsız vargılar öne sürdü. Dahası; göçmenliğin aileler için yıkıcı sonuçlarından yakındı. Bu duygusal konuşmalarından hoşlandım. Özellikle matematikten söz etmesi Ahmet Gürsel Öğretmenimi anımsattı. Bizim Kepirtepe'nin tüm öğretmenleri, başta müdür olarak geçen yıl alınıp yurdun dört yanına dağıtmışladı. Çok sevdiğim matematik öğretmenim Ahmet Gürsel de Çifteler Köy Enstitüsüne sürülmüştü. (Biz bu atamalara hep sürülme diyorduk) O okulun müdüründen sevgili öğretmenimi öğrenmek istedim. Matematiği çok sevdiğimi söyleyip, “matematiği bana sevdiren öğretmenim de şimdi sizin okulda!” dedim. Rauf İnan, “Kim, kim?” diye sordu. Ben öğretmenin adını söyleyince gülümser gibi yüzüme bakarak:
-Haa, şu muhallebici! dedi. Sanırım benim birden tavır değiştirmemden bir şeyler anladı, sözü hemen çevirip Köy Enstitüleri'nin çalışma koşullarının ağırlığından, herkesin o ağır koşullar altında yararlı olamayacağından söz etti. Daha bir sözler ekledi ama ben onları pek dinlemedim, Muhallebi çocuğu söylemi beni alıp eski yıllara götürdü. Kepirtepe'deki ilk büyük binayı yaparken öğretmenlerce, otuz kişilik son sınıfta öğretmenlerce en güvenilir dört arkadaştık, Halil Basutçu, Sefer Tunca, Mustafa Saatçı, ben. Öğretmenler bize iş gösterirken bizim sınıftaki güçsüzlerle birlikte başka küçük sınıflardan da yardımcı verirdi. Bana verilen yardımcılardan dört beş tanesini bir türlü gönlümce çalıştıramıyordum. Bir gün adlarını yazdım; Mehmet Başaran, Ali Önol, Halil Mumcu, Rıdvan Ateşer, Nedim Menekşe, Fahrettin Şen, Nuri Altınseven! deyip listeyi Naci İnan Öğretmene verdim. Arkasından da:
-Bunlar bana yardım etmediği gibi, çalışma hevesimi de kırıyorlar! deyip "Dediğim dedik!" tavrı takınarak, "Dediğim olacak!” tavrı içinde yanıt beklerken, Naci İnan Öğretmen listeye baktıktan sonra bana dönerek:
-İbrahim, ben o arkadaşları senin yanından hemen alırım, seni kırmam! Ancak, onu yaparsam seni yanıltmış olurum. Herkesten aynı ölçüde iş istenmez. Hepiniz öğrencisiniz, içinizde kimileri tüm gücüyle çalışıyor; kimisi de kaytarıyor. Kaytaranları görünce bir öğretmen olarak gereken uyarıları yapıyoruz. Ancak kaytarmadığı halde iş beceremeyenler de var. Bunlar, ortaokullara falan devam etmiş, kimileri de ilkokulu bile kent okullarında okumuş, kimileri ise öğretmen çocuğu, kısacası bunlar bizim dilimizde MUHALLEBİ ÇOCUĞU dedi. Arkasından da:
-Ne anlama gelir biliyor musun? diye sorduktan sonra; "İŞE YARAMAZ!" demektir. Söylediklerinin hepsini ben tanıyorum. Onları bize benzetmek bizim görevimiz. Bak biz öğretmen olarak sabrediyoruz. Onlar sizin arkadaşlarınız, siz de sabrederseniz kesinlikle onlar da bir gün bizim gibi olacaklardır. Naci İnan Öğretmenimin övüdünü hiç unutmadım. İşin ilginci, listeye yazıp verdiğim adlar arasındaki Rıdvan Ateşer'le 20 yıl sonra Tekirdağ Öğretmenler Derneği yönetimini 3 yıl birlikte yönettiğimizde, Rıdvan Ateşer benden çok düzenli çok daha başarılı çalışmıştı. Bunu ona söylediğimde kahkahayla gülmüş:
-Ben Enstitüye gitmeden önce, içtiğim su bardağımı bile kendim doldurmuyordum! demişti. Müdür Rauf İnan'ın sözü bana bunu anımsattı, birden ürperdim. Bu duygular içinde iki saatten çok sürdürdüğü konuşmasını da alıcı gözüyle izlemedim. Ancak önemli konuları not ettim. Bir kaç ay sonra Rauf İnan bizim okula müdür olarak geldi. Gelir gelmez de bizimle bir konuşma yapacağı duyuruldu. Salonda hepimiz toplandık. Söylenen saatten 40 dakika sonra gelen Müdür Rauf İnan, yerini alır almaz sordu:
-Herkes tamam mı? Önde bulunan arkadaşlardan biri:
-Yüksek Bölüm burada! deyince Rauf İnan, konuşan arkadaşa dönüp, bastıra bastıra söyledi:
-Bana göre Yükseği alçağı yok, ben bu okullarının her ikisinin de müdürüyüm, herkesi takip etmekle görevliyim, bunu ihmal etmeyeceğim! Buradan sonra onlara da gidip direktiflerimi bildireceğim!
Gelmeden önce üstünde çok değişik konuşmalar olduğundan olacak, oldukça uzun konuşmasına karşın yeni bir şey söylemediği, konuk olarak geldiği zaman söylediğini tekrarladığı için söylediklerinden çok Rauf İnan'ın müdür olarak öğretmenlerle, örneğin Faik Canselen ya da Mahir Canova, Prof. Hikmet Birand, Doç. Halil Demircioğlu ya da Binbaşı Nuri Teoman'la yapacağı konuşmaları düşündüm. Malik Aksel öğretmenle ise hiç karşılaştırmadım.
Bir kaç gün sonra yolda karşılaşınca selam verip yanından geçerken benim, arka kemeri örgülü ceketimin örgüsünden tutup, "Bu ne?" diye sordu. Bir daha bunu giymememi söyledi. Neden? diye sordum ama yanıt beklemeden:
-Babam bana yenisi diktirinceye dek bunu giymek zorundayım! Rauf İnan:
-Öyle mi! görüşürüz! deyip gitti. Bu söz bana çok dokundu, arkadaşlardan bazılarına anlattım, 2. sınıflardan Mehmet Yelaldı, Fahri Yücel, Süleyman Alkan, Hüseyin Atmaca gibi giyimine dikkatli arkadaşlar aralarında bu konuyu konuşmuş, bir karar almışlar. Süleyman Alkan beni hem teselli etti hem de uyardı: "Sakın bir daha ona karşı söz söyleme başına büyük dert açabilir. Sen, sürekli müzik çalıştığın için bizlerden uzaktasın, neler olduğunu duymamış olabilirsin.
Bir arkadaşımız, geç kaldığı dersine yetişmek üzere koşarca giderken arkasından gelen Müdür Rauf İnan elindeki çiviyi arkadaşa gösterir:
-Doğru söyle bu çiviyi gördün mü? Arkadaş çiviyi görmüştür ama eğilip almamıştır. Arkadaş özür diler:
-Dersime yetişmek üzere telaşımdan eğilip alamadım! Rauf İnan hemen hükmünü vermiştir:
-Eşyalarını topla, bir ay okuldan kovuldun! Arkadaş, en yakın arkadaşlarına bile haber veremeden okul kamyonuna bindirip Lalahan istasyonuna bıraktırmıştır. Arkadaşı Lalahan'a bırakan kişinin haberinden sonra sınıf arkadaşları kovulan arkadaşı gizlice bir Uygulama Bölge okuluna yerleştirip bir ay boyunca onu yalnız bırakmamışlardır. Rauf İnan bunu hiç bir kurala uymadan yapmıştır.
Oldukça ürkütücü bulup kara kara düşünmeme karşın kendi kişisel değerlendirmelerimi zedeletmeden çalıştım, emeğimin karşılığı olarak da on dört arkadaş arasından sıyrılarak, yaz tatilinde piyanomdan ayrı kalmamayı başardım. (Başka Enstitülere gitseydim oralarda piyano olmadığından 4 ay piyanodan yoksun olacaktım)
Yaz stajımda Hasanoğlan'da kalışım benim için çok büyük bir şanstı. Çünkü okul tatil olmamışçasına haftada bir gün Konservatuvara giderek piyano derslerimi Faik Canselen Öğretmenle sürdürdüm.
Rauf İnan'ın müdür acımasızlığı bir yana, taraf tutması da doğrudan suç sayılan olaylar türündendir. Yusuf Asıl "Kepirte-Saray" anı kitabında anlattı. 1. Yıl sonu Köy Enstitülerine staj için gitmek üzere gruplar okuldan ayrılırken, oldukça sevinçli, sevincin verdiği kargaşa arasında Hüseyin Çakar'ın paltosu kaybolur. Hüseyin öteki arkadaşlarının yardımıyla, henüz ayrılmamış grupların eşyaları arasında paltosunu bulur, alır. Alır ama palto kimin eşyaların yanındadır? Bu durum önemsenir; Çalınan palto Yusuf Asıl'ın eşyaları arasında bulunmuştur. O kümede eşyası olanlar, paltonun oraya başkasının koyduğu kanısına varıp Yusuf Asıl'ı aklar. Tren gelir arkadaşlar dağılır. Ancak kalanlar, olayı aydınlığa çıkarmak için her biri bir polis kesilmiştir. Sonunda Hüseyin Çakar'ın paltosunu Durmuş Ali Uğur'un çaldığı ortaya çıkar. Yusuf'la aynı yönde gideceği için trene bininceye dek paltoyu oraya ekleyip trene atlayınca sahiplenme planı kurmuştur. Çünkü palto sahibi Hüseyin Çakar, daha sonra başka yönde bir trene binecektir.
Beklediğimiz mutlu bir günün öyle kara bir lekeyle geçmesi hepimizi üzmüştür. Palto bulundu, Yusuf Asıl aklandı ama ya öteki arkadaşımız Durmuş Ali Uğur? O ne olacak şimdi?
Arkadaşlar, gidecekleri yerlere gittiler. Hasanoğlan'da benimle birlikte Hüsnü Yalçın, 2. sınıflardan Ekrem Ula kalmıştı. Biz sonucu ilgiyle beklerken Durmuş Ali'nin öğretmen olarak atandığı söylentisi yayıldı. "Arkadaşının paltosunu çalıp bir başka arkadaşına yükleyen, böylece iki büyük suçu bilinçli işleyen öğretmen (!) üstünde çok konuşup şakalaştık ama daha ileri giderek bir araştırma yapmadık. Zaman zaman arkadaşım Hüsnü Yalçın'la bunu, geçen yıl bizim Kepirtepe'de bir arkadaşın kovulmasıyla karşılaştırarak, nedenlerini, sonuçlarını irdeledik. Son sınıfa geçmiş arkadaşımız, elde belli bir suç kanıtı yokken 5 yıllık emeği boşa gittiği gibi lekelenmişti de. Bunda ise hem arkadaşının paltosunu çaldı hem de bir başkasını lekelemeye kalkıştı, öyleyken öğretmen oldu! …
Yıllar sonra! deyip söze başlamak, alışılagelmiş bir konuşma biçemidir. Az farklı benzerini ben de diyeceğim, Bu olaydan tamı tamına 18 yıl sonra Tekirdağ Öğretmenler Derneği, Antalya'ya bir gezi düzenledi. O yıllar hemen hemen derneklerin çoğu Köy Enstitüsü çıkışlıların yönetimindeydi. Bursa'da Mehmet Taşkın, Afyonkarahisar'da Kemal Atakol, Isparta'da Sadık Güneş, Burdur'da Muzaffer Kayhan, Antalya'da Ruhi Kanak, Denizli'de Niyazi Başkaya, Aydın, Hüseyin Atmaca arkadaşlarla bağlantı kurup, kalacak yerler hazırlatarak 1962 şubat tatilimizde iyi bir yurt gezisi yaptık Öteki göreceklerimiz yol üstü kentleri olduğundan gezimizin adı da Antalya gezisiydi. Antalya'ya gelmişken Alanya'yı da görmek isteyince Antalya'da 4 gece kalmıştık. Arkadaşların hemen hemen yarısı bayandı. Antalya Öğretmenler Derneğinin bayanlar için ayrılan yerini bizimkiler beğenmediler. Tatil olduğu için boş bulunan bir kız yurdunda paralı olarak kalmaya karar verildi. Ancak kesin bir para ödeme söz kesimi yapılmamıştı. Ayrılmak üzere hesap kapatırken beklemediğimiz bir borç çıkarılınca hesap indirmeye yanaşmayan sorumlular "Yorgunu yokuşu vururca!" bize Belediye Başkanı (aynı zamanda Vali olan) Nuri Teoman Paşa'yı önerdiler. Yurt belediye işletmesiymiş. Karşımdaki kişiler öğretmen değildi, Teoman Paşa'ya çıkacağımı da hiç ummamışlardı. Teoman Paşa'ya gitme isteğim beni hem cesaretlendirdi hem de umutlandırdı. "O beni unutmuş olsa bile ben onu unutmuş değilim, o benim öğretmenimdi, hem de saygı duyduğum bir öğretmen!" deyip, çekinmeden gittim. Kapıda bekleyenler vardı, benden önce girenleri bir güzel haşladı, sıkı sıkı tembih etti:
-Bir daha karşıma böyle gelmeyin! Öfkesi geçiciymiş, bana dönerek:
-Siz ne buyurmuştunuz efendim, umarım siz de beni sinirlendirmeyeceksinizdir! Ben, hemen bir estağfurullah çekip arkasından da, “Bir grup öğretmen arkadaşla Tekirdağ'dan güzel Antalya'nızı görmeye geldik. Burada olduğunuzu biliyordum, gelmişken özellikle sizi görmek istedim. Öğretmen olarak her derse girişimde, yurdumuzu ilgilendiren konulara değinirken sizi hep saygıyla anıyorum!” Teoman Paşa kaşlarını çatarak “Yedek Subay'dan mı konuşuyoruz efendim??” diye sordu. Ben, "Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü!" deyince, sözümü bitiremeden " A, bak buna çok sevindim, sizden, burada da var, konuşmuyoruz ama iyi çalıştıklarını duyuyorum. (Telefon elinde bir yandan da telefonlara karşılık veriyor. arada da telefonu kapayıp) Hasanoğlan için yazılıp söylenenleri hep üzüntüyle izlemişimdir. Bunca yıl sonra bile zaman zaman adı geçince orası için iyi şeyler düşürürüm; (Gene telefona sarılarak "Olmaz efendim, benim söylediğimi not etsinler!") Bana dönerek:
- Ancak o güzel anılara yakıştıramadığım bir küçültücü olay var ki, onu da bir türlü unutamıyorum. Derse girerken çıkarıp astığım paltomun cebinden iki kez eldivenlerim, bir kez de boyun atkım çalınmıştı. Bunların her yerde olabileceğini hep düşünürüm de orada olmasını içime bir türlü sindiremedim!.. deyip yüzüme dik dik baktı. Ben de bir an, tüm yüzünü izledim, alnı kırış kırış ama gözleri gülüyor. Öfke denen bir belirti yok. Ellerini masada oynatarak:
- Oranın unutamadığım başka çok güzel anıları da vardır; kar,kış demeden maceralı gidiş gelişlerim olmuştur. Sonraki o tatsız politika tartışmalara girmeyelim! derken kapı açıldı, beklediği konukları varmış "Geldiler mi efendim? buyursunlar!" diye sorup kalkınca ben de kalktım. Beni uğurlamak için kalkmış gibi eğilerek yavaş bir sesle:
-Yurt için para ödenmeyecek, ilgililere talimat verildi! dedi. Elini öpmek istedim, omuzuma dokunarak:
-Gene beklerim! deyip gelenlere döndü.
Çok sevinçli olacağımı sanırken içim karardı. Düşünceli düşünceli arkadaşların yanına dönerken Öğretmen arkadaşlar, o güzel park içindeki Antalya Öğretmenler Derneği salonundan (Antalya Öğretmenler Derneği yarımada gibi denize sokulmuş, yüksekçe, çevresi açık, olağanüstü bir yerde) gelişimi izlemişler, salona girince:
- Vali Nuri Teoman'dan paparayı yedin! diye gülüştüler. Bense "Tamam, isteyenin bir, vermeyenin iki yüzü kara olur!" derler, Nuri Paşa'nın yüzü, benim bildiğim binbaşı Nuri Teoman da değil makama nur yüzlü bir Bilge oturmuş; Yurt için ise, yarı ya da çeyrek değil hiç para vermiyoruz! deyince, arkadaşlar şaşırdılar. Bazıları da; (özellikle Yılmaz Başkan arkadaşım) “Söylediklerinle yüzde yüz çelişen bir görüntün vardı. Doğrusu uzaktan görünce Vali'ye ters davrandı, (Nuri Teoman asker kökenli olduğu için o sıralar basında astığı astık, kestiği kestik valiler arasında gösteriliyordu) o da bunu ya tokatladı, ya da adamlarına dışarı attırdı!” gibilerde kötü şeyler aklımdan geçirdim! dedi. Yılmaz arkadaş haklıydı.
Gerçek üzüntümü, gezi grubumuzda Hasanoğlan Yüksek Bölümde okumuş arkadaşım Halil Basutçu vardı, salt ona söyledim. Halil hemen, Yusuf Asıl olayını anımsadı; bir süre bakışarak ufuldaştık. Durmuş Ali'yi de unutmuş değiliz, derslikteki davranışlarıyla gözümüzün önüne geldi. Okula girdiğimiz ilk günlerde el üstünde tutuluyordu. Eğitimbaşı Tahsin Baba'nın yardımcısı gibiydi. Eğitimbaşı Tahsin Türkbay'a baba sıfatını da sanırım o taktı ya da söylemi o yaygınlaştırmıştı.
(*) 1. Yılımız ders olarak bitti. 4 aylık hem tatil hem de görev süremiz başladı. Yeni dönemin ilk gün sevinci içindeyiz.... Ben, umduğum gibi Hasanoğlan'da kaldım. Çok sevinçliyim, iki tane piyano bana kaldı. Dilediğim gibi çalışacağım. Haftada bir gün Konservatuvara uğrayıp, çalıştıklarımı Faik Canselen Öğretmene dinleteceğim. Arkadaşlar koşuşturuyorlar. Ayrılan arkadaşlardan gördüklerime başarılar dilerken, Yusuf Asıl'ı telaşlı görünce şaşırdım; Nedenini sormaya çalışırken öteden birisi:
-Yusuf Asıl Hüseyin Çakar'ın paltosunu çalmış! Önce güldüm, "Tam tiyatro oyunu! " Yusuf'a sarıldım; Yusuf:
- Benim eşyalarımı arkadaşlar toplu olarak götürdü. Ben de eşyalarımın yanına şimdi gideceğim. Söylentiyi ben de duydum. Eşyaları götüren arkadaşlarla konuşunca durum aydınlanacaktır. Nitekim olay kısa zamanda çözülmüş. Paltoyu çalan Durmuş Ali Uğur, derslerde konuşan yöneticilerle yakınlık kuran sözüm ona dürüstlük örneği biri. Hüseyin Çakar'ın paltosunu alıp Yusuf'un eşyaları arasına sıkıştırmış. Tren bekleyen iki grup var biri Kayseri yönünde, biri de Ankara yönüne. Hüseyin Çakar Ankara yönüne erken gidecek. Hüseyin Çakar gidince paltosu Yusuf'un eşyaları arasından alınıp planı gerçekleşecek. Ancak tüm öğrenciler olaya el atınca planı bozulan Durmuş Ali Uğur yolundan alıkonmuş. Yusuf Asıl zan altından kurtuldu, sevinerek gideceği yere gitti ama nasıl bir derin etki altında kaldı ki 6 yıldır birlikte olduğumuz arkadaşımızla ikimiz, hiç revirde yatmamakla doktora gitmemekle övünürken Yusuf'un gittiği yerde hastalandığını duydum. Bu hastalık giderek uzadı, ona yıl kaybettirdi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılınca Yusuf öğretimini Gazi Eğitim Enstitüsü'nde sürdürüp oradan diploma aldı.
Hasanoğlan'da kalmama karşın olayla ilgilenmedim. Salt Hırsız kişi Durmuş Ali Uğur'un okuldan atılmış olacağını düşündüm. Meğer ben yanılmışım yıllar sonra emekli arkadaşlarla yaptığımız toplantıların birinde Durmuş Ali Salt Yüksek bölümden ayrılarak öğretmenliğini sürdürmüş. Yusuf Asıl'la karşılaştıklarında pervasızca yaptığını da söylemiş. (Yusuf Asıl-Kepirtepe-Saray Öğretmenlik anıları)
Bu olay, Köy Enstitülerine yakıştıragelinen hoşgörü, dürüstlük söylemleriyle taban tabana zıt bir davranıştır. Oysa olay, Köy Enstitülerinin, kişisel tutkulardan arındırılmış, köklü bir toplumsal bilinci oluşturacak kurumlar olarak tanıtılıp yeni kuşaklara bir umut ışığı olarak önermelere, 80 yıldır bu uğurda yapılan inançlı savunmalara da ters düşen bir umursamazlıktır. Kökleri bireysel zayıflıklardan kaynaklanan olaylar, toplumsal hoşgörüye sığınıp yaşam olanağı bulursa orada bir yenilik olamaz, eskilerin deyimiyle "Eski hamam eski tas!" söylemi sürer gider. Buna benzer bir de anlamsız, anlamsız olmasına karşın toplumun değişmezliğini anlatan bir başka söz vardır:
-Kol kırılır yen içinde! Bu ne demektir? Aramızdaki kusurları saklayalım? Oysa Köy Enstitüleri anlatılırken öğrencilerin kişisel isteklerinin değil toplumsal değerleri koruma bilincinin gelişmesiyle övünüldüğü, bu özelliklerinin geleceğin Türkiye'sinde bir uyanma olacağı muştusu sayılıyordu.
Müdür Rauf İnan için bir de soba olayı anlatılır.
-Soba tutuşturulurken talaş mı, toz mu yoksa saman mı kullanılmış? Öğrenci soba yakarken ince toz -talaş yerine biraz büyükçe parça koymuştur. Bunu gören ya da duyan Okul Müdürü hemen işe el koyup, gene o ceza silahını kullanmış, Bir hafta okuldan uzaklaşma!
Köy Enstitüleri üstüne gerçek yanlarını görülüp söylendikçe ya da yazıldıkça kendime bir pay çıkarıp sevinirken bunları da üzülerek anımsıyorum. Demek gereğini duyuyorum ki, Köy Enstitüleri üstüne söylenen (Yabancı dil düşkünlerinin söylediği nostaljik ya da romantik) ilgi uyandıran söylemlere karşın nice iyi niyetle çalışırken, yaşı gereği yapmış olduğu bir çocuksu kabahatı nedeniyle, disiplin kurulu (Çünkü, öyle otorite bölüşme düzeyine gelinmemişti) diye bir olaydan bile habersiz "Yuvam!" deyip evinin bile önüne geçirerek bağlandığı okullarından kovulmuştur. Örneğin bizim Kepirtepe'de bir arkadaşımız, 1943 Ekim ayında) son sınıftan böyle kovulmuştur. Sorulduğunda alınan yanıt:
-Hırsızlık! Oysa o arkadaş, güvenilir bir öğrenci olarak tarım deposunda aylık nöbet tutmuştu. Bu olay olduğunda da gene Tarım Bölümünde son aylık nöbetini tutuyordu.(Sınıfın ilk numaralarındandı)
Peki hırsızlık, bir olay ya da olaylar sürecidir. Gözle görünen, gizlenemeyen bir yanı vardır. Mahkemeler bunları kanıtlatmak için yıllarca inandırıcılığını tanıklarla, belgelemeye çalışır. Bizden adaletli kararlar bekleyen, bu uğurda sık sık uyarılarda bulunan büyüklerimiz, bir öğrenciyi okuldan kovmayı küçük bir iş sayıyorsa bunun bir yaşam için büyüğü nasıl olur acaba? Bunları anımsayınca doğrusu yetiştiğim Kepirtepe Köy Enstitüsündeki iki ölüm olayıyla bir çok kovulma (Musa Güner, Ali Ergin) olaylarını hep kuşkuyla anımsadım:
-İnsan onuruna saygısızlık, insan yaşamını önemsememek!
Söz sözü açıyor ama, olaylar bir güvensizlik zinciri oluşturduğunda değinmeden geçmeye de gönlüm razı olmuyor.
(*) Staj için kaldığım Hasanoğlan'da sabah millî oyunların müziklerini çalmak, usta öğretici Hasan Çakı Efeye yardımcı-arkadaş olmanın yanında günde bir saat kadar da programı olan sınıflara mandolin çalışması yapmaktı. Çoğunlukla çocuklar kendileri çalışıyordu ama benim görevim de onları gözetmekti. Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin'in izinli olduğu bir gün Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç geldi. Yanında da benim özellikle çok saydığım Hamdi Keskin Öğretmen vardı. Kısa bir aradan sonra onlar yönetim binasına gittiler. Ben de kendi programım olan piyano çalışmaya daldım. Tatil günlerinde hemen hemen her gün onlarca kişi gelip gidiyordu. Gelen gidenler için özel bir birim vardı, Danışma Müdürü! Ali Kılıç Öğretmen sorumlu olduğundan konuk işlerine diğer öğretmenler gibi ben de karışmıyordum.
2. Sınıflardan arkadaşımız Fahri Yücel iki gündür görevinden dönmüş, okul müdürü Rauf İnan'ı bekliyordu. Fahri bu yıl ikinci stajımız sayılan Bölge ya da Kesim Müfettişliği denilen bir teftiş bölgesinde çalıyordu. İli Eskişehir olduğu için kendisine hiç bir açıklama yapılmadan Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürlüğüne çağırılmıştı. Ancak o sıralar okul müdürü izinliydi. Fahri önce benim için geldiğini sandığını söyledi, Ona göre ben rahatsız olmuşum, yerime o bakacakmış. Beni sağlıklı bulunca kuşkuya düştü. Biz, Hasanoğlan'da staj yapan arkadaşlar, Ekrem Ula, Hüsnü Yalçın Fahri'yi hoş tutuyor, olumsuzluk duygusuna kapılmaması için çaba gösterirken Halk deyimiyle "Hızır gibi!" Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç yetişti:
Bir gün Ankara'ya dönerken bana:
-Bir arkadaşınla birlikte bu akşam evime bekliyorum, bugün çarşamba, Radyo Evi konser davetim var. Sizler konserlere gidiyorsunuz ama bu öyle bildiğiniz konserlerden değil, bu doğrudan Mandolin orkestrası konseri. Şefleri İhsan Atakurt. Köy Enstitülerine mandolini önerdiğimiz için bize özel bir yakınlığı var, dedikten sonra da:
-Araba göndereceğim, akşam yemeğini de birlikte yiyeceğiz! deyip ayrıldı. Ben de Fahri’ye söyledim. Gerçekten beklediğimiz saatte bir jip gelip bizi aldı, Hepimizin Bentderesi diye bildiği sokak yönünde bir evin yüksekçe yer katına indik. Genel Müdürümüz bizi, öğretmenlerimiz ya da akrabaları gibi güler yüzle karşıladı. Ne diyeceğimizi bir türlü seçemediğimiz Genel Müdürümüzün eşine Efendim! demekten öte söz bulmadık. Derken aile içinde bir patırtı koptu, ara kapıya vuruldu: Gel, bari bir hoşgeldin! de! Somurtuk yüzlü bir Ortaokul (Lise de olabilir) öğrencisi oldukça mıymıntı bir sesle ellerimizi sıkıp gene çıktığı odaya girdi. Genel Müdürümüzün biricik oğlu Engin'i böylece tanımış olduk. Yemekte evlerimiz, ailelerimiz soruldu. Ben sanırım ailemi biraz abartılı anlattım, Yenge Hanım:
-Sen, lisede okuyabilirmişsin keşke deneseydin! deyince, Ağabeylerimin uzun askerliğini, yakınımda ortaokul bulunmadığını derken yaşımın geçtiğini anlattım. Bu kez Genel Müdür, benim, Hasanoğlan çalışmalarımda Sili Ustanın kalfası olduğumu överek anlattı.
Niçin çağırıldığımızı bilmekle birlikte Genel Müdürün başka bir açıklama yapacağını beklerken Genel Müdür gülerek bize söylediğini hanımına tekrarladı:
-Dostlar birbirine bazen böyle sürprizler de yapar. Beni bir dostum, bu geceki Radyo konserine davet etmişti. Üç davetiyemiz var.
Radyo konser salonuna gittik. İhsan Atakurt'u ad olarak duyuyorduk ama görmemiştik. Çok güler yüzlü bir kişi, Genel Müdürümüzü saygıyla karşıladı. Salon küçüktü ama gerçekten seçkin izleyiciler vardı. Rüya gibi bir gece geçirdik. Tüm bu güzelliklere karşın sonuç olarak bize hala bir şeyler söyleneceğini bekliyorduk. Yatınca da aklımız hep bir şeye takılıydı ama tek söz konuşmadık. Sabah konuşacağımızı düşleyerek uyumuştum. Kalktığımda Genel Müdür'ün Fahri'yi alıp Eskişehir'e gittiğini öğrenince şaşırdım. Engin 'le kahvaltı edip ayrıldım. Genel Müdür erkenden Fahri'yi alıp niçin gitti? Ayılırken bana da iyi çalışmalar dilemiş.
Hasanoğlan'a döndüğümde birlikte kaldığımız Ekrem Ula ile Hüsnü Yalçın'dan da oldukça incitici birer papara yedim. Çünkü olaydan hiç bir sonuç çıkaramamıştım. Onlar bunu ilgisizliğime yordular. Sonunda da (Olayı bilip de onlardan sakladığımı sanarak):
-Yalan söylemeyi bile beceremeyen bencil, görmedik! sıfatlarını yapıştırdılar.
Fahri Yücel olayını, 3 ay sonra Müfettişlik stajından dönünce öğrendik. Çifteler Köy Entitüsü Müdürü Osman Ülkümen'in yasal olmayan bir yaptırımına Fahri Yücel'in karşı duruşundan kaynaklandığı açıklanmıştı. O gece Fahri’yle sohbet ederken durumdan haberdar olan Genel Müdür araya girmeseymiş, can dostu, daha doğrusu buyruğu altındaki Osman Ülkümen'i memnun etmek için Rauf İnan Fahri Yücel'i zorlayacaktı! dendi. Peki bunu hangi yetkiyle yapacaktı? Okul Müdürü forsuna dayanarak. Bunun yasal bir tarafı var mı?
Çiftelerli arkadaşlardan dinlediğim bir olay ki hiç unutamadığım gibi hiç bir anlam da veremedim. Çiftelerli arkadaşlar, çok sevdikleri müdürlerinin konuşmalarına bakarak giyim-kuşama önem vermediklerini sık sık anlatırlardı. Söylediklerine göre tüm Eskişehirliler Rauf İnan'ı öyle tanırmış. Bilen bilmeyen bir çok kimse gazetelerde boy boy resimleri çıkan Rozvelt, Çörçil yanındaki Stalin'le bağlantı kurup onu taklit ediyor diyenler bile oluyormuş. (Üç büyük devletin sık sık yaptığı toplantılarda Stalin hep asker kılığında gösteriliyordu). Bilerek mi yoksa çaresizlikten mi biri bir gün, Rauf İnan'a uzaktan bir "Hişt! ünlemi çektikten sonra elindeki ağırca iki valizi verip evine ya da iş yerine taşıtmış. Bu olayı, uzaktan-yakından sonraları konu edince: -Muhtaç vatandaşa yardım! söylemine bürüyerek "İnsancıllık'! görüntüsüne sokmuşlar, yükü taşıtanın varlıklı bir tüccar olduğu ortaya çıkınca bu kez de iş bir dost şakasına sarılarak olağanlığa kalkılmışsa da, olay unutulmayıp halkın dilinde küçümsenen bir söylenceye indirgenmiştir.
Bu tür söylentileri dinledikçe umutsuzluğa düşmeme karşın bir gün Süleyman Alkan:
-Sabret, biz bu giyim konusunu arkadaşlarla aramızda gene konuştuk; hatta bunu Cumhurbaşkanına şikayet etmeyi bile düşündük. Ancak daha uygun bir fikirde birleştik. Az kaldı, 1 Mayıs günü Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel buraya gelecek, o gelince çıkıp konuyu şikayet olarak değil de hakkımız olarak isteyeceğiz! Buna sevindim.
Uzun bir süre Müdür Rauf İnan'la karşılaşmadım. Akşamları, zaman zaman piyano çalışırken geç kaldığım oluyordu. Bir defasında gelip kapıdan dinlemiş. Arkamda biri olduğunu anlayıp döndüğümde:
-Sana aferin demek yetmez alkışlıyorum dostum! deyip ellerini çırpıştırdı. Sonra da tane tane konuşarak, çalışmanın güzel olduğunu, okulun düzenine uymamı, zili fazla gecikmemeyi tembihledi. Aramızdaki takışma bitti sanmıştım. Birkaç gün sonra okulumuza, baylı bayanlı bir grup konuk gelmişti. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri olduğu söyleniyordu. Akademiden bize derse gelen Heykeltraş Nüshet Suman'la Orhan Alsaç'ın öğrencileriymiş. Bir gece beni çağırdılar, bizim salonda dans etmek istedikleri söylediler. İşe Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca da karıştı, Bölüm Başkanımızdan izin alındı. Benden de dans için piyano çalmam istendi. Ben de akordiyonu çıkarıp istediklerine cevap vermeye çalıştım. Sanırım bu durum okul müdürüne duyurulmamış, danslar sürerken kaşları çatık olarak Rauf İnan geldi. Kaşları çatık geldi ama karşısında Orhan Alsaç'la Nüzhet Suman'ı buldu. Bir süre konuştular. Öğrenci grubu ayrılmıştı, Orhan Alsaç'la Nusret Suman da ayrılınca Rauf İnan akordiyonun benim olup olmadığını sordu. "Akordiyon okulun!" deyince çalmak için izin alınıp alınmadığını sordu. Akordiyonun benim üstümde, bana teslim edildiğini anlattım. Sinirli olduğu belliydi, yürüyüp gitti. Akordiyon gerçekten benim üstümdeydi. Bizim bölümde gerçekte bir enstrüman çalmak zorunlu. Ancak, piyano bölümünü seçenler için ikinci bir enstrüman koşulu konmuş. Hüseyin Çakar, Mehmet Zeybek, Abdullah Erçetin piyanoda ama ikinci çalgıları keman. Ben girerken Bölüm Başkanı akordiyonumu dinledi:
-Senin mükemmel bir ikinci çalgın var. Derslerde müzik öğretimi için bize göre akordiyon ideal bir çalgı, senin keman çalışmana gerek yok! deyip kaydımı ona göre yapmıştı. Daha sonra arkadaşlara keman dağıtılırken bana da koşullu olarak akodiyonu teslim etmişti. Koşul olarak da izinli giderken akordiyonu götürmemek, kendi malım gibi korumak, okul törenlerinde ya kendim ya da güvenilir kimselere teslim etmek v.b. Sonradan Bölüm Başkanımızdan öğrendim, Rauf İnan bu konuyu inceden inceye araştırmış.
1 Mayısta beklendiği gibi Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldi. Hüseyin Atmaca ile Süleyman Alkan el birliği edip dediklerini yaptılar, gerçekten Hasan Ali Yücel yanımızdan geçerken selam verdiğimizde arabasını durdurdu, arabadan inerek Önce Süleyman Alkan'ı dinledi, arkasından hepimize:
- Haklısınız, bu sorununuzu en yakın zamanda çözmeye çalışacağım! deyip bizi umutlandırdı.
Ders yılı sonunda staj için ben Hasanoğlan'da kaldım. Birinci görevim Enstitü bölümü tüm öğrencilerin katıldığı zeybeklerin melodilerini çalmak. Bunu geçtiğimiz yıl Hüseyin Çakar yapmış. Hüseyin Çakar'dan devraldığım görevi hakkıyla yaparken bir gün beni Okul Müdürü Rauf İnan çağırdı, oyunlarda neden davul yok? dedi. Soru sordu ama yanıt beklemeden davuldan, davulun tarihimizdeki öneminden, Selçuklulardan, Osman Bey'den söz etti. Söylenenleri, sanki davul varmış da ben önlemişim, gibi algıladım. Davulun zaten olmadığını, bundan sonra da olmamasını istediğimi söyledim. Sinirlendi, nasıl yokmuş, ben araştırdım, davul geliyormuş! diye biraz sertçe konuştu. Ben de sinirlendim “Yalan söyleyen yalancıdır! Kim demişse bunu onun yüzüne söyleyeceğim!” diye biraz yüksek sesle söyledim. Orada bulunan Ali Kılıç Öğretmeni tanıklığı ile durum açıklık kazandı. Köyde davulcular varmış, ancak davulcular öyle her gün değil çağrıldıkça parayla geliyormuş. Rauf İnan birden pısladı, sakin bir tavır içinde sordu:
-Şimdi sen yanında davul istemiyor musun, dostum? Şimdilik istemediğimi, akordiyonun baslarını iyi kullandığımı, tersine davulların bana engel olabileceğini, bazı zeybeklerin değişik karakterde çalındıklarını anlattım. Zeybek oyunlarını öğreten Hasan Çakı Efe de, benden çok hoşnut kaldığını, davulcuların zaten usta olmadıklarını, oyunların ritimlerine uyamadıklarını anlatınca tartışma durdu. Hasanoğlan'da kalmama, 4 ay, her sabah akordiyon çalmama karşın uzun bir süre okul Müdürü Rauf İnan'la takışmak şöyle dursun çok az karşılaştım.
Üç arkadaş bir odada kalıyorduk, 3. Sınıftan Ekrem Ula, sınıf arkadaşım Hüsnü Yalçın, ben. Bir pazar günü (üçümüzün de dinlenme saatiydi) Müdür Rauf İnan geldi. Ekrem'in çay ocağı vardı, çay ikram etti. Benim baş ucumda kitaplar vardı, Rauf İnan gitti kitaplar arasından bir dergi çekti. Dergi sinema filmleri, film yıldızlarını anlatan YILDIZ dergisiydi. Rauf İnan, dergiyi kimin okuduğunu sordu. Arkadaşlar, dergiyi benim aldığımı ancak hepimizin okuduğumuzu söyledi. Sinemadan, filmden, okul işlerine dek söz edildi. Hüsnü Yalçın da Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç'un sinema üstüne benden yazı istediğini söyledi. Ekrem Ula da beni savununca (Ekrem Ula Yapıcılık Bölümünün üst uçtaki öğrencilerdendi) Rauf İnan tavrını değiştirip hoşnut olarak ayrıldı.
Sanırım Rauf İnan bir yerlere gitti, yerine bir ara Mustafa Güneri, bir ara Enstitü Bölümü Eğitimbaşı Şeref Tarlan bakmıştı.
(*) Bir gün salonda kendimden geçerek piyano çalıyordum. Ansızın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, yanında bir görevliyle bizim Güzel Sanatlar salonuna geldi, yanındakini gönderip yalnız olarak öğretmen koltuğuna oturdu. (Bu olayı, o günkü günlüğümde uzun uzun anlatmıştım.) T.B.M.M.'nin yoğun gündemli toplantısından çıkmış, Türkiye-Almanya ilişkilerinin kesilmesine karar verilmişmiş. Bakan yorgunluktan uyuyamadığını anlattı. Johann Sebastian Bach'ın Brandenburglarını anımsayıp plakları hazırladım. Bilgiç bilgiç de Brandenburg'ların öyküsünü anlatmaya kalktım. Hasan Ali Yücel kendisinin de besteleri olduğunu, ancak onların farklı olduğunu söyleyip arkasından da:
-"Bir hadise var can ile canan arasında"yı hiç dinledin mi? diye sordu. Radyodan duyduğumu, ancak Can ile Canan'ın kim olduğunu bilmediğimi söyleyince Hasan Ali Yücel birden neşelenerek:
-Onları sen nereden bileceksin? Onlar benim ikiz çocuklarım, bu yıl ikisi de liseyi bitirdi. kızım Konservatuvarı seçti, müzik okuyacak. Haylaz oğlum Can, kararsız! deyince utandım. Hasan Ali Yücel'in kızı olduğunu duymuştum ama öylesi ayrıntılı bilgim yoktu. Hasan Ali Yücel bana Bach'ın Brandenburg konçertolarını sorarken konuk işleri görevlisi Ali Kılıç Öğretmen geldi. Hasan Ali Yücel, Ali Kılıç Öğretmeni tanıyor, önce ona, benim için :
-İyi bir yardımcı bulmuşsun deyip övdükten sonra gerçek geliş nedenini de öğrenmiş oldum. On kadar Köy Enstitüsü Müdürü buradaymış, onlarla topluca konuşmak istemişmiş. Az sonra onlar da topluca geldiler. Gelenler içinde benim tanıdıklarım çoktu. Sağolsunlar, onlar beni güler yüzle karşılayınca Hasan Ali Yücel de az önceki içtenlikli tavırlarını sürdürerek iyi bir rehber öğretmen olduğumu söyledi. Onlar konuşurken gelenleri önlemek, Ali Kılıç Öğretmenin ikramlarını dağıtmada yardım etmek amacıyla salonda kaldım. Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürü İhsan Kalabay, Ladik Köy Enstitüsü Müdürü Enver Kartekin, Gönen Köy Enstitüsü Müdürü Ömer Uzgil, Arifiye Köy Enstityüsü Müdürü Süleyman Edip Balkır, Hasanoğlan Köy Enstitüsü Md. Vekili Mustafa Güneri bana yakınlık gösterince Haruniye Köy Enstitüsü Müdürü Lütfi Dağlar, Cilavuz Köy Enstitüsü Müdürü Halit Ağan da gülüşerek:
-Dostlarımızın dostu bizim de dostumuzdur! deyip elimi sıktılar. Pazarören Köy Enstitüsü Müdürü Şevket Gedikoğlu, Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müdürü Osman Ülkümen, biraz geççe geldiler. Hasan Ali Yücel, konumuz malumunuzdur, girizgaha gerek yok, çalışmalarımızdan hepimiz memnunuz. Ancak ben bu memnuniyeti biraz da bizim askerlik geleneğimizdeki gizlenen gayrimemnunluğa benzetiyorum. Herkes "Vatan Borcu!" deyip gidiyor ama sahte yollarla sıvışanlar da giderek ordu sorumlularını kara kara düşündürüyor. Okuma olanağı bulamayanları, kayıt şart öne sürmeden, yaş sınırı koymadan alıyoruz. Acaba bu ilerde bizim için bir sorun olmayacak mı?
Lütfü Dağlar, kendi bölgesinde ilginin giderek arttığını, ancak yaş kısıtlamasının fazla gecikmeden konması gerektiğini, okullarla öğrenci velilerinin daha doğrusu anne-babaların, ordu benzetmesini anımsayarak daha yakınlaştırıcı önlemler alınmasını anlattı. Okul alanının genişliğinden gelmelerin gitmelerin zorluğundan söz etti. Bun karşın küçük bahanelerle de olsa velilerin okullara davet edilerek okulların yakından tanıtılmasını önerdi. "Bunu yapıyoruz! "diyen Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürüne küfredeceğim geldi. Oysa ben ondan hemen desteklemesini beklerdim. Okula ilk gittiğimiz Edirne Karaağaç okulunda böyle bir yer vardı. Ayrıca gündüz gelen konuklar akşama dek kalır, kalacak özel yerler vardı. Kepirtepe'de bunu öğrenci olarak anımsatmamıza karşın, Milli Eğiim Bakanlığının buna izin vermediği öne sürülüp savuşturulmuştu. Oysa Arifiye Köy Enstitüsü bunu çok güzel uygulamıştı. Hasanoğlan'dan Kepirtepe'ye dönerken orada kaldığımızda bunu özenti duyarak görmüştük. İhsan Kalabay'ın "Yapıyoruz! "demesine karşın Lütfi Dağlar diretti. Ayrıca basın yönünden ele alınması, okullardaki tüm etkinlikleri velilere aylık olarak gönderilmesini önerdi. Bakan Hasan Ali Yücel Hasanoğlan Md. vekilinden sordu:
-Bunu, burada kuracağımız dergi projesine alamaz mıyız? Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'la konuşması görevi Mustafa Güneri'ye verildi. Ömer Uzgil ise, okulların iş çalışmalarına ayırım yapılmadan öğretmenleri görevlendiriyoruz buna en çok müzik-resim-Yabancı dil dersleri öğretmenleri karşı çıkıp ayrılıyor. Bu ders öğretmenlerinin gerçekten kendi çalışmaları içinde ayrıca zamana gereksinimleri var. Hasan Ali Yücel bu öneriyi haklı bulduğunu ancak şimdilik uygulanmasının sakıncalarını sıraladı. Bu arada Cilavuz Köy Enstitüsü Müdürü Halit Ağanoğlu Vatan Gazetesindeki yazılardan "Yarının Türkiyesine Seyahat"ten söz etti. Hasan Ali Yücel dikkatle dinledi, sanki habersizmiş gibiydi. Yazılanları okuyor musunuz diye sordu. En ateşlisi öneriyi getiren Halit Ağanoğlu gene söz alınca Hasan Ali Yücel:
-Gözü olup da görenler gördüklerini elbette yazacaklar. Ama arkadaşlar ben, bir yazar olarak Ahmet Emin Yalman'dan hep kuşku duyarım. Doğusu övücü yazılarından hoşnut oluyorum, ancak kafamın içinde bir soru durmadan canlanır? Niçin? Doğrusu ben bizim basınımızda bir çok yazara güven duymam. Hele Ahmet Emin Yalman bir çıkarı yoksa o konu üzerinde hiç durmaz. Tam Amerikan stili gazetecidir. Pragmatisttir. Sertel'ler gibi. Dikkat ederseniz üstünde durulan konularda da bir benzerlik vardır. Ben Ahmet Emin'le iki ikiye pek karşı karşıya kalmadım ama bir kaç kez ramak kaldı. Ötekilerle bir süre didiştik. Ben yazar değilim, mesleğimin gereklerini savunup uygar ülkelerin deneyimlerinden yararlanmayı önerince Zekeriya Sertel tatsız bir dil kullanarak sözde bana yanıt verdi. Arkasından düpedüz onun yanıldığını, gösterdiği kaynakların çürüklüğünü açıklayan bir yanıt verdim. Zekeriya Sertel'in susmayacağını biliyordum. Tetikte yanıt beklerken Bayan Sabiha Sertel'den bir davet aldım. Kadıköy'deki evlerine beni beklediğini yazıyordu. Bir süre düşündükten sonra gitmeye karar verdim. Kadıköy'ün en güzide semtinde oldukça büyük bir saray yavrusuna, bir sürü görevli beni içeri aldı. Uzunca bir beklemeden sonra yazar Sabiha Sertel değil Bir Fransız kontes beni karşıladı. Önce, hal-hatır sormalardan sonra altın tepsiler içinde kristal bardaklarla çaylar, nadide porselen kuğuların kanatları arasında yabancı sigaralar geldi. Tetikli altın oyuncak çakmaklardan çıkan alevlerde sigaralar yandı. Neler içinde neler ikram edildi doğrusu sonrasını tam olarak izleyemedim. Neler yoktu ki? Sanırım Sertellerin konağında o bizim gibilerin çok karşılaştığı "Yok!" yoktu. Zekeriya Sertel azıcık gecikmeli geldi. Bayan Sabiha uygar ülkelerdeki basın özürlüğünden; yurdumuzdaki Sıkı Yönetimlerden söz etti. Söz halkın açlığına dek uzadı. Aklımdan hemen geçti ama nezaket denilen dil frenim beni susturdu. Salt ayrı görüşlerde olduğumuzu, bu görüşlerimizi halkımızla paylaşarak yaygınlaştırma yanlısı olduğunu söyleyip ayrıldığını anlattıktan sonra bir süre gene Sertellerin konağında gördüklerini anlattı. Birden sözü Ahmet Emin Yalman'a getirip:
-Yüz söz söyler, sen o yüz söz içinden övücüleri seçmeye çalışırken bir de bakarsın ki söylenenlerin tümünü kokutan bir pislik mideni bulandırır.
Hasan Ali Yücel bir süre güldükten sonra sordu:
-Köy Enstitüleri 4. yaşlarını idrak etti. Gözümden kaçmış olabilir, Ahmet Emin'den şimdiye dek sizin emeklerinizi gördüğü üstüne inandırıcı bir yazı çıktı mı? Kars/ Cilavuz Köy Enstitüsü Müdürü, son Çiftelerle ilgili başlattığı yazı dizisinin bir başlangıç olabilirliğinden söz edince Hasan Ali Yücel:
-Ahmet Emin Yalman iyi bir gazeteci olduğu kadar çok hesaplı bir patrondur da, o gazeteyi zaman zaman bir aile gazetesi olarak sürdürdüler. Bayan Rezzan Yalman değişik adlar altında sürekli tefrikalar yazmaktadır. Kurnaz Ahmet Emin Yalman büyük bir okuyucu kitlesi olarak Köy Enstitüleri'nin geleceğini düşünmüş olabilir.
Hasan Ali Yücel:
-Kırk yıllık Yani, olur mu Kâni? Karaman'ın koyunu, sonra çıkar oyunu! deyip bir süre güldükten sonra:
-Bizler çalışıyoruz, çalıştığımızı görenlere de kapılarımız gibi gönüllerimiz de açıktır! deyip konuyu değiştirerek, yönetim işlerinde hangi bakanlıklarda zorluklarla karşılaştıklarını sordu. Çoğunlukla Tarım Bakanlığından, ardından Maliye Bakanlığından sızlanmalar oldu.
Hasan Ali Yücel kalkınca oradakiler hep kalktı. Bakanın arabası gelince uğurladılar. Arabaya binerken Hasan Ali Yücel gülümseyerek bana da onur payı ayırdı:
-Bu kez uyutamadın, ayrı koy o uyku plâklarını, yakında bir uzun toplantımız gene olacak o zaman uyurum! dedi. Uyku plâkları dediği Johann Sebastian Bach'ın Brandenburg Konçertolarıydı. Oysa onları çok yavaş olarak konuşmaları süresince hep çalmıştım ama konuşurken dinlemedikleri için duymadılar. Belki de şaka olarak ayrılırken öyle dedi. Bu, benim çok işime yaradı, önce Enver Kartekin, İhsan Kalabay, Ömer Uzgil öğretmenlerim beni kutladılar. Onlar gelmeden önceki konuşmamızı anlatınca da özellikle Enver Kartekin Öğretmen:
-Bunu Sabahat Öğretmenine anlatacağım, çok gülecektir. Sabahat zaman zaman o şarkıyı söyler.
"Bir hadise var, Can ile Canan arasında
Kaldım yine bir ateş-i hicran arasında
Bir tir'i kaza var yine müjgân arasında
Kasd etmek için canıma imkân arasında"
Müdür İhsan Kalabay, Enver Kartekin'e takıldı:
-Maşaallah Samsun sizi neşelendirmiş! deyince Enver Kartekin hemen sözü değiştirdi:
-Nerde beyim, biz kendi yağımızla kavruluyoruz. Deprem bizi ruhen de depremzede yaptı. Direniyoruz işte!
Dertleşerek ayrıldılar.
Bir an düşündüm, öğrenci olarak olayların ne denli dışındayız. Biz onlara Müdür olarak bakıyoruz ama onların nasıl-nice sorumlulukları var? Konuşmalar ne güzel başlamıştı, herkesin yüzü gülüyordu. Oysa dertleri deşilince nasıl da çözülüyorlar. Adamlar yüzlerce candan sorumlu! . . . . . .
Toplantıyı arkadaşlara tekrar tekrar anlattım, karşılıklı yorumlar yaptık. Okul müdürü genel Müdür bizim köşke geldi, hadi bir de Hasan Ali Yücel'i getirelim şakalarını sürdürürken sanırım bu arada Rauf İnan izinden dönmüş, beni çağırttı. Gidince:
- Hoş geldiniz! demeye olanak bırakmadan ilk sorusu:
-Ben burada neyim? Eşek başı mıyım? Devletin Bakanı geliyor, onu sen karşılıyorsun! İyi bir marifet yapmışsın, insan hiç değilse okulun Müdürüne haber vermez mi?
Böyle konuşunca gözümde öylesine küçüldü ki benim cesaretim onun yanında olağanüstü büyüdü. Oldukça dik olarak:
-Bir kere sizin burada olduğunuzu bilmiyordum. Ancak bilsem de gene haber veremeyecektim. Bu işler için bir öğretmeni görevlendirdiniz, Ali Kılıç Öğretmen. Onun işini neden ben yapayım? Ayrıca Milli Eğitim Bakanı özellikle kimseye duyurma, üç gündür Büyük Millet Meclisi toplantısındaydım. Uykusuzluktan uyuyamaz hale geldim. Burada bir kaç saat seninle konuşarak sakinleşmek istiyorum! diye sıkı sıkı tembih etti. Geldiğini duyan konuk Köy Enstitüleri Müdürlerinden bile iki saat sonra gelmelerini istedi. Konuk Müdürler duyduğuna göre sizin duymayacağınızı nereden bileyim?
Yüzü değişti:
-Kendini savunabiliyorsun, bu da şayanı takdir. Bir kasıt olmadığına inandım. Ancak çok içerlediğimi de bilmelisin! deyip oturmamı söyledi. Olayı bir daha anlatmamı istedi. Neler konuştuğumuzu öğrenmek istediğini anladığım için olayı olduğu gibi anlattım:
"Salonda benden başka kimse yoktu, kapıdan girince:
-Tam istediğim gibi, sen ne yapıyorsan onu yap, öğrenci gelirse içeri lütfen alma! deyip oturdu. O oturunca telaşlandım, ne yapabilirdim ki? Piyano çalışıyordum ama onu söyleyemedim. Masa üstünde plaklar vardı, yalan söyledim:
-Plak çalıyorum! deyince müziği sevdiğini, şarkı bestelediğini, bir şarkısı olduğunu, bu yıl liseyi bitiren kızının Konservatuvara gitmek istediğini, gene liseyi bitiren oğlununsa kararsız olduğunu anlattı. Bu arada çocukların ikiz olup olmadığını sorunca gülerek:
-Bir hadise var Can'la Canan arasında şarkısı benimdir. Can'la Canan da benim ikiz çocuklarım dedikten sonra plak koymamı söyledi. Johann Sebastian Bach'ın Brandenburg konçertolarını koydum, ona da çok memnun oldu. Gülerek:
-Bunlar uyku müziğidir, bilerek mi koydun? diye sordu. Ayaklarını bir sandalyeye kaldırıp uzun süre pencereden karşılara baktı. Bu sıralarda Ali Kılıç Öğretmen geldi. Konuk Müdürlerin bir bölümü bugün ayrılacakmış, görüşmek istediklerini tekrarladı. Hasan Ali Yücel saatine bakarak öyleyse gelsinler! deyip toparlandı. Az sonra da Cılavuz Müdürü Halit Agan, Gönen Müdürü Ömer Uzgil, Haruniye Müdürü Lütfi Dağlar, Akpınar Müdürü Enver Kartekin, Kepirtepe Müdürü İhsan Kalabay Gölköy Müdürü Ali Doğan Toran, Pazarören Müdürü Şevket Gedikoğlu geldi. Hasan Ali Yücel birden canlandı, başka plaklar koymamı söyledi. Konuşmaları Köy Enstitüleri'nden çok savaş üstüne oldu. Zaten T.B.M.M toplantısı da Türkiye'nin Almanya'ya savaş açması üstüneymiş. Bakan sözünü bitirince Şevket Gedikoğlu -Halit Ağan, Ahmet Emin Yalman'ın kitabı "Yarınki Köy Enstitülerine Seyahat" üstüne görüşünü sordu. Hasan Ali Yücel, Ahmet Emin Yalman için güven duymadığını:
-Bugün böyle yarın başka söyleyebilir, geçmişteki zikzaklı yazarlık yaşamına bakarsak, ona güven duymamız bize de düş kırıklığı yaşatır! deyip geçmişten örnekler saydı."
Müdür Rauf İnan, teşekkür etti bir de aferin çekti. Ayrıntılara dek dikkatle izlemiş olmamı övdü.
Bundan sonra uzun süre Müdür Rauf İnan'la böylesi karşılaşmam olmadı. Bir çok çalışmalarımı izledi, arada aferinler çekildi. 29 Ekim Bayramında İzmirli İzcilerin 19 Mayıs Stadında gösterilerinin müziklerini Hüseyin Çakar'la çalmıştık Müdür Rauf İnan radyodan dinlemiş, Hüseyin Çakar'la ikimizi odasına çağırtıp ellerimizi sıkarak kutladı. Bundan sonra içim iyice rahatlamıştı. Bizden bir önceki sınıf okulu bitirdi, biz son sınıfa geçmiştik. Okulda da havalar değişmişti. Bizim Müzik salonunun doğusunda Hasanoğlan köyünün bağları vardı. Bağların hemen kenarına köyden biri önce bir kahve açıp çay dağıtmaya başladı, sonra da kahveyi aşevine çevirdi. Bu sıralar okulun kahvaltıları da iyice bozulmuştu. Stajlardan dönen arkadaşların parası olmuştu, hemen hemen tüm Yüksek Bölüm öğrencileri kahvaltılarını açılan yerde yapmaya başladı. Oraya da bir ad verilmişti: KIRMIZI KEDİ. Ancak Rauf İnan, okul Müdürü olarak Kırmızı Kedi sahibini çağırıp orasını kapatmasını söylemiş. Açan kişi de, buna hakkının olduğunu söyleyip kapatmamış. Öğrencilerin bundan haberi yok. Bir sabah benim de orada bulunduğum bir sırada okul doktoru geldi, ocakta çalışan kişiye pat küt, kafa göz vurdu. Eşek-köpek gibi sözler de söyleyip geldiği gibi gitti. Doktor gidince dayak yiyen adam yanımıza çıktı:
-Gençler işte gördünüz, ben size hizmet ederken adam geldi beni dövdü, salt size karşı değil tüm köylülerim karşısında haysiyeti, itibarımı da zedeledi. Ben mağdur oldum, hakkımı arayacağım. Ancak sizin tanıklığınıza gereksinimim olacak. Lütfen gönüllü olarak hiç değilse bana iki ad verin! En az on kişi vardı. Göz açıp kapayana dek herkes sıvıştı. Hüseyin Atmaca ile ikimiz kala kaldık. Hüseyin Atmaca okulu bitirmiş ama Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne öğretmen olarak atanmıştı, Yüksek Bölüm Öğrenci Başkanlığını da henüz bırakmamıştı. Atmaca hiç çekinmeden adını kahveciye yazdırdı. Onun gibi düşünüyordum, gerçekten adam kahve ocağında, işini yaparken dövülmüştü. Babam da kahvecilik yapıyordu, adam dövülürken bir an onu anımsamıştım. Adımı söyledim, bir yana, kalemi kağıdı alıp kendim yazdım. Adam, çok memnun oldu, bunun arkasını bırakmayacağını, adalete baş vuracağını söyleyip teşekkür etti.
Kırmızı Kedi, bir süre müşteri kaybetmesine karşın kapanmadı, tersine orta bölüm öğrencileri de gelir-gider olmaya başladı. Olaydan bir kaç ay sonra Anafartalar Caddesindeki mahkemeye Hüseyin Atmaca ile birlikte çağırıldık. Olayı gördüğümüz gibi anlattık. Mahkemeye gidişimizi kimse duymadı, ya da biz öyle sanıyorduk.
Hüseyin Atmaca Öğrenci Başkanlığından ayrılacak, yeni başkan seçilecek, duyurular yapıldı. O gün piyano çalışırken toplantı saatini geçirmişim. Müdür Rauf İnan geldi, önce beni demokratik görevimi yapmamakla suçladı, bununla kalmadı, dostça koluma girerek henüz sonuçlanmamış toplantı salonuna götürdü. Öğrenci başkanın son sınıflardan olması gerekirken Okul müdürünün aday gösterdiği 2. sınıflardan Hasan Yılmaz seçildi. Başkan'a yardımcılar da ayrıca seçilecekti. Bunların görev süresi bir aylıktı. Müdür Rauf İnan ummadığım bir çabuklukla beni Temizlik işlerine bakacak aday gösterdi. Bizim sınıftan çok arkadaş buna karşı çıktı:
-Arkadaş, son sınıfta! diye uyarılmasına karşın (Rauf İnan etkisiyle) eller kalktı, böylece ben (Köy Enstitüleri'ndeki özgürlük payımı 1945 yılının Aralık ayı Temizlik işlerini üslenerek tattım (!) İş değil Rauf İnan'ın yönetim anlayışı zoruma gitti. Yoksa ben Yüksek Bölüme ayrıldığım ilk günden başlayarak bölümün salon temizliğinden, plaklarından, kitaplığından, ısınmasından, kapıların açılıp kapanmasından sorumluydum. Bunları hiç aksatmadan yürütüyordum. Ayrıca her sabah saat 06:00'da kalkıp orta bölümün oyun müziklerini ya çalıyor ya da yardımcı oluyordum. Takınılan tavır zoruma gitti ama, bir yandan da kendimi haksız buluyordum:
-Yapanlar bu işleri hep yapıyor, benim onlardan farkım ne? Toplantı sonunda seçilenler bir araya geldik. Başkan Hasan Yılmaz'ı tanıyordum. Daha doğrusu o beni çok iyi tanıyordu. Güleç yüzlü, müzik seven bir arkadaştı. Zaman zaman gelir yanımda oturur, ben çalışırken uzun uzun piyano dinlerdi. Gelip kulağıma eğilerek benim seçilmeme sevindiğini söyledi. Öteki de bir bayan arkadaştı, Mahide Kiremitçi, ilişki kurmaya çalıştığım bir bayan arkadaşın çok yakınıydı. Onun görevi yemek işleriydi, temizlik işlerini de yüklendi. Benim tek görevim yüksek Bölümün yatakhane düzeni, yatak işlerini denetlemek olarak sınırlandırılmıştı.
Her şey iyi ya Müdür Rauf İnan bu işi benim başıma neden sardı? Günlerce bunu düşündüm. Rauf İnan'ı tanıyan Çiftelerli arkadaşlar, çok kinci olduğunu tekrar tekrar anlatmışlardı. Bunu biliyordum. Ama bu şimdi nedendi? Daha önce sorunlar oldu, onlar geçmişti. Öğrenci işlerinden sorumlu arkadaşlarla uyumlu çalışarak bir ayı geçirdik. Başkan Hasan Yılmaz, yaşamım boyunca unutmayacağım yakınlık gösterdi, kardeş Mahide Kiremitçi de unutamayacağım kardeş-arkadaş olarak bende silinmeyecek izler bıraktı. Bu bir ay içinde Rauf İnan'dan hep sakındım. Okulda bir çok olay oldu, olaylarla bir ilgim olmadığı için rahattım. Bölüm Başkanımızın güveni hep sürdü, Piyano Öğretmeni olarak gelen Bayan Piyanist Selçuk Uraz desteğiyle piyanomu çok ilerletmiştim. Bölüm Başımız Mehmet Öztekin, askerliğimi geçirince beni buraya alacağını açık açık söylüyordu. Temizlik Kolu hikayeleri çok geride kalmıştı. Bir cumartesi konserinde okula döner dönmez beni Müdür Rauf İnan'ın istediğini söylediler. Artık olumsuz bir durum beklemediğimden, tersine çok olumlu bir şeyler umar gibiydim. Okul Müdürü odasında değil yan odadaymış, oraya girdim. Rauf İnan'dan başka Orta Bölüm Eğitimbaşı Şeref Tarlan, Sanatbaşı Mustafa Güneri, doktor, Orta bölüm Beden Eğitimi Öğretmeni Sıtkı Şanal. Odaya girer girmez Rauf İnan yüksek sesle:
-Doğrusu senden bunu beklemezdim! deyince birden irkildim:
-Neyi beklemezdiniz Müdür Bey? Sert bir sesle:
-Neyi olacak güpegündüz sarhoş olup trenlerde ona buna sataşmayı, arkadaşlarına bağırıp çağırmayı, daha doğrusu bir öğrenciye yakıştıramadığım bir sürü rezalet! Çok sakin olarak:
-Bir yanlışlık var Müdür Bey, bu anlattıklarınızın hiç birini yapmadım, söylediğiniz sözlerin de hiç birini kabul etmediğim gibi bu yanlışın da tezelden düzeltilmesini istiyorum! deyince:
-Bak bak, sen avukat olmalısın! deyince aklıma Anafartalar’daki mahkemede ibretle izlediğim avukatlar geldi. Mustafa Güneri, Rauf İnan'a dönerek:
-İbrahim'i küçüklüğünden beri tanırım, 1941 yılında onunla birlikte burada güzel işler başardık; sanmam bu dediklerinizi yapsın Müdür Bey! deyince Rauf İnan duraladı. Bana donuk donuk bir süre baktıktan sonra doktora:
- Ağzını koklayalım bakalım, görürüz şimdi! dedi. Doktor ağzımı açtırıp soluttu. Doktor yüzüme bakarken, Kırmızı Kedi olayını anımsadım, neyse ki o doktor, bu doktor değildi. içimden ona da sevindim. Üç dört defa soludum. Doktor, Rauf İnan'a dönüp başını iki yana titretir gibi sallayarak:
-Yok bir belirti Müdür Bey! dedi. Bu kez de Rauf İnan doktora:
-Bu kadar kısa zamanda etkisi geçebilir mi? diye sordu. Doktor ona da aynı şekilde başını sallayarak karşılık verdi. Rauf İnan suskun suskun durunca, Şeref Tarlan elini omuzuma koyar gibi uzatarak kapıyı gösterdi:
-Gidebilirsin!
Kapıdan çıktım ama aklım arkadaşlara takıldı, kim böyle bir yalanı bana yakıştırır? Okul Müdürü trende değildi. Bugün gerçekte trende içkili ya da içkiliymiş gibi gevezelik edenler vardı. Ancak onlar bizim bölümden değildi. Mehmet Toydemir'i anımsadım, o azıcık sallanıyordu. Neden o değil de ben? Yemeğe geç olarak gittim. Yemekleri, soğuk moğuk demeden atıştırdım. Ben çıkarken Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne atanan (Geçen yılki arkadaşlar) Yeni Öğretmenler, topluca yemeğe, gidiyordu, Hüseyin Çakar, İsmail Koralay, Hüseyin Atmaca. Hüseyin Atmaca durdu:
-Haberin var mı kabadayı doktor cezalandı? Önce anlamadım, Atmaca gülerek Kırmızı Kedi! deyince kafama sert bir nesne çarpmış gibi oldum. Sordum:
-Ne zaman öğrendin? Hüseyin Atmaca, iki gün önce doktora tebliğ edildiğini, okul Müdürlüğüne de yazılı duyurulduğunu anlattı. Durum anlaşılmıştı. Demek bizim tanıklığımız işe yaradı ama bu işe yarama Rauf İnan'in işine gelmedi! Bu kez, ciddi bir olay karşısında olduğumu anlar gibi oldum. Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin öğretmene anlatmaya karar verdim. Pazar günümü, düşünceli düşünceli çalışarak geçirdim. Pazartesi günü Şan dersimiz öğretmenimiz askere alındığından boş geçiyordu, kuyruklu piyanoda çalışırken, Öztekin Öğretmen geldi:
-İbrahim son sınıftasın, bundan böyle günlerin sayılı, bu piyanoyu okula sen kazandırdın doya doya çalış, gözün arkada kalmasın! diyerek beni onurlandıran sözler söyledi. Bundan yararlanıp bir gün önce başımdan geçenleri anlattım: Öztekin Öğretmen önce üzüldüğünü sonra da bunu bir tertip olduğunu öne sürdü. Onun bizim mahkemeye gidip tanıklık ettiğimi bilmediğini biliyordum, onu anlattım. Bu kez kahkahayla güldü, beni teselli etti:
-Sana geçmiş olsun, o da avucunu yalasın! Söz aramızda kalsın, onun pasaportu hazırlandı, kısa zamanda buradan ayrılacak. Bir ortaokula, Ankara, Dördüncü Ortaokula öğretmen olarak verildi! dedi. Başım döndü, sevinmek istedim ama olmadı. Doğrusu inanasım da gelmedi. Tam anlamıyla şaşırdım, o denli değişik şeyler düşündüm ki sonunda sevinme değil üzüldüğümü farkettim. Koskoca Hasanoğlan Yüksek Bölüm, Orta Bölüm, iki okulun müdürü, bir ortaokula öğretmen gidiyor. Sevdiğim Müdürüm Nejat İdil gözümün önüne geldi. O gün nasıl üzgündü! Sesi kulağımda gibi:
-İbrahim, bu masayı, benim kullanmam için severek yaptığınızı biliyorum. İnanın sizden ayrıldığım derecede bu masadan da ayrıldığıma üzgünüm. Müdürlük falan da düşündüğüm yok! demişti.
Müdür Bey anahtarı kaybetmiş, çekmeceyi açmak için beni çağırmıştı. Çekmeyi zorlamadan açmak olası değildi. Zorladığımı görünce Müdür Beyin:
-Aman ha zedelenmesin yerime gelen arkadaşa zedelenmiş olarak bırakılsın istemem! deyişi kulaklarımdan uzun süre gitmemişti. Rauf İnan'ın da böyle düşünceleri vardır! deyip bir süre duvarlara baktım, burnum sızlar gibi oldu. Öztekin Öğretmen anladı, Rauf İnan'ın çalışkanlığından söz etti. Ancak, onun da belli bir gücü var, (O kapasite demişti) İki okulu yönetmek kolay değil, bir önceki de bunu denedi ama (Yüksek Bölümün ilk Müdürü Hürrem Arman'ı kastederek) yapamayacağını anlayıp çekilmişti! dedi. Öztekin Öğretmen ayrılınca giderek sevincim arttı.
(*) İki ay kadar önce Yüksek Bölüm salonunda tartışmalı bir toplantı vardı. Geçen yıllardan beri arka arka söylenen karşılıklı sataşmalar su yüzüne çıkar gibiydi. Dışarda söylenen Sağcılık-Solculuk değildi belki ama buna benzer bir sen-ben çekişmesi sürüyordu. Bunları yakından izleyen İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç da bu toplantıya gelmişti. Konuşmaların çıkmaza doğru yöneldiğini gören Genel Müdür söz alıp orta yolu göstereceği sırada elektrikler özellikle kesilmiş gibi salon karardı, lambalar uzun süre yanmadı. Öyle ki, her zaman böyle durumlarda ortalığı bir birine katan nöbetçilerden en ufak bir kıpırdama görülmedi. Genel Müdür arabasının farlarıyla salonu aydınlatıp konuşmasını tamamladı. Konuşması bitti, az sonra ışıklar yandı. Daha o gece:
-Bu geceden sonra " Rauf İnan'ın defteri dürüldü!" diyenler olmuştu. Ancak buna pek inanılmadı. Sonuç olarak, Rauf İnan da Nejat İdil gibi bizlerle konuşma yapmadan ayrıldı. Bir süre sonra çiftelerden öğrencileri gidip buldular, Saraçoğlu Mahallesinde oturuyormuş. Bir benzerlik oluştu, Kızılçulluların eski Müdürü Emin Soysal'la eski öğrencileri bağlantı kurmuştu. Onlara karşı, Çiftelerliler de eski Müdürleri Rauf İnan'la yakın ilişkide bulundular. Bu iki grup neyi paylaşamıyordu? Bunu da bir türlü anlayamamıştım. Oysa onların çatışmasını basın, başka bir olaya bağlamış, iki tarafı da kıyasıya dilliyordu. Yedek Subay Okuluna girdiğimde bir tatil günü Genel Kurmay binası yanından geçerken Çiftelerli arkadaşlardan birilerini gördüm. Meğer orası Rauf İnan'ın oturduğu evmiş. Beni de çağırdılar, bana da çay geldi, hoş beş edildi. Daha önce başlanan konuya dönüp söyleşilerini oldukça uzatmışlardı. Yıl, 1947 Ağustos. Hakkı Tonguç tam bir yıl önce Genel Müdürlükten ayrılmıştı. Ancak konuşmalar, sanki o gene makamındaymış gibi “Şunu yanlış yaptı, şunu şöyle yapsaydı” türü geçmişe yönelik gereksiz varsayımlardı. Doğrusu bu kez Rauf İnan'a değil Hakkı Tonguç'a üzüldüm. Gerçekten çalışacağı adamları iyi seçememiş. Hakkı Tonguç'un yakınlarını düşledim. Rauf İnan görünürde, Hakkı Tonguç üstüne baş titreyici rolündeydi. Bunları anımsayınca bir daha da o semtten geçmedim. Birkaç ay sonra, orada toplanan arkadaşların çoğunun Yedek Subay Okulundan çavuş olarak kıtalara gönderildiğini öğrenince içim sızladı. Biliyordum onların içindeki arkadaşların bazıları benden farksızdı, hatta çok daha yetenekli olanları vardı. Onların bu yanları nasıl görülmezden gelindi? Bunu bir süre düşündüm. "Kurunun yanında yaş da yanarmış!"
1950-1952 arası Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünde okudum. Daha önce Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü dağıtılınca oradan bir grup bu bölüme verilmiş ama onlar ayrı bir özel sınıf olarak tutulup Öğretmen Okulu çıkışlılarla boy ölçüşme fırsatı verilmemişmiş. Sessizce gelmişler, kendi anlatışlarına göre gene sessizce gitmişler. Ben dört yıl çalışmış bir öğretmen olarak giriş sınavlarını kazanıp, Öğretmen Okulunu bitirmiş otuz arkadaş arasında yerimi aldım. Yıllardır bir Öğretmen Okulu, Köy Enstitüsü çekişmesi yaratıldığını biliyordum. Burada yalnızdım ama güçlü olduğumun bilincindeydim. İlk günlerin verdiği sıkıntılardan ürkenler olumsuz konuşurken bir gün kara tahtanın arkasını çevirerek:
- 1952 yılının temmuz ayında, buradan diplomamı alarak ayrılacağımı şimdiden muştularım! diye yazdım. Arkadaşlar, hahaha, hihihi filan dediler ama içlerinden duraksayıp şaşkın şaşkın bakanlar yanında bana inananları da gözden kaçırmadım. Bir kaç gün sonra Edebiyat Öğretmenimiz Mustafa Nihat Özön, çantasından bir kağıt çıkarıp okudu. Kağıt, benim okula giriş kompozisyon sınavında yazdığım kağıttı. Öğretmen kağıdı bitirince adımı da söyledi. Tüm arkadaşlar önce bana baktı. Bu, benim için pek önemsenecek bir şey sayılmazdı. Ancak arkadaşlar, kendi kağıtlarının okunmasını değil kendilerine verilmesini istediler. Mustafa Nihat Öğretmen kürsüde bir dizini kırıp üstüne otururdu. Gerektiğinde dizi üstüne kalkar, olduğundan daha görkemli görünürdü. Gene öyle yaptı:
-Ben, size bir örnek okudum, böyle bir şey yapmadığınızı bile bile kağıt isteyeceğinize, benim kağıdım okunmadı, demek başaramamışım! demelisiniz. Gene de isteyenlerin kağıdını getirir gelecek derste okurum. Bakın bunun için bir koşulum var. Bu kağıdı da gene getirir arkasından bir daha okurum! deyip ayağını düzeltti. Köy Enstitülü -Öğretmen Okulu yarışının ilk belirtileri böylece su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Pedagoji Bölümü, müfettiş yetiştirmek için açılmış. Müfettişlerin ilkokullarda okuma yazma yöntemlerinin istenen yolda gitmesi yönünde sorumlulukları vardır. Özellikle de dördüncü, beşinci sınıflarda verilen Türkçe, Tarih-Coğrafya, Matematik derslerinin kavratılması için özel kitapları hazırlanmıştır. Ben gezici başöğretmenlik-denetmenlik yaptığım için bunları çok iyi biliyordum. Kendi bölgemde bir yıl kadar İlköğretim müfettişi olmadığında zorunlu olarak düpedüz müfettişlik de yapmıştım. Söz konusu derslerin öğretimi üstüne yurdumuzda kitap yazan Fuat Baymur Özel Öğretim derslerimize geliyordu. Sıram üstündeki ciltli kitaplara bakarken kendi kitaplarını gördü, aldı, cildin üstüne adımı gördü, gülümseyerek:
-Bunlar eskimiş, yenileriyle değiştirelim! dedi. Arkadaşlar bunu anlamadılar. Öğretmen bana:
-Sen buraya gelmeden bunları okumuşsun! demek istemişti. Az sonra da ciltli beş kitabı karıştırarak içerikleri üstüne bilgi verdi. Dersten sonra arkadaşlara sordum, içlerinde 10 yıl, 8 yıl öğretmenlik yapanlar vardı. Bendeki kitaptan haberi bir arkadaş çıktı o da şimdiye dek almamış, yeni yeni almaya karar vermişmiş.
Pedagoji Bölüm Başkanımız Dr. Halil Fikret Kanad. Pedagoji Tarihi ile Pedagoji derslerimize giriyordu. Onun kitaplarını Köy Enstitüsü son sınıftayken karıştırmış, Pestalozzi, Rousseau, Herbart, Boccer Washington'u onlardan öğrenmiştim. Bölüm Başkanımız Dr. Fikret Kanad, daha ilk günlerde hepimize bir pedagog adı verdi; sırayla her hafta birimiz, arkadaşlara o pedagogu tanıtacaktık. Ben, 16. sıradaydım. 7 ya da 8. sıradan bir arkadaş ödevini hazırlamamış. Öğretmen önemsemez göründü, konu değiştirerek genel pedagojik ilkeler üzerinde duruldu. Nedense o derste en çok konuşan ben olmuştum. Bir kaç hafta sonra bu kez de Jean Jacques Rousseau'yu hazırlayamayan arkadaş kalkıp özür diledi. Öğretmen bana bir şey söylemeden:
-İbrahim, iş sana düştü; bize Jean Jacques Rousseau'yu sen tanıt! dedi. Rousseau'yu çok iyi biliyordum. Altı kitabı ile Emile ya da Terbiye kitaplarını askerliğimde alıp okumuştum Bu okulun sınavlarına girmeye karar verince de tekrar gözden geçirmiştim. Sınavdan az önce de Denis Diderot adlı bir kitap okumuştum. Kitabın başlığı Diderot yazmasına karşın yarıdan çoğu Rousseau'ya ayrılmıştı. Sözlü sınavlarda da bana Rousseau sorulmuştu. Sanırım öğretmen sınavı anımsadı. Güven içinde arkadaşlara Rousseau'yu oldukça ayrıntılı anlattım.
Arkadaşların tavırları, bu olaydan sonra belirgin şekilde değişmeye başlamıştı. Sınıf temsilcisi seçiminde, tek aday ben gösterilince, sınıf temsilcisi de olmuştum. O günler Gazi Eğitim Enstitüsünün statüsü değişti, Yatılılık sözü kaldırıldı, her öğrenciye ayda yüz lira verildi, yatak için Döner Sermayeye 25, yiyecek için de bir yönetim kurumuna 75 tl. ayrıldı. Bu kuruluşa da seçildim. İşim çoğalmıştı ama okulun ıcığına cıcığına iyice karışmıştım. Bu günlerin birinde Okul Müdürümüz Fuat Baymur Öğretmen koridordaki dolapları bana göstererek, ne olduklarını sordu. Aylardır hep görüyordum ama bir türlü uygun birini bulup soramamıştım:
-Sahiden onlar neydi? Görünenler, her türden kuş, canlı gibi, her cinsten küçük-büyük hayvan, kedi, köpek daha büyüklere göre sıralanmış; koridorlar boydan boya o tür dolaplarla dolu. Fuat Baymur Öğretmen kederli bir sesle:
-Bunlar, senin Genel Müdürün Sevgili İsmail Hakkı Tonguç'un bu okula yadigârları! dedi. Önce biraz çekimser kaldım. Fuat Baymur'un İsmail Hakkı Tonguç' tanıdığını bile düşünememiştim. Fuat Baymur:
-Biliyor musun o çalışkan adamın elinden emeklilik hakkını bile aldılar. Hakkıdır onu kurtaracak ama böyle mi olmalıydı? deyip başını salladı. Devamla:
-Tek kusuru herkesi kendisi gibi dürüst sanıp güvenmesiydi, beceriksiz insanlar çevresine üşüşünce o da işi yaygınlaştırarak kendi kendini çok insana muhtaç etti! deyince ilk aklıma gelen Rauf İnan oldu. Onu söyledim, En yakınlarından biriydi! Fuat Baymur Öğretmen yüzünü ekşiterek:
- Aman aman, Hakkı Tonguç'un Rauf'tan medet umması şaşılacak bir durumdu; nasıl da kandı ona? Rauf'u iyi tanırım. O, bilmeyen bilirimcilerdendir. Rauf'un davası olur mu? Rauf Köy Davasına inanır mı? Söze karıştım:
-Almanya'ya gitmiş! deyince Fuat Baymur:
-Benim arkadaşımdır, nereye Avrupa'ya gitmiş, hangi diplomayı almış, Avrupa'ya herkes gider. Tüccarlar her gün gidiyor ama tüccarlığını yapıyor. Eğitim başka bir iş. O, Hakkı Tonguç'un iradesine uymazdı. Uyamayacağı ta başından baştan belli olmuştu ama Rauf kurnazdır, bir yolunu bulup girdi Hakkı Tonguç'un gözüne. Arkadaşız ama yıllardır görüşmeyiz. Şimdi bir ortaokuldaymış galiba öyle duymuştum. Onun yeri zaten öyle bir yer, çocukluk düşü zaten matematik öğretmenliğiydi! deyip gülümseyerek ayrıldı. Rauf İnan'ın bir zaman Ahmet Gürsel Öğretmen için Muhallebi Çocuğu deyişi anımsadım. Hayret! Matematik öğretmenliğini düşleyen bir kimse matematik öğretmeni için Muhallebi çocuğu diyebiliyor.
Tüm sınıf arkadaşlarım Öğretmen Okulu çıkışlıydı. Öğretmen okulu çıkışlıların Köy Enstitülerine karşı olumsuz bir tutumları olduğunu bu okula girmeden öğrenmiştim. Bunu bile bile buraya geldim. Arkadaşlarla konuştukça eleştirilerini dikkatle dinleyip değerlendirmeye çalıştım. Genelde aslı astarı olmayan söylentilerdi. Çoğunluk da İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un İlköğretim Genel Müdürü olmasına karşın Öğretmen Okullarını gözden düşürüp yerine Köy Enstitülerini geçirme söylemine dayanıyordu. Dört arkadaşım Köy Enstitüsünde öğretmenlik, üç arkadaşım ilçelerde Milli Eğitim Memurluğu, dört arkadaş da Gezici Başöğretmenlik yapmıştı. Böylece Köy Enstitüleriyle, Köy Enstitüsü çıkışlı kimselerle yakından ilişkisi olanlar az değildi. Bunların hiç birisinin Köy Enstitüleri ile candan ilişki kurmadığını daha ilk günlerde anlamıştım. Bu nedenle kıyasıya tartışmaya giriyordum. Bu tartışmalar sonunda hep Hakkı Tonguç'a kayıyordu. Kişileri savunmak için onun iyi bilinmesini gerekli gördüğümden tartışma kişilere kayınca susmasını biliyordum. Bir gün konuşma gene İsmail Hakkı Tonguç üstüne kayınca, arkadaşlara sordum:
-Hakkı Tonguç Genel Müdürlükten ne zaman ayrıldı? Doğru dürüst yanıt bile verilmedi. Ben de Ağustos 1946 tarihini söyledim. Parmak sayarak 1946, 1947-, 1948, 1949, 1950. Bu yıllarda da İlköğretim Genel Müdürü oldu. Onu ele alıp konuşalım, o Genel Müdürün zamanında öğretmenlik yaptınız, gelin onu övün de ben de İsmail Hakkı Tonguç'un kusurlarını ona göre değerlendireyim.
Şimdiye dek susan, ancak olumsuz sözler söylemeyen bir arkadaş (Kemal Coşkunoğlu) birden patladı:
-Arkadaşlar, güney illerinin birinde ücra bir köyde çalışıyordum. Okula beş kuruş veren yoktu. İyice bunalmıştım, tuttum İsmail Hakkı Tonguç'a bir mektup yazdım. Mektubu attım ama, “Kim okuya, kim yaza?” deyip geçmiştim. Yanıtı geldi, onun mektubu bana öyle bir güç verdi ki, şimdi aranızda olmam onun verdiği güçtendir! Şaşırdım. Benim şaşırmam bir yana öteki arkadaşların çoğunun bakışları değişti. Köy Enstitüsü tartışması bana göre tam anlamıyla istediğim yöne yönelmişti. Köy Enstitüsüne atanıp başarısızlığı yüzünden köylere döndürülen bir iki beceriksiz, buradaki derslerde de tökezleyince Köy Enstitüleri üstüne atıldığı sanılan kirli perde burada tümüyle kaldırılmış yerine ipek tüller serilmişti. Bizim sınıf 30 kişiydi, içlerinde bir ben Köy Enstitüsü çıkışlı olduğumu söylemiştim. Sayısal oran: 1/30. Bir sonraki yıl Pedagoji Bölümüne 18 öğrenci alındı. 18 kişilik sınıfta 7 kişi Köy Enstitü çıkışlıydı 7/18...
Kemal Coşkunoğlu arkadaşın çıkışı beni rahatlatmıştı. Yıl 1950 sonları, 1951 başı. D. P'ye yamanmak isteyenler, yavşaklar yarış ediyordu. Öyleyken Kemal Coşkunoğlu gözünü kırpmadan Ulus Gazetesi okuyordu. Arkadaşın iyi niyetine iyice inanmıştım. Bir çarşamba günü Ulus'ta dolaşırken Hal önünde İsmail Hakkı Tonguç'u gördüm. Selam verdim, çekimser olarak selamımı aldı. Kendimi tanıtınca:
- Vay vay, vaaaay! diyerek beni anımsadığını söyledi. Gülümseyerek:
-Lüleburgazlı, bizim takipçiler gibi giyinmişsin, doğrusu arkamdan geldiğini görünce seni de onlardan sandım. Adamların adamları, yalnız sizin değil, benim de arkamda dolaşıyorlar! deyip beni yakındaki eczaneye götürdü. Eczacı tanıyormuş, İsmail Hakkı Tonguç'a saygılı davrandı, yer gösterdi. Önce durumumu sordu: Görevde değil misin? Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünde okuduğumu söyleyince kaşlarını çatarak:
-Bunu neden yaptın? diyerek yüzüme dik dik bakınca, izin isteyip anlattım: Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar Bölümünü bitirdiğimi, amacımın müzik öğretmenliğinde kalmak olduğunu, oysa askerlik dönüşü beni Hatay Bölgesi okul İnşaatları Kereste deposuna dolaylı olarak atadıklarını, İl valiliği beni öğretmen olarak çalıştırmakta diretince Milli Eğitim Bakanlığının ancak bir yıl yakamı bıraktığını, 2. yıl gene dediklerinde diretince bu kez Hatay Valiliğinin beni İskenderun merkezinde öğretmen olarak çalıştırdığını, 3. yıl ise Milli Eğitim Bakanlığının beni ortaokulu olmayan Payas köyüne Ortaokul Öğretmeni olarak atadıkları görünce, iyice çileden çıktığımı söyledim:
-Durumu anlatmak için ilgililere başvurunca atamayı yapan birimin başındaki bana: "Ortaokul yoksa açılır, açılmazsa, ilkokulda çalışırsın!" yanıtını verince lise bitirme sınavlarına girip hukuk okumaya karar vermiştim. Ancak onun için de Lise 3 sınıfın derslerinden sınavlara girmem istendi. Benim bölgeme Bakanlık Müfettişi olarak gelen Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle İskenderun Kaymakamının eniştesi olan öğretmenim İbrahim Yasa'nın da fikirlerine danışarak Milli Eğitim Bakanlığı ile daha fazla dalaşmış olmamak için bu yolu seçtim. Bir olasılık da Pedagoji Bölümünü bitirince bir yasadan yararlanarak Dil Tarih-Coğrafya fakültesi Felsefe bölünün 3. sınıfına atlamayı düşünüyorum.
Hakkı Tonguç kaşlarını çatarak:
-Mücadeleyi göze almanı takdir ediyorum ama bunlara gerek var mıydı? Siz zaten mücadeleci olarak yetiştiniz, şimdi bu bir saf değiştirmek olmuyor mu? diye sordu. Bu kez de okuldaki etkinlerimden söz ettim. Bu kez, orasını iyi bildiğini, kendisinin orada bir süre çalıştığını, çalışmasını beğendiği birçok öğretmenin halâ orada olduğunu anlattı.
Halil Fikret Kanad'ı, Fuat Baymur'u, Malik Aksel'i sordu. Fuat Baymur'un anlattıklarını söyledim, gülümseyerek,
-Fuat'la birlikte çok çalıştık, iyi arkadaştır, Okula Müdür olmuş buna memnun oldum deyip susunca, hoş olmayacağını bile bile:
- Fuat Baymur, Rauf İnan'ın arkadaşıymış, onun eğitim anlayışını eleştirdi! dedim. Hakkı Tonguç:
-Bilirim onlar, öteden beri anlaşamazlar: Rauf biraz gelgeçtir. Gelgeçlik, bir bakıma aculluktur. Aculluk, böyle toplu, kollektif işlerde bazen salt kendisini değil çevresindeki insanları da yanıltır. Öyle söyleyince ben de:
-O da öyle söyledi, sizi yanıltanlardan biri olarak biliniyormuş.
Hakkı Tonguç güldü:
-Bunu Fuat mı söyledi? diye sorunca; "EVET! "demek zorunda kaldım. Hakkı Tonguç kaşlarını çatarak:
-Fuat haklı. Hangi nedenle böyle bir düşünceye vardı bilmem. Rauf kişisel düşüncelerinin uygulanmasını ister, bunu çevresine de yaymakta sakınca görmezdi. Bazı tesadüf eseri uygulamaya konan etkenlikler ondan çıkmış gibi algılanmış olabilir. Benim başka arkadaşlarım vardı, istişarelerim daha çok onlarla oluyordu. Rauf'un günahına giremem. Ancak zaman zaman zaman anımsar, gülerim: Ben Rauf'un her sözüne uysaydım, Köy Enstitüleri açılmadan bu davanın defteri dürülecekmiş... Rauf daha Eğitim kursları açılmaya başlayınca kadınların da Eğitmen olarak yetiştirilmesinde direniyordu. Çocuk yaştaki kız öğrenciler için yapılan bu iğrenç iftiralar o zaman kat kat artacaktı. Belli ki bu dava o zaman daha doğmadan ölecekmiş. Meyvesini görmeye başladığımız davamız ileri-geri gidip dönse de durmayacaktır. Nerede olursanız olun, mevkiiniz ne olursa olsun bu dava için yetiştiniz. Bunu unutmazsanız işler bir gün gene yoluna girecektir. Sular akacağı yöne yönelince mecraını ergeç açar!" deyip kalktı. Kalkınca da:
-Gene görüşelim, yeni teşebbüsünde de başarılı olmanı dilerim! dedikten sonra, ben genellikle buralardayım! deyip ayrıldı. İsmail Hakkı Tonguç'tan ayrılınca kendimi bir kez daha akıl -mantık-sabır süzgecimden geçirdim, yaptığım, yapabileceğimin benim için en doğrusuydu. Hakkı Tonguç'a söyleyemediklerim vardı, onları da anlatsaydım belki öyle demeyecekti. Uzatmamak için bunları söyleyemedim:
-İller Yasasına göre Hatay Valisi beni İskenderun ilçe merkezinde görevlendirdi. Görevim, Arsus Bölgesinde 15 köy okulunu gezmek, öğretmenlerin sorunları çözmelerinde onlara gereken yardımları yapmak, ancak bir ek görevim daha var, İskenderun Mithatpaşa İlkokulu 4. 5 sınıflarının Müzik derslerine girmek. Bunun için İl onayıyla Mithatpaşa okulunda kalmam için özel bir yer ayrıldı, ev olarak orasını üç yıl kullandım. Milli Eğitim Bakanlığı bunu nasıl duymuşsa Milli Eğitim Müdürlüğüne değil İlçe Milli Eğitim Memurluğuna uyarı geldi, Gezici Başöğretmen İbrahim Tunalı, Gezici Başöğretmenler Yönetmeliğine göre (504 sayılı Tebliğler Dergisinde yayınlandığı söylenen yönetmelik henüz elimize geçmemişti) ilçelerde kalamaz! Bunu duyan Milli Eğitim Müdürü Nabi Taşar, o yazının çöpe atılmasını söyleyecek ölçüde sinirlendi. Böylece ben ayrıldığım güne dek İskenderun merkezindeki Mithatpaşa İlkokulunda kaldım. Bakanlığın bu anlayışsızlığına daha ne kadar katlanacaktım? Kendi ilime gitmek istedim, bana yanıt verildi:
-İlin İstanbul'a yakın olduğu için orasını isteyen çok!
Bunları kurarak okulu döndüğümde Hakkı Tonguç'la konuştuğumu Kemal Coşkunoğlu'na söyleyince Kemal heyecanlandı:
-İki gözüm beni o adama götür! Kemal'in "O adam!" söylemi dinleyenlerin bazılarınca yadırgandı. Kemal onlara kısacık, yalın bir yanıt verdi:
-Bu kim? diye babamı sorsalar hiç yüksünmeden O ADAM, benim babam! derim!
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
(*) 27 Mayıs 1960 olayından sonra Kurucu Meclis için seçimler yapılacaktı. Yasa gereği Türkiye Öğretmenler Federasyonu adına dört öğretmen temsilci seçilecekti. Ben de Tekirdağ Öğretmenler Derneği adına oy kullanacaktım. Bir de baktım adaylardan biri Rauf İnan. Benim bildiğim Rauf İnan öğretmen ama hiçbir dernekle ilişkisi yok. Seçmenler arasında yaptığım yoklamada Çiftelerli arkadaşlar onun seçilmesi için kapı kapı gezmiş. Oldukça şaşmama karşın sustum. Derneklerle ilişkili olmadığına göre kimi temsil edecek? Temsil hakkı Öğretmen dernekleri adına TÖDF'ye verilmiş. Örneğin İstanbul'dan eski bir öğretmen deyimiyle adaylığını öne süren Prof. Sadi Irmak'ın başvurusu dikkate alınmamıştır. Bu nedenle Rauf İnan'ın adaylığını engellemesi gerekirken ilgililerin umursamazlığı yüzünden büyük bir haksızlığı bile bile içine sindirmiştir. İşin acıklı tarafı, ömründe hiç bir öğretmen derneğinin kapısından içeri girmemesine karşın, TÖDF temsilcisi olarak Kurucular Meclisine Rauf İnan girerken, Öğretmen dernekleri için cansiperane çalışan Dursun Kut'la Şükrü Koç seçilmiş olmalarına karşın, aslı astarı olmayan kadro bahanesiyle kenara itilmişlerdi. Milli Eğitim Bakanlığının kusurlarını, eksikliklerini saatlerce öğrencilere anlatan Rauf İnan'ın bu inanılmaz gafı, kayırmayı, lütfu, ne denirse densin görmezden gelmesini bir tanış olarak hoş göremedim...
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde öğrenciyken, Rauf İnan'ın Müdür olarak geleceği haberini yayan Çiftelerli arkadaşları bugün de, o günkü gibi ayan-beyan anımsıyorum. Çok sevdikleri müdürlerini savunanların başında, benim ilk tanıştığım günden beri güven duyduğum Bekir Semerci vardı. Bekir'in savunma şekli ötekiler gibi lâf ü güzâf türü, içeriksiz değil, gözleme dayandığı için inandırıcıydı. Örneğin, Rauf İnan'ın iş konusunda içtenliğini, görevlileri izleyiciliğini, çalışkan öğrencileri öne çıkarıcı konuşmalarını övüyordu. Sonradan Dergiciler olarak kendilerini sıfatlandıran gruba katılan Bekir Semerci arkadaşın Rauf İnan'da gördüğü özellikleri andıran belirtilerin kendisinde de olduğunu sezince onun savunmasını hoş görmüştüm. Yıllar sonra (40 yıl) emekli öğretmen Bekir Semerci'nin yazdığı Türkiye'de İleri Atılımlar ve Köy Enstitüleri adlı kitabının 292. sayfasında anlattıklarını okuyunca üzüldüm:
-Bir tatil günü tek başıma öğretmenim ve müdürüm Rauf İnan' uğradım. Saraçoğlu Mahallesinde oturuyordu. Evinin bahçesine domates dikmiş. Onları çapalıyordu. "Bak ben Başkentin göbeğinde bile üretim yapıyorum! " diyerek övünüyordu. Ben derdimi anlatınca çapa elinden düştü. "Ben sizin için hiç bir şey yapamam! " dedi. Kendisini çok severdim. Konuştuğumuz zaman da Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olmuştu. Türkiye'de VİYANACILAR diye anılan eğitimcilerin başında sayılanlardandı. (Kendisi öyle söylerdi) Kitaplarını, derslerini, konuşmalarını çok severdik. Bir felâket anında da yanımızda olacağını umardık. Ben:
- Biz sizi çevresi çok geniş bir kişi olarak tanıdık. Bize elinizden geldiğinizce yardım etmelisiniz, Bizim konumuz baştan savuşturulacak (Yedek Subay Okulu'ndan çavuş çıkma konusu) konu değil! " dediğimde Rauf Hoca:
-Bak ben sana bir şey söyleyeyim. Sen Saffet Arıkan'a git. O, Köy Enstitülerini çok sever. Köy Öğretmen Okulları'nı kuran da odur. Şimdi de CHP Genel sekreteridir. Sen durumunu ona anlat. O, size sahip çıkacaktır!
(Rauf İnan'ın bu sözü içtenlikli değildi. Değerli insan Saffet Arıkan, 1945 Eylül ayında Hasanoğlan'a geldiğinde Rauf İnan evinden çıkmadı; Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin iki kez haber göndermesine karşın gelmemişti. İşin acısı, Saffet Arıkan'ın hediye ettiği piyanoyu demirbaşa geçirirken de ad yazmadan hediye denmesini istediği, yayılmıştı. Kızgınlığının nedeni olarak ise Avusturya'da öğrenim gördüğünü söylemesine karşın o zaman Milli Eğitim bakanı olan Saffet Arıkan'ın gösterilen belgeyi yetersiz görüp onu Gazi Terbiye Enstitüsüne atamaması gösterilmişti.)
-"Bence en iyi çare budur." dedi. Ben:
-Öğretmenim, madem ki siz onu tanıyorsunuz, sizinle beraber gidelim. Ben onu tanımıyorum, onlar tanımadıklarına sahip çıkmazlar! dedimse de Rauf Hocam:
-Beni dinle, sen ona git! deyince. "Siz beni savuşturuyorsunuz! diyerek yanından ayrıldım.
Oysa Bekir Semerci, Hasanoğlan Köy Enstitüsü/Yüksek Bölüm Müdürü olduğu zamanlar Rauf İnan'ın en güvendiği öğrencisiydi. Dergi çıkarılacağı zaman birileri kendi aralarında Dergi çalışmalarına katılmak için dolap döndürürken Bekir Semerci'yi o gruba güvenilir kişi olarak Rauf İnan kendisi katmıştı. Kızılçullu/Çifteler çatışmalarında da Bekir Semerci en sağduyulu davrananlardan biriydi. Müdür Rauf İnan'ın o dönemlerde ad vererek Bekir Semerci'yi övdüğü çok görülmüştü. Bunu çok iyi bilen Rauf İnan, hiç değilse onun gönlünü alacak bir tavır takınabilirdi.