Umut
Bir gün Mustafa Ağabey sevinçle babamı aramış, etkisi olacağını düşünerek müjdeyi bizzat kendisi vermek istemiş; bir aksaklık olmaması için de ilk yapılacakları kendisi hazırlamış, gerekli önlemleri almış. Yeni bir Öğretmen Okulu açılmaktaymış, aranan aday ölçütlerine uygunmuşum. Hiç duraksamadan kabul etmemizi, ötesini ona bırakmamızı babama sıkı sıkı tembihlemiş, ilk güvenceleri de vermiş. Okula gidemeyişim, babam için bir büyük bir üzüntü kaynağı olmuştu. Bu nedenle habere babamla ikimiz de bir kurtuluş umuduyla sevinip sarıldık. Babamın konuşmalarına hep dikkat ederdim, kolay kolay “güzel” sözcüğünü kullanmazdı. Bu kez bana “Mustafa Ağabeyin güzel haberine sevindin mi?” diye sorması, bunu tekrarlaması, babamın sevincinin de benim kadar çok olduğunu anladım, ayrıca buna da çooook, çok sevindim. Mustafa Ağabey (artık köyün Eğitmeni) benimle konu üzerinde uzun uzun konuştu, umutlarımı perçinledi okuma isteğimi kamçıladı. Okuldayken A’nın söylediklerine benzer sözler söyledi. Ben akıllıymışım, istersem çok şey öğrenebilirmişim. Sanırım beni ruhsal olarak iyi hazırlayıp umutla sınava götürdü.
Sınavda kimler vardı, neler sordular, sınav nerede yapıldı? Uykudaymışım gibi girdim, çıktım. Tek anımsadığım, Lüleburgaz Maarif Memuru Salih Bey sınavdan çıkarken babamı sordu, selam söyledi, arılarımızı sordu. Salih Bey “Arıcı Salih Bey” diye ad yapmıştır. Babam da kendi çapında arıcılık yapar, bu nedenle iyi tanışırlar. Sınava girerken, sınav sürecinde, sınavdan sonra söylediğim bir iki söz Salih Beyin sorularına karşı söylediğim bir iki söz oldu.
İlkokulu bitireli üç yıl olmuştu. Bu zamanda gazete okumaktan öte hiçbir etkinliğim olmamıştı. Sınavdan sonra uzunca bir süre arayan soran olmadı. Zaman uzadıkça zaten az olan umudum tükenmek üzereydi. Ancak Mustafa Ağabey her karşılaştığımızda “İşler istediği kadar uzasın, seni bir gün çağıracaklar; okul yeni açılıyor, başka sorunlar çıkmış, açılışı geciktirmiş olabilir; o sorunların giderilmesi zaman almış olabilir. Her ne ise sonunda sen gideceksin!” deyip beni sevindiriyordu.
Gerçekten bir süre sonra çağırdılar. Çağrı yazısı gelince babam başta olmak üzere tüm evdekiler bu olayı coşku ile karşıladılar. Giderek olay tüm köyün gündemine girdi. Köyde beşinci sınıfı ilk bitiren olduğum gibi şimdi de bir sınava girip ilk kazanan ben oluyordum. Okumada diretmem, uzun aradan sonra sınav kazanmam herkesin ilgisini çekiyordu. İçtenlikli olsun olmasın insanların dillerinde dolaşmam günlerce sürdü. Mustafa Ağabey de Eğitmen Kursu’na gitmişti ama onunki alışılagelen askerlik benzeri bir durumdu; kurs süresi topu topuna on aydı; bu nedenden olacak onunla bu denli kimse ilgilenmemişti. Bu biraz da babam için oluyor denilebilirdi. Çünkü babam ilkokula giderken de bitirince de okutmak için çok çaba göstermişti. Hele Lüleburgaz’da ortaokul açılması için birileriyle girişimleri unutulacak gibi değildi. Kaymakamın birisi çağırmış, ortaokul açtırmak için dernekler kurdurmuş, o değişince yerine gelen kaymakam kurucuları hakaret ederek makamından kovmuştu. İnsanlar bu tutarsız yöneticilerin akıl almaz davranışlarını, bunlara karşı tavır takınanların çabalarını unutmuyordu.
Okula çağrı yazısında altı yıl süre belirtisi, köyde herkesin ilgisini çekmiş olmalı, konuşmalarda bu giderek öne çıktı. “Altı yıl az değil!”. Yaşlılar hemen, “Yemen askerliği gibi” benzetmesini yakıştırdı. ”Neyse ki yer Edirne, bir günlük yol!” deyip kendi kendilerini sözlenir görüntüsü altında bizim aileyi teselli edenler bile oluyordu. Sözler arasına bir süre sonra “C işi ne olacak?” sorusu katılmaya başlandı. Giderek de C sorunu birinci sırayı alıverdi. C ile ilişkimiz daha önce de konuşuluyordu. Herkesin bildiği bir yakınlık vardı C ile aramızda. Evlenmemiz üstüne askerlikten önce, askerlikten sonra gibi olasılıklar ya da yakıştırmalar her zaman ileriye sürülüyordu. Kimileri daha hızlı gidip, “Bohçası hazırmış, akşama sabaha “deyip bu işi sonuca götürüyorlardı. Ben babamın bu sözleri duymadığını ya da duyup da umursamadığını sanıyordum. Belki de babam bu olayı unuttu, diye içimden geçiriyordum. Sevinçliydim, babamın da sevindiğini görünce mutluluğum bir kat daha artıyordu.
Her zaman olduğu gibi, gene yardım etme düşüncesiyle o gün kahveye gittim. Babam kapı önünde birileriyle konuşuyordu. Ben yanlarından geçerken konuştuğu kişiler tam o sıra ayrıldı. Babam bu kez bana döndü, başı ile ileriyi, C’nin evini göstererek, “O’na ne söyleyeceksin?”dedi. Yerin dibine girmiş gibi ezildim, utandım. Babamdan bu konuda çok çekiniyordum. O bir şey söylemiş değildi ama ağabeylerimin telkinleriyle böyle bir zan uyanmıştı bende. Yutkunarak, “Bir şey demeyeceğim!” gibi anlamsız bir karşılık verdim. Babamsa “Olur mu, altı yıl gideceksin, ondan sonra da askerliğin gelip çatacak. Bu konuyu azıcık düşünmelisin!” dedi, kesti.
Babamdan utandım ama gene de ucuz kurtulduğuma sevinerek eve döndüm. Büyük ablam konuşmak istedi. Onun da C’den söz edeceğini biliyordum. Babamdan kolay kurtulmamın sevinciyle ablamla konuşmaktan çekinmedim. Rahatlık içinde “Konuşalım abla!” dedim. Ablamla her zaman rahat konuşuyorduk. Bildiğim kadarıyla ablama kolay kolay karşı durmadım, durmak da istemedim. Ablam önce annemden söz açtı. Ağladı, bir süre durakladı. Ablamın ağlaması beni birden annemli günlere götürdü. Annem, benim anneme ettiğim nazlar, annemin yatakta yatması, bir doğum olayı, bebek geldi sözleri, sevinçler. Sevinçlerin arkasından günlerce suskunluklar, arkasından birden bire çığlıklar…Bir gün evimizin önünde bir kalabalık, kalabalığın mezarlığa gitmesi. Günlerce sessizce mezarlıktan annemin gelmesini beklemem. Bir gün oradan birinin geldiğini görüp arkasından koşmam. Arkasından koştuğum kadının bana sarılıp ağlaya ağlaya beni alıp bizim eve getirmesi, karşılayan ablamın da kadınla birlikte sesli ağlamaları… Karşımda oturan ablam puslanan gözlerimde gitti, çok uzaklarda kalan bir başka olayın üstüne yerleşti.
Ben ablamın söyleyeceklerini bekliyormuş gibi suskun dururken böyle bir duygusal çalkantı içinde bütün direncimle söylenecek sözleri bekliyorum. Ablamsa uzunca bir süre sustuktan sonra C’nin annesinin sık sık sözünü ettiği altın olayına değindi. Konuyu azıcık biliyordum ama sonunu duymamıştım. Meğer ablam bu konuda çok doluymuş. Hem ağladı hem anlattı. Sık sık “Kardeşçiğim” diyerek benden özür dilerce konuştu. Çok üzüldüm ama bir yandan da öfkelendim. Beni okumaktan alıkoyan dahası bana A yolunu kapatan asıl engel meğer buymuş. Annem (yakından tanıyanların anlattığına göre) kalabalık aile yapısını düşünerek benim okutulmamı istiyormuş. Anlatılanlara ek olarak benim de saptadığıma göre anne tarafımda okumuş olanlar az değil. Hem annemin hem de babamın ailelerinde okuyanlar bulunduğundan annemin dileği o zaman çok doğal karşılanmış. Annem okuyabilmem için de (bir birikim olsun diye) o günün geçerliği içinde takı altınları biriktirmiş. Beş dizi beşibiryerde (yirmi beş altın beşibiryerde, normal olarak yüz altın). Bunlar anneme kendi ailesinden gelen akarlarla sağlanmış. Bu nedenle bizim aileden kimsenin el sürme hakkı yokmuş. Annem hastalanınca da, bunları (babamın yanında) ablama, benim için harcanmak üzere teslim etmiş. Ablam 1934 yılına dek altınları korumuş. O yıllar zahirecilik için ortaya dökülen ağabeyler büyük bir kayıba uğramışlar. Yerine koyma sözü vererek ablamdan bunları alıp rehine olarak vermişler. Rehin alanlar da babamın çok iyi tanıdığı, Lüleburgaz’ın tanınmış tüccar ailelerinden Bünyamenler. Altınlar bekletilecek, alınan para getirilince geriye alınacak. Bizimkiler harman sonu para tedarikiyle uğraşırken, çok gizli tutulan bir Musevi kıyımı gerçekleştirilmiş, salt Bünyamenler değil tüm Trakya Musevileri bir gecede yerlerinden edilmiş. Bünyamenler önce İstanbul’a oradan da Amerika’ya göçmüşler. Babam bunu duyunca sinir krizleri geçirmiş, ablam intihara kalkışmış ama altınlar yerine hiçbir zaman gelmemiş.
Donup kaldım. Ablamı düşündüm, babamı gözümün önüne getirdim. Hiç birisi beni teselli etmedi, tüm ev halkı birden gözümde suçlu oldu. Yüzüme gülenlerin tümünün yüzleri karardı. Çocukluğumun ilk günlerinden beri bana çok yakın görünenler birden karanlığa karıştı, kaybolup gitti. Karşımda duran ablamı bile göremez oldum. Gözlerimi kapatıp durduğum an karşıma A çıktı. Birden toparlandım, karşımda gerçekten A varmış gibi kendime çeki düzen verdim. Ablama (hiç istemeyerek) “Altınlar gitti ise yerine konacak paralar ne oldu? Hepiniz yalancısınız!” deyip dikeldim. Ablam, “Haklısın kardeşim, ben sana da annemin vasiyetine de ihanet ettim. Ne desen ben ona müstahakım. Beni hiç bağışlama!” İkimiz de uzun bir süre bakıştık. Ne ablam bir şey söyleyebildi ne de ben ona. İkimiz de ağlıyorduk. Ablam bir süre baktı sonra geldi sarıldı, uzun süre öylece kaldık. Ablam hiçbir şey olmamış gibi, kesik kesik konuşmaya başladı. Ancak konuyu değiştirdi. Zaten o önce başka bir konu için hazırlanmıştı, bunu sezmiştim. Sanırım altın olayına istemeyerek değindi. Benden bu tür sert bir tepki geleceğini düşünmemişti. Ablam da tıpkı babam gibi “C için ne düşünüyorsun?” diye sordu. Ben ona da “Hiçbir şey düşünmüyorum!” diye kuru bir yanıt verdim. Ablam “Hiçbir şey düşünmüyorum demek olmaz C senden bir şeyler demeni beklemektedir. Altı yıl bu, az zaman değil!” Ben ablama bakarken aklımdan geçenler bir tür direnç sözleriydi. Ben tüm isteğimle okula gitmeye hazırlanırken, kendimi yeni duruma yönlendirmeye çalışırken, ilk günler çevremdeki herkes beni alkışlarken, başka bir deyimle herkes benimle hop oturup hop kalkarken neden birden bire okul olayı bir kenara itildi, ayrılık sorunu hem de yasal hiçbir yükümlüğü olmayan çocuksu bir gönül bağlılığının sürüp sürmeme durumu ortaya atılıp bir tür ilgi yönlendirmesi yapılmaya başlandı? Kanımca bilerek ya da bilmeyerek bu bir saptırmaydı. C benim için önemliydi ama beni yolumdan döndürecek şekilde önümü kesmemeliydi. Kendisiyle konuşurken engelleyici bir tavrını görmediğim halde onun hakkında yapılan konuşmalarda olayın çözümsüzlüğe sürüklendiğini sezip üzülmeye başladım. Neden böyle oluyor? Konuşanların tümü beni seven, iyi yetişmemi isteyen kimseler. Böyleyken kiminle konuşsam, sözlerimizin bittiği yerde çıkmaza girmiş gibi çaresizlikten bunalıyorum. Yarı anlıyorum yarı anlamıyorum. Ablamın dedikleri de babamın söyledikleri de çok doğru. Ancak ben, C’yi bırakmıyorum ki, onun dışındaki insanlar “Ayrılık çok uzun bir süreç, bu ayrılık gerçek ayrılık!” deyip yoruma kalkışıyorlar.
Çevremdekilerin yorumlarından arınıp kendim bir seçim yapamayacak ölçüde bunalmıştım. Kalktım Hanife Halama gittim. Geldiğime sevindi, beni beklediğini de sözlerine ekledi. Hanife Halam C ile aramızda en güvenilir büyüğümüz. Geçmiş günlerde de ondan öğrendiklerimiz çok oldu. Biz kardeş çocuklarıyız, o denli yakın. C ise komşu çocuğu, doğumundan bu yana tanıyıp sevdiği, benimsediği bir insan. Hanife Halamdan gizlimiz saklımız yok. Bu nedenle C daha önce gelmiş, konuşmuşlar. C kestirip atmış. “Ayrılıp giden o, kendisiyle konuşmadan kimseye bir şey diyeceğim yok!” Hanife halam üzgün ama, daha çok benim yanımda. “Okumak büyük bir fırsat!” diyor. “Bırakıp gitmiyorsun ki?” diyor: “Mektuplaşırsınız, tatillerde konuşursunuz, sevginiz sürerse on yıl bile bekleyebilirsiniz!” Hanife halam çocukluğunu, genç kızlığını İstanbul'da geçirmiş, görgülü bir insan. Köydeki dar gelenek çemberlerine oldum olası karşı. Ablamın dediği gibi benim gidişime C’yi bırakma anlamı verileceğini söylüyor ama “C de bekleyeceğine söz versin, nişan yapılsın, karşılıklı beklensin!” diyor. Sonra da “C bunu yapamaz, çaresizlik içinde. Annesinin ölümü onu da kıskıvrak bağladı. Yarın babası kendisi evlenmek isteyecek, belki de oğlu olan birisi ile evlenip İçli Dışlı denilen evliliği yapacak. C'nin fazla bir seçme şansı yok gibi. O bunu sezdiği için çıkmazın ağırlığında çırpınıyor. Ona çok üzülüyorum ama, çözümü de zor bir durum. İyi ki sen gidiyorsun, gitmeseydin ne olacaktı? Askerliğini yapmadan amcam seni evlendirmezdi. Ağabeylerinin durumu ortada. Hepsi gitti askerliğini atlattı, evlendi. Askerliğine daha 3 yıl var. Baban seni iç güveyisi olarak da vermez. Bu nedenle rahmetli yengemin vasiyeti yerine zor getirilecek gibi. İstiyorsan C’yi çağırayım bir daha konuşalım. Benden saklınız yoksa beraber konuşalım.”dedi. “Olur!” dedim ayrıldım.
Bu arada dedikodu değirmeni tıkır tıkır işlemeye başlamıştı: Okula gideceğim tarih belirsiz olduğu için gidip gitmeyeceğim belli değilmiş. C'yi birileri istemiş, babası “Olur” demiş, yakında düğün olacakmış. Ali Ağabey bir iş için Kırklareli'ne giderken beni de götürdü, iki gün orada kaldık. Meğer ben C’yi kaçırmışım, köy ayağa kalkmış... Biz Kırklareli’deyken okula çağrı yazım gelmiş, tarih bildirilmiş, kasımın ilk haftası orada olmam gerekirmiş. Benim gitmemi en çok isteyenlerden eğitmen Mustafa Güvener, benim can Mustafa Ağabeyim söylentilerden o denli sıkılmış ki, çağrı yazısını gelmiş kahvenin ocak camına asmış. Kahve her zamanki gibi dolu, kutlamalar, başarı dilekleri gırla gidiyor. İçimden “Hem kutluyorlar hem de dedikodu yaparak akıllarınca yeriyorlar!” deyip karşımdakileri birer birer içimden değerlendirmeye çalışıyorum. Halam oğlu, en yakın arkadaşım Hilmi geldi, annesi, Hanife Halam çağırmış, C gelmiş, gittim.
C eskiden nasılsa öyle, sevecen, aynı yakınlıkta, ayrılacağım için üzüldüğünü, ama birbirimizi unutmayacağımızdan emin olduğunu söyledi. Sanki sözü uzatacak da konu dağılacak duygusuna kapılan halam, bir ara çocukluğumuzu, dolayısıyla annelerimizi anımsattı. Annelerimiz çok yakın arkadaşmış, bu yüzden bize rahimde söz kesmişler. Bu bir ahret bağı imiş. C “Biz bu akite hep bağlı kaldık, bundan sonrasını bilemiyorum ama kalacağımız umudunu da taşıyorum!” dedi. C o denli rahattı ki, çok duygulanan halam, gözleri yaş içinde sarıldı C’yi öptü, uzun süre sarılı kaldı, saçlarını, ellerini okşadı. Hanife Halam sanırım durumumuzu yetişkinlik ölçüleri içinde değerlendirip üzücü sonuçları sezmiş gibi ağlamaklı bir sesle özür dileyip yan odaya geçti. Halamın durumunu doğal karşılayıp biz, geçmiş günlerden bölük börçük anılarla konuşmamızı sürdürdük. C çocukluğumuzdaki oyunları anımsadı. Kedilerle, kuzularla bahçede koşmalarımızı, gülerek anlattı. Benim de unutamadığım bir kahramanlığım vardı, onu hiç unutmadım ama anmak da istemedim. C onu da anımsayıp anlattı: İlkokul ikinci sınıftaki öğretmenimiz çoğunlukla derse geç girerdi. Kimi arkadaşlarımız bu sıralar bir yolunu bulup yaramazlık yapardı. C de bir gün yılanı andıran örme kuşağıyla okula geldi. Daha doğrusu arkadaşları korkutmak için düşünülmüş bir numaraydı. Dışarı çıkan olunca kalkar kapı eşiğine yılan kordonu koyardı. Girmek için kapıyı açan birden yılanı görünce korku içinde ya geri kaçar ya da “Yılan!” diye bağırırdı. Son kez koyduğunda öğretmen çıktı geldi. Öğretmen irkildi ama gene de metanetle üstünden geçti , etrafa bakındı, kürsüye çıktı sert bir sesle “Kim koydu bunu buraya?” diye sordu. Sınıfta çıt yok. Ancak kimin koyduğunu herkes biliyor. Öğretmen az bekledi aynı soruyu daha sert bir sesle tekrarladı. Ben ayağa kalktım, ellerim esas vaziyette “Ben koydum!” diye bağırdım. Öğretmen “Gel buraya!” dedi. Kürsünün yanına gittim, tahta cetveli aldı, kaldırdı. Yüzüme baktı “Senin koyduğuna emin değilim, emin olsam seni bununla dövecektim!” dedi. Yerime oturmamı söyledi. C bunu da gülerek anlattı, arkasından çok içtenlikle “Sahi o zaman bunu neden yapmıştın?” dedi. O gülerken gözlerinin içine bakmakla yetindim. Az durduktan sonra “Şimdi de yapar mısın?” Nerdeyse sabırsızlıkla beklediğim bir soru idi. Sesi değişmişti, açıkça “Seviyorsan açıkla!” diyordu. Ses tellerimi yakan bir acı soluktan sonra “Bil ki daha çoğunu yaparım!” diyebildim. O da “Biliyorum!” dedi, gülümsedi. Bakış yönlerimizde birer noktaya takılan gözlerimiz bir süre öylece kaldı. Kaskatı olmuş gibiydim. Bir süre de yere baktım. Sanki ayrılık için değil olağan bir karşılaşmada konuşuyormuş gibi davrandığımı anladım. Kendimi toparladığımda C’nin ağlamaktan sırılsıklam olduğunu gördüm.
Hanife halam geri geldi, ikimizi de suskun bulunca “Ne o sözünüz bitti mi, ne az anınız varmış? Oysa doğmadan önce başlamış, küçümsenmeyen bir geçmişiniz var” diye takıldı. C güleç tavrını takınarak “Anılarımızı burada bitirmek niyetinde değiliz!” dedi. Halam: “İşte böyle, neşenizi hiçbir zaman kaybetmeyin. Hayat, istediğimiz gibi değil yaşayabildiğimiz gibidir. Daha 17. yaşlarınızdasınız. İsterseniz gençliğinizi güzel geçirebilirsiniz. Bunu yapamazsanız genç yaşınızda yaşlılar gibi kara kara düşünür durursunuz.” Halamın nasıl bir etkisi oldu bilmem ama bana göre yapılabileceğin en iyisini yaptık, galiba. Her şeye karşın C kırgın değil gibi geldi bana. Gerçekte kader kırgınlığı ikimizde de var. Bu daha önceden başlamış. Bu gün onun hesabını kimseden soracak durumda değiliz.
Eve döndüğümde küçük ablamla karşılaştım, bize gelmiş. O da C 'yi çok sever. Konuştuğumu anlattım. İki ablam da çok sevindiler. Ablamlar benim yanımda olmakla birlikte C’nin kırılmasını kesinlikle istemiyorlar. Bu nedenle anlattıklarıma çok sevindiler. Küçük ablam aracılığıyla C’ye mektup yazmama karar verdik. Ablama yazdıkça C için de ayrıca ekleyeceğim. Ailemden hemen hemen herkesi çok seviyorum ama ablalarımın sevgisi hepsinin üstündedir. Küçük ablam yaşı bana daha yakın olduğu için arkadaşım gibi davranır, ben de ona tüm nazımı geçiririm. Buna karşın onu asla kırmam. Büyük ablam çok ayrı bir durumdadır. Annemin ölümünden sonra bana o annelik yaptı. Öyle ki benden üç yaş küçük olan kızı Gülsüm ile ben ikiz kardeşmişiz gibi yetiştik. Kimi kez beni kendi kızından öne aldığı bile olurdu. Bu nedenle ablalarımın sözü üstüne söz koymam olası değil…Büyük ablam, ayrılış günü belli olunca bana bir asker bohçası hazırladı. Köy geleneklerine göre kızlar evlenip evden ayrılırken "Bohça" yapılırmış, Gelin Bohçası. Erkekler askere giderken ise “Torba” hazırlanırmış, Asker Torbası. Benimki ikisi arası bir şey, ablam öyle düşünmüş, “Sana Asker Bohçası hazırladım!” diyor. Okula girişte 30 ya da 60 lira ödenecek diye daha önce duyuru yapılmıştı. Geniş aile yapısı içinde bu paranın fazla önemi yoksa da gene de bir sorun çıkarmıştır Genellikle, hububat tarımına ek olarak pancar, bostan, bağ ürünleri aile uğraşları arasındadır. Üç ağabeyim de kendilerine bir çift seçmiş, sanki ayrıymış gibi onlarla iş görür. Ali Ağabeyim atlarla, diğer ikisi de manda ile öküz çiftlerini kullanır. Bektaş Ağabeyim manda, Mahmut Ağabey öküzlerle iş görür. Ancak bir kaç yıl önce ağabeylerim işleri daha da genişletmek niyetiyle tahıl toplama işine girişip yüklü bir ödeme yaparak yığınlar oluşturan buğday topladılar. 18-20 kuruşa topladıkları buğdayı 2 kuruşa satmak gibi bir ekonomik yıkımla karşılaşıldı. Babam, daha başlangıçta bu zahire toplama işine karşı durmuştu. Çok zarar edilince aileyi bölmeye karar verdi, tarih olarak da 1939 yılını sınır koydu. Ben babamla kalacağım, ötekiler eşit haklarla kendi işlerini sürdürecekler. Bu düşünceyle babam benim için bir çift manda (malak) hazırlıyordu. Okula giriş parası sorunu çıkınca, babam bunları sattı, okula verilecek giriş parasını öğrenmek için de Maarif Memuru Salih Bey’le görüşmek üzere Lüleburgaz’a gitti. Salih Bey gerekli bilgiyi vermiş, 10 kasım günü de yola çıkmamı önermiş. Babam son sözü söyledi: “Satılan malaklar senin hakkındı, . onları sattık, parasını alıp gideceksin. Kaydını yaptırır devam edersen helal olsun. Vazgeçip gelirsen ya da başarısız olup atılırsan koşum hayvanı hakkını kaybetmiş olacaksın!”
Babam bu kesin kararını bildirdikten sonra, gidip kaydolmamı, çalışmamı öğütledi. Tatile geldiğimde de tarla hakkımı ayıracağını, bunları kim kullanacaksa yıllık harçlığımı ondan alacağımı, ev payı olarak da kahve ile yanındaki dükkanın, han olarak kullanılan yerlerin benim olacağını açıkladı. Ben kaç gündür, ayrılık ya da C ile ilgili duygusal sorunlarımla kararsızlık içinde dolaşırken asıl gerçekle birden bire karşılaştım. Koskoca aile küçük kümelere bölünüyor. Ben gidiyorum, kalıp okuduğumu düşlüyorum. Güzel başlayan düşler giderek hüzne dönüşüyor. Örneğin tatile gelince, nasıl karşılanacağım? Ağabeylerimin evleri ayrı ayrı, onlara yabancı gibi gideceğim herhalde! Benzer soruları arka arkaya aklımdan geçirip gidiyor, üzüldüm. Bugün salı yarın çarşamba, öbürsü gün perşembe, yola çıkacağım. Birden ürperdim. Sınav, okul, okuma, ayrılma sözleri başladığından beri hep ben ortada, çevremde de kalabalık insanlar vardı. Şimdi ise ortada tek başıma kalakaldım. C bile uzak bir yere gitmiş gibi.
Sıkıntı veren düşüncelerden kurtulmak ya da hiçbir şey düşünmemek için gene kahveye koştum. Mustafa Ağabey Hızır gibi yetişti. “Ben de seni bekliyordum!” dedi. “Gel okula gidelim, iki ikiye konuşalım!” Gittik. İyi ki gitmişiz, hiç düşünemediğim, uğramayı bile aklıma getiremediğim Çavuş Amca, köy muhtarı geldi. Gideceğim günü öğrenmiş, o gün köyde olmayacakmış, başarılar dilemek için gelmiş. Çavuş Amcaya “Hoşça Kal!” demeden nerdeyse gidiyordum. Bu benim için affedilmez bir saygısızlık olacaktı. Salt onun gücenmesi değil tüm tanıdıklarım bunu öğrenince beni kıyasıya yerecekti. İçimden kendi kendime zehir akıttım. “İnsanların içinde ne denli saygınlar var, marifet onları iyi seçip gönüllerini hoş etmek!" gibilerde içimden kendime uyarılarda bulundum. Çavuş Amca uzun askerliği süresince sayısız insan görmüş, deneyim kazanmış bir kimse. Köy yaşamı onu körleştirmemiş, tam tersine karınca kaderince ileriye doğru açılmasına yardımcı olmuş. Günlük gazetesini okuyor, köy işlerini çok düzgün yürütüyor. Çavuş Amcanın tarafsızlığı için “Onun adaleti Hazret-i Ömer adaletidir!" gibi sözler halkın ağzında gezmektedir. Köye gelen görevlilere karşı içtenlikli yardımcılığı, haksızlığa uğrayanlara taraf olması dillere destan olmuştur. Bana, bu kez de söylediği güven verici sözlerini, hele hele bana olan güvenini, bunu söylerken seçtiği sözleri sanırım hiç unutmayacağım.
Çavuş Amca Balkan Savaşı'na katılmış, Trakya'da savaşın yenilgiyle bitmesi üzerine Arnavutluk'a çekilen birlikle bir süre kısıtlı kalmış, oradan Çanakkale'ye gelmiş, daha sonra da doğu cephesinde uzun süre oradan oraya gönderilen birliklerde bulunmuş. Kurtuluş Savaşı’nda deneyimli asker olarak Afyon Cephesinde Gazi Çavuş olmuş, ölümcül olmayan yaralarla savaş bitiminde köye dönmüş. Çanakkale madalyası üstüne bir de İstiklal Madalyası eklenmiş ki özellikle bunu bayramlarda mutluluk duyarak takmaktadır. Çavuş Amcanın çok yumuşak bir konuşma biçimi vardır. Kolay kolay “ben” demez ama kızdığında, daha doğrusu haksızlığa uğradığında sözünü de esirgemez. Köy halkının tanık olduğu bir olay hep anılır. Vali Faik Üstün sık sık köyleri gezer, eksiklikleri yerinde saptayıp kovuşturan bir validir. Araba sürücüsü de bizim akrabamız, benim Şoför Amca dediğim, Hasan Amca. Vali gelince salt arabasına yaklaşmak için gider, Hasan Amcanın oğlu Bahtiyar'ı sorar, yakınında dururdum. Bir gün gene geldiler, Vali, telefon direkleri, yol kazımı gibi konularda bilgi aldı. Bu kez iki araba ile gelmişlerdi. İkinci arabada sivillerin yanında bir de subay vardı. Halk Vali Beyi uğurlamak üzere sıralanmış, Muhtar Amca da az önde Vali Beyi izliyordu. Vali Faik Üstün tam arabaya binmek üzere hazırlanırken ikinci arabanın yanındaki subay biraz yüksek sesle Muhtar Amcaya "Unutma bu deredeki köprüyü onart, bu durumda tanklar bu köprüden geçemez, manevralardan önce kolordu komutanı Omurtak buradan geçecek, köprünün yetersiz olduğunu görüp kızar seni de bir güzel döver!" gibi bir söz söyledi. Vali duydu mu bilmem ama Çavuş Amca subaya “Zabit efendi, zabit efendi, senin o Omurtak deyip geçtiğin kişi benim birliğimde mülazım Salih efendi olarak anılırdı. Ben onu bir arkadaşımla Allah-ı Ekber dağlarında iki saat sırtımda taşıyarak seyyar hastaneye yetiştirdim. O bunu unutmuş olabilir ama geldiğinde bunu hatırlatırsam söylediğin bu sözler için asıl seni cezalandıracaktır!" deyiverdi. Subay kendi kendine konuştu ama ne dediğini kimse duymadı. Vali şapkasını sallayarak ayrıldı. Köy halkı önce bir süre susup kaldı. Sonra "Adam bir laf etti ama aldı ağzının payını!" diye söze başladılar. Olay günlerce kahve konuşmaları düzeyinde sürdü. “Salih Omurtak duysa ne olacak?” gibi sorular, saptırmalarla uzadı gitti. Sonunda ise Trakya manevralarına yakın, asker araçlarıyla bir birlik geldi, söz konusu köprüyü onardı. Nedense tanklar köprüden geçirilmedi. Köprü zedelenir, kaygısı ile tanklar, köyün üst tarafından dolaşarak gitti. Çavuş amca bu olayda uzun askerlik çilesinin bir ödülünü almıştı. Konu kapandı ama kişi saygınlığı denen şey çok daha pekişmişti…
Eve döndüğümde Ali Ağabeyime Muhtar Amcayı gördüğümü söyledim. Ali Ağabey benim sözümü pek dinlemeden “Çavuş Amcaya gidişin iyi olmuş, ben de sana bunu söyleyecektim. O seni çok sever, biliyorsun oğlu yok belki de bu nedenle seni oğlu gibi sever. Manevralara gittiğimizde ben seni payladıkça bana çıkışması hep bundandı. İyi olmuş gidişin, gönlünü almışsın, çok sevinmiştir.” Sustum. "Demek benden bir çok insan bir şeyler bekliyor!” diye bir düşüncedir aldı beni. Sıra ile babamı, Havva, Şerife ablalarımı, Ali, Mahmut, Bektaş ağabeylerimi, Ayşe, Fatma yengelerimi, çocukları, abla kızı Gülsüm kardeşi, öteki akrabaları düşündüm. Arkadaşlarım, hele hele C. deyip duraksıyorum. Ya Mustafa Ağabey! Onun o unutamadığım mektubu, mektubunda demediği ama demeye çalıştığı duygular nelerdi, bunlar bende var mı? Daha iki saat önce Mustafa Ağabey bana “Okuduğumu anlayamadım!” deyince “Hayır, sen okuduğunu iyi anlıyorsun, anlıyorsun da, okuduğun yerde bir başka şey var, o kaldı gibi kuşkular taşıyorsun. Kitabın sayfasını açacaksın, dikkatle okuyacaksın, söylenenleri dikkatle tekrarlayıp kitabı kapatacaksın. Kapatınca da acaba orada bir şey daha var mı idi gibi kuşkulara kapılmayacaksın. Bu kuşkuları taşırsan başarılı olman zorlaşır. Çünkü kuşkular çoğalınca bilgiler de karmaşıklaşacaktır. Bu kez işin içinden çıkamazsın. Dikkatli oku, anladığın kadarıyla yetin. Bunu öteki işlerinde de uygula. Örneğin senin C ile ilgili durumunu ben akşam senin yakın arkadaşın, benim de ağabeyimin oğlu Ahmet'ten dinledim. Doğrusu üzüldüm. Açık olmalısınız. Sevgi açıklık içinde kutsaldır. C’ye açık açık ben gidiyorum, seni alıp götürecek durumda değilim. Ben seni seviyorum, seni unutmayacağım. Ancak sen beni beklersen, sevgin eksilmezse birlikteliğimiz gerçekleşir. Hangi nedenle olursa olsun sen bekleyemezsen, ben senden çok üzüleceğim ama seni asla suçlamayacağım!” deyip keseceksin Burada da deminki söylediğim kural geçerli. Kuşku bırakmayacak açıklıkta konuşup kesin karar vermek, kırgınlıkları önlemenin en doğru yolu!” dedi.
Mustafa Ağabeyden ayrılınca iyice bunaldığımı anladım, karar değiştirip kahveye gittim. Hilmi başta olmak üzere çocukluk arkadaşlarımın bazıları gelmiş beni bekliyormuş. Perşembe günü gideceğimi öğrenince bana bir ayrılık gecesi düşünmüşler. Köyümüzün çok eskilere dayanan bir geleneği vardır. Özellikle askere gidenlere, bir de arada da olsa iç güveyisi olarak başka köye gidenlere yapılır. Adı da Helva Gecesi'dir. İçki içilmez. Bir çok yiyeceğe karşın değişmeyen tatlı helvadır. Bu nedenle Helva Gecesi denir. Akşam oraya çağrılıyım. Kahvede arkadaşlarla konuşurken sık sık kendimi zorluyorum “Ya başımı çevirip C'nin bahçesine bakarsam” diyorum. Oturduğum yer her zaman oturup gözetlediğim yer. Bahçe hemen karşıda. “Çıksa acaba gene bakacak mı?” Ben böyle düşünürken C’nin babası çıktı, bahçede dolaşıyor. İçimden “C’yi gözetliyor her halde!” deyip dilimce kınamaya çalışıyorum.
Arkadaşlar toplanacak yeri, saatini söyleyip ayrıldılar. Ben onları uğurlayıp yan odaya girmek üzere iken C’nin babası kahvenin bahçesine geldi. Zorunlu olarak karşılaştık. Ben, “Herhalde bana çok kızıyordur!” diye düşünürken, hiç beklemediğim bir yakınlıkla o beni kutladı. Yüzü gülüyordu. Şaşırdım ama kaçmayı düşünmedim. Önce Edirne'de kaldığından söz açtı. O Ayşekadın, Kıyık Yıldırım semtleri, Muradiye, Selimiye camilerinden söz ederken ben içimden “C’yi unutturmak için bana Edirne'yi baştan sona anlatacak” diye düşünmeye başlamıştım. Biz bahçede ayaküstü konuşuyoruz. İçerdeki meraklı takımı da ya kavga bekliyor ya da hiç değilse bir ağız dalaşı olacağını umuyor. C’nin babası son yıllarda giderek asabileşen tavırlar sergiliyor. Köyde herkesin kanısı bu noktada birleşmektedir. Eşi öldü. Ondan önce kendi oğluyla anlaşmazlığa düştü. Pratikten yetişme iyi bir teknisyen olan oğlu, bir ilçenin elektrik düzenini kurarak, o ilçeye ayrıldı. Sandığım gibi olmadı. “Okulun Karaağaç'ta imiş, doğru mu?” dedi. “Evet!” deyince C ile konuştun mu?" diye soruverdi. Afalladım. Konuştum ama, konuştum diye nasıl söyleyeyim? Konuşmadım desem yalan olacak. Ya konuştuğumu biliyorsa? Benim ikircil durumuma bakıp bir tavır değiştirmedi. Elini omzuma koydu, “Sen çok iyi bir delikanlısın, seni uzaktan uzaktan hep izledim, C ile arkadaşlığını zaten biliyoruz. Annelerinizin karşılıklı sözleri vardı. Annen ölünce C’nin annesi sözünün ardında durdu. Yazık ki onu da vaktinden önce kaybettik. Allah'ın takdiri, kul olarak çaresiz kaldık. Ben kızımla konuştum. O çok üzgün ama kadere boyun eğmekten başka yapacak bir şey yok. Ah, vah etmekle sorunlar çözülmüyor. Sen altı yıl kalacakmışsın. Belki de daha uzaklara gideceksin. Senin gidişin benim için bir mucize sayılabilir. Ama ben böylesi mucizelerden medet umanlardan değilim. C razı olursa bir iki yıl sonra evlenmesi için teklifte bulunurum. Razı olmazsa kesinlikle zorlamayacağım. Küçük kardeşini bekleyip düzenimizi ona göre kurmaya çalışacağım. Ama senden C ile açık açık konuşmanı istiyorum. Konuşun, ayrılacaksanız dostça ayrılın, sürdürecekseniz ‘Ölüm var dönüm yok!’ deyip sadakat yemininizi için.” Devamla, "Beni yanlış anlama, ben C’ye ‘vazgeç’ demeyi hiçbir zaman düşünmedim, sana söylediğim gibi ‘Bu bir mucizedir!’ deyip fırsattan yararlanmak gönül kırgınlığına da yol açabilir. Ben böylesini istemem. ‘Ben seni zorlamıyorum, ama baban olarak bana yardımcı olabilirsin!’ derim.” Yumuşak yumuşak konuşmamız oldukça uzamıştı. Meraklı kişiler, yanımızdan geldiler geçtiler, ne konuştuğumuzu yarım yarım duydular, kavga olmadığını anlayınca da uzaklaştılar. Ayrılırken başarılar diledi, mektup yazmamı tekrar tekrar tembihledi. Söz verdim, “Yarın C ile konuşacağım!” dedim.
Kahveye girdiğimde konuşmalar birden sustu. Babamın kahvede olmadığı bir sırada idi. Karşı tarafta oturan birisi dedikodu havasından kurtulamamış ya da uyuklamış olacak, "Adam iyice bunamış!" deyiverdi. Açıkçası C’nin babasının benimle konuşmasını doğru bulmuyordu. Kendisinin iki yıl önce bir kızı zorla kaçırıldı, bir yıl geçmeden de boşadılar. Şimdilerde de evde. Birkaç yıl önce büyük oğlu zorla kız kaçırmaktan ya da kaçırana yardımcılıktan tutuklanmıştı, bir yıl tutuklu kaldı. Besbelli adam gene de sorunların kavgalarda çözüleceği beklentisinde. C’nin babasıyla konuştuğumu gittim önce büyük ablama anlattım. Çok sevindi, beni hemen Hanife halama gönderdi, gittim ona da anlattım. O da çok sevindi. Babasının C ile vedalaşmamı istemesini söyleyince “Adam haklı, kızının boynu bükük beklemesine gönlü razı olmaz tabii!” dedi. Halam bana “Geçen gün C korka korka gelmişti, şimdi daha rahat oldu, yarın bize gel, haber veririz o da gelir!” dedi. Ayrıldım. Kahveye girdim, orada bulunanlarla bir süre konuştuk. Konuşmalar daha çok ilgimi çekmeye başladı. Şerif eniştem yıllardır askerlik anılarını anlatır dururdu. Bugün bir kez daha anlattı, sonuna dek öyle candan dinledim ki anlattıkları gözlerimde canlandı…
Hilmi gelince Helva Gecesine gittik. Hemen hemen arkadaşların hepsi gelmiş. Gelenek gereği evliler katılamıyor. Bu gece Hilmi bu kuralı bozuyor. Onu da ben bozdurdum. “Bu asker toplantısı değil, Hilmi çok yeni evlendi!” dedim, kabul edildi. Cafer de gelmek istemiş, “Olmaz!” demişler. Bektaş’ın gelmesini isterdim, yazık ki o daha önce evlenmişti. Delikanlılar yukardan aşağıya doğru sıra ile komşulardan Ali, Hilmi (evli ama benim davetlim), Nebi, Yaşar, Arif, Ahmet, Ahmet, İbrahim, Yaşar, Ali, Süleyman, Ahmet, Ali, Emin, Mustafa, Nuri, Hüseyin. Türküler söylendi, anılar tekrarlandı. Kıvrak Ali dediğimiz arkadaşın benim başıma taşla vurması, askerlerde gördüğümüz kule yaparken düşmelerimizi, kuduz diye kovalanan bir köpeği çit altından geçerken kuyruğundan tutmamı… (Bu olay sonradan çok önemsendi. Oysa köpek deliğe girince geriye dönecek durumda değildi. Bir süre sonra oynarken bir gurup mızıkçılık yapmıştı. Kavga etsek yer onların mahallesiydi, ayrıca onlar kalabalıktı. Yağmur yağmaya başlayınca ben “Kan yağıyor!” dedim. Karşı grup çılgın gibi bağırarak kaçtı. Hepimizin duyduğu bir olay, kuduz olanlar suyu kan olarak görürmüş. Kaçanlar oradan geçen birine durumu anlattılar Adam benim de iyi tanıdığımdı. Kaçanlara “Siz aptalsınız o akıllı, suyu kan görse böyle su içinde dolaşır mı?” diye sordu. Bu kez kaçanlar geldi, “akıllı, kurnaz!” türünden sözler söylediler, barışıp oyunu sürdürmüştük.) Arkadaşlar bu ve benzer anıları tazelediler.
Toplantıdan sonra küçük ablama gittim, onun konuğu oldum. Ablam bebek bekliyordu, onu yormadan uyumaya çalıştım. Ablam C konusunu açtı, aynı duyguları paylaştık. Çok duyarlı olduğu için, beni değil C 'yi kayıran tavırları gözümden kaçmadı. Aslında ablam şimdi köyün alt mahallesinde C’den uzak ama iki yıl önceye dek bizde yani C ile komşu idi, onun çocukluğunu tıpkı benim çocukluğumu bilir gibi bilirdi. Belki de bu yüzden konuşmalarda onun tarafını tutuyor. Babasının anlattıklarını ablama aktardım. Ablam iç çekerek “Ah, ah kardeşim, o adam gerçekte kötü değildir ama, talihi ters dönmüş durumda, oğlu ayrılıp gitmeseydi, Ş teyze ölmeseydi böyle huzursuz olmazdı. Üstelik o C 'yi çok severdi. Şimdi tek varlığı o. Kardeşi var ama daha çok küçük.” dedi.
Sabah geç kalktım, okula uğradım. Mustafa Ağabey, “Bundan sonra yaşamın okula git, okula gel olacak. Uzun süre bu böyle gidecek. Sen altı yıl diyorsun ama sonrası da var. Öğretmen olunca, aynı düzen sürecek.” dedi. Yarın erken çıkacağımı söyleyerek ilgisine çok teşekkür edip ayrıldım. Önce eve sonra Hanife halama gittim. C daha önce gelmiş, çok rahat bir durumda benden nasıl gideceğimi sordu, anlattım. Rahat gideceğimi duyunca sevindi. Babasının söylediklerini söyledim, kimisine “İnanamıyorum!” dedi. Özellikle beni öven sözlerini aktarınca “Benim bildiğim babam kimseyi beğenmez ama demek seni öyle görmüş!” dedi. Her şeyden önce konuşmuş olmasını çok yerinde buldu: “Gidişine üzüldüğümü başkasından duysaydı bana çok sinirlenecekti. Bu konuda hiç konuşmadığımız için, ben de açıklama yapamayacaktım. Şimdi olayı biliyor, sorduğuna soracağına daha rahat karşılık verebileceğim.” Biz konuşurken evin yeni gelini Ş geldi, annesine gitmişmiş. Gülerek “Arzu ile Kamber mi desem, Tahir ile Zühre mi desem, Aslı ile Kerem mi desem” diye takıldı. Hiç yanıt beklemeden de C’ye “kızım senin bohçan hazır değil mi idi? Söyle yerini gidip getireyim de kaçın gidin!” dedi. C bana bakıp “Götürmüyor!” dedi Ben de “Gelmiyor!” dedim. Ş sözünü uzattı, “Korkak şeyler” dedi. Ş bir yıl önce kaçarak gelmişti. İşleri kotaranın, kaçma planlarını hazırlayanın ben olduğumu biliyordu. İki gün saklayan da bendim. Buna güvenerek “Biz cesur olarak korkakları kavuşturduk, korkaklar biz cesurları buluşturmayı beceremiyorlar!” dedim. C güzel gülüşüyle bana bakıp teşekkür etti, Ş’ye dönerek “Bir diyeceğin kaldı mı yenge?” diye takıldı. Bu kez konuşmalarımız eskiden olduğu gibi yumuşak, “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun, böyle de yapabiliriz!” olumluluğu içinde geçti. Zaten ikimizin de yapacak bir işi, karar değiştirecek bir gücü yoktu. Belki bu gerçeği iyice anladık, ayrıldık. Ayrılırken C “Bu kez ağlamayacağım!” dedi ama ağladı.
Ben kendimi tuttum. C’den önce çıkıp arka kapıdan karanlık odama girdim, kapının çengelini takarak söylene söylene ağladım. Ne söylendim anımsamıyorum ama gözlerim dolasıya, genizlerim yanasıya ağladım. Sonunda kendi kendime ağlamak için nedenler aradım, sorular sordum. Ben C’ye mi ağlıyorum, ayrıldığıma mı, ablalarımı, babamı, ağabeylerimi bırakıp gittiğime mi, yoksa hepsine birden mi ağlıyorum? Giderek şöyle dedim kendime: “Annem öldüğü zaman 5 yaşımda olduğum söyleniyor. Bu yaşta gerçeği kavrayıp göz yaşı dökmek olası değil. Demek o günlerde bir şeyler benim içimde düğümlenip kalmış, şimdi duyarlı bir durumla karşılaşınca birden çözüldüm!” Pek iyi C niçin ağlıyor? Bunu da sağlıklı yorumlayıp tam yanıtlayamıyorum.
Kahveden yüksek sesler gelince toparlanıp o tarafa geçtim. Kahvedekiler okul öğrencileri gibi kent adlarını sayıyorlar. Az dinledim. Meğer köyde oturanlardan kimler hangi kente gitmişmiş: Lüleburgaz'a herkes, Kırklareli'ne herkes, Çorlu'ya yarısı (sayı belli değil, hasta olan çoğunlukla oradaki hastaneye gidiyor), Tekirdağ'a 20 kişi (Balkan Savaşı sırasında) Edirne'ye 16 kişi, Babaeski'ye tüm erkekler (pancar taşıma). İstanbul için soru değişik. İstanbul'a kaç kişi değil en çok kim gitmişti? Rekor babamda: 19 kez gitmiş. Ankara'ya 7 kişi. İlgimi çekti. Bu kez ben sordum: Köye gelenleri sayar mısınız? Sayanlar oldu. Ancak eski dönemi tam saptayamadılar. Genel Vali Kazım Paşa gelmiş. En çok, Faik Üstün gelmiş, köyde kalmamış. Köyden okuyup giden hiç yok. İlk kez ben gidiyorum. Büyük amcam Müderris Ahmet Efendi, köy kurulmadan önce Bulgaristan'daki köyden gittiği için o sayılmıyor. İlkokulu bitiren benden önce yok. Konuşmalar olurken köyde Furtun Şerif olarak tanınan komşumuz bana “Sen yok musun sen, köye bir hareket getirdin! Önce kalktın Hamitabat'a gittin, okudun. Hamitabat köyü ile bizim köy kurulduğundan beri birbirine düşmandır. Oraya namaza gidenleri bile dövmeye kalkarlardı. Sen gittin, burnunu kanatmadan okulunu bitirdin Üstelik oradaki tanıdıklarına sorunca seni, öve öve bitiremiyorlar. Bir de gönül maceran varmış, güzel kızlardan birinin gönlünü çalmışsın, istesen gelin gelecekmiş. Olacak şey değil, Hamitabat’dan bizim köye gelin! Buna kimse cesaret edemez. Doğru mu değil mi?” Birileri güldü, birileri şaştı, birileri de takıldı. “İyi ki gidiyor iki köyü gene savaşa sokacaktı!” diyenler oldu. İnsanlar Hamitabatlılarla geçmiş kavgalara daldı.
Onlar kavgaların niçinlerine, nedenlerine, sonuçlarına dalıp konuşurken A gözümün önüne geldi. Konuyu bizim komşuya kim anlatmıştır? Nerden nereye! İçim ezildi. Hem komşuları, konuşmaları dinliyorum, hem de A’yı düşünüyorum. Birden o zamanki Muhtar Sadık'ın oğlu Rifat'ı ya da baba dostu Pehlivan amcanın oğlu İrfan’ı düşündüm. İkisi de küçüktü, okulun bitişiğinde oldukları için her şeyi görüyorlardı. Bahçe oyunlarından yakıştırma bir söylenti mi, yoksa A’nın ağzından çıkan bir yakınma mı? Ya kendi ağzından çıkan yakınma ise? Benim için “Hiç ummazdım, ben ona yalnızlığı, yabancılığı için yakınlık gösterdim, arkadaş oldum, bunu bile bile beni geçici olarak oyaladı, yazıklar olsun!” derse? Sıkıldım, gene gittim yattım. Bir süre sonra babam geldi, hatırımı sordu. “Hiçbir olayı fazla büyütme, olaylar hep olur, insanların hayat mücadelesi budur. Kimisini insan kendi yaratır kimisi de kendiliğinden olur. Bunların hepsi bir şekilde çözülür. Ama Allah’ın takdiri bazı olaylar kullar için çözümsüzdür. Onlardan korunmalı. Senin yapacağın şimdiden sonra şu kadın, kız olaylarına sırt çevirip çalışmaktır. Görüyorsun gönül bağları insanı gençlikte yıpratıyor. Zamanı gelince evlenir, hayatını düzene sokarsın. Bu işler öyle uzun vadeye yayılarak kolay yapılamıyor. İlerde sen bunları daha kolay çözebileceksin. Şimdi için rahat olarak git. C için iyi olanı yaptık her halde! Onu hepimiz kızımız gibi severdik. Gene seveceğiz, başkasıyla evlense de o bizim dostumuz olarak kalacak, ona yakınlığımız sürecek. Ben babasını pek sevmem ama, bu defa gerçek bir baba gibi davranmasını bildi. Bundan başkası da yapılamazdı. Geldi seninle konuştu, kızını alıp karşısına baba kız olarak konuyu irdeledi. Her şeyden önce, kızına sen bilirsin, istersen altı yıl da bekleyebilirsin dedi. Bence daha yapacak bir şey kalmadı. Yiğidin hakkını yiğide vermeli diye bir söz vardır. C’nin babası bunu hak etti. Şimdi sıra sende, yüz hakkıyla git, başarılı ol, gel. Başarılı oluşun C’yi çok etkileyecektir. Belki de başarılı olduğunu gördükçe engellemediği için daha mutlu olacaktır.” dedi.
Babam hazırlattığı bir bağlı bez kemer içinde 70 lira verdi. Salih Bey “Önce 30 lira yazdılar sonra 60 liraya çıkardılar, sanırım yine 30 lira alacaklar!” demiş. Babam “60 lira alırsalar paran bitmeden yazarsın!” dedi. Hanife halama gittim elini öptüm, Hilmi yarın benimle gelecek. Daha doğrusu Lüleburgaz Kurtuluş bayramına katılacak. Başka çok gidenler de varmış. Bitkin gibi yattım.
Dinlenmiş olacağım, sabah erkenden uyandım. Ablamın hazırladığı kahvaltıdan sonra yola çıktık. Yol doğal olarak bahçe kapısından sokağa çıkınca sağa döner, kullanılan ana yol burasıdır. Sol taraf ara yoldur, kahve önünden geçip ileride ana yolla birleşir. Uzaması nedeniyle pek tercih edilmez. Ali Ağabeyim şakacıdır, beni C’nin kapısı önünden geçirmek için böyle bir numara hazırladığını hemen anladım. Ama iyi de oldu, C kardeşi ile çıkmış el salladı, arkadan babası baktı, el salladı. Ben de karşılık verdim. Komşuların C ile ayrılışımızı böylesi açıklıkla görmesi ayrıca önem kazandı. Çok sevindim, sanki tüm sorun çözülmüş gibi hafifledim. Mustafa Ağabey ile Ali Eniştemi alıp yola çıktık. Mustafa Ağabey yolcu şarkıları söylüyor. Hamitabat içinden geçerken Mustafa Ağabey, ”Senin buradaki kızın ne oldu?” diye sormaz mı? Bereket yandan arabalar geçtiği için pür dikkat kesilen Ali Ağabeyim soruyu tam olarak duyamadı. Soru yanıtsız kalınca Mustafa Ağabey de şarkısına devam etti. Ama ben saplandım kaldım. A’dan nasıl haber alırım, A ne oldu? Acaba çok istediğimi bildiği okuma şansını tekrar yakalayışıma sevinecek mi? Sorular birbirini izledi. Ama bir çıkış yolu da bulamadım. Son olarak Lüleburgaz'a inince yolumuzun üstünde çalışan bir arkadaşım var, Hamitabatlı. Köyle ilişkisi sürüyor, o bilir. Hiç değilse, köyde olup olmadığını öğrenebilirim. Teyzesi ile çok sevdiği kuzeni H Ankara'ya taşınmışlardı. Belki de onların yanlarına gidip okumaktadır!
Kuruntular içinde belkilerle uğraşırken Lüleburgaz'a girdik. Ali Ağabey her zaman olduğu gibi arabayı önce Hasan arkadaşın çalıştığı Kürt Yusuf'un fırını önüne çekti. Hasan ter toprak içinde, ağlamaklı bir sesle "Ölmüş, ölmüş” deyip duruyor. Şaşırdım. Hasan’ı böyle göreceğim aklımdan geçmezdi. Sağlıklı, güleç yüzlü bir arkadaştı. Ağabeyi Şahin ile de bir süre arkadaşlık etmiştim. Şen şakrak kardeşlerdi. Hasan toparlandı, durdu, "Atatürk" dedi, durdu, "Ölmüş" dedi gene ağlamaya başladı. İçerden Yusuf Usta çıktı, savruk saç başla "Hoş geldiniz” dedi. O da “Atatürk’ümüz öldü!” diyebildi. Ben toparlanıp olayı kavramaya çalışıyorum. Mustafa Ağabey bir şeyler deyip gitti. Eniştemle ben de meydana yürüdük. “Edirne treni çalışır mı?” diye soracağız Ali Ağabey atları, Enver Bey hanına çekti. Arkadaşlardan rastladıklarımız oldu. Köye dönüyorlar. Tören mören yokmuş, dükkanlar kapanıyormuş. Ortalıkta faytoncular var, eniştemle onlara treni sorduk. Acaba trenler geçiyor mu? Kimisi geçer, kimisi geçmez dedi. Biz meydanda soruşturma yaparken Mustafa Ağabey geldi, polis karakoluna girdi. Telefonla treni sordurmuş. Tren normal saatinde gelip gidiyormuş. Ben azıcık toparlandım. Ali Ağabey geldi, ben Hilmi ile öteki arkadaşları buldum. Ancak hiç kimsede takat yok gibi. Çarşı pazar ise şaşkın insanların koşuştuğu, keder içinde bakıştığı yerler. Hava da yavaş yavaş sertleşmeye başladı. Bana "Yolcu yolunda gerek!" dediler. Ben de bir an önce hiç değilse Lüleburgaz'ın kederli havasından çıkmak istedim. Eniştem beni İstasyona getirdi. Gelmesini istememiştim. Bu kez ben ısrar ettim aynı faytonla onu geriye döndürdüm.
Elimde asker torbam, şayak denilen yerli yapı kumaştan giysilerim, İstasyonda tur atıyorum. Bu turları doğrultsam bizim köye çoktan varmış olurdum İstasyonda elli insan var. Sıkıntıdan kaç kez saydım. Bazıları ilgili memura soruyorlar: “Tren ne zaman gelecek?” Memur usanmış cevaplamaktan, sonunda “Bu soruyu bana tren geldiği zaman sorsan daha iyi olur, hiç olmazsa o zaman ‘işte tren!’ derim.” dedi.
Sonunda tren geldi. Yolcular arasına karışıp bindim. Herkes bir yere ilişip oturdu. Yer var ama ben Edirne yolcusu bulmak istiyorum. Gece, trenden inince yardımları olur diye düşünüyorum. Bulamadım, çocuklu bir aile yanına oturdum. Kadın çok konuşkan, erkek sürekli uyuyor. Çocuğun biri büyük, geçilen yerleri öğrenmek istiyor. Burası ne? Alpullu, Mandıra. Mandıra deyince babamın anlattığı bir olay geldi aklıma:
Padişah Abdülaziz, yurt çapında o günün tüm pehlivanlarını İstanbul'da toplamış, sürekli güreştiriyormuş. Pehlivanların çoğu Bulgaristan Kızanlık yöresindenmiş. İçlerinden biri çok güçlü, yıllarca başpehlivanlığı başkasına kaptırmamış. Sanırım biraz da inatçı imiş. Abdülaziz kendisi de güreşirmiş. Pehlivanların yalaka takımı bile bile padişaha yenilirken Güçlü İbrahim Pehlivan, padişahı yenermiş. İbrahim Pehlivan bir gün padişaha çıkmış "Memleketime gitmek istiyorum!" demiş. Padişah “memleketin İstanbul'dan daha mı güzel ki orasını özlüyorsun?” deyince Pehlivan "Oranın çayırları, suları, çimenleri benim için cennet!" diyerek özlemini padişaha içtenlikle iletmiş. Padişah isteği yerinde bulmuş ama sorunu başka türlü çözmüş. Pehlivanın memleketinden bir heyeti görevlendirmiş, İbrahim Pehlivan’ın yetiştiği köyün tüm özelliklerini taşıyan bir yer bulmalarını istemiş. Uzun araştırmalardan sonra şimdi Mandıra adını taşıyan yer seçilmiş, İbrahim Pehlivan seçilen yeri beğenmiş, hemşerileri yeni yerlerine göçmüş. Bu nedenle Mandıra için Pehlivanlar yatağı diyenler de vardır. Mandıralar büyük-küçük olmak üzere ikidir. Babam “Asıl pehlivan yetiştiren, kurulmasına bir ünlü pehlivanın neden olduğu yer Mandıra’dır, böyleyken yakınındaki bir yere Pehlivan Köy adının takılması hem tarihsel bir yanılgı hem de Mandıralılara büyük bir haksızlıktır!” der, bir bakıma Mandıralıların savunmasını yapar. Ayrıca şimdiki Pehlivan Köy için şu bilgileri verir: Oranın eski adı Pavli imiş. Halk dilinde Pavlu’ya dönüşmüş. Yörede köprüsü ile anılır. Pavlu Köprüsü Ergene üzerinde Uzunköprü’den sonra büyüklükte ikinci sırayı alır. Köprünün ilginç bir öyküsü vardır. . Köprüler yapılırken eski geleneklere göre kurbanlar kesilirmiş. Bu kurbanlar, bildiğimiz baş kesilerek kan akıtılan türünden değilmiş. Temel kazılıp doldurma sürecine geçilirken oradakilerden birinin gölgesi, baş usta tarafından gizlice saptanıp özel bir işlem uygulamasıyla doldurulan temele gömülürmüş. Bunu uygulayanların inancına göre bu tür kurbanlar köprülerin sonsuzluğa dek işlevsel sürecini uzatıyormuş. Ancak gölgesi çalınan kişi köprünün bitiminden sonra ölüyormuş. Bu kez baş usta Pavli’nin gizli işlemini sezen gölgesi çalınan genç, yüksek sesle “Pavli Pavli Pavli!” diye üç kez bağırmış. Olayın iç yüzünü bilmeyen insanlar bunu o zaman doğal olarak kavrayamamışlar. Ancak gencin ölümünden sonra belli zamanlarda aynı sesin özellikle geceleri köprüde üç kez “Pavli Pavli Pavli!” diye bağırdığı duyulunca giz çözülerek, söylemlere dönüşmüş. Yıllar geçtikçe tekrarlanan bu ses yaygınlaşan söylemler içinde efsaneleşerek hem köprüye hem de yöreye adını vermiş, Pavli Kenti, Pavli Köprüsü. Pavli sözü halk ağzında zamanla Pavlu olarak sürmüş. Belki de yerinin verimli oluşu nedeniyle yılda iki kez kurulan panayırlarıyla da Pavlu Trakya’nın anılır bir beldesi olmuştur. Giderek gelişen Pavlu ilçe olunca Pehlivan Köy adını almış. Babam, kendi bildiklerinin doğruluğuna inanmış olarak “İbrahim Pehlivan’ın asıl köyü Mandıra’dır, Pehlivan adı oranın hakkıdır!” deyip Mandıralıların savunuculuğunu yapar.
Ben, hem bunları anımsayıp gülümsüyorum, hem de Edirne’ye dek gidecek bir yol arkadaşı arıyorum. Uzunköprü’den bir büyük grup geldi. Yaklaşıp doğrudan soramıyorum ama konuşmalarından inecekleri yerleri öğrenmeye çalışıyorum. Çevremdekilerin sözleri haklı olarak Atatürk, Atatürk'ün hastalığı, ölümü üstüne. Bir süre duraksadıktan sonra yavaşça gene eski yerime döndüm.
Trenlerin hep böyle olacağını sanmıyorum. Eğer böyle ise tren yolculuğu beklediğim ölçüde zevkli olmuyor. Herhalde Atatürk’ün ölüm haberi yolcuların neşesini kaçırdığından bu gün böyle bir durgunluk var. Konuşanlar sanki hatır için ağızlarını açıyorlar. Kimseyle konuşamadığım için geçtiğimiz yerleri tam öğrenemiyorum. Okula girer de tatillere dönersem buraları iyiden iyiye öğreneceğim. Ben böyle kuruntular yaparken tren bir yerde durdu. Birden şaşırdım, ortalıkta fesli adamlar dolaşıyor. Hele fesli küçük çocukları görünce büsbütün meraklandım. Meğer trenimiz Yunanistan’a girmiş. Bana daha önce babam, ağabeylerim söylemişlerdi ama ben böylesi bir durum olacağını düşünmüyordum. Hele fesli insanları göreceğimi hiç aklımdan geçirmiyordum. İlgiyle baktığımı görünce yakınımdaki yaşlıca bir yolcu, ”Bak delikanlı bu gördüklerin Türk’tür, ama onlar kendilerine Türk denmesini istemezler. İçlerinden birine “Sen Türk müsün? diye sorunca “Hayır, ben Müslümanım!”cevabını verir. Üstelik, trendeki başı açık ya da kasketli Türk erkeklerine küfrederler. Hele başı açık Türk hanımlarına düpedüz hakaret ederler!”. Biz konuşurken yan pencereden biri aşağıdaki satıcıdan börek türü yiyecek aldı. O da benim gibi ilk kez geçiyor olmalı. İki fesli çocuk öfkeyle bağırdılar, ellerini salladılar. Neyse ki bağıranlar küfür etmemişler, bu kez sertçe uyarmışlar. Telaşlarının nedeni ise alıcıları uyarmakmış. Yunanlı çocukların sattığı yiyecekler domuz yağı ile yapılıyormuş. Fesli çocuklar, Müslümanların yanlışlıkla domuz yağı ile yapılmış yiyecek almalarını önleyerek sevaba girmek istiyorlarmış. Bu tür olaylara çok kez tanık olmuş olan amca daha başka bazı ilginç olaylar anlattı. Ben, kendi sorunlarımı için için kurcaladığımdan söylenenleri gereğince dinleyip değerlendiremedim. “Biz fes giymiyoruz, onlar giyiyorlar, niçin?”. Tren yine bir başka yerde durdu, dikkatle fesli aradım. Vardı ama burada herhangi bir olaya tanık olmadım. Yalnız burada da kimi zaman fesli insanların, geçen Türklere el kaldırıp bağırdıkları, küfürlü sözler söylediği görülüyormuş. Bu kez bir başka yolcu önceki amcanın anlattıklarını doğrulayan benzer sözleri söyledi. Daha çok gündüz trenlerine çıkan satıcılar yapıyormuş bu tür sataşmaları.
Yerime döndüğümde kafam iyice karmakarışıktı. Oturanlar başladıkları gibi, geçmiş günlerden, savaş öncesi, savaş sonrası olaylardan söz ediyorlardı. Genelde iyimser bir hava içindeydiler. Tek tedirginlikleri Atatürk’ün aramızdan ayrılışı, onun boşluğunun büyüklüğü, nasıl doldurulacağı idi. Bense yeni bir açmazla daha karşılaşmıştım. Geçtiğimiz istasyondaki Türklerin oradan geçen soydaşlarına neden düşman oluşları? Kendi kendime “Neden? Niçin?” dedim durdum. Konuyu açıp çevremdekilerle paylaşmak istedim, vazgeçtim. Açsam sanki ilgilenmeyecekler, ne bekliyorsam kursağımda kalacak, belki daha çok üzüleceğim deyip sustum. Kısa bir duraksamadan sonra (aralarında oturduğum insanlardan kurtulmak istercesine) eşyalarımı yavaşça alıp dışarıya yöneldim. Aralarında benim gibi konuşmalara hiç katılmayan bir asker yolcu vardı, o sordu “Nerede ineceğini biliyor musun?” Birden durdum, yüzüne baktım, yüzü bana çok eski bir arkadaş gibi geldi. Güldüm, “Hayır hiçbir bilgim yok, inince araştıracağım!” dedim. Bu kez öteki oturanlar birbirleriyle bakışıp, yarışırca yüzlerini bana çevirdiler. Bir anda konuşma konusu ben oldum.
Meğer yol arkadaşlarım çok candan insanlarmış. Bilenler, bilmeyenler hepsi yol gösterici oldu çıktı. Ben, yeni açılacak bir okuldan söz edince yüksek sesle sorular sorulup bilgi toplanmaya başlandı. Yanda oturan bir bey geldi, açıklama yaptı. Kendisi pancar ekim alanları yetkili uzmanı imiş, yöreyi karış karış bilirmiş. Hemen bir kağıt çıkarıp Karaağaç istasyonu ile okul arası yolunu çizdi, bana verdi. Birden bire iç sıkıntım gitti, rahatladım. “Okulu bu durumda elimle koymuş gibi bulacağım!” dedim, teşekkür ettim. Benim rahatlamış olmam hepsini sevindirdi, sanki yüzleri daha güleç, bakışları daha aydınlık olmuştu. Uzunca bir süredir salt sözlerini dinlediğim, olumlu-olumsuz hiçbir karşılık vermediğim insanlardan bir süre sonra ayrılırken üzüleceğimi düşünmeye bile başladım. Ben içimden bunları geçirirken tam karşımda oturan, ötekilerden yaşlı olduğunu sık sık tekrarlayan kişi bana Atatürk’ü görüp görmediğimi sordu. İki yıl önce, 1936 yazında Manevralar için Trakya’ya geldiğinde Atatürk’ü görmek hevesiyle iki gün nasıl yol yürüdüğümü, Lüleburgaz’dan Saray’a dek gidip göremeden üzülerek nasıl geri döndüğümü bir çırpıda anlattım. İlgiyle dinlediler. Dinleyenlerden birisi sözünü ettiğim Saray’ın Tekirdağ’ın ilçesi Saray olduğunu anlayamamış “Dolmabahçe Sarayı” olarak algılamış “Koskoca Dolmabahçe sarayını nasıl göremedin?” diye sorması gülmelere neden oldu. Gülmeler yeni takılmalara yol açtı. Geçici de olsa insanlar biraz neşelendi. Karaağaç’a bu insancıl duygular içinde umutla indiğimde hava iyice kararmıştı. Böyleyken, trende yol arkadaşlarımın pekiştirdiği kendime güvenim, depreştirdikleri iyimserliğim beni oldukça cesaretlendirmişti. Asker yolcu arkadaş burada da yardımıma koştu. Yolu iyice gösterdi. Meğer gideceğim yol Karaağaç İstasyonu’na girdiğimiz tren yoluymuş. İstasyondan tren yolunu izleyerek de gidebilirmişim.