Cumhuriyet Gazetesi Söyleşi Köşesi
Attila İlhan’a 3. Soru
Mozart’ın Allaturca Marşı yerine Mendelssohn Düğün Marşı çalınsaydı ne değişecekti?
Olayları bu denli kesin bildiğime göre yazarın yanılgısı üzerinde neden böylesi titizlikle duruyorum? Açıklayacağım, yazıya ilk göz atığımda, her okuyucu gibi ben de düş evrenimde kurgular oluşturmaya başladım. Üniformalı insanlar, her biri, görevinin bilincinde ve büyükçe bir koro, üstelik salt Mozart çalıp söylüyorlar. Belleğimle eski algılamalarımla bir karşılaştırma yapıp olayı somutlaştırmak istedim. Doğal olarak ilk çağrışım ünlü Sovyet Ordu Korosu oldu. (TV görüntülerinden algılamalar) Çarpıcı bir gösteri idi. Gerçi onların söylediklerinde ancak galinka malinka gibi bir iki sözcük anımsıyordum ama, görüntü derin izler bırakmıştı. Renkler, çizgiler derken Haruniye, Düziçi, Mozart, Köy Enstitüleri sözlerini okuyunca uyarıcı çağrışımlar HAVAMI çabuk bozdu. Başka bir deyimle “Ayaklarım suya değdi. Sanırım her insanda böylesi durumlar olur, okuduklarıyla düşleri arasındaki köprüleri kurup bir süre avunur. Bu tür düşsel kurgular kimi zaman aylarca da sürebilir. Kimi insanlarda ise düpedüz kalıcı olup yaşam boyu gider.. Çünkü hayalle gerçek iç içe girmiştir. Yazıyı bir kez daha okuduktan sonra “Eh!” dedim, belleğinde anlatılanlarla ilgili çağrıştırıcı öğesi bulunmayanlar, Haruniye ( Düziçi )Köy Enstitüsü sözlerinden uzak kalmış bulunanlar, kim bilir nasıl bir DÜŞKURGU oluşturdular; görkemli bir Haruniye İstasyonu, ekspres yolcuları, özlemle, eş dost bekleyen insanlar ve de onlara biraz olsun neşe sunmaya çalışan üniformalı bir koro. Kırmızılı, yeşilli, mavili giysiler, pırıl pırıl sırmalı şeritlerle işlenmiş albenili bir görüntü. İstasyonun aydınlatmaları da bu dekora uygun olmalı! Hiç değilse göğün o muhteşem LACİVERT doğal tonuna uyan bir donanım olmalı!… Korodakiler açık havada icra yaptıklarına göre sağlıkları da yerindedir. İyi beslenmiş, müşekkel bireylerden oluşmuş bir topluluk olduğu kesin! Üstelik salt Mozart çalıp söylüyorlar. “Sus benim şom ağzım!” demek istiyorum kendime ya gene de söyleniyorum: Al sana bir Hollywood müzikali! Bir ince uzun boylu, kıvrak bedenli güzel Cyd Charisse ile ona uygun tüm yeteneklerini geliştirmiş eşsiz balet Gene Kelly eksik!....
Doğrusu, işin içine böylesi yapay yakıştırmalar girince kuraklık çeken beyinlerde DÜŞKURGULAR kişiyi nerelere sürüklemez ki? Çoğunun, “Vay canına, bu Köy Enstitüleri meğer neymiş böyle” dediğini duyar gibiyim. Peki, tüm bu karmaşık durumla Mozart’ın ne ilgisi var? Attila İlhan Mozart’ı Köy Enstitüleri’ne niçin getirip yamadı, ardıllarına da ”Bu emaneti sakın unutmayın, sık sık tekrarlamakta kazancınız olacak!” demişçesine kendisinin izlenmesi, kimilerinin Attila ağabeyimizin, kimilerinin de düpedüz üstadımızın dediği gibi not düşmeleri neyi kanıtlamaktadır? Öyle ya, İstanbul’un bir semtinde ve apartmanın altıncı katında inek besleyenden tutun da Bingöllerin, Şerafettin tepelerinde koyun süren çobanların bile düğünlerinde çalınması istenen Mendelssohn düğün marşı dururken bu Mozart da ne oluyor? demeyin.. Varsın Edirne-Kıyıklı Salih Usta repertuvarının ilk sırasına Mendelssohn’ un düğün marşını alsın, varsın Yeşilçam’ın çabalarıyla tüm yurda (ki Attila İlhan’ın da bu çorbada tuzu vardır) doğum günlere benimsettirilsin ve Wagner marşları söylensin, kimin umurunda! İş bununla kalsa iyi, ülke çapında bir meraktır gidiyor ve her yıl korku ile cesareti birlikte yaşıyoruz, Eurovision yarışmaları! Çeyrek yüz yıldır artık kanıksatan bir ezgi. Mahdum beye bir Ya-ma-ha hediye eden maganda, küçük ve de dahi(!) Mozart’ından ilk bunu istiyor. Yani 300 yıl önce kralına beste yapan Danimarkalı J.eremie Clarke’ın Ti-ti’si ya da Fransız Jacques Marie Charpentier’in tüttürüsü apartmanlarının bilmem kaçıncı katından mahalleye yayılıveriyor. İstanbul sokaklarını dolduran sıvı gaz dağıtıcıları gün boyu Beethoven çalıyorlar. Evlerde TV açılınca, tüm kanallarda ilk görülenler, ellerine eğreti alınmış süpürge sopalarıyla reklamcı kadınlar, güzelim Verdi operalarından aktarılmış aryaları berbat bir dekor içinde bet sesleriyle sunuyorlar. Bir başka kanalda pekala bir Strauss valsı ile bir tapon çamaşırcı kadın iplere mandal takmaya çalışıyor. Tüm bunları duya duya, daha nice maskaralıkları göre göre birileri masalarına oturup “Köy Enstitüleri’nde mandolinle Mozart çalınıyordu” diye bilmem kaçıncı genelemelerini, gevelemelerini rahatça yapabiliyor. Bir başka acıklı nokta, bu yazıyı alıp gözden geçiren gazete görevlisi “OLUR” unu ekliyor, sayfa düzenleyicisi hazırlayıp okuyucuya sunuyor. Okuyucu ne yapsın? “Eh, bunda bir keramet olmasa buraya koymazlar!” deyip kısır döngüyü tamamlıyorlar.
Konuya eğilenlerden kimileri, yazar mandolini sevmemiş olabilir, bu nedenle yazmıştır, diyebilirler. Buna benim katılmam olanaksız, çünkü Attila İlhan, Türk şiirine mandolin refakatında girdi. Benim ilk okuduğum şiirlerinden biri güzel mandolin çalan Trifon üzerinedir. Trifon’ un mandolini susturulunca yazar çok duygulanmış ve yaslı bir hava içinde şiirini üretmiştir. O halde Attila İlhan’dan mandoline tepki söz konusu edilemez.
Mozart’ın da mandoline karşı bir durumu olmasa gerek. Daha önce değindiğim gibi Mozart mandolin için özel serenatlar yazmıştır. Öyleyse bir olasılık kalıyor: Mozart’ın yapıtları Köy Enstitüleri’nde mandolinle çalınamaz (!) Biraz daha açarsak, Köy Enstitüsü çıkışlı olanlar nerede olursa olsun mandolinle Mozart çalamazlar! Çalarlarsa ayıp ederler, sonra da böyle teşhir edilirler (!) İşte bu ayıbı çözmek oldukça zorlaşıyor ;buna biraz da bilgi ,araştırma, yeterince örnek gerekiyor.! Çok zor ama gene de incelemek, nedenlerini saptamaya çalışmak boynumuzun borcu. Bunun için çok uzaklara, ilk günlere, altmış yıl öncelere uzanmak zorunda kalıyoruz. 2. dünya Savaşı başlamış, savaşı başlatan Almanya. İlk yıllarda, Almanya bir canavar, Çekoslovakya’yı, Polonya’yı, Norveç’i, Belçika’yı, Hollanda’yı, Macaristan’ı, Polonya’yı, Romanya’yı, Yugoslavya’yı ,Arnavutluk’u, Yunanistan’ı Fransa’nın bir kısmını ,Rusya’nın yarısını yönetimi altına almış: Mısır, Suriye, Irak, İran, tüm Kafkasya da denetimi altında. Yurdumuz, haritalara bakınca Almanya içinde bir ada durumunda. Hitler coşmuş; Almanya adına tehditler savuruyor. “Hey, bana karada kaplan, denizde aslan, havada sırtlan, tüm dünyaya kan kusturan Berlin’deki Alman derler” diye haykırıyor. Ulusça sinir savaşı içindeyiz. Von Popen cinayeti, gemi batırmalar, Yunan göçmenlerinin gelişi gibi olaylar sorun oluyor. Alman radyoları sürekli Türkçe yayın yapıyor. Yayınların başlaması ve bitmesi sırasında sinyal müziği olarak Mozart’ın bir sonatından bir bölüm çalınıyor. Kv. 331 no. II. La Majör sonat olarak anılan bu yapıtın son bölümüne Mozart “Marş Alla turca” demiş. Alaturkayı benimsiyoruz ya birileri de buna Türk Marşı adını yapıştırmış. Çağrı tamam, halk bunu duyunca bizim marşımız çalıyor deyip radyo başına koşuyor.. Almanlar amacına ulaşmıştır. Marş Alla turka Mozart’ın hayal edemeyeceği bir ilgi gördü. Tüm insanlarımızın belleklerinde derin iz bıraktı. Düğünlerde derneklerde davul -zurna repertuvarlarında baş köşeye oturdu. Radyomuzda Nihat Esengin, Fehmi Ege ve belediye bandosu bile Marş Alla Turk’asız program kapatamıyordu. O günlerde bir soruşturma yapılsaydı, kesinlikle İzmir Marşı’nın yüzde 2’sine karşı Marş Alla Turca yüzde 98 doğru yanıt alınabilirdi. Söz konusu marşın halkımız üstündeki etkisini anlatmak için (C. Baş. İsmet İnönü de vardı) tanık olduğum bir olaya değinmeden geçemeyeceğim. Ankaralı müzik severlerin çoğu anımsayacaklar: Ünlü Alman piyanist Valter Giesegink Ankara konservatuvar salonunda bir resital vermektedir. Aydın ve seçkin bir dinleyici kitlesinin dinlediğinden kimsenin kuşkusu olamaz. Konser sonunda alışılagelen bisler başlar. Bu arada Marş Alla Turca da istenmiştir. Valter Giesegink daha önceleri de geldiği için dinleyicilerin ilgisini bilmiş olmalı söz konusu parçayı olanca gücüyle çaldı ve salon adeta alkıştan sarsıldı. Nasıl bir alkıştı, nasıl durdu anımsamıyorum ama gene aynı parça alkışlar arasında bir daha istendi. Piyanist piyanonun başına oturdu herhalde tüm gücüyle tuşlara bastı ki çalarken piyanonun telleri koptu. Konser salonlarında az görülen bir olaydı ve o gece oldu. Yani Mozart’ın Marş Alla Turca’sı böyle istekle alkışlanıyor piyanistlere tel kopartıyordu..
Savaş bitince, daha doğrusu Almanya yenilince yönetim sorumlularının yargılanma dönemi başlamıştı. Herkes birilerinden bir şeyler sorma sevdasına kapıldı. Savaşta bir şeyler yitirmiş olanlar, bir bakıma suçluları kendileri bulmak istiyor, gibi acayip bir ortam oluşmuştu. Sorgulayanlar vardı, sorgulananlar vardı. Savaşın dışında kalmıştık ama uzun savaş yılları bizde de kamplar oluşturmuştu. Şairin dediği gibi kimi sağcı, kimi solcu, ortalıkta gene karanmbolcular cadı kazanını kaynatılmaya başlanmıştı. Bizde Köy Enstitüleri olayı zaten bazıları için hazır bir kozdu. Almanya dünyanın sorunu olarak yıllarca gündemi oluştururken bizde nedense yok sayılmış, giderek dış politika söylemleri raflara kaldırılmıştı. Kısa bir suskunluktan sonra birileri şavaşı onlar kazanmışçasına zafer şarkıları söyleyerek düşman belledikleri Köy Enstitüleri’ne tüm güçleriyle yüklendiler. Sayısız sloganlarla onları gözden düşürmeye çalıştılar. Bu sloganlardan birisi Köy Enstitülü öğrencilerin köy kahvelerinde mandolinle Marş AllaTurca ya da Türk Marşı çalmasıydı. Bu slogan tutmuş olmalı, tekrar edildi durdu. Almanya, Hitler faşizmi, SS kıtaları, Gestapo, Nurnberg mahkemeleri, Yahudi soykırımı o günün insanları için sindirici birer etkendi. Zaten savaş, sıradan insanlar için çok sürprizli başlamış, öyle bitmişti. Kişilerin içinde bulunduğu duruma göre kendilerini değerlendirmesi garip bir sinikliğe yol açabilir. Kitle psikolojileri kolay açıklanamayan zorlu konulardır. Halk bazen kendiliğinden ilgi duyar, yaklaşır. Örneğin Mozart okullarda, radyo ve TV’lerde insanlığa kutsal bir armağanmış gibi abartılı konuşmalarla yüceltilmiş bir olağan üstü insan olarak tanıtılıyor. Bu söylemlerin asıl esin kaynağı onun benzersiz zariflikteki müziğidir. Dinleyenler, duydukları insanüstü yetileri ile benzersiz yapıtlarını buluşturdukça ulaşılmazlığını anlayıp belleğindeki en seçkin yere onu yerleştiriyor. Böylece Mozart, onu biraz tanıyanlarca benzerliği olmayan bir dehadır. Ona yaklaşmak şöyle dursun buna yeltenenleri bile dışlatacak bir simge, imgelere, egemen bir zarafet anıtı olmaktadır. Mozart’ı dinleyen, üstüne kurulan söylem çatısını öğrenen bir kimsenin, kesinlikle insan uğraşlarında, var edilen ürünlerin değerlendirilmesinde( Güzel Sanatlar alanlarında)ilk akla gelen bir son ölçektir Mozart. Hiç değilse bu Batı kültürü almışlarda böyledir. Kısaca Mozart, müzikle ilgili olmayanların bile benimsediği bir zarafet simgesi, üstün başarı doruğudur. Anneler-babalar, çocuklarının Mozart’ça bir gelişme göstereceğini umarlar, buna zaman zaman da inanırlar. Çünkü çevrelerinden gelen duyuntular, içlerinde bir Mozart imi oluşturmuştur. Zamanla bu azalır,belki de biter ama o kişilerde duygusal bir Mozart kalıntısı hep olur. İşte bu kalıntı Mozart adı söylense de söylenmese de kişide bir koruyuculuk etken tohumudur. Bu duygusal sarmalda hep yaşar. Şöyle de diyebiliriz ,kişi olumsuz bir söylemi duyduğunda kederlenir ya, bu Mozart üstüne olunca biraz daha derinliğe iner. Bu duygusal mekanizmanın kendine yakın insanlar için benzer ritimlerde çalışıp etkinleştiği hep bilinir. Bu mekanizma toplum katmanında benzer duyguları ortaklaşa işleterek bir kamu ölçeği geliştirir. İşte Mozart’ın kişilerdeki saygınlığı yayılarak toplumun koruyucu şemsiyesi altında seçkin yerini almıştır. Bir kamu kültürü ögesi durumuna gelen Mozart, Salzburglu Leopold Mozart’ın oğlu Wolfgang Amadeus Mozart değil ,korunması zorunlu bir ide olmuştur. Bunu istenmeyen bir yere hiç kimse koyamaz. O ayırdında olmadan kişi için kutsallaşmıştır. Öteki makbul duygulardan ayırmak olası değildir. Tartışılmaz, bilinç üstüne alınıp, yeni baştan biçimlendirilemez. İşte Köy Enstitüleri bu düşünceyle Mozart’la yan yana getirilmiş Türk toplumunun önüne konmuştur. Yıllarca gözden düşürülen bir kurum, neredeyse tutulacak bir tarafı kalmamış, üstelik yarım yüz yıl önce kapatılıp yokluğa itilmiştir. Ancak nasıl gözden düşürüldüğünü, buna en çok uğraşanlar da bilmemektedir. Katil’ i maktulün kanı tuttuğu gibi buradaki katiller de bir türlü sırtlarını dönüp gidememektedirler. Kalacak en küçük iz onları ele verecektir. Bunları ortadan kaldırmak işini sürdürmek zorunluluğunu duymaktadırlar. Kandırdıkları zavallı takımı ,azalmakla birlikte ayrık otu gibi, toplumda soysuzun kökü bulunacaktır. Onları uyarmak, onlar aracılıyla yalancı tanıkları çoğaltmak zorunluluğu sürmektedir. İşte bu noktada evrensel duygulardan ,dürüst insanların kendi iç dünyalarını rahatlatmak için dişleri tırnaklarında araştırıp buldukları bulguları burada da babalarının soygunlarda apardıkları ganimetler gibi kullanarak iyi insanları avlamaktadırlar. Nefrete çağırdıkları Köy Enstitüleri kavramı ile insanlığın idealleştirdiği Mozart motifini bir araya getirmek! Bunu daha açık ortaya koymak için, Mozart’ın ölümüne neden olduğu söylenen Salieri ile Mozart ve Salieri yapıtının yazarı A.Puşkin bu konudaki sözlerini anımsatmak istiyorum. Salieri’ye göre sözde Mozart, insan duygularını sarsacak düşünceleri taşıyormuş. Örneğin çalıştığı son eserinde bir süredir ayrı kalan iki sevgili karşılaşıp, bir birlerine sarıldığı bir anda karşılarında, cenaze görürler: İnsan için en kutsal duygu ile insan ruhunu sonsuzluğa götüren ölümün bir araya getirilmesi sanat dışı bir anlayışmış. Mozart bunu düşündüğü için suçlu duruma düşmüş. A.Puşkin de buna katılır. Gerçi o bu nedenle Mozart’ın öldürülmesine üzülür ama, insan duygularının fazla tezada katlanamayacağını da ima etmektedir. Eleştirmen Nurullah Ataç 1951 yılında Opera fuayesinde Puçini’ yi sevmediğini söylemişti. Ben de dinleyenler arasındaydım. Biraz sabırsız davranarak, ”Ben de!” demiştim. Ataç, ”O zaman sen söyle, niçin sevmediğini! deyince. Tosca, sevgi dolu yüreğiyle Mario Cavaradossi’ nin cesedine sarılır, bu, bana anlatamayacağım bir acı veriyor!” deyince, Ataç, ”Benim diyeceğim bundan daha az olacaktı!” deyip, gülmüştü. Doğu insanının pek makbul saydığı Bin bir Gece Masalları bu bakımdan ilginçtir:
-Şehrazat, Şehriyar’ a ölümü göze alarak gitmiş gibidir. Bir an başarılı olur, bundan sonrası Demoklesin Kılıcı altında yaşam boyu sürer. Ancak, yukarda değinilen görüşün tersi bir durum ortaya çıkar. Bunu, ilkellikle açıklayanlar vardır. Nitekim, Bin Bir Gece Masalları, gelişememiş bir toplumda kotarılmış, öylece kalmıştır. Günümüze dek yaşamış olması, türleri arasında gelişmemişliğin simgesi olmasındandır.
Mozart’ı Köy Enstitüleri’yle birlikte anmanın, bir başka nedeni de kurnazca bir seçim, özenle hazırlanmış bir kurgu olduğu söylenebilir. Mozart’ın üstün bir besteci olduğu, yapıtlarınınsa seçkin insanlarca tutulduğu toplumumuza öteden beri pompalanmıştır. Oysa şimdi, salya sümük, sıtmalı yaratıklar(Bunları yazanlar TV baş larında, Afrika Belgesellerini sürekli izliyor olmalı) olduğu, bunlarla Mozart bir arada gösterilince madrabaz teorisine göre insanlar elinde olmayarak bir “Hadi canım sende! ”diyeceklerdir. Mümâ ileyh zaten bunu dedirtmek isteniyor. Köy Enstitülü kim, Mozart kim? Halkımızın özlü sözlerinden biridir, herkes bilir. ”Sen bir garip çingenesin nene gerek simli zurna?” Halkımızın güzel sözleri denince hemen işimize gelenlere sarılırız. İlk aklıma gelen,” Bir deli kuyuya taş atmış, mahalleli toplanıp çıkaramamış! ”Bizim delilerse taşı attı, çıkarılmasın deyip kuyuyu kapattı. Böyleyken taş ve kuyu teraneleri sürüyor. Onların amacı üzüm yemek değil bağcıyı yok etmekti. Gerçek hep saklı tutuldu, asıl amaç: Ne üzüm yemek ne de bağcıyı rahatsız etmek, tek amaçları rahatsız ettiklerini,dillerince,”Elcevaaaap! patronlarına iletmektir. Başlangıçta şaşırttıklarının uyanmasını önlemek için oldukça uğraşlarıdır. Bunu, halktan kopmadan yapmaya özen gösterdiler. Halkla bağları ise hep bilinen ninniler:
-Büyük milletimiz, çalışkan insanlarımız, vatan için can vereden kahramanlarımız(!)Kimi kez de bu ilişki zoraki taktiklerle sürdürülür. Konumuzda bu yöntem de denenmiş, “Mozart’ı mandolinle çaldılar, yazılarına ilgi var!” söylemini çıkararak halk katında yaygın kanı oluşana dek tekrarlanıp belli odaklarda izler bırakılmıştır. Bu izler, tümüyle olumsuz sayılmamalıdır. Her iki durum da görünüşte yazar için çağrı sayılabilir. Bu küçük varsayımları abartarak neredeyse altmış yıldır aynı konuyu tekrarlayıp duruyorlar. Hiç kimse çıkıp (Hiç kimse derken olumlu yazı yazanları bunun dışında tutuyorum. Amacım bunu yazanın okuyucusundan tepki görmemesini belirtmek) “Yahu ne diyorsun? Mozart 200 yıl önce yaşamış bir besteci, 626 büyük beste yapmış, bunları, tüm dünya konser salonlarında ve yayın birimlerinde durmadan çalınıp söyleniyor. Salt Mozart ya da mandolinle Mozart çalmak ne anlam taşıyor?” gibilerden bir soru sormuyor.. Okuyucular sustukça kara çalıcılar nakaratlarını sürdürüyor. Müzayede salonlarında antika eşya tanıtan kişiler gibi bu eski söylem tekrarlandı durdu. Kimileri de “Mal Bulmuş Magrıbi” gibi ilk karalamalarında buna sarıldı.
Oysa Köy Enstitüleri’nde güzel türküler, güzel marşlar söyleniyordu. Faik Canselen’ in İleri Marşı, Adnan Saygun’ un Ziraat Marşı, Halil Bedii Yönetken’ in Ankara Marşı, Musa Süreyya’nın Mülkiye Marşı vb.
Köy Enstitüleri’nde kurulan müzik ekipleri yörelerinde sık sık konserler verip marş ve türküleri çevreye yayıyorlardı. Bunlar hep yok sayıldı ve ortada mandolinle Mozart çalma söylemi kaldı. Büyük besteci Mozart için bir anlam taşır mı bilmem ama onun zarif müziğini dinlemekten yoksun bırakılan talihsiz insanlara salt adını anarak tanıtmak da başlı başına bir alaturka tavırdır. ”Oh olsun Mozart, sen misin bize Marş Alla Turca besteleyip bırakan, müziğin ne denli zarif ne denli kıvrak olursa olsun biz onu zurnayla kendimize uydururuz. Adı alaturka değil mi? Biz de alaturkayız, üstelik senin adını da bestelerinden soyutlayıp dandini mantığımızla güncel konularımız arasına katıp sık sık “Ti,,ye alırız. Öyle yerlerde anarız ki seni Oscar Vilde’ın Dorian Gray’ine dönersin, ve de görsen sen bile kendini tanıyamazsın. Alaturkanın ne olduğunu bilmeden ,daha doğrusu alaturkanın senin sandığın gibi bir müzik terimi olmadığın ayırtına varmadan, bunu doğu insanına musallat olmuş bir beyinsel virüs olduğunu bilmeden, yüzlercesini kullandığın allegro, moderato, presto ,grawe, ronda gibi sanıp kullanman, bilesin ki seni Maria Theresia’ların, Marie Antoinett’erin, Büyük Friedrich’lerin saraylarından tam anlamıyla bizim köy kahvelerimize indirdi. Bu inişte ne senin peruklu kafanın ne onun içindeki beynin ne de tiplediğin Kont Almaviva ,Don Pedro, Don Alfonso ya da Tamina ile Papagenoların, Selim Paşaların, Don Juan’ların bir suçu vardır. Bunlar da kim oluyor ki? Senin yanılgın, alaturka sözünü kullanmakta. Alla Turca’nın bir ruhsal simge olduğunu, buna sarılan insanların bunu görüp duydukça kutsanmış olacaklarını bilememen, affedilmez bir yanılgındır(!)Zaferi kazanmış ama bundan emin olmayan askerlere beyaz, arenalara çıkmış boğalara kırmızı nasıl bir etki yapıyorsa, ona tutkunlara da alaturka sözcüğü böylesi bir doyumsuzluk doyumu yapıyor .Alaturka, ona bağımlıları için tek tedavi ilacıdır. Fuzuli diliyle, ”Ben alaturkamdan hoşem, el çek benim yakamdan Mozart-Bana derman kılma, benim dermanım alaturkamdadır”.. Bu konuyu bildiğime inandığım için başkalarının da bildiğini düşünerek daha derinliğine irdelemeye ve de sözü daha çok uzatmaya gerek görmüyorum. Gene de Köy Enstitülerinde okuyanlar ya da oradan çıkanlar Marş Alla Turca yerine Mendelssohn Düğün Marşı çalsaydı acaba saldırganlar üzerinde daha mı olumlu etki bırakacaktı? gibilerde bir ikircilliğe düştüğüm oluyorsa da gene de buna ”Evet!” deneceğine inanasım gelmiyor. Bence, bu tür yaratıkların zihinsel saplantılarına, kafalarındaki müzik kargaşasına Chopen’in Marş Funebr’i(Matem Marşı) daha uygun düşmektedir. Hem bu marş Mehter Marşını da çağrıştırır; iki ileri bir geri, kimi zaman da marş marşla geriye doğru ilerlemelerini düşletir. Nasıl olsa belediye otobüslerinde bunu yaşamları boyu kuzu kuzu yapmaktadırlar….
Soru.3.Sizce, Mozart’ın Marş Alla Turca’sı yerine Felix Mendelssohn’un Düğün Marşı çalınsaydı ne değişecekti?
Ad.Şekerevler-Yolaç sk: 5/9 İbrahim Tunalı
Fax No.72 Bakırköy-ptt.