Yetersizliğin Bilinci İçinde Yeterli Olma Çırpınışları
7 Ekim 1945 Pazar
Öğleden sonra toplantı varmış, dün yemekte duyuru yapılmış, akşam kimse sözünü etmedi, sabah duyunca inanasım gelmedi. Ancak konuşmalardan genel Müdürün gelmeyeceği anlaşılmış; Müdür mü konuşacak, Eğitimbaşı mı? Babamın çok kullandığı bir sözünü anımsadım.
-Al birini, vur ötekine! Ne konuşacaklar ki? Daha gelmeyen insanlar var. Özellikle yeni gelecekler tamamlanmamış. Olsun, tamamlanınca da toplantı yaparlar!
Kahvaltıda önce toplantı arkasından da yeni öğretmenler üstüne varsayımlar üretildi. Yeni keman öğretmeni yeni öğrencilere verilmeliymiş. Eskiler eski öğretmenlerine alışmışmış. İnandırıcılığı olmayan bir bahane; yeni öğretmen titizlik gösterirse sıkışacaklar! Çoğunun dediğini duymazdan geldim. Öğleden sonra elden gideceğine göre sabahtan çalışmaya niyetlenerek salona indim. Kimse olmadığı için yeni piyanoyu açtım. Bir iki gam, kromatik gam yapmıştım ki biri damladı. Sinirlendiğimi belli etmeden durdum. Oturduğum yerden kapı sağ yanımda kalıyor, başımı sağa çevirince birden şaşırdım; Sili Usta! Gülümseyerek:
-Bana haber vermedin, gene de duydum, senin adına gururlandım. Bizim dilimizde böyle gururlanmalar çok makbuldür. Çünkü işin içinde kendi çıkarı yoktur. Arıkan’ı biz Macarlar çok severiz. O Berlin’de bizim Macarlara çok yardım etti.
Öyle deyince Saffet Arıkan’la birlikte bir Macar piyanist olduğunu söyledim. Sili Usta:
-Yaa, işte bak, Macarlar onu yalnız bırakmaz! Sili Usta Yapı Bölümüne geçmediğime üzüldüğünü söylemişti. Bu kez ise, çalıştığımı duydukça mutlu olduğunu söyledi. Önümde Macar Rapsodisi notası vardı, gülerek ilk notalarını çaldım. Sili Usta aynı sözü tekrarladı:
-Yaa, bak, biz de Türk’üz, siz Macar, biz Türk, kardeş. Frenç List, bunu düşünürken Türk Macar ayırmadı, Asya’dan gelen kahramanları anlattı! dedi. Bir de açıklama yaptı. List’in ön adının Franz yazılmasının doğru olmadığını, onun vatanında ona Frencz dediklerini anlattı. Tam o sıra arkadaşlar geldi. Sili Usta ayrılırken, alt kattaki boşluğa keman odaları önerisini getirdim. Sili Usta;
-Aaa, söz mü, hemen yapalım! dedi, tekrarlayarak “öteki işlere başlamadan yapabiliriz!” deyip şapkasını çıkararak hepimizi selâmlayıp çıktı. Arkadaşlarda bir sevinç bir sevinç! Bu işin geciktiğini, yapılmasınınsa Sili falan değil yeni gelenlerin şansı olduğunu söyleyenler çıktı. Katılmamakla birlikte kendiliğinden onların bu konuda şanslı olacağı gerçekti.
Piyanoyu kapatıp, küçük odaya geçtim. Nedense çalışmak istemedim, kalkıp kitaplığa gittim. Kitaplıktaki Varlıkları karıştırdım. Yaşar Nabi’nin dediği doğru imiş, kitaplıkta, eylül, ekim sayıları yok. Rıza Dönmez’ in adı geçti, gittiği yerde hastalanmış. Üzüldüm, geçen dergide çıkan yazısına kızmıştım ama suç onun değil, “Dergi kurulundayım!” boğuntuları içinde kurum kurum kurulan Kepirli Mehmet Başaran’ın vurdumduymazlığı! deyip dergiyi karıştırdım. Rıza Dönmez’ in bir yazısı var. Kümebaşılık hakkında uzunca bir yazı. Bu başı’lık sözüne hep içerledim. Başlık, var ama bu başılık ne oluyor. Yüzbaşı, Binbaşı, onbaşı var. Aşçı ya da Ahçıbaşı diyenler var. Kuşbaşı, yemeklerde, Çeribaşı, çingeneler ya da göçebelerde kullanılıyormuş. Bu arada bir de elebaşılık var. Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşunda Elebaşı sözünü de öğrenmiştik. Gene Rıza Dönmez’in bir önceki yazısına takıldım; gelir gelmez karşımıza çıkarak bize, (Kepirtepe öğrencilerine) Size müdür olarak geldim! diyen kişiye tüm öğrencilerin birden:
-Bizim müdürümüz var! deyince:
-Müdür olsa sürüsünün başında olur! karşılığını veren kişi, kusurunu gözden geçireceği yerde, sinsi sinsi suçlu aramaya kalkışmış, tek tek öğrenci çağırarak “Elebaşınız kim?,, diye sormuşmuş. Ben, elebaşı sözünü o zaman öğrenmiştim. Söz sözü çağrıştırıyor. O zaman müdür olarak gelen kişi ne düşünmüşse gelirken yanında dört öğrenci getirmişti. Dört öğrenci de seçilmiş gibi iri, sağlıklı arkadaşlardı. Müdürün masasına oturup yemek yiyor, ortalıkta dolaşıyorlardı. Birkaç gün sonra iki öğrenci daha geldi. Çok geçmedi Çifteler Köy Enstitüsünden de dört öğrenci geldi. Onlarında sırtlarında asker giysileri ayaklarında asker postalı. Çifteler’den gelenleri bizimle çalışmaları için gruplara dağıtmışlardı. Benim grubuma Abdullah Özkucur düşmüştü. Benden bir sınıf önde olduğu için önce gocunmuştum, işlerde öne geçerse çalışma grubumdaki forsum zedelenecekti. Çünkü ben ilk günden beri kendi alanımda öğretmenlerden sonra geldiğime inanmıştım. Abdullah umduğum gibi çıkmamıştı, iş deyince sıvışıyor, yemek zamanlarında ortalığa çıkıyordu. Sonunda arkadaşlara kötü örnek olduğunu savunarak öğretmene söyleyip başka gruba yollatmıştım. Çifteler’den gelenler, gidecek yeri olmayan öksüz ya da kimsesiz arkadaşlarmış, bunu duyunca üzülmüştüm. Hasanoğlan Köy Enstitüsü temel atma hazırlıkları yapılıp temel atılacağı gün, Millî Eğitim Bakanlığını temsilen Ferit Oğuz Bayır adlı bir İlköğretim Şube Müdürü gelmişti. Öğleden sonra temel için ilk kazma vurulacaktı, hepimiz heyecanlıydık. Öğle yemeğinde bir de baktık ki, Ferit Oğuz Bayır, okul müdürü olarak atanan ama bizim öğrenciler olarak onun müdürlüğünü kabul etmediğimizi tüm üst makamlara mektuplar yazarak duyurduğumuz Çoban Mehmet masalarına bu öğrencileri oturtmuşlar, bize caka yapar gibi güle oynaya yemek yediler. Öğrencilerde bir kıpırdanma oldu ama Selçuk, Hidayet, Namık öğretmenler yatıştırdılar. Az sonra da Hamurbasan’a temel atmaya gittik. Temel atma töreni için hazırlanan bir grup, kızlarla sıra olup bayrak ellerinde geldiler. Bayrak, sporcu arkadaşlarımızdan Hüseyin Serin’in elinde hazır durdu.
İlk kazma tören grubu, 10/7/ 1941 yüzü dönük, Hüsnü Baykoca,md.Yardımcısı. resim.M.Güneri
Temel için ilk kazmayı haklı olarak Sili Usta vuracaktı. Ancak Sili ustanın hemen önünde bir grup öğrenci sıralandı, bunlar Çiftelerli, Gölköylü kısacası asker kılıklı getirme öğrencilerdi. 250 Kepirtepeli öğrenci dururken bunlar neden ilk kazmanın önüne çıkarılmıştı? Bunu sonradan soranın çok olmasına karşın o anın heyecanı içinde kimsenin ilgisini çekmemişti. Zaten göze görünmese de hemen hemen tüm öğrencilerin görevi vardı. Günlerce değil aylardır beklenen (18 Nisan’dan) mutlu gün sonunda gerçekleşmişti. Biliniyordu ki, bu tören simgesel bir olay, gerçek çalışma yarın başlayacak, tıpkı Kepirtepe’deki ilk günler gibi burada da zorluğa, sıkıntılara karşın bina yükselecekti. Marş söyleye söyleye gelenler gene marş söyleye söyleye, Hasanoğlan köy kıyısındaki çadırlarına dönmüşlerdi. İlk kazma heyecanı geçip gerçekte olanlar sözsel olarak tekrarlanırken, nasıllar, nedenler öne çıkmaya başlanınca sorgulamalar başladı. Sen ne yaptın? Sen onu öyle yapmasaydın! Ya sen, ya sen şunu doğru mu yaptın? deyişleri arasında kuşkulu sorular başladı, yalan yanlış yorumlar giderek öne çıktı. O acayip kılıklı yabancılar neden öne alıp sıralandı?
Kepirtepeliler, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluş simgesini dikiyor.2/7/1941. resim M.Güneri
İlk kazma, Sili Layoş,Hasanoğlan Köy Enstitüsü Kurucu ustasından,1941
O acaip kılıklı yabancılar, Çoban Mehmet’le Ferit Oğuz Bayır’ın masasında yemek de yemişti. Öyleyse bu numarayı Ferit Oğuz Bayır’la Çoban Mehmet yapmıştı.
Olay bununla da kalmamıştı, Ferit Oğuz Bayır bayrak tutan Hüseyin Serin arkadaşımızı çağırıp paylamıştı. Başındaki kasket Öğretmen Okulu döneminden beri giydiğimiz kasketimizdi. Köy Enstitüsü’ne dönüşü bir kılık değiştirme olarak almamıştık. Hepimiz iş dışında gene eskisi gibi giyiniyorduk. Hasanoğlan’a geldiğimizde önce Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç daha sonra Bakan Hasan Ali Yücel geldiğinde de böyle giyiniyorduk. Millî Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel, 7 Haziran günü geldiğinde başımızda bu kasketler vardı.
Orta 2. sınıf, Haziran 1939 Lüleburgaz
Öğretmenler; Hasan Çevik, İrfan Evren, bir konuk, Naci İnan, Ok. Md. Nejat İdil, Besim İyitanır, Hidayet Gülen, Namık Ergin. Salih Ziya Büyükaksoy, aradaki Panama şapkalı Hamdi Bağ, arkada sürücü Kâzım, Osman Usta
Bu gösteriyi Çoban Mehmet yapmış olsa bile, yanındaki bunu neden görmedi?
Ferit Oğuz Bayır’ın bu tavrı bizi iyice dirence yöneltti, bu kez iş zamanı da kasketlerimizi giymeye başladık. Bununla da kalınmadı, “Milli Eğitim Bakanı’nı temsilen geldim!” diye öğünen Ferit Oğuz Bayır bu kez hedef alındı. Onu, kışkırtıcılık, ayrımcılıkla, Kepirtepelileri küçümsemekle suçlandıran sözler söylendi, kararlar alındı. Onun, Millî Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’i Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’u temsil etmesini kabul etmediğimizi ilgililere duyurma tartışıldı. Bir başka öneri de Ferit Oğuz Bayır’ın kendisine yazılmasıydı:
-Bir daha gelirsen, başına bir kasket koyarak resmini çekip seni temsilci seçenlere göndereceğiz. Bu öneri çok beğenildi, buluş sahibi Hasan Arabacı alkışlandı!
Sili Usta yönetiminde Kepirtepe öğrencileri ilk binayı yükseltirken, 21/Temmuz 1941. Fotoğraf M.Güneri
Öğle dinlenmesinde Kepirtepeli bir grup haberleri dinliyor. Fotoğraf M.Güneri
Daha sonraki zamanlar öteki Enstitülerden gelen ekipler arasından biz kasketlerimizle ayrılıyorduk. Mustafa Güneri ile Hidayet Gülen Öğretmenler sık sık resimlerimizi çekti. İş başlarında hep kasketli olarak göründük. Ferit Oğuz Bayır bu yaptığını ödedi, bir daha Hasanoğlan’a gelemedi. Çünkü en az yüz mektupla lânetlenmişti. Mektuplar salt Millî Eğitim Bakanlığındakilere değil, milletvekillerine de yazılmıştı; kısa zamanda Kırklareli Milletvekilleri dr. Fuat Umay, Zühtü Akın, Tekirdağ Milletvekilleri Cemal Uybadin, Nazmi Trak, Edirne Milletvekilleri Fuat Kalkan, Faik Kaltakkıran aralıklarla geldiler.
İşin ilginci, büyüklerinin ne yapmak istediğini bilmeyen Gölköylü arkadaşlar apar topar Gölköy’e dönmüştü. Hiç unutmuyorum, içlerinin birinin adı Abdullah soyadı Dalkavuk’muş. Dalkavuk’un anlamını biz Hidayet Gülen Öğretmenin Karagöz oyunlarından biliyorduk, oldukça sünepe bir tipti. Abdullah arkadaş hiç de öyle değildi. Kız arkadaşlardan Mukaddes’se bakmışmış. “Sen misin kız arkadaşımıza yan bakan?” diyerek bucak bucak aranmıştı.
Kepirtepeli duvar örücülerin yukardan çekilmiş bir görüntüsü. Resim: M.Güneri
Elebaşı gibi çocukluk anılarımda bir de Çeribaşı sözü vardır. Grup halinde köye, kalaycı, nalbant, demirci gibi ustalar gelir, köyün birçok eksiğini tamamlardı. O göçer grubun yöneticisine Çeribaşı derlerdi. O grubun çeribaşısı köyün muhtarı gibi yetkili biri sayılırdı. Bunu öğrenip bir gün söylediğimde kahvede bulunanlar düzeltme yapmıştı:
- Ancak Çeribaşılık babadan oğula geçer! denmişti. Bu sıra bir de Çeribaşı öyküsü dinlemiştim. Onu hiç unutmadım:
Bir padişahın biricik oğlu, annesinin-babasının diretmesine karşın bir türlü bir kız seçip evlenmiyormuş. Günler böylece geçerken padişahın oğlu avlanmak üzere kırlarda dolaşırken bir ırmak kıyısında göçerlere rastlamış. Irmağın kıyısında Çeribaşının kızını görmüş. Kız o denli güzelmiş ki, şehzade hemen tutulmuş. Akşam saraya dönünce anne-babasına muştulamış:
- Çeribaşının kızına vuruldum. Padişahın beklediği de buymuş, hemen bir grup görevli Çeribaşıya gönderilmiş. Gelen elçiler, padişahın sarayına kız gönderecek mutlu babaya çok nazik davranmışlar:
-Lütfen, işi uzatmadan düğün yapılsın falan demişler Çeribaşı başını sallamış:
-Olmaz! demiş. Yalvar yakar dinlememiş, gelenleri geri çevirmiş. Aracılar üzgün şaşkın geri dönmüşler. Şehzade krizler geçiriyormuş, saray mateme bürünmüş. Padişahın sadrazamı işe el koymuş:
-Nasıl olur? Şuna bir de ben gideyim! demiş, daha kalabalık, daha büyük hediyelerle gitmişler. Çeribaşı ona da ret cevabı vermiş. Sadrazam boynu bükük dönerken bir külhan beyi ile karşılaşmış. Külhanbeyi yerden temennalarla Sadrazamın yanından geçerken konuşmaları duymuş.
-Ya Allah’ım, sen bize yardım et, ben şimdi padişaha nasıl bu iş olmadı! derim? Külhani, büyük sezgi gücüyle durumda bir acayiplik sezmiş, sadrazama yaklaşarak sormuş:
-Haşmetlim, naçizane bendeniz, yakınışlarınızdan darda olduğunuzu anladım, bir hizmette bulunabilir miyim? Sadrazam ağlamaklı bir sesle olayı anlatmış. Külhan bey durumu çakmış:
-Aman efendim, hizmetkarınıza emir buyurun o iş şimdi olur! Sadrazam umutla külhanbeye bakarak:
-Lütfedin efendim! Külhanbeyi fesini eğip narasını basmış:
-Heyt!, Kimdir bu Çerinin başı? Çeribaşı titrek bir sesle:
-Bendeniz efendim, bir emriniz mi var! Külhanbeyi sesini biraz daha yükselterek:
-Sadrazam hazretlerinin isteğini neden yerine getirmiyorsun ? Çeribaşı korkudan söylenenleri anlamaz duruma girince Külhanbeyi, sözü tekrarlamış:
-Kızını padişahımızın oğluna hemen vereceksin! Çeribaşı:
-Baş üstüne devletlim, onlar bunu mu demek istiyordu? Mıy mıy mıy, bir şeyler söylediler ama ben anlamamıştım, kızım hemen hazır! deyip içeri seslenmiş:
-Mümeye hazırlan, saraya gelin gidiyorsun!
*
Bizim Kepirtepe’de Müdür Nejat İdil döneminde Müdür yardımcısı vardı. Altı sanat öğretmeni olmasına karşın Sanatbaşı yoktu. Kepirtepe’de o koca binayı biz o altı sanat öğretmeni ile birlikte yaptık Namık Ergin, Hasan Çevik Yapıcılık, Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren Marangozluk, Nazmi Aybar Demircilik öğretmenlerimizdi. Hasanoğlan’a taşındığımızda başımızda bir Yapıcılık bir de Dülgerlik öğretmenimiz vardı. Bir de baktık ki, bir resim-İş öğretmeni Sanatbaşı olarak geldi. Altı öğretmen başsız çalıştı ama iki öğretmene bir resim öğretmeni baş olarak gelince şaşmıştık. Sanatbaşı Mustafa Güneri, iyi bir insandı, başılık falan yapmadı, Namık Ergin ya da Marangozluk öğretmenimiz Ali Yılmaz Demirbilek o bakımdan gocunmadı. Hepsinin üstünde Hasanoğlan kurulurken, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un bize, Mühendis-Profesör olarak tanıttığı Sili Usta vardı. Bu karışık durumdan dolayı yazıyı dikkatlice okumak istedim. Bir de baktım ki Rıza Dönmez daha başka bir alanda bilgi veriyor. Baş değil başılık! Kümebaşı! Küme nedir? diye bir süre düşündüm. Küçük kılavuzlarımda yok. Kümebaşılık değil de küme sözünün köydeki konuşmalarda geçtiğini anımsadım, bir küme toprak, sap saman kümeleri derken kümesi anımsadım. Tavuk kümesi! Benzer bir söz de harman dövülmesi sıralarında tahıl yığınları için kullanılır, buğday kümesi (tane yığını) küme küme yığılmış, demetler, sap yığınları ya da pancar kümeleri, gibi. İnsan toplulukları için küme sözünü bir yere yakıştıramadım. Belki insan toplulukları için de kullanılan yerler vardır ama, kümenin, “küme küme insanlar” şekline sokulması, çok seçilmiş özellikleri olan insan varlığın kümeleştirilmesi söz konusu olamaz düşüncem ağır basıyor. Böyleyken Köy Enstitülerinde nedense yeni yeni adlar ortaya atılıyor, Eğitimbaşı, Sanatbaşı,Tarımbaşı, Müzikbaşı derken Kümebaşı söylemleri yayılıyor. Yeniçeri ocaklarında Kolbaşı varmış, nasıl bir şey olduğunu bilen yok ama şarkılardan var olduğunu anlıyoruz:
-Yine de şahlanıyor aman, Kolbaşı’nın kıratı!
Bize de görünüyor aman yeni zafer yolları! ya da Urumeli serhatı!
İşte bu yeni söylemin kuru bir söylem olmadığını (!) Kümebaşı olacak kişilerin olması gereken özelliklerini Rıza Dönmez arkadaşımız açıklıyor. Kümebaşı olacakların dikkatle okuyup zorlu bir işe kalkıştığını anlamaları için bir rehber niteliğinde bir yazı. Bu yazıya göre küme başı, ders öğretmenlerinin çok üstünde bir bilge özelliklerine büründürülüyor. Ders öğretmenlerinin bir sorunu olursa kümebaşı imdadına koşacak. Söylemek gereksiz belki ama gene de söylemeden edemiyorum, arkadaş tıpkı Hasanoğlan kuruluşunda Kepirtepe için söylediklerine benzer yanılgıları burada da yapıyor. Hasanoğlan Köy Enstitüsünde 6 sınıf var, bu altı sınıfı altı küme sayarsak 6 kümebaşı var demek oluyor. Bu altı kümenin başındakilerin altısı da ilkokul öğretmeni. Oysa derse girenlerin çoğu branş öğretmeni dediğimiz yüksek okullardan diplomalı. Müzik öğretmenini tanıyoruz, Mehmet Öztekin, Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş. Bedeneğitimi Öğretmeni Sıtkı Şanoğlu keza Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş. Resim Öğretmeni Mustafa Güneri aynı okulun Resim Bölümünden diplomalı, Türkçe Öğretmenleri Cemil Toygar, Nazif Balcıoğlu yüksek okul bitirmiş, Abdulrezzak Tığlı, Esat İnanç, Gazi Eğitim Pedagoji bölümünü bitirmiş. Şimdi soruyorum, ilkokul öğretmeni olarak yetişmiş, çok başarılı (kimin değerlendirmesine göre?) ama yukarda adlarını saydıklarımın çözemediği sorunu nasıl çözecek? Yazıyı okudukça:
-Atma Recep, camlar beylik! halk sözünü söyleyesim geliyor. Olmasını istemek başka, gerçekte olmakta olanları görmek başka. Olmayanı oluyormuş gibi göstermek, içinde olmaktan kıvanç duyduğumuzu söylediğimiz Köy Enstitüleri’nin varoluşuna yakışmayan bir tavır! Öğütlenen küme başı bir rehber olacaksa birilerinin seçimiyle olması olanaksızdır. Çünkü onu seçen yönetici oturduğu koltuğa öyle seçilerek gelmemiştir. Bizim ülkemizin bu gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Rehberlik, önderlik çok olağandışı bir olaydır. Bu kişilerin doğasıyla ilgilidir. Bu konuda yazı yazacaklar, hiç değilse doğadaki olayları gözlemek zorundadır. Kaldırıp kafasını geçen turnalara baksa, bir turnanın arkasına yüzlercesi dizilmiştir. Akıl dışı bir düzen içinde uçarlar. İnsanlar bu gıpta ettikleri düzeni örnek olarak almış, “Turnalar gibi dizilmiş!” sözünü üretmişlerdir. O düzeni kim kuruyor? O dizinin başını çeken turnanın bir özelliği yok mudur? Bir de koyun sürülerine bakalım, çoban kavalını çalarken sürü özgürce çevresinde yayılıp otlar. Çimenin bittiği yerde iki metrelik yol olsa sürüden, karşıya geçen olmaz. Ya da karşıda yemyeşil çayırla sürü arasında bir metre genişliğinde bir akarsu olsa (derecik) gene, karşıya kimse geçmez. Bu hiç geçmez anlamında değildir. Koyunların içinde biri bakarsın kimseye danışmadan tıpış tıpış geçer, onu gören sürüyü tutabilirsen tut, karşı yeşillik gitmiştir! Tüm canlıların birbirine benzerliği gibi kimi özel farklılıkları da vardır. İnsanlarda bu farklılık doğuştan geldiği gibi kalmış ya da değiştirilmiş olabilir. Her ikisinde de bir doğal etken egemendir: Bireysel farklılık! Ben kendi alanımdaki çalışmalarda her gün karşılaşıyorum. Örneğin törenlerde İstiklâl Marşı’nı söyletiyorum. Hep birlikte söylenen marş hep beğeniliyor. Topluca söylenen o marşı tek tek söyletince sınıfın yarısı başarısız oluyor. Çünkü kişilik oluşumları farklı, kendine güven gelişmemişse başarı olmuyor. Köy Enstitülerine özgü bir olaydan herkes söz ediyor. Millî oyunlar. Buradaki tüm arkadaşlar geldikleri Enstitülerde sabahları kalktı, ortaya çıkıp oynadı. Sözde bu oyunları gittikleri köylerin gençlerine öğretecekti. O zaman yazarlar bunları yazıyordu. Burada 200 arkadaş yani birkaç yıl önceki efelerden 4 tanesi gerektiğinde (çağrılınca) benimle meydana gelebiliyor. Nerede o Ahmet Emin Yalman’ın yarınki Türkiye efeleri? Salt Ahmet Emin Yalman mı? Falih Rıfkı Atay ya da öteki yazarlar… Hangisini sayayım, kesesine bereket! Hepsi kehanet sahibi olarak kalemlerini döktürdüler; Millî oyunlar deyip durdular! İnsanlar, kendilerini öteki insanlarla bir tutma hatta üstün olduğu inancını taşımasına karşın aldanıyor ya da çıkarı için öyle görünme gayreti içindeler. Bunların içinden koyunlardaki kösemler gibi, kendi türüne özgü yüreklikle rehberlik eden turnalar gibi yetenekli insanları seçip rehber, grup-sınıf ya da küme başı yaparsan o dediklerin olur. Dayı ya da amca yardımıyla bir makamı işgal etmiş kişilerin seçtiği yetersiz yaratıklar ne başı, denirse densin deyimin tam anlamıyla başın belâsı (Başbelası) olacaktır. Böylesi için istediğin kadar şablon çiz, program yap dediklerin olmayacak Muğlalı Dönmez Rızacığım, sen ayrıldın, arkandan söylenmiş oluyorum ama haklı olduğuma inandığım için bunları söylüyorum. Biliyorum ki gittiğin yerlerde benim dediklerimi gördükçe bana olan öfken azalacak! Yaşarsak bir gün, bir başka konuda, umarım fikir birliği etmiş olacağız. (*)
Defterimi kapatırken Halil Dere geldi. Gelir gelmez de ne yazdığımı sordu. Söylemeyince üstüme atılırca:
-Aşk mektubu, anladım! deyip defteri aldı. Rıza Dönmez adını görünce:
-Benim hemşerimdir ama kusura bakma, üstünde durmaya değmez; çünkü o, “Dediğim dedik”çilerdendir, ne desen, kendi söylediği saplantısından kurtulamaz!
Kendisine değil, Dergi’de yayınlatmak için yazdığımı söyleyince:
-Oho o! şimdi saçmaladın işte, o senin “ Dergi!,, dediğin Rıza Dönmez benzeri, yanlıştan “Dönmez,, takımının elinde, görmüyor musun bu üçüncü sayı, gittikçe geriliyor. Tarla-Bahçecilerin, Ziraat Dergileri’nden aktarmaları dışında doğru dürüst bir yazı var mı? Şiirler bile giderek daha yavanlaştı.
Halil Dere dergiyi açıp bana şiirler okudu. Halil Dere, biliyorum şiir sevmez. Daha doğrusu şiir üzerinde hiç durmamış. Nedim ya da Faruk Nafiz Çamlıbel’den de okusan dudak büker. Böyle düşündüğümden şiirlere bakışını beğenmedim. Ancak karşı da duramadım. Amacım dergideki şiirleri savunmak değil, yazan arkadaşlar şair değil ama bir çıkış yapıyor. Zaman zaman dergideki şiirlere ben de karşı oluyorum. Ancak ben, bir derginin aynı sayısında, bir kişinin beş ya da altı şiirinin çıkmasına karşıyım.
Halil Dere’nin şiir okuyuşunu fırsat bilip, Varlık’tan (15 Haziran 1945) aldığım bir şiiri okudum.
ŞarkılarAğladığını istemem ben ölürsem!Beni en sevdiğin halimle hatırla,Uzak bir yerde çalıştığımı düşün,Hayatta olduğuma inan.Bir gün gelir kendiliğindenGeçer bütün üzüntün,Her yeni gelen günüYeni bir ümitle beklemeli.Her yeni gün,Yeni havalarla gelir.Gece yağmurla uyursun,Sabah bir de bakarsın odan güneşli.Her gelen vapur, tren,Yeni insanlarla gelir.Ben esmerdim güzelim,Bu sefer bir sarışını seversin.Aşk yaşayanlar içindir,Bazen hatırla beni;Senin için şiirler yazardım,Derslerimin arasında!Tuttuğum her işte,Sana olan aşkımla çalıştım;Her zamanki neşemi hatırlaNasıl tutulduğumu,Bir takım delice meraklara,Bildiğim bütün şarkıları,Seni düşünerek söylerdim.Bilsin isterdim herkes,Sevdiğimi günlük hayatı.Aradan seneler geçti,Belki de bir dahaSeni görmeden öleceğim.Sevimli bulmalısın şimdiÇocukça şakalarımıVe gevezeliklerimi.Bazen hatırla beni,Bir söz canını sıkarsaMeşhur bir zekâm olmasa bileFena çocuk değildim.Bu gece yıldızlar daha uzak,İyi geçen bugünden sonraHep böyle tekrarlasam bu sözleriSensin tek aşkı gençliğimin.Yanımda olsan da anlatsam bir birBaşımdan geçenleri.Bu gece yıldızlar daha uzak,İstediğim neydi senelerceŞimdiye kadar hep aynı derece neşelendirdi beni,Hararetini duyduğum soğuk ve sıcak.Bu gece yıldızlar daha uzak,Hatırlıyorum da o cehennemi günleri,Ne olabilirdi genç yaşımdaDaha kolay daha tabiiBir tesadüf benim için artık yaşamak.
Necati Cumalı
Halil Dere şiiri beğendiğini söyleyince şaşırdım! Başka zamanlar okuduğum en güzel şiirlere dudak bükerdi. Meğer Halil Dere Necati Cumalı’dan daha önce şiir okumuşmuş. “Kızılçullu Yolu” adlı şiiri adı için sevdiğinden Necati Cumalı’nın tüm şiirlerini seviyormuş. “Saçma!” dedim. Dedim ama Halil Dere, şiiri ezber okuyunca şaşırdım.
Kızılçullu Yolu Hıdırellez günü Kızılçullu yolu,Beni herkes severdi çocukluğumdaArabacı yanına oturtur,Kırbacı bana verirdi. Ben Fıtnat Hanımın oğlu,Zayıf bir kızı severdim,Gözlerinin içi gülerdi. Hıdırellez güneşi,Beraber tırmanmadık mı ağaçlara?Siz kanatmadınız mı ellerimiElma çiçekleri?Necati Cumalı
Halil Dere ile konuşurken Mehmet Kocaefe geldi. Olayı anlattım, Kocaefe de aynı şiiri okuyunca yutkundum. “Demek, insanları çeken bir tarafı olunca şiir okunuyormuş!” Beni şaşırtan bir başka olay; Kızılçullulu arkadaşların çoğu o şiirin kitabını da almışlar ama korumamışlar. Konuşa konuşa yemeğe gittik.
Yemekte de gene dergi konuşuldu. Ben Rıza Dönmez’in yazısını anlattım. Arkadaşlar hep güldü:
-Sen, asıl kızacağın yazıyı görmemişsin, Cesarettin Ateş’in yazısını okusan çıldırırsın! Adam, gelmesine daha beş ay olan günde yapılan töreni 15 Temmuz’da çıkan dergiye yazmış. Hem de ne yazma! Henüz görmediğimiz kimseler bize tiyatro oynatmış, dergi çıktığı günlerde okulu bitirip görev başına dağılanlar törende görev almışlar. En iyisi sen dergi elindeyken bir bak! Bak ama öfkelenip dergiyi parçalama, içinde geleceğin şairlerinin şiirleri var, sonra onları kolay kolay bulamazsın (!)
Konu giderek kızıştı, toplantıda Dergi Kolu için yeni seçim istenmesi önerildi. Ancak bizim masada böyle bir görevde çalışacak olmadığı için bizim önerimizin nazik bir öneri olmayacağı öne sürülerek olayı başka arkadaşlara bırakma, onları destekleme şeklinde karar düzeltilmesi yapıldı.
Yemekten sonra ara verdiğim piyano çalışmama döndüm. Toplantı saatine dek durmadan çalıştım. Toplantıya ucu ucuna yetiştim.
Toplantıyı Eğitimbaşı Hürrem Arman istemiş, gelir gelmez kendisi böyle söyledi:
-Yeni arkadaşlara bir “Hoş geldin!” diyelim diye söze başlarken elinde dosya ile Hüseyin Atmaca geldi. Oturmadan:
-Daha on bir arkadaşımız gelmemiş! deyince Hürrem Arman:
-Öyle mi, azmış, gelir onlar da; nasıl olsa buradaki arkadaşları konuşmalarımızı onlara nakleder. Zaten çok yakın zamanda Müdürümüz de bir tanışma toplantısı yapacak! deyip gülümsedi. Hüseyin Atmaca oturunca dosyayı açıp, yeni gelenlerin adlarını, geldiği Enstitüleri okudu. Okumadan sonra Hürrem Arman ortaya konuştu:
-Yeni arkadaşlarımız, hayırlı kararlarını vermiş bölümlerini seçmiştir, biz de onlara hayırlı olmasını dileyelim! deyip gene gülümsedi. Hürrem Arman gülümsedikçe Halil Dere ayağıyla ayağıma vuruyor. O vurdukça gülesim geliyor ama kendimi tutuyorum. Haşim Kanar söz istedi, konuşmasına izin verilince Haşim Kanar:
-Arkadaşlar tamam olunca onlara topluca bir “Hoş geldin!” gecesi yapalım! dedi. Hürrem Arman:
-Bakın bu yerinde ve güzel bir teklif, ne dersiniz? diye sordu. Büyükçe bir grup:
-Yapalım! dedi. Ancak bu “Yapalım!” seslerinden sonra sanki bir yanılgı olmuşçasına derin bir suskunluk oldu. Mehmet Toydemir söz istedi. Konuşmasına işaret edilince Mehmet Toydemir:
-Söz konusu geceyi kim hazırlayacak; bu gece, şimdiki yaptığımız gibi bir toplantı olmayacak herhalde? deyince gülenler oldu. Hürrem Arman kaşlarını kaldırarak:
-Arkadaşımızın bu konuda bir fikri varsa bize açıklasın! deyince Mehmet Toydemir:
-Benim bir fikrim yok ama arkadaşların olacağını umuyorum! deyince parmaklar kalktı. Parmak kaldıranlar arasında Şükrü Koç da vardı, Hürrem Arman Şükrü Koç’a söz verdi. Şükrü Koç:
-Arkadaşın teklifi bana bir olayı anımsattı ama ona benzer bir toplantının yapılacağını sanmıyorum. Bu gene olsa olsa bu tür bir toplantı, bir araya gelme şeklinde olur.
Şükrü Koç’un değindiği toplantı soruldu. Sorulur sorulmaz bu kez ben elimi kaldırdım. Hürrem Arman bana bakınca:
-1943-1944 yılbaşı gecesi! dedim. Şükrü Koç gülümsedi:
-Evet onu demek istemiştim! dedi. Hürrem Arman duraksadı:
-Ben yok muydum, anımsayamadım! deyince gülenler oldu. Hüseyin Atmaca:
-Olay biraz karıştı efendim, o sizin hazırladığınız bir yılbaşı Gecesi programıydı, Ankara’dan çok konuk davet etmiştiniz! deyince Hürrem Arman gülümsedi:
-Yok canım, o kadar teferruata kaçmayalım, gene biz bize olsun! Mehmet Toydemir gene elini kaldırdı:
-Konuşuldu ama benim sorum cevapsız kaldı, bu geceyi kim hazırlayacak?
Bu kez Hürrem Arman, soruya soruyla karşılık verdi:
-Senin bir teklifin var mı? Mehmet Toydemir:
-Var efendim, Dergi Kolu bunu yapabilir! Mehmet Toydemir’in niyeti açıklanmış gibiydi, gülümseyenler oldu. Bu kez Bekir Semerci söz istedi, Bekir Semerci, kendilerinin zaten çok olan işlerinin arasına bu da katılırsa aksamalar olacağını sandığını söyledi. Hürrem Arman da Bekir Semerci’yi destekler göründü. Bu kez de Mehmet Kocaefe:
-Dergi kolu oldukça kalabalık, bu iş için bir ikisi ayrılabilir efendim! Hüseyin Atmaca söz aldı:
-Eğitimbaşı’mızın amacı, yeni gelen arkadaşlarımızı yakından tanımaktır. Bunu eğlence şekline dökmek, ya da dökmemek bizim elimizde. Ancak bunun eğlenceli bölümünü daha sonralara bırakabiliriz. Nasıl olsa başka toplantılar yapacağız, bunu başka toplantılara bıraksak olmaz mı? “Olur!” diyenler olunca Hürrem Arman:
-Öyleyse, Atmaca’nın teklifine uyalım. Gelelim, bugünkü toplantımızın özü sayılacak konuya:
-Biliyorsunuz, Genel Müdürümüzün çok önem verdiği bir Eğitim Sözlüğü konusu var. Bildiğiniz gibi Dergi’de de yayınlanıyor. Elbirliği ile onu ortaya çıkaracağız. Bu konuda herkese bir görev düşüyor, sahiplenilmemiş sözler var. Bu sözler sahiplendikçe yenileri katılacak.
Bekir Semerci izin isteyerek dergide yazılan yazıdan bölümler okudu.
Bekir Semerci’nin okuduğu yazıda, hemen hemen her gün okul müdürü Rauf İnan’ın tekrarladığı “ Ezberci okullarla iş esasına dayalı okulların karşılaştırması” ile ezberci okulların başarısızlığı anlatılıyordu. Ancak bu iki tür okulun da sınırları çizilmiyor, inandırıcı örnekler verilmiyordu. Gene ben, sezinler gibi oldum; karşılaştırılan okullar yerine o okullara çocuk veren toplumların anlayışı yansımaktaydı. Şöyle de diyebilirim. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bizde de okul varmış. Mahalle aralarında olduğu için Mahalle mektebi deniyormuş. Bu okullarda dinsel metinler ezberletiliyormuş. Bu okullara giden çocuklarda pek gelişme olmamış. Ancak Batı’da da o zamanlarda papaz okulları varmış, bu okullarda da bizimkilere benzer ezbercilik sürmüş. Okuduğumuza göre bu papaz okullarında sayısız bilgin, filozof, devlet adamı yetişmiş. Severek okuduğumuz, öğretmen olarak andığımız Montaigne, Descartes Newton, Leibnitz, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Condillac bu okullardan yetişmiş. Çok önemli bir fark, bu okullardan yetişmiş Luther dinde reform yapmış. Kiliselerde görevli papazlar kiliseleri, ressamlara sanat eserleriyle süsletmiş, günümüz insanları o eserleri görmek için köşe bucak dolaşıyor. Bizim ezbercilerdense doğru dürüst bir bilgin çıkmamış. Bunun açıklanması için başka bir gerekçe bulunamaz. Olay ezbercilik değil bir toplumsal gevşeklik, gelenekleri katılaştırarak halkı yaşamdan soğutmaktır. Papazların okutup yetiştirdiği Kopernicus, Kepler, gök yüzü haritasını çıkarıyor, Galilei dünyanın döndüğünü söylüyor, yine papazların yetiştirdiği Kristof Kolomb, Macellan, Kaptan Cook dünyayı dolaşıp, onun bir küre olduğunu kanıtlıyor. Mendel adlı bir papaz kalıtım kanıtlaması yapıyor. Buna karşın 1911 yılında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya yaklaştığı duyulunca bizim halkımız heyecan içinde bir cuma günü dualar ederek Sultanahmet Meydan’ında toplanıyor. (Hüseyin Rahmi Gürpınar, anlatımı) Ay tutulmasında hâlâ köylerdeki minarelerde Salâ veriliyor.
Böylesi bir ayrımı olan toplumların, birbirinden örnek alarak kurumlar kurması eşdeğerde sonuçlar veremez. Bu nedenle yurdumuz insanını uyandıracak yeni bir anlayış içinde öğretmen yetiştirme girişimi güzel de, onun tüm gereksinimini karşılayacak yetişkin insanlar nasıl bulunacak? Bu insanlar aranırken, kendisini öyle sananlarla çıkarı için yaklaşanlar nasıl seçilecek? Batı denilen ülkeler bunu bir günde çözmemiş, yüz yıllarını bunun için tüketmiş. İkide bir eğitim konusunda söz edilince Rousseau ya da Pestalozzi örnek verilir. Pestalozzi için geçen yıl burada da saygı gecesi yapıldı, Pestalozzi’nin girişimleri üstün de duruldu. İlgimi çeken taraf, Pestalozzi’nin girişimlerinin nasıl kösteklendiği, gerçekte Pestalozzi’nin sonuçta başarısız biri olarak hayata gözlerini yumduğu, onu bu duruma düşürenlerin dünyanın her yerinde bulunduğunu, bunların doğuştan girişimleri önlemek üzere adeta özel olarak besleyen bir kaynak olduğu, bunun yurdumuz için de geçerli olacağı, onları yok sayarak halk deyimiyle “Kör gözüne parmağım!,, derce ortaya atılmanın tehlikeleri hesaplanmadan ortaya çıkışların övüncüyle yetinmenin, karşılaşılacak tehlikelere hazırlıklı olmama anlamına geldiğini bilmek gerekir. Salt olanların bir yanına bakıp değerlendirme yapmak, gündüzün güneşli, aydınlık durumuna aldanıp, gecenin karanlığı başlayınca korkuya kapılıp panikleye benzer. Eğitimbaşımız haklı olarak:
-Başarılı bir Pestalozzi Gecesi yaptık, saygıdeğer bakanımız katıldı, gurur duyucu bir olay! dedi. Arkasından da bir Rousseau Gecesi önerdi. İyi güzel ama Rousseau’nun bize gelene kadar Rousseau kalışına neden olan değerleri biliyor muyuz? Benim bildiğim, (iki yıldır burada) salt Rousseau’nun ünü üstünde duruluyor. Sanki o, Robert Taylor ya da Clark Gable gibi biriymiş de bir rol yapmış, o roldeki başarısını konuşuyormuşça anılıyor. Emile denilince, “Çocuğun köyde yetiştirilmesini öneriyor!” deyip kesiliyor. Oysa ilk çıktığında kitap yakılıyor, yazarı öldürülmek üzere köşe bucak aranıyor. Onun bu gerçeğini ağızdan duyarak değil kalınca üç kitap tutan İtiraflar’ını okuyarak öğrenebiliriz. Emile ya da Sofie neden köyde? Rousseau’nun köyü bizim köy değil ki, onun köyü Julie’nin, Kont Wolmar’ın İsviçre’deki köyü, Giyom Tell özgürlüğünün bilincindeki köy, ya da köyler. En yeni kurulanlarının bile tarihi Roma Dönemine gider. Kendi köyümü düşünüyorum, 45 yıl olmuş kurulalı. Padişah 2. Abdülhamit’in çiftliği imiş. İki yakın köy aynı zamanda o çiftlik üzerinde kurulmuş. Komşu köyün kurulduğu alan 2. Abdülhamit’in Domuz çiftliği imiş. Köye resmen padişahın adını yansıtan Hamitabat (Hamit’in yeri, kenti, abad ettiği yer) adı verilmişse de halk oraya ilk günden başlayarak Domuzorman demeyi yeğlemiş. Ben oraya okula gelip giderken buna takıldım:
-Nereye gidiyorsun?
-Domuzorman’a,
-Nerden geliyorsun?
-Domuzorman’dan.
Oysa okulda öğretmenler öğrencilere Hamitabat dedirtirlerdi.
Rousseau Emile’i oraya gönderseydi hiç kuşkusuz domuz çobanı olmayacaktı ama Domuzormanlı olmaktan da kurtulamayacaktı.
Bekir Semerci, bir de derginin gelişmesine yönelik topluca işbirliği çağrısı yaptı.
Sözlüğe konmak üzere hazırlanan kelimelerden örnekler!
2944- 1945 ders yılı çalışmalarında hazırladığımız kelimelerden birkaçını örnek olarak yayınlamayı uygun bulduk. Bundan maksadımız diğer Köy Enstitülerinde bu konu üzerinde çalışacak meslektaşlarımıza, sözlüğe girecek kelimelerin nasıl hazırlanacaklarını göstermek ve aynı zamanda, onların bu yazılar hakkındaki fikirlerini öğrenmektir.
Örnek olarak ilk yayınladığımız kelimeleri türlü konulara ait olanlardan seçtik. Bunlarla çeşitli meselelerin nasıl ele alınacağını anlatmak istiyoruz. Aynı zamanda bir konuyu, önemine göre ne derece genişleterek yazdığımızı da göstermiş oluyoruz. İleride bu sözlükten yararlanacak olan meslektaşlardan da bize bu hususa ait fikirlerini bildirmelerini rica ediyoruz.
Konular başka başka arkadaşlar tarafından yazıldığı için üslûp farkının olmaması söz konusu değil. Bunu kelimeleri en son olarak okuyan bir küme arkadaş gidermeye çalışıyor. Enstitülerden gelecek kelimeleri de aynı şekilde tekrar gözden geçireceğiz.
Köy Enstitüleri dergisinin gelecek sayılarında da bu örnek kelimeleri yayınlamaya devam edeceğiz. Böylece sözlüğe girecek yazılar, son şeklini alıncaya kadar ilgililerin değerli fikir ve görüşlerinden faydalanmayı sağlayacağız. Bu eserin ileriki yıllarda durmadan zenginleşmesi, yeni baskılarda maddelere yapılacak ilâvelerin tertiplenmesi gerekir. Bu bakımdan sözlükten faydalanacak her arkadaşın göreceği eksiklikleri bildirmesi çok yerinde olacak ve böylece eser gerçekten bir iş ve elbirliği ürünü olacaktır.
Ders Araçları (Öğretme ve öğrenme araçları) (*)
Öğrenme ve öğretme işini kolaylaştırmaya yarayan, bu işleri kolaylıkla gerçekleştirme imkânları hazırlayan her türlü araç ve gerece ders veya öğrenme ve öğretme aracı denir.
Ders araçları cinsi, hazırlama veya tedarik etme şekli okulun mahiyetine göre değişir. Çalışması tamamen kitaba dayanan okullarda ders araçları dışardan hazır olarak satın alınan ve daha çok öğretmenin işine yarayan eşyadır. Bu tip okullarda ders araçları çok defa okulu süsleme vasıtası olmaktan ileri geçemezler. Laboratuvarlar, ders aletleri salonları, okul müzeleri tıklım tıklım eşya dolu olduğu halde öğretmenlerin bir kısmı bunlardan bile faydalanmazlar. Ders öğretme işini sadece kitaba veya tamamen kuramsal söze, lâfçılığa dayarlar. Bu gibi okullarda öğrenciler edilgin durumda kalırlar. Yıllarca süren öğrenim hayatları içinde bir defacık olsun herhangi bir âleti kullanmak fırsatına kavuşamazlar. Öğrenme işi onlar için bir yük olur, bilgi edinmek meselesi çok defa nefret edilen bir olay haline gelir.
İş ilkesine göre kurulan ve buna göre işletilen okullarda bunlarda olduğu gibi özel olarak hazır hale getirilmiş (Duvar levhaları, çeşitli malzemeden yapılma örnekler, alçı modeller, tahnit edilmiş hayvanlar gibi) ders araçlarına değer verilmez. Bu gibi eşya vasıtasıyla öğretilecek ders konulan, öğretim çalışmaları iş ilkesine dayanan okulların öğrencilerine doğrudan doğruya ve arada hiçbir vasıta olmaksızın tabiat ve hayat olayları incelettirmek, öğrencilerin ellerine ders konularını işlemeye elverişli alet ve malzeme verilmek suretiyle öğretilir. Bu okulların ders araçları tek başına öğretmenin veya bir öğrencinin deney yapmasına elverişli eşya değil bir küme veya sınıftaki bütün öğrencilerin ders konusunu işlemelerine yarayan araç ve gereçlerdir. Bu okulların ders araçları salonu veya odası, kullanılmadan ölü bir halde duran, pek ender zamanlarda göstermelik eşya gibi öğrencilerin önlerine çıkarılan aletlerin biriktirildiği yer değil öğretmenlerle birlikte bütün öğrencilerin çalışmalarına yarayacak vasıflarda iş araç ve gereçlerinin korunduğu yerdir.
Ders aracı demek, öğrenme veya öğretme sırasında bu maksatları kolaylıkla gerçekleştirmek için kullanılan araç ve gereçler demektir. Öğrenmenin en esaslı şekli insanın bunu kolaylaştırmaya yarayan organlarını veya bulabildiği diğer vasıtaları kullanarak kendi kendine öğrenmesidir. Her normal çocuk veya hayvan yavrusu ellerini, ayaklarını kullanma suretiyle yeni bilgiler öğrenmeye veya yaşamak için lüzumlu maharetleri kazanmaya girişir. Çalışma şekli sadece kitaba dayanan okullarda çocuğun bu tarzda bilgi öğrenmesine sık sık imkânlar hazırlamadığı gibi, edilgen bir duruma zorla sokularak ondaki fıtrî öğrenme yönsemesini de söndürür. İş okullarında bu hataya düşmemek için çalışılır. Hattâ daha ileri gidilerek (öğretmen ne kadar çok öğretirse öğrenciler o kadar az öğrenirler.) şeklindeki eğitbilim düsturu ortaya atılır. Öğretmeni edilgen, öğrencileri etkin duruma getirmek amacı güdülür.
Öğretimi sadece kitaba veya öğretmenin, kitap bilgisinden tamamen farksız ve klişe şeklindeki notlarına dayanarak sağlamak amacını güdenler, eski devirlerin ezberciliğe dayanan okulunun geleneklerinden kendilerini kurtaramayanlardır. Onlar, ezberlenmiş malumatı öğrenilmiş, çocuğa mal olmuş bilgi sayarlar ve bu noktada işin farkında olmayarak çok aldanırlar. Anlamadan ezberlenmiş bilgi çocuğun zihninden uçmaya, yok olmaya mahkûmdur. Böyle bilgilerin hayatsal bir değeri yoktur. Çocuğa mal edilen, hayatta onun işine yarayacak olan bilgi, onun bizzat çalışmak suretiyle anlayarak ve kendine sindirerek edindiği bilgidir.
Öğrenciye işte bu köklü ve sağlam bilgiyi kazandırabilmek için onun elinin altına kendi kendine çalışmasına elverişli vasıtaları toplamak, bu maksada en uygun şartları taşıyan çevreyi hazırlamak lâzımdır. Bu sebepten dolayı kitap okulu ile iş okulunun ders vasıtaları arasında büyük ayrılıklar vardır. Ders araç ve gereçlerinin mahiyet değişince okulun iç yapısı ve çalışma şekli de kendiliğinden değişmektedir. Geleceğin okulları kitap okulu şeklinden çıkararak çocuğu etkin bir hale getiren kurumlar olacaklardır. Türlü sebeplerle günden güne değerini kaybeden, ezberciliğe ve kitaba dayanan okul, yerini etkin okula terk edecektir. Onun için yeni okullara ders araçları tedarik edilirken geleceğin okul tipini göz önünde bulundurmak gerektir.
Bu genel fikirlere ve eğitbilimsel kanaatlere rağmen okullara ders araçları sağlama meselesinde bilerek veya bilmeyerek geçmişteki göreneklerin ve geleneklerin etkilerinden kurtulmak kolay olmamaktadır. Ders araçlarının yapılışı, seçilişi ve kullanılışı sırasında bu esaslar göz önünde tutulamadığı için ortaya çıkan kanaatler sayılamayacak kadar çok ve birbirinden başkadır. Eski öğretim metotlarına ve eğitim şekillerine ait cereyanları kolayca bir tarafa bırakamamak, yeni yapılan veya icat edilen ders aletlerini modaya uyarak elde etmek hususundaki dileklerden kurtulamamak, bu alandaki karışıklığın, dar görüşlülüğün, anlayışsızlığın başlıca sebepleridir.
Modern ders araçları sanayiinin ortaya çıkardığı eşyanın birçoğu; çocuk için hakikaten lüzumlu, öğrenme vasıtası olmaktan ziyade para kazanma amacıyla piyasaya sürülür. Sadece kazanç eşyası karakterini taşır. Onun için okullara ders aracı tedarik edilirken öğretmenlerin bu noktayı bilhassa göz önünde tutması gerekir. İlgili resmî makamlar okullarda bulunması lâzım gelen ders araçlarının sayısını ve cinsini saptayarak listelerini yayınlamak suretiyle karışıklıkları, fazla masrafı önlemeye çalışır.
Ders aracı tedariki meselesi esas, itibariyle ilgili öğretmenin bu alandaki bilgisine, telâkkisine bağlı olduğu için her şeyden önce bu konu etrafında öğretmenlerin şu bakımdan aydınlatılmaları lâzımdır:
1-Öğrenme ve öğretmeyi kolaylaştırmaya yarayan, yakın ve uzak çevreden parasız tedariki mümkün olan birçok eşya vardır. Öğrenim sırasında en çok bunlardan faydalanmak lâzımdır.
2-Öğrenme araçlarının bir kısmını öğrenci ve öğretmenlerin bizzat yapmaları veya hazırlamaları mümkündür. Bu vasıftaki eşyanın dışardan satın alınması yoluna asla sapılmamalıdır.
3-Öğrenci veya öğretmenlerin, tamamını bizzat yapmaları kabil olmayan fakat bazı parçaları veya bir kısım malzemesi dışardan satın alınmak suretiyle yapılabilecek ders araçları vardır. Bunlarda tamamen hazır olarak satın alınanlara tercih edilmelidir.
4-Mikroskop, fotoğraf makinesi, projeksiyon aleti, hava boşaltma cihazı, deney vasıtaları, haritalar, ölçü aletleri gibi ders araçlarını hazır olarak satın almaktan başka çare yoktur. Yalnız bunları tedarik ederken öğretmene mahsus olanlarla öğrencilerin ellerine verilecekleri iyi ayırmalıdır. Okullar, öğretmene mahsus ders vasıtalarından önce öğrencilere verileceklerle cihazlandırılmalıdır.
Bu esaslar göz önünde tutularak hareket edilen yerlerde, yeni okul binaları yaptırılır ve bunların tesisatı hazırlanırken esaslı ve devamlı olarak kalacak öğrenme ve öğretme araçları sağlamak imkânı vardır.
Okul bahçeleri, tecrübe ve uygulama tarlaları, işlikler, gramofon, radyo, piyano gibi müzik vasıtaları, kum havuzları; yere yapılmış kabartma haritalar, resim dersliği, fotagrafçılık işliği, duvarlara yapılan sabit ve dilsiz haritalar, küçük ölçüde bitki ve hayvan bahçeleri, kitaplıklar, kum odaları gibi…
Öğrenme işlevi, çocuğun kendi kendine öğrenmesi esasına dayandığı takdirde esaslı bilgi edinmeye yarar. Kendi kendine çalışarak veya iş yaparak öğrenmenin en önemli şartı çocuğun öğrenme işiyle ilgili organlarını kullanması, işletmesidir.
İnsan eli, öğrenme vasıtalarının en önemlisidir. Yalnız eller, gözler, kulaklar, onlar vasıtasıyla öğrenmemiz gereken bütün bilgileri almamıza kâfi gelmezler. Onun için gözleri pertavsız, mikroskop veya teleskopla, elleri, çekiç, makas, kerpeten testere gibi aletlerle tamamlamak ve kuvvetlendirmek mecburiyetinde kalırız. İşte organlarımızın eksik taraflarını tamamlamaya yarayan bu gibi vası talar da önemli ders araçlarından sayılır. Öğrencileri bunlarla cihazlandırmak lâzımdır.
Dergide sıradan gibi sunulan yazının Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un kaleminden çıktığı söylentisi yayıldı. Gerçekten, dikkatli okununca onun konuşma biçiminde bir hava seziliyorsa da bence o yazmış olamaz. Sanırım o yazsa idi, daha inandırıcı yazar, hiç değilse dilini düzgün kullanırdı. Yazıda aynı anlama gelen sözleri Genel Müdür bile bile kullanmaz! Örneğin sık sık alet- edevat deniyor az sonra araç- gereç kullanılıyor. Üstüne üstlük, kendisinin de içinden yetiştiği okul sistemini yerden yere vuruyor. Yeniliğe taraftar olmak ya da eskinin beğenilmeyen taraflarını eleştirmek başka burada söylendiği gibi tüm yurt çapında uygulanan okul sistemini tümüyle yararsız saymak başka. Ayrıca önerilen iş de doğru dürüst belirlenmiyor. Tüm söylemler Köy Enstitüleri’nde uygulanan yöntemlerin savunması gibi. Türkiye koca bir ülke, halkın çoğu köylerde oturması, tüm düzenin onlara göre değişmesi düşünülemez. Köylünün kalkınması da bir tür kentleşme değilse bile kentlerle daha sıkı ilişki kurma amacına yöneliktir. Köylünün gerçek sorunu yokluk değil, üstünde oturduğu değerli toprağı değerlendirememektir. Köy Enstitüleri bu bağlamda yararlı olabilirse amaca ulaşılacaktır. Ancak bunun için tüm okulların, Köy Enstitüleri için düşünülen iş esasına dayalı olması düşünülemez. Günümüzde tüm Türkiye’yi yönetenleri yetiştiren okulları, ezberci deyip “Tü, kaka!” demek insafsızlık olur. Yukarıya aldığım yazıdaki, yeni okul, eski okul tartışması yeni değildir. Rousseau’ya bakılırsa bu, İngiliz filozofu John Locke’tan bu yana söylenegelmiş. Pestalozzi’nin giriştiği şekilsel okulculuğa bilimsel katkıda bulunan Herbart’la başlayan yenileşme ya da çocuğa yaklaşma Fröbel’in Oyuncak Evleriyle hız kazanmış, uygarlığın gelişmesine paralel olarak günümüze dek sürmüştür. İş esasına uygun programdan söz etmek kolay ama bunun ölçüsü nedir? İşte bu yazıda bu eksik değil, hemen hemen yok gibi. Bu nedenle yazıyı İsmail Hakkı Tonguç yazmış olamaz diyorum. Ancak, dağınık da olsa kimi söylemleri tekrarlaması yerindedir. Yazının, keskin söylemlerine karşın uyumlu bir yaklaşımla köy-kent eğitimlerinin tıpkı değilse bile yaklaşık bir programda buluşmaları çaresizdir. Çünkü köy çocuklarından birileri kentlerde okuyacak, Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandıracak Köy kitabında dilediği gibi Köy Enstitülerini bitirip köylerde çalışırken onlara köy kökenli tarımcı, hukukçu, yönetici, mühendis, hekim olarak yardım edeceklerdir.
Burada önemli olan, iş eğitimi söylemini abartarak, çocuğun bedensel ve ruhsal gelişmesini dikkate almadan üretim arttırıcı anlayışla doğal gelişimini sekteye uğratmamaktır. Bu açıdan, Köy Enstitüleri kuruluş aşamasında kimi zorluklar nedeniyle gözden kaçmayan hatalar işlemişlerdir. Önemli olan bundan sonra bu konuya eğilerek bilimsel saygınlığı zedelemeden çocuk psikolojisi standartları içinde öğrenci almasıdır. Çocukların, akranları içindeki başarı, gerçek başarısıdır. Büyük yaş farkı olan sınıflara yığılan çocukların başarısı, ister yaşlı isterse küçük olsun yaşının başarısı sayılamaz. 50 yıl önce başlamış olan çocukların zekâ ölçümleri günümüzde son kertesine gelmişti. Batı okullarında bu ölçeklere göre sınav yapılmaktadır. Bunu göz ardı edip, salt eksiğimizi tamamlama amacıyla aynı sınıfta 12-18 hattâ az da olsa 12-20 yaş çocukları yarışırsa bu yarış psikoloji bilimi ölçekleriyle açıklanamaz!
*
Yazılacak maddeler, öğrencilere, Köy Enstitülerine olmak üzere ayrı ayrılmış. Ben de baktım ama üzerinde durmamıştım. Başkaları da okumuş sorular soruldu; özellikle köy enstitülerin sorulan sorular nasıl bir süzgeçten geçirildi? Doğru dürüst kitaplığı olmayan, hatta o branşta öğretmeni olmayan bir okula x sorusunun neden ayrıldığı soruldu. Ben de:
- Jean Jacques Rousseau bir köy enstitüsüne sorulmuş, Rousseau eğitim açısından çok önemli bir kişi, onu neden Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne sormadınız? dedim.
-Ne fark eder? diyen oldu. Hemen cevapladım:
-Hasanoğlan’da Rousseau uzmanı çok, daha ayrıntılı yazılırdı! dedim. Hürrem Arman dikkatli dikkatli izledi. Ekledim:
-Eğer öyle olsaydı Rousseau’nun müzik görüşlerini yazardım! deyince Hürrem Arman hemen:
-Siz hazırlayın efendim, gelecek yazı eksik olursa ekleriz, değil mi efendim!
Bekir Semerci söze karıştı:
-Yazı dikkatli okununca öyle olduğu anlaşılacaktır, efendim! Bu kez de Hasan Özden söz aldı:
-Öyle diyorsunuz ama onun uygulanması zor; ayrı yerlerdeki kimselerin yazılarını nasıl birleştireceksiniz? Kemal Güngör:
-Akçadağ Köy Enstitüsü’nün başlığı altında yazım çıksa ben buna razı olmam! Bu kez de Cemal Yıldırım söz istedi:
-Ne varmış Akçdağ Köy Enstitüsü’nde? Oradakiler uyuz mu olmuş?
Kemal Güngör özür diledi, “Sözün gelişi söyledim, ben kendi enstitümü örnek vermeliydim, sözümü Kızılçullu olarak düzeltiyorum!” dedi. Arif Gelen söz aldı:
-Şaka bile olsa bir birimizin yuvaları üstüne söz etmeyelim. O tür şakalar giderek ciddileşir, kardeşlik havası bozulur. Hürrem Arman başını sallayarak, konuşmayı beğendiğini belirtti.
Sorulara karşı verilen karşılıklar inandırıcı olmadı. Grup grup kendi aralarında konuşanlar başladı. Hürrem Arman uyarmak zorunda kaldı. Hüseyin Atmaca bir iki kez arabuluculuğa kalkıştı. Bu kez de Çifteler Grubu Öğrenci başkanlığını ortaya getirdi. Burhan Güvenir, Ali Bayrak, Fakı Yörük Ankara yüksek okullarında her yıl seçim yapıldığından söz etti. Niyazi Kayhan söz almadan:
-Yok öyle bir şey! deyince bu kez Zekeriya Kayhan, gene söz almadan:
-Var öyle bir şey hemşerim, adaşım! deyince Hürrem Arman güldü. Zekeriya Kayhan özür dileyip sözünü sürdürdü:
-Ağabeyim Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde üç yıldır okuyor. Ondan sordum; onlarda, her yıl yapıldığını söyledi. Öğrenci Başkanlığı için özel tüzükleri varmış, o tüzük gereği her yıl seçim yenileniyormuş.
Hürrem Arman:
-Bakın efendim her işin bir olur tarafı var, biz de bir tüzük yapalım, bundan sonra her yıl değiştirelim. Zekeriya Kayhan, birilerine ters düştüğünü anlayınca ekledi:
-Seçim yapılır da efendim, gene aynı kişi seçilebilir! Hürrem Arman gülümseyerek:
- Değil mi efendim, başkanın değişmesi şart değilse neden olmasın?
Hürrem Arman saatini Atmaca’ya gösterdi. Atmaca.” Siz bilirsiniz!” derce, boynunu büktü. Hürrem Arman:
-Bazı konuların sonucunu alamadık ama zaten gayemizin sonuç almak olmadığını, çünkü bizim görevlerimiz, kimi kalem efendileri gibi hemen biten türünden değildir! diyerek kalktı.
Gerçekten zaman iyice geçmişti. Arkadaşlar bir süre küçük kümeler oluşturarak aralarında konuştular. Şükrü Koç’a soranlar oldu:
-Ne zaman olmuştu o dediğin? Şükrü Koç’un o dediğini sahiden çok arkadaş görmemişti. Yer kitaplıktı, dar olduğu için ancak görevli öğrenciler girebilmişti. Benim de bulunuşum Hüseyin Atmaca’nın seçimiydi. Anımsadığıma göre o zaman bana:
-Kepirli arkadaşım gel, sen de bize yardımcı ol! demişti. Bir yardımım olmamıştı ama, tüm gece Kitaplıktaki konuşmaları dinlemiş, katılan kişilerin adlarını yazmıştım.
Yemekte, toplantı neredeyse devam etti. Başkanlık için aday arandı. Ben Hasan Özden’i gösterdim. Hasan Özden Aydınlı. İzmir ya da Denizlili olanlar Aydınlıları sevmiyormuş, karşı oldular. Bu kez de Halil Dere’yi gösterdim. Onu da cıvık buldular. Ben de buna şaştım, Halil Dere cıvık falan değil, neşeli. Bu kez de Kemal Karadeniz’i aday gösterdim. Kızılçullu grubu buna karşı olmadı.
Güzel Sanatlar Bölümü öğretmenlerinin geldiği duyuruldu. Bizden önce arka masada bir sevinç gösterisi yapıldı. Mahir Canova, Faik Canselen, Malik Aksel, Veysel Erüstün öğretmenler değişmeyecek. Şan öğretmenimiz Aydın Gün yerine birisi, Piyano öğretmeni, keman öğretmeni yeni olarak gelecek. Piyano öğretmeni yalnız beni ilgilendirdiğinden daha çok şan öğretmeni merak ediliyor. Bu üçüncü olacak değişiyor, üç yılda üç öğretmen, Hilmi Girginkoç, Aydın Gün ve de X öğretmen.
Çok merak etmeme karşın, gelmeyeceklerini bilirmiş gibi salona gitmedim. Bir süre büyük salonda son toplantı üstüne eleştirileri dinledim. Bu arada genel derslerin 15 Ekim Pazartesi günü başlayacağı söylendi. Bir hafta var, bu bir hafta ne yapılacak? Genel ders öğretmenlerinden değişen var mı? Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Kazım Köni, Hamdi Keskin öğretmenler duruyor. Bizim başka bir sorunumuz yok, Almanca öğretmeni doç. Niyazi Çıtakoğlu’nun geleceğini bilir gibiyiz.
Hepsi bir yana yeni piyano öğretmenini gözümde canlandırarak yattım.
8 Ekim 1945 Pazartesi
Yağmur, kış geldi, sözleri arasında uyandım. Ekim ayı başında kış olur mu? Sözde Hasanoğlan’ı tanıyoruz; geçen yıl bugünler hava nasıldı? Kimseden doğru bir söz çıkmadı. Ben, yeni piyano öğretmeninin şanssızlığına yordum, belki de gelmekten cayar. Koşuşarak kahvaltıya indik. Sili ustanın konuşması tekrarlandı, tüm arkadaşlar sevindi. Yeni öğretmenler, yeni düşler üstüne konuşarak kahvaltı edip salona gittik. Öğretmenlerin gelmesi gecikince şakalar başladı:
-Yağmurdan korktukları için yeni gelenler vazgeçmiş, gelmeyecekmiş. Onlar vazgeçince eskiler de sinirlenmiş:
-Öyleyse biz de gelmiyoruz! demişler. Millî Eğitim Bakanlığı da onlara sinirlenmiş:
-Ben de onları sınıf geçti sayıp okullara gönderirim! demiş. Muttalip Çardak yüksek sesle:
-Vallahi gitmem! diye bağırdı. Tam o sıra kapıdan giren Bölüm Başkanımız sordu:
-Muttalip nereye gitmemekte direniyor? Halil Yıldım:
-Askere! deyince Bölüm Başkanı sahi sandı:
-Yapma yahu! Tecilin yok muydu? diye sordu. Öteki öğretmenler de arkadan geliyormuş, onlar girince durum değişti. Yerlerimize oturduk. Piyano öğretmenimi gördüm, bildiğim Selçuk Evrenozoğlu, evlenmiş, soyadı değişmiş Uraz olmuş. Öğretmenler bir süre aralarında konuştular. Şan öğretmeni Süleyman Güler, beden olarak zayıf, tenormuş. Keman öğretmeni yabancı değil, her konserde gördüğümüz kemancılardan biri, Şükrü Arsev. Selçuk Öğretmen, benim yaşımda. Tıpatıp olmayabilir, belki de küçüktür. Muazzez Ünal’ın yaşdaşı. Muazzez de şan öğretmeni olarak gelseydi! Faik Canselen Öğretmen bildiğimiz gibi, gülecen yüzüyle konuşuyor:
-Hasanoğlan artık banliyö oldu, Etimesut’tan farkı kalmadı. İnanın banliyö çalışsa, Ankaralıların yarısı gelir buraya! “Sahiden, bunu hiç düşünmemiştim!” gibisine düşünceler geçirdim içimden. Gözlerim, Mahir Canova öğretmene takıldı, yanında Bella Kent, sürekli onunla konuştu. Bella Kent’in Mahir öğretmenden soracağı vardır, o nedenle gelmiştir! diye bağlantı kurdum.
Ben böyle kuruntulanırken Bölüm Başkanı adımı söyledi:
-İbrahim bak, öğretmenin seninle tanışmak istiyor, rahat konuşmanız için içeriye geçin! dedi. O öyle der demez Selçuk Öğretmen de kalktı. Küçük odaya geçince, hemen piyanoya oturdu, bir iki tuşladıktan sonra piyanoyu çok beğendiğini söyledi. İki öğrencisinin evinde bu markadan piyano varmış, o piyanolarda daha zevkle ders yaparmış. Öğretmenimin konuşkan olduğu kanısına vardım, buna çok sevindim. Son çalıştığım parçayı sordu. Macar Rapsodisini söylemeye cesaret edemedim. Mozart kv. 545 1. bölüm! dedim. O sonatı çok sevdiğini söyledi:
-İyi, 2-3. bölümleri de birlikte çalışırız! dedi Defter tutup tutmadığımı sordu. Defter deyince ben günlük defterlerimi anladığımdan “Tutuyorum!” dedim. Dedim ama, “çok dikkatli yazamadığım günler yazdıklarım okunmayacak kadar karışık!” deyince güldü. Kendisinin de günlük tuttuğunu, eşi ile birlikte paylaştıkları için daha rahat olduğunu anlattı. Arkasından kendisi açıkladı:
-Çalışmaya başlayınca biz de bir defter tutacağız, böylece ben de sen de hangi parça üstünde çalıştığımızı bileceğiz! deyince yüzüm kızardı. Öğretmenin sorduğu defter, buymuş besbelli. Faik Öğretmen Konservatuvardaki çalışmaları anlatırken bunu söylemişti.
Selçuk öğretmen piyano üstündeki Hanon Etütleri gördü, alıp rastgele bir sayfa açarak çaldı. Piyano değil neredeyse oda sarsıldı.
Salondakiler kalkmış, Faik Öğretmen geldi, gülerek:
-Anlaşacağınızı biliyordum, yakında, dört el piyanoları ortaya çıkaracağınızdan kuşkum yok! Beringer’in sonlarındaki yarım sonatlarda biz bunu denemiştik, siz bunların orijinallerini çalacaksınız! dedi. Selçuk Öğretmen Faik Öğretmene saygılı davrandı:
-Sizler teşvik ettikçe umarım bir şeyler yapacağız! dedi, gülüştüler. Faik Öğretmen bana takıldı:
-İbrahim, çok sorumlu bir çizgiye girdin dikkat et, sen de Altın Zincire takıldın! dedi. Arkasından da “Johann Sebastian Bach, Josef Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven, Carl Czerny, Franz Liszt, Johannes Brahms, Wilhelm Bachaus, Wilhelm Kempff, Mithat Fenmen, Selçuk Uraz, İbrahim Tunalı” deyip güldü. Bunlar bir öğrenci öğretmen zinciriymiş, Müzik Tarihi’nde “Altın Zincir” olarak anılıyormuş. Selçuk öğretmen:
-Estağfurullah, nerde bizde öyle bir yetenek şansı? Gene de teşekkür ederiz, değil mi İbrahim? deyince yerin dibine girdim. Neredeyse 24. yaşımı bitiriyorum, benim yaşımda sayısız beste yapmış ünlülerin sırasına girmek! Ağlayasım geldi ama Faik Öğretmen sözünü sürdürdü:
-İnsanlar yaşlandıkça kendilerini teselli için geçmişlerine sarılırlar. Bu tür şakalar onlar için o zaman, gerçekten birer altın zincir değerindedir.
Selçuk Öğretmen, öğretmeni Mithat Fenmen’i anlattı, çok titizmiş. Faik Öğretmen de Mithat Fenmen’in çok iyi bir öğrenim gördüğünü, Fransa’da, Almanya’da üst düzey piyanistlerden ders aldığını, kendisinin çok iyi olanaklar içinde yetiştiğini, ünlü Mithat Paşa’nın torunu olduğunu anlattı. “Mithat Paşa’nın torunu!” denince ürperir gibi oldum, okullarda, arkadaşlarının arasında nasıl bir tavır takındığını düşündüm. O büyük Mithat Paşa, sonunda zindanda boğuluyor!..
Geçen yıl Mithat Fenmen’i dinlemiştik, önce, Beethoven üçlü konçertoyu, daha sonra da bir başka konçertoyu çalmıştı. Bunları anımsadım.
Öteki öğretmeler çıkınca Selçuk Öğretmen’le Faik Öğretmen bana başarılar dileyip ayrıldılar. Onları uğurlayan Bölüm Başkanı dönünce, telaşla sordu:
- Muttalip’in askerlik meselesi?
Sözün şaka olduğu söylenince Bölüm Başkanı:
-Halt etmek buna denir işte, ben onu düşünürken arkadaşlara ısınamadım, nerde o Muttalip, döveceğim onu! deyince Halil Yıldırım:
-Onu değil beni dövün öğretmenim, arkadaşa ben takılmıştım. Bu kez öğretmen güldü:
-Dövmek te ne söz, bizim konuşacağımız türden değil, o da şaka! dedikten sonra öğretmenleri sordu. Cevap beklemeden bana döndü:
-İbrahim’in şansı bunda da güldü, iyi bir piyano, arkasından çok iyi bir öğretmen! Arkadaşların da benim gibi ilgisini çekmiş birkaç kişi birden Bella Kent’i ordu:
-O neden geldi? Öğretmen gülümseyerek:
-O güzel bayan da bundan böyle öğretmenimiz. O, zaten okulun öğretmeniydi ama bundan böyle bizim de öğretmenimiz sayılıyor. Mahir Canova ile çalışacak, kızlar için özel dans-bale çalışmaları yapacaklar.
Öğretmen konuşmasını kesince arkadaşlar, Sili Usta’nın verdiği sözü söylediler. Öğretmen neredeyse sevinçten uçacaktı, “Sahi mi?” diye tekrar tekrar sordu. Kendi kendine söylenirce:
-Sili Usta el attıysa bu iş olur, işte buna sevinilir!
Aynı sevince biz de katıldık. Öğretmen ayrılınca gülüşerek yemeğe gittik.
Yemekte çoğunlukla Şan Öğretmeni Süleyman Güler üstünde duruldu; sessiz sakin bir insan olduğu belli. Ancak önce Hilmi Girginkoç, sonra Aydın Gün gibi adı anılan sanatçılar yanında sanki sönük bir kişi gibi değerlendirmeler yapıldı. Belki de yanılıyoruz, iyi bir sesi vardır. Şükrü Arsev, sürekli gülümseyen biri. Buna karşın Ekrem Bilgin kestirdi attı:
-Ben bu öğretmenin tipini sevmedim, Bölüm Başkanından rica edip onun grubunda kalacağım! Önce şaşırdık:
-Bu ne cesaret? Ekrem sonra açıkladı; zaten son sınıfları Bölüm Başkanı bırakmamış, 1. 2. sınıfları yeni keman öğretmenine devredecekmiş. Konuşmanın Bella Kent’le süreceğini sanıyordum, yanılmışım, buna kimse değinmedi.
Yemekten sonra, alıştığımız gibi uzun süre çalıştık, geç vakitler Bölüm Başkanı geldi, yüzü gergin:
-Beni önce sevindirdiniz, sonra da sonsuz bir kedere ittiniz! Sizin Sili Ustanız belki iyi niyetli ama bir bakıma da gaflet içinde; kiminle çalıştığının farkında değil. Cevabını almış!
Öğretmenin ne dediğini anlamadık ama işin olmayacağı belli olmuştu. Öğretmen açıkladı; Sili Usta okul müdürüne durumu anlatınca müdür önce çok olumlu karşılamış, bir süre durduktan sonra, yapmak istediği bir değişiklikten söz etmiş, sonuçta işin yeni duruma göre yapılmasını uygun bulduğunu söyleyip Sili Usta’yı savmış. Yeni plânı da şuymuş:
-Bölüm binası yönetim binasından biraz uzakta. Tren istasyonuna ve de Ankara yoluna yakın düştüğünden okula gelenler önce Güzel Sanatlar binasıyla karşılaşıp oraya giriyor. Bu nedenle gelen konuklar, yöneticilerle ilgi kurmadan oradaki birtakım etkinlikleri izliyor. Bu tür ilişkileri sahiden okul Müdürü sonradan haber alıyor. Bu nedenle Güzel Sanatlar binasını yönetim binasının yakınındaki binalardan biri ile değiştirmeyi düşünüyormuş.
Müdür ne denli haklı olursa olsun, arkadaşlar bunu bir baştan savma olarak algıladı. Zaten Bölüm Başkanı bu telkini yapmıştı. Bir süre çalışmayı durdurup söylendiler:
-Bodrum katta küçük odalar olsa, bina ne için kullanılırsa kullanılsın odaları bir işe yaratır! gibisine varsayımlar öne sürüldü. Bir ara bir grup olarak Müdüre baş vurmayı öne sürdüler. Bunu ben de uygun bulmuştum. Ancak gidecek gruba beni de katmaya kalkınca ben geri çekildim. “Keman odası benim için önemli değil, piyanolar yüzünden ben Okul Müdürü ile karşı karşıya kaldığımda kemancıların tüyü bile kımıldamıyordu!” deyip yüzlerine baktım. Küsenler oldu, dahası oyun bozuculukla suçlandım. “Olayı saptırmak işte buna denir” deyip direttim: “Okul müdürüne değil, Genel Müdür ya da Bakan’a çıkalım! derseniz katılırım, ancak okul müdürüne gitmem. Çünkü siyah piyano kaldırılınca tek başıma gittim. Şans saydığım kuyruklu piyano gelmeseydi, siyah piyano olayı şimdiye dek sürecekti.”
Dırıltıyı fazla uzatmadan, küçük odaya çekilip piyano çalıştım. Selçuk Öğretmenin istediği defteri düşledim, defter, aynı zamanda öğrencinin çalışma aynası olacak. Örneğin 8 Eylülde verilen parça 15 Eylülde beğenilmeyen 23 eylüle kalacak! “Mehmet Zeybek böyle bir çalışmaya koşulsaydı, eylülde verilen ödev nisanı bulurdu!” deyip gülümsedim. Mehmet Zeybek’i severdim, o çalışsaydı, bana çalışma zamanı azalacaktı, kulakları çınlasın! İçimden de:
-Sen kendini düşün! uyarısı geçti. Çalıştığım Chopin, Czerny, Clementi, Schumann parçalarını sıraya koydum. Selçuk Öğretmen bunlardan ödev verirse kısa zamanda geçerim! diyerek kendimi rahatlatmaya çalıştım.
Yemekte, gene Dergi konu edildi, içimden sevindim. İş Sözlüğü konu edildi. Yapılan yanlışlar ya da savunmalar bir yana elbirliği ile çıkarılacak kitabın çok yararlı olacağını savundum. Kitabın çıkarılış nedenini, amacını, sürerliğini anımsattım. Köy Enstitüsü öğrencileri için yazılmış kitaptan söz ediliyor. İşte bu kitap onların birçok sorunun çözmeye yardımcı olacak! Hemşerim Kadir’le gene ters düştük. O beni, Dergicilerin aleyhinde biliyormuş, oysa şimdi onları övüyormuşum! Yüksek sesle uyardım:
-Söz konusu kitap dergicilerin değil, hepimizin eseri olacak! Katkıda bulunursak güzel olur, sırt çevirir işi dergicilere bırakırsak dergiden farkı olmaz! dedim. Çıkacak sözlüğün gerçekte nasıl olacağını bilmememe karşın Cumhuriyet, Hayat Ansiklopedisi’ni örnek verdim. Arkadaşları inandırmış olacağım, çoğu bana katıldı. Ancak, Köy Enstitülerine verilen konuların oralarda yeterli hazırlanamayacağını öne sürdüler. Bu kez de:
-Yeterli olmayanlar tekrar yazdırılır! deyince, kimseden ses çıkmadı. Nihat Şengül:
-Benim umurumda değil, bildiğim kadarıyla sizin de öyle, sizi ilgilendirmeyen konularda neden tartışıyorsunuz, anlamıyorum! deyince hep güldük.
Sonra ben de düşündüm, gerçekten çok kez bizi fazla ilgilendirmeyen konulara kendimizi kaptırarak boş yere çene çalıyoruz.
Halil Dere geldi, benim yeni öğretmenimi duymuş, çok güzel olduğunu söylemişler. “Ben onu hiç görmedim mi?” diye sordu. Görmediğini, benim de yakından görmediğimi, konser verdiğinde karşıdan gördüğümü anlattım. Halil Dere anlayışlı: “Yanında oturup seninle çalışacak, bunun güzel olması güzel bir olay. Sen alışıyorsun bunlara!” Halil Dere’nin demek istediğini anladım:
-Öğretmen güzel ama ünlü bir kocası var, Konservatuvarın yıldızlarından biri. Sen nasıl Kınalıyı unuttunsa ben de o tür düşünceleri kafama sokmuyorum.
Halil Dere işin hep şakasında, “kafama” sözüne takıldı:
-Kafa bakımından şanslısın, dolacak diye korkma, sok sokabileceğini! deyip başıma dokundu. Sonra da kendi kafasını gösterdi:
-Benimki de az değil!
Gülüşerek yatakhaneye gittik.
Yatınca, bizim binanın değiştirileceği binaları düşündüm, o tip binalar altıdır. Yönetim binasına en yakını yapıcıların kaldığı bina. O binanın altı zaten açılmış, kullanılıyor, Heykelcilik atölyesi. Öteki binaları aklımdan geçirirken, kendimi uyardım; “Sana ne be İbrahim, şunun şurasında kaç ayın kaldı?
Sorumun cevabını verirken uyumuşum.
9 Ekim 1945 Salı
Uyanınca akşamki sorumun cevabını tamamladım:
-Ekim, Kasım, Aralık, Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran…Tamı tamına dokuz ay. Hatta dokuz da değil, sekiz buçuk ay!
Halil Basutçu beni gözlüyormuş sordu:
-Neyi hesaplıyorsun öyle, parmak saydığını gördüm.
Saklamadım, söyledim, eğer alabilirsek kaç ay sonra diplomaları alacağız? Arkadaş güldü:
-Sen işi ağırdan alıyorsun galiba, biz onu çoktandır sayıyoruz.
Bina değişimini arkadaşa söyledim. Arkadaş:
-Bize de orada eğreti durduğumuz söyleniyor. Ancak biz kendimize plânlı bir yeni bina yapmak üzere hazırlanıyoruz. Bina yeri için henüz anlaşmaya varılamadı. Okul Müdürü pürüzlük yapıyormuş. Basutçu da doluymuş:
-Adam, yaratılıştan huzursuz gelip gelip bize: “Size rahat çalışacak bir mekân gerekli” diyor. Diyor ama bir türlü sözünün arkası gelmiyor.
Basutçu arkadaşımız Sami Akıncı’dan mektup almış, onu anlattı, Sami okumayı bir yıl ertelemiş. Üzüldük. Yusuf Asıl bize üzüntü olmuştu, şimdi de Sami. Ne ilginç, bu iki arkadaş içimizde en okuma heveslimizdi. Hayıflanarak kahvaltıya indik. Kahvaltıda, benim daha önce beklediğim Bella Kent konu edildi; o daha çocuk, nasıl öğretmen olur? 22 yaşında olduğunu, daha iki yıl önce atandığını, kadro eksikliği nedeniyle ara verildiğini söyledim. İş giderek tatsız konuşmaya dönüşür gibi oldu. “Bize de derse gelse!” diyen olunca sordum:
-Siz, Hasan Çakı Efe’den zeybek dersi almıştınız, şimdi de bale mi olacak? Sinirlenerek söylemiştim ama etkisiz kalmışım, kahkahalarla gülen oldu. “Yakışır!,, gibisine takılmalar, konuyu saptırdı, tartışma büyümedi. Kimi zaman şaşıyorum, arkadaşlar sahiden bu denli unutkan mı? Bella ilk geldiğinde uzun süre dile dolanmış, özellikle soyadı sık sık anılıyordu. Kent, armoni dersimizde beşli akor olarak anılıyordu. Faik Öğretmen sık sık “kent (beşli istif) kullanamazsınız” deyip uyarıyordu. Bu nedenle Bella’nın adı geçiyordu. Oysa şimdi yeni gelmiş gibi yadırganır bir tavır takınılıyor. Okuduğum bir yazıdan söz ettim. Adam çok unutkanmış, öyle ki kendi evini bile bulamadığı oluyormuş. Bir gün komşusunun evine girmiş. Komşusu, ev sahibi olarak yakınlık göstermiş. Uzun bir süre sonra adam sinirlenmeye başlamış:
-Münasebetsiz adamlar, bir türlü evimden gitmiyorlar! gibisine düşünürken, eşi gelmiş alıp götürmüş. Yazının adı “Dalgın Adam!” der demez, o yazıyı okuyanlar varmış, anımsadılar, gülüştük. “İnsanlar o denli dalgın olur mu?” Halil Yıldırım:
-Sadede gelelim, o kız bizim salona sık sık gelecek mi?
-Gelirse ne olacak?
-Ben de onu soruyorum! Gülüştük. Ben, Bella’nın güzelliğini piyano öğretmenimin güzelliği yanında küçümser gibi konuştum. Araya gelen kızlar da sokuldu. Kastamonulu öne çıkarıldı. Ancak kızcağız hastaymış.
Arkadaşların bu konuşmalarına karşı okuduğum bir hikâyeyi okumaya söz verdim. Adını sordular. Adının “Avrupa” olduğunu söyleyince inanmadılar. Avrupa adlı bir hikâyeden kendileri bir pay çıkmayacağını sanmışlardı. İstediler, hikâyeyi anlattım:
Konuşan Osmanlı Paşazadelerinden biri, adı eski adlardan olduğu için tam söyleyemiyorum. Ancak kişi yıllarca Avrupa’da kalmış, Söylendiğine göre Avrupa’da gezmediği görmediği bir yer kalmamış. Geri dönünce de yıllarca Avrupa ya da orada gördüklerini çevresindekilere anlatmış. Öylesine anlatmış ki çevresindekiler sonunda “Yeter!” diyecek duruma gelmiş. Adamcağız sonunda susmuş. Ne var ki bu kez de sık sık Avrupa’ya giden Avrupa sevdalıları türemiş, kendi oğulları, yakınındakilerin oğulları, kızları akşam sabah Avrupa’dan söz eder olmuş. Yaşlı adam gençlerin sözlerine kulak misafiri olur ama karışmazmış. Sonunda bir gün gençlerden biri, yaşlı adama takılmış:
-Sen de Avrupa’da bulundun, o günlerle bugünlerin Avrupa’sında bir fark var mı?
Gençlerin konuştukları hep uçkur-peşkir türünden hafif konularmış. Sonunda adam:
-Benim gördüğüm Avrupa ya da Avrupalılar biraz farklı deyip sözlerini sürdürmüş:
Orada insanlar çalışıyor, çalışmalar hep üretim üzerine, üretmeyen, hayta dolaşanın orada haysiyeti yok. Onlar, aynı zamanda başka insanlara saygı da duyuyorlar. Kuşkusuz hepsi değil, haylaz, madrabaz, her şeyi kendi çıkarına kuran aymazlar da var ama, benim sözlerim, üreten, yaratan kimseler için. Örneğin tiyatrolar dolup taşar. İzlemeye gelen insanların beğenisini kazanmak için tüm gücüyle çalışan sanatçılar, o çılgınca alkışlara karşın şımarmazlar. Halk onları omuzlarında taşısa da onlar gene kendi ayakları üstünde durmayı yeğlerler. Söz gelimi girdiğin bir tiyatro ya da operada izlediğin bir bayanla karşılaştın, beğendiğini söyledin, teşekkür eder, seninle senli benli konuşur, gerekirse tekrar görüşmeyi de vadeder. İlişkini sürdürebilirsen bu daha sürebilir. O sanatçının bu yakınlığı salt sana değil tüm izleyenleredir. Bu onlarda bir sanat saygısı, bir sanatsever sanatçının, sanatseverlere borç ödemesidir. Söz konu sanatçı bir bayansa kesinlikle onun bir sevgilisi vardır. O sevgi ile sanatseverlerin sevgisi kesinlikle karıştırmaz. İşte benim bildiğim Avrupa! Sizden dinledikleri biraz farklı, siz diyorsunuz ki, o sanatçı kesinlikle bana vurgun, öyleyse ben ondan yararlanmalıyım. İşte sizin Avrupa’nız! Paris neşeli insanlar kentidir, gülümseyene gülümser, siz de gülümsediğinizde karşınızda gülümseyen insanlar görürsünüz. Size her gülümseyeni kendinize hayran deyip takibe kalktığınız sürece siz Avrupalı olamazsınız, olamadığınız içinde gördüklerinizi hep aşna-fişne sanıp kendi kendinize avunursunuz. Bu yüzeysel duygulardan kurtulamadığınız için de Avrupa gerçeğini kavrayamadan gidip geliyorsunuz!
Hikâye devam ediyor ama ben burada kestim. Arkadaşlar bunu benim uydurduğumu söylediler. Yazarını söyledim. Yazarını da duymayanlar çıktı. Memduh Şevket Esendal (M.Ş.E) Böyle bir yazar olup olmadığı soruşturma konusu oldu.
Salona döndüğümüzde bölüm Başkanını bekler bulduk. Bölüm Başkanı benden kalem kağıt hazırlamamı, söyleyeceklerini yazmamı tembihledi. 3.-2. sınıfların kemancılarını sıraladım, bir 3. sınıf bir 2. sınıf yazıp listeyi tamamlayıp kendisine verdim. O listeye bir üçüncü kişiyi 1. sınıflardan ekleyip birlikte çalışmalarını isteyecekmiş. 1. sınıfa gelecekler, yarın kesin kaydını yaptıracakmış. Dört kız altı erkek. Biz bir kayıp verdik, 2.sınıflar da bir kayıp vermişti, yeni gelenlerle gene 30’u koruduk. Bayan arkadaşımız üç iken (Necmiye başka bölüme geçti) ikiye düşmüştü, yeni gelenlerle altı oldu. Halise Sarıkaya, Yıldız Kırktepeli, Aydın Şahinoğlu, Fatma Toksoy, Melahat Erkan, Nebahat Kaya. Bu arada söylendi, bir kararsız bayan daha varmış, o gelirse sayıları 7 olacak. Piyeslerde rol alan arkadaşlar seviniyor, değişik eserleri seçebilecekler.
Öztekin Öğretmen kemancılara görev başı işareti verince ben küçük odaya geçip piyanoya oturdum. Parmak çalışması yaparken Faik Öğretmenin Altın Zincir’ini anımsadım. Altın Zincir kitabı vardı, onu okumuştum. O kitap ya da yazarı Amerikalı Upton Singlair, başka değerleri Altın Zincir olarak sıralamıştı. Faik Öğretmen piyano çalanlar zinciri yapıyor. Gerçekten Josef Haydn, Johann Sebastian’ dan ders aldı mı? Mozart’ın Haydn’dan ders alması akla yakın, çünkü baba Leopold Mozart, Josef Haydn’ın yakın arkadaşı. Müzikleri de birbirine çok yakın. Mozart’ın Büyük Bach’ın oğullarından ders aldığını biliyoruz. Altın zinciri oluşturan halkalardan biri de Ludwig van Beethoven, onun Mozart’tan ders alması biraz kuşkulu. Gene de akıl dışı değil, çünkü ikisi de Viyana’da yaşamış. Ondan sonraki dizi için fazla bir bilgim yok. Johnnes Brahms’ın Robert Schumann’dan ders aldığını biliyordum, Franz Liszt’ten de almış olabilir.
Bunları düşünürken Bölüm Başkanı geldi:
-İbrahim, bu böyle olmayacak, biz seni gene alt odaya gönderelim, Ben kemanların kimisini tek olarak dinlemek zorundayım, o zaman gelip senin çalışmanı durdurunca üzüleceğim.
-Benim için fark etmez, çalışacak bir yerim olsun da neresi olursa olsun! Siz, nasıl uygun görürseniz öyle olsun! dedim.
Yönetici ayrılınca öğrendim ki, çalışırken yağmış esmiş. Oysa benimle çok içtenlikli konuşmuştu.
Yemekte de arkadaşlar yedikleri paparalardan söz ettiler. Önce Bölüm Başkanını sorumlu tutarak konuştular, ayrıntılara indikçe kendilerini de suçladılar, sonuçta ise tüm suçlu olarak kendilerinin yeterince çalışmamasına bağladılar. Her zamanki dert; yeterince çalışmamak! Suç bizde mi? Ellerin 8-10 yaşında başladığı enstrüman çalışmalarına biz 18, hatta 20 yaşında başlıyoruz! Piyano öğretmenimle aynı yaşta olduğumu söylediğimde arkadaşlarım gülmüştü, onu anımsattım. Sonra da Köy Enstitülerine öğrenci alınırken yaş konusuna özen gösterilmemesini öne sürdüm. Önce kendimi, sonra da bir arkadaşımın Köy Enstitüsü’ne giriş olayını anlattım. Ben sık sık anlattığım gibi ilkokul 3. sınıftan sonra iki yıl ara verip 4. 5. sınıflara bir başka köyde devam ettim. Orasını bitirince de tam 3 bekledikten sonra Trakya Köy Öğretmen Okuluna girdim, Girdiğimde 18. yaşım içindeydim. 30 kişilik sınıfımızda benim durumunda bir arkadaş vardı, o da benim gibi yaşını açık açık söylüyordu. Bizim yaşımızda olanlar nedense yaşlarını saklıyordu. 30 kişilik sınıfımız görüntü olarak iki gruptu: Yaşlılar, küçükler. Neredeyse sınıf ikiye bölünmüştü. Küçüklerden 1926 doğumlular vardı. Hamitabat’ta okurken birçok arkadaşım okumayı sürdüreceğini söylüyordu. Ancak ortaokula gitmek için Trakya’da iki yer vardı, Edirne, Kırklareli. İkisi de uzak sayılırdı. Hamitabatlılar, köylerinden çıkardıkları milletvekili aracılığıyla Lüleburgaz’da bir orta okul açılması için girişimde bulunmuştu. Verilen söze karşın ortaokul ancak 1939 yılında açıldı. Okumaya hevesli benim sınıf arkadaşlarımdan İsmet Akın, babası milletvekili olunca Ankara’ya gitti orada sürdürdü. İbrahim Sarıdemir Askerî Ortaokula, Yaşar Öksüz, Denizcilik okuluna girmişti. Ötekiler Lüleburgaz’da ortaokul açılmasını beklediler. Ben de ucu ucuna Köy Öğretmen okuluna girmiştim. Okumaya hevesli arkadaşlarımızdan biri de aramızdaki adıyla Lamba Süleyman’dı. Süleyman, Lüleburgaz’da okul açılmasını beklemiş, açılınca da baş vurmuş, ancak yaşının geçtiği öne sürülüp kaydı yapılmamış. Buna üzülen Süleyman bir yıl sonra açılan Köy Enstitüsü’ne baş vurmuş, kaydı yapılmıştı. Benimle birlikte ilkokulu bitiren Süleyman tam 6 yıl sonra okula kavuşmuştu. Süleyman Kepirtepe’ye geldiğinde ben okulun 3. sınıfına geçmiştim. Ancak asker şubesince de öğrenci tecilim yapılmıştı. Tam bu günler Süleyman’la konuşmuştum. Sormadım ama Süleyman da benim yaşlarımdaydı. Yani Süleyman asker olmak üzereyken öğrenci olmuştu. 6 yıl oldukça uzun bir süreç, ne denli hevesli olsa da altı yıl önceki heves pörsümüştü. Özellikle de Köy Enstitüsü havası Süleyman’ın hoşuna gitmedi, daha ilk günlerde yakınmaya başladı:
-İş yaptırıyorlar! Süleyman’ın yakındığı işleri ben, arkadaşlarım, eski öğrenciler yapıyordu. Süleyman gibi Köy Enstitüsü yasası ile gelenler tam bir iş yapmayacak, bu arada da iki sınıf atlayacaklardı. Süleyman kararını verdi, ayrılıp gitti. Süleyman kuşkusuz tek değildi, sabreden Süleymanlar bir yılda iki sınıf geçtikleri gibi o bir yıl içinde ellerini bir işe de sürmediler. Süleyman ayrıldı ama bende izleri kaldı. İlkokulda sevilen bir arkadaştı, güzel konuşur, şiir okur, şarkı söyler, bu özelliklerini anımsadıkça onun Köy Enstitüsü için bir kayıp olduğunu hep düşündüm ancak hemen arkasında olumsuzluklara saplandım, bu özelliklerden yoksun daha doğrusu duyarsız Süleymanlardan ne haber? Lamba Süleyman bana onunla birlikte olduğumuz yılları sık sık anımsattı. Süleyman’ın tek kusuru sabahları okula geç gelmesiydi. Çalışkan olduğu için öğretmeni onu hoş görüyordu. Süleyman üstelik okula yakın denecek bir yerde oturuyordu. Oysa ben 4 km. uzaklıktaki köyden geliyordum. Öğretmen nasılsa bir sabah Süleyman’a takıldı:
-Uzaklardan geliyorsun, gece yolculuğu yaptın, lambanı söndürelim! deyip “Üf!” demişti. Bu lamba üfleme sonraları çok tekrarlandı daha sonra da Süleyman’ın adı Lamba Süleyman olmuştu. Zaman zaman aramızdaki Lamba Süleymanları (kendimi de onlardan biri sayarak) düşünüyorum, giden Süleyman’la kıl payı gitmekten cayan Süleymanlar arasında gel-git yapan istekleri taşıyanlar, tuttuğu işi severek yapar mı? Köy Enstitülerinde mandolin çaldığı söylenen, sabahları zeybek oynadığı söylenen köy enstitülerinden gelen iki yüz arkadaş arasındayım. Bunlardan bizim bölüme ayrılanlar dışında hiç biri, ne bir mandolin ya da keman ellemediği gibi bir gün olsun sabah oyunlarına katılmayı düşünmüyorlar. Oysa toplantılarda bağır bağır bağırılıyor:
-Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirenler Köy Enstitülerinde görev alınca her kusur ortadan kalkacak. Çünkü oradan çıkanlar çok yönlü yetiştiğinden gereksinimleri kapatacaklar!
*
Halil Dere ile Faik Demir bizim salon uğrayıp haber bırakmış:
-Bağ Evi’ne gelsin! Bağ Evi dedikleri geçen kış açılmıştı, tatil süresince kapalıydı, yeniden açılmış. Sabahları kahvaltı veriliyormuş. Masalar, sandalyeler yenilenmiş. Gittim, oldukça kalabalık. Faik Demir, Halil Dere’ye göre daha ciddi. Ara ara bana sitem eder, Halil Dere için, “Bu vefasızı konsere götüreceğine beni götür, bari severek dinleyeyim!” Tartışma böyle başlar, sen ben yarışı, belli sevgi çizgisini aşmadan sürer. Faik Demir, Kepirli kıza aşık olmuş! Halil Dere bunu saptamış, Faik Demir’in konser bahanesi buymuş. Faik Demir de:
-Kuzum o defterleri karıştırırsan bizim de gözlemlerimiz var, senin konser sevdanın Yıldız için olduğunu Mısır’daki Sağır Sultan bile duydu.
İlgimi çekti, benim ilk geldiğim yere, yeni gelenler çoktan alışmış, bizim bölümü seçen Kepirli Melahat Erkan’la Arifiyeli Nebahat Kaya, gülüşerek geldiler. Az sonra da iki bayan öğretmen, Rezzan Taşçıoğlu ile arkadaşı öğrencilerine katıldılar. Rezzan Taşçıoğlu Enstitü Bölümünde öğretmen ama Yüksek Bölümün belli sınıflarına İngilizce dersine giriyormuş. Esas öğretmen Prof. Saffet Korkut hastalanmış. Rezzan Taşçıoğlu düpedüz film yıldızları gibi boyanıyor. Yanımızdan geçerken “Merhaba”dedi. Meğer daha önce Halil Dere ile Faik Demir onunla konuşmuşmuş; geçip gidince arkasından:
-Vefalıdır! dediler. Müdür Rauf İnan ona neden destur demiyor? Faik Demir:
-Diyemez ki, o, onlara destur derse, yukardan da ona sepet havası yaparlar.
Bir süre gelip gidenlere baktık, yer hiç de öyle oturulacak gibi değil ama insanlar geliyor. Açan, aslında sabah kahvaltısı vermek için açmış, yufka, yağ, peynir, ekmek, çay veriyormuş, sonra tüm gün açmaya başlamış.
Yeni gelen kızların tavırlarını biraz yadırgadım, eskiler gelmiyor, yeni gelenler, dün bir bugün iki, gezmeye başladılar. Faik Demir’e göre onlar etrafı kolaçan ediyorlarmış. Oysa ben onları, Köy Enstitüleri’nden yeni geldiler, bir süre çekingen davranırlar sanıyordum. Halil Dere güldü:
-Sen öyle san, “Boynuz kulağı geçer!” sözünü boş yere söylememişler. Senin sandığın Köy Enstitüleri de eskiden farklılar.
Kalkıp bizim salonun önünden geçerken baktık kimse yoktu, arkadaşları içeri çekip yeni piyanoyu açtım, Türk Marşı ile Für Elise’yi çaldım. Arkadaşlar, teşekkür ettiler birlikte yemeğe gittik.
Yemekte plâk dinleme önerisi geldi. Bence hiçbir sakınca yok, Bölüm Başkanı yetki verdi, “Yatma kampanasını aşmamak kaydıyla her zaman plâk dinlenebilir!” Bir iki şu ya da bu dendi ise de sonra anlaşma yapıldı, çoğunlukla keman eseri olma koşuluyla anlaşma sağlandı. İlk Mendelsshon 1. keman konçertosu, arkasından Bela Bartok, Romen Dansları, son olarak da Mussorgsky, Bir Sergiden Tablolar! Malik Aksel öğretmen anıldı, tabloları adlarıyla sıralamıştı, var mısınız, birini ikisini anımsayalım! Ben Kief Kapısını söyledim. Uzun tartışmalardan sonra Kief Kapısı da eksik bulundu, ancak doğru bir tablo adı söyleyemedik.
Yatınca gene kendi anlattıklarımı düşündüm, Lamba Süleyman’ı neden anlattım? İşte bundan! Çocukların okula küçük yaşta başlamasının büyük bir nedeni var, ne demişler:
-Ağaç yaş iken eğilir! Koca meşe odununu eğebilir misin?
Köydeki meşe ağaçlarını düşledim. Köy kurulduğu zaman olan ağaçlar kırk yıldır ayakta, nedense ondan sonra meşe ağacı büyütülmemiş. Genç meşeler ancak korularda var. Tarlalardaki meşeler hep kesiliyor. Çünkü meşe ağacı çok dallı budaklı olduğundan gölge yapıyor, gölgede ürün olmadığından meşeler, gölgesi nedeniyle kesiliyor. İlginç bir terslik, Çeşmedere’deki koca koca yaşlı meşe ağaçları gölgesi için korunurken tarlalardaki meşelerse gölgeleri nedeniyle kesiliyor. Nedense şu an aklıma takıldı, bizim kepirlik yerlerde meşe ağaçları vardır. Babam, meşe ağacı kuraklığa dayanıklı olduğundan kepir yerlerde de yetişir derdi. Kepirtepe’de bunu anımsayıp köyden küçük fidan getirebilirdim. Fidan olmasa bile pelit getirip neden ekmedim? diyerek kendimi kınadım. İkinci yıl bunu yapsaydım okulu bitirirken koca bir ağaç olacaktı. Bunu o zaman akıl edemeyişime üzüldüm; şu anda bile yapmam gerekenler vardır, hüner onları düşünüp yerine koymaktır. İş işten geçtikten sonra düşünmüşsün ne fayda! “Taş yerinde ağırdır!” derler, anlamı bu olsa gerek. Bu kez de bu söze takıldım, anlamsız bir söz:
-Taş her yerde aynı ağırlıktadır, burada nasıl bir mecaz anlam var ki?
10 Ekim 1945 Çarşamba
“Yağmur” sesleriyle uyandım. Yağmurla pek ilgim kalmadı ama gene de sanki oyun alanına çıkacakmışım gibi yağmur sözü edilince irkiliyorum, arkasından da kendi kendime konuşuyorum;
-Kendini alıştır, bu yıl çıkmayacaksın belki ama sonraki yıllar bu senin sürekli görevin olacak! Böylece kuruntular başlıyor; gideceğim okulda akordiyon varsa hemen ona uygun bir öğrenci bulup çalıştıracağım, kısa zamanda bu işi o yapacak! Kendi kendime konuştum:
-Sonra ne olacak? Sen dönüp yatacak mısın? Sıtkı Şanoğlu dönüp yatabiliyor mu?
Doğan geldi, Doğan’ın kemanı iyi, hatta iyi değil, bizim arkadaşlara göre çok iyi, buna güvenerek, piyanoyu da seçmek istiyor. Bana sordu. Ne diyebilirim ki? Rahat çalışmam için ben, benden başkasının olmasını istemem ama bu olası değil, birileri gelecekse doğal olarak Doğan’ın gelmesini isterim. Böyleyken suskun kalmayı seçtim:
-Bu konuda söz söylemek bana düşmez, çalışmayı göze alıyorsan kararını kendin ver. Özellikle yeni piyano öğretmeninin tutumunu bilmediğime göre bir şey dersem, seni yanıltmış olurum. Konuşa konuşa kahvaltıya gittik. Naci Ön karşıma çıktı:
-Abi ben de piyanoya geçiyorum! Güldüm:
-Sen zaten piyanoda değil mi idin? Geçen yıl piyano azmış, o nedenle çalışamamış bu yıl piyano bollaşmış, daha çok çalışma olanağı bulacakmış. Güldüm, hayırlı olsun! deyip geçtim. Masadaki arkadaşlar konuştuğumuzu duymuş bana takıldılar:
-Bizi de piyanoya yaz! Ben de onlara bir öneride bulundum:
-Piyanoya yazamam, isterseniz üstüne bir kâğıt koyup adlarını ona yazayım. Bir süre şakalaştık; ders yılı başlarken herkeste bir heves olur, sonra sonra ise o hevesler başka isteklerle yer değiştirir.
1. sınıfa yazılacaklar geldi, o kararsız bayan da geldi, onun adı da Fatma, iki Fatma oldu. Biri Ladikli biri Cılavuzlu.
Bölüm Başkanı, hepimizden rica etti, bir süre yeni arkadaşlarla Bölüm Başkanı yalnız kaldılar. Aklıma takılmıştı Mendelsshon Düğün Marşı; basitleştirilerek, piyano için düzenlenmiş notasını alıp siyah piyanoya gittim. Onu duyunca Bella nerede olsa koşar gelir.
Felix Mendelsshon,Bir Yaz gecesi Rüyası, eserinden Düğün Marşı
Piyanoya oturunca önce tek parmakla sonra da akorlara basarak çaldım. Piyanonun tam karşısındaki bölüm Ev-İşleri Bölümünün çalışma atölyesi, gelenler oldu, bakıp döndüler. Az sonra Bella geldi. Bella gelince kızlar gene grup olarak geldiler. Piyanonun sesi sanırım bütün odalardan duyuluyor, az sonra bir nöbetçi öğrenci beni, md.yardımcısı Tahir Erdem’in rica ettiğini söyledi. Ricanın nedenini bilir gibiydim ama gene de bilmezce gittim. Bilememişim, Tahir Erdem bana özel bir soru sordu.
-Eski Bakanımız Saffet Arıkan bir piyano hediye etti. Bu hediyeye sen vesile oldun, hediyeyi sana verdiğini hiç düşündün mü?
Tahir Erdem öyle sordu ki, düşünseydim dosdoğru söyleyebilecektim. Düşünmemiştim, düşünmediğimi söylemekten öte:
-O piyanoyu sana veriyorum deseydi bile ben o piyanoyu okula bırakırdım. Eski Bakan bana piyanoyu neden versin? Ziyaret için bana gelmedi ki, okula geldi!
Tahir Erdem, beni yakından tanıdığını, öyle düşüneceğimi bildiğini, gene de fikrimi öğrenmek istediğini söyledi. Piyanoyu demirbaşa geçirirken kendineymiş gibi helalinden olmasını istediğini söyledi.
Tahir Erdem’in söylediklerinde hiçbir art niyet olmadığını düşünerek ayrıldım. Gene siyah piyanoya gidip Düğün Marşını, arkasından aklıma geleni bir süre çaldım. Ne var ki çalarken ara ara içimde bir kuşku uyandı:
-Böyle saçma soru olur mu? Bu adam bir şey demek istiyor ama açık açık da demiyor; bu ne olabilir? Giderek beni rahatsız eden bu durumu Bölüm Başkanımıza yansıtmaya karar verdim.
Yemekte arkadaşlar birtakım varsayımlar öne sürdüler, tiyatrolardan, konserlerden söz ettiler. Bu yıl neler göreceğiz? Geçen yıllar neler görmüştük; gülüşerek sıraladık; Yanlışlıklar Komedisi, Otelci Kadın, Kahvehane, Bir Evlenme, Bizim Şehir! Opera olarak, Satılmış Nişanlı, Figaro’nun Düğünü, Fidelio! Bunlarda oynayan sanatçılar:
Yanlışlıklar Komedisinde oynayanlardan, Cüneyt Gökçer, Nuri Altınok, Salih Canar, Ragıp Haykır, Otelci kadın, Muazzez İlgin, Nihat İlgin, Nuzhet Şenbay! Sonra sonra? Hık, mık! Bunları yazabilirdik! Bunları yazdığımı söyledim, hemen:
-Ver de okuyalım!
-Okusanız da unutacaksınız, iyisi mi bundan sonrakileri, siz de yazın. Onlar yeni oyunlarda gene oynayacaklar. Nuri Altınok’u nasıl unutursunuz? Kampta saçını kesmişlerdi. Kesik saçıyla:
-Akşam rolüme böyle çıkacağım, saçımı sizin kestiğinizi de söyleyeceğim, Böylece Ankaralılar sizi de tanıyacaklar! demişti.
Gene de direnemedim, o zaman okuduğum Nahit Sırrı Örik’in eleştirisinden anımsadığım adları sıraladım; Agâh Hün, Şahap Akalın, Nermin Günek, Meliha Gökçer!
Kamp anımsanınca konu başka olaylara da sıçradı. General “Von Bock”un Türkçe’ye “Bombok!” olarak çevrilmesine, bir binbaşı için söylenmesine gülündü.
Salona döndüğümde Bölüm Başkanı gelmişti, plâkları, iğneleri sordu, plâk listesini gene açığa bırakmamı istedi, plâk dinlemeyi, zorunlu olarak haftada ikiye çıkarmamızı önerdi. Bölüm Başkanın sakinliğine güvenerek Md. Yardımcısı Tahir Erdem’in sözlerini aktardım. Beni dikkatle dinleyen Bölüm Başkanı:
- Tahir Erdem’in aklında birileri gibi cinlik yoktur, o, öyle düşünmüş, sormuştur, bunun üstünde durma, zaten gereken açıklamayı yapmışsın! deyip konuyu kapatır gibi yaptı ama nedense, ilk sözünün tersi anlamına gelecek şekilde sürdürdü:
-Tahir Erdem, biraz eski düşüncelidir. Bakarsın Cumhuriyet Dönemi için övgüler yağdırır, “Ne hoş, ne güzel!” demeye kalkarsın, bir de bakarsın ki adam “Berveç-i âtide bunları da göreceğiz!” der. Yani gelecekte olacaklarmış! Seninle konuşması gerçekte iyi niyetli olabilir, sonradan anımsadım; biz bu konuyu daha önce onunla konuşmuştuk. Bir bakıma da tartışmıştık. Piyano bir demirbaştır, bunu demirbaşa kaydedecekler. Okul Hasanoğlan Köy Enstitüsü’dür. Tüm ödemeler bu ad altında yapılmaktadır. Oysa biz Yüksek Köy Enstitüsü adını taşıyoruz. Bizim de bir ağırlığımız var, diploma verip tamamen başka bir mali anlayış içinde devletin barem sistemine geçen öğretmen yetiştiriyoruz. Siz düşünmezsiniz ama, sizler okulu bitirince resmen 3803 sayılı yasa kıskacından kurtuluyorsunuz. Bu şu demektir, Devletin ödeme düzeni içinde sizinle benim aramda bir fark kalmayacak; ay başı gelince maaşınızı alacaksınız. Verilen ödevinizi yaparsanız 3 yılda bir terfi edeceksiniz. Bizimkiler, özellikle okul müdürümüz, Yüksek Köy Enstitüsü gerçeğini görmezden gelip bize demirbaş sahibi olma olanağı vermek istemiyor. İşte sorun bu; bizim piyanoya biz, bizim demirbaşımız diyemiyoruz. Oysa bunun manevi bir yanı da var. Bunu tartıştık, ben piyanonun bizim demirbaşımız olmasında diretirken, seni de araya kattım. Bu piyanoda onun da söz hakkı var! gibilerde bir söz söyledim. Bizim Tahir Bey, onu unutmamış olabilir.
Bölüm Başkanımızın konuşmasından yeni bir şey öğrendim, maaş ya da aylık konusu, bunu şimdiye dek hiç düşünmediğime üzüldüm. Kimi öğretmenler bizlere güzel gelecekler biçerken ara da “Bareme geçmemeniz iyi değil!” gibisine sözler söylerdi. Bareme geçmenin ne olduğunu hiç soruşturmamıştım. Bir deyimle, “Ayaklarım suya değdi!” Burasını bitirince kendiliğinden bareme geçmiş olacağız. Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti bizi kendisine hizmetli olarak kabul edecek. İlkokulu birlikte bitirdiğimiz Ferhat arkadaşım, bankaya önce işçi olarak girmişti, iyi çalışmış, memur olmuş, önümüzdeki günlerde veznedarlık kursuna girip memur kadrosuna geçecekmiş. Canım arkadaşımın kısa yoldan sağlayacağı ödülü ben, sekiz yıl okuduktan sonra kazanacağım. (Kazanabilirsem) Buna çok sevindim. Gene de aklımda birtakım pürüzler belirdi, 3803 sayılı yasaya göre meslekten ayrılanlar, bir daha devlet kapısından içeri giremiyordu, Barem denilen olaydan sonra da öyle olabilir mi? Bir süre düşündüm, arkadaşlar bunları neden düşünmüyorlar? Bir köylü-kasabalı dırıltısı tutturmuşlar onu sürdürüyorlar. Oysa kasabaların ötesine geçmiş kentler var. Bu kentlerde yaşayanlar besbelli daha farklı yaşıyorlar, onları neden irdelemiyorlar? Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel iki yıl önce (1944 Temmuz) bir gün bana.
-İkiz çocuğum, Canan’la oğlum Can, bu yıl liseyi bitirdiler; kızım kararlı, Konservatuvarı seçti, oğlum henüz kararsız, akşam Dil-Tarih, sabah Hukuk fakültesi deyip duruyor! demişti. Demek ki, onlarda anne-baba çocuklarını özgür bırakıyor. Bu güven nereden geliyor? Besbelli onlar da öyle yetişmiş. Öyleyse insanların yetişmesinde oldukça uzunca bir süreç söz konusu. Köy konusu, dolaylı olarak Köy Enstitüleri için bu süreç düşünülüyor mu? Derme çatma binalarda yarı dolu yarı boş derslerle, sonuca ulaştırılmayan işler içinde (Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde kovalarla kum taşıyarak, düzeltmeye çalıştığımız futbol alanı, voleybol sahaları, severek yaptığımız o görkemli binanın dış sıvası, sonsuza dek öylece duracakmış gibi, unutulmuşluk içinde ilk günkü gibi duruyor), yetişecek çocuklar, o kavgalı (Köylü-muhtar jandarma) köylerde kiminle, nasıl işbirliği yapıp başarı kazanacaklar? Yasa-masa deniyor ama yasada görev üstlendiği yazılı öteki bakanlıklar, yasadan habersiz, sağır rolü oynamaktalar. İşin ilginci, Trakya Genel Valiliğinin, Millî Eğitim kurumu bile işi üstünden atarca, tüm Trakya insanını yanıltabiliyor.
Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü ilk yıl bitirenlerin hepsine araç-gereç verildiğini gazetelere bildirilmişti. (Cumhuriyet- 22 Kasım 1943 ) Oysa biz, 16 arkadaş, Yüksek Bölüme seçilip Ekim 1943 başında Hasanoğlan’a gelmiştik. Köylere 13 arkadaş gitmişti. Onlara da tam olarak yasal araç- gereçlerin verilmediğini herkes biliyordu. Sonraki yıl da bu tür aksaklıkların olduğu çıkan yazılardan anlaşılmaktadır. İlköğretim dergisinde arkadaşımız Nezir Üşenmez’le yanındaki arkadaşları için övgüler yağdıran İlköğretim Müfettişi de bunu açık açık yazmış. Bu gerçekleri örtbas ederek başımızdakilere sonsuz övgüler yağdırmak bize ne kazandırır? Gelir gelmez birileri gene Emin Soysal masalına sarıldı. Emin Soysal doğru da yapabilir yanlış da. O bir kişidir, çalıştığı sürede doğruları yaptığı için; o doğrulardan yararlandığı sürece alkışlanabilir. Tarih böyle olaylarla doludur. Yanlışları varsa yerine gelenler o yanlışları düzeltip, doğruları uygular. Doğrular yerine doğru konmuşsa zaten sorun kalmamıştır. Ortadan kalkan yanlışları ya da o yanlışları yapanları sürekli kurcalamanın bize ne kazandırdığı düşünülmelidir. Oysa çevremizdeki konuşmalar, tartışmalar giderek kahve tartışmalarına dönüşüyor. Başka yüksek okulların kendine dert ettiği konular bizi ilgilendirmediği halde gelen giden onlardan aldığı haberleri bir matah olarak
Mezuniyet haberi
ortaya getiriyor. Böylesi şaklabanlıklara yatkın olanlar da bunları bizim sorunuzmuş gibi benimseyip ortalıkta dilbazlık taslıyor. Geçen yıllar olmuş, sonuçlanmış, Adsız-Sabahattin Ali davası şimdilerde bizim sorunumuz oldu. Sabahattin Ali’nin hikayelerini, Kuyucaklı Yusuf romanını yıllarca önce okumuştum. Kendisini ilk kez 1944 yılbaşı gecesi gördüm, şiirini dinledim, sonraki günlerde defalarca karşılaştım, bir iki kez de konuştum. Hiç tanımadığım biri ile tartışmasında doğal olarak onun yanındayım. Ancak bunu çıkıp ortaya söylemem Sabahattin Ali’nin ününe ün katmaz. Tersine zararına bile olabilir. Çünkü benim söyleyeceğim yetersiz övgüler, onu yerenler gerçek dışı tavırlara girmişse benim söylediğimi de olumsuza (çamura) çevirirler. Çünkü ben sınırlı bir çevre içindeyim, onlarsa ellerine geçirdikleri yayın araçlarıyla dünyayı ayağa kaldırabiliyorlar. Yayın araçlarının ne denli her yönde insan avladıklarını, Tevfik Fikret, Mehmet Akif tartışmalarında gördük. Onca geçmiş zamana karşın günümüzde de birinin karası ötekinde ak, ötekindeki akı da berikinde kara gösteriliyor. Bu aymazlık günümüz yazarları için de geçerlidir. Örneğin yeni şiir denemeleri yapmaya kalkan gençler için neler söylenmektedir! Bunları söyleyen ya da konuşanlar, o gençlerin yıllardan beri onların beğenisi olan şiirlerin daniskasını yazmıştır. O insanlar okumadan okumuş edası içinde olduklarından, sorusuz sualsiz ve de acımasızca karalayabiliyorlar. Böyle bir ortamda bizlerin daha bilinçli davranmamız zorunludur. Çünkü biz öğretmen olacağız. Tek yanlı bir gazete ya da dergiden edindiğimiz bir yarım bilgiyi gelecek yılların öğrencilerine götürürsek yanlış yapmış oluruz. Bu düşüncemden ötürü ben kimi yöneticilerin konuşmalarında hep tek yanlılık görüp üzülüyorum. Çok başarılı bir öğretmenim var, Ahmet Korkut. Bana ilkokul 4.-5. sınıflarda öğrettiklerini Ortaokul kitaplarını izlediğimiz Köy Öğretmen Okulu sürecinde tıpkısı olarak gördüm. Çok sık tekrarlamama karşın bir kez daha anlatmadan edemediğim bir olay yaşadım. Köyden, üç yıl aradan sonra gittiğim Köy Öğretmen Okulunda ilk derslerde şaşırmıştım. Aritmetik dersine giriyorduk insanlar Matematik diyordu. Hendese dersinde öğretmen bana küp çizdirmişti. Çömlek, küp çizmede kendi buluşum vardı. Küpün yarısını çizer kâğıdı katlayarak simetri kuralından yararlanarak düzgün bir çömlek çiziyordum. Aynı numarayı yaparken öğretmen geldi, önce bir güldü, sonra da bana sordu:
-Kaç yaşındasın? Yaşımı söyledim, kaç yıl ara verdiğimi de söyleyince öğretmen:
-Evlât, senin işin zor olacak! Zor olacak ama bu olmayacak anlamında katiyen değildir. İnsan direnirse denizde de yoluna gider. Çalışırsan, sana yardımcı olacağım, üzülme! Senin o ara verdiğin yıllar okullarda değişiklik oldu, bak! diyen öğretmen tahtaya üçgen, dörtgen, kare çizdi, adlarını sordu. Müselles, dedim. Arkadaşlar tekrarladı üçgen, murabba dedim, arkadaşlar dörtgen dediler, mikap dedim arkadaşlar kare dediler. Uzatmayayım, dılı, mütevazüladla, müstatil, şibbimünharif, kaviyeyizaim, kayim zaviye, sözleri arasında ders bitti. O öğretmen bana gerçekten yardım etti. 30 kişilik sınıfımızda ortaokullardan gelen 18 arkadaş vardı, çoğu geçmişini sakladı ama zaman içinde gizler açıklandı, orta ikiden ayrılma, 2 yıl üst üste kalmak üzereyken terkler varmış. Ders yılı sonunda matematikten iki kişi tam numara almıştı, bunun biri bendim. Öğretmenim iki yıl sonra ikinci askerliğinde ayrılınca benim için bu ayrılık değildi, çünkü öğretmenim çadırında titrerken bile sorularımı cevaplıyordu. Orta 3. sınıftayken ben lise bir programını tamamlamıştım. Öğretmenim başarısız çalışmasından dolayı (!) (Genel Müdür yazısında böyle demişti, yazı geçmiş günlüklerimde vardır.) Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü’ne özellikle sürgün edilmişti. Biliniyordu ki orada matematik yok, sanat yok! Oysa öğretmenim çok güzel keman çalıyordu. Bir dönem ülkemizin en gözde okulu olan Edirne Öğretmen Okulunu bitirmişti, Daha sonra Gazi Terbiye Enstitüsü’nde okumuş Atatürk’ün onurlandırdığı bir öğrenci gösterisinde kemanla Schubert Serenat’ı çalmış, bunu heyecanla anlatarak Serenat’ı, özellikle nefes almadan tekrar tekrar çalıyordu. Çifteler, davullu zurnalı toplantılarla, öğretmenimi dinleyecek durumda değildi.
Onları Ahmet Emin Yalman’ın Yarınki Türkiye’ye Seyahat kitabından öğrenmiştik. 1100 öğrenci, halk ozanı Aşık Veysel’in sazıyla coşuyormuş. (Nasıl coşma ise, bir bağlama ile 1100 insanın coşması ne demek? Üstelik gariban, canım dostum Aşık Veysel Amca, kendi deyimiyle henüz saz çalmayı da beceremiyor.)
O zamanki Çifteler Köy Enstitüsü müdürü olan Rauf İnan’a öğretmenimi sorduğumda:
-Hımmm! muhallebi çocuğu! yakıştırması ile cevaplamıştı. Tekrar tekrar, sözünü onun için demediğini, ancak Köy Enstitüsü’nde çalışacakların vasıflarını sayarken o tiplerin girmemesi gerektiği, falan filan lâflarıyla savuşturulmuştu. Şimdi, 1945 yılının ekim ayındayız. Yüksek bölümde Çifteler’li arkadaşlarımız var. Her biri ayrı değerde, ellerinden geldiğince başarılı olmaya çalışıyor; genellikle de başarıyorlar. Bizim bölümden üç arkadaşımız şimdi Köy Enstitülerinde görev yapıyor. Ne var ki yaptıkları görevler müzik ama evrensel müzik. Hiç birisi Ahmet Emin Yalman’ı yanıltarak bilinçsizce bir kitle çığlığı şekline sokulmaya çalışılan alaturka şarkıcılık anlayışını değil uygar dünya müzik sanatını evrensel kuralları içinde öğrencilerine aktarmaya çalışıyorlar. Abdullah Ön gözümüzün önünde, Brahms Ninni, Offenbach Barkarol, Schubert An die Müzik yanında gerektiğinde Kocabey’ii de söylüyor. İstenen, özlemle beklenen de bu! Biliyoruz ki uygarlık, halktan soyutlanarak değil, onunla güç birliği ederek, (ortak) toplumsal sorunların çözümüyle ulaşılabilecek yüce bir ülküdür!