Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

10 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 1943-1944 Yılı Öğrenime Başladı

 

Yüksek Köy Enstitüsü, üç yıl süreli, sekiz bölümlü bir Yüksek okuldur. Bölümler:

1-Güzel Sanatlar

2-Yapı İşleri

3-Maden İşleri

4-Tarım İşletmeleri

5-Tarla ve Bahçe Tarımı

6-Hayvan Yetiştirme (ıslahı)

7-Ev, El işleri

8-Kümes Hayvanları (ıslahı)

 

19 Kasım 1943 Cuma

 

Halil Basutçu akşamki konuşmalara hiç katılmamıştı. Mehmet Yücel arkadaş için yapılan yorumlara güldü ama, olumlu ya da olumsuz bir katılım yapmamıştı. Öyleyken bu sabah (ne değişti ki?) yanıma geldi özellikle bana:

-Sen bu işe ne diyorsun? diye sordu. Ben de düşündüğümü açıkça söyledim :

-Arkadaşın buraya gelmesi bence onun planladığı bir oyundu. O zaten okumak istemiyordu. Yakın zamana dek, okuma sözünü ağzına almamıştı. Okul Müdürü açık açık bizim kalmamızı isteyince doğrudan baş vuramadı, böyle bir oyunla ancak okula kapılanacaktı, o da onu yaptı!

Halil de, sanırım bunu düşündü ama ben söyleyince önce akla uygun bulmadığını söyledi. Ancak ben değişik yorumlar getirince işin öyle olabileceğine aklının yattığını söyledi. Gene de sezinlediğimiz olasılıkları arkadaşlara açmamaya karar verdik.

Kahvaltıya giderken gene dersler söz konusu edildi; Türkçe ile Edebiyat neden ayrı? Doçent Sabahattin Eyuboğlu'nun geldiği ders, Liselerde okunan Mantık-Felsefe, Gramer-İmla derslerinin bir bakıma toplamıymış. Bugün okuyacağımız ise doğrudan liselerde okunan Edebiyat derslerinin Edebiyat tarihi karşılığıymış. Bunları duyunca güldüm. Edebiyat Tarihi diye bir ders liselerde okutuluyor. Agah Sırrı adlı yazarın bendeki kitabı doğrudan Edebiyat Tarihi; üstünde de Lise 3. sınıf kitabı yazıyor. Yine bende İsmail Habib adlı yazarın Edebiyat Kitabı var. Onun da adı Edebiyat. Bunlar liselerde ders olarak okutuluyor. Sözüm bitmedi ama masam ayrı olduğu için ayrıldım. Bizim masada da aynı konu açıldı. 2. Sınıflara göre en şeker insan Edebiyat derslerine giren Hamdi Keskin'miş. Çok güzel şiir okurmuş, okuduğu şiirleri açıklarmış. Bunları dinleyince içim içime sığmadı:

-Dilerim söyledikleri gibidir. Sabahat Öğretmen gibi usandıracak türden ilgisiz kalmazsa hiç değilse seveceğim şiirleri çıkıp okuma alışkanlığı kazanırım. Müzik derslerinde de şiir okunacağını düşünüyorum. İlk müzik derslerimize gelen Adem Çağlayan Öğretmen ne güzel:

-Kır atınla dönüver-Bu dağlar inlesin Efem! diye elini tabanca patlatır gibi yapıyordu. İstiklal Marşı'nda da öyle:

-Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancakkk! diye “K” harfini sert çatlatarak sürdürüyoprdu. Geçen yıl Asım Öğretmen de şiir okumayı severdi. Doğrudan şiir okumadı ama, sözlerini yazdırdığı şarkılar için arada:

-Bunları şiir olarak da okuyun! derdi. Hamdi Keskin Öğretmenin okuduğu şiirlerden ad sordum. Mehmet Zeybek:

-Akşam oldu yine de bastı kareler! dedi. Orhan Doğan Mehmet Zeybek'e bakarak:

-Yok yok, “Her yer karanlık, ay mı tutuldu! Yoksaaaa!” diye uzatınca ben, buna benzer bir olayın geçmişte de geçtiğini anımsayıp, arkasını sürdürdüm:

-Pir-nur o mevki Mağrip mi yoksa Makber mi Yarabbb! Rüya değil bu; ayniyle vaki! dedikten sonra Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlbel gibi şairlerden şiir beklerken Şevki Aydın açıkladı:

-Çok eskilerden, Anadolu Beyliklerinden başlıyor. Menteşoğulları, Karamanoğulları gibi bir sürü oğullar var ya, işte o günlerden başlayıp günümüze dek geliyor deyince Abdullah Ön:

-Yahu, yalan yanlış bilgilerle kafasını karıştırmayın arkadaşın. Biz geçen yıl o dersi çok az okuduk. O nedenle öğretmen, dönemlere kısa kısa değinerek geçti. Daha geniş zaman içinde doğal olarak daha geniş duracaktır.

Biz kitaplıkta toplandık. Hamdi Keskin Öğretmen geldi. Gülümseyerek kapıdan girdi, el işaretiyle oturmamızı istedi. Oturunca, çok sakin olarak, dersliğimize geçinceye dek, burada sıkışarak oturacağımıza üzüldüğünü söyledi. Dersimiz üstüne sorular yöneltti. Geldiğimiz Enstitülerdeki Türkçe derslerinin durumlarını sordu. Sözü kitaba getirince ben hemen Lise kitaplarından Edebiyat, Edebiyat Tarihi olarak parçalar okuduğumu anlattım. Kitapların adlarını istedi. İsmail Habib ile Agah Sırrı Levend'i söyledim. Öğretmen bu kez:

-İşte arkadaşınızın değindiği gibi bu tür kitaplarda adını bulabileceğiniz değerli yazarlarımızdan, güzel Edebiyat ürünlerinden söz ederek derslerimizi sürdüreceğiz! dedikten sonra sözü doğrudan doğruya tarihe getirip Türklerin Anadolu'ya yerleşme evrelerini sordu. Şükrü Koç, Mehmet Toydemir, Hasan Gülün, Bekir Semerci arkadaşlar konuştular. Bekir Semerci Karaman Beyliği için işi tümden tarihe dökünce öğretmen uyardı:

-İyi ya Karamanlı dostum, Karamanlı Mehmet Beyden başkası yetişmedi mi? dedi. Dedi ama kendisi sözü hemen Osmanlı Beyliğinin kurulmasına getirip hepimizin az çok bildiğimiz ya da kulaktan duyduğumuz Mevlit'e getirdi. Mevlit'ten bir kaç dize okuyan oldu. Öğretmen bu arada Harname'den dizeler okudu. Harname diye bir parça okudum mu? Uzun süre anımsamaya çalıştım. Derste okumadığımız kesindi ancak Fikret Madaralı Öğretmen dışardan şiirler getirip okuyordu. Örneğin “Bir kaz aldım karıdan-Boynu uzun borudan” ya da “Geçti Bor'un pazarı-Sür eşeğini Niğde'ye” diye şiirler okumuştu. Hamdi Keskin Öğretmen bu arada bildiğimiz eşeğe eskiden “Har!” dendiğini söyledi. Öğretmen bunu söyleyince aklıma Ömer Seyfettin'in öyküsü geldi. Öykünün eşekle ilgisi yok ama nedense onu anımsadım. Edirneli bir kimse, hiç binmediği deveye biner, deve adamı tarlalar içinde dolaştırır. Tarlası ezilen sahipler adama güzel bir sopa atarlar... Kendi kendimi güldürdüm. Azıcık kıpırdandım da. Neyse ki, kıpırdanışımı öğretmen görmedi. Görüp sorsaydı ne diyecektim, bilmem.

Öğretmen bu kez de, “Divan Şiiri!” duyup duymadığımızı sordu. Duydum ama kalkıp konuşmaya cesaret edemedim. Herkesin sustuğu bir sırada Sami Akıncı parmak kaldırdı. Sami Padişahların çevresindeki yetkililerin toplandığı yere Divan dendiğini, bu toplantılarda şiirler de okunduğunu daha sonraları da Divanda okunmuş şiirlere Divan Şiiri dendiğini söyledi. Hamdi Keskin Öğretmen Sami'ye geldiği Köy Enstitüsünü sordu. Sonra da: “Sen bu söylediklerini bir yerde mi okudun yoksa karineden mi, yani kendi aklından mı yakıştırdın? dedi. Sami açık açık:

-Kendi aklımdan Öğretmenim! Ancak Divan denilen toplanma olayını tarihten öğrendim. Padişahtan daha yetkili bir makam olamayacağına göre başka Divan da olamaz! Hamdi Keskin Öğretmen Sami Akıncı'ya tumturaklı bir “Aferin!” çektikten sonra Sami'ye bakarak:

-Olay senin söylediğinin tıpkısı değil ama! derken bana doğru baktı. Benim tarafıma bakarken öğretmen:

-Değil! derken de içime kuşku düşüyor. Ya sözü bana çevirip:

-Peki, öyleyse nasıl? deseniz, işin içinden çıkamayacağım. İsterseniz gelin bir ortak noktada birleşelim:

Cumhuriyet öncesi dönemlerde aruz kalıplarıyla yazılmış şiirlere Divan Şiiri denir. Biz işi çok uzaklara götürmeyeceğiz. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u alınca sarayına şairleri toplamış, şiirlerini dinlemiş, ondan sonraki seçkin şairlerin şiirlerine toptan Divan Şiiri denmiş. Bu gruba giren ünlü şairlerin şiir kitaplarına da Divan denir. Örneğin Fuzuli Divanı, Baki Divanı, Nedim Divanı, Nef'i Divanı, Nabi Divanı gibi... Ben sözü kısa kesmek için olayı Fatih Sultan Mehmet'e bağladım ama gerçekte Divan Şiiri çok eskilere dayanmaktadır. Salt bizim değil tüm Müslümanların ortak şiirleridir, Divan Şiiri. Derslerimizde zaman zaman daha eskilere uzanarak örnekler okuyacağız.

Öğretmen Fatih Sultan Mehmet'in de şair olduğunu söyleyip bir örnek verdi.

 

Gazel

 

Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gider
İreşur fasl-ı hazan bağ-ı bahar elden gider
Her nice zühd-ü salaha nail olur hatırım
Gördüğümce ol Nigarı ihtiyar elden gider
Öyle hak oldum ki ah etmeye hayv eyler gönül
Laceren bad-ı saba ile gubar elden gider
Garre etme dibera hüsn-ü cemale kıl vefa
Baki kalmaz kimseye nakş-ı nigar elden gider
Yar için ağyar ile merdane ceng etmek gerek
İt gibi murdar rakip ölmezse yar elden gider.

Avni = Fatih Sultan Mehmet

 

Hamdi Keskin Öğretmen, “Başka hükümdar şairler de vardır!” deyince ben:

-Şah İsmail! deyiverdim. Öğretmen :

-Evet ama bizim konumuz, hiç değilse şimdilik bizim padişahlarımızla sınırlı! deyince sustum. Daha sonra, sıramın yanına gelince (konuşurken geziyordu) sordu:

-Şah İsmail'in şiirini nereden buldun? İsmail Habip'in kitabını gösterdim. Öğretmen gülümseyek:

-Şiir seven öğrenciler şiir defteri tutar. Her zaman böyle rastlantı olmaz. Sözü edilecek her şiir, (başka başka kitaplarda olacağından) ortaya getirilemez. Oysa sevilen şiirleri bir deftere yazınca çok büyük bir kolaylık kazanılır. Öğretmen böyle söyleyince beş altı parmak kalktı:

-Şiir defterimiz var! Onlardan cesaret alarak:

- Öğretmenim, benim defterim de var, Şah İsmail'in şiirini de defterimden ezberledim! deyince öğretmen bu kez, şiir ezberlemeye sözüme takıldı. Biraz gülümser gibi bakarak:

- Öyleyse bize şiir de okuyacaksın!

Yahya Kemal Beyatlı'dan unutmadığım Mahurdan Gazel'i okumak istedim. Hamdi Keskin Öğretmen bu kez:

- Onu bir başka derste dinleyelim! diyerek yüzüme baktı. Bu kez de şiir defteri için parmak kaldıranları bir daha sorguladı. Bizim Kepirteliler grubundan Sami Akıncı ile benden başka konuşan yoktu. Arkadaşlar Mehmet Başaran'ın şiir yazdığını söylediler. Öğretmen Mehmet Başaran'ı kaldırdı. Mehmet Başaran, şiir yazmaya çalıştığını ancak şimdilik başkalarına okuyacak ölçüde başarılı olduğu kanısında olmadığı için çıkıp okumadığını, başka şairler için tuttuğu büyükçe bir defterini ise buraya getirmediğini söyledi. Mehmet Başaran bunları söyledi ama oldukça sıkılmıştı. Yüzünün çok değiştiğini gören öğretmen şairlerin zorunlu olarak çıkıp şiir okuyacağını, şiirini okumayan bir şairin geçmişten bu yana gösterilemeyeceğini söyledikten sonra gülerek:

-Sözü Fatih Sultan Mehmet'le başlatmıştık, Bakın onun zamanında yaşamış bir şairimiz ne diyor! deyip bir şiir okudu:

 

“ Gazel”

Çıkalı göklere ahım şereri döne döne
Yandı kandil-i sipihrim ciğeri döne döne
Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olan,
Sevk ü zevk ile verir can-seri döne döne
Şam-ı zülfünle Mısır haraboldu deyu
İletti kebuter haberi döne döne
Sen olasın deyu yer yer dizilip ayıneler
Gelen geçene eyler nazarı döne döne
Sen durup raksedesun karşında ben boyun eyem
İne zülfün kaşe sen sim-beri döne döne
EY NECATİ YARAŞUR MUTRIB-İ ŞEYH MECLİSİNE
RAKSEDÜP OKUYA BU ŞİR-TERİ DÖNE DÖNE

Necati

Öğretmen, Mehmet Başaran'a bakarak:

-Görüyor musun? Şair Necati, kendine cesaret vererek “Çık şiirini şairler meclisinde oku!” diyor. Şiir yazanlar bundan kaçınamaz! dedi

Öğretmen daha sonra:

-Divan şiirlerinin çoğu kısadır; on dize on iki dize olur. Bunların adı Gazeldir. Çoğunun konusu aşk üzerinedir. Ancak buradaki aşk çoğu kez simgesel bir aşktır. Zaman zaman da aşklara değinerek bir aşk şiiri, yani gazel yazanlar olur. Divan şiirimizin en eski usta şairlerinden biri sayılan Dehhani'den bir örnek alabiliriz.

Gazel
Bir kadehle beni saki gamdan azad eyledi
Şadolsun gönlü anın gönlümü şad eyledi
Bende idi bunca yıllar kaddine servi revan
Doğrulukla kulluk ettiyçün azad eyledi
Hüsrevi huban eden sen dilberi Şirin lebi
Bisütun'u aşk içinde beni Ferhat eyledi
Od ile korkutma bizi vaız kim lali nigar
Canımız bizin oda yanmaya mutad eyledi
İsterisen mülki hüsn-i abad ede tad eyle kim
Padişahlar mülkini tad ile abat eyledi

Dehhani

- Bakın burada aşktan söz ediyor ama öyle açık açık bir aşk yok; geçmiş dönem aşklarından söz eder gibi.

Çiftelerli arkadaşlardan Veli Demiröz söz istedi. Öğretmen söz verince Veli Demiröz, tüm Köy Enstitülerini kastederek:

-Biz, Köy Enstitülerinde neden liselerde olduğu gibi dersleri kitaptan okumuyoruz? diye sorduğumuzda bize, kitapların yararsızlığından, Köy Enstitülerinin yeni bir eğitim başlattığından söz etmişlerdi. Bu arada beni göstererek, “arkadaşın aldığı kitabı ben de alabilirdim. Büyüklerimize inanarak almadım. Köy Enstitüsünü bitirip buraya geldim. Burada da başka tür çalışmalardan söz ediliyor. Oysa biz bu derste lise kitaplarıyla karşılaştık!” Hamdi Keskin Öğretmen biraz anlamlı anlamlı gülümsedikten sonra:

- İnsanlar kimi kez dalgınlıkla söylemek istemediği sözü söyler. Ayırdında değildir ama söylemiştir; ya da karşısındakiler öyle anlamıştır. Ben böyle durumlara düşmemek için sözlerime çok dikkat ederim. Arkadaşınız konuşunca kendimi bu açıdan süzgeçten geçirdim. Sonunda da kendimi temize çıkardım. Sözü şöyle çevireyim:

- Ben size kesinlikle lise kitabı alın ya da okuyun demedim. Dememem gerekir. Çünkü ben size öğretmen olarak geldim, sizlerin kimler olduğunu iyi biliyorum. Yıllardır bu kurumların kurulması, gelişmesi, başarılı sonuçlar alması için çaba gösteriyor, dileklerim oldukça mutluluğum artıyor. Lise kitabı sözünü bir arkadaşınız söyledi. Lise kitapları vardır, o kitapların içinde bir uygar insanı uygarlık düzeyine çıkaracak bilgiler vardır. Ancak o bilgileri alıp kendine kazandırması için insanların çok beklemesi gerekiyor. Bizim çok bekleyecek zamanımız yok. O nedenle daha kısa bir dönem içinde yetişme denemesi yapıyoruz. Ancak bizim de öğrenmemiz gereken bilgiler var. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir parçasıyız. Köy öğretmeni olacağız, köy Enstitülerinde çalışarak köylere öğretmen yetiştireceğiz. Köylülere okumaya özendireceğiz. Köylülerimiz çocuklarını salt Köy Enstitülerine değil Ortaokullar aracılığıyla liselere gönderecek. Bakın liseler nerede karşımıza çıkıyor. Öyleyse biz okulumuzda okumasak bile öğretmen olarak, lise kültürüyle bağlantı kuracağız. Gelelim arkadaşın sorusunun “Burada karşımıza çıktı!” söylemine!”... Öğretmen arkadaşın adını sordu. Öğrendikten sonra :

- Veli, inan bana, bu şiirleri okuyoruz, okuyacağız ama ben sizden bunların hesabını sormayacağım. Daha önce sanırım aranızda bu konuyu hiç konuşmadınız. Bakın altı arkadaş daha önce merak edip şiir defteri tutmuş. Şimdi susuyorlar ama içinizde şiirle gizli gizli uğraşanlarınız var. Gördünüz bir arkadaş ezilip büzülerek şiir yazdığını söyledi. İşte benim görevim bu. Bu tür arkadaşlarla bağlantı kurup onları yalnızlığından kurtarmak olacak. Bir başka açıdan ise salt seni değil o tür düşünenleri uyarmak gereğini duydum. Sizler, Köy Enstitüleri'ni bitirdiniz. Köylerinize dönmeyi değil de okumayı seçtiniz. Size burada üç yıl okuyup başarılı olanları daha yüksek görevlere atayacaklarını söylediler. Arkadaşlar bu şu demektir:

- Siz üç yıl yüksek öğrenim göreceksiniz. Yüksek Öğrenim demek adı ne olursa olsun Üniversite demektir. Geçen gün tren pasolarınız elimden geçti. Sevindim, bu bir başlangıçtır, Üniversite öğrencisi ne haktan yararlanıyorsa sizler de o hakları alacaksınız. Bu size bir şeyler anlatmalı. Lise kitaplarından da korkmayın. Alıp karıştırınca göreceksiniz sizin için fazla bir değer taşımayacaktır.

Öğretmen bundan sonra Köy Enstitüleri üstüne konuştu. Köy Enstitülerinde iş çalışmalarını öne sürerek salt işçi gibi gösterilişimizi eleştirdi:

- Köy Enstitülerinin gerçek değeri çalışmaya yönelik dirençleridir. O direnci ileriki yıllarda kültür derslerine yöneltince liselerin yıldızı sönecektir! Liseler rakipsiz bir durumda olduğu için gözde sayılıyorlar, ancak onlarda bilinçli çalışma giderek bozulup yozlaşıyor. Ortadaki çalışma öğrenime dayalı bir çalışma değil bir iş, bir mevki almak için geçici bir çaba düzeyine inmiş durumda! dedikten sonra kendi kardeşini örnekledi. Kardeşini çalışma konusunda bir süre sıkıştırmak istemiş. Ancak kardeşi arkadaşlarına uyarak çalışmayı, aklınca “İneklik” bir okulda pek revaçta olan bir sözü söylemiş. Kardeşi zar zor liseyi bitirip Üniversiteye girmiş. Üniversitede ise devam da zorunlu olmayınca kardeşi düpedüz hayta olmuş. “Ne de olsa kardeş!” tesellileriyle yıl sonlarını beklemişler. Ağabeyin tüm umutsuzluğuna karşın kardeş yıl sonunda yaz olmazsa güz gelince sınıfı atlıyormuş. Hamdi Keskin Öğretmen gülerek bunun nedenini sormuş. Kardeşi başarı gizini anlatmış:

- Sınavlar başladığında kapıda bekliyorum, sınavdan çıkanlardan soruyorum, söylenenleri aklımda tutarak sınava giriyorum, öğrendiğim soruların birinden biri kesinlikle çıkıyor!

Hamdi Keskin Öğretmen “kardeşim böyle bir öğretimden sonra yakın zamanda yargıç ya da avukat olarak yaşamını sürdürecek!” deyip kardeşinin, onun gözlemlediği biri olarak bildiğini, bunun kesinlikle tek o olmadığını, ayrıca kardeşinin bir merakının da yazarlık olduğunu, ondaki başarısını beğenip desteklediği söyledikten sonra bize:

- Siz, bir de hiç bir dala tutunamadan kapı bekçiliği yaparak sınıf geçenleri düşünün! dedi. Zil çalınca Hamdi Keskin Öğretmen, öteki öğretmenlerin söylemediği güzel dileklerle ayrıldı.

Tüm sınıf Yabancı diller için dağıldı, biz Kepirteliler Almanca dersine 15 arkadaş olarak giriyoruz. Yönetim binasında küçük bir oda gösterdiler. Gerçek yerimiz haftaya yetişecekmiş. Yönetim binasının üst katına çıktık. Eğitimbaşı Tahsin Türkay bizi görünce biraz kabaca:

- Hey heyyyy, nereye böyle Merasim Mirlivası (Tören Alayı anlamında) gibi! diye bağırdı. Almanca Öğretmeni de arkamızdan geliyormuş. Odaya gelince oturmadan sordu:

- Kim o arkanızdan bağıran? O da öğretmen mi yoksa? deyince güldüm. Arkadaşlar hep sustu. Susunca öğretmen daha da direterek bana:

- Bir soru sordum! diyerek dik dik baktı. Sami Akıncı beni kurtarıcı yanıt vererek öğretmeni yatıştırdı. Öğretmen Niyazi Çitakoğlu, her birimizin nereli olduğunu, anne-baba sağlık durumlarını, göçmen olanların nerelerden ne zaman geldiğini sordu. Sonunda da kendisinin de göçmen çocuğu olduğunu, oldukça zorluklar içinde okuduğunu anlattı. Soyadı üstünde özellikle durdu. Çitak, sözü gerçekte Çiti ak, bileşik sözünün ses aşınmasıyla öyleye dönüştüğünü söyledi. O, bunu söylerken içimde bir cızlama oldu. Gerçekten “Oldu mu, yoksa bana mı öyle geldi?” diye düşünürken öğretmen bana dönüp, ses aşınmasının ne olduğunu sordu. Ses aşınması sözünü Fikret Madaralı Öğretmen daha 1. sınıftayken haftanın günlerini anlatırken üstünde uzun uzun durmuştu. Örneğin cuma ertesi, söyleye söyleye cumartesi olmuştur. “Pazartesi de öyle!” dedikten sonra daha başka örnekler vermişti. Hoca Hanım-Hocanım, Mustafa Efendi-Mustafendi. Bana da köy adlarını sormuştu. Lüleburgaz köylerinden Kaya Beyli-Kaybeyli'yi-Babamın ablasının köyü, Kara Abalılar-Karaballar'ı söylemiştim.

Bunları anımsayınca toparlanıp soruyu yanıtladım. Daha çok iki sözle söylenen adlar, sesli durumlarına göre konuşmalarda değişikliğe uğrar; genellikle seslilerden biri eksilerek söylenir. Bu tür değişime ses düşmesi ya da sizin deyiminizle aşınma denir. Öğretmen bu kez de bana:

- Yani sen şimdi, benim söylediğimi benim şahsıma mı atfediyorsun? dedi. Bunun bir soru olduğunu anladım ama ne yanıt vereceğimi kestiremediğimden sustum. Öğretmen az durduktan sonra bu kez de neden sustuğumu sordu. “Atfetme” sözünü bilmediğimi söyledim. Öğretmen oldukça yüksek sesli olarak güldü:

- Bak, senin de bilmediklerin varmış, allame olsalar, gene de insanların bilmedikleri olur! deyip elindeki Almanca kitabı gösterdi:

- Bu kitaptan yararlanabilirsiniz! Kitap, Tahsin Gökşingöl'ün Almanca kitabıydı. Ben ondan hiç yararlanamamıştım. Ancak, düşüncemi çekindiğimden söyleyemedim. Gene de kendimi tutamayıp (Ortaokul-lise için yazılmış ciltli altı kitabı göstererek) sordum:

- Bundan yararlanabilir miyim? Öğretmen kitabı aldı, karıştırdı. Bana dönerek:

-“Ne güzel sahiplenmişsin kitapları!” diyerek kitabı kaldırıp arkadaşlara gösterdi. Oysa arkadaşlar yıllardır beni de kitaplarımı da biliyordu. Öğretmen bu kez:

- Sen Almancayı öğrenmelisin, hem de öğreneceksin, ben senin yakanı bırakmayacağım! Ancak bu kitap sana nafi olmaz. Bilmem neden, Milli Eğitim Bakanlığı bu kitapları birilerine yazdırdı ama onların çoğu Almanca bile bilmez; öylece derleyip topladılar işte! dedi. Bana da :

- Söylediklerime gücenme, ben öğrencilerimle hep tartışırım. Zamanla beni siz de tanıyacaksınız; “Doktor Niyazi Çitakoğlu kimsenin kalbini kırmaz!”

Birinci ders bitiminde öğretmen bize izin verdi, alt kata indik. Alt kattaki kitaplıkta ders görenler aralıksız ders yapıyordu. Onlara görünmemek için dışarı çıktık. Ders boyunca susan arkadaşlar birden ağızlarındaki baklayı çıkardılar:

-Bu adam bize Almanca öğretemez! Sami Akıncı çok yavaş bir sesle sordu:

-İlk derste daha neden böyle bir kanıya vardınız? Kimse savunma yapmadı ama kararlarında durdukları belliydi. Dönünce Sami Akıncı Doktor Niyazı Çitakoğlu'ya sordu:

-Öğretmenim, ben öğretmenden iki yıl ders alabildim, sonraki yıllarımda kendim çalıştım. Karşılaştığım Almanca yazıları okuyorum ama, konuşma pratiğim yok, karşılaştığım Alman ya da Almanca bilenle konuşmayı nasıl ilerletebilirim? Öğretmen Sami'ye Almanca soru sordu:

-Welche Schule haben Sie absolviert? Sami, Kepirtepe Köy Enstitüsü yanıtını vardi.

-Vas machen Sie in ihrer freizeit? Ona da Sami “Almanca çalışıyorum!” yanıtını verdi. Öğretmen Sami'yi çok beğendiğini söyledi. Öğretmen bundan sonra sınıfta başka kimse yokmuş gibi Sami ile ilgilendi, soru sordu, yanıtlar aldı. Zil çalınca ayrılırken bana gene takıldı, “Sami ile işbirliği yapabilirsin, Sami oldukça ilerletmiş, onun için de iyi olur!” deyip ayrıldı.

Öğretmen gidince biraz şaşkın, biraz öfkeli biraz utangaç bir süre oturdum. Baktım arkadaşlar hiç etkilenmemiş ya da yadırgamamış gibi gülüşerek çıktılar. Sami Akıncı da kapıdan çıkarken dönüp durdu; bana;

-Bu öğretmen kesinlikle gerçek Almanca öğretmeni değildir. Kimseye sormadım ama benim kanım bu. Gerçek Almanca öğretmeni o kitaplar için bunu söylemez. Çünkü o kitapları yazan altı kişiden dördü Alman. Bir Alman ne denli cahil olsa gene de Almanca bilir. Sami biraz da beni yatıştırmak için konuşuyordu ama haklıydı. Sahiden kitapları yazanlar: Besim Gürmen, Cemal Köprülü dışındaki Dr. Kopt-Prof. dr. Möller-Prof. dr. Steuerwald- dr. Stern gerçek Almandır. Böyleyken öğretmenin o denli kesin konuşmasına şaşarak yemeğe gittik.

Yemekte beni neşesiz gördüklerinden arkadaşlar sorular sordular. Almanca dersimizden kısaca söz ettim. Doçent dr. Niyazi Çitakoğlu hakkında onların da bir bilgisi yokmuş. O buraya bu yıl gelmiş. Konu değişti, yarınki konser olayı ortaya geldi. Herkes sevinçli. İçimden geçirdiğimi bir bilseler, şaşarlar. Onlar konseri konuşuyor oysa ben iki yıldır sabırsızlıkla beklediğim Süheyla Öğretmenimi sonunda göreceğim sevincini yaşıyorum. Gene de onlar düzeyinde sevinirmişçesine sorular sordum. Özellikle de sabahleyin alınacak öğle kumanyaları için bilgi edindim. 2. sınıfların kumanya görevlisi Şerif Yalman'mış bana:

-Kaygılanma, o işi birlikte hallederiz! deyince rahatladım.

Öğleden sonra bir olumsuz haber yayıldı. Sözde cumartesi günlerine askerlik dersi konmuş. Askerlik derslerine gelen Binbaşı Nuri Teoman:

- Cumartesi gününden başka günde gelemem! demiş. Askerlik derslerine girmek zorunlu. Öyleyse bizim bölüm konserlere gidemeyecek! Kendi aramızda bir süre sızlandıktan sonra, durumu öğrendik. Eğitimbaşı, ilk programı öyle yapmış ama bizim Bölümbaşkanı uyarınca durum değişmiş. Şimdi ise bir süre için Binbaşı Nuri Teoman cuma günleri akşam ders yapmayı kabul etmiş. Böylece Askerlik derslerimiz saat 18-20 arası iki sınıf bir arada olmak üzere programlaşmış. Bunu kesin olarak duyunca gene sevincimiz yerine geldi. Arkadaşlar bir yandan enstrüman çalışmalarını yaparken ara ara da yarınki konserden söz ediyorlar. Bir yandan onları dinliyorum bir yandan da duyduklarımı değerlendiriyorum. Uvertür çalınıyormuş. Uvertürün ne olduğunu biliyorum. Senfoni diyorlar. Senfoni için de az da olsa bir fikrim var. Plak listesine bakıyorum, sonat, serenad, Konçerto, süit, Kantat, oratoryo v.b.

Piyano sıram gelince her şeyi unutup uzun süre çalıştım. Salon boşalmış, Kadir Pekgöz daldığımı anlayınca geldi uyardı:

-Hemşerim, burada da bir Binbaşı ile cebelleşme! diyerek Kepirtepe'de geçen bir acı olayı anımsattı. Az sonra kitaplıkta gene tıkabasa sıkışarak oturduk. Binbaşı kapıdan girdiğinde doğru dürüst ayağa kalkmak bile zor oldu. Binbaşı için yüzü gülmez demişlerdi. Oysa Binbaşı Nuri Teoman güldü. Elinde eldivenle gelmiş, eldivenlere el değiştirerek selam verdi. Çok yumuşak bir sesle, önce dersimiz için açıklama yaptı:

--Derslerimizi, öbür derslerle karşılaştırmamamızı söyledi, “Öteki derslerin amacı başka bizim dersimizin am acı başkadır!” dedi. Askerliğin gerçekte bir meslek olmadığını, sürekli, zorunlu değil çok zorunlu bir görev olduğunu, ancak bu zorunlu görevin bir de bilgiye, beceriye dayanan tarafı olduğundan, bunun da giderek arttığından bir insanın kısa zamanda üstesinden gelemediği için kimi insanların ömür boyu bu bilgi-beceri yükünü üslenip yurda hizmet ettiğini anlattı. Savaşların tarih boyunca olduğunu, bundan böyle de olacağını, doğada tüm canlıların, düşman saydığı öteki canlılarla savaştığını, yakın zamanlarda ibretle izlenen Leyleklerle kartalların savaşını örnek verdi. . Sonunda da ordudaki subayları bu gözle görmemizi, askerlik görevini yüklenince de bu anlayışla subaylar arasına katılmamızı istedi. Halk içinde kimi insanların bu önemli noktayı kavrayamadığı için sınıf farkı varmış gibi gördüğünü, böyle bir yaklaşımla yanaşınca içtenlikli bağ kurulamadığını, bunun da beklenen yararı sağlamadığını anlattı. Binbaşı Nuri Teoman konuşurken hiç sıkılmadım, sözün tam anlamıyla kulaklarımı açıp (dikip dememek için) öyle dinledim.

İki saat dolmuş, Binbaşı Nuri Teoman, saatine bakıp:

-Zaten çok sıkışıksınız, vaktinizi de almayayım! deyince şaşırdım; meğer iki saati bile geçirmişiz. Binbaşı gene, girerkenki gibi selam verip gülümseyerek eldivenlerini eline alıp ayrıldı.

Yemekte 2. sınıfların görüşlerini öğrenmek istediğimden söze karışmadım. Yazık ki konuşanlar sözlerini hep korku üstüne oturttular. Fahri Yücel:

-Gülerek ısıran bir görünüşü var! dedi. Orhan Doğan:

-Çok babacan bir adam, böylesinden kimseye bir zarar gelmez! diye bir öncekinin tersini söyledi. Abdullah Ön ise:

- Ben oldum olası subayları sevmem! deyip çok kesin bir kanı yürüttü. Mehmet Yelaldı çok başka bir söz söyledi:

-Tüm öğretmenler bu denli bilgili olsa öğrenciler daha iyi yetişir! Tam karşımda oturan Halil Koçyiyit bana bakarak sordu:

-Sen nasıl buldun? Ben, az düşündükten sonra Kepirtepe'deki Yaşar Binbaşı ile yaşadığım olayı anlattım. Ondan sonra karşılaştığım tüm subaylar bana iyi göründü; bu ise olağanüstü bir etki bıraktı! deyince Hüseyin Çakar, Şevki Aydın, Şerif Yalman bana katıldıklarını söylediler. Orhan Doğan ise onun demek istediğine tercüman olduğum için teşekkür etti.

Yemekten sonra topluca plak dinlemeye gittik.

Bu geceki program:

1. Ludwig van Beethoven   No:61 Keman konçertosu   5 plak

2. Modes Peter Mussorgsky  Bir Sergiden Tablolar     4 plak

3. Bela Bartok       Romen Dansları       1 plak

Beethoven için Mehmet Öztekin Öğretmen bir anısını anlattı. Öğrenciyken onlar da her dönemdeki öğrenciler gibi şakalaşırmış. Beethoven'in ilk hecesinden yararlanarak arkadaşları başkalarına da “Beet” sözünü Türkçe söylenişi gibi söyleyip adlarının önlerine takarmış. Betahmet, Betmehmet, Betsalim, Betosman. Bir arkadaşlarının adı Teoman'mış, söylem giderek onun üstünde kalmış; Betteoman. Giderek ses düzeltmesi yapılmış: Bettoman, Betoman olmuş! Müzik Öğretmen Okulunun (sonra da Konservatuvar) ilk kuruluş yılları, öğretmenlerin çoğu yabancı, özellikle de Alman. Birisi çocukların konuşmaları duymuş. Oldukça da sinirlenmiş. Bir gün Öğretmenler Odasında,

-Olmuyor, biz bu çocuklara öğretemiyoruz, öğrendikleri hep yanlış. Yok Müzik tarihinde Bethofman, var Hoffmann, yok bet Betoman, var Beethoven, var Mozart, yok Musart! diye ayaklarını yere vura vura söylenmiş. Okulun Kurucu Müdür ünlü şef İhsan Künçer, olayı duyunca araştırmış; sonunda öğrencilerin yaptığı ad şakaları ortaya çıkmış. Abdullah Ön hemen Orhan Doğan'a:

-Betorhan'ı yapıştırdı. Öztekin Öğretmen bir süre gülümsedi, ancak:

-Biz, o şakaları geride bıraktık! deyip bana işaret verdi.

Beethoven konçertoyu 2. sınıflar daha önce dinlediklerinden hemen dikkat kesildiler. Onların bakışlarını izledim. Tıpkı benim tarlada, bağda ya da evden uzakta bulunduğum sıra gök gürültülerinden sonra yağmur beklediğim gibi; “Ha şimdi, ha şimdi yağacak” dermişçesine beklediklerini duyumsadım. Gerçekten sesler de öyle, sanki havada bulutlar ileri geri geziyormuşçasına gidip geliyor ya da azalıp çoğalıyor. Sonunda seslerin aralarından bir keman burgu deliğinden çıkarmışçasına yayılıyor. Çocukların ip oyunlarında yaptığı gibi sesler bir birine bir kaç kez asılıp bıraktıktan sonra keman iyice egemen oluyor. Bu kez, kemancı olarak biraz önde saydığım Mehmet Yelaldı'yı izledim. Oldukça kalın camlı gözlüğü olduğu için gözlerini göremiyorum ama, gülümsediğini duyar gibiyim. Öteki arkadaşlarda da değişen yüzler seziyorum, ancak Yelaldı'nın ilgisi beni daha çok çekti. Konçerto ilerledikçe daha başka benzetmelere kalkıştım; bütün sesler düzgün adımla yürürken keman onlara uymuyor. Uymuyor da diyemiyorum; uymasa bu denli düzgün çalınır mı? Öyleyse o da genel düzene uyuyor. Uyuyor ama, onun uyumu kendi ölçüleri içinde. Nasılsa geçmiş yıllardaki sınıfça bir yürüyüşümüzü anımsadım. 30 arkadaşız, 29'umuz ayak uydurmuş 6 Ali Güleren tek olarak değişik adım atıyormuş. Askerlik dersimize gelen Üsteğmen, Ali'yi öne çıkardı, komutla yürüttü. Ali, komutlara uyunca Üsteğmen birşey demedi ama, az önce görmüş olduğu uyumsuzluğu bize göstermek için deneme yaptırdı. Tek tek diziden çıkıp, yürüyenlere baktık. Herkes düzgün yürürken birisi bozuk adım atıyor. Söz gelimi herkes sol, o sağ atınca düzgün başlar arasında o baş kendini gösteriyor. Özellikle yanlışı yapan uzun boylu olunca durum oldukça gülünç oluyor. Üsteğmen bu denemeyi yaptırdıkdan sonra (biz olay kapandı sanırken) bizi uygun adıma geçirdi. Ancak bize ayrı Ali'ye ayrı komut verdi. “Yürüyüş Takımı sol-Ali sağ!” diyerek okula dönmüştük. O günkü yürüyüş dizisinde Ali'nin başı gibi buradaki keman da ötekilerden ayrılıyor ama o kendi içinde düzgün gidiyor. Tam bu sıra sesler kesildi. Kemandan tik tak şeklinde başka nesnelere vurulmuş dibi sesler çıkmaya başladı. Yay çekiliyor ama, yaylar düz sesler çıkarıyor. Akor yapar gibi tın , tın, tın edince plağın takıldığını sanıp ayaklandım. Öztekin Öğretmen anlamış, otur işareti verdi. Hayret! Sanki o işareti bana değil de kemancıya vermiş gibi keman düzgün çalmaya başladı, hızlandı, yavaşladı, çarpmalar yapıldı. Plak bitince öğretmen güldü, Konçerto özelliklerinden biri, belki de en önemlisi “Kadanslardır!” diyerek, ben plağı değiştirirken kadansın ne olduğunu anlattı. (Bir konçertoda besteci, serbest bir yer bırakır, çalan kendi becerisi ölçüsünde o boşluğu konçertonun genel ses düzenini bozmadan doldurur) Konçertoyu çalanın becerisi çok kez yaptığı kadanlarla ölçülürmüş. Besteciler kendileri de kadanslar eklermiş. Mozart tüm konçertolarına kadansları kendi eklemiş. 50 kadar konçertosu varmış. Arkadaşlar toparlanarak sordular:

-Nasıl yazmış bunları? Öğretmen:

-Bunları çok konuşacağız! deyip parmağını ağzına götürdü. Keman, ip çeker gibi sesleri kalından inceye inceden kalına alıp alıp bırakıyordu. Daha önce değindiğim yağmur ya da gök gürültüsü benzeri bölümler tekrarlandı. Keman bu kez, sanki bitecekmiş gibi bir kaç kez çekildikten son oyun havası gibi hızlandı. Gözlerim gene Yelaldı'ya kaydı. Nedense Yelaldı, kendi düşleri içinde olacak; benim bakışımdan hiç etkilenmeden yüzünü gerdirdi durdu. Plak bitmeye yaklaşırken 2. sınıflar gibi Öztekin Öğretme de sandalyesinde kıpırdadı. Plak bitince beklediğimin tersine kimse söz söylemedi. Bir ara Şevki Aydın'a baktım. Şevki Aydın sağ elinin parmaklarını topaç yapıp oynattırken dudaklarını da benzer şekle soktu; bu, olağanüstü anlamına geliyordu.

Öğretmen saatine bakarken ben 4 plaklı Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolar ilk plağını koydum. Öğretmen bir ara konuşma gereğini duydu ya da uyarmak istedi:

-Her plak beklediğimizi vermez, özellikle piyano parçaları keman çalan arkadaşlarımızı pek çekmeyebilir. Ancak biz burada hep kendi sevdiklerimi değil ortak değerde olanları dinleye ceğiz! dedi. Çalınan plak piyano olmasına karşın ben de pek sevimli bulmadım ama bu konudaki eksikliğimi düşünerek dişlerimi sıktım. İçimden sordum; Bir Sergiden Tablolar ne anlama geliyor? Sergiyi biliyorum; Malik Öğretmen dün uzun uzun anlattı. Bir sergi için de kitap yazdığını söyledi. Tabloyu daha önce de biliyordum. Gene de müzikle anlatımı uzun uzun düşündüm. Soramadım ama bir soran çıkmasını bekledim. Son plak bitince çoğunun rahatladığını gözledim, ancak kimse yakınmadı.

Tek plak Bela Bartok'un Romen Danslarını koyarken bir ses:

-Neden tek plak, bunun devamı yok mu? Ben bilmediğim için öğretmene baktım. Öğretmen:

- Var ama bu tek plak başlı başına bir bütündür. Başka zaman ötekileri de dinleyeceğiz!

İlk kez dinleyenler de çok sevdi. Bitince Öztekin Öğretmen Bela Bartok üstüne bilgi verdi. Bela Bartok bir Macar Besteci, yurdumuza gelmiş, Öztekin Öğretmen kendisiyle konuşmuş. Bunu söyleyince biz konuşmuş gibi olduk. Öztekin Öğretmen bu konu üstünde ayrıca durulacağını anımsatıp saati gösterdi. Bana da yarınki kumanya işini sordu. Böylece, “Konsere gitme işimizin gerçekleşmesine az kaldı!”diyerek coşkulu sevinçler içinde dağıldık.

Yatınca uyku muyku kalmadığını anladım. 1941 yılı eylül ayı sonlarında ilk kez aklıma takılan Konservatuvar sözü, sonraki dönemlerde nasıl bir evre geçirdi, neden bence bu denli önemsendi, zaman zaman da neden tavsadı? Bunları bir örgüymüş gibi koparmadan çözmeye çalıştım. Her ilmek ya da düğümde karşıma Süheyla Öğretmen çıktı. Her Süheyla Öğretmenle karşılaştığımda hemşerim Şerif Baykurt da karşımdaymış gibi gülümsedi.

 

20 Kasım 1943 Cumartesi

 

Bugünü en çok ben istermişim gibi bir duyguya kapılmıştım, oysa bütün arkadaşlar, özellikle de bizim birinci sınıftaki arkadaşlar can atıyormuş. Hem de salt konser değil Konservatuvarı görmek isteyenler varmış. Uyanır uyanmaz Konservatuvar, Cebeci, Cebeci köprüsü sözleriyle karşılaştım. Yusuf Demirçin arkadaşımız:

-Ben Ankaralı sayılırım, Ankara'yı benden sorun, akrabalarım orada yaşıyor! diyerek Konservatuvar yolunu anlattı. Abdullah Erçetin arkadaş ise beklemediğim bir dilekte bulundu:

-Konservatuvara gidiyoruz, biliyorsun orada bizim öğretmenimiz var, karşılaşabiliriz. Onun üstünde biraz değişik etki bırakmak istiyorum; ceketlerinden birini giyebilir miyim? diye sordu. Abdullah'ın giyim bakımından biraz kısıtlı olduğunu biliyordum. Kepirtepe'de de fotoğraf çektirir ya da özel gezilerde benim ceketleri giyerdi. Ancak burada, özellikle de Süheyla Öğretmen için böyle demesi beni düşündürdü. Olmaz demedim. Üç ceketim var, birini aldı. Aldı almasına da, Süheyla Öğretmeni işin içine karıştırması benim içime işledi!

Kumanya için giderken bir başka sevindirici olay oldu. Çifteler grubundan pek konuşmadığım bir bir arkadaş yanıma geldi, Talip Apaydın. “Kumanyalarımızı sen alacakmışsın, bizim işlerimizi yapıyorsun; yardım edebilirim; beraber taşıyalım!” dedi. Taşıma sözü biraz yanıltı olduğu için büyük bir yük olacağı düşüncesiyle, teşekkür edip “Olur!” dedim. Böylece, ilk günlerde mahkemelik olarak gösterildiğinden uzak durduğum bir arkadaşa yaklaşmış oldum. Talip'le birlikte Mutfağa gittik. 2. Sınıflardan Şerif geldi. Meğer kumanyalar öyle taşınmayacak türden değilmiş. Gene de Talip arkadaşla nöbetle taşımaya karar verdik.

Trende de Talip Apaydın, Yusuf Demirçin Abdullah, dördümüz bir arada oturduk. Yusuf Demirçin'le Talp Apaydın konservatuvarda öğretmen, aynı zamanda Opera da çalışan Ruhi Su üstüne övücü sözler söyledi. Sesi basbaritonmuş falan filan derken Cebeci'den geçtik. Cebeci'de inebilirmişiz ama öğretmen işaret etmediği için hazırlanamadığımızdan bakıştık kaldık. Zaten tren hemen kalktı. Bu kez Kurtuluş denilen durakta indik. Orası da Konservatuvara yakın. Konservatuvara girerken daha önceleri düşündüğüm gibi kendimde olağanüstü bir çekingenlik duymadım. Daha doğrusu heyecanlanan kimi arkadaşların telaşına kapılmadım. Konservatuvarda küçüklü büyüklü öğrencilerle karşılaştık. Bizi Faik Canselen Öğretmen karşıladı. Genel girişten sonra bir kat çıktık. Piyanolu büyükçe bir odaya girdik. Faik Öğretmen elinde bir kağıttan bize konserde dinleyeceğimiz eserleri tanıttı. Zorlu bir konser dönemine rastladığımızı, ilk dinlediklerimizin etkisiyle konserlerden soğumamamızı anlattı. Meğer bugün konserde bulunan iki eser de Programlı bestelerdenmiş. 1-Pol Duka (Paul Dukas) Fransız bestecisi, 2. Hector Berlioz (Hektor Berliyoz) o da Fransız besteci! deyip gülümsedikten sonra Faik Canselen Öğretmen:

-Dinleyeceğimiz ilk eser, Çömez ya da Acemi Sihirbaz.

Genç ya da acemi bir sihirbaz, bir ustanın laboratuvarında çalışmakta laboratuvarın günlük işlerini görmektedir. Çırak sihirbaz, kendi öğrendiklerini denemek için sınırlı iş gördürdüğü süpürgeye daha çok iş gördürmek ister. Süpürge bir odayı süpüreceğine neden beş-on odayı kendiliğinden süpürmesin? Neden çırağın taşıdığı suları taşımasın? Çömez Sihirbaz uzun uğraşlardan sonra süpürgeyi kendiliğinden çalışmaya alıştırmıştır. Ancak süpürge bu kez sihirbazın istediğinden çok iş görmeye başlar. Bu, sihirbazın işine gelmez tutar süpürgeyi ikiye böler. Amacı onu etkinlikten alakoymaktır. Ancak ikiye bölünen süpürge bu kez iki süpürge olmuş, ortalığı karmakarışık etmiştir. Örneğin bir yandan ortalık süpürülürken bir yandan da laboratuvar su dolar. Çömez Sihirbaz şaşkın şaşkın bakınırken ustası gelir, ortalık karışıklıktan kurtulur. İşte bu karışık olayı besteci Pol Duka müzikle anlatmak istemiştir. Değişen süpürgeyi seslendiren çalgı büyük orkestralarda sürekli bulunan nefesli sazlardan Fagottur.

İkinci dinleyeceğimiz eser de bir Fransız bestecidir. Ancak bu besteci dünya bestecilerinin büyükleri arasında belki de en önlerde anılmaktadır. Hector Berlioz (Hektor Berliyoz) Eserinin ad: Fantastik Senfoni... Berlioz (Berliyoz) Bu senfoniyi daha 30 yaşına ulaşmadan yazmıştır. Beş büyük bölümden oluşur. Bestelendiğinde besteci ona “Lirik-melodram” adını vermiştir. Konusu aşktır, ancak hastalıklı bir aşk ya da sağlıksız düşünceli bir gencin aşkıdır. Günümüzde çokça moda olmuş bir ruhsal bunalımlı gencin aşk devreleri de diyebiliriz. Birinci bölümde bunalımlı genç kendi kuruntuları içinde aşklar düşlemektedir. Çok kıskanç olduğunu düşler, sevgilisini varmışçasınca kıskanma duygusuna kapılır. Bu duygular içinde gezerken bir baloda sevgilisine rastlamıştır. İkinci bölümde, Sevgilisini, kendisini, öteki insanları, sevgilisini öteki insanlardan kıskanmasını anlatır. Üçüncü Bölümde ise. . Sıkılmıştır, kırlara çıkar. Kırlarda çobanlar karşılıklı kaval çalar, şarkı söylerler. Kıskanç aşık biraz rahatlar. Ancak gene sevgilisi aklına gelir. Ya sevgilisi kendisini aldatıyorsa! Dördüncü bölüm acıklıdır. Kendisini aldattığını varsayan kuşkucu aşık sevgilisini öldürdüğünü düşleyerek, idam edilip matem marşlarıyla defnedildiğini anlatır. Beşinci bölüm oldukça karışıktır. Oyun havaları arasında dinsel parçalar duyulur. Eserin öteki bölümlerde geçen melodileri andıran temalar tekrarlanarak biter.

Faik Öğretmen sözünü bitirince bize konser salonunu göstererek:

-Herkes gibi buradan girer yukarı balkona çıkarsınız. Çok dağılmayın ama çok da yumak gibi birbirinize sarılmayın! dedikten sonra ayrıldı. Faik Öğretmenin bu saatta dersi varmış, oraya gitti. Saate baktım tamı tamına 4 saat var. 2. sınıflar zaten çıkar çıkmaz yok oldular. Biz de Konservatuvar önüne çıkınca üç kola ayrıldık. Ben Ulus Meydanı grubuna katıldım. Zaten Talip Apaydın'la Yusuf Demirçin de o gruptaydı. Kadir Pekgöz'le Abdullah sinemaya gitmek için Kızılçullu grubu ile hemen istasyona koştu. Yenişehir'deki sinemaya gideceklermiş. Saat 14:30’da Konservatuvar önünde olacağız. Ben neden onlarla gitmedim? Yolda konuşmaları dinlerken bunu düşündüm. Az önce Faik Öğretmenin anlattığı genç gibi ruhsal bunalıma mı kapıldım yoksa? diye kendime sordum. Süheyla Öğretmeni göremedim. Böyle giderse görmem de olası değil. Saat 13:00’te öğrenciler dağılırmış. Konservatuvarda yatılı öğrenciler kalırmış. Süheyla Öğretmen yatılı olur mu, evi var Ankara'da. Yokuştan Ulusa doğru yönelirken bir sinema önünde durduk. Kalabalık. Sumer Sineması. Arkadaşlar girmek isteyince ben de onlara katıldım. Filmin adı İki Yetime. Uzunca bir filmmiş; ya da yeni filmlerin kısa tanıtımı falan derken iki saatı geçirdik. Çıkınca kumanyalarımnızı yeyip kalabalığa karışarak Ulus Meydanı'na indik. Sinemalar önemsenmeye başladı. Ulusta Yeni Sinema, Anafartalar'da Sumer Sineması. Yeni Şehir'de Ulus Sineması. Hemen aklıma takıldı; Ulus Meydanında Yeni Sinema, Yenişehir'de Ulus Sineması... Ulus’taki büyük bahçede oturup çay içtik. Hava serin gibi ama insanlar umursamıyor, bayanlardan iyice açık gezenler de var. Bizim bölümden 2. sınıflar topluca Yeni Sinema tarafından çıkınca sinemadan çıktıklarını sanıp bekledik. Meğer onların gittiği bir kahve varmış, Havuzlu Kahve, bize de orasını önerdiler, hem tenhaymış, hem de oyunlar serbestmiş. Oyunları sordum. Kağıt oyunlarından başka Tavla, satranç, domino, “Kısacası ne istersen var!” dediler. Konuşa konuşa Konsere döndük. Oldukça uzakmış, ya da biz geç kalmışız, ucu ucuna yetiştik. Salon tıklım tıklım doldu. Biz balkondayız. Yer olarak bizim okula orası ayrılmış. Böyle denince gocunanlar oldu. Muttalip Çardak hemen:

-Bizim onlardan eksiğimiz ne? deyiverdi. 2. sınıflar açıkladı:

-Tüm öğrenciler için parasız olarak bir ayırımmış bu. İsteyenler paralı bilet alabiliyormuş.

Alkışlar başladı, balkondan aşağıya bakanlar oldu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü eşiyle en öne geçip oturdu. As sonra gene bir alkış başladı. Bu kez de sahneye arkadan ak saçlı biri geldi, Cumhurbaşkanı İnönü'ye selam verir gibi yapıp orkestranın önüne dikildi. Orkestra Şefi Prof. Ernst Praetorius! Gözlüklü uzunca boylu , yaşlı gibi ağır hareket eden biri. Uzaktan bakınca hiç gülmediği sanılan bir yüz.

Ellerini kaldırınca sesler çoğaldı. Zurnamsı bir ses duydum. Faik öğretmenin söylediği o (adını unuttum) üflemeli çalgı bu mu acaba? derken hemen başka seslere karıştı. Ses kalabalığı giderek arttı. Seslerin tümü birden sanki Tam tatam ta, ta ta tam. tam tam diye bir süre tekrarladı. Sonra gene zurnamsı ses duyuldu. İçimden; “Bunun neresi programlı müzik” falan derken alkışlar başladı. Alkışlar başlayınca sahnede bir ayaklanma oldu. Gideceklerini sanırken gene oturdular. Şef Prof. Ernst Praetorius yüzünü onlara döndürerek bir süre öylece baktı. Bu kez çok daha derinden gelir gibi sesler başladı. Çok uzaklardan geliyormuş gibi ince keman sesleri, arada kalabalık sesler, duraklaya gide çoğalmaya başladı. Gene azalmalar çoğalmalar derken şef ellerini hızla sağa sola uzatınca yüksek sesler duyuldu. Başlayalı beri sakin sakın çıkan sesler yer yer gök gürültüsüne dönüştü. Gene bir sessizlik oldu. Bir süre de sesler arka arkaya gider gibi, azalıp çoğalarak sürdü. Daha fazla izleyemedim. İnsanlar, arka arkaya oturmuş, herkes bir öndekinin ensesine bakarak öylece duruyor. Kımıltı bile olmuyor. Bir süre onları gözledim. Cumhurbaşkanı İnönü benim yerimden tam olarak görünmüyor ama orada olduğunu görür gibiyim; içimden:

-O bile şimdi sessiz sessiz oturuyor. Birden kalkıp gitse ya da kalkıp şefe birşey söylese gibi anlamsız anlamsız düşünürken şef Prof. Ernst Praetorius ellerini hızlı hızlı kaldırıp indirmeye başladı. Bir iki güm, güm ettikten sonra gene sessizlik başladı. Sessizliği ben bitiş olarak düşünürken bu kez sesler su akar gibi sürmeye başladı. Sesleri bu kez uçurtmaya benzettim. Uçurtma uçururken kimi zaman uçurtma sağa sola düşer gibi iner kalkar düzelir gibi olur sonra gene bir sağa bir sola inecekmiş gibi gider gelir. Buradaki sesler de öyle. Birden durdu. Sahiden durdu sandım, başımı kaldırdım. Birileri de doğrulur gibi yaptı. Belli bir kıpırdanma oldu ama şefin elleri hep havadaydı, belli belirsiz inip kalkıyordu. Dikkat kesildim, sahiden keman sesleri geliyordu. Utandım. İçimden de yanımdaki insanlar kadar anlayışlı olmadığıma kızdım. Az uzağımda oturan Kadir Pekgöz bile hiç kıpırdamadan dururken ben onun kadar bile sabredemediğime üzüldüm. Az önümdeki öksürür gibi yaptı, yan gözle baktım, adam mendilini ağzına kapattı, başını iyice eğdi. Bir yandan da gözlerim şefin ellerinde; eller sürekli inip kalkıyor, arada da bir birinden farklı hareket ediyorlar. Kimi zaman da bir eli bir tarafa düzgün düzgün gidip gelirken öteki eli sert bir hareketle bir yere doğru dikine inip kalkıyor. Tam böyle bir hareketi izlerken birden boru sesleri geldi. Anladım ki, çalgı çalanların gözü şefin ellerinde. Sağ el bir yöne hızlı, inip kalkarken beşli çalgılar sertleşti. Sol el değişince sol taraf sesleri çoğaldı. Bir ara gene sessizlik oldu. Bu kez kesin olarak bitti sandım, oysa gök gürültüsü gibi aralıklı sesler geldi. Büyük bir sessizlik arkasından bir gümbürtü. Bir daha bir daha derken şefin eli bir yere çok yavaş inmeye başladı. Her inişte bir davul sesi geldi. Ardından gene başlardaki gibi toplu sesler, yürüyüş yapar gibi azalıp çoğaldı. Burası ilgimi çekti, bayramlarda çalan asker bandosunu andıran sesler giderek yükseldi derken bir gök gürültüsü geldi. Sesler de karşılıklı yükselmeye başladı. Şef bu sıra ayakları üstünde yükselirce hızlı hareketler yaptı. Uzun bir sessizlik oldu. Bu durumlara alıştığım için artık içimden “Bitti!” demiyorum, sinmiş olarak bekliyorum. Uzaktan sesler gene gelmeye başladı. İnce, güzel sesler arasında gümbürtüler arka arkaya gelmeye başladı. Bu arada bizim kampana sesini andıran bir ses üç dört kes duyuldu. İçimden gülesim geldi; “Her halde bizim kampana ile bitecek!” derken bu kez daha canlı sesler arka arkaya gelmeye başladı. Büyük gümbürtüler, arkasından koşar adım gelen keman sesleri, araların da homurtu türü sesler bir süre bir birini izledi. Ben gene yağmurlu havaları anımsadım; hava kapanır, bulutlar yeri iyice kaplar. Uzun süre gök gürleyip şimşek çaktıktan sonra damlalar düşmeye başlar. Böyle zamanları çok yaşadım. Yağmurun yağması beklenir ama yağmur yağmaz, uzun süre şimşekler çakar, insanları korkutur. Bu durum zaman zaman sonunda yağmuru getirir zaman zaman da yağmur yağmadan hava açılır. Sesleri, bu havalara benzetirken bu kes gerçekten insanların alkışları arasında çalınan eserin bittiğini anladım. Oysa tüm dikkatimle bitişi saptamaya çalışacaktım, Şef izleyicilere döndü, bir kaç kez selam verdi, son olarak da en öndekilere başını eğdikten sonra arka kapıdan çıktık. Öyle sanıyorum ki, izleyicilerin çoğu benim gibi bitmesini sabırsızlıkla beklemişti. Buna karşın insanlar alkışlarını sürdürdüler. Konserin bitmesine karşın alkışların neden sürdüğünü Şevki Aydın'a sordum. Şevki Aydın, beni şaşırtan bir yanıt verdi. Alkışlayanlar, konserin biraz daha uzaması için başka eserler çalmasını istiyormuş. İnanamadım!

Balkondan inerken Konservatuvar öğrencilerini gördüm. Birden konser sıkıntısı üstümden gitti. Dikkatle, özellikle kız öğrencileri süzmeye başladım. Aralarında Süheyla Öğretmeni andıran bir yüz yok. Genel kapıdan çıkınca dışarda bekleşenler vardı. Ben de birini bekliyormuşça gerilere çekilip çıkanları izledim. Bekleşenler hep buluşup gittiler. Tüm arkadaşlar gitmişti; “Yolu biliyorum, trene daha iki saat var!” deyip tek başıma Ulus'a doğru yöneldim. Üzüleceğimi sanıyordum oysa hiç üzülmedim. Bu kez de kendime kızdım, “Tutturdum bir Süheyla Öğretmen! Oysa Asım Öğretmen de var. Asım Öğretmen bu konserleri birlikte izlemekten söz ediyordu. Belki bugün o da gelmiştir. O, aklıma bile gelmedi!” deyip kendimi kınadım. Bakınarak Ulus'a indim. Hava oldukça soğudu. Arkadaşlardan Ali Kuş, Kamil Yıldırım, Nihat Şengül'le karşılaştım. Onlar da üşümüş. 2. sınıfların gittiği Park Kıraathanesi denilen yere gitmeye karar verdik. Çok yakın, Yeni sinemanın ardından dolanıp kolayca bulduk. Tüm 2. sınıflar orada. Büyük bir kahve; bir adı da Havuzlu Kahveymiş. Çay içtik. Kahve benim için yabancı değil, küçüğü büyüğü hep bir deyip çevreyi izledim. Karşılarda bir yüz ilgimi çekti. Gözlerimi kırpıştırarak tekrar tekrar baktım. Tavla oynadığı için yüzünü tam göremedim ama el, kol hareketlerine bakılırsa Asım Öğretmen. Kalkıp yakınlarına gittim. Asım Öğretmen, yan gözle bakıp, oyunu sürdürürken konuştu:

-Gel bakalım İbrahim, bak dediklerim nasıl çıktı! İşte Ankara'dayız. İkimiz de sevdiğimiz müzik alanında bilgimizi genişletiyoruz. Böyle konuşuyorduk, değil mi? diye sorduktan sonra:

-Ben bugünkü konsere yetişemedim. Ancak tüm konserleri izliyorum. Bugün ne çalınacağını da biliyordum. O senfoniyi çok dinlemek istiyordum ama olmadı; nasıl beğendin mi? diye bir çırpıda bir çok söz söyledi. Oyunları da zaten bitmiş, kutuyu kapatıp bir kahkaha attı. “Beni nasıl tanıdın?” diye sordu, saçları göstererek:

-Beni böyle hiç görmemiştin, saç şeklimi değiştirdim, bir de böyle olsun! deyip gene güldü. Oysa ben saç şeklinde bir değişiklik görmemiştim. Eskiden nasılsa öyle gibi geldi bana. Onların izinleri saat 18:00’de bitiyormuş, “görüşmek üzere!” deyip ayrıldı.

Arkadaşların yanına döndüm, dinlediğimiz konseri konuşarak saati doldurduk 18:45 olunca istasyona indik. Hava iyice soğudu. Hasanoğlan'a trenle dönüşümüz bizi ayrıca sevindirdi. Trende, yolda konuşmalar hep konser, Fantastik Senfoni, Çömez Sihirbaz ya da onların değişik söylenişleri üzerine oldu. Akşam yemeğine de rahatça yetiştik.

Yemekten sonra sıkı bir çalışma yaptık. 2. sınıflar bizim kadar hevesli değil. Mehmet Zeybek gelmedi. Onun saatini de kullanarak 2 saat piyano çalıştım.

Yatınca bir süre konseri düşündüm; onca çalgının çıkardığı sesleri o şef nasıl birleştiriyor? Şef Alman 'mış. Prof. Ernst Praetorius. Şefler nasıl yetişiyor acaba? Kendimi Konservatuvar önünde bir yerlere koyup Süheyla Öğretmeni gözettim. Faik Canselen Öğretmenin anlattığı Fantastik Senfoni'deki hasta ruhlu aşığı anımsayınca içim cızladı. Bunu bile bile hala Süheyla Öğretmeni, görmediğim, bilmediğim yerlerde görmeye kalkıştığımı, olmayan bir şeyi varmış gibi düşünmeye çalıştığımı anımsayıp dişlerimi sıktım. Ayırdında değilim ama yorulmuşum, esnerken uyudum.

 

21 Kasım 1943 Pazar

 

2. sınıfların karşılıklı şakaları bizi genellikle güldürüyor ama kimi kez de incitir gibi oluyor. Küçümseyen bir hava seziliyor. Örneğin bu sabah biri yüksek sesle sordu:

-O gittiğiniz konserlerde size de şarkı söyletiyorlar mı? Bu soruyu sorana konserin ne olduğu bir güzel anlatılıyor. Çevresindekiler de anlatılanları duyuyor. Böyleyken bir de bakıyorsun bir başkası bu kez:

-Eeee, size şarkı söyletmediklerine neden gidip duruyorsunuz oraya? Gerçi Abdullah Ön, yüksek sesle:

-Koca kafalı dostum, sen şarkıcılarla bizi karıştırıyorsun. Biz de senin gibi öğretmen olacağız. Konser dediğimize Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız geliyor. Onların bulunduğu yerde şarkıcı şarkı söyler mi? diyorsa da, bu kez bir başkası:

-Nedenmiş o? Atatürk bile şarkı dinlermiş; Atatürk'ün sevdiği şarkılar radyoda söylenmiyor mu? Kahkahalar arasında bir anlamsız tartışma sürüp gidiyor. Bu salt bu sabah değil başka zamanlarda da değişik biçimlerde yapılmaktadır. Kanımca öteki bölümlerdeki arkadaşların bir bölümü müziğe değer vermediği için o bölümü de küçümsemekte. Kepirtepe'deki yaşamımızı anımsadım, arkadaşlar müzik, oyun, eğlence türü etkinliklere hep küçümseyerek bakardı. Gerçi ben o zaman onlara;

“Kedi eremediği ete ‘murdar!’ dermiş!” deyip gülerdim ama, iş orada kalmıyor ;bu anlayış sanırım çok yaygın, gelecek çalışmalarda da karşımıza çıkacak. Şaka olarak ortaya söz söyleyen arkadaşa gülerek katılanların hiç biri:

-O dediğinizi ben de bir gün görmek istiyorum, kesinlikle göreceğim! gibi bir durumla karşılaşmıyoruz. Demek onlar, düşüncelerinin doğruluğuna tam olarak inanmışlar; onlarınki bir bakıma kesinlikle “Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük!” Atasözüne uyan bir durum.

Yatakhanedeki tartışma, daha doğrusu tartışma değil söz didişmesi yemekhaneye dek sürdü. Kahvaltıda da bizim bölüm arasında farklı bir görüş çatışmasına neden oldu. “Aldırma, İt ürür, kervan yürür!”deyimi gereği gülüp geçilmesi görüşüne karşı “Demir tavında dövülür!” görüşü öne sürüldü. Öncelikle Abdullah Ön, “Hiç değilse bu ayılara biz birşeyler öğretelim. Öğretelim de gittikleri yerlerde sussunlar. Çünkü onlar da bizim gittiklerimiz yerlere gidecekler. Oralarda bari buradaki gibi safralık yapmasınlar!” Söze karışmadım ama Abdullah Ön'ün görüşüne katıldım. Soranlar oldu:

-Peki ne yapabiliriz? Ne yapabiliriz sorusuna yanıt önce Mehmet Yelaldı'dan geldi:

-Bunları konserlere götürebiliriz! Genel bir öneri olarak olumlu bulunmasına karşın uygulanması zor olduğundan arka arkaya çık, çık, çık'lar geldi. Hasanoğlan'a orkestrayı getirtmek önerisi ise gülmelere neden oldu. Ben de onları sıra ile plak dinlemeye çağırmamızı önerdim. Abdullah Ön, beni destekledi:

-Bakın bu da önemli, bir dinlemeyle bir şey anlanmaz ama hiç değilse bizim sabırla dinlediğimizi görüp saygı duyanları çıkar. Az da olsa onları kazanırız. Böylece karşıcıların sayısı azalır. Yapı Kolu önde sayılanlarından Ekrem Ula yanımızdan geçerken inşaatı sordular. Ekrem Ula:

-Haftaya kendi salonumuza geçeceğiz. Alt katın işi hemen hemen bitti. Sağolsun Müdür Bey bizi Orta Kısım son sınıfla destekledi. Çocuklar bugün tüm iskele kalıntılarını kaldıracak. Biz de Yapı kolu olarak, dökülen, yarım bırakılan pürüzleri elden geçirip tüm katı kurumaya bırakacağız! dedi. 2. sınıfları sevinç sardı. Kendi binamız, kendi salonumuz sözleri tekrarlandı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü biz kurduk. 1941 yılı Aralık ayında oradan ayrılırken orada öğrenci kalmamıştı. Bizden sonra oraya başka enstitülerden öğrenci toplandığını biliyordum ama sayısal bir fikrim yoktu. Buraya gelince de son sınıf bulunduğunu öğrenmiş, iki de öğrenci tanımıştım Galip Gürler, Ahmet Kayalıdere. Ekrem Ula. “Tüm son sınıflar!” deyince sordum:

-Kaç kişiler ki? “70 öğrenci!” denince şaşırdım. Bu yıl Kepirtepe'yi 29 öğrenci bitirdi. Gelecek yıl 180 kişi bitirecek derken olayı büyütüyorduk. Oysa toplama öğrenciyle işe başlayan Hasanoğlan ilk yıl 70 öğretmen çıkaracak. Öyleyse   bizim tanımadığımız Köy Enstitülerinin genel sayısı çok. Bu fark nereden kaynaklanıyor? Trakya Bölgesi sahiden küçük mü, yoksa çevrenin ilgisi mi az? Köy Enstitülerinin kurulduğu bölgeleri gözlerimde canlandırmaya çalıştım; hiç birinin çevresi Trakya'dan büyük değil, ama hepsinin öğrencisi çok. Yoksa Trakya'da, halkın okumaya ya da bizim okula ilgisi mi az?

Banyo saatlarını duyurdular. Abdullah'la sözleştik, ayrı zamanlarda gideceğiz. Böylece piyano çalışma saatlerini çoğaltacağız. Geçen pazar bunu denedik ikimiz de hoşnuttuk. Bunu söylediğimizde Hüseyin Çakar bize:

-Ne iyi, iki arkadaş anlaşıyorsunuz. Biz de iki arkadaşız ama böyle bir karara alamadık gitti!” dedi. Abdullah nedense bu söze:

-Daha iyi ya, sen dilediğin kadar çalışırsın! Hüseyin Çakar:

-Yok arkadaşım, sürekli olunca insanın buna canı sıkılıyor; sanki ben kurnazlık yapıyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum. Neden o arkadaş kendi saatinde çalışmasın? Abdullah öğleden sonraya kaldı, Hüseyin Çakarın da bulunduğu bir grup Hasanoğlan'a gittik. Giderek Hasanoğlan için yeni söylemler doğmuş. Yeni bir kahve daha açılacakmış. Bizim okulun hemen yanına, bir bağ içinde (Okulun alt yolu kıyısı bağlık) bir dükkan açılmış. Derken bir de otel açılması dileği çıktı. Buna karşı olanlar:

-Neden otel, çocuklar için gelecekleri okulda konuk etmeliler. Kızılçullu'da bu yapılmışmış. Ancak yeni gelen müdür, bu işi kaldırmış. Yeni müdürlerini onlar da sevmiyormuş bir süre taklidini yaptılar. Kızılçulluların taklitçisi Küçük Hasan dedikleri Hasan Gülen (Gülel diyenleri de var) Müdür kızdığı birine bağırırken ne söylediği anlaşılmazmış. Birisini yanına çağırırken sayısızca bağırarak:

-Sen sen sen! deyip sağ elini yumruk yapıp işaret parmağı kalkık olarak sallarmış. Hasan da öyle yapıp öne çıkarak, istediklerine “Sen, sen sen!” diye bağırıyor. Bazı sözleri de söyledi ama tam saptayamadım. Veriyor musun? Geliyor musun? Türü soruları, gelinyon mu? Veriyon mu? şekline sokarmış.

Oldukça serin bir esinti var. Küçük Hasan, arkası dönük olarak hem konuşuyor hem de yürüyor. Meğer o yüzünün üşümemesi için böyle yaparmış. Ne ilginç bizim Kepirtepeli de bir küçük Hasan var ama o, büyükler gibi ağırdan alıyor. O Kepirtepe'de de öyleydi. Onun yerine küçüklüğü Yusuf yüklenmişti. Burada Yusuf da büyümüş durumda, eski konuşkanlığı azalır gibi oldu. Belki de gene öyledir, ben ayrı olduğum için öyle sayıyorum.

Banyodan çıkınca Mustafa Saatçı, Hüsnü Yalçın, Harun Özçelik kahveye gittik. Kahve dedikleri bir köy evi. Küçük oturaklar konmuş, insanlar, elleri dizleri üstünde oturuyorlar. Ben, hoşlanmadığımı söyleyip yürüdüm. Arkadaşlar da beni izledi. Bağ yolundan döndük. Orada açılacak kahve yerini gördük. Ancak oraya izin verilmemiş. Yapı bağ içine yapılmış. Yapı sahibinin yeri çok dar. İki adım ilerisi komşu bağları. Komşular, kendi bağlarına zarar vereceği için önceden şikayette bulunmuşlar.

Oradan doğruca bizim binaya çıktık. Arkadaşlara bizim çalışmalarımızı gösterdim. Mustafa Saatçı; “Beni açmadı!” (beğenmemiş) dedi. Hüsnü Yalçın, sözde beni korumak istedi:

-Senin Demircilik Atölyen de İbrahim'i açmaz! deyince gene bir tartışma başladı. Ben, kalıp çalışacağımı söyleyince onlar ayrıldılar.

Çakar geldi. Salondaki piyanoda sıra onun. Küçük odaya geçtim, sıra benim iki günlük eksiğimi tamamlama hırsıyla çalıştım. Faik Canselen Öğretmen bu akşam gelecektir. Gene gülerek:

-Gel İbrahim bakalım, neler yaptın? diyebilir. Numarasız egsersizleri tamamlamıştım, parçayı da başarmış gibiyim, bütün dikkatimle çalıştım. Bir ara Mehmet Zeybek geldi, beni lafa tuttu. Sırasını unutmuş, onun sırası sabah mıymış yoksa öğleden sonra mı? Karşı duvardaki yazıyı okudum. Güldü:

-Ben buraya gelmedim ki nerden bileyim? Verilecek yanıt hazır ama veremedim:

-Gitiğin yeri bildir de arkandan göndersinler! demek kolay değil. Yemek zili çalınca birlikte yemeğe gittik. Öğleden sonra da 2 saat salondaki piyanoda sıram var. Fırsat bulursam, plak listesi ile kitaplıktan Paul Dukas ile Hector Berlioz'un öteki eserlerini arayacağım.

Yemekte alt salonun camları takıldığı söylendi. Bu haber, sabahkinden daha etkili oldu, yemekten sonra gidip görme önerileri yapıldı. Gerçekten masadan birlikte kalkıp kendi binamız olarak benimsediğimiz yapının önüne gittik. Camları takılmış, ön merdiven tamamlanmış, içeri girilmiyor ama pencerelerden içerisi apaydınlık görünüyor. Sevinerek dağıldık. Ben Müzik salonuna, tasarladığımı yapmaya giriştim. Plak listesinde Paul Dukas adını buldum, ancak yanında L'Apprenti Sorcier yazılı. Bu, dinlediğimiz eser olabilir. Bir yandan da, arkadaşların çalıştığı sıralarda plakları karıştırmayı doğru bulmadığımdan sabrettim. Öteki besteci için bir iz bulamadım Hector Berlioz. Piyano çalışmam yukardaydı, Mehmet Zeybek erken kalkıp gidince sevinerek Bechstein piyanoya oturdum. Faik Öğretmenin verdiği parçada do-re-mi-fa-sol çift el sıralaması var. Onları su gibi yapınca daha ileri giderek do-re-mi-fa-sol-la-si-do ya uzattım. Daha güzel olmaya başladı. Ayırdında değilim o denli tekrarladım ki bu kez gözlerim kapalı çalmaya başladım. Hemen altında Asım Öğretmenle birlikte çalıştığım 21 nodan 25 noya kadar benzer numaralı parçaları tekrarladım. Kemancı arkadaşlar iki yanıma sıralandı:

-Sen hiç yorulmaz mısın? Onlara az önceki ezberden çaldığım gamları tekrarladım. Kolay bir olay ama arka arkaya hızlı çalınca öyle ses kalabalıklığı oluyor ki, dinleyenler önemsiyor. Arkadaşlar hayretle baktılar. Hemşerim Kadir gene numarasını yaptı:

-Siz ona bakmayın o, yıllardan beri bunlara çalışıyor. Bu metodu yeni gördüğü için, acemi gibi davranıyor. “Hoppala!” demem gerekirken demedim. Ancak bu doğru değildi ama hoşuma gittiği için sessiz kaldım. Arkadaşların beni küçümsemesini istemiyordum. Gerçekte onlar kadar geri olmadığım gibi Hiç değilse tutulacak bir tarafım olduğunu da biliyordum. (Akordiyon çalışımı anımsatmak için) Ayrıca müzik alanında küçümsenmeyecek teorik bilgim var.

Biz yemekteyken Faik Canselen Öğretmen geldi. Faik Canselen Öğretmen öğrencilerle yemek yemekten hoşlanıyormış. Yanında bir başka öğretmenle konuşa konuşa yanımızdan geçti. Yanındaki öğretmen de ünlü bir botanik profesörüymüş. Prof. dr. Hikmet Birand. Yemekten sonra koşarak salona gittim. Amacım plakları araştırıp yeni bilgilerere kapı açmak. L'Apprenti sorcier'e saplanıp kaldım. Birden kendime karşı oldum; “İyi bilmediğim bir konuda neden öne çıkmaya çalışıyorum? L'Apprenti Sorcier'i kimse bilmezken ben bilirsem ne olacak?” Plak listesi elimden düştü. İstemeye istemeye eğilip aldım. Az ileride keman çalışanlar, konuşanlar vardı. Sesler birden kesildi. Baktım ünlü profesörle Faik Öğretmen gelmiş. Faik Öğretmen gülerek bana:

-İbrahim, bu gece buranın hükümdarı ben olacağım, plakları ben seçeceğim, Sevgili profesör benim çalmamı istiyor ama bende onun zevkine uyacak ne beceri var ne de cesaret. İyisi mi senin plaklarınla bir nebze olsun konuğumuzun gönlünü yapalım. Faik Öğretmen Profesör Hikmet Birand'ı Öztekin Öğretmenin koltuğuna oturttuktan sonra plak listesini alıp, eliyle koymuş gibi Beethoven'in önce Leonora, sonra Coriolanus uvertürlerini seçti. Tüm arkadaşlar az arkalara oturdular. Mehmet Öztekin Öğretmen birinci uvertürün bitiminde geldi. Kısa bir konuşmadan sonra o da arkalarda bir yere ilişti. Bu kez de gene Beethoven'in Keman konçertosunu koydu. Faik Öğretmen ilk plağı koyduktan sonra pikabı bana bıraktığı için sürekli tetikte durdum. Ara ara da Profesörü izledim gözlüklü, uyur gibi durdu ama kesinlikle uyumadığı gibi çok önemli yerlerde başını oynatarak sesleri izledi. Sonunda kemanın oynar gibi inip çıkmasında ise düpedüz eliyle hareketlere uydu.

 

Prof. Dr. Hikmet Birand

 

Konçerto bitince Faik Öğretmen şaka yollu da olsa özürümsü sözler söyledi. Gelecek akşamların birinde böyle görkemli olmayacak ama kendisine özgü mütevazi bir program gerçekleştirmeye gayret edeceğini söyledi. Öztekin Öğretmen de saatine bakarak; “Zamanımız geçmiş durumda, bu gecenin programı da bu olsun. Müzikte tekrarlar, beyinde kök salar. Şef prof. Praetorius'u gördünüz, koskoca senfoniyi ezber çaldırıyor. Onu nasıl ezberledi sanıyorsunuz? İşte böyle dinleye dinleye. Profesör Hikmet Birand hepimize teşekkür etti, çok şanslısınız!” deyip güleç bir yüzle ayrıldı.

Öğretmenlerin arkasından arkadaşlar da birer ikişer gittiler.

Onlar gidince kendi kendime konuştum:

-Nasıl da sezmiştim, bu gece konserden söz edilmeyeceğini!

Faik Canselen Öğretmenin profesöre karşı davranışlarını anımsadım, övücü, onurlandırıcı ne güzel sözler sıfatlar kullanıyor. Oysa köylerdeki insanlar bu tür konuşmaları yapmak şöyle dursun, yapmadıkları için onları suçlayıp canları bile alınsa zaten yapamazlar. İstemeyerek gene köye gittim. Oysa ders günlerinin gecelerinde de düş kurmayacaktım.

 

22 Kasım 1943 Pazartesi

 

Haftaya, pazartesi günü tüm bölümlerin kültür dersleri başlıyormuş. İkinci sınıfların bir bölümü durumdan hoşnut değil. Onlar, geçen yıl bir çok dersi Ankara'da görürlermiş. Dersten sonra gezecek vakitleri olduğundan kendilerini daha özgür buluyorlarmış. Bu yıl, derslerin çoğu okula gelen öğretmenlerce yapılacakmış. Buna karşı olanlar, parmaklarıyla gün saydılar: Ekonomi-İşletme ile Bahçe Ziraatı gene iki gün Ankara'ya gidecekmiş. Öteki bölümlerin gitmesine gerek yokmuş. Böyle diyenlere ateş püskürenler oldu:

-Bölümler arası fitneliğe dikkat! Bizim bölümün derse gidişi yok ama gene de konser için cumartesileri tüm gün gitmiş sayılıyoruz. “O da bize yeter!” diyoruz.

Hava oldukça soğuk, Orta bölüm nöbetçi sınıfı bizim soba için odun getiriyor ama yakacak nöbetçi bizden oluyor. Bugün 2. Sınıflardan Halil Koçyiğit nöbetçi. Halil Koçyiğit'in rahatsız olduğu söylendi. Öztekin Öğretmene karşı ben de kendimi sorumlu tuttuğumdan, sobayı doldurup tutuşturmak istedim. Kibrit bulmak sorun oldu. 2. sınıflara sorunca Abdullah Ön önce nöbetçiyi sordu, arkasından da “O, zaten her zaman kaytarır!” dedi. Tartışma başladı. Mehmet Yelaldı hiç beklemediğim bir çıkış yaptı. Abdullah Ön'e:

-Sen zaten fırsat kolluyorsun, öfkeni dizginlemeye çalış! dedi. Ekrem Bilgin'le Talip Apaydın bana yardım etti. Önce büyük sobayı yaktık. Öğretmenler salona geldi. Mahir Canova Öğretmen hemen piposunu yaktı. Gülerek:

-Derslerde içmediğime göre derse kadar içebilirim herhalde! diye de sordu. Hilmi Girginkoç Öğretmense, sesini dener gibi bir kaç kez, ıhık, kıhık yaptıktan sonra arkadaşlara bakarak:

-Şiddetli soğuklarda biz rahat çalışamayacak mıyız yoksa? deyip güldü. Mahir Canova yanıtladı:

-Siz de bizim gibi konuşarak ders yaparsınız beyim, hep şarkı söyleyecek değilsiniz ya! deyince Hilmi Girginkoç Öğretmen bu kez de:

-O dediğiniz bizde zaten var, ancak bizde “Resitatifler” aralarda yapılır. Faik Canselen Öğretmen söze karışarak:

-Siz de resitatiflerinizi uzatıverirsiniz canım, ne var yani! Operalarda bunlar hep yapılmaktadır. Öğretmenler, aralarında bir süre konuştular. Mozart operalarında resitatifler çokmuş. Faik Öğretmen:

-Bir çatı altındayız ama sanki aramızda dağlar varmışça bir birimizden haber alamıyoruz. deyince Hilmi Girginkoç Öğretmen “Fidelyo'dan sonra Satılmış Nişanlı hazırlandı, çeşit olsun diye öteki operalardan perdeler hazırlıyoruz. Böylece daha çok opera tanıyoruz!” dedi. Mahir Canova Öğretmen söze karıştı, Hilmi Girginkoç Öğretmene bakarak:

-Sonunda bize uydunuz, biz, yıllardır aynı taktiği kullanıyoruz.

Mehmet Öztekin Öğretmen:

-Sayın Öğretmenlerim, yerimizin sıkışık olduğunu biliyorsunuz, az olan grupları küçük odalara alıyoruz. Faik Canselen Öğretmen “ben odamı biliyorum” deyip yürüdü. 2. sınıflara dersi olan Mahir Canova Öğretmen de gülümseyerek 2. sınıflara işaret etti, yandaki odaya gittiler. Faik Canselen Öğretmen iki öğrenci aldı, Hüseyin Çakar. Mehmet Zeybek; Mahir Canova ise 7 öğrenci aldı. (2. sınıflar 9 kişi, ikisi ise bu günlük özel olarak piyanoya ayrılmış)

Numara sırasıyla oturduk. Nasıl verilmişse bilmiyorum; benim numaram 131. Bu benim bugün çok işime yaradı. Öğretmen hep ilk numaradan başladı ortalarda konuyu değiştirip anlatmaya dalınca sıralama aksadı. İnsan sesleri dışında ben de hiç söze karışmadım. Böylece ikinci şan dersim de çok iyi geçti diyebilirim. Ben rahat diyorum ama Hilmi Girginkoç Öğretmenin gözleri başka arkadaşlara kayıyor. Nihat Şengül'ün, Abdullah'ın, Talip'in adlarını ikişer kez sordu. Onların okuyuşları iyi olduğuna göre demek onlardan daha çok umutlandı. Haftalık ödev aldık. İnsan sesleri. Tını olarak herkes kendi sesini piyanoda kendi saptayacak. Hiç düşünmeden:

-Aaa, piyanolar, günlerce tutsak olacak! dedim. Azmi Erdoğan'la Muttalip Çardak benim sözümden alındılar:

-Piyanolar babalarının malları sanki! Önemsemedim ama gene de bir iki söz söyledim:

-O sözü ben söyledim; tek olarak ben, birinci şahıs. Sizse işi hemen çoğullaştırdınız. Abdullah, Hüseyin Çakar, Mehmet Zeybek de araya sokuldu. Biz dört arkadaş piyanoyu seçtik, dört arkadaş bölüşerek çalışıyoruz. Sizin rahat kullandığınız enstrüman çalışma zamanının yarısı bize eşit. Bu nedenle ben sıramın o az bölümünü doldurarak size yetişmeye çalışıyorum. Bu nedenle o sözü söyledim. Sizin piyano çalmanıza karşı olamam; az sonra gider isterseniz piyano öğrencisi olabilirsiniz. Bunları bilen bir insan olarak piyanoları sizden nasıl kıskanırım?

Araya girenler oldu. En doğru sözü Ekrem Bilgin söyledi:

-Arkadaşlar başımızda bizi yöneten insanlar var, onlar aramızdaki anlaşmazlıkları çözerler! dedi. Dedi ama, azıcık da beni haklı çıkardı. “Herkes kendi hakkını korur, çalışma saatimde biri benim kemanımı alsa, ben razı olur muyum? Arkadaşlar, biraz da bu açıdan baksınlar!” Konuşan olmadı. Ancak giderek bir olumsuz çevre içine alınmaya başlandığını sezer gibi oldum. “Babalarının malları mı?” Özellikle Azmi Erdoğan! Zira piyano çalışırken sık sık gelip başımda duruyor. Kimi kez de elini uzatıp ince seslere el atıyor. Ben bu tavırları yakınlık sayıyordum. Meğer o bunları Baba malı saydığından yapıyormuş. Bir daha yaparsa, unutamayacağı bir ders vereceğim. Bu kararım kesin. Herkesin gözü önünde, elinden tutup kolunu kıvıracağım. Bir daha yapıp yapmayacağını sorup kıçına da bir tekme vuracağım. Ancak bunu, kendi çalışma saatim içinde arkadaşların da çalıştığı bir anda yaparsam tarafsız tanıklarım olacağından Öztekin Öğretmen bana kesinlikle ses çıkarmaz.

Mahir Canova elinde bir kitapla geldi. Kitap gri renk ciltli bir kitap. TİYATRO TARİHİ-Yazan Doçent Bedrettin Tuncel-Ankara Tarih, Dil, Coğrafya Fakültesinde Fransızca Doçenti-Devlet Konservatuvarı Tiyatro Tarhi Öğretmeni. Öğretmen kitabı kaldırarak:

-İşte çocuklar, olayın ciddiyetini anlatabilmek için size bu kitabı getirdim. Benim dersim iki okulda da aynı ağırlıkta sürecek. Bu, şu demektir, tiyatronun ne olduğunu bir konservatuvar öğrencisi ciddiliği içinde sürdüreceksiniz. Yüzeceksiniz ama dalgıç olmayacaksınız. Yüzeceksiniz ama salt canınızı kurtaracak kadar değil, boğulma tehlikesine düşenleri kurtaracak ölçüde yüzeceksiniz. Tiyatro, salt sahnede oynamak değildir, sahnede oynananı izlemek, ondan çıkarılacak dersi doğru çıkarmaktır. Tiyatro aynı zamanda bize geçmiş zamanı en canlı şekliyle gösterir. Örneğin tarih dersinde yıllarca Jül Sezarı okuyan bir kimse, sahnede Wilhelm Shakespeare Jül Sezar'ını sahnede bir kez görünce yaşam boyu unutmaz. Unutamaz, çünkü tiyatro ona Jül Sezar'ı Sezar olarak sunar. Gözü, kulağı, beynindeki Sezar'la ilgili bilgiler bir bütün olarak belleğine kazınmıştır.

Öğretmen bundan sonra kitaptan sayfalar açıp okudu. Özellikle eski topluluklardaki tiyatrolar ilgimizi çekti. İlk tanıdığımız Çin-Japon tiyatroları bize ilginç geldi. Bizim köylerdeki kimi gelenekleri andıran oyunların sahnede oynanması, Tiyatroda oynayan kişilerin bizim köylü kılıklarını andırmasını ilginç bulduk. Mahir Canova Öğretmen kitabı bana verdi:

-Bu kitap, kitaplığın olsun. Bir süre sonra hepinizin bir kitabı olacak, bunu ara sıra senden isterim, burada kalsın! dedi. Buna sevindim, çünkü bu, kitabın benim olması gibi bir şeydi. Ben saklayacaktım. Kitabı aldım. Kitap tıpkı benim Şaheserler Antolojim gibi parlak, beyaz kağıda yazılmış, içinde renkli resimlerin oluşu ayrıca beni şaşırttı. Roma ile Yunan tiyatro bölümleri bana Orta birinci sınıftaki tarih derslerini anımsattı. Fikret Madaralı Öğretmen bunları bize ayrıntılarıyla anlatmıştı.

Mahir Canova Öğretmen dersleri ikiye bölüyor. Kısa da olsa dağılıp toplanıyoruz. 2. derste konuştuk, yüksek sesle konuşmalar yaptık;giden birilerini çağırdık. Ben onlarda da başarılı olamadım. Ancak Mahir Canova Öğretmen beni fazla eleştirmedi, tersine okşayıcı sözler söyledi. Özelikle de:

-İnsanlar yaşlandıkça daha tutuklaşır. Çocukluğun o atak durumları olgunlaştıkça kaybolur! dedi. Buna karşın, Kadir'i, Halil Yıldırım'ı özellikle de Azmi Erdoğan'ı açık açık eleştirdi:

-Başını gereksiz yere devindirme, gülmediğin durumlarda da gülermiş gibi bakışın yapmacık oluyor. Bunlar ilerde senin kişiliğini etkiler! dedi.

Yemekte 2. sınıflar uzun uzun yakındı. Mahir Canova Öğretmen kendilerine romanlardan rol seçmelerini söylemiş. Onu tartıştılar. “Ya roman okumamışsa!” diye bakan oldu. Ayırdında olmadan  “Tıs!” diye güldüm. Fahri Yücel biraz küçümseyerek:

-Okumamış olamaz mı? diye sordu. Yanıt vermeyeceğimi sandı, sorusunu tekrarlayınca ben:

-Olamaz, Köy Enstitüsünü bitiren biri bunca gürültü patırtıdan, okuma üstüne yapılan övgülerden sonra biri hala bir tane olsun roman okumamışsa onun burada (elimle göstererek) yeri olmamalı! dedim. Hüseyin Çakar, Orhan Doğan, Mehmet Yelaldı beni desteklediler. Fahri Yücel sözü değiştirip kendisinin okuduğunu, ancak çalışkan kimi arkadaşlardan okumayanlar olduğunu bildiği için öyle söylediğini anlattı. Ancak Mehmet Yelaldı'nın kendisini doğrudan hedef alarak konuşmasını eleştirdi. Bu kez de Mehmet Yelaldı ağır bastı:

– Kendinin bulunmadığı durumların sorumluluğunu üslenmeye kalkışışın dürüstlük değil. Düşün ki (beni göstererek) arkadaş diretmeseydi, bu konu böyle kapanmayacaktı. Fahri Yücel, “Nasıl kapanacaktı?” Mehmet Yelaldı bu kez de:

-Nasıl kapanacağını sen de biliyorsun; içimizde tek bir roman bile okumayanlar var. Var ama onlar da Köy Enstitülerinde çok kitap okunuyor söylemleri arasında geçip gidecekler. Abdullah Ön güldü:

-Ne diyorsun Yelaldı? Doğrusu da o değil mi? Kaygusuz Abdal'ı geçen yıl birlikte okumuştuk. Uzun uzun tartıştıklarımızın çoğu şimdi ilçelerde berberlere girip dükkan beğenmiyorlar! deyip güldü.

Saatı gösterip ben kalkarken Hüseyin Çakar da kalktı:

-Bizim piyano derslerimiz var!

Faik Öğretmen bizden önce gelmiş kendi bestesini çalıyordu. Salondaki arkadaşlar sus pus olmuş dinliyor. Ayaklarımızın ucuna basarak biz de salona girdik. Faik Öğretmenin başı havada gibi, sanki tavan çizgisinde bir şey gözetler gibi başını gezdirerek bakıyor. Ellerse piyano üstünde onun elleri değilmiş gibi geziniyor. Bir süre şaşkın şaşkın baktım. Acaba piyano çalmayı öğrenince ben de böyle çalabilecek miyim? gibilerde düş kurdum. Öztekin Öğretmen konuşarak kapıdan girdi. O girince ayaklananlar oldu, Faik Öğretmen gülerek:

-Yeter bu kadar konser, ne derler ona, “Mabadı yarın” mı? Hadi ben de “Mabadı haftaya!” diyeyim! deyip ellerini ovuşturarak kalktı. Öztekin Öğretmen bana:

-Bugün hava soğuk, sizin soba yanıyor mu diye sordu. Sobayı yakmıştım, oda sıcak! deyince bu kez Öztekin Öğretmen:

-Faik ağabeyi üşütmeyelim! dedi. Faik Öğretmen gülümseyerek Mehmet Öztekin Öğretmene döndü:

-Çok iyi anımsıyorum, sen bana okuldayken de ağabey diyordun! deyince Öztekin Öğretmen:

-O zaman çaresiz diyordum; Müdür İhsan Künçer öyle istiyordu. Şimdiki gönülden geliyor!

Öğretmenler konuşurken Beringeri alıp küçük odaya indim. Az sonra Faik Öğretmen Abdullah'la birlikte geldi. İkimize birden:

- Birbirinizi dinleyerek seslere aşınalığı arttırın! dedi. Önce Abdullah'ı dinledi. Abdullah'ın çalışmasını yeterli bulmamış olacak:

- Bir koltuğa iki karpuzu sığdırmak kolay değil, ancak siz gayretli çocuklarsınız, bunu başaracaksınız! derken bir yandan da piyanoya parmağıyla tın tın tın vurarak beni çağırdı. Abdullah gidince de:

-Çok sakin bir arkadaş, bir sorunu mu var acaba? diye sordu. Öğretmenin geçen hafta işaretlediği yerleri çaldım. Faik Öğretmen bu kez:

--İbrahim, şımarmayacağını düşünerek söyleyeceğim; sen bana öğrenci çalıştırma konusunda burada destek olacaksın. Konservatuvardaki öğrencilerde başka türlü bir çalışma anlayışı var, zorlamazsan bir adım atmıyorlar. Buradaki arkadaşların da bir koltuğa iki karpuz sığdırma sevdasındalar. Bir sen varsın, tutkulu, salt piyano öğrenmeye çaba gösteren. Bu hevesi sürdürürsen seninle güzel bir çalışma yapacağız.

Numarasız bölümleri çok beğenen öğretmen 33 numaralı parçayı çaldırdı. 34 nolu parça ile parmak çalışması bölümünü verdi. Önce bir dinledi. Çok ağır olarak gam yaptığımı görünce hızlandırmamı, ayrıca beşlileri tamamladıktan sonra benzer diziyi gamlara çevirmemi istedi. Anladığıma inanması için de ağır olarak çaldırdı. Bir kaç kez öğretmenin yanında çaldım. Bu kez de :

-Sana bir de parça verelim, deyip Schubert'in küçük valsini verdi. Öğretmen gülerek:

-Haydi bakalım, Hüseyin Çakar'a yaklaşıyorsun, sene sonuna kadar onu tutacaksın! derken Hüseyin Çakar geldi. Çakar da bir süre parmak çalışması yaptı. Öğretmen, ona da 5'li çalışmayı gam sıralasına çıkarmasını söyledi. Mehmet Zeybek gelince ben çıktım. Faik Canselen Öğretmenin konuşmalarından çok etkilendim. Piyano olsa hiç kalkmamacasına çalışabileceğimi düşündüm.

Kemancılar paydos etmiş, ancak ders saati henüz bitmedi. Piyanoda Abdullah var. O varken benim gitmem doğru değil. Sabahleyin Mahir Canova Öğretmenin verdiği Tiyatro Tarihini okudum. Özellikle Yunan tiyatrosu, başlı başına bir tarih. Akhilleus, Sofokles, Euripides, Pindares, Aristotales, Aristefones, Platon , Sokrates, Perikles hep geçiyor. Öteden beri aklıma takılan bir konu Persler. Yunanlılar var da Persler ya da Met'ler neden anılmıyor? Oysa, önce Met'ler sonra da Persler Yunanlılarla boy ölçüşmüş, güçlü bir imparatorluk kurmuş bir ulus. İ, ö. 6. y. y'da Lidya'yı Kresüs'ü yenerek aldıklarını biliyoruz. Pers İmparatoru Kurus'un Babil'i, Asuriyeyi aldığını, oğlu , Kambis'in de Mısır'ı alarak topraklarını genişilettiğini biliyoruz. Bundan sonra başlayan Yunan-Met savaşları aralıklarla da olsa inanılması güç bir süreç kaplar (160 yıl) Bununla da kalmaz, bir süre sonra egemen olan Makedonya kesilmiş olan Yunan-Pers savaşını yeniden başlatıp koca Pers İmparatorluğunu egemenliği altına alır. Bu süreci de eklersek Yunan -Pers boy ölçüşmesi 300 yıl gibi bir zaman dilimi oluşturur. Bunca ilişkiden sonra Yunan Uygarlığı Persleri hiç etkilememiş midir? Ben bunları düşünürken kemancılar birer ikişer ayrıldılar. Ekrem Bilgin söyledi:

-Bizim büyük salon açılmış, daha oturulmayacakmış ama açık kalacakmış. Kimi arkadaşlar oraya gitti!

-Buna sevindim:

-Olsun, bir süre sonra oturulur da! diyerek, iyimserliğimi belirttim. Ekrem okuduğum kitabı sordu, uzattım. Önce evirdi çevirdi derken arkadaki renkli resimleri gördü. Özellikle Akrapol'ujn renkli resmini görünce o da (benim gibi) bir “Vayyyyy!” çekti, ”Çok güzelmiş, nasıl yapmışlar bunu o zamanda?” Ekrem enikonu kalem çıkarıp hesapladıktan sonra:

-2500 yıllık güzellik! diyerek içini çekti. Kimse kalmayınca biz de çıktık. Yeni salon falan derken alışkanlık etkisiyle Kitaplığa gittik. Ekrem kitap dolaplarına yakın tarafa oturdu. “Şansıma!” deyip rastgele bir kitap çekti, bir de benim şansımı denedi. Ekrem Antigone'u çekmiş, bana da Vadideki Zambak çıktı. İkisini de okuduğum için gülümsedim. Ekrem ikisini de okumamış. Ben Vadideki Zambak kitabını özetleyiverdim. Ancak biraz abartarak kadını yaşlı, sevgilisini (Felix) çocuk gibi gösterince Ekrem tepki gösterdi:

-Gengesiz kadın-erkek ilişkilerinden hoşlanmıyorum! diyerek sözümü kesti. Bu kez ben de de Antigone üstüne söylemek üzere hazırladığım sözleri söylemedim. Öğrenci Başkanı geldi, Ankara'ya giden sınıfların sorumlularıyla toplantı yapılacağını duyurdu. Kendimi sorumlu saymadığım için anlamazdan gelince Atmaca bizim masaya gelerek bana özel olarak durumu anlattı. Arkadaşlara verilen öğle kumanyalarını taşıma kolaylığı için neler yapabiliriz?Biz, geçen yıl para verilmesi için çok direttik ama Maliye Bakanlığının böyle bir ödeme geleneği yokmuş, sorum lu Müdür yardımcısı Tahir Erdem kestirip attı:

-Maliye Bakanlığının ödemediği bir maddeyi burada uygulayamayız! Biz de kumanya alıp götürmeye alıştık. Ancak tek tek sabahtan vermek yerine topluca taşımayı denemek istiyoruz. Sizin bu konuda düşüncelerinizi öğrenmekte yarar gördük. Güzel Sanatlar kolu 1. sınıf temsilcisi olarak beni söylemişler. Toplanılınca geleceğimi söyledim, söz sözü açtı yarınki dersimiz Metin İnceleme dersine gelince Atmaca bana “unutmadım, sana vereceğim hazır!” dedi. Önce anlayamadım, Sabahattin Öğretmenin adı geçince belleğim çaktı. Geçen derste okuduğumuz metinden söz edildiğinde Hüseyin Atmaca, o metinden bir sureti bana verebileceğini söylemişti. Konu oydu, Atmaca nedense üstü kapalı konuştu, sanırım Ekrem'in de isteyeceğini düşündü. Emaneti yemekte vereceğini tekrarlayıp kalktı.

Kepirtepeli arkadaşlardan gelen oldu. Halil Basutçu ile birkaç gündür konuşmamıştık, o geldi. İnşaatin en ortasında olanlardan biri de o. Binasn ın son durumunu anlattı. Onun an lattığına göre bina bitmiş. Ancak gülerek:

-Koca bina, görünürde bitti ama, kullanılması için en az daha bir aylık iş var. Okul Müdürü a cele ettirdiği için yarım yarım da olsa yakında girileceğe benziyor. Yatakhane taşınmasa bile odaların hafta sonuna dek açılacağı söyleniyor.

Yemekte konu dinlenecek plaklar. Faik Öğretmen kalır mı? Öğretmenlerin gittiğini gören var:

--Onlar şimdilerde Ankara'da! diyen oldu. Ben de; “Bu gece plak yok, dün gece dinlendi, her gece plak dinlenir mi?” deyip konuşmaları kestim. Amacım sözü yarınki derse getirip arkadaşlardan bilgi almaktı. İlginçtir, konuşanlar Psikoloji dersinden söz ettiler, özellikle de öğretmen Yunus Kazım Köni'nin ikide bir “Efendim!” deyip duruşundan söz edip güldüler de Metin İnceleme dersi için bir değinide bulunmadılar. Kalkarken Hüseyin Atmaca bana el etti. Gittim. Elinde biraz katlanmış bir kağıt verdi. Yan gözle baktım, iki tarafı da makine ile yazılmış bir yazı. Açmadan cebime koydum.

Yemekten sonra Abdullah, Kadir, üçümüz bizim binaya gidip soba hazırlığı yaptık. Ders olmasa bile salonun sobası sürekli yanıyor.

-Kitaplık tenhaydı, uğradık. Sami Akıncı bizi görünce:

-Nerdesiniz be kardeşim, kendinizi niçin bu kadar özletiyorsunuz? türü sözlerle takıldı. Kendi bölümünün derslerini anlattı. Matematik dışındaki dersleri sevmediğini söyledi. Matematik öğretmenini de, “ Kendini övmekten ders yapamıyor. Bu huyundan vaz geçse daha yararlı olacak!” deyip güldü. Mustafa Saatçı geldi. Mustafa Saatçı Mehmet Yücel'den mektup almış, onu okudu. Mehmet Yücel böylece hakkında çıkarılan tüm tevatürleri çürütmüş oldu. Buradan dönünce bir hafta kadar rahatsız olarak evde yatmış. Kalkınca arkadaşlarla ilişki kurmuş. Vadedilenlerin hiç birisi arkadaşlara verilmemiş. Çoğu anne-baba yanında pinekliyormuş. Mehmet Yücel duruma çok üzülüp okula gitmiş. Okul Müdüründen doğrudan hiç değilse Mart 1944 Yedek Subay adaylarının askere alınma günlerine kadar okulda çalışmasına izin verilmesini istemiş. Okul Müdürü, durumu inceletmek üzere bir hafta izin istemiş. Mehmet Yücel bu bir haftayı, İsmet'in, Arif'le Yakup'un köylerinde geçirmiş. Okul Müdürü kabul edince geçici olarak Kepirtepe Köy Enstitüsü Uygulama Okulu öğretmeni olmuş. Bir sonraki sınıf okulu bitirinceye dek bu görevi sürdürebilecekmiş. Ancak onun amacı Mart ayında Yedek Subay Hazırlık Kıt'asına katılmakmış. Askerlik Şubesine gidip adını yazdırmış. Hem güldük hem de üzüldük. arkadaşlar şimdi tek tek sorunlarıyla cebelleşiyor. Bizimki de “Eski hamam eski tas!” ama hiç değilse bir görev sorumluluğumuz yok.

Yatınca yeğenim İsmet'i düşündüm, onun ailesine yıkılması önemli değil. Tersine ayrılsaydı sorun çıkacaktı. Çünkü Zühre Teyzem gelinini seçerken ayrılmamayı düşünüyordu. O, gelinini kızından önde tutmaktadır.

 

23 Kasım 1943 Salı

 

Mutluluk, saadet sözleri arka arkaya söyleniyor. Soranlar da var:

-Saadet, mutluluk hepsi bir, önemli olan onlar nedir? Onları ya da onu tanımlayabiliyor musunuz? Rüstem Gündüz, yatakhanenin en dip tarafında yatıyormuş. O nedenle girip çıkarken bizim yatakların yakınından geçiyor. Geçerken de sık sık oradaki konuşanlara takılıyor. Gene takıldı:

-Saadette desen mutlulukta desen o bizde olmaz, bizde olmayan da, ne olursa olsun bizi ilgilendirmez! deyip kapıdan çıktı. Kendi sınıf arkadaşları arkasından:

-Yaşa Zaloğlu, ömrüne sağlık! diye bağırdılar. Az ilerde konuşanlardan biri Rüstem'in dediğini haklı bulmuş; “Bize ne, bizde olmayan şeylerden? deyince bir gürültü koptu! Birisi yüksek sesle bağırdı:

-Bu ne biçim mantık? Herkes kendisiyle yetinecek olsa bunca masraflar neden edilsin? Bu okullar, okullarda bunca eziyetlere neden çekiliyor? Konuşan Şükrü Koç'tu. Orada olanların çoğu onu haklı buldu. Hasan Özden aynı doğrultuda konuştu:

-Bunu söyleyen arkadaş, öğretmenin okuyup okuttuğu metni anlamamış. İşte felaket burada başlıyor! deyince tarafsız gibi durup da taraflık tapanlar çıktı:

-Siz de işi amma da büyüttünüz ha! Felaketlik neresindeymiş bunun? O öyle düşünmüş olabilir. Bu kez de Faik Demir sinirlendi:

-Kendi düşüncesini kendisine saklasın, herkesin içinde açık açık söylenen düşünceler kendinin olamaz; onlar bir amaçla söylenir, ucunda da başkarını avlama düşüncesi vardır! Yaşa Aydınlı Efe! sesi yükseldi. Mehmet Kocaefe söze karıştı:

-At binenin kılıç kuşananın! derler. Ben efelikten de Koca efelikten de vazgeçtim, hakkımı Faik Demir'e veriyorum! deyince olaya gülüşler karıştı, hava biraz yumuşadı. 2. Sınıflardan tartışmayı dinleyenler varmış, Abdullah Ön, yüksek sesle:

- Bir deli kuyuya taş atınca bir mahalleli çıkaramazmış. Bizim Rüstem bir söz söyledi milletin huzuru bozuldu! dedi. Abdullah Ön'ün sözüne karşı çıkan olmadı ama gergin bir durumun olduğu besbelliydi.

Dersten önce Müzik salonuna gidip sobayı tutuşturdum. Genel dersler olduğunda tek salon sobası yanıyor. Kahvaltıda konu gene mutluluk üstüneydi ama az önceki tartışılan sözler yoktu. İncelenen metinde doğrudan mutluluk mu söz konusuydu? Konuşulan cebimde yazılı ama çıkarmaya kalkışmadım. Ancak ders başlarken öğretmenin söyledikleri neydi? Kesinlikle mutluluk değildi. Mutluluk bir benzetme şeklinde ortaya geldi. Öğretmen doğrudan dersimizin izleyeceği yolu yöntemi anlatırken Montaine'in bir örneğini verdi. Zaten Montaine de başka bir olayı anlatırken mutluluk olayına değiniyor. Arkadaşlar bana uydu mu yoksa benim yanılgımı yüzüme vurmak mı istediler? Haklısın demediler ama haklısın derce sözlerimi dinleyip kalktılar.

Bizim sınıf gene kitaplıkta ders yapacak! Az önce söylediklerime kendim inanarak derse gittim, öğretmen soru sorsaydı bunları anlatacaktım.

Öğretmen geldi. Boynundan atkısını, paltosunu çıkarıp güzelce dürerek sandalyesine koydu. Sonra da kendi kendisin konuşur gibi (bize duyuracak yükseklikte) “sandalyede durmak sizin hakkınız. Çünkü dışarda beni siz koruyorsunuz!” dedi. Yakındaki arkadaşlar bir sandalye daha verdiler. Ancak öğretmen gülerek, sandalyesi olduğunu, paltoya söylediğinde içtenlikli olmadığını, isteyince sandalyeyi onların altından alabileceğini söyledi. Böylece insanlarla eşyalar arasında sürekli bir aldatmaca olduğunu giderek de insanların hayvanlarla da buna benzer ilişki kurduğunu; böylece, insanların hep aldatıcı tarafta bulunduğunu, hayvanlarınsa bunu hiç bir zaman yutmadığını anlattı. Arkadaşlar arasından sesler geldi:

-La Fontaine! Öğretmen:

-Evet, yalnız La Fontaine değil bizim Sirecettin'miz, Hintlilerin Beydebası bunları daha açık olarak anlatır deyince Öğretmenimin La Fontaine'den metin çıkaracağını anlamıştım. Neredeyse hangi hayvanı ele alacağını bile söyleyecek ölçüde iyimser iyimser beklerken öğretmen:

-İlk metin üzerinde duracağız. Ancak ben bir konu üstünde bıktırıncaya dek durmaktan hoşlanmıyorum. Zaman zaman o konuya dönersek, belleğimizde daha derin izler kalır' deyip hemen yakınında oturan Fatma'dan okumasını istedi.

Başlık:

KARAAĞAÇLAR ALTINDA

Önce, umduğum gibi olmadığına şaşırdım; kendimi bu denli bir yanlışa nasıl kaptırırım? deyip dizlerimi yumrukladım. Ardından da Fatma'nın okuyuşuna takıldım; o denli güzel okuyor ki, sanki okumuyor, şarkı söylüyor. Yoksa tüm kızlar mı böyle okur? İçimden bir süre bunu düşündüm. Sabahat Öğretmen de güzel okuyordu. Bu kez de çok bayan öğretmenim olmayışına üzüldüm. Kepirtepe'de son yıl bayan öğretmenker çoğalmıştı ama bize derse gelmediler. Pesent Ilgaz öğretmen dışında ötekilerle de pek konuşmadım. Bu kez de kızları gözümden geçirdim. Onların içinde Fatma düzeyinde okuyan olur mu, olmaz mı? Derken Fatma okumasını bitirdi. Sabahattin Öğretmen de tam önüme dek geldi. Sakin bir sesle:

-Yazarı dinledik, metinlerde hangi ad olursa olsun, ister kral, kraliçe isterse halktan biri konuşsun, farketmez bizim için konuşan yazar olacaktır. Yazar, inandırıcı olmak için değişik biçimlere girer. Bu biçimler de çaresiz insanlardır. Az önce değindiğimiz La Fontaine ya da benzerleri dışındaki yazarlar, insanı değil insanları kullanmaktadır. Öğretmen gözümün içine baka baka bunları söyledi. Kesinlikle “Kalk!” diyeceğine inanarak bekledim. Bir ara başını öte taraflara çevirdi az sonra gene bana bakmaya başladı. Böyle beklerken geçen haftaki metin gibi, şimdi okunan fabl da uçtu gitti. Geçen metin dediğim cebimde. Ancak yazarını unuttum. Dilimin ucunda bir ad var La Fontaine. La Fontaine, La Fontaine derken zil çaldı. Öğretmen:

-Çıkmak isteyenler, çıksın! deyip ayrıldı. Ben tam görememiştim, Fatma, küçük bir kitap gösterdi, tiyatro kitabı. Okunan metin ondan alınmış. Ben hiç düşünmezken hemen dışarı çıktım. Arka kapıdan inşaat yanına gidip, inşaata bakar gibi yaparak cebimdeki metni okudum. Öyle dikkatli okudum ki, metin içinde geçen kişileri bile belledim. Zaten bir ikisi belleğimde vardı; Solon. Krezus, Kurus ya da Kiros, İskender, Pompeus!. . . .

Öğretmen dersin ikinci bölümünde Fatma'dan kitabı alarak, yeni yayınlamakta olan tiyatro kitaplarını tanıttı. Kendisini de çalıştığı, ÇEVİRİ HAMLESİ dediği Klasik kitapları anlattı. Kitaplıkta o kitapların hepsi olacakmış. Öğretmenin konuşmasından yeni bir şey daha öğrendik. Okunan kitap henüz basım aşamasındaymış. Örnek olarak alınan kitap, çeviricisi tarafından gözden geçirildikten sonra gerçek baskısı yapılacakmış. Karağaçlar Altında bir okuma kitabından çok tiyatro kitabıymış. Bu nedenle de Devlet Tiyatroları için çevirilen bir dizi kitap arasında bulunuyormuş. Öğretmen Fatma'nın okuyuşunu beğendiğini söyledi. Ancak, deyip gülümseyerek:

-Yabancı dil bilmemenin eksikliği hemen göze çarpıyor. Fatma da bundan nasibini aldı!dedikten sonra yazıda sık geçen ad, Ephraim üzerinde durdu. Ephraim'i, bizim dilimizdeki İbrahim karşılığı olarak gösterdikten sonra köylerde İbrahim'in İbram ya da İrbam olarak söylendiğini anlattı. Öğretmen konuşurken gene köye gider gibi daldım. Gerçekten bizim köylüler İbrahim değil İbraam der. B harfini P yapan da vardır; İpram, İpraam gibi. Öğretmen okunan metnin özetini yapar gibi bir iki söz söyledikten sonra babanın çocuklarına karşı davranışlarına, onun tutkulu mal-mülk anlayışına değindi. Bunları duyunca benim de aklıma Rüzgarlı Bayır'daki evlatlık (sonradan tüm çiftlikleri sahiplenen) Heathcliff'e takıldı. Aynı zamanda Karamazof Kardeşler'deki Baba Karamazof derecesinde gaddar bir baba.

Öğretmen, elinde kitabı okşar gibi tutarak kısaca özetledi. İlk söze başlarken öğretmen, Büyük bir çiftlik! deyince gülümsedim; içimden de:

-Tamam işte Heathcliff! dedim. Ephraim Cabot, 50 yıldır dişini turnağına takarak çalışıp büyüttüğü çiftliğinin üzerine titremektedir. Öyle ki kendi oğullarını bile işlerde köle gibi çalıştırır. Akranlarına göre acımasızca çalıştırılan üç oğulun üçü de babalarından nefret ederler. Ephraim üç evlilik yapmışi, üç eşi de ölmüştür. 4. evliliğini yapar. Ancak 2. karısından kalan oğlu ötekilere benzemez, o da köle gibi çalışır ama kendini çiftliğin sahibi gibi görür. Bir bakıma bu oğul, baba Ephraim'in benzeridir. Ayrıca annesi ölmeden önce ona, çiftliğin asıl sahibi o olduğunu söylemiştir. Nedeni pek açıklanmayan bu olay, ailenin geleceği için bir ip ucu vermektedir. Baba Ephraim'in zorbalığına dayanamayan kardeşler sonunda altın arayıcılar arasına katılmak üzere Kaliforniya yolunu göze alırlar. Bu ara baba Ephraim çiftlikten bir süre uzak kalmıştır. Çiftliğe evlenmiş olarak döner. Yeni eş çok gençtir. Yaşlı kocanın yakında öleceğini düşünerek, çiftliğe sahip olma düşüncesiyle evlenmiştir. O, bunu, içinden kurmaktaysa da, çevrede herkes bunu böyle bilir. Ancak çiftliği benimsemiş olan kardeşlerin küçüğü Eben, Altın aramaktan kesin kez vazgeçip çiftlikte kalır. Giden iki ağabeyinden de çiftlik hakkındakı paylarından vazgeçtikleri üstüne belge alır. Cici anne ile küçük oğul arasında önce bir zıtlaşma olursa da bu kısa sürede aşka dönüşür. Bir süre sonra da cici anne bir çocuk doğurur. Baba Ephraim önceleri çocuğun kendisinden olduğunu sanırsa da kısa zamanda ayakları suya deyer. Öte yandan genç aşıklar, doğan çocuğun ilerde kendileri için bir engel çıkaracağını düşünerek, (öz çocuklarını) öldürürler. Baba Ephraim durumu anlamıştır, genç karısını adalete teslim eder. Bununla da yetinmez, kendisini de suçlu bularak yasalara teslim olur.

Kitaptaki olay üstüne önce açıklayıcı, tamamlayıcı görüşler ortaya atıldı. Arkasından kimi arkadaşlar bu kitabı da aşarak tüm kitaplar üstüne yerli yersiz soru sormaya kalkıştılar. Öğretmen soruların bir çoğuna yanıtlar verdi. tekrarlar başlayınca bu kez de gülerek:

-Kitap konusunda beni dilediğiniz kadar konuşturabilirsiniz. Sizin de öyle düşünmenizi beklerim. İnsanların okuması, sevecek kitbı bulduğuna inanmakla başlar. Bunu da güvenilen insanlar yapar. Öğretmenler bu konuda toplumun baş sorumlu kişileridir, öyle de olmalıdır. Ancak öğretmen de kendine inanmalıdır. İşte ben bu konuda çok cesurum; okuduğuma inandığım gibi iyi kitaplar okuduğuma da inanıyorum. Bu nedenle de size bunu öneriyorum.

İlk incelediğimiz metin:

MUTLULUK KONUSU (Montaigne'den)

Ovidius der ki:

-İnsanın son gününü beklemeli, her zaman mutlu dememeli ona ölmeden, cenazesini kaldırmadan!

Bu konuda Krezus'ün hikayesini çocuklar bile bilir. Pers Kralı onu esir edip ölüme mahkum edince sehpaya gider ayak:

-Ah Solon, ah Solon! diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü, o da ne demek istediğini sordurunca, Solon'un kendisine verdiği bir öğüdün ne doğru olduğunu anlatmış. Solon bir gün demiş ki ona “Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin; ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendlerini ;çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir halden başka bir hale geçiverir.”

Agasilaus da Pers kralının o kadar genç yaşta öyle büyük bir devlete konduğu için mutlu sayılabileceğini söyleyen birine:

-İyi ama demiş, Priyamos da o yaşta mutsuz değişdi. O büyük İskender'den sonraki Makedonya krallarının Roma'da dülgerlik, budamacılık yaptıklarını, Sicilya zorbalarının Kloryntos'da çocuk bakıcısı olduklarını görüldü. Dünyanın yarısını fethetmiş, bunca orduları yenmiş bir orduları yönetmiş bir imparator, bi Mısır kralının aşağılşık adamlarına yalvarma zavallılığına düşüyor: Altı yedi ay daha az yaşamış olsa bu hale düşmeyecekti koca Pompeius. Bizim babalarımız zamanında da, bütün İtalya'yı o kadar uzun süre sarsmış olan Milan o Dukası Sfoırza, zindanda öldü, daha kötüsü, on yıl yaşadı o öldüğü zindanda. Hıristiyanlık dünyasının en büyük kralının dulu, kraliçelerin en güzeli, maria Stuart, cellat eliyle ölmedi mi geçenlerde. Bi nlefrce örneği var bunun. O kadar ki, fırtınalar, kasırgalar nasıl mahrur ve yüksek yapılarımıza daha yüklenirlerse, bu dünyanın büyüklüklerini yukarılarda kıskanan güçler var diyeceği geliyor insanın. Ve talih sanki ömrümüzün son gününü bekliyor, uzun yıllar boyunca yaptığını, bir anda yıkma gücü olduğunu göstermek için Laberius gibi bağırttırmak için bizi:

-Gereğinden bir gün fazla yaşamışsın! diye. . . .

Solon'un doğru sözü böyle yorumlanabilir. . Ama o bir filozof olduğuna ve filozoflar mutluluğu, mutsuzluğu talihin cilvelerine bağlamadıklarına, büyüklere zaten önem vermediklerine göre, daha derin düşünmüş ve demek istemiş olur ki bence:

- Ömrümüzün mutluluğu, soylu bir ruhun rahatlığına, doygunluğuna, düzenli bir kafanın kararlı ve düzenli oluşuna bağlı olduğu için, hiç bir insana, komedyasının en son ve kuşkusuz en zor perdesini oynamazdan önce mutlu denemez.

O perdeden önce maske takınmış, felsefenin güzel öğütlerine gösteriş olsun diye uymuş, ya da sarsıcı olaylarla sınamadığımız için hep sağlam, sürekli kalmayı başarmış olabiliriz. Ama ölüm karşısında, son rolümüzde gösteriye yer kalmaz artık, o zaman ana dilimizle konuşmak, dağarcığımızda, iyi kötü ne varsa olduğu gibi ortaya dökmek zorundayız. Lucretius'e göre:

- İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten. Maske düşer, yüz kalır ortada!

İşte onun için yaşamımızın bütün eylemleri bu son mihenk taşında denenmelidir. Başlıca gündür o, bütün öteki günleri yargılayan gündür. Bütün geçmiş yılların hesabı o gün verilmeli! der eskilerden biri. Ben de çalışmalarımın meyvasını denemeyi ölüme bırakıyorum, o zaman görürüz düşüncelerimin ağzımdan mı yoksa yüreğimden mi çıktığını.

Psikoloji dersi için ileri geri konuşanlar oldu. “Dersin adını bile tam olarak bilmiyoruz!” Daha çok Çiftelerli arkadaşlardan gelen bu tür sözlere Kızılçullu grubundan karşılık verildi:

-Açın kitapları okuyun! Bu arada bizim Kepirtepelilere de sorular soruldu:

-“Sahiden siz bu dersle ilgili bir şey okudunuz mu?” Sami Akıncı “okul müdürümüzün haftada altı saat dersinin yarısı bu konular üzerineydi” deyince bu kez de:

-Haftada altı saat Öğretmenlik Bilgisi tartışılmaya başlandı. Çiftelerlilerin bir bölümü kendilerini savunurken bir bölümü de onlara karşı oldu. Ali Yücel, Kadir Aytekin, Fakı Yörük gülerek:

-Siz dediklerini yaparken biz neredeydik? diye arkadaşlarına sordular. Sami Akıncı'nın okul müdürünün altı saat derse girdiğini söylemesi ise iki grubu da şaşırttı. Kızılçullular müdürleri İbrahim Akman'ın taklidini yaparak:

-Netçeeenn Psikolojiyi, Hııı? Yapçeenn başka iş yok muuuu? gibi güldürücü sözler söylerken öğretmen elinde oldukça dolgun bir çanta ile geldi. O da sandalyeye çantayı bırakarak kendi kendine konuşur gibi:

-Sana bir yer bulduk! deyip gülümsedi. Bize dönerek:

-Bir hafta geçirdik, değil mi efendim! dedikten sonra da “Nerede kalmıştık?” diye sordu. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Sami, çok ölçülü konuşarak, üç köy enstitüsünden geldiğimizi, benzer-kardeş okullar olmamıza karşın aynı dersleri okumadığımız karşılıklı konuşmalardan anlamış bulunuyoruz. Bu nedenle de (yeni başladığımız) buradaki derslerimizin daha başında derslerin içeriğinden çok adları üzerinde tartışma zorunda kaldığımızı anlattı. Yunus Kazım Köni:

-Ne demek bu şimdi, olur mu efendim? deyip çantasını açtı, kitapları arasından bir kitap çıkararak bize gösterdi. Bir elinin ucuyla da kitaba vurarak:

-20 Köy Enstitüsü de bu kitabı uygulamak zorundadır; bunun istisnası olamaz. Ancak dersleri okutacak yetkili öğretmen yoksa ki bu, maalesef var; o zaman bu eksiklik olabilir. Sami bu kez biraz daha çekingen olarak:

-Üçünün de müdürleri tamam efendim! dedi. Öğretmen bu kez:

-Müdürlerinin tamam olması yetmez efendim, müdürler bu ders için yeterli olmayabilir! deyince Kızılçullulu arkadaşlar sesli sesli gülüştüler. Onlara dönerek öğretmen de gülümsedi. Az durduktan sonra :

-Değil mi efendim? deyip Köy Enstitüleri Müfredat programını anlattı. Yapılışına kendisinin de katıldığını (geçen derste de anlatmıştı) tekrarladı. İş ya da çalışma psikolojinin öneminden söz etti. Konuyu genel psikolojiye getirerek bir de ödevden sözetti. Psikolojinin bir bilim olduğunu, 19. yy sonlarına dek Psikolojinin bilimselliği kanıtlayamayan alanlar arasında Felsefenin bir kolu olarak bilindiğini, özellikle Alman Bilim adamlarının uzun araştırmalar ışığında Psikoloji laboratuvarları kurarak psikolojik olayları deneylere bağladığını, değişmez, bilimsel kuralar koyduklarını anlattı. Bu arada Psikoloji Biliminin kurucusu olarak Wilhelm Wund'u andı, ilk psikoloji laboratuvarının da 1879 yılında kurulduğunu da sözlerine ekledi.

Ancak bizim dilimizde kullanılan ruh sözünün psikolojinin psi sözüyle ilişkisi olduğunu, tarih boyunca tüm insanlar gibi bizim dilimizi konuşanların da Psikolojinin geçmişiyle ilgisi olduğunu, zaman zaman insanların bu konuya eğildiğini hatta çok başka alanlara saptırarak kazanç durumu yarattıklarını anlattı. Örneğin falcılık, üfürükçülük, muska ya da benzeri yollarla tedavi aldatmacası yapanların dayandığı ruhsal durumların bir çoğunun Psikoloji konusu olduğunu anımsattıktan sonra Psikolojinin tarihsel evreleri hakkında bir ödev hazırlayalım! deyip yüzlerimize baktı. Kızılçullu grubun, Mehmet Toydemir, Şükrü Koç, bizim arkadaşlardan Hüseyin Orhan, Sami Akıncı, Çifteler grubundan Süleyman Karagöz parmak kaldırdı. Öğretmen başıyla onlara işaret ettikten sonra “Bu çalışmalar, sizi psikoloji alanına daha bilinçli girmeniz için yardımcı olacaktır!” dedikten sonra sıra ile arkadaşları kaldırdı. Ruh, ruhsal olay, ruh üstüne duydukları, halk arasında ruhla ilgili konuşmalar, rüyalar, halk arasında rüya anlayışı, fal, falcılık üstüne duydukları, muska, üfürük, okur yazar olmayanların duaları üstünde uzun uzun duruldu. Bu konuda isteyenlerin yazı hazırlayabileceğini söyleyen öğretmen, yayına değer bulduklarını yayınlayabileceğini de sözlerine ekledi. Kızılçullulu arkadaşlar arasında fısıltılar oldu. Hasan Özden adlı arkadaş, az uzağındaki Şükrü Koç'a kalk işareti verdi. Öğretmen o tarafa bakınca Şükrü Koç çaresiz kalkmak zorunda kalmış olacak oldukça renklendi bir yüzle “Sigmund Freud'un psikolojide rolü var mı?” dedi . Öğretmen , Şükrü Koç'a bakarak:

- Bu sorunu erken sordunuz; efendim. Soru çok güzel bir soru. Bunu hep beklerim efendim, soru sorulmasını da çok isterim. Sigmund Freud ya da onun psikoloji dalı üstünde durulurken genel psikoloji daha rahat anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu soruyu bir kaç ders sonra konuşalım, olur mu efendim? Az duraksadıktan sonra öğretmen elindeki kitaptan :

ÇOCUK ve İŞ RUHBİLİMİ bölünü göstererek yakınındaki arkadaşımız Süleyman Karagöz'e verdi. Süleyman kitabı oldukça çekinerek aldı, bir iki hık mık etti. Yanındaki Mustafa Parlar, kitabı alıp okumaya başladı. Öğretmen bakınca Süleyman Karagöz'ün yanındaki arkadaş öğretmene arkadaşın boğazını gösterdi. Öğretmen başıyla olayı benimsediğini belirtince Mustafa Parlar yüksek sesle:

1. Genel anlamda iş kavramları: İlk okula gelen çocuğun oyun ve iş karşısındaki durumu. Çocuğun kendi kendine çalıoşmasıyla başkalarının emrinde ve idaresinde çalışması arasındaki farklar. Öğrenci ve öğretmenlerin işe verdikleri anlam ve değer. Evde, okulda, tarlada, işlikte çocuklara yaptırılan işler.

2. İş Ruhbilimi kavramları: a) Ereği ruhsağlığı olan iş, b) Didaktik erek ile yapılan iş, c) Ahlaksal amaçları gerçekleştirme emeliyle yapılan iş, d)Tabiatı tanıma amacına göre iş, e) Kişisel ve toplumsal amaçlata yöneltilmiş iş. Bunların, yetişkinlerin ve öğrencilerin yaşamına göre değeri. İş şekillerinin okul yaşamına etkileri. . .

3. Türlü derslerin öğretimiyle ilgi iş şekilleri: Gözlem, deney, karşılaştırma, tanım, betimleme, çizim, biçimlendirme, müzikli-müziksiz beden hareketleriyle yeni kazanımlar, son olarak da ıspat. (Sonuca bağlama).

4. İş ve ruhsal yaşam bakımından çocuk:Çocuğun beden yaratılışı; vücununun düzgülü veya düzgüsüz gelişimi ve bunun ruhsal yaşama etkileri. Çocuğun ruhsal yaşamını:Duyum, imge, algı, çağrışım, bellek, imgelem, dikkat, soyutlama, genelleme, uslamlama, anlak, haz ve elem(Acı)duygu ve heyecan, öfke, özlem, tutku, tepki ve dürtüler, alışkanlık, irade yönünden inceleme. Öğrencilere bunların, iş yaşamları içinde gelişmelerini ve işin bunlara etkilerini inceletip kavrattırma.

5. İş gören elin ruhbilimsel özellikleri:İş yapan ve yapmayan elin görünüş şekilleri, iş yapan elin amaca göre şekil alışı iş gören ve görmeyen elde yaşamsal değişmeler. Tek elle ve çift elle çalışma özellikleri. Çocuklarda ve yetişkinlerde elin işle olan yakın ilgi ve ilişkisi. Kadın ve erkeğe çalışan ellerin durumu. Eğitimbilim çalışmalarında, Ziraat ve sanayi ile ilgili işlerde, artistik çalışmalarda, oyunblarda ve ritmik çalışmalarında kol, el ve parmakların rolleri. Öğrencilerin bu konuyu köy yaşamındaki görüntüye göre incelemesi.

6. Ruhbilimsel görünümler bakımından sınıf: Öğretmenlerinin, , okulun tüm öğrencilerini teker teker öğrencilerin ve öteki çocukların karakteristik özelliklerini, çocukların sınıf arkadaşlarına ve okul topluluğuna etkileri, sınıfta gruplaşma, sınıf tipleri. Nesnel ve öznel olaylara göre sınıfın genel karakteri. Sınıfın ya da belli işlere göre ayrılmış grupların çalışma şekilleri. Öğretmenin sınıfa, sınıfın öğretmene karşılıklı etkileri. Sınıfın okul ve okulun sınıfla ilişkilerinden doğan olaylar.

Oldukça yüksek sesle okuyan Mustafa Parlar duraksar gibi yapıp sordu:

-Okuyayım mı efendim? Öğretmen belli ki dinlerken de birşeyler düşünüyormuş, Mustafa Parlar'ın sorusuna soruyla karşılık verdi:

-Efendim! dedi, ardından da “Bitti değil mi efendim!” diye tekrarladı. Arkadaşların tıs pıs gülüşüp kıpırdanmalarına kendini kaptırmamak için Mustafa Parlar elini kitabın arasına koyarak öğretmene uzatırken “Bitti, efendim!” dedi.

Öğretmen kitabı aldı, gene bir elinde kitap öteki eliyle dokunarak “bunları okumamış olsanız bile bu konulara öğretmenlerinizin derslerinde değinmiş olması gerekir!” deyip yüzlerimize baktı. Az önce gülümser durumda olan çoğunluk sus pus oldu. Sami Akıncı gene parmak kaldırdı. Öğretmen “buyurun efendim!”deyince Sami de sanırım konuşma havasına kapılarak:

-Efendim, okumasına okuduk, benim arkadaşlarım da söyleyecekler belki, şimdi arkadaşın okuduğu bölümü bizim müdürümüz bana derslerimizde okutmuştu. Ancak biz onu okuduğumuz zaman dersler kesilmek üzereydi. Ders uygulamalarına başlamak üzereyken bu kitap gelmişti. Doğrusunu isterseniz, burada geçen kavramlar üzerinde yeterince durmadık. Özür dilerim, ben şimdi yazdığım şu sözlerin kapsadığı bilgileri tam bilmiyorum; isterseniz okuyayım.” Öğretmen başıyla oku işareti verince Sami: Duyum, İmge, Algı, Çağrışım, Bellek, Utku, Tepki, Uslamlama. Saptayamadığım daha başka sözler var. Ben özel olarak ayrıca lise derslerine çalıştığım için söylenenleri genellikle anlıyorum ama arkadaşlarımı da bu konu haklı buluyorum.

Öğretmen Sami'yi dikkatle dinledi. Sami'ye “Lise derslerine neden çalıştınız, efendim? diye sordu. Sami Akıncı, okumak istediğini, olanak bulursam daha yüksek okullara gideceğim, onların sınavlarına gireceğim! deyince bu kez öğretmen gülümseyerek:

-Neden doğru yoldan gitmediniz efendim? Liseler açık, birine giremediniz mi? Sami:

-Onu denedim efendim, başarılı da olmuştum. Ancak ailemin gücü yetmedi. (Sami'nin bu sözü benim de ilgimi çekti. Sami için, ortaokula gitmiş, sınıf geçmiş hatta ortaokul 3. sınıftan buraya gelmiş diyenler vardı. O ise bunu kesinlikle yalanlıyordu. ) Daha üç kardeşim var. Kıt kanaat onları da hiç değilse benim gibi bir yatılı okula vermek için ellerinden gelen özveriyi gösteriyorlar. Öğretmen:

-Güzel, anne-baba tutkusu! dedi. Tekrar hangi enstitüden geldiğini sordu. Sami “Kepirtepe!'” deyince öğretmen Kepirtepe'den gelenleri ayağa kaldırdı. Dersliğe geç geldiğim için öğretmenin arkasında kalıyordum. Öğretmen gördüklerini sayarken beni görmediğini düşünerek:

-Ben de varım!dedim. Öğretmen bu sözü beklemiyormuş gibi;

-Öyle mi efendim, siz buyurun sizi de dinleyelim! dedi. Oysa ben konuşmak için değil, Kepirtepe'den gelenlerin sayısı için konuşmuştum. Öğretmen öyle deyince ben, yeni bir şey söylemeyeceğimi, Sami Akıncı'nın sözlerini perçinleyecek bilgiler verebileceğimi, söyledim. Bu kez de öğretmen:

-Buyurun efendim, sizin ek bilgilerinizi de dinleyelim! deyince ben, Milli Eğitim Bakanlığının söz konusu Müfredat Programını tüm öğretmenlere dağıtılmak üzere geçen mayıs ayında okullara gönderdiğini, okul Müdürlüklerinin söz konusu kitapları öğretmenlere dağıttığını, bizim okulda o sıra ayrılmak üzere bulunan bir öğretmenin kitabı bana verdiğini, onun uyarısı nedeniyle kitabı okuduğumu, o sıra henüz kesilmemiş bulunan Öğretmenlik Bilgisi dersinde bunu konu ettiğimi, arkadaşların gösterdiği ilgi sonunda Okul Müdürümüz aynı zamanda Öğretmenlik Bilgileri öğretmeni olan İhsan Kalabay'ın daha önceki programını değiştirerek bu konuları bize görev dağıtarak işlediğini anlattım. Öğretmen:

-A şöyle, durum anlaşıldı efendim. Biz kimseyi kınamıyoruz. Bir halk sözü vardır: Kusuru gelin etmişler, yüzüne bakan bile olmamış.

Öğretmen, kitabın ön sayfalarına baktı, kitabı kaldırarak, “İlköğretim Genel Müdürlüğünün 3/3/1943 tarihinde Bakanlık makamına sunduğu program iki ay sonra onaylanmış.”

 

Uygundur
4/V/1943
Maarif Vekili
Hasan-Ali Yücel

 

Öğretmen, Sami'nin işaretlediği sözleri sorarken ders zili çaldı. Öğretmen bu kez kaybedilmiş durum yok, bizim konumuz bunlar zaten, ayrıntılara varana dek eksiklerimizi saptayıp, tamamlayacağız! deyip ayrıldı. Öğretmenden sonra, Kepirtepeliler olarak bize sataşacakların çıkacağını umarak bekliyorduk. Herkes çıkarken Kepirliler bir araya toplanmıştı. Kızılçullu grubundan Şükrü Koç'la, Hasan Özden Sami'ye gelip teşekkür etti. Çifteler grubundan Kadir Aytekin de gülerek:

-Kepirli kardeşler, inşaatlarda çalışmadınız mı siz? diye sordu. Arkadaşlar bir ağızdan “HAMURBASAN'I DOLDURAN BU BİNALARI BİZ YAPTIK! deyince Kadir;

-Biliyorum, benim de payım var onlarda, hep ortağız, şaka söyledim! deyip yakınındaki Mustafa Saatçı'ya sarıldı. Yemeğe birlikte gittik. Kadir Aytekin de Çifteler grubunun şakacılarındanmış, biraz küfürbaz ama güleç yüzlü. Takılanların kimisine çekinmeden “As. . . lan! diyebiliyor. Yanımızdan geçerken Muttalip Çardak Kadir'e:

-Şimdi de Kepirli mi oldun, “A bilmem nenin afyonlusu?” (Sözü tam anlayamadım) deyince Kadir:

-Aslaaaaaan, bacaksız Konyalı; sana mı kaldı beni sorgulamak? Boyuna göre konuş! deyip arkasından sesli sesli güldü. Muttalip bu çıkışa kızmadı, tersine Kadir'in elini tutmuştu:

-Başına Konya kadar taş düşmez inşallah! diyerek sıktı. Kadir'in eli zedeliymiş, bu kez de Kadir:

-Vay namussuz!. . . diyerek sıçradı. Gülüşerek yemek masalarımıza dağıldık. Psikoloji derslerini 2. sınıflar da izliyor. Onlar bu dersten tümden yakınıyor, bizden değişik haber bekler, gibiler. Ben ortalarda durarak derste olanları anlattım; ara ara da öğretmeni övdüm. Sanırım öğretmeni övüşüm birilerince yadırgandı . Bunu sezen Şevki Aydın beni Kepirtepe'de tanıdığını, okuldaki durumumu anlattıktan sonra da:

-Biliyor musunuz, İbrahim okulu pekiyi dereceyle bitirdi. O dereceyle okulu bitiren aramızda kaç arkadaş var? Doğal olarak herkesle arasında bazı farklar olacaktır! dedi. Benim için güzel sözler ama oldukça mahcup oldum. Şevki Aydın'la ters düşmemek için fazla birşey diyemedim. “Sınıfın en yaşlılarından biri olmanın yararını gördüm. Her işe koştum, kültür derslerini de seviyordum, onlara ayrılan zamanımı iyi kullandım” deyince Abdullah Ön bir kahkaha attı:

-Bakın bakın, zamanını iyi kullanmış. İşte bende bu yoktur, şimdi de öyle, her şey okulun ziliyle olur “Çaldı zil, gir derse;çaldı zil. çık dersten!” O iş orada biter! Orhan Doğan'la Fahri Yücel de ona katıldılar:

-Öyle de yürüyor gemi!. . . . Hüseyin Çakar hiç bakmadan “Ihı. ıhı!” dedi. Bu kez üçü birden:

-Yapma Çakar! dediler. Gülüşerek bu kez, armoni derslerinde Faik Canselen Öğretmenden yedikleri zılgıt sonunda aralıksız çalıştıklarını anlatmaya başladılar. Armoni dersi üstüne hemen hemen hiç bilgim yoktu. Notadan çaldığım okul şarkılarından çaldıklarımın dışında da notalar vardı, biliyorum ama onların ne gibi kurallara göre konduğunu bilmiyordum. Gerçi Asım Öğretmen kendi bestelediği Faruk Nafiz Çamlıbel'in Akın Piyesindeki Suna şarkısını iki sesli yaparken bir şeyler anlatmıştı ama doğrusu pek birşeyler anlamıştım. Asım Öğretmenle İki akordiyonla çalarken kulaklarım birşeyler seziyordu ama o zaman da gördüğüm notaları çalmaktan öte fazla bir fikir edinememiştim. Ben bunları söyleyince masadakilerin hepsi güldü:

-Biz de öyle, biz de öyle! diyerek kalktılar.

Öğleden sonra iki saat piyano sıram var, iki saatı dolu dolu çalışacağım. Abdullah yukarda kalmak istedi. Sanırım çalıştığını o da Öztekin Öğretmene kanıtlamak istiyor. Severek aşağı odaya gittim. Bir süre çalıştım, Hüseyin Çakar geldi. Çok çalıştığını, az ara verdiğini söyledi. Çalıştığım parçaya baktı. 31 nolu parçayı genişleterek çalıyordum. Hüseyin Çakar:

-Bak işte sen armoniye gelmişsin bundan sonra hep bunlara benzer durumlarla karşılaşacaksın! deyip akorlara basmaya başladı. O akorları ben hep yaptığımı söyleyince bu kez de:

-İşte o yaptıklarını seslere döndürerek çalınacak biçime sokarsan armoni yapmaya başlayacaksın! deyip 32. parçanın akorlarını çaldı. Bu kez de oturarak:

-Ben Lehrer olayım! diyerek akorlara bastı. 2 saate yakın birlikte çalıştık. Sıra Mehmet Zeybek'te o gelince ayrıldık. Hüseyin Çakar'a Asım Öğretmenle de birlikte çalıştığımı söyleyince o da:

-Konservatuvarda ikişer çalışanlar çok oluyor! diye ekledi.

Piyano çalışmamın bu günkü süresi bitmişti. Akşam çalınacak plakları hazırladım.

 

1. Josef Haydn, Dörtlü(Kuartet)  no:77, 4 plak

2. Wolfgag Amedeus Mozart, Re maj. Serenad, 2 plak

3. Fredrich Chopin, Sherso no. 1-2-3-4, 4 plak

 

İlk plak dinlemeye başladığımızda Josef Haydn'dan çok plak çalmıştık. Özellikle Klavsen konçertosunu sevmiştim. Öztekin Öğretmen de Josef Haydn'ı sevdiğini söyledi. Hatta 100'ün üstüne senfonisinin olduğunu söylemişti. Viyana Klasikleri diye Müzik Tarihi'nde anılan Haydn, Mozart, Beethoven üçlüsünün ilki, yani en yaşlısı Josef Haydn'mış.

Hazırlığımı yapınca Schubert Lied'ler kitabını alıp karıştırdım

Yüzlerce Lied içinde iki tanıdığım var, biri Stedhen yani Serenad dediğimiz, önce Güzel Çoban sözüyle başlayanı. Sonra da kendi bulup tanıttığım Röslein. Tatilde Kepirtepe'ye gidersem bu kitabı salt Röslein'e göstermek için götüreceğim. Bizim köydekilerin anlattığına bakılırsa insanlar dünyaya gene gene geliyormuş. Röslein de buna inansa ona Johan Wolfgang Goethe zamanında da yaşadığını söyleyeceğim. “Şair Goethe, seni görüp bu şiiri yazmış!” diyeceğim. Yüzümün gerildiğini görür gibi oldum; Röslein çok kurnazdır; soruverir:

- O tomurcuğu koparmak isteyen kim olabilir? diye. “Ben!” demeye kendime bile cesaret edemediğime göre ona nasıl derim? Neredeyse kitap elimden düşecekti. Harun Özçelik geldi, beklemiyordum, hemen Harun'un bizim bölüme geçeceği duygusuna kapıldım. Kaç zamandır bunu düşünüyordum. Özellikle Malik Aksel Öğretmeni tanıdıkça Harun'u düşünmeye başlamıştım. İçimden:

-Harun Özçelik için çok uygun bir bölüm, deyip duruyordum. Harun gülerek geldi, hemen de niçin geldiğini söyledi. Mustafa Güneri, şimdi Hasanoğlan Köy Ernstitüsü Sanat Başı, bizim eski sevgili Müdür Vekilimiz, gerçekten inanıp güvendiğimiz öğretmen. Bize, Kepirlilere topluca bir “Hoşgeldiniz!” diyecekmiş. Bunu hep düşünüyormuş ama herkesin sevdiği bölümü seçip yerleşmesini beklemiş. Gerekçesini de açıklamış:

-Seçilen bölümler için o süreçye fikir yürütürsek, sonradan ayrılanlar üstünde olumsuz etkimiz mi oldu? gibilerde, kendimizi sorumlu tutarız düşüncesiyle kesin yerleşmelerınizi bekledim!

Anladım ki Harun durumundan çok hoşnut, hemen Mustafa Güneri Öğretmenle onun atölyesinde çalışmaya başladığını, ayrıca Hidayet Öğretmenle de haftada bir gün çalıştığını söyledi. Ben Malik Aksel Öğretmenden söz edince Harun onların da onun çalıştığı yerlere her gelişlerinde uğradıklarını anlattı. Harun Özçelik'in bu iki ikiye konuşmamızdaki kesin kararlı tavrı, beni çok sevindirdi. Kendim de aralarında olarak tüm arkadaşlar bir yana ben, Harun Özçelik'in seçeceği bölüm için kaygı duyuyordum. Öteden beri (beş yıldır) birlikte olduğumuz 30 arkadaş içinde Abdullah Erçetin'le Harun Özçelik iki dalda (hepimizden çok) olağanüstü yetenekli olduğu tartışmasız kanıtlanmıştı. Abdullah Güzel Sanatlar Koluna girince yerini bulmuş sayıyordum. Harun Özçelik ise İşletme Ekonomisi okuyacak. Şimdi anladım ki arkadaş durumundan hoşnut. Benim köşemde bir süre konuştuk. Abdullah'la Kadir de geldi. Kadir benim düşündüklerimi açık açık söyledi, Harun'u son kez bizim Bölüme çağırdı. Harun son sözü söyledi:

-Benim Resim tutkum, çok özel bir tutku. Bakın Hidayet Öğretmen, tanıdığımız iki resim öğretmeninden geri kalmayacak denli resimden anlıyor. Üstüne üstlük, mandolin, bağlama, ağız mızıkası çalıyor, şiir yazıyor, şarkı söylüyor. Çok mutlu bir insan, bir atölyesi var, kaşıktan bağlamaya dek sayısız iş çıkarıyor.

Harun o denli kesin konuştu ki hepimiz sustuk. Yemek salonuna dek birlikte gittik. Mustafa Güneri Öğretmenle pazar günü buluşmaya karar verilmiş, biz de uyacağımızı söyleyip ayrıldık.

Yemekte bizim yarınki derslerimiz konuşuldu. Ben bizim arkadaşların Psikoloji dersi için tepkilerini anlattım. Oysa yarınki Sosyoloji dersi de Enstitü bölümünde hiç okunmadı, arkadaşlar ona değinmedi de Psikolojiye neden karşı çıktılar? dedim. Orhan Doğan işi öğretmene yıktı. Sosyoloji Öğretmeni tatlı dilli, onu kimse gücendirmek istemez! dedi. Oysa işin içinde gücendirme, gücendirmeme diye bir olay yok. Psikoloji gibi Sosyoloji dersi de Köy Enstitülerinde okunmamıştır. Oysa şimdi önümüze bir sosyoloji dersi getirilmiştir. Hiç değilse ; “Bu derse neden gerek duyuldu?” denmiyor:

-Bu derse geçmişte gerek görülmemiş ama şimdi gerek görülmüştür! Yanıtıyla karşılık verilebilir. Ne var ki böyle denince de sorulacak soru olacaktır:

-Neden liselerde olduğu gibi doğrudan bu derslerin genel ilkeleri okutulmuyor da ayrıntılarıyla geçiştirmeye çalışılıyor. Bugünkü derste Sami Akıncı açık açık söyledi, “Algı, çağrışım, bellek, duygu, uslamlama” sözlerini bilmiyorum! dedi. Oysa bu sözler lise psikoloji kitaplarında ayrıntılarıyla anlatılıyor. Çok önemli bir konuyu anımsatmak istiyorum; Orta 3. sınıftan 4. sınıfa geçmek üzre olduğumuz bir süreçte (18 Nisan 1941) Hasanoğlan'a göç etmiştik. Kısa bir süre çadırlarda ders yaptık. O derslerin birine Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gemişti. Bizimle konuştu, sorular sordu. Sıralar arasında gezerken bir sıranın üstünde duran bir kitabı alıp o kitabı okuyanımız olup olmadığını sordu. Okuyanımız çıkmıştı. (Sami Akıncı) Hasan Ali Yücel kitabı hepimize göstererek, kitabı kendisinin yazdığını, ancak konularının daha iyi kavranması için az daha sabretmemizi Lise 2. sınıf düzeyine çıkınca zaten okuyacağımızı söylemişti. Söz sözü açtı, Hasan Ali Yücel sorduğu bir soruya biraz geç yanıt vermiştik. O geç yanıtı ben vermiştim. Hasan Ali Yücel gülümseyerek yanıtın doğru olduğunu ancak geç verildiğini söyleyince ben:

-İvedi yanlış yanıt yerine geciken doğrunun yeğlenmesini söyleyince bu kez Hasan Ali Yücel kitabı göstererek:

-Bu kitabı okumayı hak ettin! demişti. O gittikten sonra arkadaşlar “Hasan Ali Yücel sana kitap gönderecek!” dediklerinde çok umutlanmıştım. Oysa kitap gelmediği gibi o kitabın okutulduğu dersin adından bile söz edilmedi. Biz buradan sonra Köy Enstitülerinde öğretmen olur, Meslek Derslerine girmek zorunda kalınca gerçek psikoloji terimlerini hiç okumadan okutan durumuna gireceğiz! Beni dinleyenler güldüler. Abdullah Ön :

-Kepirli kardeş, neredeyse bizim ikinci yılımız bitiyor; biz bunları düşünmüyoruz. Maşaallah, sen, işleri sıkı tutuyorsunuz! Yan gözle Şevki Aydın'ı izledim, benim tartışmaya kalkışacağımı düşündüğünden (koruma niyetiyle) hemen söze karıştı:

-Herkes bizim gibi, işleri tesadüflere mi bırakıyor sandın? Hemen arkasından Mehmet Yelaldı, çalınacak plakları sordu. Josef Haydn deyince de;

-Bakın bakın, Öztekin Öğretmenin verilmiş sözü vardı; bize Haydn Serenadı çalacaktı, gelin bu akşam isteyelim. Haydn Serenad, keman Öztekin Öğretmen sözleri koyu değiştirdi. Toselli Serenad, Schubert Serenad, Haydn Serenad sıralamaları yapıldı. Mehmet Zeybek bir parçadan söz etti:

-Mozart Serenad! deyince düzeltenler oldu:

-O, serenad değil Menuette. Bu kez de Menuette'ler sıralandı, Beethoven, Mozart, Bach, Bocchorini. . . Mehmet Zeybek (kasıtlı söyler gibi) sıralamaya bir ad ekledi “Martini!”Arkadaşlar gene güldüler:

-O menuette değil Gavot! İş çığırından çıktı Abdullah Ön sordu:

-Yok yahu, o “Kavat!” değil miydi. Mehmet Zeybek kızdı:

- “Senin gibi!”deyip kalktı.

Dinleme bölümünde toplanınca Öztekin Öğretmene anımsatmayı Mehmet Yelaldı üslendi. Mehmet Zeybek, konuşulanları unutmuş gibi sordu:

-Neyi çalacak neyi? Bu kez de Mehmet Zeybek'in en yakın arkadaşı Şerif Yalman yanıtladı:

-Senin Gavott'u. Öğretmen kapıdan girerken birileri soruyordu:

-Ne Gavott'u arkadaşlar?

Öğretmen gelir gelmez ellerini sobaya uzattı, gülerek:

-Size verilmiş bir sözüm vardı, hazır Haydn'dan dinlemişken onu da araya katalım dedi. Öğretmen böyle deyince bizim masa arkadaşları hep güldü. Ötekiler bu gülüşe biraz şaşkın bakınca Mehmet Yelaldı Öztekin Öğretmene açıkladı:

-Yemekte bunu konuşmuş, size anımsatmaya karar vermiştik! deyince Mehmet Öztekin Öğretmen çok mutlu oldu, bunu açık gönüllülüğe bağladı, başarıların da açık gönülle çalışmalardan geldiğine inandığını tekrarladı. Kemanı alıp bir kaç yay çektikten sonra hemen yakındaki bir Seybold Keman metodundan yayın ucuyla sayfa açıp, açılan sayfadaki parçayı bir kaç kez tekrarladı. Sonunda uzun uzun yay çekti. Çalarken konuştu:

-Bunlar da kemana yeni başlayanlar için! dedikten sonra Haydn Serenad'ı çaldı.

Öğretmen yerine oturunca Josef Haydn için kısa bir konuşma yaptı, Haydn'ın yetiştiği ortamı anlattı, yaşam koşullarının zorluğundan söz etti buna karşın 1oo den çok senfoni, bir o kadar oda müziği (Kuartet, 3 'lü, 5'li yanında 20 kadar konçerto, bir okadar opera, bir o kadar din sel yapıtlar (Kantat-oratorya-Messe) dedi. Bizi bir kez daha uyardı:

-Derslerimiz ilerledikçe ünlü besteciler için araştırma yapıp eserlerini doğru olarak yazacağımızı tekrarladı. Yapılan konuşmaların plak dinlemeye bir ışık tutması bakımında yaralarını anımsattı.

Kuartet sonunda arkadaşların çoğu sevinmiş gibi bakındı. Sanırım öğretmen bunun ayırdındaydı, ikinci dinleyeceğimiz Mozart! deyince öğretmenin yüzü de değişti. Mozart'ın çok Serenad'ı olduğunu, (Öğretmen 20 kadar dedi) ancak bunları bildiğiniz serenad'larla bir tutmayın bunların hemen hepisi orkestra için yazılmış, kimileri bir saat süren büyük konser parçalarıdır!deyip sözü kesti. Mozart Serenad gerçekten güzelmiş. Bir ara baktım tüm arkadaşlar dalgın dolgın dinliyorlar. Gözlerinin açık olduğunu görmesem “Uyudular!”diyecektim. Giderek ben de daldım gittim. Kırlarda kuzuları otlatırken bir kuytuya yatar rüzgarın çıkardığı sesleri dinlerdim. Özellikle yakında büyük ağaçlar olunca sesler çok değişirdi. Kimi kez de göğe bakar, kar gibi beyaz bulutların hızlı hızlı yer değiştirmesiyle o sesleri- aklımca - ilişkilendirip uzun uzun bakardım. Öyle ki, kimi zaman da salt bulutların ses verdiği yanılgısına düşerdim. Mozart Serenad bana bunları anımsattı. Plak bittiğinde Öztekin Öğretmen Mozart için “Dahi çocuk Mozart!” diye boşuna dememişler. 6 yaşında beste yapmış, 10 yaşında bir yığın bestesiyle tüm Avrupa ülkelerini gezip konserler vermiş, kral saraylarında karşılanmış 600 kadar büyük besteyi bırakarak genç yaşında (35) ölmüştür. Hepimiz, yeni olmuş bir olay gibi üzüldük. Öğretmen:

- Mozart üstünde daha çok duracağız diyerek işaret verince Frederic Chopin'in plaklarını koydum.

Ben Chopin'in parçalarını da sevdim ama arkadaşların çoğu neredeyse bitmesini sabırsızlıkla beklediler. Öztekin Öğretmen özel olarak Hüseyin Çakar'a bakarak:

- Siz çalarsınız bunları, bunlar o denli zor parçalar değildir. Kamil Yıldırım dayanamadı sordu:

- Biz çalamaz mıyız öğretmenim? Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:

-Chopin kendisi saygın bir piyanisttir. Piyanoyu çok sevdiği için bestelerini çoğunlukla piyano üzerine yapmıştır. Bunu bilen müzikseverler, Chopin'e olan sevgilerinden dolayı yapıtlarını kemana pek çevirmiyorlar. Keman için Chopin parçası ararsanız, çok az bulacaksınız. Chopin bir piyano bestecisidir. Böyle başka bestecilerle de karşılaşacaksınız. Örneğin İtalyan bestesi Paganini de piyano için çok az bestelemiştir. Piyano severler de ondan piyano için parça arasalar çok az sayıda bulabilirler. Öğretmen sevinçli bir yüzle:

-Plak dinleme işini oldukça düzene soktuk, ileri günlerde daha bilinçli olarak dinledikçe bilgimiz artacak, hepimiz muziğin sihirli havasına gireceğiz! deyip ayrıldı. Yolda konuşmalar oldu. Şerif Yalman'a sordular:

-Sen hangi besteciyi beğendin? Şerif Mozart'ı söyledi. Mehmet Zeybek küçümseyen bir tavırla Mozart'ın nesini sevdiğini sordu. Şerif:

-Şurasını burasını diyemem ama onu dinlerken çok mutlu oldum! dedi. Bu kez de Mehmet Zeybek'e sordular. Mehmet Zeybek:

-Durun düşüneyim! deyince Fahri Yücel yanıtladı:

-Mehmet Zeybek de benim gibi hiç beste yapmamışları sever! deyince gülmekten yerlere yatanlar oldu. Mehmet Zeybek söylenenleri pek anlamamış olacak, az ilerideydi geri dönerek ciddi ciddi sordu:

-Hiç beste yapmamış besteci olur mu? Bu kez de tüm arkadaşlar.

-Olur, olur, neden olmasın? İşte bizler buna birer örnekiz!

-Yatakhane kapısından girerken bir uzun “SUSSSSSSS!” çekildi.

Yatınca anımsadım, yarın Sosyoloji dersi , bugünkü psikoloji dersine döner mi? Dönerse iş nerelere dek uzar?

 

24 Kasım 1943 Çarşamba

 

Çiseltili bir hava, kapıdan çıkınca iki yıl önceyi anımsadım. O yıl bu günler, buraları bir iki kez kar olmuş ama gene karaya dönmüştü. Bu yıldan farklı olarak karşıdaki Elmadağ sıra dağları tümden beyazdı. Bu yıl henüz oraları beyazlaşmadı. O zaman Hasdanoğlanlılar, kendilerine kış sorulduğunda orasını gösterir:

-Orası kapandıkta kış gelmiş demektir! derlerdi. İdris Dağ için ise:

-Bizim İdris'imiz küçük dağdır, o kışı getirmez ama muştular!deyip dağlar arasında bir çizgi çekmişlerdi. Hasan Dağları ise kendilerinden saymazlar, orası bize arkasını dönmüş, o yüzden pek kusur etmez, şimdiye dek köycek ondan bir ziyen (Zarar-ziyan) görmedik! türü yanıtlar verilmişti!

Kahvaltıdan önce Kadirle ikimiz Müzik Salonundaki sobayı yaktık. O bölge nöbetçisi (Orta bölümden bir sınıf haftalık nöbet tutuyor. Bir tanesi salt bizim binayı gözetlemekte) daha önce gelmiş, bize hazırlık yapmış.

Kahvaltıya giderken Öztekin Öğretmenle karşılaştık. Sobanın yakılışına sevindi.

Kahvaltıda, Sosyoloji-Toplumbilim tartışması çıktı. Ben katılmadım. Ancak Müfredat programında Toplumbilim yazıldığını anımsattım. Toplum, bilim, bilgi sözleri açıklanmaya çalışıldı. İçimden, 2. sınıfların da bu konuyu kesinlikle anlamadıkları kanısını vardım. Zaten tartışmaları da daha çok Öğretmen İbrahim Yasa'nın tavırları üstüne oldu: Pipo içişi, pipo tutuşu, öğrenci konuşurken birden susturuşu, yurt içindeki olaylar için hemen Amerika'dan örnekler gösterip işi savuşturması v.b. gibi.

Öğretmeni beklerken az ileride bir kaynaşma oldu. Çifteler grubundan, geçen derslerde tanıdığım Veli Demiröz, ayağa kalkarak yakınımda oturan birini çağırdı. Çağırılan kendini göstererek “Beni mi?” diye sorunca az ötesindeki bir başka Çiftelerli Ali Bayrak “Beni mi?” diyene:

- He yaa, Satılmış seni! dedi. Satılmış dediği uzun boylu Burhan Güvenir Ali Bayrak'a doğrudan küfretti. Ali Bayrak da hemen karşılık verdi:

- O dediklerin senin babandır! diye de bağırdı. Burhan Güvenir, çağrılan yere gitti. O gitti ama durdukça sinirlenen Ali Bayrak, yüksek sesle- sık sık “Yahu!”- diyerek Burhan Güvenir'i oraya neden çağırdıklarını anlattı. Arada da:

- İşleri güçleri ortalığı karıştırmak! deyiverdi. Ali Bayrak'ın sözlerini duyanlar hep baktı. Hemen yakınımdaki Halil Dere, bir araya toplananları tanıyormuş, adlarını söyledi:

- Veli Demiröz, Hayrettin Özer, Mustafa Buğday, Burhan Güvenir. Olayı ben de izledim ama neden sinirli bir hava oluştuğunu anlayamadım. Bu sıra Öğretmen geldi. Öğretmen gelince ayağa kalkıldı. Öğretmen yerine oturunca ortaya konuştu:

- Havalar giderek soğuyor, insanları uyarıyor, kürklerinizi giyin! diyor gibi şakalı sözler söyledi. Az önünde oldukça sıkışık oturan Fatma ile Dürriye' bakarak sordu: Sizler daha iyi bileceksiniz, evlerde kış hazırlıkları bakımından bayanların ne gibi görevleri vardır? Fatma daha önde gibi oturuyordu ama nedense dönerek Dürriye'ye baktı. Dürriye ne anladıysa hemen kalktı, beklenmeyen yanıtlar verdi. Örneğin:

- “Bayanlar deyip tüm dünya ya da yurdumuzun genelindeki bayanları kastediyorsak saymakla bitiremeyeceğimiz görevleri vardır. Dar anlamda bir evi ele alacaksak, evin bayanı, evde bulunanların giyim kuşamlarıyla beslenecekleri konusunda kendini sorumlu tutup eksiklerini tamamlamaya çalışır. Bunları yiyecekler, başka bir deyimle kiler işleri, günlük gereksinimler için pişirme işleri” derken öğretmen karıştı soru içinde soru sordu. Öğretmen:

- Peki, çalışan bayanlarla çalışmayan bayanlar arasında bu dediğin bakımından bir fark var mı? Çok rahat olarak “Var efendim; ancak bu farkları ben çok düzgün olarak söyleyemem, doğrusu bilmiyorum. Bu nedenle de bunları öğrenmek için buraya geldim!” Şükrü Koç parmak kaldırdı. Öğretmen önce ya görmedi ya da görmezden geldi. Ancak Hasan Özden, oldukça kalın sesiyle uyardı:

- Parmak kaldıran var efendim! Öğretmen gülümseyerek:

- Öyle mi efendim? deyip Şükrü Koç'a baktı. Öğretmen nedense bir süre düşünür gibi durdu, arkasından sordu:

- Soracağınız soru bu konuyla ilgili mi? Şükrü Koç “Bu dersle ilgili efendim!” dedi. Öğretmen, bacak bacak üstüne atıp geriye yaslandıktan sonra:

- Söyle bakalım, bu dersle ilgili neymiş o öyle! Gülümsedi, “Seni bekliyorum!” derce başını oynattı. Şükrü Koç, Köy Enstitülerinde Sosyoloji dersi okutulmadığını söyleyip, “yeni müfredat proğramına bakılınca bundan böyle de okutulmayacağı anlaşılmış bulunuyor. Oysa bizim burada sosyoloji biliminin birer yan alanları sayılan dar toplumların sorunları üzerinde duracağımız anlaşılmaktadır. Köy Enstitüleri Müfredat Programında Sosyoloji sözü edilmezken biz burada Toplumbilim adı altında Sosyoloji alanına giren konulardan söz ediyoruz. Bir bilimin özü kavranamadan, o bilimin gereklerine uyulabilir mi? O gereklere uyulamayınca yapılacak çalışmalar bilimsel olabilir mi?” Öğretmen teşekkür etti. Şükrü'ye:

- Sen umutsuz gibi konuştun ama biliyor musun; bana büyük güç verdin. Birlikte çalışacağımız arkadaşlar bu konuya böyle candan katılırsa biz bu olayı giderek genişletip evrensel boyutlara ulaştırabiliriz. Müfredat Proğramındaki eksiklikleri bile bile altına imza attığımızı söyleyince inanacağınızı umarım. Biliyorsunuz, şimdi sen de söyledin, şimdiye dek Köy Enstitüleri programlarında bunlar da yoktu. Şimdiden sonra olanlarla başlayıp eksikleri ortaya koyarak bunu, kamu oyunun benimseyeceği düzeye çıkaracağız.

Öğretmen bundan sonra Sosyoloji Biliminin Avrupa'da gelişmesini, Amerika'ya neredeyse 100 yıl sonra geçmesini, orada da gecikmeye neden olan engelleri anlattı. Zil çalınca öğretmen ayrıldı. Dışarıya çıkan arkadaşlar arasında bulunan Burhan Güvenir'e ders öncesi takılan Ali Bayrak, bu kez de ellerini sürtüştürerek:

- Nah sana Satılmış, oh olsun! dedi. Çevresindeki arkadaşlar Ali Bayrak'ı ayıpladılar. Burhan Güvenir:

- Çık, çık, çık! edip gitti. Ali Bayrak duramadı, olayın öncesini anlattı. Konunun, başlangıcı varmış. Ali Bayrak gibi öteki arkadaşları da önlemek için dil dökmüşler. Çiftelerden bir grup, geçen Psikoloji dersinde karşılaşılan olayın benzerini Sosyoloji dersinde tekrarlayıp Kızılçullulara gösteri yapacaklarmış. Bu, uzun uzun konuşulmuş, görevliler seçilmiş, Hayrettin Özer, Mustafa Buğday, Veli Demiröz, Burhan Güvenir. Burhan Güvenir derslikte uzakta oturunca, onu uyarmışlar. Bizim tanık olduğumuz patırtı buymuş. Şükrü Koç, bir bakıma onların oyununu bozmuş. Olayı tam anlamadım ama Kızılçullu-Çifteler çatışmasının , hiç değilse belli kişiler arasında uzayacağını iyice sezdim.

Tarih dersimiz çok sakin başladı, başladığı gibi sürdü. Öğretmenimiz Halil Demircioğlu tatlı tatlı anlatırken geçmiş tarih derslerimizi anımsadım. Tarih dersi öğretmeni olarak Fikret Madaralı Öğretmenle Selçuk Korol Öğretmeni tanımıştım. İkisi de tarih olaylarını çok güzel anlatıyordu ama sanırım olayların hep dışındaymış gibi anlatıp geçiyorlardı. Belliki onlar çok eskileri anlattığından öyle yapıyordu. Doçent Halil Demircioğlu ise anlattıklarının tanığı, kazanılınca kazananın mutluluğunu, kaybedilince kaybedenin acılarını çekerce bizi olayların içine çekiyor. Bugün anlattığı Kurtuluş Savaşı sürecinde çıkan isyanları anlatırken Öğretmen gibi ben de kendimi kaptırdım, özellik 23 Nisan 1920 tarihinde tüm yurdu esaretten kurtarmak için kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne karşın Tokat-Yozgat yörelerin de ayaklanan ÇOPUR YUSUF, DELİ HACI, KÜÇÜK AĞA, Urfa-Sivrek yöresinde Milli Aşireti güdücüleri MAHMUT, İSMAİL, HALİL, BABÜR, ABRURRAHİM, Konya'da ÇOPUR MUSA türü vicdansızları görür gibi oldum. Yıllardır haritalara bakmama karşın ilgimi çekmeyen yerler, örneğin, ERBAA, MADEN, ALACA, MECİTÖZÜ, AKDAĞMADENİ, VİRANŞEHİR gibi talihsiz yöreler birden gözünde değerlendi. Yozgat, Konya, Diyarbakır, Eskişehir bildiğim yerler olduğundan onları saymadım.

Öğretmeni dinlerken bir yandan da arkadaşları-sezdirmeden- izliyorum. Tüm arkadaşlar sanırım benim gibi düşünüyor. Yakından tanıdıklarımın yüzleri gergin, kuşkusuz onlar, daha candan izliyor. Ben, ara ara içimden de olsa kaçamak yapıyorum. Gene de bizim Kepirlilerin çoğu, birlikte okuduğumuz(Türkçe derslerinde öğretmenlerin okuduğu, Fikret Madaralı Öğretmenin Yaban, (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)Sabahat Kartekin Öğretmenin Urun(Vurun) Kahpeye, Halide Edip Adıvar) romanlarını anınmsayıp oralarda geçen düşmanlarla işbirliği yapanları, Salih Ağaları, Hacı Fettahları, İşgalci Damyanos'la işbirliği yapan Küçükhüseyin'leri anımsadılar mı?Zil çalınca dikkatle baktım. ;öğretmenden önce kimsede bir kımıldama olmadı. Öğretmen kalkınca ancak arkadaşlar da kıpırdanmalar başladı. Öğretmen masa üstüne bıraktığı kağıtlarını toplarken:

- Türkiye Büyük Millet Meclisi sürecinin iç engellerini gözden geçirmeye devam edeceğiz!deyip ayrıldı. İşte buna sevindim;az önce arkadaşların anımsamasını beklediğim roman ya da hikayelerde geçen karşıcıların gerçek insan olmadığı düşünülse bile yazarların onları birilerinden esinlendiğini düşünüp benzerlerini gözden kaçırmamak için sürekli anımsamamız gerektiğine inanıyorum. Reşat Nuri Güntekin 'in Yeşil Gecesi'indeki Mollaların nasıl değişmiş görünüp;yeni durumlarda da fırıldaklarını çevirdiğini gördük. Falih Rıfkı Atay da bunları, ROMAN'nda anlattı. Fikret Madaralı Öğretme de bize sık sık bunları söylerdi:

- Armut dalından ırağa düşmez, yarın sizin köylerde en çok, bu nankörler engelleyecektir. Sanmayın onlar ölünce dünya gün güneşlik olacak; onlar ölse bile yerlerine onların mirasçıları yetişecek, tarihimizi unutmayın, Genç Osman'ı öldürenler de cezalandırılmıştı. Buna karşın yirmi-otuz yıl sonra daha beterleri tekrarlandı. Bunlar, yarım önlemlerle önlenmeye çalışılırken bu kez Lale Devri denilen uyanış boğazlandı. Bu da ders olmadı, Yenilikçi Padişah 3. Selim katledildi. Bu olaylar arasını incelerseniz hep bir iki kuşak sonra olduğunu göreceksiniz. Öyleyse yurdumuza, ulusumuza körlük yapanların, kolay kurutulamayan bir kaynağı var. Bu kaynak, yazık ki daha kurutulamamış durumda. İşte bu kaynakla sizler karşı karşıya kalacaksınız.

Yerim kapıya yakındı, geçenleri daha yakından izler gibi baktım. Konyalı arkadaşlar zaman zaman “Ah Konya vah Konya! deyip dururlardı. Konyalı Delibaşlar için ne diyorlar acaba?Ya Çopur Musa'nın akrabaları ne diyorlar onun adı geçince?

Yemekte baktım, Konyalı Orhan Doğan (o, 2. sınıfta olduğu için bizim bugünkü dersten habersiz) Konya üstüne övücü sözler söylüyor. Mevlana Türbesini, Atatürk Evi'ni göklere çıkardı. Bir ara dilimin ucuna geldi ama sustum. İyi ki susmuşum, benim bildiklerimi onun arkadaşları da biliyor; kimse sormadığına göre benim sözüm zaten etkisiz kalacaktı. Ben böyle düşünürken Konyalı Orhan Doğan bana tepeden inme sordu.

- Şu senin plak gıcırtın ne zaman bitecek? Sözü anlamazdan gelerek:

- Gıcırtı, iğnelerin iyi olmamasından ileri geliyor, iyi iğne bulursan getir, gıcırtısız müzik dinlersin! dedim. Mehmet Yelaldı gülerek elini topaç yapıp aşağı yukarı indirdi:

- Tutmazsan dilini, ödersin bedelini!

 

Orhan Doğan

 

Orhan Doğan, art niyetle demediğini, şaka olarak takıldığını sözledi. Bu arada bazı seçilen plakların fazla sevilmediğini, kendi aralarında sık sık konuştuklarını tekrarladı. Bu kez de ben:

- İlk liste bitmek üzere, bundan sonraki listeyi siz hazırlayın! dedim. “Anlaştık!”  “diyerek masadan kalktık. Ayrılınca kendi kendime “Geçmiş olsun!” dedim;Orhan Doğan'a Delibaşlar'dan, Çopur Musa'lardan söz etseydim sanırım baltayı tam olarak taşa vuracaktım.

Çarşamba günleri Okul Şarkıları, şarkı özellikleri üstüne iki saat dersimiz var. Öztekin Öğretmen ilk günler buna, “Dersten çok SÖYLEŞİ!” demişti. Oysa bugün, defter tutmamızı, defterlerimize “Okul Şarkıları” üzerine doğru bilgileri derlememizi söyledi. Bir de örnek verdi:

- SONBAHAR! Şarkıda sonbaharı canlandırıyor. Dalların kuruması, yaprakların renkleri, dökülüşü, rüzgarın esişi anlatılıyor. Tüm şarkıların, söylenen, söylenmeye gerek görülmeden anlatılmak istenen tarafları vardır, bunları araştırmak, çocukların kolay anlayacağı şekile sokmak Müzik Öğretmeninin başlıca görevidir!

Benim defterim vardı, ayrıca yirmi kadar da okul şarkısı yazmıştım. Bunu daha Kepirtepe'de hazırlamıştım. Asım Öğretmen de Öztekin Öğretmen gibi (Ancak o, köy öğretmenleri için) düzgün bir defteri önermişti. Benim defterdeki şarkıları da Kepirtepedeki arkadaşlar, öteki arkadaşlarından toplamıştı. Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin, İdris Destan, Hasan Gülümser, Cavit Kafkas, Fevzi Üner, Melahat Erkan, Sakine Özbek, Gülfize Atay, Mehmet Aydemir, Hasan Çetin , Doğan Güney daha adını anımsayamadığım arkadaşlar hep yardımcı olmuştu. Sağ olsunlar, onları anarak şarkılarından yararlanacağım.

Öğretmenin örneklediği Sonbahar şarkısını dersten sonra piyanoda çaldım. Arkadaşlardan bilenler varmış, hafiften hafiften söylediler. Abdullah Erçetin de katıldı. Abdullah katılınca ötekilerin susuşu dikkatimi çekti. Abdullah söyleyince şarkının rengi bir başka oluyor.

Keman saati başlayınca herkes kemanını aldı. Gene de arada konuşmalar oluyor, Benim çalıştığım duvar piyanosu. Bu nedenle arkam salona dönük olduğundan haraketleri göremiyorum ama konuşmaları duyuyorum. Şöyle bir söz kulağıma çalındı:

- Bu Kepirliler çok iyi yetişmiş. Konuşurken “Biz müzik dersi görmedik!” diyorlar ama gördükleri besbelli. İçim cız etti. Asım Öğretmen çok şakacıydı, arada sözü bizim durumumuza getirir:

- Siz nasıl öğretmenlik yapacaksınız? Köyde öğretmen olmak cesaret işidir. Cesaret ise bilgiden güç alır. Siz çok az bilgiyle köylülerin karşısına çıkacaksınız. Köy, salt köyde oturanların değildir. Her köyde sürekli dışardan insanlar gelir. Köylüler bu insanları, Hacılar gibi karşılar, söylediklerini de değerli bulurlar. Bunlar, tahsildar, jandarma, Ormancı, gümrükçü, sütçü türü değişik kesimlerin kişileridir. Ancak bunların her biri küçük kasabaların ıcığını cıcığını bilir, halk deyimiyle Kulağı Kesik insanlardır. Şakacıdırlar, insan avlamasını çok iyi bilirler. Bunların içinde doğrudan at-sığır alıp satan cambaz takımı da vardır. Onlardan biri köye geldiğinde öğretmen onun karşısında susarsa, o öğretmen o köyde bir daha kolay kolay huzur bulamaz! demişti. Asım Öğretmen bizim okula bir köy okulundan geldiği için sözlerinden kuşku duymamıştım. Benzere sözleri Eğitmen Mustafa Ağabey de söylemişti.

Bunları aklımdan geçirerek bir karşılaştırma yapmaya çalıştım. Kepirliler iyi yetişmişse vay ötekilerin köylerdeki durumlarına! Yeğenim İsmet, Arif, Yakup, Mehmet Aygün;İdris, Recep, Hilmi Altınsoy, Sefer, Fettah, Baba Ali, Hüseyin Serin öğretmenler kahvelere çıkıp halk önünde konuşma sınavı verecekler. İsmet'i tanıyorum, iyi yetiştiğinden değil de var olan aile konumunda yararlanacaktır. Babası Muhittin Eniştem, çevrede ünlü biri . Salt köyde, çevre köylerde değil il içinde-dışında ordu müteahhidi olarak anılmaktadır. İsmet sanırım uzun süre Muhittin Eniştemin gölgesine sığınacaktır. Bu arada askerliğini atlatırsa kesinlikle bir gelişme yapar. “Yeğenim zekidir!”deyip güldüm.

Bugün, iki piyanoda da birer saat dersim var. 2. saatimde alt odaya indim. Hüseyin Çakar geldi. Onunla çalışmak istiyordum. Kitap okuyormuş, gülerek:

- Kulaklarım piyano sesine alışmış, piyano çalınınca dikkatim dağılmıyor. O nedenle geldim, aklına başka bir şey gelmesin!dedi. Oysa benim aklıma öyle bir şey gelmediği gibi tersine birlikte çalışmayı istiyordum. Hüseyin Çakar'la çalıştığım parçaları Faik Canselen Öğretmen' e daha rahat çalıyorum. Birisinin çaldığına uymak oldukça dikkat istiyor. Belki bana öyle geliyor. Ne olursa olsun Hüseyin Çakar'la çalışmak istiyorum. Bunu anlatınca Hüseyin Çakar geldi, ödev parçalarımdan başka gelecek bir parçayı da hazırladım. No. 38, Beethoven'in La Marmotte'u (Das Murmeltier) Zaten onu, Asım Öğretmenle çok çalışmıştık. Asım Öğretmen ona “Tarla faresi-ara ara da sıçanı” derdi. Çalışmamızdan Hüseyin Çakar da çok mutlu oldu. Ayrılırken benim içtenliğime inandığını da söyledi.

Arkadaşlar, ikide bir plak dinleme olup olmadığını soruyor. Oysa plak dolabının yan tarafında plak dinleme günleri yazılı. Salonu kapatınca (Bu gece Öztekin Öğretmen de gelmeyecek) Kitaplığa gittim. İsmail Habib'in Edebi Yeniliğimiz adlı kitabıyla Agah Sırrı Levend'in Divan Edebiyatı Tarihi kitaplarım var ama ortaya çıkarmıyorum. “Onları da ceketlerim gibi istemeye başlarlarsa kurtaramam! diye olabildiğince gizli tutuyorum. Kitaplıkta bu kez bir başka kitap buldum. Necmettin Halil. Necmettin Halil Onan, onun bir şirini ezberlemiştim:

- Bir Yolcuya! Hemen kitapta onu aradım. Oysa kitap “İzahlı DİVAN EDEBİYATI” yani tüm geçmişin şiirlerini ele alan bir kitap. Kitabında kendisine de yer verirse belki şiiri olur. Sonra da o olmasa da olur zaten bana genel şiirler gerekli deyip karıştırmaya başladım. Bu kitap da Agah Sırrı'ın kitabı gibi çok eskilerden başlıyor. Fuzuli, Baki;Nedim, Nabi, Şeyh Galip.

Hamdi Keskin Öğretmenin verdiği adları arıyorum;Ahmet Paşa, Necati, Avni (Fatih Sultan Mehmet) Ali Şir Nevai, Dehhani, Mevlana, Selimi (Yavuz Sultan Selim) Hatai (Şah İsmail)

Bunları sıralarken kitabın yazarı Necmettin Halil Onan'ın şiiri anımsadım:

 

BİR YOLCUYA

 

Dur yolcu!Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sakit yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun solunda
Gördüğün bu tümsek, Anadolu'nda
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmet'in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası giderken ele,
Mehmet'in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, haşrolan kan , kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

 

Necmettin Halil Onan

 

Arkadaşlar geldi. Kadir Pekgöz, kemancılarla ilişki kurmuş;Muttalip Çardak, Talip Apaydın birlikte geldiler. Talip Apaydın elimdeki kitabı görünce ilgilendi;şiir sevip sevmediğimi sordu. Kitabı göstererek:

-“Anlayabildiklerimi seviyorum. Ne var ki anladıklarım çok az. Öyleyse, çok az şey için Seviyorum! deyip ortalığa çıkmıyorum!” deyince güldüler. Talip Apaydın, yeni şiirleri sevdiğini söyledi. Yemek zili çalınca konuşmamız kesildi. Ancak ben Talip Apaydın için hemen bir kuruntuya kapıldım:

-Acaba arkadaş yeni şiirler okuduğu için mi mahkemelere düşmüş? Şiir okuma üstünde durulurken (Orta okul kitaplarını izlediğimiz yıllar) Fikret Madaralı Öğretmen Rıza Tevfik için:

-Sevr Anlaşmasını imzalayanlar arasında olduğundan öteki imzacılar gibi o da suçlu sayıldı! demişti. Suçlu olduğu için yurttan dışarı çıkarılmış. Şair olduğu için Rıza Tevfik dışarda da şiirler yazmış. Fikret Madaralı Öğretmen onun Uçun Kuşlar adlı şiirini okumuştu. Fikret Madaralı öğretmen bize “Şairlerin söylediklerine bakın, onların bireysel davranışları hatta kişilikleri bizi çok ilgilendirmez!demiş, Rıza Tevfik'in Fikret'in Mezarında, (Kabrinde) Sorma Hocam, Uçun Kuşlar şiirlerini okumuştu. Daha sonra Sabahat Öğretmen de Rıza Tevfik'in bazı şiirlerini sevdiğini söylemişti. Onun da derslerinde bir kaç kez Rıza Tevfik'ten şiir okuduğunu anımsıyorum. Ben asıl Rıza Tevfik sever olarak Vahit Dede'yi tanıdım. Gençliğinde Vahit Dede, Üsküdarda bir Tekkeye gidermiş. O tekkeye zaman zaman Rıza Tevfik de gelir, saz çalar, nefesler söylermiş. Vahit Dede bunu, Fikret Madaralı Öğretmene de anlatmıştı. Rıza Tevfik'in saz çaldığını, Yahya Kemal de yazmış “Nefesler dinledik Saz-ı Rıza'dan!” diye bir dizesini anımsıyorum. Ayrıca Akagündüz, Bu Torağın Kızları romanında Rıza Tevfik'i, bir beyaz at üzerinde, çevresinde İstanbul halkı olmak üzere görkemli bir görüntü olarak anlatır.

Yemeğe giderken biraz yan çizerek kitabı pek görülmeyecek bir yere koydum. Alan olursa çalışamam. Hamdi Keskin Öğretmenin şiir kaynağını bulmak istiyorum. Sanırım o da onca şiiri, ezberinde tutmuyor, kitaplara bakmak gereğini duyuyordur.

Yemekte Hamdi Keskin Öğretmenin adı geçti. O da Milli Eğitim Bakanlığı Şube Müdürlerindenmiş. Tüm Türkiye’deki İlkokul öğretmenlerinin atamasını o yapıyormuş. Bunu daha önce de duydum ama önemini pek kavramamıştım. 2. Sınıflar geçen yıl atanmalarla burun buruna kaldıklarından önce bunları öğrenmişler. Hamdi Keskin Öğretmenin güzel şiir okuması üstünde kimse durmadı. Bir ara ben söze karışıp “Şiir okuması!” diyecek oldum, hemen sözüm kesildi “Şiir okumasını sözü mü olur? Şiiri okursa Behçet Kemal Okur!” dediler. Behçet Kemal'in bir şiirini ezberlemiştim, pideden bazlamadan söz ediyordu. Sözü uzatmamak için sustum. Yalnız kitabı olup olmadığını sordum. Kimse doğru dürüst yanıt vermedi. Ancak radyoda sık sık şiir okuduğunu söylediler. Behçet Kemal Çağlar bazı Köy Enstitüleri'ne gitmişmiş. Bizim Kepirtepe'ye gelmediğini söyledim. Fahri Yücel gülerek:

-Ne biliyorsun? Belki gelmiş de sen görememişsindir! deyince bu sözü kendimce biraz acayip buldum. Birden Kepirtepe gözümün önüne geldi. Lüleburgaz sırtından Yeni Bedir köyüne dek düz bir alan, sık sık söylendiğini duyduğum söz dilime geldi “Elimin içi gibi” bildiğim bir yer. Gözümü nereye diksem kendimi orada görüyorum. Dışardan geleni nasıl görmemiş olurum? Kepirtepe kurulduğu günden ben ayrılıncaya dek gelenleri bir bir sayarım. Karaağaç günlerimizde Trakya Genel Valisi Kazım Dirik Aralık 1938, Korgeneral Salih Omurtak, Aralık 1938, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mart 1939. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü iki kez 10 Haziran 1941, 12 Eylül 1942, Hasan Ali Yücel, Haziran 1939, Mart 1942, Trakya Genel Valisi Kazım Dirik Haziran 1939, Ç.E.K. Başkan Fuat Umay, Aralık 1940. Y.M.M. Emin Unat, Ekim 1940 v.b. İstesem daha ayrıntılara inebilirim. Çünkü okulun tüm etkinliklerinde önlerde bulundum. Ben olayları böyle bilinçli anımsarken Şair Behçet Kemal Çağlar'ı nasıl unuturum? Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişlerinden Hayrullah Örs'ün bile okula kaç kez geldiğini söyleyebilirim.

Yemekten sonra koşarca kitaplığa gittim. Koyduğum kitap yerindeydi, alıp önce bir güzel karıştırdım.

Hamdi Keskin Öğretmen:

-Bu saydığım kişilerin bir bölümünün üstünde kısa da olsa bir nebze duracağız! demişti. O kişiler dedikleri, Ahmet Yesevi, Hoca Dehhani, Mevlana, Ali Şir Nevai, Şeyhi, Süleyman Çelebi idi. Onlardan ikisini duymuştum, Mevlit'i yazan Süleyman Çelebi ile Mevlana'yı. Mevlit okuma ya da okutma, çocukluğumdan beri çevremde konuşulan sözler arasında geçiyordu. Köyde Mustafa Hoca dedikleri Mustafa Özdil'in Mevlit 'i güzel okuduğu söylenirdi. Doğrusu o zaman Mevlit'in bir şiir olduğunu kestiremiyordum. Gerçi o zamanlar ben, şarkıların ya da türkülerin de şiir olduklarını düşünememiştim . İstiklal Marşı ile Onuncu Yıl Marşı'nın sözlerinin de şiir olduğunu ancak ilkokuldan sonra ayırt edebildim. Şeyhi ile ilgili Harname'yi buldum. Bunu Fikret Madaralı Öğretmen bir kaç kez söylemişti. Bir keresinde eşeklerin insanlara çok yararlı olduğunu anlatırken, bunca yararına karşın insanların eşeklere hor baktığını, eşeklerin de bundan yakındığını anlatmış Harname'den dizeler okumuştu. Hamdi Keskin Öğretmen şiir konusu olarak değil de şiirlerin uyak düzenini anlatırken ikisinin de çok uzun, uyaklarının ise aa-bb-cc-dd. . . . . . . . . . olarak gittiğini gösterdi. Ayrıca dize sayısının çok olabileceğini anımsattı. Gazellerde uyaklar aa-ba-ca-da- gider; uzunlukları da 10-14 dize arasında değişir. Kasideler de uzun olur; ( 90-100 beyit)

Uyakları da mesnevilere benzear:aa. ba. ca. da. . . . . olarak gider. Örnekler:

 

Mevlit
Allah adın zikr idelüm evvela
Vacib oldur cümle işde her kula
Bir kez Allah dise aşk ile lisan
Dökülür cümle güneh misli hazan
İsm-i pakin pak olur zikr eyleyen
Her murada irişür Allah diyen. . . . . . . . . . .   a-a, b. b, c. c. . . . . . . . . .

Harname: 

Bir eşek var idi zaif ü nizar
Yük elinden katı, şikeste vü zar
Gah odunda vü gah suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi
Ol kadar çeker idi yükler ağı
Ki tenin de tü komamıştı yağır. . . . . . . . a. a, b. b, c. c. . . . . . . . . .

Kaside örneği Fuzuli'den(Türkçe Divan-Kanuni Sultan Süleyman için)

Çıhdı yaşil perdeden arz eyledi ruhsar gül
Sildi mir'at-i zamir-i pakden jengar gül
Cam der saki ki gül-bünler gül ihsar ittiler
Sen dahi bir gül-bun'-i ra'nasen it izhar gül
Geldi ol dem kim ola ihsar-ı hikmet kılmaya
İnşirah-ı şadr ile şadr-işafi ezhar gül
Yetdi ol mevsim ki açmağa gönüller mülkini
Ola gül-şende reyahin haylinr ser-dar gül
Adem isen bağ seyrin eyle bu mevsimde kim
Bağ-ı reng ü buy ile kıldı behişt aşar gül. .

 

 

. . . . . . . . . . . . . a. a, b. a, c. a, d. a, e. a. . . . . . . . .

 

Not: Kasidenin asıl adı= KAŞİDE DER SİTAYİŞ-İ SULTAN SÜLEYMAN ALEHi-R RAHME VE'L-GÜFRAN 62 Beyittir(124 dize)

Bir süredir pek konuşamadığımız Hasan Üner yanıma geldi. Önce sordu; “  Mektup ya da mektuplar aldım, kimden alabilirim?” Omuz silkince bu kez Hasan:

-Senin ilgileneceğin arkadaşlar bunlar! deyince Hilmi Altınsoy'u söyledim. Başıyla bilemediğimi işaretleyen Hasan:

-Başka başka, diyerek açıklamamakta diretince, gene:

-İlk aklıma gelen, Hilmi Altınsoy; eğer ondan gelmişse hemen oku; başkasındansa okumasan da olur! deyince Hasan duraksadı. Sahiden Hilmi'den gelmiş. Karşılıklı gülüşerek, arada da Hilmi'yi çekiştirerek okuduk. Hilmi, oldukça gamsız; “Doya doya annemin tatlı yemeklerini yerken sizi anımsayıp acıyorum!” diyor. Daha işe başlamamış. Henüz ona, kesin bilgi de verilmemiş. “Üç aylığımı aldım, onlar beni arasın!” gibi bir de boyundan büyük söz söylüyor. Hasan hemen bir benzetme ekledi:

-Hilmi'nin okulu da bizimki gibi!

Öteki mektuplardan biri Fevzi Üner'den. Fevzi ile kooperatifte çalışmıştık. Ayrıca Marangozluk çalışmalarında, zaman zaman benim grubuma katılıyordu. Fevzi'yi severdim. Fevzi Hasan'a bir fit atmış; “Bizim kızların bazıları, sizlerden haber bekliyor; öğrenmek için zorluyoruz ama ağızlarından ad alamıyoruz;kim onlar, biliyorsan bana yaz!”diyor. Hasan'ın ilk aklına gelen ben olmuşum. Hasan; “Fevzi'nin sınıfındaki kızların hepsini biliyoruz, topu topu 7-8 kişiler. Onların da hepsini düşünmüyoruz. Öyleyse Fevzi'nin kastettikleri bir iki kız için olabilir. Fevzi kesinlikle kendi sınıfının dışındakilerle ilgilenmez.” Hasan'a takıldım:

-Hemşerin, seni düşünmüş, birini peylemiş, seni alıştırmaya çalışıyor, saf saf başkasını arama! dedim. Bizi gören öteki Kepirliler geldi. Mehmet Başaran elimdeki kitabı görünce ilgilendi. Verdim bir süre baktıktan sonra, kitaptan nasıl yararlandığımı sordu. Defteri gösterdim, defterimde eski yazılmış şiirler de vardı. Aldı, uzun uzun karıştırdı. Çalışmam aksadı ama bir bakıma da iyi oldu, yatınca düşünecek yeni haberler aldım.

Hasan, Hilmi Altınsoy'un mektubunu öteki arkadaşlara da okumuş, yatınca bir süre konu edildi.

Kendimi ayrı tutmaya kalkışmama karşın Fevzi'nin mektubu bir süre uykumu kaçırdı. İşin içinde Röslein olabilir mi? Olursa nasıl olur? Derinliğine düşmekten kaçınarak, Schubert'in Röslein parçasını çalmaya karar verdim.

 

25 Kasım 1943 Perşembe

 

Kepirli arkadaşlar özellikle perşembe günleri Sami Akıncı çevresinde kümeleşiyorlar. Perşembeleri Almanca dersi olması onları bir açıdan buna zorluyor. Çalışmadıkları derslerin verdiği ezikliği, çalışanın yanında yer alarak çalışmış doyumu duyumsuyorlar besbelli. Bekir Temuçin de bunu düşünmüş olacak hemşerim Kadir Pekgöz'e çattı:

-Her gün görmezden geldiğin Sami Akıncı'dan bugün ayrılamıyorsun. Kadir kızdı ama daha da ileri gidemedi.

2nci sınıfların yabancı dillerden yakınmalarına tanık oldum. Kızılçullu'da oldukça disiplinli yabancı dil okutulmuş. Gene de iyi bilenlerin yanında hiç derse girmemişçe yabancı olanlar var. Onlar, bin bir dereden su getirerek neden geri kaldıklarını anlatıyor. Çiftelerliler ders görmemiş. Onlara sorarsan “Gördük!” diyorlar ama inandırıcı değil, görseler, gördükleriini kanıtlarlar. “Gördük ama unuttuk!” olmaz

Bu günümü hiç değilse Edebiyat dersimi iyi geçirmek istiyorum. Öğretmenleri sırayla düşümde dersliğe girip çıkardım. Onlar da insan, değişik değişik durumları var. Önce Sabahattin Eyuboğlu Öğretmeni düşündüm. Bana öyle geliyor ki Sabahattin Öğretmen derse gelirken sıkılıyor. Kapıdan girerken yüzünü izliyorum, yüz geriliyor, kaşlar kalkıyor, alın çiziliyor. Sanki “Ben neden buraya geliyorum?” Ya da “Gene mi buraya? diye kendine soruyormuşçasına kapıdan giriyor. Gönülden gelen bir “Günaydın!” demesi sanırım bundan. Bence gerçekte o da gönülden gelmiyor da öyle gösterme ustalığı işin içine giriyor. Kimi arkadaşlar, olayın görünen yüzüne bakarak çok olumlu bir hava estiriyor, değişen derslik havasına kapılarak olayı büyütüyorlar ama ben böyle düşünmüyorum. Sabahattin Öğretmenin seçip okuduğu parçalar da beni destekler gibi. Mutluluk üzerine okuduğumuz Montaigne sözde geniş yüreklilikten söz ediyor ama, insanın alın yazısı konusunu önüne koyup kara kara düşündürmesinin mutlulukla doğrudan ilgisi yok; insanı daha çok kaderci bir yöne itiyor. Bunları düşünerek derse gelen öğretmenin neşeli olması beklenemez. Ben kendimi böylesi bir düşünceyle savunuyorum. Doçent dr. Halil Demircioğlu için de neşeli olması beklenemez. Tarih olaylarının kanlı yüzlerini görüyorcasına canlı canlı anlatarak derslikte dolaşan bir insanın neşeli olması olağan değil, olsa olsa olağan dışıdır.

Bunları düşünürken bir öğretmen Hamdi Keskin kapıdan girdi; çok tatlı bir gülüşle, kulakları okşayıcı bir sesle “Günaydın!” dedi. Arkasından da hemen geçmiş dönem (Divan Edebiyatı) şairlerinin neşe, aşk, eğlence türü şiirlerinden söz etmeye başladı. Bu tür şiirlere “Gazel!” dendiğini biliyorduk. Hamdi Öğretmen tam da benim düşündüğüm gibi olayı ele alarak tarihe çok gaddar adlar bırakan kralların, Padişahların bile sırası gelince nasıl neşelendiğini, bu konuda şiirler yazdığını anlattı. Fatih Sultan Mehmet'in, galeyana geldiğinde en sevdiği vezirlerini dakikada astırdığını, Yavuz Sultan Selim'in babasını tahttan indirdiğini buna karşın yüreğini dinleyince tüm o gaddarlıkları silip yok eden, duygulu şiirler söylediğini anlattı. Fatih Sultan Mehmet'in, Avni mahlaslı gazelini okudu:

 

Sakiya mey sun ki bir gün Lale zar elden gider
İruşür fasl-ı hazan bağı bahar elden gider,
Her nice zühd ü salaha nail olur hatırım
Gördüğümce ol nigarı ihtiyar elden gider
Öyle Haak oldum ki ah etmeye hayf eyler gönül
Lacverem bad-ı saba ile gubar elden gider
Garre olma dilbera hüsn ü cemale kıl vefa
Baki kalmaz kimseye nakş-i nigar elden gider
Yar için ağyar ile merdane ceng etmek gerek
İt gibi murdar rakip ölmezse yar elden gider

 

Bakın Fatih bunu söylemiş. “Her nice züht ü salaha nail olur hatırım, gördüğümce ol nigarı ihtiyar elden gider! deyip dizenin anlamını uzun uzun açıkladı. Sonra da Yavuz Sultan Selim'in “Selimi” mahlasıyla söylediği murabba'ı okudu:

 

MURABBA

Gözlerin fitnede ebrun ile embaz mı ki
Dil asılır iver zülfüne cambaz mı ki
Bana kasteyledüğün lütfuna ağaz mı ki
Neyi ki, cevr mi ki, işve mi ki, naz mı ki
Dili saydetmede alem bilir üstatlığun
Ki sakın aleme yayılmaya bitadlığun
Bilmezem sırrı nedir bilmiş iken yadlığun
Neyi ki cevr mi ki işve mi ki naz mı ki
Dil ne ki nesne mi var aşk oduna yakmadığun
Aşk zincirine gerden mi kodun takmadığun
Beni görücek yüzün döndürüben bakmadığun
Neyi ki cevr mi ki işve mi ki naz mı ki
Kasteder huni gözün hançer ile canumuza
Bigüneh girme bizim Padışehim kanumuza
Bizden ıraz edüben gelmediğin yanımuza
Neyi ki cevr mi ki işve mi ki naz mı ki
Bu Selimi kuluna cevri revan eylediğün
Bunca sıtkın reh-i aşkınla yalan söylediğün
Yüzün döndürüben yine nihan eyledüğün
Neyi ki cevr mi ki işve mi ki naz mı ki

Selimi (Yavuz Sultan Selim)

Öğretmen, Murabba'ı açıkladıktan sonra gülerek:

Sizler Yavuz Sultan Selimi, az da olsa düşlerinizde (tarih bilgileriniz içinde) masalımsı bir kişi olarak devleştirmiş olabilirsiniz. Oysa bu şiirde o sizin kişileştirdiğiniz Yavuz Selim hemen hemen yok gibidir. İnsanın inanası gelmiyor, o koskoca Yavuz Sultan Selim, bir güzele neredeyse yalvarıyor. Bakın şimdi söyleyeceğim dörtlüğün de o, buna daha da açıklık getiriyor:

 

Merdunu didemi bilmem ne füsün etti felek

Giryemi etti efsun bağrımı hun etti felek

Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan

Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek

 

Öğretmen dörtlüğü okuduktan sonra gülümseyerek yüzlerimize baktı:

Sözlerin bir bölümünü anlamasanız da genel olarak söyleneni sezdiğinizi biliyorum! deyip gülümsedi. Dörtlüğü tümüyle açıklama yerine sözleri açıkladı: Şir-Aslan, Yırtıcı acımasılık. . . . Felek-Alın yazısı, şans, kader, gelecek inancı. . Pençe-ayak, ezen , vuran. . . Kahır pençesi-Öldüren, yaralayan. . Lerzan-Ezilmek, küçük düşmek, küçük düşürülmek. Füsun-Giz, etkileyen, içten saran duygu. Efsun-Büyü, zoraki etkilenim, etkene direnememe. Dide-Göz, bakış, etkili göz süzmesi, Girye-Ağlama, ağlamaklı duruma girme, Hun-kan, kanlı, acıklı. . .

Bir çok arkadaş parmak kaldırdı. Mehmet Toydemir ise ayağa kalkarak el kaldırdı. Hamdi Keskin Öğretmen besbelli hoşlandı; arkadaşa takıldı:

- Görüyorum, salt görmüyor seviniyorum da. Sizler böyle dikkatle dinlerseniz dersimizin hem öğretici hem de zevkli geçeceğine de inanıyorum! dedikten sonra söz verdi. Mehmet Toydemir, çok tekrarlayarak açıkladı. Efsunla füsünu karıştırdı. Sabri Taşkın, Mehmet Toydemir'e yardım etmeye kalkınca öğretmen Sabri Taşkın'a takıldı:

- Arkadaşlık yardımı mı?

Sabri Taşkın:

- Hem arkadaşlık, hem de hemşerilik! yanıtını verdi. Öğretmen:

- Güzel bir duygudur, dilediğimiz bu duygunun herkeste olması ve de uzun sürmesidir! dedi hemen arkasından:

- Sen de Murabba’yı açıklarsın! deyince derslikte birden bir sessizlik oldu. “Sabri Taşkın öğretmenin sabrını taşırdı!”Ancak öğretmen o sözü söylememiş gibi:

- Yavuz Sultan Selin'den söz edip de onun rakibi Şah İsmail'i anmamak her ikisine de haksızlık olur. Gerçi biri yendi, öteki yenildi ama Timur'la Bayazıt gibi işi ölümüne sürdürmediler. Savaştılar, savaştan sonra ikisinin de encamında büyük bir değişiklik olmadı, İkisinin de ömürleri kısaymış, Rahmetlerine kavuştular. Ancak ikisi de dönemlerinde yurtatşlarının “ŞUARA”sı arasında çok saygın yer tutmuştur. Safavi hükümdarı Şah İsmail, İran için önemli bir kişidir. Şiirleri halk üzerinde çok etkili olmuştur. Ondan bir örnek alalım! dedikten sonra öğretmen Şah İsmail'den Hatai mahlazlı bir gazel okudu:

Gazel
Heya gönül kuşi dirler behar imiş mene ne
Bisat-ı ayş acep ruzigar imiş mene ne
Dediler oldu deli Leylin zülfüne Mecnun
Deminde o dahi bi-karar imiş mene ne
Akıttı yaşım devran batırdı kanıma el
Rakip elinde meğer dest-i nigar imiş mene ne
Lebin züleli ne sözdür tükendi ömr'aziz
Hayat-ı Hızr eğer payıdar imiş mene ne
Bu baht-- bed ki menim var Hatai ol şumi
Gam ehline diyeler gamgüsar imiş mene ne

 

Öğretmen, bu gazelde de beyitleri ayrı ayrı okuyup açıkladı. Ders zili çalarken öğretmen dikkatimizi çekti:

- Okuduğumuz şiirlerin değil, şiir evrelerini; şiirin her dönemde insanları nasıl sardığını, insanların onsuz olamadığını gözardı etmememizi, bu nedenle toplumun her katmanında şiirin etkisini gerçek bir aydın olarak ölçmeye çalışmamızı bizim için bir görev saydığını anımsatıp ayrıldı.

Muğlalılar Sabri Taşkın'ın etrafında toplanarak bir süre olasılıklar öne sürdüler. Sabri Taşkın önce olayı küçümsemezken arkadaşlarının önemsemesi üzerine telaşa kapıldı. Öğretmenden hemen özür dilemeyi tasarladı. Aralarında arkadaşlarım Ziya Fikri ile Halil Dere de bulunduğundan ben de konuşmaları dinledim. Sonunda ben de düşüncemi söyledim:

- Öğretmen önemseseydi, ders içinde söyleyeceğini söylerdi. Bir düşündüğü var da onu gelecek derse bıraktıysa bu, kesinlikle dersle ilgili olacaktır. Öyleyse arkadaş, gidip özür dileyeceğine geçen dersleri anımsayıp hazır bulunsun. Kalktığı zaman sorulara doğru yanıt verince öğretmen hoşnut olup, kusurunu bağışlar.

Almanca dersimizi gene Yönetim binasındaki küçük odada yaptık. Doçent doktor Niyazi Çitakoğlu uzun süre kendisinden söz etti. Almanca dilini önce övdü, ara ara da küçümser gibi sözler söyledi. Hepimizle Türkçe konuşarak, Almanca üstüne sorular sormamızı istedi. Ben,

- Biz ilk yabancı dile başlayacağımız sıralar, Okul Müdürümüz Nejat İdil dersliğimize gelip Almanca, İngilizce, Fransızca dillerini karşılaştırarak, İngilizce, kolaydan zora, Fransızca, zordan kolaya, Almanca ise değişmez hem zor hem kolaydır. Ötekilere göre daha az çalışmayla çabuk öğrenilir! demişti”  dedim. Doçent Öğretmen önce beni uyardı.

- Dil, dil, dil diyorsun, benim bir dilim var, bense Alman lisanından söz ediyorum, Böylece lisan deyince ağzımdaki dilimi hiç anımsamadan konuşuyorum! dedi. Önce ne dediğini anlamadım, duraksadım. Sami Akıncı yardıma yetişti:

- Biz, Türkçe dışındaki tüm lisanlara yabancı dil diyoruz, bize öyle öğrettiler. Şimdi burada da “yabancı diller” deyince öğretmen:

- Ben işte öyle deyiverdim, siz öyle devam edin ben öyle diyeyim, hadi bırakalım şunu da işimize dönelim! deyip konuyu değiştirdi. Kızdım ama üstünde durmamak üzere kendi kendime karar verdim. Bir kesin kararım daha oldu, Niyazi Çıtakoğlu'dan, ister doçent ister profesör olsun bir sözcük bile öğrenemeyeceğim. Matematik dersini seviyordum, çalışma olanağı bulamadığım için istemeyerek ona arkamı döndüm. Almanca için de büyük bir hevesim vardı, bir ara iyice benimsemiştim de, olmadı. Gene olmayacağı kesinleşmiş durumda üzülmeyeceğim. Verilen ödevleri yapıp kenara çekileceğim.

Dersten sonra arkadaşlar çevremi sardılar; bir şeyler söyleyeceğimi bekliyorlarmış, öfkeli bir durum olursa beni frenleyeceklermiş. Güldüm, kararımı onlara anlattım. Salih Baydemir, Hüsnü Yalçın, Halil Basutçu yanıt verdi:

- Ohooooo o, sen bu kararında geç kaldın; biz bu kararı ilk derste daha verdik. Sami Akıncı da onlara katıldı. Ancak Sami bir kişisel özellikte bulundu:

- “İyi fena konuşmalarda seslere kulaklarımın alışması için ben yarar umuyorum. Sanmayın candan yaklaşmak istediğimi. Onun şakaları, benim yaratılışıma kesinlikle uygun değil, neymiş, kızı büyüdüğü zaman bana verecekmiş. Bu, bir öğretmenin öğrencisine söyleyeceği söz mü?”

Sami konuştukça sinirlendi, yüzü renklendi. Gene de daha ileri gitmek istememiş olacak söylediği sözü tekrarlamasından anlaşılıyordu. “Onun şakaları, benim yaratılışıma ters düşüyor; neymiş efendim, kızını bana verecekmiş. Bu, bir öğretmenin öğrencisine söyleyeceği söz mü?” Doğrusu ben başlangıçta, öğretmenin bu tür konuşmalarından Sami'nin çok hoşnut olduğunu sanıyordum. Arkadaşlar da önce biraz kuşkulu baktıktan sonra Sami'yi yatıştırmaya kalkıştılar. Konuşmalar bir kaç kez tekrarlanınca bu kez Sami Akıncı, arkadaşların candan yakınlığı karşısında fazla direnemeyerek önce gülümsedi arkasından ne düşündüyse; sağ elini bileğinden silkeleyerek:

- Bu da bizim şanssızlığımız arkadaşlar, ama olsun; biz bunu da atlatırız! deyip yürüdü. . . .

Yemekte, bizim Almanca dersiyle yakından ilgisi olmayan 2. sınıf masa arkadaşlarım, sanki konuşulanları duymuş gibi Almanca dersinde neler yaptığımızı sordular. Önce arkadaşların konuşmalarını duymuş olabileceklerini düşündüm. Olayları, dışarıya yansıtmaktan çekindiğim, daha doğrusu yansıtırsam giderek kendimin de olumsuzluk payı düşeceğinden korktuğum için, yapay bir iyimserlik estirmeye çalıştım. Sayımızın az oluşu nedeniyle öğretmenin hepimizle içtenlikle ilgilendiğinden söz ettim. Hatta Beringer metodunu götürerek, bazı bölümleri çevirttiğimi bile söyledim. Meğer onların da sıkıntıları varmış. İngilizce öğretmenleri için derste Türkçe konuşmamak için dişlerini sıkmasına karşın Türkçe konuşanlara kızıp bağırdığını anlattılar. Anlatmakla kalmadılar. Bundan böyle ne yapmaları gerektiğini de tartıştılar. Öğretmenleri gerçekte ünlü bir çevirmenmiş. Geçen yıl çevirilerini okumuşlarmış. İngilizce Bölümündekiler sözü uzatınca, Fransızca bölümündekilerin birkaçı birden, öğretmenlerinin hiç konuşmadığını, konuştuğu zaman da kendi çevirileriyle övündüğünü söylediler, öteki çevirmenlerin külliyen (bu söze çok gülüyorlar; tümünü, topunu demekmiş) yanlış çevirdiklerini durmadan tekrarlar, o çevirilerde gördüğü yanlışları uzun uzun anlatırmış. Fransızca bölümündekiler bu kez de hem Almanca hem de İngilizce bölümündeki arkadaşları kutladılar:

- Hiç değilse sizin öğretmenler, üniversite öğretmeni; biri Profesör, öteki doçent. Bizimkinin öğretmen olup olmadığı bile tartışılır! dediler.

Ağzımdan bir söz kaçırmadım ama çok üzüldüm: Sözde burada öğretmenlere kavuşacak, eksik bilgilerimizi tamamlayacaktık. Doçent Niyazi Çıtakoğlu'dan ben nasıl yararlanayım? Okumak için kitap önermiyor, not yazdırmıyor. Elimdeki kitapları, üstelik Milli Eğitim Bakanlığının çıkardığı kitapları gösterince bu kez de onları yazanların Almanca bilmediklerini söylüyor. O konuda bile tartışma kabul etmiyor. “Yazarların ikisi Türk ötekiler Alman!” diyecek oldum, “Sen bana diklenmek mi istiyorsun?” diye sordu. Piyano metodumdaki Almanca yazılardan cümleler seçip gösterdim. Önce memnun olduğunu söyledi sonra da o cümleleri nereden aldığımı sordu. Piyano metodundan aldığımı söyleyince de:

- O metotta açıklamaları olması gerekir, yok mu? diye sordu. Olmadığını söyleyince bu kez de uzun uzun bir “Allah Allah!” çekti. Az düşündükten sonra onların birer teknik terim olduğunu, onları öğrenmekle Almanca konuşulamayacağını, konuşmanın, Almanca sözleri kulağınla duyarak, öğreneceğin lisanın müzikalitesini kulaklarında kalacak ses izlerine göre söyleyerek yapılabileceğini uzun uzun anlattı. Bu bile bana yetti. Hiç değilse bu işi benim yapamayacağıma beni inandırsa üzülmeyeceğim.

Bizim Almanca dersinden haberleri olmayan 2. sınıf arkadaşları, sanki konuşulanları duymuş gibi Almanca dersin de neler yaptığımızı sordular. Meğer onların da sıkıntıları varmış. İngilizce öğretmenleri için derste Türkçe konuşmamak için dişlerini sıktığını, Fransızca bölümündekiler ise onların öğretmeninin hiç konuşmadığını, konuştuğu zaman da kendi çevirileriyle övündüğünü, öteki çevirmenlerin külliyen (tümünün) yanlış çevirdiklerini durmadan tekrarladığını anlattılar. Şevki Aydın konuyu değiştirip akşamki plaklara getirdi. Belli ki dedikodu türü konuşmalardan sıkılmıştı. Listedeki besteci adlarını söyledim, Ludwig van Beethoven, Modes Peter Mussorgsky, Bela Bartok. 2. Sınıfların tümü Bela Bartok oluşuna sevindiler. Onun hem yapıtlarını dinleyip sevmişler hem de Atatürk'ün çağrısı üzerine memleketimize gelip ilgililere uyarıcılık yaptığını öğrenmişler. Modes Peter Mussorgsky üstüne kimseden bir ses çıkmayınca Hüseyin Çakar, dinlediği uzun bir piyano eserinden söz etti. Buna ben de sevindim, arkadaşlardan bana soran olursa hiç değilse bu kadarcığı söylemem benim için bir başarı olacak. Çünkü sorandan kesinlikle farklı olduğum ortaya çıkacak.

Bugün, Keman grubunun toplu çalışması var, yukarı salonda çalışmak olası değil. Salt sesten değil, arada öğretmenin çalanları durdurup uyarması, uyarı tekrarlarında başarı olmazsa sözler tehdit olmaya başlıyor. Çok anlayışlı olarak bildiğim ya da öyle olmasını istediğim Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmeni sinirli görmek ya da o durumdaki sesini, söylediği sözleri duymak beni rahatsız ediyor. Mehmet Zeybek'le anlaşarak küçük odaya geçtim. Ayrıca, geçen gün Hüseyin Çakar'ın bana yaptığı kurnazlığı bugün ben ona yapmak istedim. Mehmet Zeybek'ten sonra o geleceğine göre sanırım birlikte çalışmayı bu kez bana, o önerecektir.

Tam anlamıyla isteğim oldu, Mehmet Zeybek'in iki saatini doldurduğum gibi Hüseyin Çakar'ın 20 dakikasını da aldım. Çakar, berbere gitmiş, berberde gecikmiş. Üstelik berberin yaptığı saç kesme şeklini de beğenmeyince çalışma hevesi kalmamış. Beni görünce sevinerek, birlikte çalışmayı o bana önerdi. Benim parçamı iyi hazırlamıştım, dinledi;o da iyi buldu. Kendisinin sevdiği Duport Menuett gösterdi:

- Çok rahat çalacaksın! deyip bir kaç kez tekrarladı. Benim de hoşuma gitti. Basları neredeyse akordiyona göre sıralanmış. Hazırladığım parçaları beğenirse sanırım Faik Canselen Öğretmen bu hafta bu menuetti ödev olarak verecektir. Çakar'ın daha 40 dakikası var, onu değerlendirmesi için ayrıldım. Kemancıların toplu çalışması bitmiş, Mehmet Öztekin Öğretmen Küçük odada teker teker dinliyormuş. Biri odaya girince arkadaşlar kulak kesiliyorlar. Kapıdan girince beni karşıladılar:

- Sakın piyanoya oturma!Önce anlamadım, parmaklarıyla kapı tarafını gösterdiler. Onların deyimiyle oradan gıygıylar geliyordu. Zaten yeterince çalışmıştım, geçip akşam dinlenecek plakları ayırıp sildikten sonra pikabın yanındaki yerlerine koydum, iğneleri hazırladım.

1. Ludwig van Beethoven, Keman Konçertosu, 5 plak

2. Modes Peter Mussorgsky, Bir Sergiden Tablolar, 4 plak

3. Bela Bartok, Romen Dansları,1 plak

Yemekte Hüseyin Çakar'ın traşıyla başlayan tartışmalar, giderek yemeklere dönüştü. Tahsin Babanın çocuklarına bakamadığı, bu gerçeği kesinlikle onun duyması gerektiği kanısına varıldı. Tam bunlar konuşulurken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca geldi, bir elini Orhan Doğan'ın bir elini de Mehmet Yelaldı'nın omuzlarına koyarak, pek yakında Alım-Satım Müdür Yardımcısı Tahir Erdem'le birlikte yemeklerin iyileşmesi için çalışmalara başlayacaklarını, o süreçte arkadaşlardan da fikir sorulacağını söyledi. Abdullah Ön kahkahayı bastı:

- Alın size Tahsin Babadan değilde Tahir Erdem babadan bir parmak bal! dedi. Abdullah Ön'ün sözüne Hüseyin Atmaca da güldü. Ayrılırken:

- Hiç yememekten bir parmak da olsa tatmak yeğdir!değil mi?sorusunu yöneltip ayrıldı. Bu kez de, ”Hüseyin Atmaca bizim konuşmalarımızı duydu da mı geldi?” sorusu irdelendi. “Duymasa gelmezdi, bu denli rastlantı olur mu?soruları ortaya döküldü. Soruları Şevki Aydın kısaca yanıtladı:

- Bizim sorunumuz olduğunu sandığımız yemekler, demek oluyor ki onların da sorunu. Öyleyse onlar da bunu düşünüp bir karar alamazlar mı?

Yemekten sonra topluca kendi (Güzel Sanatlar Binasına) salonumuza gittik. Salon biraz soğuk gibi. Öteki arkadaşlardan bir uyarı gelmeyince ben de yerime geçip oturmak üzereyken Öztekin Öğretmen geldi. Öztekin Öğretmen ellerini ovuşturarak sordu:

- Burası biraz soğuk değil mi? Öğretmen böyle deyince hareketlenenler oldu. Muttalip Çardak ise öğretmene yanıt verdi:

- Havalar soğudu öğretmenim, her taraf soğuk, kendimizi soğuğa alıştırmaya çalışıyoruz! Özteklin Öğretmen Muttalip'i hiç dinlememişçesine:

- Muttalip, sen şaka ediyorsun ama ben daha kendimi alıştıramadım, sen şu sobaya birkaç odun at lütfen! deyince Muttalip başta olmak üzere herkes güldü. Öztekin Öğretmen:

- Ne demişler, “Bülbülün çektiği dilindendir mi, yoksa yanlış mı söyledim!” deyince arkadaşlardan kimileri “Doğru” kimileri de değişik değişik sözler söylediler. Öğretmen bu kes de:

- Şunun dorusunu bir bilen yok mu? Bari doğrusunu şimdi öğrenelim! deyip yüzlerimize baktı. Abdullah Ön “Bülbülün çektiği dili belasıdır!” deyince Öğretmen:

- Tamam tamam, anımsadım! deyip Muttalip'e baktı. Muttalip sobaya odun atmıştı:

- Ben sobayı yaktım, siz hala onu mu konuşuyorsunuz? Sorusunu sorunca öğretmen:

- Biz seni bekledik çok önemli bir müzik dinleyeceğiz. Ludwig van Beethoven. Bunu hep duydunuz, yapıtlarından da dinledikleriniz oldu. Şimdi dinleyeceğimiz onun da söylemiş olduğu gibi keman için yazdığı tek konçertodur. Konçerto çok beğenildiği için besteciden başkalarını da yazması söylenmiş. Beethoven'in yanıtı ilginç:

- Bundan daha üstününü hatta aynı değerde olabileceğini de yazamayacağımı bildiğim için böyle bir çalışmayı göze alamam! demiş. Gerçekten Beethoven'in keman için yazdığı romansları da çok değerlidir; ancak konçertodaki müzikal olgunluk olağan üstüdür. Bunu daha önce de dinledik. Ancak bu gece tanımak için dinleyelim. Konçertonun her müzik yapıtında olduğu gibi bir planı vardır. Bunu Allegro, largetto, rondo olarak düzenlemiştir. Bu konserto için çok sözler söylenip yazılmıştır. Bunları başka zaman dinlerken yeri geldikçe konuşacağız. Bu kez, genel bir tanıma olsun. Keman zaman zaman orkestra ile konuşur gibi yaklaşır, ayrılır. Bu değişmelerdeki ses uyumlarına dikkat edin.

Plağı yerleştirip iğneyi indirince öğretmen birden:

- Girişteki seslere dikkat! dedi. Öğretmenin bu dikkat çekişi, hepimizi tedirgin etti. “Hangi sesler?Sessizce bakıştık ama, kısa zamanda içimize dönerek dinlemeyi sürdürdük. Plağı çevirirken öğretmen sordu:

- Hangi seslere “Dikkat!” dedim, anladınız mı? Hepimiz gene dikkat kesildik ama kimse bir yanıt veremedi. Öğretmen açıkladı:

- Siz daha müzik dinlemeye alışamadınız. Girişte, sonradan dinlenen seslerle ilgisi olmayan “Dan, dan, dan, dan!”diye dört vuruş vardır. Bu dan danların, arkasından gelen seslerle pek ilgisi yoktur. Beethoven o sesleri özellikle koymuştur. Bunların özel bir anlamı vardır. Bunu sonra konuşalım!deyip öğretmen bana işaret etti.

Konserto bittiğinde kimsenin konuşacak takati kalmamış gibi bakıştılar. Öğretmen sesini yükselterek:

- Dandanları, ayırdettiniz sanırım. Onların ayrı bir anlamı vardır. Beethoven'in kulakları ağır işitmeye başlayınca beste yapamayacağını düşünerek çok üzülüyormuş. Bir gün masasında oturup kara kara düşünürken böyle dandan'lar duymuş. Bu seslerin gerçek mi yoksa bana m ı öyle gerdi kaygısiyle penceresini açıp bakmış. Sahiden kapı vuran biri varmış. O zaman çok sevinmiş; “Demek, kulaklarım henüz sesleri duymakta!”deyip bu konçertoyu yazmaya başlamış. Bir anı olarak da o sesleri konsertonun başına koymuş.

2. dinleceğimiz eser için öğretmen bir açıklama yapmadı. “Bunun da bir hikayesi vardır, an cak bunu Faik Canselen Öğretmenden dinlerseniz daha iyi olur. Bu akşam dinleyelim. Dikkat edin;gerekirse bir de Faik Öğretmenle birlikte dinleriz!dedikten sonra bizi göstererek:

- Piyano çalanlar bu işi üstlensin!deyip işaret etti.

Bir Sergiden Tabloları dinlerken pek duygulanmadım. Kimi yerlerinde ise kendi çaldıklarıma benzettim. Ara ara da Malik Aksel Öğretmenin Resim Sergisinde Otuz gün adlı kitabını düşündüm. Aralarında nasıl bir ilişki var?Öteki arkadaşlar da benim gibi dinlemiş olacak, bitin ce sandalyeler birden yer değiştirmeye başladı. Bundan sonra Bela Bardok olduğunu bilenler:

- Bardok, Bardok!dediler. Onlara yanıt verildi:

- Yok, yok Bardak!

2. Sınıfların çok dinlediği bir eser. Serbest olarak dinlemelerde istediklerini koyduklarından, Bela Bardok'un Romen Dansları, Mozart'ın Serenadı, Prokofieff''in Kaptan Kije'si, Felix Mendelssohn'un Bir Yaz Gecesi Uvertürü sık sık çalınmış. Plakların kapakları gibi kendileri de yıpranmış görünümünde.

Bela Bartok için konuşan öğretmen, arada onun Macar asıllı olduığunu söyleyince ben hemen Sili ustayı anımsadım. “Onu da bir gece davet etsem, gelir mi?”Ancak dinlediğimiz eserin adı Romen Dansları. Arada bir çelişki bulur gibi oldum. Bunu hemen öğretmene sordum. İyi ki sormuşum öğretmen Bela Bartok'un ünlü bir araştırmacı olduğunu sayısız ülkeyi dolaşıp onların halk müziklerini incelediğini, çoğundan biriktirdiği melodilerin karışımdan yeni yapıtlar ürettiğini, Macaristan'a komşu bir ülke sayılan Romanya'ya da gittiğini, orada halkının şarkıları ya da oyun müziklerinden yararlandığı için yapıtının adını Romen Dansları koyduğunu anlattı. Bu arada folklor çalışmalarını da övdü. Folklor'un salt şarkı ya da oyun toplamak olmadığını, halkın, okula gitmeden, kendi yaşamsal koşulları içinde yaşamını sürdürürken, kendi gelenekleri doğrultusunda, bir bakıma babadan ya da anadan görme görgü ve bilgilerle yaptığı, göze, kulağa hoş gelebilen yapıtlarla, işe yarayan, el yapımı araçların tümü (Şiir, türkü, sesli yakarışlar (İlahi-ağıt) resim, el işlemeleri, mendil, yağlık, yatak örtüleri, gelinlikler, bay-bayan giysileri, mutfak aletleri, duvar süsleri, hayvan örtüleri, at eğerleri, araba süsleri, cami yazıları) folklor adı altında toplanmaktadır. Örneğin, küçük çapta da olsa bizim (Köy Enstitüleri'nin) Milli oyunların, köşe-bucak toplanmasındaki çabalarımızın da bir folklor etkinliği olduğunu, önümüzdeki günlerde bu tür çalışmaların artacağını, bu nedenle de Bela Bartok'u daha çok yakından tanıyacağımızı söyledi.

Öğretmen konuşmasının sonunda:

- Sormam gerekir ama sormak istemiyorum; insanların yeniliklere, bir bakıma da yeni başladıkları işlere ayak uydurması zor bir olaydır. Siz de bu biçimde bir uğraşa yeni başladınız. Bunun da bir zor ya da sıkıcı tarafı olabilir ya da size böyle gelebilir. Sakın yılmayın;seçmeye karar verdiğiniz mesleğin gereği bunlar. Müzik dinlene dinlene alışılır. Batı ülkelerinde insanlar yüzyıllardır dinleye dinleye bu eserler kazanılmıştır. Bizim ülkemizde müziğin bu türleri bulunmaz. Çünkü halkımız bunları dinlemeye alışmamış. Cumhuriyet Döneminde başlayan bu tür etkinlikler ancak büyük kentlerimizde, o da salt İstanbul, Ankara ile İzmir'de yeni yeni benimsenmektedir. Sizin sıkılmanız da olağan sayılır. Ancak, “Diş sıkmak!” diye bir deyim vardır;az dişinizi sıkarsanız sonuçtan çok hoşnut olacaksınız! dedi. Cumartesi konserlerin de göreceksiniz Cumhur Başkanımız İsmet İnönü, ilerlemiş yaşına karşın her konsere gelir, senin b enim gibi bir insan olarak dinler. O bunu bir uygarlık aşaması olarak gördüğü, uygarlığın da ancak bir takım zorluklarla kazanıldığını bildiği için kutsal bir görev olarak tüm konserleri izler. Salt Cumartesi konserlerini değil, göreceksiniz arada verilen gece ya da gündüz özel konserler de de Cumhur Başkanı İsmet İnönü kendisine ayrılan yerde hazır bulunur!

Öğretmen sözünü bitirmişti kalkarken Muttalip Çardak:

- Kendimize söz verdik öğretmenim biz bu işi başaracağız! deyince öğretmen. Bakın bakın, Muttalip, her akşam soba yakmaya hazır, gelin her akşam toplanalım! deyince arkadaşlar olayı değişlik anladılar. Bir bölümü “Biz de yakarız!” derken bir bölümü de Muttalip'e dönerek:

- Sözünde dur! uyarısı yaptı. Öğretmen gülerek şaka söylediğini, uygulanan programın sürdürüleceğini tekrarlayıp ayrıldı.

Öğretmenden sonra kalanlar oldu, konu folklor. Ekrem Bilgin bu sözü çok duyduğunu ancak insanların bunu folklör olarak seslendirdiğini söyledi. Tanık olarak da Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdür yardımcılarından Zekeriya Tonguç'u gösterdi. Kızılçullu grubundan Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül ise Ekrdem'in yanıldığını, Zekeriya Tonguç'un öyle yanlışa düşmeyeceğini, onu yapsa yapsa yeni müdür Hamdi Akman yapar! diyerek kendi müdürlerini dile doladılar. Hamdi Akman'ın söylediği sözlerin her biri, biri söylemeye başlayınca bir şaka tartışması başladı. Sonunda Hamdi Akman müdürün sözlerini en güzel yansıtan İbrahim Şen oldu. İbrahim Şen'le ara ara konuşurduk ama onun böyle taklitçi olduğunu kestirememiştik. Birileri hemen Mahir Canova Öğretmene ileteceğini söyleyince İbrahim'in tüm arkadaşları karşı koydu:

- Arkadaş, ortaya çıkıp o tür şakaları yapmaz. İbrahim de başıyla söyleneni doğruladı. Söz gene folklora döndü. Bu gecenin bilgici Ekrem Bilgin oldu, kapıdan çıkarken Muzaffer Sarısözen'den söz etti. Muzaffer Sarısözen ya da Yurttan Sesleri hep duymuştuk. Bu iyi oldu, folklor sözü ile Yurttan Sesler ya da Muzaffer Sarısözen'i özdeşleştirip bir arada anmaya başladık. Böylece Folklor, Bela Bartok'tan sonra bir başka unutulmayacak uyarıcıya bağlanmış oldu.

Ben de yatarken, kendi çabalarımı düşündüm. Daha köyde yapmaya kalkıştığım bazı girişimler bir folklor konusuymuş. Ancak ben, onları kendiliğimden yapmaya kalkışıyordum. Örneğin daha ilkokul sıralarında koyunlarımızın çanlarını seslerine göre bir sıraya dizmiştim. 60-70 koyunluk bir sürümüz vardı. Sürünün, çobanlık geleneğine göre çanları vardı. Koyunlara takılanlar bakır çanlar, keçilere takılanlar ise tunç zillerdi. Özellikle bakır çanların sesleri çok değişik çıkıyordu. Bunu araştırıp kendime göre yorum yapmıştım. Koyunlar daha çok yerden ot kopardıklarından çeneleriyle birlikte çene altındaki çanları da çok sallıyordu. Çanların sesleri bir birine çok yakın olduğundan onları dinlerken kimi zaman rahatsızlık duyuyordum. Sesleri yakın olan çanları, koyunların boğazlarından aldım. Daha az çan kalmasına karşın daha çok ses gelmeye başladı. Bağlama çalan Abbas Amcamın bağlama sesleriyle bunun arasında bir ilişki kurup çanları iyice aralıklı seslere uydurdum. Bir süre sonra öteki çobanlar da benim buluşuma katıldı. Bizim köyün çancı ustaları Kırklareli'deydi. Onlar çanları kendileri mi yapıyordu yoksa alıp satıyorlar mıydı bilmiyorum ama bir gün Kırklareli'ye gittiğimde çancının çanlarına parmağımla tık tık vurunca adam aban önce çıkışırca:

- Karpuz mu sandın onları delikanlı, onlar koyun çanı!demişti. Adama bir yanıt vermedim. Ancak o kendi kendine konuştu:

- Bir de bu çıktı karşımıza, yeni bir moda oldu;çobanlar gelip gelip çanlara vuruyor. kırk yıllık çancıyım, bu güne dek kimseden böyle birşey görmemiştim!demişti.

Çancıya bir şey demedim ama, adamın kızdıklarının bizim köy çobanları olduğunu hemen anlamıştım. Daha sonra (İlkokul 5. sınıfta) notaları öğrenince bu kez çanlar gibi zilleri de nota sıralamasına iyice uydurdum. Ancak bunu öteki çobanlar pek beceremediler. Gelip bana soranların yanında sıraladığım çan dizilerini satın alanlar da oldu. . Sıraladığım dizilerin yıllarca sürdüğünü, yıllık tatillerde köye gittiğimde yapılan konuşmalardan benim çan dizi yöntemimin sürdüğünü anlıyorum.

Kesin kararlarım var; yatınca köye ya da başka yerlere gidip düş kurmayacaktım. Bunu anımsayıp gözlerimi kapadım.

 

26 Kasım 1943 Cuma

 

“Sizin Resim Öğretmeni-bizim Resim Öğretmeni gibi sözler arasında uyandım. Konuşan Kadir Pekgöz'le Halil Basutçu. Önce acayibime gitti; “Ne demek, sizin bizim? Ikisi de benim arkadaşım değil mi?Gene kendim, kendimi toparlayıp düzeltme yaptım;Kadir benim bölümümde, Halil Yapıcılık Bölümünde. İyi ama yapıcılarda da resim dersi var mı?Onlar kendi aralarında konuşurken duydum, onların bir değil iki Resim Öğretmenleri varmış. Refik Ekipman, Ferit Apa, bir de yazı öğretmenleri olacakmış, Şinası Barutçu. Sormadan bilir gibiyim; biri kesinlikle bina işleriyle ilgili resimlerin öğretmenidir. Kepirtepe'de ya da Hasanoğlan'da öğretmenlerin yakınlarında çalışırken görüyordum, düzgün yazılar, baskı gibi resim çizimleri. Onları yapmak için özel çalışmak. Hsalil yakınımdan geçerken duraksadı, Kadir'i göstererek:Bu senin hemşerin diretiyor, orada kalırsa ne yapacak bu, ona yardım edecek misin?Kadir savunma yapacaktı, ondan önce ben:

-Hemşerim bana yardım ediyor, “Anca da bir kanca da bir!”Ne olursa ikimize de olacak. Başaramazsak köylerimize döneriz. Halil Basutçu:

Breh breh, siz bayağı kararlısınız. Ben böyle diyorum ama, kendimden hiç de umutlu değilim. Ne yapacağımızı, nerede nasıl çalışacağımızı tam anlamış değilim. Gene de bu bölümde kalmak gereğini duyuyorum, öteki bölümler hepsi bana ters geliyor. Bu günün cuma olduğunu unutuyordum. Sobaların yakılması gerekir. Öteki günler başka yerlerde ders yapıldığından, pek ilgilenmiyorum. Cuma günü kesinlikle bir grup bizim salonda ders yapıyor. Hava iyiden iyiye ayaza döndü, burunlar kızarıyor. Az önceki konuşmaların etkisi olmuş olacak hemşerim Kadir dişlerini hıtıtlayarak benimle geldi. Sobaların küçüğünü Kadir, büyüğünü ben bir solukta yaktık. Sobalar yanınca orta bölüm nöbetçileri gerektiğinde odun ekliyorlar. Kahvaltıya dönerken yüzümüze soğuk soğuk bir şeyler geldi. Görünürde bir şey yok gibi. Az yukarıya çıkınca gözle görülür beyaz taneler başımız üstünde gezmeye başladı. Kadir, “Abi Kar yağıyor, görüyor musun?” diye sorduktan sonra gene kendisi:

-Erken değil mi? deyince ben anımsatma yaptım:

- İki yıl önce çok daha erken yağmıştı. O yıl yağdı kalktı, yağdı kalktı derken son kez bir yağdı, pir yağdı;öyle ki iğne ucu kadar kara parçası görülmüyordu. Bizi dinleyenler varmış:

- Ne kadar kesin konuşuyorsun dedi. Diyen, arkadaşım, adaşım bizim bölümden Halil Yıldırım. Çok az konuştuğum bir arkadaş. Kadir benden önce yanıtladı:

- A, o bilir, abi her gün için not tutar. Şimdi de not tutmayı sürdürür. Gelecek günlerde sorun, istediğinizi size anlatsın!Kadir'in söyledikleri duymamış gibi yaparak:

- İki yıl önce 20 kasımdan sonra tüm tepeler beyazlaşmıştı. Bu günler ise biz buralarda kar içinde dolaşıyorduk. 6 Aralıkta ise buradan ayrılırken çevre, kar topu olmuştu, beyaz olmayan bir nesne kalmamıştı. Hasanoğlan köyü, bulut gibi duman olarak görünüyordu. Halil Yıldırım beni dinlememiş gibi, yazdıklarını görebilir miyim?diye sordu. Yazdıklarımın tümü 12 büyük defter, onları getirmedim. Buraya gelirken salt, Hasanoğlan'ın son günlerini;Ekim-kasım ile aralık başını getirdim;onları gözden geçirdiğim için böyle kesin konuşuyorum!deyince arkadaş dudaklarını ısırır gibi yaparak bir “Hııı!” etti.

Kahvaltıda, kardan çok askerlik dersi üstüne konuşmalar sürdü. “Öğretmen Binbaşı Nuri Teoman çok seviliyor ama, sevimli bir sevgi değil bu!” sözü ortaya atıldı. Önce böyle bir sözün söylenip söylenmediği tartışıldı:

- Sevimli sevgi, sevimsiz sevgi ayrımı yapılır mı? Bana sordular. Üzerinde hiç durmadığım bir konu;ancak susmak da işime gelmedi. “Yapılır!” deyip yüzlerine baktım. Gülenler oldu. Fahri Yücel bir örnek istedi. Örnek istemesi işimi kolaylaştırdı. Huylu-huysuz, akıllı-deli örneklerini öne sürüp;sözlerin zaman zaman değiştiğini, böyle değişmelerde kimi sözlerin söylenmez olduğunu, burada da böyle bir değişme olabileceğini öne sürdüm. Orhan Doğan da “Akıllı-akılsız sözlerinin kullanıldığını anımsattı. Bu da işime yaradı:

- Deli sözünü ne anlama geliyor?diye sordum. Öteki arkadaşlar gülüşerek “Akıllı-deli!”çift kullanımını anımsattılar. Sonunda akılsız da kullanılmakla birlikte çoğunlukla akılsız yerine deli sıfatının geçtiği benimsendi. Söz bitmiş gibi olmasına karşın ben gene “Sevimli sevgi!” deyip, aynı konuya döndüm. Sözün, dilbilgisi açısından yapılırlığını söylemek istediğimi tekrarladım. İşin içine Dil Bilgisi sözü geçince Abdullah Ön karıştı:

- Aman aman bir de onu çıkarmayın şimdi;neymiş o Dil Bilgisi dediğiniz? Gramer mi? Ben onu İlkokulda duymuştum ama kendisiyle tanışamadan okul bitmişti. Mehmet Yelaldı, Mehmet Zeybek Abdullah Ön'e “Dede!” diye takıldılar. Abdullah Ön:

- İnsaf yahu, saçı başı ağarmış adama (Eğitimbaşı Tahsin Türkay'ı kastederek) BABA, çiçeği burnunda delikenlı Abdullah Ön'e (kendisini kastederek) DEDE, diyorsunuz, doğrusu ayıp ediyorsunuz!

Bölüm binasına Şevki Aydın'la birlikte döndük. Şevki Aydın, şakalardan pek hoşlanmıyor. Çoğunlukla da Hüseyin Çakar'la ikisi o masada değilmiş gibi suskunlar. Bana sordu, “Sıkılıyorsan Atmaca'ya söyleyelim, o bir değişiklik yapar!Bunu hiç düşünmemiştim;birden önemsedim “Düşüneyim!”deyip sözü kapattım ama, gerçekten neden kendi sınıf arkadaşlarımdan ayrıyım?Halil Dere bir süredir onların masasına çağırıyordu. Ancak, başka bölümlerle yemek yemenin önemli sakıncaları var, onların, Ankara dersleri var(Değişik fakültelere, değişik zamanlarda gidiyorlar. Bizim de cumartesi konserlerimiz var) o günler, masalar boş kalıyor.

Arkadaşlar soba başında konuşurken Malik Aksel Öğretmenle Veysel Erüstün Öğretmen geldiler. Malik Aksel Öğretmen, gelir gelmez takıldı:

- Daha bu soğuk değil, buranın soğuğu gerçek kış aylarındadır. Sizin bildiğiniz mevsim aylarını buranın soğuğuna göre ayırmışlardır. Bu soğuk, sonbahar soğudur. Kendinizi buna göre hazırlayın! diyerek sobaya yaklaştı. Eldivenlerini çıkarıp ellerini uzattı. Bu kez de gülümseyerek:

- Mevsimlerin soğukları ayrılır diyorum ama sıcaklıklar hep aynı tadı verir, değil mi Veysel Bey! diye Veysel Öğretmeni de konuşturdu. Bu arada sobaya odun hazırlanmıştı, bir kaç odunu getirip yakınına koydum. Malik Öğretmen beni iyice tanıdı, “Lüleburgazlı, senin oraya bu yaz gitmeye kararlıyım. Oranın iki camisi vardır. Bunlardan biri Mimar Sinan elinden çıkma; ama hangisi?” deyince ben, bana sorduğunu sandım hemen yanıtladım:

- Çarşı içindeki, minaresi sağlam olan! deyince Malik Öğretmen gülerek:

- Biliyorum biliyorum; ben gittim, bana da öyle dediler ama benim gene de kuşkularım var. Sen Babaeski'ye gittin mi? diye sordu. Gittiğimi söyleyince, “Bak, oranın tek camisinin de Mimar Sinan Yapmıştır, bu kesin. Babaeski Camisinin benzeri, köprüsü, tüm külliyesiyle Lüleburgaz'da dere girişinde var.”

Mehmet Öztekin Öğretmen gelince Malik Aksel Öğretmen:

- Sonra bunları konuşacağız! deyip ayrıldı.

Öğretmenler bir süre aralarında konuştular. 2. Sınıflara yollar soruldu. Etnoğrafya Müzesi, Gazi Eğitim Enstitüsü sözleri geçti. İlgimizi çekti, oralara gideceğiz ama ne zaman?Biz gene bizim salonda kaldık. 2. Sınıfların sayısı az olduğundan(Onların sayısı 8, bizim 14) Küçük salona gittiler. Malik Öğretme gene çantasını doldurmuş, onları çıkardı. Geçen hafta bıraktıklarını da istedi. Sayısız büyük büyük resimler. Hepimize birer adet verdi, bir süre baktıktan sonra yanımızdakiyle değiştik. Çoğu eski giysiler içinde yarı çıplak insanların resimleri yapılmış. Kamil Yıldırım en sabırsızımızmış, yanındaki Nihat'a baktığı resmi gösterirken Malik Öğretmen yanına gitti. Kamil'in elinden resmi alıp hepimize gösterdi. Resim için önce hiçbir değerlendirme yapamadık;sahiden güzel değil ya da uzun uzun bakılacak bir resim değil. Malik Öğretmen Kamil'e dönerek:

- Senin beğenmediğin resmi tüm arkadaşların gördü, şimdi onlara sorsak tıpkı senin gibi onlar da beğenmediklerini söyleyecekler. Bu resmin kenarındaki yazıları okudun mu?diye sordu. Kamil okumadığını söyleyince bu kez Kamil'den okumasını istedi. Kamil:

- Andrea del Sarto/Floransa 1486-1530! diye okuyup durunca Malik Öğretmen hepimize sordu:

- Rönesans sözünü duydunuz mu?Hepimiz, duyduğumuzu söyledik. Bu kez öğretmen sorusunu değiştirdi:

- Nasıl duydunuz? “Havada bulut, sen onu unut!” olarak mı duydunuz, yoksa duyduğunuzun ne olduğunu öğrendiniz mi?

 

Malik Aksel

 

Çok zayıf bir kaç ses “Öğrendik!” diyebildi. Ekrem Bilgin parmak kaldırdı, Rönesans'ı Reform'u tarih derslerin de okuduğumuzu söyleyince Malik Öğretmen güldü. “Bak benim söylediğim “Havada bulut!” bunun içindi. O tarih derslerindeki sözleri hep duyduk, ama öğrenemedik. Ben de sizler gibi Rönesans' da Reform'u da duymuştum. Tıpkı sizin gibi o duymaları öğrenme sanıyordum. Çok sonra Hanya'yı Konya'yı sahiden öğrendim. Malik Öğretmen Ekrem'e sordu:

- O İstanbul'dan kaçanlar kimlerdi, nereye gitmişlerdi? Ekrem, 1453'te Türkler İstanbul'u alınca bilginlerin Batı'ya gittiğini söylemişti. Öğretmen onun açıklanmasını istedi. Öğretmenin konuşma biçiminden hoşlanmadığım için sustum. Yoksa Rönesans için söyleyeceklerim vardı. Fikret Madaralı Öğretmenin Rönesans üstüne sık sık yapmış olduğu açıklamalardan başka Selçuk Korol Öğretmen de tarih derslerinde isyancılarla yenilikçilerin çatışmalarını anlatırken sık sık Rönesans'tan söz ediyordu. Özellikle Tanzimat döneminin bir Rönesans başlangıcı olduğunu gerçek Rönesans'ımıza ise Cumhuriyetle başlattığımızı, çünkü geçmiş dönemlerde yasak olan, resim çizmek, heykel yapmak, müzik çalışmalarını genişletmek Rönesans'ın gerekleridir. Bunları söylemem gerekirdi, ancak söyleyemedim. Malik Öğretmen bunları daha derli toplu kendisi anlattı. Ara ara da kaldırıp resimler gösterdi. Kimi kez de arkadaşların elindeki resimleri sordu. El Greko söylenince onun hakkında bilgi verdi. Fatih Sultan Mehmet'in kendi resminin yapılmasına izin vermesini övdü. Sözü gene Kamil'in elindeki ressama getirerek ressamın doğum, ölüm tarihlerine dikkatimizi çekti, 1486. Ömer Seyfettin'in “Tarih Ezeli Bir Tekerrür!dür öyküsündeki ressamı anımsayınca, onun da Rönesans Dönemi ressamı olduğunu söyledim. Arkadaşlara yavaşça söylediğim için öğretmen duymadığını sanıyordum. Bu sıra arkadaşlardan biri, Fatih'in ömrünü uzatıp 1500 tarihine çıkarılınca dayanamadım, Fatih Sultan Mehmet'in 1481 yılında öldüğünü söyledim. Malik Aksel Öğretmen bizim konuşmalarımızı önemsememiş olacak bana:

- Senin Ömer'in, dedikten sonra tekrar:

- Ömer Seyfettin'in hikayesinde olduğunu söylediğin ressam işte budur. Andrea del Sartol. Ancak ya sen yanılıyorsun ya da ben unutmuş olacağım, Ömer ressamdan söz etmez, benzer bir konu üstüne hikayesini bina etmiştir. Öğretmen böyle deyince ben de, “ Ömer Seyfettin ressamdan söz etmiyor ama, başkasının da yazdığı bir olayı değişik adlarla anlatıyor. ”deyince Öğretmen bu kez gülümseyerek :

- Benim iki arkadaşım, Reisicumhurumuzun sandalyede otururken resmini yaptılar. Uzun yıllar sonra bunun için nasıl bir yorum yapacaklar dersin? Sanatta bunlar olur. Zaten insanların yaşamları bir birinden çok farklı değildir;öyleyse anlatılarda benzerlik olacaktır. Önemli olan ustaca anlatmaktır. Gelelim arkadaşınızın beğenmediği resme;o resim, Hazreti Meryem'in göğe çıkışını anlatıyor. Bizim dinimizde resim günah sayılmış ama Hıristiyanlar, büyük harcamalar yaparak Hazreti İsa, Hazreti Meryem ya da bazılarının dediği gibi Meryem Ana ile öteki kutsal kişilerin resimlerini yaptırıyor. Onların, Avrupa kiliselerinde sayısız resimleri, değişik değişik heykelleri vardır. Rönesans dediğimiz yenilik bu tür resimlerin yapımıyla başlamıştır. Bu konu, bizim dersimizin ruhu sayılır;bu nedenle bu güne dek öğrenemedikleriniz için üzülmeyin, yıl boyu bunları didik didik edeceğiz!

Veysel Öğretmenle 2. sınıflar gelince Malik Öğretmen resimleri toplamamı söyledi. Özellikle bunca sözü etmesine neden olan Kamil'deki resme baktım. Hiç de yadırganacak bir durum yok. Düzgün yüzlü insanlar üstüste oturur gibi duruyorlar. Kamil benim baktığımı görseydi şaşıracaktı. Açık açık adamları boğazlıyorlar. Çırılçıplak olanları var. Öğretmenin söylediği bir söze takıldım “Sanat eseri, yeter ki sanat eseri olsun!”Bir süre ötekilere de baktım. Sanırım öğretmen, resimdeki insanlara değil de başka bakılacak şeyler buluyor.

Veysel Öğretmenle bizim salonda çalışmayı sürdürdük.

Bugünkü çizim konumuz keman. Öğretmen masaya üzerine önce bir sürahi koydu;sürahiye kemanı dayadıktan sonra yayını da yan yatırdı. Masa hemen hemen oturuşumuza göre ortalardaydı. Yine oturuşumuza göre arkada kemandan başka birşeyler görünüyordu. Arkadaşlar arasında önce bir fısıldaşma oldu. Az sonra Kadir öğretmene sordu:

- Kemanın arkasındakileri de çizecek miyiz öğretmenim?Veysel Öğretmen Kadir'in yanı gidip baktı. Kadir'e:

- Sen kemanın arkasında ne görüyorsun? diye sordu. Kadir, böyle bir soru beklemiyormuşçasına şaşırıp bakınınca, yakınındaki Nihat Şengül yanıtladı:

- Arkadaş hayalet görüyordur! Veysel Öğretmen başının titretir gibi sallayarak Nihat'a sordu:

- Ne diyorsun? Nihat:

- Öğretmenim, biz hemen hemen hepimiz bu bölüme kolaydır diye gelip girdik. Oysa bu bölümde özellikle de keman çalmayı öğrenmenin zorluğuyla karşılaştık. Ne denli çalışsak haftalardır metotlardan 2. sayfaya geçemedik. Kadir arkadaşa bu nedenle takıldım, kemanlar salt onun değil hepimizin rüyasına giriyor. Veysel Öğretmen kahkaha ile güldü. Sorduğuma bakıp sizlerden olumsuz sözler beklediğim kuşkusuna kapılmayın. Elbette, gereksiz bir şey söylemeyeceksiniz. İyi ki sormuşum, bakın ne rahat güldüm. Ama biraz abartıyorsunuz sanırım, keman güzel çalgıdır, çalgıların kraliçesi derler kemana. Ben kemanı severim, bir süre çalıştım da. Ancak resim hevesim üstün geldi. Salt keman değil tüm sanatların zorlu bir çalışma yanı vardır. Resmi kolay mı buluyorsunuz yoksa? “Görünüşe aldanmayın!” derler. Resim de sessiz bir keman gibidir. Veysel Öğretmen hem konuştu hem de her birimizin yanına oturup çizdiklerimizi sordu, yapmak istediklerimiz, anlattırdı. Benim yanıma gelince piyano çalıştığımı anımsadı, gülerek:

- Bak unuttum, sana piyano çizdirmeliydim, keman çalışmadığın için (arkadaşları göstererek) onlar gibi birşeyler görmeyeceksin!deyince Abdullah, benim de keman çalıştığımı anlattı. Veysel Öğretmen daha sonra özel olarak Kadir Pekgöz'le ilgilendi. Sanırım onun güceneceğini düşündü. Kadir'in kağıdını alarak bir dizi düzeltmeler yaptı. Veysel Öğretmen ne düşündüyse kendisinin bir başka okulda da öğretmenlik yaptığını, bizim onlardan kesinlikle resim konusunda geri olmadığımızı, belki iş alanında çok çalıştığımız için az etüt yaptığımızı, yoksa kavrayışta çok daha önde bile sayılacağımızı anlattı.

 

 

Veysel Erüstün

 

Dersten sonra arkadaşlar Kadir Pekgöz'e teşekkür ettiler:

- İyi ki konuştun, yoksa dersimiz çok sıkıntılı geçecekti!

Yarınki Ankara'ya gidiş anımsatılınca konu hemen değişti. En çok duyulan soru:

- Acaba yarın konserde ne çalınacak? Gülenler oldu, yanıtlar verildi:

- Davul çalınacak! Kesinlikle keman da çalınacak!

Yemekte yeni bir durum öğrendim, Binbaşı Nuri Teoman öğlede gelirse iki, sınıfla ayrı ayrı ders yapacakmış, bugün erken geldiğine göre Askerlik dersleri ayrı olacak!Demeye kalmadı Hüseyin Atmaca duyurdu, 1. Sınıflar yemekten sonra Kitaplık salonunda toplanacak!Buna sevindim, benim piyano sıram son gruptaydı.

Kepirliler bir arada oturduk. Daha doğrusu biz ayırım yapmıyoruz ama başta Çiftelerliler olmak üzere öteki gruplar (Hepsi değil ama yapanlar) gözlerini kapıya çevirmiş, onlardan girenler olduğu zaman “ Gel, geller!” başlıyor. “Gel Fakı, koş Süleyman, nerdesin Durmuş Ali? Geldin mi Bekir? Yüzün tutarsa geç onların yanlarına otur (!) Bir bakıma da bizim için iyi oluyor, kendiliğimizden bir araya gelmiş oluyoruz.

Binbaşı çok geç geldi. Gelince de geçmiş kampları sorup irdeledi. Bizim kamplar için fazla bir şey demedi. Salt bizim için:

- Sizin orada düzenli birlikler çok, hepsi muharip sınıflar, yeterince elemanları var, siz şanslısınız!dedi. Çifteler Grubundan Kadir Aytekin yanındakiyle konuştu sanırım, Binbaşı onu kaldırdı, uzun süre uyurıcı sözler söyledi. Son olarak da:

- İstemem böyle şeyler! deyince bu kez Kadir:

- Size söylemedin efendim! deyince Binbaşı hızla o yana döndü:

- Bak, bak bak! bir de bana söyleyecektin, bu ne küstahlık! “Kaş yapayım derken göz çıkarmak!”buna denir. Binbaşı kendi kendine konuşarak, Kadir'in olduğu yere arkasını dönerken karşısında oturan Fatma ile Dürriye'yi gördü. Birden yumuşayan bir sesle:

- Bir de sizi dinleyelim bakalım, askerlik derslerinden nasıl yararlanıyorsunuz? Olası bir savaşta bir iş göreceğinize inanç geliştiriyor musunuz? Dürriye yanıt verdi:

- Savaş olsun istemiyoruz ama olursa tıpkı anne-balarımız, atalarımız gibi biz de savaşacağız, verilecek görevlerin üstesinden geleceğiz!dedi. Binbaşı Nuri Teoman, gülümseyerek Dürriye il Fatma'ya teşekkür etti. Fatma'ya bakarak:

- Sen konuşmadın ama gözlerinden arkadaşının söylediklerine katıldığın bakışlarından okunuyordu. “Sükut, ikrardan gelir!”diyorlar, bence buradaki sükut, doğrudan ikrardır, sağol kızım!dedi.

Dersten önce bir çok arkadaş savaşın son gelişmeleri için sorular hazırlıyordu. “Almanya, pilotsuz uçaklar gibi başka buluşlar öne çıkarıp savaşı kazanak' diyenler oluyor, bu olabilir mi?ortak sorusu hazırlanmıştı. Kadir'in yediği zılgıttan sonra kimsede soru soracak cesaret kalmadı. Zil çalınca kitaplığı hemen boşalttık. Çıkarken Kadir'in başına gelen 2. sınıflara iletildi. Rüstem Gündüz:

- Acemi çaylaklar, adamı kızdırdınız, o şimdi daha öfkeli olarak gelip öcünü bizden alacak!deyince Kadir'in arkadaşları Kadir'e arka çıkarmış gibi yaparak Rüstem Gündüz'e birden karşı çıktılar. Rüstem Gündüz önce, kendisi şaka söylediği için önemsemedi. Arada küfürler savrulunca, küfredeni görmek için geri dönünce bir kaç kişi birden çevresini sardı. Tam bu sıra Binbaşı Nuri Teoman karşı köşeden çıkmıştı. Biz yan bölmeden yeni bina önüne çıktık. Bina, birden bira görkemli bir bina olarak karşıma çıktı. Kapılarının, pencerelerinin yapımında emeğim olduğu için olacak, çok sevindim. Halil Basutçu ben bakarken geldi, elimden tutarak içeri çekti. Onlar, bir haftadır burada çalışıyormuş. Yapı Bölümü, kendine orada yer tutmuş, önümüzdeki hafta tüm çalışmaları orada olacakmış. Büyük salon da haftaya tamam olacakmış, toplantılar orada yapılacağı gibi toplu dersler de önümüzdeki hafta oraya alınacakmış.

Kendi bölümümüze giderken oldukça duygulandım, gereksiz yere kendimize sorunlar yakıştırıp dertleniyoruz. Yakıştırıyoruz deyişim boş yere değil. Örneğin, bugünkü olayların hiç birisi benim üzüleceğim şeyler değil. Sorumsuz biri bir olaya neden olduğunda, sırtımı çevirmem gerekirken daha da yakınlaşıp ortak oluyorum. Sonra da gerçek sorumlular gibi yakınmaya başlıyorum.

Söylenerek salona girdim, kimseler yok Bechstein'ın başına oturup çalışmaya başladım. Arkadaşlardan gelenler oldu. Talip Apaydın, “Vallahi, senin gibi kasvetsiz içimizde kimse yok. Ne iyi, kavga, gürültü senden uzak, dersini yapıyorsun. Ben de senin gibi rahat olabilsem! Talip'e baktım “Öyle mi sanıyorsun? Seni üzen her şey beni de üzüyor. Keşke olmasalar da hiç birimiz üzülmesek!”

Kapıdan beni soran olmuş, baktım Halil Dere. Yarın o da Ankara'ya gidecekmiş, birlikte gitmemizi önerdi. Buna çok sevindim. Birlikte verdiğimiz kararlar vardı. Pardesülerimizi yenileyeceğiz, birlikte sinemaya gideceğiz; o da bizimle konsere gelecek. Konsere gelişi sorun olur mu?İçimden bunu düşündün ama kuşkumu arkadaşa yansıtmadım. Bizim bölümde Hemşerisi varmış, Mehmet Zeybek bir süre konuştular. Mehmet Zeybek 2. sınıfta olduğu için deneyimli, konsere girmesi için Halil Dere'ye yol gösterdi, yardımcı olacağına söz verdi. Olayı önce ben de küçümsemiştim. Oysa bizim gidişimiz konser değil önce ders için gidiyoruz. Ders belli bir yerde öğretmenin gözetiminde oluyor. Halil gelirse bunu zamanı nerede geçirecek?Ders sabah olduğuna göre Halil gelmeyebilir. Öğleden sonra konsere girmeden önce bu kez de Faik Canselen Öğretmen bizi balkonda bir odaya alıp çalınacak eserler için açıklama yapıyor. Bölüm dışından birini görürse sorun yapar mı? Mehmet Zeybek hiç umursamadan Halil'e :

- Sen gel hemşerim, ben seni konsere sokarım. Gerekirse (beni göstererek) bunlarla derse ben de girmem, Öztekin Öğretmene de geç kaldığımı söylerim, olur biter! deyip bizi rahatlattı.

Halil Dere müziği sevdiğini, uzun süre de mandolin çalıştığını, ancak beceremediğini söylüyor. Tavırlarını biraz arkadaşımız Abdullah Erçetin'e benzetiyorum. O da eline mandolini alıp on dakika çalıştıktan sonra bırakır:

- Ben daha fazlasını yapamam arkadaş! deyip gider. İşte bu müzik çalışmalarında çalışma değil;kısa sürede sıvışma anlamı taşır. Halil Dere de böyle yapmış olacak ki başaramamış. Uzun uzun çalıştığım dedikleri de sanmam onun uzattığı gibi “UZUUUUN!” olsun. Elinden tutup piyanonun yanına oturttum. Bir süre gamlar, yaptım , akortlar bastım. Metottan küçük parçalar çaldım. Biraz da gösteriş olsun diye gereksiz sesler çıkardım. Sesler belli gamların sesleri olduğundan dinleyenlere parçaymış gibi geldiğini biliyorum. Çünkü ben de aylarca Asım Öğretmenin tangır-tungurunu parçaymış gibi dinlemiştim. Halil Dere sonunda kolumu tutarak saate baktı. Bana:

-Sen çok ilerletmişsin, bizim Kızılçullu'daki öğretmen bile bu kadar çalamıyordu!dedi. Dedi ama sıkıldığı belliydi izin isteyip kalktı. Yemekte buluşmak üzere ayrıldık.

Kemancı arkadaşlar kara almış, konserde çalınacak eserlerin türleri, örneğin senfoni, konçerto, kuartet, süit, ne gibi özellikler taşıyor? Gerçi, Öztekin Öğretmen bunları plak dinlerken anlattı ama gene de biz ayıramıyoruz. Bunları öğrenmenin pratik bir yolu var mı?Ben hemen herkesin kendisince not tutmasını önerdim. Not tutunca salt tanım öğrenilir ama tanımına göre dinleyince de zamanla ses özellikleri ya da bölümler yavaş yavaş kavranmış olur. Önerim yerinde bulundu. Not tutulacak. Tutabilen arkadaşlar notlarını isteyenlere verecek. Böylece küçük çapta bir imece çalışması başlamış olacak.

Yemekte Halil Dere ile buluştuk. Bu benim de işime yaradı, Halil Dere, Hüseyin Atmaca'nın yakın arkadaşlarındanmış; yarınki kumanya işlerimize Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca el attı, Halil Dere için de bir ek yaptırdı.

Kitaplıkta, elinde kitaplar, masa çevresinde konuşanlar çoğunlukta. Kitaplık, bizim Kepirtepe kitaplığı gibi değil. Kitaplık gene kitap yığını, yani dolaplara kitaplar dizilmiş ama kitaplara bakan görevli yok. Okul yönetimi, ilgili görevliler eliyle her gün sabah kitapları yerlerine sıralatıyor. Öğrencilere açılınca kitaplara bakan kimse olmuyor. Kitapların nasıl alınıp bırakılacağı üstüne dolap kenarlarında yazılar var. Kitap alanlar ona göre kitabı alıp okuyor, bırakacağı zaman da aldığı yere bırakıyor. Kitapların çoğu, Milli Eğitim Bakanlığının çıkardığı beyaz kitaplar. Kitaplıktan kitap alıp götürenler oluyor. Bunların bir bölümü yerine gelmiyormuş. Kitaplık konusunda yetkili kişi Türkçe-Metin İnceleme öğretmeni Sabahattin Eyuboğlu'ymuş. Yerine gelmeyen kitaplar için geçen yıl kendisine söylendiğinde:

-Kitabı kim alır? Kitap okuyan. Kitabı okuyan ancak sevdiği kitabı okur. Sizin demek istediğiniz, kitabın çalınması ise, kitabı çalan da kitap sever biri olur. Bırakalım o kişi sevdiği kitabı alsın. Belki para yokluğundan yapmıştır. Parası olunca da gider parasıyla alır.

Sabahattin Öğretmen kitapların, Milli Eğitim Bakanlığınca bastırıldığını, zaten okullara, kitaplıklara parasız gönderdiğini, bu arada bizim kitaplığa da parasız göndermiş olacağını anımsatıp bu konunun sorun yapılmaması gerektiğini, ancak kitap sevmezler, kitabı hor gören, gereksiz yere yırtan, yakan görülürse asıl onun üstünde durulmasını, bizim asıl görevimiz bu türlü muzır durumları önlemek olmalı!uyarısını yaptığından konu öylece benimsenmiştir. Gerçekten iki aydır girip çıkıyoruz, akşamları dağılan kitaplar devrisi gün yerlerine konuyor. Çoğunluk da aldığı kitabı yerine koyuyor. Gene de (az da olsa) kitap çalanlardan söz ediliyor. Sayısı az da olsa birilerinin bavul dolusu kitabı olduğu dillere düşmüş durumda.

Halil Basutçu, bu konunun sözü edildiği bir akşam:

-Çenenizi yormayın, belki o kimse de Sabahattin Öğretmenin demek istediğini anlar, doldurduğu bavulunu bir gün gelip kitaplığa boşaltır! demişti. Dileyelim öyle olsun.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ