Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

22 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Trakya Köy Öğretmen Okulu Kendi Yerinde

 

18 Eylül 1939 Pazartesi

 

Başıma eğilmiş fenerci arkadaşım, “Fenerci, kalk geç kalmışsın” diye iki üç kes seslenmiş. Sefer Tunca bugün nöbetçi. Kahvaltı kampanasını çalmaya çıkınca yatakhaneye uğramış, beni görünce de takılmak için Fenerci demiş. Biz üç arkadaş bu işe başlayalı beri bir birimize fenerci diyoruz. Uyandım, ivedi olarak yıkanıp kahvaltıya yetiştim. Bu durum öğrenciliğimde ilk kez böyle oldu. Sefer gelmeseydi uyuya kalacaktım. Kendi kendime söylendim. Kahvaltıda da kimseyle konuşmadım. Rahatsız olup olmadığımı soranlar bile oldu. Arkadaşlar neşe içinde öğleden sonra futbol sahasını yapmaktan söz ettiler. Hamdi Bağ öğretmenden yardım istediler. Ben kendimi düşündüm. Yatıp kalsaydım herhalde çok utanacaktım. Kahvaltıdan sonra biraz rahatladım. İşbaşı yapmak üzereyken öğretmenler geldiler. Naci İnan Öğretmen “Bugün, üçlemeden paydos yok!” diyerek bizi hızlı çalışmaya koşullandırdı. Ayrıca bana bakarak, “Gruplar da aynı işleri sürdürecek!” dedi. Bu söze gülümseyenler oldu. Bense duymazdan geldim. Söylenmek isteneni biliyorum. Benim grubum en ağır keresteleri taşıyor. Çoğunun yükünü de ben taşıyorum. Bu ilk günden bu yana biraz böyle oluyor. Ancak içlerinde en güçlüsü de benim. En güçlüsü, en yaşlısı. Kimileri yaşlarını açık söylemiyor ama örneğin Mehmet Başaran, Yusuf Asıl, Hasan Üner arkadaşlarımdan dört-beş yaş büyük olduğumu biliyorum. Beden olarak da öyle. On gün önce eczanede kilom 67, boyum 167 cm. olduğunu arkadaşlar da arkadaşlar da biliyor. On ay önce Edirne-Karaağaç’ta kaydımdan sonra revirde yapılan ölçümde kilomun 66, boyumun da 166 cm. oluşundan sonra numaramın da 66 oluşu arkadaşlar arasında konu olmuştu. Böyle olduğuna göre bu grup benden başkası 12x12’lik parçaları taşımaya kalkarsa bunu ben kendime yediremem. Böyle düşünerek işe koyulduk. Az sonra Okul Müdürümüz az ilerimizde faytondan indi, “Kolay gelsin!” diyerek yanımıza geldi. Yüzlerimize baktı, gülerek “Sakla samanı gelir zamanı!” dedi. Öğretmenlere bir şeyler söyleyecek sandığımız için Müdür Beyin sözünü üstümüze almadık. Ancak sözü bir kez daha tekrarlayarak başlarımızdaki kasketleri gösterdi. Güneşte çalıştığımız için öğretmenler kasket giymemizi önermişti. Biz de Edirne-Karaağaç’da verilen eflatun şerit takılmadığı için giymek istemediğimiz kasketleri giymiştik. Müdür Beyin dikkatinden kaçmamış, “Onları beğenmediniz ya da giymek istemediniz. Ne güzel saklamışsınız. Bu sözü atalarımız boşuna söylememiş. Sakla samanı gelir zamanı! Bu sözü, bu tedbirli davranışınızı her zaman düşünün, kendi deneyiminiz size örnek olsun. Size bir de küçük müjdem var. Hikmet Bey işi halletmiş, yakın zamanda iş derslerinizde rahat giyeceğiniz birer takım giysi diktireceğiz!” Müdür Bey bunları söyledikten sonra, yola doğru sıraladığımız kirişleri sordu. “Çatıda rahat göremeyeceğiz, bari yerde doya doya görelim mi, dediniz?” diye sordu. Öğretmenler yanıtladılar “Biz değil, gelen geçen meraklı insanlar sağlam işimizi yakından görsünler, diye yola yakın diktik!” dediler. Müdür Bey oradan yapıcıların yanına uğradı. Müdür Beyden sonra biraz daha gayretlendik, paydostan önce üç çatı kirişini tamamladık. Öğretmenler aralarında konuştular, meydanda gezindiler. Bir noktada durup işaretlediler. Bayrak direği için uygun yer saptadıklarını öğrendik. Bayrağın yüksek bir göndere çekilmesi gerektiği konuşmalar arasında duyuldu. Öğle yemeğine gidince konu gene yemeklere dönüştü. Dün gece karpuz konusu vardı. Bugün tatlı ortaya atıldı. Cumartesi tatlıları gitti, yerine ekmek tatlısı çıktı. Benim için fazla önemi yok, tatlının her türlüsünü severek yiyorum ama kimi arkadaşlar seçim yapmakta kararlılar. Yeğenim İsmet bunların başında geliyor. Mehmet Yücel’le ikisi bir arada olunca arkadaşların çoğunluğunu kendilerine rahatça döndürüyorlar. Bugün de öyle oldu. Fısıltı, ekmek tatlısı üstüne çıktı. Tabaklarda tatlı parçaları kaldı. Yemekten sonra gölgeye dönüştüğü için büyük merdivenlere oturup yoldan geçen arabalara bakıyoruz. Otobüsler, kamyonlar arka arkaya geçiyor. Tekirdağ, İstanbul, Çorlu tarafına geçenlere Tekirdağlı arkadaşlar sevgi sözleri söyleyerek, uğurluyorlar. Edirne tarafına gidenlere de Edirneliler değişik ama daha etkili sözler bulup yarışı kızıştırıyorlar. Lüleburgazlı bir kurumun büyük kamyonları var. Bunları sık sık gördük. Büyük kamyonların yanlarında kocaman harflerle Lüleburgaz kamyonları yazılı. Aynı yazılar tüm kamyonlarda var. İşte bu kamyonlardan bir tanesi biz bugün yola bakıp levhalara göre söz ararken geçti. Ancak kamyonun üstünü çadır bezi ile kapatmışlar. Bez yazının tamamını kapatmamış. Lülebur bölümü bez altında kalmış, gazlı bölümü açıkta. Kamyon önümüzden ağır ağır geçince Mehmet Yücel arkadaşımız konuştu. “Ben ne Tekirdağ otobüsüne binerim, ne İstanbul ne de Edirne, binsem binsem Gazlı kamyona binerim!” dedi. Arkadaşın ne demek istediğini hepimiz anladık, üstünde de duran olmadı, gülenler oldu. Ancak Ali Güleren arkadaşımız büyük bir ilgiyle sordu. “Neden tertemiz otobüs dururken gazlı kamyona biniyorsun?” dedi. Ali’nin şaka için sorduğunu sananlar pek üzerinde durmadılar. Ali sorusunu tekrarladı. Mehmet Yücel bu kez “Onlar beni istediğim yere götüremezler!” yanıtını verdi. Ali ilgiyle niçin diye tekrar sordu. Tüm arkadaşlar olayı anladılar, gülmekten kırılıyor. Ali bu kez iyice şaşırdı. Hepimize dönerek, “Bunda gülecek ne var? İnsan bilmediğini öğrenemez mi?” diye bir de çıkıştı. Mehmet Yücel Lüleburgazlı, bunu belirtmek için hepimizin bildiğini sandığı yarım yazılı kamyonu görünce şakasını yaptı. Ancak Ali arkadaşımız, zaman zaman derslerde de yaptığı gibi olayın tamamını dinlemeden yarısını ele alarak kendisini zor duruma soktu. Arkadaşlar Ali’ye “Sen gazlı kamyonu beğenemedin mi, benzinli kamyonları daha mı seviyorsun?” şeklinde sorular yöneltmeye başladı. Hamdi Öğretmen çıkınca sözleştiğimiz gibi futbol sahası için topluca arka alana gittik. Belli bir bölüm zaten işaretlenmişti. Götürdüğümüz küreklerle bir süre temizledik. İsmet’in voleybol topuyla kollayarak oynayanlar oldu. Hamdi Öğretmen Lüleburgaz’a gidecekmiş, “Bulursam alacağım!” diyerek arkadaşları sevindirdi. Öğretmenden sonra bir grup okula döndük. Arif, Sefer üçümüz fenerleri topladık. Sefer nöbetçi olduğu için erken hazırlık yapmak istedik. Alt kata inince Sami Akıncı’nın alt kattaki sıralı salonda çalıştığını gördük. “Yarından sonra hepimiz bu salonda gene okuma saatlerine girmeye başlayacağız!” dedi. Lüks yanacakmış. Lüksler için bir görevli gelecekmiş. Bu habere biz de sevindik. Fener yakmayı küçümseyerek üslenmiştik ama oldukça sorumluluk yüklendiğimizi gün geçtikçe anlamaya başladık. Bu açıdan lüks işi bizi iki açıdan sevindirdi. Hem ışığa kavuşacağız, hem de biz sorumluluktan kurtulacağız. Sefer nöbetine gitti. Arif arkadaşları fenerleri hazırlayıp yerlerine koyduk. Bu arada merdiveni gördük, kurumuş. Bundan böyle yatakhanemize daha rahat girip çıkacağız. Akşam yemeğinde Hamdi Öğretmenin eksik oluşu bizi de etkiledi. Sanki daha yalnız kalmışız gibi konuşmalara saplandık. Gene merdivene oturup geçen arabalara baktık. Ayrıca küçük sınıfların geleceği günler söylentisi çıktı. Kimine göre 25 Eylül, kimine göre I Ekim tarihlerinde hem eski küçük sınıflar hem de yeni öğrenciler gelecekmiş. Yeni öğrenci sözüne ben katılmadım. “Yeni öğrenciler için karyola hazırlanmadı, nerede yatacaklar?” Bu konular yatana dek sürdü. Ömer Uzgil Öğretmenin Müdür Odasında çalışması, çoğumuzun rahatça gidip yatmasını kolaylaştırdı. En son yatanlardan biri ben oldum. Yarın benim sorumlu olduğum bir işim yok. Biz, saat 10-12 arası beton sulamaya katılacağız, yemekten sonra da hamama gideceğiz. Sabahki durumu düşünerek, yatarken kendimi düşüncelere kaptırmamaya bir daha karar verdim. Sanırım kararımı bu gece tıpatıp uyguladım.

 

19 Eylül 1939 Salı

 

Sami Akıncı arkadaşımız nöbetçi. Müdür yardımcımız Ömer Uzgil Öğretmene en yakın arkadaş. Ya da arkadaşlar öyle biliyor. Yöneticilikle ilgili haberleri çoğunlukla Sami duyurduğu için böyle söylenmiş de olabilir. Sami “Kalkalım arkadaşlar!” dediğinde duyanlar doğruldu. Sami az sonra gidip kahvaltı için kampana çaldı. Bugün de çok önemli iki saatlik çalışmamız var. Alt merdivenle üst şap beton ıslanacak. Bidonlar dünden su doldurulup hazırlanmış. Kovalarla taşıyacağız. Islatmalar böyle yapılıyor. Ancak kovaları iskelelerden yukarı çıkarmak çok zor. Arkadaşlar bundan çok yakınıyorlar. Ben bu işte çalışmadım. Bir iki kez kısa su taşıyışım oldu ama büyük yılgınlık duyacak zorluk çekmedim. Namık Öğretmen erken gelmiş. Halil Basutçu ile Sefer Tunca’yı masasına çağırdı, onlara bir şeyler söyledi. Kahvaltıdan sonra su bidonlarının yanında toplandık. Öğretmen geldi bizi üç gruba ayırdı. Gruplar sıra ile çalışacak. Yirmişer dakika çalışacağız. Birinci grup su çekmeye başlayınca biz okul çevresini dolaşıp gereksiz ne varsa topladık. İkinci grup değişince bu kes birinci grup dinlenmeye geçti. Biz merdiven iskelesini söktük. Biz su taşımaya başlayınca ikinci üçüncü grup merdivenleri ıslattı. Namık Öğretmen on dakika mola verdi. “Arkasından elli dakikanız var, onu da çalışarak geçireceğiz!” dedi. Elimizi yüzümüzü yıkayıp serinledik, iskele gölgesinde toplandık. On dakika sonra Namık Öğretmen, “Asfalt yolun az içeri bahçe bölümüne yığılı tuğlalardan bir bölümünü küçük bina yanına taşıyacağız!” deyip o tarafa yürüdü. Tuğla yığını başına gidince duraksadı. “Çocuklar bu tuğlaları oraya taşıyacağız, üst katta el arabaları var ama onlar hem beton taşındığı için kuruyup ağırlaşmış, hem de tuğla yükleyince bu toprakta yürütmek zor olacak. Ancak biz bu tuğlaları oraya taşımak zorundayız. Düşünün bakalım ne gibi kolaylıklar bulacaksınız?” Bunu dedi az sonra bana “İbrahim, senin bir kiremit hikayen vardı, onu bize bir daha anlatır mısın?”d iyerek güldü. Benim hiç unutmadığım kiremit öyküsünü, Edirne-Karaağaç ilk günlerimizde arkadaşlara anlatmıştım. Daha sonra Alpullu’da hamam duvarlarını örerken de tekrarlamıştım. Öykü, Ünlü Edirne Valisi Hacı Adil Bey ile ilgiliydi. Öğretmen söyleyince kısaca gene anlattım. Daha söze başlarken arkadaşlardan anımsayanlar oldu. “Dizilelim öğretmenim!” deyip köşeye doğru yürümeye başladılar. Öğretmen teşekkür etti. Üç arkadaşımızı tuğla yığını başında bıraktı diğerlerini eller değecek uzaklıkta arayla sıraladı. Son noktaya da gene iki arkadaşı koydu. Elden ele tuğlaları vererek işe başladık. İlk üç arkadaş sıra ile eğilip alıyor, alan arkadaş yanındakine ondan sonrakiler aldığı tuğlaları kendisinden sonrakilere veriyor. Bize bir tür oyun gibi geldi. Namık Öğretmen saatine bakıp “Elli dakika doldu!” dediği zaman koca bir yığın tuğlanın taşındığını hayretle gördük. Fazla yorulmadık ama ellerimizde biraz sıcaklık duyarak ayrıldık. Öğretmen, “Nasıl yöntemimiz güzel değil mi?” diye sordu. Sonra da “Bu bir deneme, bunun gerçeğini çatıya kiremitleri çıkarırken yapacağız, bugün bir küçük deneme yaptık!” dedi. Öğle yemeğinde benim öykümü unutmuş ya da dinlememiş olanlar bir daha sordular. Ben sevinerek babamın sıkça anlattığı eski Edirne Valisi Hacı Adil Bey’in öyküsünü bir daha anlattım. Hamam günümüz, işlerimiz gereği değişti, bu güne alındı. Her zaman saat 16:00’da gidiyorduk, bugün öne alınmış. Hamamın yeni sahibi Hamitabatlı Osman Amca bize kolaylık göstermiş. Bunu Kadir Pekgöz’e anlattım. “Hemşehrin bizi korudu” dedim. Kadir “O benim köylüm ama ben onu tanımıyorum bile!” diyerek bir tepki gösterdi. Saat 14:00’de kamyon geldi, bizi hükümet meydanına dek götürdü. Bu da hoşumuza gitti. Elimizde paketlerle yürümekten hoşlanmıyorduk. Hamam indiğimiz yerin karşısında. Oradan girdik. Çıkışta da oradan alacak. Ancak çıkış saatini az geriye attırdık. Gezmek isteyen olursa, kısa bir dolaşma yaptıktan sonra oraya gelecek. Bu ise tam benim istediğim bir olay. Çıkıp Pazar yerine uğramak istiyordum. Dünkü pazarda sergisini bitiremeyenler bugün de satışlarını sürdürürler. Onlardan bilgi alabilirim. Biraz ivedi işimi gördüm, paketimi İsmet’e bırakarak doğru Pazar yerine gittim. Düşündüğüm doğru çıktı köyden iki kişi sergi kurmuş, Veli Nadar, Poyraz Hasan. Veli Nadar, sergisini komşusuna emanet edip bir yere gitmiş. Hasan Poyraz oradaydı. Önce karpuz konusunda bilgi aldım. Karpuz bu yıl bol olmuş. Ancak savaş sözleri, müşteri sayısını azaltmış. Ayrıca bostan sahiplerinin çoğu asker olunca kadınlar taşıma işini yapamadığından karpuzlar tarlalarda çürümeye bırakılmış. Her yıl olduğu gibi dışarıdan alıcı gelmiyormuş. Birkaç komşu onlar, belli yerlerden toplayıp pazarda satmaya çalışıyorlarmış ama, “Dostlar alış verişte görsün!” cinsinden bir iş oluyormuş. Askere gidenleri sordum. Belli kuralar alınmış, şimdilerde ise gidenlerin geri döneceği tevatürleri dolaşmaya başlamış. Hasan Ağabey “Senin anlayacağın, köy bildiğin gibi değil, karpuzu, üzümü gibi haberleri de tatsız!” dedi. Bana iki karpuz ayırdı, “Götüremem!” dedimse de yanındaki torbasına koydu, “Torbamı isterim, getirmezsen gider ablandan bir torba alırım!” deyip güldü. Karpuzları alıp hükümet meydanına döndüm. Arkadaşlardan büyük ilgi, “Gidip karpuz alalım!” Kazım Usta geldi “Daha görecek işim var, bekleyemem!” deyince Kepirtepe’ye döndük. Karpuz getirdim ama makbule geçtiğini söyleyemem. Birini öğretmenler için aşçıbaşına verdim. Aşçıbaşı kime nasıl bölüştürdü izleyemedim. Ötekini arkadaşlar bölüştürdü, birer lokma ya düştü ya düşmedi. Ben bir lokma bile alamadım. Ancak, gelecek pazar herkes karpuz almaya kararlı. Karpuzlar, doğru dürüst tadımlık bile olamadı ama, bizim köyün, dolaylı olarak da benimle ünlü karpuzlarımız arasında söylem ilgisi pekişmiş oldu. Akşam yemeğinde yemeklerden çok, yiyecekler üstüne konuşuldu. Arkadaşların çoğu tarlada yetişen ürünlerde habersiz, kendi köylerinin özel ürünleri olup olmadığını bile bilmiyorlar. Kimileri ise “Bizim köyde de karpuz oluyor!” deyip geçiyor. Uzunköprülü arkadaşlar o çevrenin ünlü kavunu için doğru dürüst bilgi veremediler. Üstelik sorulara da şaşanlar oldu. “Ne var bunda, bizim orada çok kavun oluyor!” deyip sözü saptıranlar da oldu. Birileri de benim köyümün karpuzlarını övüşüme sinirlendiler. Oysa ben gerçekte bizim köyün karpuzlarını övmüş değilim. Konuyu bizim karpuzların ününü duyan arkadaşlar ortaya getirdiler. Ben, salt bu sözlere koşuk bilgiler verdim. Yatarken de aynı dırıltılar sürdü. Biz fenerleri hazırlayıp bir süre dışarıda oturduk. Hamdi Öğretmenle Ömer Uzgil Öğretmen gene Müdür Odasında çalıştılar. Biz yatakhaneye girdiğimizde herkes uyumuştu. Sessizce yatağıma yattım. Kısa bir anımsama çizgisi çektikten sonra uyudum.

 

20 Eylül 1939 Çarşamba

 

İbrahim Ertur nöbetçi. Hepimizi yumuşak bir sesle uyandırıyor. “Az daha uyuyayım!” diyenlere, “Akşama erken yatarsın!” deyip yüzünü açıyor. Karşılıklı takışmalar oluyor. Gene de herkes kalkıyor. Ömer Uzgil Öğretmenin sesi geldi “Nöbetçi, nerdesin?” Biz yıkanıp kahvaltıya giderken okul önünde koşuşmalar oldu. Sami Akıncı arkadaş arandı. Meğer Sami Akıncı bayrağı indirdikten sonra yerine koymamış. Hamdi Bağ Öğretmen olmadığı için, Sami Akıncı olayı önemsememiş, bayrağı ortalıkta bırakmış. Bayrağın yerine konmaması büyük bir ihmal sayılmış, Hamdi Bağ Öğretmen gibi Ömer Uzgil Öğretmen de çok sinirlenmişler. Kahvaltıda  konu dilimize düştü. Arkadaşlar bayraktan çok “Ömer Uzgil Öğretmenin Sami Akıncı arkadaşa karşı tavrı ne olacak?” Görünüşte hiçbir şey olmadı. “Ne varmış bunda?” diyenler oldu. Öğretmenler geldi. İş başı yaptık. Aramızda konuşurken “İşte pazartesi geldi geçti bugün çarşambadayız, bakalım yemeklerde değişiklik ne zaman olacak?”  Kahvaltıdan sonra işbaşı yapık. Naci İnan, İrfan Aksu Öğretmenler geldiler. Bu hafta kirişler bitecek. “Kolay, ne kaldı ki sekiz yaptık altı kaldı!” dedim. Naci Öğretmen güldü. “O kalan altı içinde iki baş köşelileri beş kirişe bedeldir. Öylesini şimdiye dek hiç yapmadık!” dedi. Bizi planın başına çağırıp açıklama yaptı. Gerçekten iki tarafta da köşelere inen yan kirişler, aralarındaki ikiz kenar üçgenleri biz hiç düşünmüyorduk. İrfan Öğretmense “Sakın gözünüzde büyütmeyin, onların da kolay taraflarını bulup yapacağız. Bu hafta bitmezse haftaya taşırırız. Yapıcılar zaten daha hazır değiller!” diyerek bizi yüreklendirdi. Hamdi Öğretmen üç arkadaşımızı alıp atölyeye gitti. Gidip gelecekler sandık, pek ilgilenmedik. Meğer onlar orada çalışmaya başlamışlar. Yeni alınacak öğrenciler için yirmi ranza daha yapılacakmış. Onlar bunları yapacakmış. Öğrencilerin ay sonunda geleceği kesinmiş. Bunu duyunca biraz şaşırdık. Bir bakıma da gücümüz azalır gibi olduk. Parçalardaki iş bölümü bozuldu. Hazır bulduğumuz kimi kesimleri kendimiz yapmaya başladık. Öğleye dek bir kirişi bile bitiremeyince iyice afalladık. “Cumartesi günü üç kirişi bu üç arkadaş mı yaptı?” diye birbirimize sorduk. Öğle yemeğinde gerçekten yeni bir görünüm vardı. Tabak dolusu karpuz, kadın budu köfte sebze türlüsü. Aşçıbaşı sözünde durdu, söylemleri içinde, yemekten çıktık. Ancak karpuzlar bizim karpuzlardan değildi. Ben, görünce anladım. Nedenini de Ahmet Gökay Ağabey açıkladı. Bizim köyün karpuzları ince kabuklu olduğu için, fazla yuvarlanmaya gelmiyormuş. Onları tarlasından alıp yemek zevkliymiş ama, fazla yuvarlanınca içi kolay boşalıyormuş. Bu nedenle sert kabuklu siyah çizgili karpuzlardan almışlar. Biraz da bunlar daha ucuzmuş. Hem de bekleyebiliyormuş. Bugün aldıkları, kilerde bir süre bekleyecekmiş. “Olsun!” deyip karpuz yediğine sevinenler olduğu gibi, karşı olup, “Çalıştırırken sözlerin güzeli, yiyeceklere gelince ucuzu!” deyip tepki gösterenler de oldu. Gene de yemeklerin düzeleceği konusunda söylenenlere hepimiz inandık. Öğleden sonra daha rahat çalıştık. Beş ayakta duran kirişlere karşın, beş de yatık sıraladık. Tam karşımızdaki duvar pencere altına dek yükseldi. Bir grup da bina önündeki küçük ekin duvarlarını örüyor. Hasan Çevik Öğretmen de panama şapka giymiş, sürekli örüyor. Orası küçük olduğu için çabuk yükseldi. Zaten birinci kat kapatılıp altı tuvalet yapılacak, üstü de büyük bina tamamlandıktan sonra örülüp öğretmen odası olarak kullanılacakmış. Binaya baktıkça yaptığımız çatının oraya nasıl taşınacağını ürkerek konuşuyoruz. Ancak çatı ile kapanınca binanın oldukça gösterişli olacağını da düşleyip seviniyoruz. Paydos olmaya yakın kamyon okulun önüne geldi. Tam önümüzde durdu. Nazmi Öğretmen inince yukarıdaki yardımcı İbrahim’e “Demirleri buraya indiriver!” dedi. İbrahim kamyondan demirleri indirdi. Demirleri yakınımıza bırakıp gittiler. Demirler gerçekte demir borularmış. Merak ederek baktık iki kısa biraz ince üç de kalın uzun boyu. Birinin ucunda bir tahta takoz az altında da makara. ”Bunlar nedir? ” diye soruştururken, arkadaşlar sorunu çözdüler, “Bunlar bayrak direği olacak!” Yeni bir gelişmeymiş gibi bayrak direği haberini arkadaşlara duyurduk. Paydosla yemek arası bir araya gelince başka yeni haberler de aldık. Hamdi Öğretmen futbol topu, şişirme pompası almış. Yeni lükslerle lüks yakıcı gelmiş. Yeni öğretmenler gelmiş. Küçük sınıflar bir hafta sonra, yeni öğrenciler de ay başında kesin gelecekmiş. Akşam yemeğini aydınlıkta yedik. Bizim, benim, Arif’in Sefer’in fenercilik işi bitti. Buna bütün haberlerden çok sevindik. Lüksleri yakan genç bir arkadaş. Herhalde benim yaşımda falan. İsmail. Adı hemen yaygınlaştı. “İsmail oraya da bir lüks, şuraya fener de koysan olur. Şu şu şu saatlerde söndür!” türü buyruklar duyulmaya başlandı. Akşam yemekleri de güzel çıktı. “Karpuz yok mu?” diye soranlara Mustafa Saatçı, “Yatarken karpuz yerseniz, yataklara kaçırırsınız!” deyince büyük bir çıngar koptu. “Sana imam ya da hafız demek günah, sen yiyeceklere böyle sözler söylüyorsun!” gibilerde takılanlar oldu. Mustafa “Öyleyse siz de bana imam, hafız gibi adlar takmayın!” diyerek karşılık verdi. Alt kattaki sıralı salona gittik, bir sıra oturduk. Lüksle ders çalışılamayacağı kanısına vardık. Lüks asılınca altı kararıyor. Alçağa koyunca gözleri parlatıyor. Mehmet Yücel “En iyisi biz, akşam yemeğinden sonra yatalım!” dediği sırada Ömer Uzgil Öğretmen kapıdan girdi. Mehmet Yücel’e bakarak “Çok mu yoruldun?” diye sordu. “Rahatsızsan git yat!” dedi. Geldi, aramızda gezindi. “Şimdi ağır işlerde çalışıyorsunuz, ilerde dersler başlayınca bu denli yorulmayacaksınız. Çaresiz bir süre lüks ışığında oturtacağız. Dilerim elektriğimiz kısa zamanda gelir!” Hepimiz gülümsedik, belli ki hepimiz sevindik. Yapılacak, denilen işlerin hep yapıldığına tanık olduğumuz için, bize söylenen sözlere inanıyoruz. Bu ara kampana çaldı, yatmaya geçtik. Okul içinde iki, dışarda da iki yerde lüks yanınca bu durum bize çok değişik, olağanüstü bir yenilik gibi geldi. Gene bir başka yere taşınmışlık duygusuna kapıldık. Yatınca hemen uyumak için kendi kendime düşünmemeye karar verdiğim halde, gene uyuyamadım. Bizim yatakhanenin kapısı önünde kısık bir fener yanıyor. İçerdeki ışık ancak ranzaları sezecek ölçüde. Oysa dışarda oldukça aydınlık var. Hamdi Öğretmen tam üstümüzde, ışık oradan gelse gerek. Öğretmen, lüks ışığında mı uyuyor? Belki de geceleri kitap okuyor, diye düşündüm. Ben böyle yorumlar yaparken birden karanlık oldu. Sanırım öğretmen de uyudu!

 

21 Eylül 1939 Perşembe

 

Mehmet Yücel arkadaşımız nöbetçi. “Ben kalktım, yağma yok siz de kalkacaksınız!” deyip önce alttakilerin kalkmasını istiyor. Tüm arkadaşlar kalkınca kalk kampanası çalacakmış. Gülmeler, nedenler, olurlar, olmazlar arasında kalktık. Karşı olanlar çok ama besbelli ki arkadaşa takılma amacıyla yapılan karşıcılıklar bunlar. Zaten o da böylesi tavrı bunları bildiği için yapıyor. En gürültülü bir sabah olmasına karşın en neşelisi de bu sabahtı. Kahvaltıda da aynı hava sürdü. Hepimiz yerlerimize oturduktan sonra arkadaşımız kendince güven duyduğu arkadaşlarına takıldı. Kimisinin yavaş çiğnediğini, kimisinin, çiğnemeden yuttuğunu söylerken Hamdi Öğretmen geldi. Arkadaşın konuşmalarının bir bölümünü duymuş bu kez de öğretmen Mehmet Yücel’e takıldı. “Bize bir örnek göster. Gel kahvaltını burada yap, yakından görelim!” dedi. Arkadaşımız bu konularda çok olumlu düşünüyor. Hemen, “Olur efendim ama ben bu gün kahvaltımı yapmış durumdayım. İkinci kez yaparsam bu normal sayılmaz. Bir başka güne erteleyelim!” Arkadaşlar, “Yapmadı!” demeye kalktılar ama öğretmen, “Bu konuda söz hakkı arkadaşınızındır. Onu zorlamaya bizim hakkımız yoktur!” Böylece değişik bir kahvaltı yaptık. Mehmet Yücel arkadaşımız farklı tavırlarını bir kez daha ortaya koydu, farklı bir denge içinde geçiştirdi. Biz Hamdi Öğretmenle birlikte çalışma yerimize gittik. Öğretmen, giderken düşüncesini söyledi;  “Mehmet Yücel, neşeli bir insan, bu yaratılışta olanlar, çevresindekileri üzmezler, arkadaşlıkları da güvenli olur!” Arkadaşlar, Mehmet Yücel’in herkese ad takmasını anlattılar. Hamdi Öğretmen, okullarda ad takılmasının olağan sayıldığını, Dahası bunun gelecek yıllarda öğrencilik yaşamlarının anımsanmasında yararlı olduğunu örneklerle anlattı. Kendi öğrenciliğinden örnekler verdi. Biz öğretmeni dinlerken öteki öğretmenler faytondan indiler. İrfan Öğretmen bizim yanımıza geldi, “Günaydın!” dedi. Hepimiz karşılık verdik. Hamdi Öğretmen, İrfan Öğretmene sordu: “Öğrenciliğinde arkadaşların sana ne ad takmışlardı?” İrfan Öğretmen birden olayı anlamadı, “Ben başkasına ne dedimse onlar da bana aynı sözü söylerlerdi!” deyince, bu kez “Sürekli söylenen bir söz olmadı mı?” diye sorusunu tekrarladı. İrfan Öğretmen bir süre düşündü. Bilgi anlamı taşıdığı için adından dolayı, bilen, bilge, akıl, akil dediklerini soyadı için de Davran falan dediklerini anlattı. Hamdi Öğretmen Mehmet Yücel’den söz etti. İrfan Öğretmen ise  “Mehmet’i tanıdım çok terbiyeli bir çocuk. Bünye olarak biraz zayıf, marangozluğa neden ayrılmadı?” diye sordu.

Naci Öğretmen de gelince arkadaşların bir bölümü gene atölyeye ayrıldılar. Biz, çatı çalışmamızı sürdürdük. Önce bir öğretmen sert kenarlı bir şapka giymişti. Sonra Namık Öğretmende de aynı şakayı gördük şimdi tüm öğretmenler onları giymeye başladılar. Onların adı, Panama şapkaymış. Sert, tencere kapağı gibi. Müdür Bey, yanında bir yabancıyla inşaati dolaştı, eski bir öğretmen arkadaşıymış. Bizim okula atanmış. Bıyıklı, yerlere kadar inen bol paçalı pantolonu var. Adını da söylediler. Hiç duymadığım bir ad, Hidayet Gülen. Hidayet. Hidayet. Bir süre tekrarladım. Ne dersleri okutacak acaba? Ne ders okutacağını kimse bilmiyor. “Çok merak ediyorsan Okul Müdüründen sor!” dediler. Bense salt müzik öğretmeni bekliyorum. Müzik öğretmeni değilse, kim olursa olsun, bana ne?

Öğle yemeğinde bugün kavun yedik. Uzunköprü kavunuymuş. Neresinden anladılar bilmem, bizim kavunlardan farkı yok. Aksine bizim bazı cins kavunlar bunlardan daha tatlıdır. Mustafa Saatçı bana laf attı. Uzun köprü kavunları bizim karpuzlardan daha makbul sayılıyormuş. Duymazdan geldim. Bu kez İsmet’e duyurdu. “Uzunköprü kavunu mu istersin, Dayıköyü karpuzu mu?” dedi. Bu kez ben, “Çöpköy’de yetişenlerden konuşalım, Çöpköy’den. Uzunköprü büyük bir ilçe, Çeşmekolu 60 hanelik bir küçük köy. Çöpköy’ün yarısı bile değildir!” Arkadaşlar tartışma uzayacak sandılar. Ancak Mustafa beni duymazdan geldi. Uzunköprü ile Lüleburgaz’ı karşılaştırmaya başladılar. Olay tüm Trakya ilçelerini kapsayarak karşılaştırmalar başladı. Bu kez Lüleburgaz kazandı. Lüleburgaz’ın Trakya’nın Edirne’den sonra en kalabalık yerleşkesi olduğunda birleşildi.

Öğleden sonra tüm gayretlerimizi toplayıp düz kirişleri tamamladık. İki köşe kaldı. Köşenin çizimini Hamdi Öğretmen bir daha anlattı. “Büyük bir ikizkenar üçgenle iki dikkenar üçgen. Üçgenler bir tepe noktasında buluşuyorlar. O tepe noktasının büyük ağırlığı alt kirişe yükleniyor. Bu nedenle burası binanın çatısı açısından önem kazanıyor. Alttaki kiriş ötekilerden farklı desteklerle pekiştiriliyor. Pekiştirme için, fazla iş, fazla malzeme istiyor, dolaylı olarak da fazla zaman alıyor. Böyleyken biz bu çalışma tempomuzla cumartesi günü bu işi bitireceğiz!” Öğretmeni dinledikten sonra iyimserliğimiz arttı. Tamamlamış gibi sevindik. Hamdi Öğretmen “İçinizde futbolcu var mı?” diye sordu. Bekir Temuçin ilk parmağı kaldıran oldu. Hamdi Öğretmen ona bir “Aferin!” çekti. Öteki arkadaşlar da oynamak istediklerini söyledi. Ben susunca öğretmen “Abi, senden ses yok mu, oynamak istemiyor musun?” diye sordu. Hiç oynamadığım için, yararından da zararından da habersiz olduğumu söyledim. Öğretmen, “Haklısın, ancak bir dene, belki zevk alırsın!” diye özendirdi. Paydostan sonra hep birlikte futbol sahasına gittik. Arkadaşların çoğu geldi. Hamdi Öğretmenin beni istemesinin bir nedeni varmış, oraya gidince anlaşıldı. Biz marangoz grubu 10 kişiyiz. Öğretmenle on bir oluyoruz. Öğretmen marangozlar takımı tasarlamış. Marangozlarla, Yapıcılar maç yapacakmış. Ben de girdim, bir süre sahada dolaştım. Üç kez ayağıma top geldi üçüne de vurdum. Öğretmen gördü, “Aferin!” dedi. Ancak üçü de atmak istediğim yere gitmedi. Gene de içimden “Ayağıma çok top gelse belki istediğim yere atarım!” düşüncesini geçirdim. Bu, bana umut verdi. “Küçük Bekir!” diye adlandırdığım Bekir Temuçin, fırıldak gibi top çeviriyor, istediği yerlere de atıyor. Şaştım. Öğretmen, oyunu kesti. “Cumartesi, pazar günleri çok oynayacağız!” diyerek topu tuttu, yemeğe heyecanlı konuşmalar içinde döndük. Hamdi Öğretmen bizim masada oturdu, öğrencilik yaşamından söz etti. Öğretmen aramızda olunca konuşmalar daha uyumlu oluyor. O nedenle bu gece yemek daha sessizlik içine geçti. Yemekten sonra alışkanlık edindik, çıkıp bir süre merdivenlerde oturuyoruz. Otobüsler geçerken kimi arkadaşlar hayal kuruyorlar. Yusuf Asıl izinli gidecekmiş. İzini bitince Çorlu’dan otobüse binip okulun önünde inecekmiş. İsmet İstanbul’a gidip otobüsle dönecekmiş. Yakup Tanrıkulu öğretmen olduktan sonra buradan geçerken inecekmiş. Herkes buna benzer sözler söyledi. Konuşmalara katılmayanlar vardı. Biraz kenarda oturan Ali Güleren’e Mehmet Yücel takıldı “Ali Aga, sen ne yapmayı düşünüyorsun, sen bu yoldan hiç geçmeyecek misin?” diye sordu. Ali az yüksekte oturuyordu, herkes o tarafa baktı. Ali elini, bileğinden oynatarak ileriye doğru silkeler gibi “Ben böyle boş hayal kurmam, baksana otobüsler burada durmuyor bile, insan burada nasıl iner ki?” diye sorunca herkes, tıkanırca güldü. Arkadaşlar uzun uzun gülünce Ali hiç ses çıkarmadan kalktı gitti. Arkasından “Ali bizi güldürmek için söyledi, Ali hiç otobüse binmemiş, otobüsleri tren gibi sanıyor!” diyenler oldu. Uzun süre buna güldük, Ali’nin derslerdeki buna benzer sözleri anımsandı. Almanca dersinde ne demişti, matematik öğretmenine söylediği, Türkçe dersindeki sorusu anımsandı. Mehmet Yücel dayanamadı, “Arkadaşa haksızlık ediyoruz, konuşmalarımızı duyup üzülecek!” diyerek kalktı Ali’yi aramaya gitti. Az sonra “Bizim konuşmalarımızı hiç umursamamış, Ali mışıl mışıl uyuyor!” deyip gülerek geldi. Bu kez arkadaşlar “Biz de gidip mışıl mışıl uyuyalım” diyerek kalktık. Buraya geleli iyi bir alışkanlık edindik, yatınca uzun konuşmalar yapılmıyor. Bu biraz da erken ya da kaçak yatmaktan ötürü oluyor ama, böylesi işimize de geliyor. Yatar yatmaz uyuyanlar çoğunlukta. Ya da önce yatmakta birinciliğe oynadığım halde burada yatmakta değilse bile uyumakta sonuncu duruma kadar gerilemiş durumdayım. Arkadaşlara anlatınca bana “Gerektiği kadar yorulmuyorsun, ondan!” diyenler oluyor. Aslında çok yorulduğum günlerde de böyle geç uyuduğum oldu. Hiçbir düşünceye sapmadan Ali Güleren’i düşünüp uyumaya çalıştım. Ali Güleren. Güleren soyadı güzel geldi. Gül-eren. Güle eren mi denmek isteniyor? Bu soyadı bana büyük halamı anımsattı, El-fide. El’le fide’yi anımsatıyor. Fazla bir anlam çıkaramadım. Hasan Amcamın soyadına takıldım, Büyükerenler. Yeni Bedir’deki Kamber Amcamın soyadı Uzun. Onların baba tarafı uzun boyluymuş, çok eskiden beri öyle anılıyormuş. Babam geçmişten söz ederken bazı zamanlar söyler, “Ablamı Uzun’lara verdiklerinde daha çok küçüktüm!” deyişini duyar gibiyim. Babamın küçüklüğü düşüncesi iyice uykumu açtı. 40 yıl önceki bir çocuk. Belki de 50 yıl önceki bir bebek. Ben de 18 yıl önce bir bebektim. Küçük ablamın bebeğini anımsadım; kaç aylık oldu acaba? Nisan ayında görmüştüm. Beş ay geçmiş. Köye gitmeye karar verdim: cumartesi gidip pazar günü döneceğim, hem de bu hafta.

 

22 Eylül 1939 Cuma

 

Kampana sesine uyandım. 28 İdris Destan nöbetçi. Kurallara uyan bir arkadaşımız. Gitmiş önce salt zili çalmış sonra gelip uyuyanları uyandırmayı yeğlemiş. Kampanayı biraz uzun çaldığından olacak herkes uyanmış durumda. Bir bakıma iyi oldu, konuşa konuşa yıkanıp, kahvaltıya gittik. Kahvaltılarda bir değişiklik yok. Çoğunlukla çay, peynir ekmek. Haftanın dört, bazen beş günü peynir diğer günleri zeytin oluyor. Nedense arkadaşların çoğu zeytinleri yemiyorlar. Bense zeytini seviyorum. Babamın büyük etkisi oldu. Babam zeytini, zeytinyağını sever, çevresine de sevdirmeye çalışır. Bir keresinde ağzımda zeytin çekirdeğini gezdirirken yutmuştum. Korktum, sonunda babama söyledim. Ben azar beklerken babam güldü, “Zeytin çekirdeği aslında sertleşmiş yağdır, erir gider, hiç üzülme!” dedi. Bunu hiç unutmuyorum. Daha sonra da zeytin çekirdeği yuttuğum oldu, hiç telaşlanmadım. Genellikle yutmamağa dikkat ediyorum. Çok tuzlu olmadığı zamanlar zeytinleri severek yiyorum.

İrfan Öğretmen bugün erken geldi. Yola öteki öğretmenleri beklemek üzere çıktığında önünde Muratlı’ya yolcu bekleyen bir otobüs durmuş, atlamış onunla gelmiş. “Nasıl olsa ilerde, bu tür araçlara binmek zorunda kalacağız, bari şimdiden alışalım!” dedi. Hamdi Öğretmen de gelince küçük bir açıklamadan sonra parçaları seçip taşıdık. İrfan Öğretmen bir ara “Baba” dedi. Burada ilk kez duyuyorum. Baba, köşe kirişlerinin buluştuğu dikmeye de baba deniyormuş. Başka adları da varmış ama, İrfan Öğretmen öyle demiş. Biz de “Baba” demeye başladık. Çatının köşe yükünü taşıtan direk. Hamdi Öğretmen parça sayısını bir kağıda yazmış, okudu gözden geçirdi. Tamam dedikten sonra kesim çizimlerine geçildi. İrfan Öğretmen şemaya göre çiziyor. Cinsleri ayrı ayrı koyup bitince kesmeye başladık. Malzeme kalın kereste olduğu için hem çok dikkat ediyoruz hem de zorlanıyoruz. Değişmeyen destereci benim. Çok yorulmuyorum ama hızlı da çalışamıyorum, bunun ayırdındayım. Bunu bir ara söyleyecek oldum. Hamdi Öğretmen numaramla bana seslendi, “66, tabakhaneye yetişme telaşımız yok!” dedi. Ben anlamadım. Arkadaşlar güldüler. Bu kez öğretmen arkadaşlara, “Anlamadı, illa anlatmaya çalışmayın!” diye uyarıda bulundu. Bu kez anladım, böyle bir sözü başka zaman da duymuştum. Ancak üstüme alınacak bir taraf görmedim, gülüp geçtim. Öğretmen “Elimizden geldiğince çalışıyoruz, arkamızdan bizi kovalayan yok!” demek istedi, diye düşünüp kesmeyi sürdürdüm. Az sonra desterenin öbür ucuna Mehmet Başaran geçti. Konuşurken, “Öğretmenin sözünü sen doğru anladın, aldırmadın. Ancak arkadaşlar yanlış anladıklarından, söz söylenmiş gibi bakıp güldüler. Bu söz bizim köyde de çok söylenir. Benin anam-babam bile bir işte birisi telaşlanınca “Yavaş ol, tabakhaneye bok mu yetiştireceksin!” derler.” diyerek konuşmaya açıklık getirdi. Üzerime almadığım gibi kimseye de kızmadım. Öğretmenlerimin, beni üzecek ölçüde kırıcı konuşmayacağına iyice inanmış durumdayım. Doğrusu böyle bir duruma düşmemek için de tüm dikkatimle çalışıyorum. Kesme işini yarılamak üzereyken öğle paydosu oldu. Yemekten sonra gölge oluşan büyük merdivende otururken Nazmi Öğretmen, yanında Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur, Hüseyin Serin bir de sürücü yardımcısı İbrahim’le geldiler. Nazmi Öğretmen İbrahim’e bir yer gösterdi. İbrahim de kazmaya başladı. Öteki arkadaşlar da el arabalarıyla  harç getirdiler. Arkasından demir boruları taşıdılar. Biz de yanlarına indik. Kazılan yere bayrak gönderi dikilecekmiş. Arkadaşlardan İbrahim’e yardım edenler oldu. Nazmi Öğretmen borulardan birinin alt deliğine bir şeyler takarak kazılan yere dikti. Getirilen çimentolar dökük toprak düzeyinde bırakıldı. Üç metrelik bir demir boru oraya dikilip bırakıldı. Başka demirler de var ama onlar ellenmedi bile. Nazmi Öğretmen arkadaşlara teşekkür edip ayrıldı. Ayrılırken de “Sakın demire avuçlayıp sağa sola çekmeyin, hiç değilse akşama dek öyle kalsın!” dedi. İşbaşı yaptık ama tam karşımızdaki yarım demir olayı bizim için sorun oldu. “O kadar kısa bayrak direği olur mu?  Bayrak onun neresine asılacak?” Bir yandan da, “Öğretmen öteki demirleri takmayı unuttu. Bundan sonra onlar oraya takılmaz!” Üzerinde o denli duruldu ki sonunda İrfan Öğretmen konuyu sordu. Arkadaşlar anlatınca da gülerek “Canım o, Nazmi Öğretmenin bileceği bir iş, o üslendiğine göre bir şeyler yapacaktır elbet!” dedi geçti. Ara ara paydosa dek dilimize takıldı kaldı. Merakı giderilmemiş olanlar paydostan sonra da yapıcılarla konuştular. Top oynamaya ben gitmedim. Oyundan yemeğe dönerken bile bayrak direği konuşuluyordu. Mustafa Saatçı öbür boruların da sonradan ekleneceğini anlattı ama, nasıl ekleneceğini o da bilmiyormuş. Nazmi Öğretmen “Borular numaralı onları sonra takacağız!” demiş. Ancak Mustafa Saatçı öğretmenin bilgisinden bir kuşku duymadığı için ortaya varsayımlar atmıyor. Bazı arkadaşlar tüm konuları bir tarafa itip bayrak direğini kaygı nedeni yaptı, yatıncaya dek bunu konuştu. Buna biraz da, konuya sinirlenip “Yeter, yapıldığında nasıl olduğunu görürsünüz!” diyenlere karşı bir tepki durumuna döktüler. Son kez yatarken İsmet bağırdı. “Çok merak edenler uyumasın, gece yarısı ben kalkıp öteki boruları da takacağım!” dedi. Sanırım karşılıklı atışmalar uzun sürdü, gülüşmeler arasında uyumuşum.

 

23 Eylül 1939 Cumartesi

 

Mustafa Saatçı zamanında kalkmış, kalk kampanasını çaldı geldi, İsmet’e “İsmet, karanlıkta boruları ters takmışsın, ben onları çıkardım, akşam doğru olarak takarsın!” dedi. İsmet uykulu uykulu “Yapma be İmam, öyle kalsaydı, ben çok uğraşmıştım, bir daha uğraşamam!” Mustafa hiç belli etmeden “Sen bilirsin!” dedi çıktı. Yıkanıp kahvaltıya giderken, kimi arkadaşların okul önünden dolaştığı görüldü. Kesin olarak söyleyemem ama birkaç arkadaşın tavrı, Mustafa ile İsmet’in şakalarını gerçek olarak algılayıp, bayrak direğini görmeye gittiği kuşkusunu hepimizde uyandırdı. Kahvaltıdan sonra işbaşı yaparken, iki fayton dolusu öğretmen geldi. Ahmet Gökay Ağabey ile muhasebeci Hikmet Bey de vardı. Ayrıca geçen gün Müdür Beyle gezen öğretmen de geldi. O da panama şapkalı. İş öğretmenleri hepsi işbaşı yaptı, ötekiler yemekhaneye toluca girdiler. Okulun ön tarafında çalıştığımız için giren çıkanları görüyoruz. Nazmi Öğretmen diktiği boruyu gidip yokladı. Bize sakın yapmayın dediği sağa, sola çekme olayını kendisi yaptı. Görebildiğimiz kadarıyla da düpedüz oynatmak için asıldı. Biz ona bakarken Ömer Uzgil Öğretmenle yeni gelen Hidayet Öğretmen balkona çıktılar. Tekrar tekrar ölçme yaptılar. Arkadaşlar olasılıklar öne sürdü. En inandırıcı olasılık, okulun adını gösteren tabelanın balkona yerleşmesi konusu oldu. İşimizi sürdürürken bir yandan da çevremizde olanları ilgiyle izledik. Öğle yemeğinde, öğretmenler nedense bizim masalara dağıldılar. Bizim masaya Ömer Uzgil Öğretmen düştü. Biz kendisinden çekindiğimiz için suskunlaştık bu nedenle daha çok o bize sorular sordu. Hasan Üner, yeni gelen öğretmenin hangi dersimize gireceğini sorunca, yeni gelen öğretmenin bizim derslerimize girmeyeceğini öğrendik. “Hidayet Gülen Öğretmen, kendisi küçük sınıfları istedi!” dedi. İlerde belki, müzik ya da resim derslerine girebilirmiş. Çünkü hem müzik, hem de resim konusunda yetkiliymiş. Müzik deyince ilgim arttı. “Dersler başlayınca Sinanlı’dan müzik aletleri gelecek mi?” dedim. Öğretmen güldü, “Gidip alırsak, gelecek!” dedi. Ama sözlerinin söyleyişinden herhangi bir umuda kapılmadım. Besbelli ki böyle bir şey düşünülmüyor. Öğleden sonra işimize koyulmuş çalışırken tam bizim çatı kirişleri önünde bir otobüs kenara çekilip durdu. Böyle bir durumu ilk gördük. Çocuklar, kadınlar, gençler, askerler indi. İnenlerden biri de öğretmenmiş, yanımıza kadar geldi, sordu. Ne yaptığımızı, kimler olduğumuzu öğrenmek istemiş. Yanındaki çocuk için su rica etti. Öğretmenin uyarısı üzerine ben koşup bir büyük su kabı ile iç içe girmiş bakır su bardağı götürdüm. Arabaları su kaynatmış, beklemek zorunda kalmışlar. Öğretmen, bizim öğretmenle bir süre konuştu. Memnun kaldı. Su kabını bardakları alırken, teşekkür edenlerden biri bana “Siz burada gazete falan da okuyamıyorsunuzdur, bir günlük gazete vereyim de okuyun!” dedi. Cebinden güzelce, mendil gibi katlanmış bir gazete çıkardı, verdi. Gazeteye bakmadan aldım belime soktum, su kaplarını mutfağa götürdüm. Arkadaşların yanına döndüm. Çalışmamızı sürdürdük. Akşam paydosunda arkadaşlar futbol için gidince, alt merdivenden Sami Akıncı’nın çalıştığı yere girdim. Sami gene orada, bu kez Hüsnü ile Emrullah da oradaydı. Gazeteyi açtım okumaya başladım. Kocaman bir başlık, İzmir’de Deprem, Dikili yıkıldı, Binlerce ölü, başlıkları var. Duraksadım. “Bu kötü haberi arkadaşlarıma duyurursam, üzülecekler, üzüntü nedenini benden bilecekler!” deyip okumaktan vazgeçtim. Gazeteyi görünce Hüsnü istedi, “Veremem, benim değil!” dedim. Emrullah ise “Versen ne olur yiyecek miyiz senin gazeteni?” dedi. Arkamı dönüp çıktım. Gazeteyi dolaba sakladım. Koşarak futbolcuların yanına gittim. Herkes oynuyor, takımların sayıları azmış, beni de aldılar. Bir süre ben de koştum. İçimden hep depremi düşündüm. Ben depremden zarar görmüş insan ya da yıkılmış ev görmemiştim ama depremin korkunç bir şey olduğunu yaşamıştım. Bir yıl Harman dövümü günlerinde, koştuğumuz iki öküzün iplerinden tutup suya götürmüştüm. Derede akan suyun gölleşmiş bir yerinde hayvanlar su içerken birden sallandım. Hayvanlar bağırarak ipleri elimden çekip kaçtılar. Korkunç sesler çıkardılar. Arkalarından baktım kaldım. Korkuyla bakarken gölün suları ayaklarımı gömdü. Köpekler havlamaya başladı. Dere boyundaki insanların bağırışı, kaçışı beni öyle korkuttu ki hayvanları bırakıp harmana koştum, ablama sarıldım. “Öküzler kaçtı!” dedim, ağlamaya başladım. İlginçtir öküzler arkamdan gelmiş, harmanda başak yemeye başlamışlar. Gözlerimi açınca daha çok şaşırdım “Öküzleri kim getirdi?” diye sordum. Bana “Deprem (Onlar zelzele diyordu) felaketini bütün canlılar duyuyor, onlar da senin gibi buraya döndüler!” diye bir takım sözler söylediler. Daha sonra da iki kez depreme tanık oldum. Onlarda böylesi bir yılgınlık yaşamadım ama bendeki ilk korku hep sürdü. İzmir’deki herhalde çok şiddetli oldu ki, yüzlerce ev yıkılmış, binlerce insan ölmüş. Akşam yemeğinde arkadaşlara bakıyorum çok rahatlar. Akşam dolaptan bir şeyler alırken Halil bana sordu, “Hüsnü’ye okumak için gazeteyi vermemişsin, iyi sakla da ben görüp okumayayım!” deyince gazetenin başlığını gösterdim. Bu kez Halil şaşırdı. “İyi etmişsin!” dedi, üzgün olarak yanımdan uzaklaştı. Hiç kimse ile konuşmadan yattım. Söz söyleyen takılanlar oldu. İsmet geldi, “Dayı hasta mısın!” dedi. Sustum. Tanık olduğum ikinci depremi anımsadım. Gene bir yaz günüydü, ben kahvede babama yardım ediyordum. Bahçede asmalar altındaki peykelerde insanlar vardı. Su isteyenler oldu, Asmalı tabla dediğimiz tepsiye bardakları su doldurdum isteyenlere bardak uzatırken elimdeki tabla sallandı. Bardağı alan kişi birden, “Sallandık, Allağım sen bizi koru!” dedi. “Öyle mi, farkettim, etmedim” sözleri bir süre konuşuldu. Babam hemen kahveye girdi, “Evet, lamba hala sallanıyor!” deyip çıktı. Köyde herhangi bir zarar saptanmadı. Ancak daha sonra gazeteler Yunanistan’da büyük zarar olduğunu yazmıştı. Bunları aklımdan geçirirken uyumuşum.

 

24 Eylül 1939  Pazar

 

İsmet nöbetçi uyanamamış. Mustafa Saatçı seslendi, “Dayısı, İsmet nöbetçi, vakit geldi, arkadaşlarını kaldırması gerekirken kendisi bile kalkmamış!” İsmet şaka yapıyormuş, hemen kalktı, kampanaya koştu. Bu kez de Mustafa Saatçı arkadaşları birer birer dürterek uyandırdı. İsmet kampanayı çaldıktan sonra koştu geldi; gülerek bizi kahvaltıya çağırdı. Kahvaltıda ne olduğu sorulduğunda, İsmet’in mutfağa uğramadığı anlaşıldı. Bu bir görev aksaklığıydı. Kimimiz güldü, kimimiz de yarım ağızla kınayarak, topluca kahvaltıya gittik. Deprem olayını, Halil’in dışında benden başka kimse bilmiyor, sanıyordum. Hüsnü geldi özür diledi. Önce neden özür dilediğini anlamadım. Meğer Halil onunla gazete işini konuşmuş. Biz fısıldaşırken arkadaşlardan soranlar oldu, “Ne fısıldaşıyorsunuz?” Çoğunluk kendi havasında. Gene iş, gene futbol, gene yiyecekler! İşbaşı yaptık. Başlangıçta verilen karara göre üç günümüz kaldı. Birinci çatıbaşını bugün bitirmemiz gerekiyor. İrfan Öğretmenle Naci Öğretmen birlikte geldiler. Naci Öğretmen mutfak tarafına giderken İrfan Öğretmen “Çocuklara söyleyelim mi?” diye sordu. Naci Öğretmen, “Saklamanın ne yararı olacak ki?” dedi. Ben hemen anladım, ama anlamamış gibi durdum. İşe kaldığımız yerden başladık. Yeni yaptığımız büyük kirişi bu kez eskilerinin yerine diktik. Çatı olarak kurduk ama yan ekler eksik, onları tamamlıyoruz. Arkadaşlardan birisi eklediğimiz yan destekler için öğretmene, “Bunların görevi ne?” diye sordu. Öğretmen, “Onların görevi çatıyı sağlamlaştırmak. Koyduğumuz tüm parçaların görevi de zaten budur; çatıyı ayakta tutmak! Çatı ne denli pekiştirilirse o denli dayanıklı olur. Varsın fazla malzeme gitsin ama, çatı olur olmaz sallantılardan da etkilenmesin!” dedi. Arkasından da, “Bakın, dünkü İzmir depreminde binlerce bina yıkılmış, insanlar ölmüş. Bunların çoğu binaların kusurlu yapılmasındandır. Sahi siz, burada gazete okuyamıyor, radyo dinleyemiyorsunuz. Nereden duyacaksınız!” deyince ben hemen, duyduğumu söyledim. Öğretmen sordu “Nereden duydun?” Dünkü gazete olayını olduğu gibi anlattım. Arkadaşlar da, öğretmen de şaştı. Öğretmen bu kez “İbrahim, sen çok iyi düşünüyorsun, gerçekten arkadaşlarının ağabeyisin. Bugün bile söylememeyi ben de düşündüm, arkadaşlarla da konuştuk. Uzun süre saklamanın bir anlamı yok. Ancak senin saklaman bizimkinden farklı. Sen dün saklamalıydın, ancak ben bugün saklamamalıydım, saklayamazdım da. Siz bunu gecikmiş olarak bile olsa duymalıydınız. Bir bina yapılırken depremleri yok saymak affedilecek bir kusur değildir. Binaların en büyük yıkıcısı depremlerdir. Onlara karşı önlem almak bina yapıcılarının namus ölçüsü olmalıdır!” İrfan Öğretmen konuşurken Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Konu, Hamdi Öğretmen gelince bir daha açıklandı. Hamdi Öğretmen bana baktı “Başka türlü davransaydı, ona gülerdim!” dedi. Yusuf Asıl, “Gene gülüyorsunuz öğretmenim” deyince “O gülüşle bu gülüşün dağlar kadar farkı vardır, sense bunu anlayacak yaşa gelmedin, küçüğüm!” dedi. Arkasından “Bak buna da güldüm, bu da başka bir gülüş!” dedi, Yusuf’un azıcık uzamış olan saçından çekti. “Saçların senden daha çabuk büyüyor!” dedi. Biz hazırladığımız kirişi kaldırırken kamyonun okulun tam önüne çekildiğini gördük. Kazım Usta kamyonu sağa sola döndürerek bir süre gezdirdi. Arkadaşlar, kamyon dikilen yarım bayrak direğine vuracak telaşına kapıldılar. Biz, aramızda “Neyse kamyon direğe çarpmadan durdu!” diye konuşurken Nazmi Öğretmen yanında Mustafa Saatçı ile İbrahim Ertur arkadaşlarla geldi. Kazım Usta’nın yardımcısı İbrahim, iki bidon üzerine kalaslar koydu. İbrahim’le Mustafa ellerinde iplerle uzaklaştılar. İşaret verilince de ipleri çektiler. Nazmi Öğretmenle İbrahim borunun ucunu alt boruya tutturarak yavaş yavaş çektirdiler. Uzaktan görebildiğimiz kadarıyla olay böyle oldu. Sonuçta yerde gördüğümüz üç boru, bayrak gönderi olarak oraya dikildi. Arkadaşlar, “Nasıl oldu, neden öyle oldu?” sorularını giderek değiştirip, takılan ip kopunca yenisinin nasıl takılacağını konuşmaya başladı. Mehmet Yücel, arkadaşların merakını gideren yanıtını verdi. “Daha yüksek bir direk diker, ona çıkıp takarsınız!” Bayrak direği bizim köşeli çatı kirişini gölgeledi. Öğle yemeğindeki karpuz bile bayrak, bayrak direği konuşmaları arasında az anıldı. Ancak İrfan Öğretmenin bize duyurduğu deprem olayı yaygınlaşınca dikkatler başka tarafa yöneldi. “Depremde yeni binalar da çöker mi? Bizim binanın çatısı bile yapılmamış, tuğlalar üstümüze düşer mi?” türünden sorular sorulmaya başlandı. Çoğumuz “Hayır!” desek de, korku ya da kaygı hepimizi sardı. Özellikle üst katta çalışanlar iskelelerden inip çıkarken bile ürperdiklerini söylemeye başladılar. Bu konuda Namık Ergin Öğretmenle Hasan Çevik öğretmenler örnek olmak için en uçlarda çalışmaya başladı. Seslerini yükselterek konuştular, neşeli sözler söylediler. Her günden daha büyük bir gayretle çalıştılar. Seslerini duydukça bizim öğretmenler de onlara yakın konuşmalarla değişik bir hava yaşattılar. Kendi kendime sordum “Ağabeylik bu mu acaba? Ben bu konuşmaların altında deprem korkusunun yattığını anlıyorum, bu nedenle arkadaşların neşesine olur olmaz sözlerde katılamıyorum!” Bunu anlayan Hamdi Bağ Öğretmen, her günkünden daha çok, bugün benimle ilgilendi, bana iş buyurdu, beni hiç boş bırakmadı. Paydos olduğumuzda ise benim bugün çok çalıştığımı söyleyerek, akşam erken yatıp derin bir uyku çekmemi önerdi. Az sonra arkadaşlar gene futbol oynamaya gitmek üzere toplanırken Hamdi Öğretmen beni çağırdı, “Bizim takım seninle tamamlanıyor, arkadaşların sana gereksinimi var, gel!” dedi. Gittim. Gittiğim iyi oldu. Daha çok tuttuğumu, daha dikkatli oynadığımı gördüm. Bir süre oynarsam becerebileceğimi duyumsayarak, sık sık oyuna katılmaya karar verdim. Oyun sonunda öğretmen bizimle konuşa konuşa okula döndü. Yemekte bu kez bir başka masaya oturarak arkadaşlarla konuşmasını sürdürdü. Yemekten sonra sıraları yerleştirdiğimiz salona toplandık. Bundan böyle her gece gene bir saat serbest okuma yapılacağı duyuruldu. Bunun için de kampana çalınacakmış, bu saatte dışarda dolaşılmayacakmış. Buna ben çok sevindim. Arkadaşların bazıları üzüldü. Hasan Üner’de kitaplar var, bir tane istedim. Bana Aya Seyahat adlı kitabı verdi. Bu yazardan okuduğum üçüncü kitap olacak. 80 Günde Devrialem-Deniz Dibinde 20 Bin Fersah- Aya Seyahat. Kitabın girişi hoşuma gittiği için ilgiyle okumaya başladım. Yat için kampana çalınca üzülerek bıraktım. Yarın akşamı sabırsızlıkla beklemeye başladım. “Ne olacak, aya gidilecek mi, yoksa hepsi sözde mi kalacak?” Hasan’a sordum: “Aya gidilmediğine göre sözde kaldığı belli!” diye bir yanıt verdi. Bu yanıt benim için yeterli olmadı, kendim okuyup, sonucu öğrenmenin daha iyi olacağını düşündüm. Yatınca kitabın başındaki hesapları anımsadım; insanlar nelerin hesabını yapıyorlar! Bilginler, diye ortaya atılan insanlar sahiden bilgin mi acaba? Hem soruyorum hem de başka türlü olamayacağını düşünüyorum. Benim de her zaman baktığım Ay Dede için neler söyleniyor. Ay üstünde “Oturan adam!” diye duyduğum, köyde bir çok kimsenin de öyle bildiğini sandığım görüntünün yüksek dağlar olduğunu başkaları nasıl saptamışlar? Bunları düşünürken uyumaya çalışıyorum. Daha doğrusu böyle şeyleri düşünürken uyumayı çok istiyorum. Öyle uyursam düşüncelerimin daha sağlıklı olacağına iyiden iyiye kendimi inandırmış durumdayım. O zaman rüyalarımın da güzel düşünceler doğrultusunda olacağını umuyorum. Rüyalar içinde bilgilerimin artabileceğini bile düşünüyorum. Babam, “Rüyalar bazen geçmiş, bazen de gelecek olayların muştusudur!” der, sık sık bir olayı anlatırdı. Balkan Savaşı ya da Yunan  İşgali yıllarında düşman güçlerine karşı direnenlerden bir tanıdığı tuzağa düşürülerek sağ olarak yakalanmış, bir süre tutukevinde yatırılarak, sözde adil yargılanıyor havası vermek için de tanıdıkların görmesine izin verilmiş. Bu kişi, babamın çok yakından tanıdığı komşu köyümüz Erikleryurdu’nun saygın insanlarındanmış. Kendi köyünde olduğu gibi çevrede de Atik Ali olarak anılıyormuş. Bu nedenle tutukluluğu Trakya’da oldukça yankı yapmış. Bunu bilen düşman sorumluları, özellikle de işbirlikçiler tevatürler çıkararak tutukluyu sevenlere umutlar verip yatıştırıyorlarmış. Babam son tevatürlere inanarak ziyaretine gitmiş. Sevdiği, kurtulmasını da çok istediği için umutluca konuşmalar yapıp sıkıntısını azaltmaya çabalarken Atik Ali babama, “Dostum, sen bu sözlere inanmışsın, dostum olduğunu da biliyorum. Bu andan sonra benim başımda bekleyen kopiller de (Trakya yöresinde düşman askerlerine verilen bir ad) beni kurtaramaz!” der. Sonra gördüğü bir rüyayı anlatır. Rüya şöyledir. Düşman komutanı kendisini asık bir yüzle karşılar, kendisine bir köşk yaptırdığını, bu köşkte yalnız onun yaşayacağı söyler. Ali Ağa reddedince, düşman komutanı anahtarı Atik Ali’ye eliyle tutması için atar. Atik Ali kıpırdamadan durur. Ancak anahtar Atik Ali’yi alıp götürür. Atik Ali simsiyah bir karanlığa uçmuştur. Atik Ali konuşmasını, “Kader-kısmet bu kadarmış. Beraber olduğumuz arkadaşlar kurşunlandılar. Benim kurtulmam ise şans değil şanssızlıkmış; gavurun hakaretine müstahakmışım!” deyip susar. Babam, bu konuşması gibi rüyasının da, içinde bulunduğu ruhsal durumdan kaynakladığını düşünür. Bunu kendisine söyler. Ancak aradan bir hafta bile geçmeden Atik Ali’nin asıldığı haberi yayılır. Babam, gene de tüm rüyaların bu denli kesin çıkmadığını, kimi zaman bomboş, kimi zaman da olumlu olayları belirttiğini söyler. Ayrıca çocukların rüyalarının çocukça, yaşlılarınsa yaşlılara uygun görüldüğünü belirtir. Buna göre benim rüyalarımın yavaş yavaş çocukluğun dışına çıktığını düşünebilirim. Güzel, hayırlı rüyalar dileyerek gözlerimi kapadım.

 

25 Eylül 1939 Pazartesi

 

Yakınımda bir fısıltı oldu, gözlerimi açtım. Ayak ucumda yatan Yusuf Asıl’la birisi konuşuyor. Yusuf nöbetçiymiş, akşamdan Sami Akıncı’ya söylemiş. Sami her zaman erken kalkan bir arkadaşımız. Yusuf’un uykusu biraz ağır olduğundan, ses yükseltmeden uyandıramamış. Bu nedenle ben de erkenden uyandım. Rüya görüp görmediğimi düşündüm. Herhalde görmedim, yattığım gibi kalktım. Oysa rüyalar üstüne uzun süre düşünerek yatmıştım. Birden aklıma geldi bir rüya gördüğümü anımsadım. Türkçe öğretmenimiz Fikret Madaralı dolaplarımızı, çantalarımızı görmek istemiş. Herkes gibi ben de dolabımı, çantalarımı (İki çantam var) açtım. Çantamın birinin mendil dolu olduğunu gördüm. Öğretmen mendilli çantaya hiç bakmadı. Ötekini karıştırdı, “Buna neden mendil koymadın?” diye sordu. Yürüdü gitti. Sonra ne olduğunu anımsamıyorum. Ancak büyük ablam, “Rüyada mendil görülürse ayrılık olurmuş!” derdi. Bir çanta mendil gördüğüme göre büyük bir ayrılık mı olacak acaba? Bu soruya yanıt aramadım. Babamın sözüne göre ben daha çocuk sayılırım, rüyalarım da çocuk rüyasıdır. Arkadaşlarla birlikte kalkıp yıkandım. Kahvaltıda çay-zeytin-ekmek. Zeytin sevmeyenler kem küm ediyorlar. Bizim masadakilere, zeytinin yararlarından söz ederken Hamdi Bağ Öğretmen yanımızdan geçti. Bana bakıp “Ne anlatıyorsun?” diye sordu. Hilmi Altınsoy, “Zeytinin yararlarını anlatıyor!” deyince, “Dikkatle dinlemenizi öneririm, bir gün ben de dinlemek için geleceğim!” dedi. Arkadaşlar, öğretmenin şaka söylediğini doğru anlamadılar. Bana “Öğretmenlere bile bilgi vermeye başladın!” türünden sözler söylediler. İşbaşı yaptığımızda tam iş bölüşmesi yaparken Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen geldi, “Günaydın, kolay gelsin!” dedikten sonra “Ustalar, himmetlerinize muhtacız, öğleye dek iki arkadaşınıza izin verirseniz Tarım etkinliklerine de bugün başlayacağız. Çok değil öğleye dek!” dedi. İrfan Öğretmen “Estağfurullah, yeter ki siz isteyin, hepimiz gönüllü geliriz!” dedi. Bir şey anlamadan baktık. Öğretmenler yavaş sesle konuştular. İki öğretmen de bana baktı. İrfan Öğretmen, bana “Bizden bugün izinlisin!” dedi. Bu kez Salih Öğretmen “Evrensekiz köyünü görmek isteyen varsa bir arkadaşınız daha bize katılsın!” dedi. Hüseyin Orhan katılmak istedi. Anladık, Evrensekiz köyüne, daha doğrusu oradaki Eğitmen Kursuna gidilecek. Arkadaşlardan ayrıldık. Okul önünde beklerken kamyon geldi. İbrahim Ertur’la Arif Kalkan da bize katıldı. Az sonra öğretmen geldi, Evrensekiz köyüne gittik. Bir kaç yıl önce oradan geçmiştim. Ancak köyü tümüyle öğrenmiş değildim. Yakın olduğu için çabuk gittik. Eğitmen Kursu köyün dışında denecek kadar, ayrı kurulmuş. Gerçekte kurs bitmiş. Zaten gidişimiz de bu nedenleymiş Bizim okulla Eğitmen kursu kardeş kuruluş, demirbaş eşyalar ortak kullanılıyormuş Daha doğrusu eşyalar, önce Eğitmen Kursuna verilmiş, bizim okul açılınca da okula devredilmeye başlanmış. İlerde tüm eşyalar bize verilecekmiş, Eğitmen kursları kaldırılacakmış. Öğretmen bize bu bilgileri verdi. İndiğimizde Haydar Bey adlı bir sorumlu bizi karşıladı. Öğretmenle bir süre konuştular. Öteki sorumlu görevliler geldi. Öğretmen elindeki listeyi onlara verdi. İstenenler hazırlandı, Kazım Usta, yardımcısı İbrahim, biz dört arkadaş, kısa zamanda yüklenecekleri kamyona taşıdık. Azar azar belirtilen eşyalar, toplam olarak neredeyse kamyonu doldurdu. Sıra, masa, sandalye yanında, kepçe, kazan, su kabı gibi mutfak araçları yanında, dolap, çadır türü büyük eşyalar, Alpullu’da bizim kullandığımız tarım araçları, bizden sonra oraya taşınmış, onları da aldık. Bu arada iki de arı kovanı seçtik. Az gecikmeyle öğle yemeğine yetiştik. Kazım Usta kamyonu bizim futbol sahası yaptığımız tarafa çekti. Yemeğe geldiğinde de, bize, “Kamyonu hemen boşaltmak zorundayız, su taşınacak!” dedi. Yemekten sonra biz gene kamyona gittik. Tarım araçlarını, dolap, sandalye, masaların bir bölümünü, kovanları, çadırları oraya, ötekileri de mutfak önüne boşalttık. Bizim işimiz bitti sanıp Hüseyin Orhan’la arkadaşların yanına giderken İrfan Öğretmen, “Oradaki işinizi bitirince gelmeyeceksiniz, izniniz sürüyor!” dedi. Eşyaların yanına gittik. Arif’le İbrahim de geldi. Öğretmen bizi görünce gülerek, “Ben tüm gün diyemedim ama gönlümden hep bunu demek geçiyordu.” Eliyle eşyaların yığıldığı yeri göstererek “İşte burası bizim Tarım büromuz. Bu noktadan başlayarak, tepeden dereye dek gönlümüzce her tarafı yeşerteceğiz. Bu canlılık buradan, gördüğünüz bu noktadan fışkıracak!” dedi. İlk iş olarak Arı kovanlarını, öğretmenin gösterdiği yere koyduk. Arılar bir süre kapalı kalacakmış. Daha doğrusu akşam üstleri bırakılacakmış. Biz çalışırken kapalıydılar. Çadırın birini kurduk. Dolap, sandalye, masa koyduk. Az ileriye de ikinci çadırı kurduk. Araç gereçleri içine doldurduk. Atölyede kazık hazırlayıp daha sonra çakmak üzere öğretmen bize izin verdi. Gerçekte paydos olmuş, arkadaşlar top sahasına geliyordu. Hamdi Öğretmen bizi de çevirdi. Biz sahaya indik öğretmenler bir süre çadırların yanında konuştular. Hamdi Öğretmen geldi. Öğretmen bizim takımda oynadığı için kaç gündür bizim takım üstün çıktı. Karşı takım öğretmeni hakem olmasını, ancak o zaman adil oyun olacağını öne sürdüler. Öğretmen öneriyi kabul etti, hakemlik yaptı. Bu kez bizim takım fena halde yenildi. Okula dönerken kurduğumuz çadırların insansız oluşundan kaygılanıp hırsız gelmez mi diye öğretmene soranlar oldu. Öğretmen “Salih Ziya Bey onu düşünmüş, yakında bekçi gelecek, bekçi gelinceye dek, aşçı yardımcısı burada yatacak!” dedi. Akşam yemeğinde yeni haberleri bizden oldu, Eğitmen Kursunu, yarım da olsa gördüğümüz Evrensekiz köyünü anlattık. Oraya gittiğimizde Salih Ziya Öğretmenle konuşan Haydar Bey, bir ara bizim öğretmene “Sahi okulu burada kursalardı daha iyi olacaktı, orada ne tarımı yapacaksınız ki? Burada kazma ya da kürek toprakta unutulsa sapı yeşerip ağaç olur. Bağa bahçeye elverişli, tam tarım yeri, toprağı verimli, suyu bol!” Salih Öğretmen, “İnsanlar çalışınca her yerde güzel işler üretebilir. Az emekle çok üretim olanağımız olmadığına göre çok emekle yeterince üretim için gücümüzü kullanacağız, devletimiz, milletimiz sağolsun!” dediğini anlattı. Tarım çadırları, Salih Öğretmen sözlerinin sık sık söylenmesi kimi arkadaşlarca iyi algılanmadı. İdris Destan, Fettah Biricik, Bekir Temuçin, Ali Güleren, Yakup Tanrıkulu, Ali Önol arkadaşlar açık açık Tarım derslerine karşı duruyorlar. “Tarla sürmenin kitapla ilgisi yokmuş. Hiç okuma bilmeyen binlerce insan ekip biçiyormuş!” Buna benzer sözler söylüyorlar. Çok yanlış ama öteki arkadaşlar sustuğu için ben de karşılık vermeden gülüp geçiyorum. Bazan sinirlenip “Size sorarlarsa düşüncelerinizi söylersiniz. Ancak düşüncelerini iyi derleyip toparlayın, konuşun, derslerde yaptığınız gibi boynunuzu bükerek ayakta sütçü beygirine dönecekseniz bu işe hiç başlamayın!” diyorum. Bir süre gıkları çıkmıyor. Okuma saatımıza alışıyoruz. Yusuf düzgün nöbet tuttuğunu kanıtlamak için yüksek sesle buyruklar vererek bizi yönlendiriyor. Mehmet Yücel bu duruma sinirlendi. Yusuf’a “Sen horozluk mu yoksa tavukluk mu taslıyorsun? Horoz gibi kuruluyorsun ama tavuk gibi yaygara koparıyorsun!” dedi. Yusuf kendisi başta olmak üzere hepimiz güldük. Yusuf’ “Senin için söylenmiş söze sen neden gülüyorsun?” diye sorulduğunda güzel bir savunma yaptı. “Ben ne tavuk, ne de horozum. Arkadaş o sözü sizi güldürmek için söyledi. Siz gülerken ben neden bu gülüşten yoksun kalayım. Ayrıca ilk günden beri arkadaşın sözlerine güle güle onu şımarttık. Bu nedenle o ağzına geleni söylüyor. Gülmeyi kesersek o bu huyundan vazgeçecektir. İyisi mi gülelim de o bizi eğlendirme görevini sürdürsün!” Ben, Mehmet Yücel’in benzetmesinden çok Yusuf Asıl’ın savunmasını beğendim. Ayrıca hiç sinirlenmedi, sakin sakin konuştu, güldü, geçti. Aya Seyahat’ı yarıladım. Anladım, adamların aya maya gideceği yok, öyle planlar kuruyorlar. Olmayacak işleri olacakmış gibi gösteriyorlar. Ama gene de okuyacağım. Okuma saatinden sonra kimseyle konuşmadan yattım. Alpullu’daki yöntemimi uygulamaya başladım.

 

26 Eylül 1939 Salı

 

Nöbetçilik önemsenmeye başladı. Kaldırma işine karışınca kimin nöbetçi olduğunu anlıyoruz. Harun Özçelik’le çok çalıştığım için sesi fısıltı bile olsa duyuyorum. Hiç rahatsız etmeden sözleri söyleyebiliyor. İşleri de konuşması gibi yumuşak, düzgün. Arkadaşlar da benim gibi düşündüklerinden olacak hiç karşı koymadan, dediklerini yapıyorlar. Sakin bir kalkış, kısa zamanda yataklar boşaldı, Dolaplar kapandı dışarı çıkıldı. Ömer Uzgil Öğretmen de merdivenlerin önünde bizi izliyor. Muslukların açık bırakılmasına sinirleniyor. “Taşıma su ile yaşıyoruz, dikkat!” diyor. Açık bırakanı görürse çevirip kapattırıyor. Biri, açık bırakınca bir başkası kapatmaya koşarsa onu durdurup ihmal edeni uyararak kapattırıyor. Fettah Biricik, Ali Güleren, Ali Önol, Ahmet Güner bu konuda kusur etmişler. Benim şaştığım bu arkadaşların dersleri de pek iyi değil. Örneğin Fettah, musluğu açık bıraktığı için değil de Almanca dersinin zayıf olduğu için kendisine kızdığını söyleyebiliyor. “Musluğu açık bıraktın mı bırakmadın mı?” diyenlere “Eeee, bıraktımsa bıraktım, ne var bunda?” diyebiliyor. “İşte onun için paylandın, dersin için değil!” dendiği zaman renkten renge girip, söyleniyor. “Bir daha dikkatli olacağım!” gibilerde bir düşünceye yanaşmıyor. Ali Güleren’le Ali Önol arkadaşlar da öyle. Ahmet Güner arkadaş, sanırım dalgınlıkla yapmıştır. Bunu yaptığı için de utanmıştır. Bir daha kesinlikle bu hatayı yapmaz. Bunları düşünerek kahvaltıya gittim. Peynir, ekmek, çay. Masaya otururken “Peynir ekmek, çay!” dedim. Karşımda Hilmi Altınsoy “Ne o çay, peynir ekmek mi bekliyordun?” dedi. Ben hiç duraksamadan “Hayır, ekmek, peynir çay!” dedim. Hilmi duraksadı, bana sordu “Sen ne söyledin, ben ne söyledim?” dedi. Herkes güldü. “İkiniz de aynı şeyleri söylediniz!” dediler. “Neleri söyledik?” Yediğiniz şeyleri. Ben buna da hayır dedim. Şaştılar. Açıkladım “Siz yiyorsunuz, ben daha başlamadım!” deyince bu sözüme de güldüler. Neşeye gereksinimleri varmış sahiden neşelendiler. Sözümü beğendiklerini söyleyince ben neşeden öte biraz böbürlendim. Hasan Üner benim için, “O çok kitap okuyor yakın zamanda biz, onun dilinden anlamamaya başlayacağız!” dedi. Ben buna da “Sahi mi, sen çok kitap okudun ama biz senin dilinden anlıyoruz!” dedim. Bu kez Hasan biraz alındı, “Benim okuduklarım çoluk çocuk kitapları, sen bilimsel kitapları okuyorsun!” deyip okuduğum Jules Verne’in kitaplarını sıraladı. Çalıştığımız yere topluca gittiğimiz sırada İrfan Öğretmen geldi. Aynı faytondan Salih Ziya Öğretmen de indi. Onu görünce anımsadım, İrfan Öğretmene bugün nerede çalışacağımı sordum. Öğretmen önce “Burada!” dedi. Ne düşündüyse “Salih Öğretmen gerekirse bir başka gün çağıracakmış!” diye ekledi. Arkadaşlar kaldıkları yerden, ben de onların yaptıklarını sürdürerek işe başladık. Hamdi Öğretmen gelince bana takıldı “Dün nerelere sıvıştın?” dedi. Sıvıştın sözüne arkadaşlar gülünce öğretmen, “Sıvışma”nın anlamını açıkladı: Birlikte bulunduğu arkadaşlarına nedenini bildirmeden sessizce ayrılmak anlamını taşıyormuş. İrfan Öğretmen beni savundu: “İbrahim’in niçin gittiğini biz biliyorduk ama!” dedi. Hamdi Öğretmen biraz hayret ederek “Öyle mi? ” diye sordu. Ben bundan yararlanarak “Sıvışanın kim olduğu belli oldu!” dedim. Öğretmenler kahkahayla güldü. Arkadaşlarsa bir süre bakışıp sonra uzun süre hem güldüler hem de bunu konuştular. “Hamdi Öğretmen bundan alındı mı?” Hamdi Öğretmen bir süre yanımızdan ayrıldı. Biz çalışmamızı sürdürdük. Kararımız gereği ikinci köşeyi çatıp dikmiş durumdayız. Köşe direkle alt kiriş çift lentoluk. Bunlar bir birine vidalanıyor. Bunları yaparken Hamdi Öğretmen “Bakın bunu çatı üstünde bugün yapsaydık bayrağı asacaktık!” dedi. Bana bakarak “Sahi, geçen hafta bayrak işini aksatmışsınız. Sen git, bayrağı al, gel; belki buradan katılırız!” dedi. Gittim, bayrağı getirdim. Çatımızın yerdeki işi hemen hemen bitmiş duruma geldi. İrfan Öğretmen öyle söyledi. Naci Öğretmen geldi. Hepimize “Çocuklar bizim işimiz bitti gibi, hepimiz çalışırsak iki saatlik tutkal işimiz kaldı. Bugün iki saat çalışıp bitirelim, yarın kurusun, pazartesi günü isterlerse kullansınlar!” dedi. Hamdi Öğretmen Naci Öğretmene “Çalışırız öğretmenim, size canımız feda olsun!” deyince Naci Öğretmen “İyi öyleyse ödeşiriz, bizimki size daha önce feda olmuştu!” dedi, gülüştüler. Kampana çalınca tören için meydana toplandık. Hamdi Öğretmen bayrağı takıp deneme yaptıktan sonra beni çağırdı, alışık olduğum için yadırgamadım. Marş başlarken birden çektim. İlk bayrak çekişli törenimiz güzel geçti. Hamdi Bağ Öğretmen bana sıkı sıkı tembihledi, “Bundan sonra Cumartesi-Pazar günleri ile tüm törenlerde bayrağı sen çekeceksin, unutma!” dedi. Arkadaşlar arasında bir fısıltı başladı Hamdi Öğretmen Sami Akıncı’yı affetmedi. Sami geçen hafta bir unutkanlık göstermişti. Ömer Uzgil Öğretmen Sami Akıncı’yı görevlendirmişti, Hamdi Bağ Öğretmen ise o görevi Sami Akıncı’dan aldı. Bu olay, arkadaşlar arasında bir süre konu oldu. Yemekte öğrendik, Naci Öğretmenin sözleri bir nezaket sözüymüş. Aslında herkes çalışıyormuş. Yapıcılara öyle iki saat falan değil, “Öğleden sonra çalışılacak!” denmiş. Yemekten sonra merdivenlerde toplandık. Namık Öğretmen yukardan “İşbaşı!” uyarısı yaptı, arkadaşlar koştular. Biz de Naci Öğretmenin yanına gittik. Tutkal kaynatılmıştı, ikişer üçer ayrılarak sürüp çakmaya başladık. Bitirmek üzereyken Ömer Uzgil Öğretmen geldi, iki yardımcı rica etti. İçime doğmuştu, beni çağıracağını bekliyordum. Öyle oldu, beni işaret etti. Bir süre baktı bu kez Hüseyin Orhan’ı seçti. Yapıcılardan da Hüseyin Serin’le Fettah Biricik’i almış. Dünkü gelen sıraları Müdür Odasının yanındaki odaya taşıyıp sıraladık. Alt kattaki sıraları da bizim yatak odası üstüne taşıdık. Hamdi Öğretmenin odasına masa, sandalye koyduk. Ömer Uzgil Öğretmenin odasına dolap getirdik. Sıraları çıkardığımız alt kat geleceklerin yatakhanesi olacakmış. Üstler de derslik. Bizim yatak odamızın üstü bizim dersliğimiz oldu. Köşedeki çok pencereli oda da öğretmenler için ayrılmış. Getirdiğimiz bir masayla kalan sandalyeleri oraya taşıdık. Girip çıkarken dikkatli baktım. Küçük binanın duvarları tamamlanmış. Pazartesi beton kalıpları yapılacakmış. Bizim taşıma işimiz bitti. Ömer Uzgil Öğretmen teşekkür etti. Biz işimiz bitti, diye sevinirken herkesin paydos ettiğini gördük. Naci Öğretmenin yanına gittik. Onlar da bitirmişler. Ranzalar, pazartesi günü taşınacakmış. Bugün de tüm günümüz çalışarak geçti. Az bir zaman kaldı. Arkadaşların çoğu gene futbol oynamaya koştu. Ben kitabımı açıp yeni dersliğimde okumaya başladım. Kimileri de gene merdivene oturup yüksek sesle konuşmayı sürdürdüler. Sesler olduğu gibi geliyor. Ömer Uzgil Öğretmenin odası hemen yanlarında, Müdür Beyin kapısı açık, konuşmaları kesinlikle duyarlar diye kendi kendime düşünürken Ömer Uzgil Öğretmenin sesi geldi. “Siz böyle merdivenlere oturup yola karşı hoş olmayan bir görüntü verirseniz, bu iyi izlenim bırakmaz. Oturmak istiyorsanız derslikleriniz boş, geçin oturun. Yok, temiz hava alacağız diyorsanız, arka taraflar daha elverişlidir. Lütfen merdivenlere böyle serpilip oturmayın!” Sesler kesildi, arkadaşlar dağıldı. Merdivende oturanların hiç birisi dersliğe gelmedi, futbol oynayanların tarafına gittiler. Ben Aya Seyahatı okudum. Aya kimse gitmedi ama gitme sevdası sürecek gibi. Hasan daha önce önermişti, aynı yazarın Mişel Stragof kitabını okumaya karar verdim. Onun kitaplarını kolay okuyorum. Bitişleri de pek öyle acıklı olmuyor. Akşam yemeğinde bol bol Lüleburgaz övgüleri dinledim. “Nasıl sinemaya giderdik, nasıl parkta otururduk, nasıl çıkıp dolaşırdık!” Oysa o zaman da bunlar söylendiği gibi yapılmıyordu. Ya da yapmaya çalışanlar eleştiriliyordu. Bunlar hep böyle mi olacak? Dünyayı dolaşan insanları düşündüm, Aya gitmeyi tasarlayanlar nasıl çalışıyorlar, onları düşündüm. O denli karmaşık matematik hesapları nasıl yapıyorlar?

Yemekten sonra yeni dersliğimizde oturduk. Hamdi Öğretmen geldi, “Hayırlı, uğurlu olsun!” dedi. Çok gürültü çıkarmamamızı, kendisinin uyuduğunu, uyandırılmamasını söyledi. Kimse inanmadı, arkadaşlar sürekli okuduğunu, odasında kalın kitapların bulunduğunu söylediler. Yat kampanası çalar çalmaz yattım.

 

27 Eylül 1939  Çarşamba

 

Kendiliğimden uyandım. Başka uyananlar var. Akşam yatar yatmaz uyuduğumu anladım. Yattığımı anımsıyorum. Arkasından bir şey aklıma gelmiyor, demek hemen uyumuşum. İçimi çekerek “Ne iyi!” dedim. Kalkanlar vardı ben de kalktım. 50 Abdullah Erçetin nöbetçi. Köylüsü Arif Kalkan’la beraberler. Abdullah, “Arif’e nöbetçilik öğretiyorum!” diyorsa da herkes biliyor ki, Arif ona yardımcı oluyor. Çünkü Abdullah, kendiliğinden iş kavramada biraz ürkek. Kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra dolap ortağım Halil’le dolabımızı düzelttik. Ders kitaplarımı sırama taşıdım. 2. sınıf kitaplarımı almıştım. Fizik dışında hepsi tamam. Eski kitapları en alta yığdım. Belki arada gerekli olur. Sıramız en arkada. Tahta çantam kilitli, arkadaki oturağımın altına yerleştirdim. Arkadaşların çoğu gene futbol oyununda. Halil “Ne olacak bunların hali?”  diye soruyor. “Ne olacak?  Yağmurlar başlayınca bu kepirde top oynamak şöyle dursun, yemekhaneye gitmek bile zor olacak!” diyorum. Halil, “Sahi mi?” diyor. Bu kepir de bizim kepir gibi ise sahiden buranın çamurundan çıkılmaz. “Öyleyse varsın oynasınlar!” diyoruz. Nasıl olsa gelecek mayıs ayına kadar oralara gidemeyecekler. Halil, “Belli olmaz, belki de yolları, sahayı asfalt yaparlar!” diyor. Türkçe dersimizde gene bir okuma kitabı okuyacağız. Ortaokullar-Okuma 2. Yazarların çoğunun parçalarını okuduk. Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Enis Behiç Koryürek, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Reşat Nuri Güntekin. Ömer Seyfettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin’in kitaplarını, Beyaz Lale-Bomba, Yaban, Çalıkuşu kitaplarını okuduk. Bunlar hakkında oldukça bilgi edindik. Yeni bilgileri de ekleyerek daha iyi tanıyacağız. Şiirlere bakıyorum. Hepsini ezberleriz. Enis Behiç Koryürek’in şiiri gene adının baş harfini gösteriyor: Süvariler. “Biz kasırga oğulları, biz kanatlı süvariler-Sınırlarda akın eden tamam yedi bin nefer!” diyerek sürüyor. Görüntüsü kocaman bir E harfi. Ben kitapları karıştırırken bir grup arkadaş, asfalta çıkıp İstanbul tarafına yürümek istediklerini söyledi. Hemen katıldım. Ben zaten bu yakınlarda o tarafa yürüyecektim. Bugün biraz kendimi alıştırırım, diye düşündüm. Kamber Amcam kaç kez çağırdı, gitmedim. Artık inandırıcı bir engelim kalmadı. Yola çıktık, sıcak ama dümdüz yol. Bizim okuldan Yeni Bedir höyüğüne dek cedvelle çizilmiş gibi. Bu yol yapılırken buradan at arabasıyla geçmiştim. O zaman koca koca makineler çalışıyordu. Şimdi bizim öğretmenlerin giydiği şapkaları giymiş sayısız insan yol boyunca dolaşıyordu. Hepsinin Alman olduğunu söylemişlerdi. Halktan kimseyi yanlarına sokmuyorlarmış. Konuşa konuşa birinci dereye indik. Çok yakınmış, geçip ikinci dereye doğrulduk. Orası biraz daha derince. Şimdilerde suyu oradan alıyormuşuz. Suya gelen arkadaşlar gösterdiler. Nerdeyse köye yaklaştık, bir bayır aşınca Yeni Bedir-Kamber Amcamın köyü. Ben böyle deyince, “Köyde başkası yok mu ki, köy senin amcanın oluyor?” Kaçıncı kes oldu bilmem, o köyün kuruluşuna neden olan amcamın yaptıklarını anlatıyorum. Geri döndük. Okula yakın dere boyunca biraz aşağılara indik. Bakımsız, çalı çırpı türü bitkiler var, yeşil yeşil. “Demek su var!” diyoruz. Okula tam yemek zamanında döndük. Yemekten sonra Lüleburgaz’a gideceğiz. Arkadaşlar, karpuz pazarını görecekler. Nasıl düşünüyorlarsa, görmek için can atanlar varmış. Nasıl olacak? Bir yığın karpuz burada, bir başka yığın karpuz da orada sıralanmış duruyor. Paran varsa, beğen beğendiğini al! Giderek ben de bizim köyden gelen olup olmadığını merak etmeye başladım. Çok olacağı gibi hiç kimse gelmemiş de olabilir. Önce hamama gittik. Çıkınca pazara uğrayacağız. Yalnız uyarıyorum, “Yanlış anlamak yok, Bugün Çarşamba, pazartesi değil, bugün pazarda pazartesi gibi bol karpuz sergisi yoktur. Bulduğunuza razı olacaksınız.” Pazarı dolaşıp daha sonra gene buraya gelip kamyona buradan bineceğiz diyerek ayrıldık. Gündüz hamamımızın da bu son günüymüş. Biraz acele davrandık, çıktık. Pazar meydanının kenarı sayılan duvar diplerin yığılmış karpuzlar var. Soranlara Çeşmekolu karpuzu diyorlarsa da bunlar kandırmaca, arkadaşları uyardım; “Çeşmekolu karpuzunu Çeşmekolu köylüleri kendileri satar!” Sahipsiz yığınların birinin başına gidince sahibi karşıdan geldi. Benim arkadaşım aynı zamanda adaşım İbrahim. Kış tatilinde düğünü olan arkadaş. Yandaki yığın da onun Hasan dayısınınmış. Arkadaşlar iki yığından da aldılar. Ancak karpuzlar yemek masasındaki gibi değil, kocaman yuvarlak nesneler, ellerine alınca başladılar, “Biz bunları nasıl götüreceğiz?” Gene de alıp kamyon yerine gittik. Kamyon beklerken kesip yiyenler çıktı. Arkasından “Biz bunları okulda nasıl yiyeceğiz?” sorusu sorulmaya başlandı. İsteyerek yapılan iş sonra sonra sorun olmaya başladı. “Aşçıya verelim, o kessin hepimize dağıtsın!” Ben buna sevindim, gönüllü olarak benim iki karpuzu da onlara kattık. Okula dönünce mutfağa gidip durumu anlattık. Aşçı, “Sabah kahvaltısında karpuz iyi gider, sabah vereyim, çünkü öğlede zaten karpuz var. Akşam yemeğinde ise bolca üzüm hoşafı yiyeceksiniz!” dedi. “Bildiğini yap usta!” Yemekte karpuz konuşmaları sürdü. Yemekten sonra yeni dersanemizde lüks ışığı pırıltıları altında bakışıyoruz. Bir süre lüksü koyacak yeri saptamaya çalıştık. İyi bir anlaşma olmadı, Ömer Uzgil Öğretmene danışmaya karar verdik. Dersliğimiz fena değil. Ancak arkadaşlar köşedeki salona taşınmayı istiyorlar. Oradan asfalt görünüyormuş. Sadece asfalt değil Istranca dağlarına dek tüm çevre görünüyor. Bu kez de kış rüzgarının da oradan geldiğini düşünmek gerekiyor. Bunu söyleyecek oldum, çoğu kez olduğu gibi anlatamadım. Boş zamanları çok olanlar pencereden asfalta bakacaklarmış (!) Baksınlar bakalım. Boş zamanlardan söz edenleri dersler başlayınca görmek istiyorum. Bu yıl dersler geçen yıldan daha zor. Özellikle matematik geçen senenin iki katı zorlaştığını öğrenmiş durumdayım. Yat sesini duyunca kitaplarımı kapatıp aşağıya indim. Halil de beni izledi. O üstte yatıyor. Üst uyumak için elverişli değilmiş. “Açık olduğu için görüş alanı geniş, insanın gözüne takılmalar oluyor!” diye yakındı. Altta somya ayakları oldukça kesintiler yapıyor. Ancak ben bunlara bakmıyorum, gözleri kapayarak görmeleri önlüyorum. Yatınca elimde olmayarak burasıyla köyü karşılaştırdım. Köyde bu arkadaşların çoğu lüks görmemiş. Benim hiç değilse kahvede kullandığımız ışıklardan yararlanmam olası. Oysa onlar bundan yoksun. Gene de lüksü küçümsüyorlar. Derdemez kendimi durdurdum. Sustum. Ben böyle çıkışları yapmayacaktım. Zaman zaman kendimi bırakıp yapmamaya karar verdiğim çıkışları yapmaya kalkışıyorum. Dilimi nasıl durduracağım?

 

28 Eylül 1939 Perşembe

 

51 Bekir Temuçin nöbetçi. Çoktan kalkmış, mutfağa gitmiş, karpuzların kesildiğini görmüş, kampanayı çaldıktan sonra bizi kaldırmaya gelmiş. Yüksek sesle konuşuyor. Bir taraftan da Mustafa Saatçı ile, Mehmet Yücel’le tartışıyor. Sonunda birisi Bücür, öteki de Ufaklık diyerek Bekir Temuçin’in nöbet hevesini kırdılar. Aşçıbaşının söylediğine göre kahvaltıda karpuz yemek, beylerin, paşaların işiymiş. bizler de bey, paşa olacakmışız. İsmet yanıtladı. “Olacakmış ne demek? İşte yedik, o halde yarımız bey yarımız paşa.” Mustafa Saatçı bağırdı, “Benim canım paşa olmak istiyor!” Karşı olanlara Mehmet Yücel yanıt verdi “Çocuğu zorla imam yaptık, hafız yaptık. Bırakalım da biraz kendi gönlünce paşalık yapsın. Biz de Küçük Paşa’dan sonra bir gariban Mustafa Paşa görelim!” Hepimiz gülmekten kendimizi tutamaz duruma düştük. Ömer Uzgil Öğretmen “Karpuzlu kahvaltı mı sizi böyle neşelendirdi?” diye sordu, gülerek yerine oturdu. Aşçı yardımcısı Ömer Uzgil Öğretmene de karpuz getirince öğretmen önce geri çevirdi. Aşçı gelip konuşunca öğretmen gülerek bize baktı, elini uzatıp karpuz tabağını geri alarak yemeye başladı. Beylik-paşalık sözü burada kesildi ise de uzayacağı besbelliydi. İsmet beklenmeyen bir söz söyledi. Babası müteahhitlik yapıyor. Alıp sattıkları yiyecek maddeleriymiş. Bunlar içinde en önemsiz gıda maddesi karpuzmuş. Kabak bile karpuzlardan önde geliyormuş. İsmet bunu söyleyince bakışlar bana döndü. İsmet’in anlattıklarını duyunca ben de şaşırdım. Ancak bunun bir savunulacak tarafı olduğunu çabuk anladım. Gülerek “Bunun başka nedeni var. Bunu anlatmak uzun sürecek, isterseniz sonra konuşalım!” deyip kestim. İsmet’le karşı karşıya gelmemiz bir çok arkadaşın ilgini çekti. Bunların bir bölümünün tartışma beklediği açıktı. Boşuna bekleyecekler. Karpuzun özelliği, kendisinin aynı zamanda değerini belirtmektedir. Bunu düşününce ne tartışmaya ne de değersiz hükmü vermeye gerek kalmayacaktır. Tüm marangozluk grubu atölyemizde işbaşı yaptık. İlk iş yeni ranzaları yerlerine çekmek oldu. Hamdi Bağ Öğretmen önce kapıları ölçtü, ön kapıdan rahat olacağını söyledi. Önce okul önüne taşıdık. Oradan, biraz zorlanarak da olsa aşağıya indirdik. Böylece gelecek kardeşlerin yatakları yerden kalkmış oldu. Öğretmen “Bugün programlı iş yapmayacağız, yarım kalan işleri tamamlayacağız!” dedi. Hasan Üner’i Tarım çadırlarına gönderdi. “Çadırlar için kaç kazık gerekli?” Hasan koşup gitti. 4x4 çıtalardan 50 cm. kesmek üzere hazırlık yaptık. Hasan sayı bildirince 24 kazık kesip çadırlara gittik. İrfan Aksu, Naci İnan Öğretmenler nedense geç geldiler. Ya da onlar geç geleceği için biz böyle çalıştık. Çadırları iyice gerip kapattık. İrfan Öğretmen, beni, Hasan’ı, Recep’i ayırıp duvarcıların yanına götürdü. Duvarcılar çerçeve tutaçlarının yerini açık bırakmışlar. Biz hazırlayıp yerine koyacağız onlar harçla yerleştirecekler. Önemsemeyerek başladığımız takoz işi sayıları toplayınca hele kesip yerlerine dağıtmaya başlayınca bizi şaşırttı 120 adet takoz, 120 kesim diye hesap çıkarınca kendimiz de şaşırdık. Takoz işimizi ancak akşam paydosuna doğru bitirdik. Biz üç kişi bu iş için koşuştururken öteki arkadaşlarımız tuvalet üstünün kalıplarını tamamladılar, yarın oranın, betonu dökülecek. Büyük binanın da tuğla işleri bitmek üzere. Bugün pencerelerin lento kalıpları tamamlandı. Yarın onların da betonu dökülecek. 28 pencerenin beton lentosu, oldukça büyük bir iş. Hasan Çevik Öğretmen’le Namık Ergin Öğretmenler usta olarak sürekli çalışıyorlar. Takozlar için yukarıya inip çıkarken düşündüm. bizim arkadaşlar da iyice alışmışlar, o dik iskelelerden rahat inip çıkıyorlar. Halil, Arif, Sefer, Mehmet Yücel, İsmet, Mustafa, İbrahim Ertur, iyice ustalaşmışlar. 40 metrelik duvarları onlar örüp çıkardılar. Aşağıdan bakınca o kadar belli olmuyor. Üstüne çıkınca kocaman bir alan görünüyor. Aşağıya inince İrfan Öğretmen bana takıldı, “Seni bugün bilerek seçtim, çatıda işin çok olacak, yüksekliğe şimdiden alış. Çatı işi duvar örme gibi değildir. Duvar örmede insan kendi ayakları üzerindedir. Bu nedenle kendini güvende sayar. Çatıda ayaklar da yerden kesilmektedir. Bu nedenle işimiz kolay olmayacak. Senin önceden yüksekliğe biraz alışmanın yararlı olacağını düşündüm. Böylece, büyük bina çatısının beton kalıplarında da beraber çalışacağımızı öğrenmiş oldun!” Öğle yemeğinde genellikle küçük sınıfların geleceği günler konuşuldu. İki sınıf var. Biri 4. , biri 5. sınıftı. Ömer Tunalı, Adem Gürçağlayan Öğretmenler bakıyordu. Şimdi ise onlar için bir öğretmen gelmiş. Bunu söyleyen Fettah Biricik, söyledikten sonra önemli bir söz söylemiş gibi etrafına bakındı. Güldüm, “Onlar geçen sene iki sınıftı ama bu yıl bir sınıfa indiler. Onlar geçen yıl doğal olarak ilkokul dersleri okudu, öğretmenleri onlara sınıf geçme hakkı verdi. Böylece 5. sınıflar tıpkı bizim gibi altıncı sınıf oldular. Artık onların başına tek öğretmen gereği kalmadı. Geçen seneki 4. sınıflar bu yıl 5. sınıf oldular. İşte onlara da bir öğretmen gelmiş oldu.” Arkadaşlar güldüler. Mustafa Saatçı Fettah’a bakarak, “Biricik oğlum Fettah, senin kafan ne zaman çalışacak? Artık büyüdün sayılır, bu kadarcık bilgileri bari kendi kendine bellemeye çalış!” dedi. Fettah bana değil de Mustafa’ya yağdı, esti. Küçüklerin sınıf geçmiş olması arkadaşları da etkiledi. “Biz, sınıf geçtik mi, geçmedik mi?” “Geçmesek bizi burada tutarlar mı?” Mehmet Yücel yanıtladı. “Neden tutmasınlar? Bedava işçileri niçin göndersinler, durun bakalım, inşaat bitsin. O zaman da buradaysak, sınıf geçtiğimizi anlarız!” Kuşkulu da olsak gene gülerek başka konuya geçtik. Ama benim uyarım çok arkadaşı biraz ayılttı. Geçen senenin 5. sınıfları, üç gün sonra orta 1. sınıf olarak gelecekler, bizim gördüğümüz dersleri görecekler. Belki de bizim başaramadığımız bir çok konuyu onlar daha iyi başarıp öğretmenlerin gözlerinde bizden daha büyük duruma yükselecekler. Bunları söyleyince ben bile şaşıyorum. Ancak onlar benden, benim gibi ilkokulu eskiden bitirenlerden ortaokul derslerine daha rahat geçeceklerdir. Ben geometri dersine girdiğimde küp yerine turşu küpü çizmiştim. Mikap, müselles, müstatil, dılı-mılı diyordum. Bunları bir tarafa, gerçek sözleri bir tarafa yazarak günlerce söz ezberledim. Onların böyle bir sorunu olmayacak. “Doğru söylüyorsun!” diyenler oldu, “O zaten her zaman doğru söyler!” diye alay etmeye kalkanlar oldu. Sanırım hiç kimse içinden, söylediklerimin tümünü yanlış bulmadı, bulamadı.

Öğleden sonra ikişer olarak yazı tahtası hazırlamaya başladık. Önce çizdik, 5 grup, beş ölçü verdik. 200x100, 200x80, 160x80. Üç ölçü ortaya çıktı. Bunlardan 200x80 uygun görüldü. Geçmeli, kornişli, çok dayanıklı olacak. İçlerinden en iyisi birinci olarak seçilecek. Ben eş seçmedim, kim kalırsa onunla eşleşmeyi düşündüm. Arkadaşlar eşleşmeyi önemsemediler ama gene de ikişer kişi olduk. Ben, Hasan Üner’le kaldım. Başladık. Akşam paydosuna yetiştiremedik. Daha doğrusu tahtayı oluşturan kara tahta bölümü için kesin karar verilemedi, hangi tahta daha dayanıklı çıkar. Hamdi Öğretmen Lüleburgaz’a gidince inceleme yapacak. Yazılacak tahtaların damarsız olması için çam olmaması önerildi. Damarsız tahta olarak elde kavak tahtaları var. Onlar da sert tebeşir kullanılınca çabuk çiziliyormuş. Biz de nasıl olsa biz yapıyoruz, bozulunca değiştiririz, dedik. Öğretmenler güldüler. Hamdi Bağ Öğretmen “Tahta konusunda acelemiz yok!” dedi. Atölyeyi temizledik. Üst kat tamamlanınca atölyeyi alt sınıflardan birine alacakmışız. Ya da çatı kapandıktan sonra kendimize atölye yapacakmışız. Naci İnan Öğretmem söze karıştı, “Yani size sürekli çalışmak var, kış yaz atölyeden derse, dersten atölyeye koşacaksınız.” Durum bunu gösteriyor. Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler okula yönelip yürüdüler. Biz aletleri toplayıp, etrafı temizledik. Hamdi Öğretmen odasına çıktı. Arkadaşlar top koşturmaya gittiler. Ben dersliğe gittim. Kışın bakamam belki ama şimdi rahat rahat bakayım deyip Istrancaları gözledim. Güneş vurunca dağlar ayan beyan görünüyor. Aynı görüntü bizim köyden de görülmektedir. Okul bizim köye yaya olarak tam dört saat. 20 km. Ancak bizim köy Istrancalara daha yakın. Çünkü daha dağlardan tarafa düşüyor. Açtım, tarih kitabımı karıştırdım. Tarih bu yıl daha zor olacak. Orta ve Yeni Çağlar. Gene Roma var. Roma’dan sonra sayısız devletler sıralanıyor. Çoğu aynı yerlerde, bir birini yok edip ortaya çıkıyorlar. Sonlara doğru da biz geliyoruz. Osmanlılar, Osmanlı İmparatorluğu. Bu yılki tarih dersini daha çok seveceğimi sanıyorum. Az önce benim baktığım yere Hüsnü Yalçın geldi dayandı, dikkatle o da bakmaya başladı. Yanına gittim, sordum. “Nereye bakıyorsun?” Doğal olarak önce dağlara, sonra da dağların arkasındaki memleketine bakmasını beklerdim. Hüsnü arkadaş “Hiç, yola bakıyorum, okula ne kadar yakın görünüyor!” dedi. Bu kez ben, “Gel de ben sana uzak yerler göstereyim!” deyip Istrancaları, Karaman Bayırını gösterdim. “Hemen arkası Bulgaristan, biraz sağa gidersen Karadeniz, sola gidersen Varna-Burgaz oradan da Tuna’ya dek uzanırsın!” deyince Hüsnü şaşarak “Sen bunları nereden biliyorsun?” diye hayretle sordu. Arkadaşa uzun uzun anlattım, “Babam da senin gibi Bulgaristan’dan gelme. 30 yaşında oradan ağlayarak ayrılmış. 40 yıl sonra bile özlemle oraları anıyor. Orası ile aradaki bu dağları adım adım gezmiş. Onlara bakınca ötesini görmüş gibi sevinir, dinleyenlere de oralarını severek anlatır. Bizim kahvenin pencerelerinden de bu dağlar tıpkı böyle görünür. O nedenle ben oraları biliyorum.” Hüsnü çok sevindi, “Biraz biraz biliyordum ama senin Bulgaristan üstüne bu kadar bilgin olacağını düşünmemiştim!” dedi. Bu kez baktığı tepelerin yönlerini sormaya başladı. Şimdiki adı Demir Köy’ün eski öyküsünü, Samakof dendiği parlak çağını, dünyaca ünlü demirin oradan çıkarıldığını anlattım. Hüsnü, “Bunları hep baban mı anlattı?” diye tekrar sordu. Arkadaşlar geldi, konuşmamız bölündü. Ben gene oturup tarih kitabımı okumaya başladım. Akşam yemeğinde Tekirdağlılara birileri muştulamış, Tekirdağ’da Trakya’nın en büyük şarap fabrikası açılmışmış. Seviniyorlar. Oysa içlerinde hiç birisinin aileleri bağcılık yapmıyormuş. Sordum ama başka bir şey demedim. Ancak ben, Alpullu Şeker fabrikasını, ektiğimiz pancarı alıp değerlendiriyor diye önemserim. Tarlalarımızda pancar yetişmese beni pek ilgilendirmez. Başkalarının işine yaradığı zaman da onlar adına sevinirim, ama coşarak gösteriye kalkışmam. Tekirdağlılar, sevinçlerini derslikte olduğu gibi yatarken de sürdürdüler. Bizim ailenin şarapçılığını belki bir gün anlatırım onlara. Fıçılar dolusu şarapları, fıçıların samanlıklara gömülmesi, kaçak şarap izleyen memurların köyleri basması, el altından para alınca görmezden gelmelerini çok iyi bildiğimi bir gün öğrenecekler. Salt şarap değil, tütün, haşhaş, anason türü ürünlerin gözetimi ekenler için başlarına nasıl dert açar sırası gelince bunları anlatacağım. Hele Tütün Kolcuları denilen sorumsuz insanların evleri, kahveleri basmaları, haklı haksız, insanlara verdikleri zararlar yanında unutulmaz acılar da vermektedir. Tanık olduğum Tütün Kolcuların bir baskınını anımsarken uyudum. O gün gündüz kolcular bizim köyden geçtiler. Bizim kahvede bir süre oturdular. Kahvedekilerle de bir süre konuştular. Geldikleri yöne bakılınca Hamitabat köyüne gitmeleri gerekirken onlar Kavakdere yolunu sorup ayrıldılar. Silahlı, atlı üç kişiydiler. Geç vakitlere kadar bizim kahvede konuşup, bir ara da iddialı olarak kağıt oyunu oynadılar. “Gideceğimiz köy yakınmış!” deyip geç vakit gittiler. Kolcuların gittiğini öğrenen komşular, ilgiyle kahvede toplandılar. Ancak babam uyardı, “Bu keratalar, belli olmaz, geri gelirler, sakın üstünüzde kaçak tütün bulundurmayın!” Babamın deneyimli olduğunu bilen komşular, onun söylediğine uydular. Bir süre kolcular konuşuldu. Oldukça geç olmuştu. Birden bu kez beş atlı, kahvenin önünde bitti. Biri tüfek elinde içeri girdi, herkesin sıra olmasını söyledi. İkisi de kapıda durup insanların üstünü başını aradı. Diğer ikisi işi biteni dışarıda sıraya soktu. Bir kişide kaçak iki sigaralık tütün bulundu. Ancak o komşu tütün ekmemiş, satın aldığını söyledi. Herkes silah zoruyla içeri sokuldu. Bu kez adlar okundu. Bunlar tütün eken komşulardı. Bunların tütün kıydırıp sattığı ihbarı yapılmış, evlerinde arama yapıldı. Gece yarılarına dek köy ayakta sonuç bekledi. Sonuçta hiçbir  suç yükleyecek ip ucu bulunamadı. İhbarcılar soruldu. Bu kez de ihbarcıların, tütün kıyıcılar olduğu öne sürüldü. Oysa tütün kıyıcılar bunu kaçak yapıp kazanç sağlıyor, onların ihbar yapması olanaksızdır. Buna kimse inanmadı ama, insanların kahvede suçlu gibi itilip kakılması benim için unutulmaz bir olay olarak belleğimde yer etti. Kolcuların ikisini birkaç yıl önce tanımıştım, biri bu kez tahsildarlık yapıyordu, Tahsildar Kemal Efendi, öteki de Hamitabat köyünün korucusu olmuştu. Korucu Sait, tüfek sırtında kırlarda dolaşıyordu.

 

29 Eylül 1939 Cuma

 

Fısıltılı konuşmalardan uyandım. Salih Baydemir’le Ali Önol bir konuda anlaştıklarını söylüyorlardı. İkisi de dışarı çıktılar. Az sonra kampana çaldı. Kalktım, yıkanıp kahvaltıyı beklemek üzere ben de dersliğe indim. Ali Önol mutfaktan geri döndü. ”Biraz rahatsızım, Salih ile nöbeti değişeceğiz!” dedi. Başka arkadaşlar da ilgilendiler. Az sonra kahvaltıya girdik. Salih öteki işlerde olduğu gibi nöbeti  de titizlikle yapıyor. Arkadaşlar oturduktan sonra mutfak tarafına gitti Öğretmenler masasının yanında  durdu. Ömer Uzgil Öğretmen gelince de  yaklaşıp konuştuktan sonra mutfağa gitti, geldi. Belli ki bu değişikliği Ali’den çok Salih istiyor. Az sonra Salih geldi Ali Önol’un kulağına bir şeyler söyledi. Ali kalkıp Ömer Uzgil Öğretmene gitti. Az sonra da gülerek, yerine döndü. Anlaşılan nöbet değişme işini Ömer Uzgil Öğretmen kabul etmişti. Kahvaltıdan çıkınca konu üzerinde birileri durdu. ”Ali hasta falan değil, canı öyle istediği için nöbetini değişti!”  dediler. Bu tür konuşmaları hiç sevmediğimden konuşanlara katılmadım. Konuyu değiştirmek için de yapacağımız işleri ortaya getirdim. Zaten Hamdi Öğretmen de gelmişti,  konuşmalar yapılacak işlere döndü. Ancak grubumuz,  bugün en çalışkan, en titiz bir arkadaşlarımızdan yoksun kalmıştı. Nöbetçiler kimi zaman çalışmalara katılabiliyor. Ancak bu,   mutfaktaki iş durumuna göre  değişiyor. Salih de mutfakta az bir işle karşılaşırsa belki gelecektir. Öğretmen işbölümü yaparken “Gelemeyeceğini varsayalım!”  deyip.  bize,  “Yapımına daha önce başladığımız yazı tahtalarına devam!” deyip bitirmemiz için de bir süre tanıdı. Bu süre içinde ne yapabilirsek yapacağız,  yarım kalan taraflarını başka bir gün tamamlayacağız. ”Salih gelmezse? ” sorusuna da “Onunki zaten bekleyecek. , önemli değil, ikinci bir hamlede hepsin birden tamamlarız!” Öğretmenin rahatlatıcı sözlerine karşın biz elimizdeki işleri yarışarak tamamladık. Zaten, tahtaların esas yazı yazılacak yerlerini yapmıyoruz. Oraların çam mı, kavak mı yoksa başka bir tür tahtadan mı yapılacağı kesinlik kazanmamış. Hamdi Öğretmen Lüleburgaz’a inince okullarda kullanılan tahtaları inceleyecekmiş. Çam tahtalarının  damarlı oluyormuş, kavak tahtaları ise çabuk kabarıyormuş. Biz, bu  kısa bilgileri de  bu arada öğrenmiş olduk. Bu nedenle salt tahtaların çerçevelerini boyamaya hazır ettik. Yemek kampanası çalarken İrfan Öğretmen, gülerek ”Yemeklerinizi bitirin, öğleden sonra işimiz çok zorlu, güçlü olmak zorundayız!” dedi. Zor iş, yapılmakta olan bitişik (Tuvalet olarak yapılan küçük bölüm) binanın beton kalıpları. Kalıpların ivedi yapılması istenmiş. . Kalıp yapmak zor değil ama ağır iş. Kalın kalaslar, geniş tahtalar, sürekli çivi çakmalar, bizim pek yapmadığımız işlerden. Biz marangozluğu, aylardır rende, planya kullanma ya da geçme, korniş işi olarak alışıp algıladık. İrfan Öğretmen bunu bildiği için bizi uyardı.

 

Öğle yemeğinde karpuz var. Karpuz gelince bizim köy anıldı. İstemesem de ben konuşmalara katıldım. Aslında İsmet daha önceleri de söylediği bir sözü gene ortaya getirdi: Karpuzun besin değeri yokmuş. Bu söz üzerine konuşmak zorunda kaldım. ”Besin değeri olmasa insanlar karpuzu yemez, yenmeyince de yetiştirilmez!” Konuşmalar birden yön değiştirip hamşerilik ya da yöre tartışmalara dönüştü. Hilmi Altınsoy Tekirdağlı arkadaşların en çok konuşanı. Tekirdağ,   kavun, karpuz bakımından çok ünlüymüş. Şimdilerde de üzümüyle anılır olmuş. Tekirdağ’da yeni bir şarap fabrikası açılmış. Hilmi böyle konuşunca öteki arkadaşlar tartışmaları kızıştırmak için Lüleburgaz’la Tekirdağ’ı karşılaştırdılar. Lüleburgaz’da fabrika yokmuş. Ben,  Alpullu Şeker fabrikasını öne sürdüm. ”Tüm Trakya’nın pancarını işliyor, Şarap fabrikası onun yanında küçük kalır!” dedim. Konuşmaları oldukça uzattık. Hilmi bana yıllık ürettiğimiz pancarı sordu. ”Bizim ailenin yıllık pancar üretimi 20 ton!” dedim.  Arkasından “Sizin ailenizin üzüm üretimi ne kadardır? ”diye sordum. Meğer Hilmi’lerin üzüm bağı bile yokmuş. Hilmi gayet rahat ”Bizim bağımız yok!” deyip çıktı. Hilmi’ye ellerin çıkardığı üzümle öğünmemesini söyleyerek sözümü kestim. Ben kestim ama arkadaşlar konu üzerinde bir süre daha durdular. Söz karpuz üzerine başladı, üzümle sürdü. İşbaşı yaptığımızda da arada bir Hilmi’nin bağsızlığından, bağ severliğinden söz edildi. ”Hilmi’nin yiyecek üzümü, bir salkım verecek tek kütük bağı yok ama şarap fabrikası var!”  diye gülüştüler. Böylece bana daha çok konuşma olanağı verilmiş oldu. Ben, bizim bağcılığımızı, şarapçılığımızı anlattım. Kırklareli’de yakın zamana dek Üçyıldız rakısı üretildiğini ancak şimdilerde rakı üretiminin Devletçe durdurulduğunu,  söyledim. Bir taraftan da kalasları döşeyip beton kalıplarını yaptık.  Kapatılan yer küçük olduğundan öğretmenin söylediği ölçüde yorulmadık. Namık Öğretmen geldi, bize teşekkür etti. Gülerek “Haydi bakalım, yarın da bunun betonunu dökün de biz de üstünü hemen çıkaralım!” dedi. Üstü Öğretmenler Odası olarak düşünülüyormuş.  ”Öğretmenlerinizin de oturacak bir yeri olsun!”

 

 

Bizim sınıf Öğretmenlerle

 

Öğretmenler konuşarak büyük binanın üstüne çıktılar. Oranın da kalıpları tamamlanmış. Yarın betonu dökülecekmiş. Bunu duyunca Namık Öğretmenin şaka etmediğini anladım;yarın bizi de beton işine alacaklar. Az sonra İrfan Öğretmen, kullandığımız araç-gereci toplamamamızı, yarın yapıcı arkadaşlarla işbirliği edeceğimizi duyurdu. İşbirliği etmek iyi ama ben, o yüksek yere çimento harcını nasıl çıkaracağız?  diye içimden sorular sormaya başladım. . Geçen defa alt katlara teskerelerle taşındığını biliyorum;ancak bu kez çok dik yokuşlardan çıkılacak, taşınan harçlar çaresiz eğilen teskerelerden dökülecektir. İrfan Öğretmen benim duraksamamdan bir şeyler  anladı,  güldü, ”Yarını mı düşünüyorsun? Zorlu bir iş; göreceksin, insanlar her işin kolayını bulmuşlar!” Sustum!. Paydos ettik. Tüm yorgunluklara karşın arkadaşların futbol sahasına koşması da beni şaşırtıyor. İş başında tutulup kalan Bekir Temuçin’in futbol deyince canlanmasını, işbaşında durmadan, gülen, konuşan Yusuf Asıl’ın,  kitap okurken tırnaklarını dişleriyle sürekli buluşturan Hasan Üner’in top koştururken bir başka insan tavırlarına girmelerini doğrusu  anlayamıyorum!” Ben,  bunu onlara söyleyince de “Sen anlayamazsın, zevk alsan o zaman sen de koşarsın!” deyip geçiyorlar. Şaştığım  bir başka olay da Hasan Üner, geçmiş günlerde durmadan kitap okuyordu. . Futbol olayı çıktıktan sonra yavaş yavaş kitapları bir tarafa bıraktı, büsbütün bir top tutkunu olup çıktı. Bunu söyleyince, ”Kışın çok okuyacağım,  nasıl olsa o zaman top oynanmayacak, şimdi biraz koşayım!” deyip yaptığının doğruluğunda direniyor. Dersliğe geçince aynı konuyu Halil de açtı: ”Yorgun yorgun koşmak size ne kazandırıyor? ”Birkaçı  birden; “Ne kaybettiriyor, siz de onu söyleyin? ”En çok koşanlardan biri de yeğenim İsmet. Biz konuşurken geldi, ”Dayı, yarından tezi yok,  sen de bizimle top koşturacaksın!Böyle ayrı durup karşı olacağına bize katılıp yanımızda olmanı bekliyoruz!” Herkes güldü. ”Haydi dayı, çık işin içinden !” diyenler oldu. Yemek kampanası çalınca neşeli bir şekilde yemekhaneye gittik. Hiç öğretmen yok;gene biz bizeyiz. Salih Baydemir aralarda dolaşıyor. İdris Destan Salih’e seslendi: ” Abe Salih Baydemir, bugün sıra senin değildi neden nöbet tuttun? ” Salih Baydemir:  “Arkadaş rahatsızmış geldi rica etti ben de onun sözüne göre yarın yerine bugün tuttum!” Herkes dikkat kesildi. Kadir Pekgöz, Yakup Tanrıkulu, Bekir Temuçin üçü birden “Ne rahatsızı, tüm gün çalıştı, üstüne üslük bir de bizimle birlikte top oynadı!” dediler. Bunları duyan Ali konuşmak isterken öğretmenler geldi. Ömer Uzgil, Hidayet Gülen, Hamdi Bağ  Öğretmenler yerlerine oturdular. Biz birer ikişer ayrıldık. Kısa bir aradan sonra derslikte toplandık. Kendisine  gireceği ders sorulunca, Hidayet Gülen Öğretmen arkadaşlara: ”Ben size gelir, bir akşam anlatırım!” demiş. Arkadaşlar: “Kesinlikle bu gece gelecektir!” deyince beklemeye başladık. Gerçekten de Hidayet Gülen Öğretmen gülerek geldi,  “Tünaydın!” dedi. Tünaydın sözünü hiç duymamıştım. Arkadaşlar duymuş olacaklar, onlar  da “Tünaydın!” dediler. Tünaydın sözüyle birlikte benim için ikinci bir yenilik de öğretmenin bıyıklı olmasıydı. Ben bıyık yabancısı değildim ama şimdiye dek bıyıklı öğretmen görmemiştim. İlk okul sürecimde üç kendi köyümde, üç Hamitabat köyünde erkek öğretmen gördüm. Lüleburgaz ya da komşu köy okulları da dahil içlerinde bıyıklı öğretmen yoktu. Babam, ağabeylerim bıyıklıdır, iki büyük amcam ise sakallı. . Köyde başka sakallı, bıyıklı insanlar var ama onların durumu başka. Bıyıklı öğretmene bu açıdan baktım, tüm dikkatimle dinledim. Okul Müdürümüzle Hidayet Gülen Öğretmenin öğrencilik yıllarına dayanan çok eski bir arkadaşlık geçmişleri varmış. Ankara Gazi Öğretmen okulunda okumuşlar. Aralarında sınıf farkı olmakla birlikte, öğrenci etkinliklerinde birlikte çalışmışlar. Okul Müdürümüz daha çok tiyatro etkinliklerinde önemli roller almış. Hidayet Öğretmen tiyatro çalışmaları yanında müzik, resim alanına da ilgi duymuş. Öğretmen olduktan sonra da Önce Türk Ocağında sonra da Halkevlerinde yıllarca çalışmış, buralarda yöneticilikler de yapmış. Bir yandan da öğretmenliğini sürdürmüş. Kendi çalışmalarında hem müziği hem de resmi birlikte yürütmesine karşın öğretmenlikte Resim-İş derslerini seçtiğini söyledi. Burada bu yıl, 5. sınıfları okutacakmış. Bize ise ders dışı çalışmalarda  yardımcı olmaya çalışacakmış. Ders dışı çalışmaların neler olduğunu da anlattı. Temsiller hazırlamak, korolar kurmak, Resim sergileri açmak, bu konularda yarışmalar yapmak. v. b.  . Hidayet Öğretmen,   o denli güzel konuştu ki, çoğumuz  dinlerken soluğumuzu  tuttuk. Çok etkili bir sesi var;ağzından sözler bir başka türlü çıkıyor;  şarkı söyler gibi  konuşuyor. . Bıyıkları,   sanki ağız mızıkası,   sesleri dillendiriyor. Söze başlarken bıyıklarına takılmıştım, konuştukça bıyıklarını unuttum. Sanki bıyıklar o güzel konuşmaya yardımcı oluyordu. ”İyi geceler!” deyip giderken “Sağolun!” dedik ama bir süre arkasından baktık kaldık. Arkadaşlardan bazıları ara sözlerine takıldı ”Bağlama çalıyormuş, bize bağlama öğretsin, ya da “Mandolin çalıyormuş,  Okul Müdürümüzden mandolinleri isteyelim!” Aramızda yavaş seslerle konuşa konuşa aşağıya indik. Hidayet Gülen Öğretmen duymasın!” Yatınca bir süre düşündüm. Hidayet Öğretmen öğrenciliğinde çalışmaya başlamış, sonraki zamanlarda da durmamış çalışmalarını sürdürmüş. On yıllık öğretmen olduğunu söyledi. On onbeş yıl çalıştıktan sonra bir çok şeyleri öğrenmiş. Hidayet Öğretmeni dinlermiş gibi kendimi uykuya bıraktım.

 

30 Eylül 1939 Cumartesi

 

Yatak komşum Hasan Üner’in tıkırtısından uyandım. Hasan nöbetçiymiş. Bir kez daha şaştım. Salih Ali Önol’la değişti. Ali hasta değil, bugün neden tutmuyor?  Hasan, Ben sordum, Ali Önol,  Ahmet Güner’den sonra yani en son nöbeti tutacakmış, Ömer Uzgil Öğretmen öyle demişmiş. Hasan gülerek, ”Bana öyle geliyor ki,  bu sana karşı bir oyun, belki de yanılıyorum ama sen bunun üstünde azıcık dursan iyi edersin!” Anlamadım, bu kez sordum, ”Neden bana karşı olsun, benimle ne ilgisi olabilir ki? ” Hasan”, Çok basit,  yarından sonra nöbetçi sen olacaksın. Biliyorsun,  küçük sınıflar o gün gelecekler. Onların gelmesi, yerleştirilmesi oldukça zor olacak. Bu arada aksaklıklar çıkabilir, bu aksaklıklardan senin payına da düşecekler olabilir!” Hasan’a baktım, çok iyi niyetle söylüyor ama, bunu kendisi mi düşündü, yoksa arada konuşuldu da başkalarından mı duydu? Sormadım. “Gelenlerin yaratacağı kargaşadan ben niçin sorumlu tutulayım? Bana verilen ödevleri zamanında yaparsam, kimse bir söz söyleyemez!” deyip konuyu kapattım. Ancak konunun bir başka tarafı aklıma takıldı. Ali kendiliğinden kesinlikle böyle bir kurnazlık düşünmez. Eğer düşündüyse bunu birisi ya da birileri önermiştir. O da salt onlara uymak için bu işe girmiştir. O günkü nöbeti sıra sonuna bırakma fikri Ömer Uzgil Öğretmenin olduğuna göre, bunda Ali’nin bir suçu olamaz. Ömer Uzgil Öğretmen, ”Sen de arkadaşın nöbetini tutarsın!” deseydi, Ali bugün nöbetini tutacaktı. Gene de Ali’ye böyle bir oyunu oynatacakları göz önüne getirdim. İlk aklıma Fettah Biricik ile Hüseyin Serin geldi. Özellikle Fettah Ali ile aynı köyden, araları çok iyi. Zaman zaman Fettah ile tartışıyoruz. Tartıştıkça da Fettah zor durumlarda kalıyor, kaybettikçe de  bana karşı hıncı artıyor. Bunları düşündüm ama Hasan’a bir şey demedim. Yardım ettim, tabak çatal taşıdık. Arkadaşlar kahvaltıya geldi. Herkes bugünün zorlu işine bilenmiş gibi canlı. Kahvaltıya iki gündür üç öğretmen katılıyor. Ömer Uzgil, Hamdi Bağ, Hidayet Gülen. Hidayet Gülen Öğretmen gerçekten  sürekli gülüyor. Onun da panama şapkası var. Gri, noktalı giysileri var. Pantolonu ayak bileklerine dek uzun, uçları büzmeli. Biz kalkarken başka öğretmenler de geldi. İrfan, Namık, Hasan, Nazmi,  Öğretmenlerle Alman Ahmet Usta birlikte kahvaltıya girdiler. Biz atölye önünde toplandık. Hamdi Öğretmen bize takıldı, ”Sizi bugün atölyeden azat ettik!” dedi. Azat sözünü sordu. Daha önce derslerde geçmişti, açıkladık. Öğretmen nedense bu kez hangi derste nerede geçti? ”diye sordu. Bunu ben açıkladım;Ömer Seyfettin’in Forsa öyküsünde, kırk yıl kürek çeken bir Türk Kahramanı, sonunda “Azat” olmuştu. Öğretmen güldü “Aferin, senin yaman bir belleğin var, bunu iyi kullan!” dedi. Arkasından, ”Yeni duyduğun tüm sözcükleri böyle bir öyküye bağlıyor musun? diye sordu ”Çalışıyorum!” dedim. İrfan Öğretmenle Naci Öğretmen geldiler. Hamdi Öğretmen onlara da Azat” sözcüğünü söyleyip, arkasından benim açıklamamı anlattı. Onlar da sözü benim dikkatli olmama getirip bağladılar. Bu arada kamyonla insanlar geldi. Ben onları görünce “İşçi sandım, arkadaşlara “Aaa, bakın işçiler de geldi!” dedim. Arkasından da ”Bu işçiler her zaman geliyor mu? Ben hiç görmemiştim!” dedim. Meğer onlar, arada hep gelmişler. Onlar Eğitmen kursuna katılan Eğitmen adaylarıymış, nöbetleşe hep gelmişler. İçlerinde çok ustalar varmış. Bugün son günleriymiş. Kursun bittiğini geçen gün oraya gidince duymuştum. Ancak ben, eğitmelerin tümden gittini,  sanıyordum. Kalanlar olmuş, bunlar onlardanmış.

 

Namık Öğretmen arkadaşları küçük gruplara ayırmış, onlar iş bölümü gereği yerlerini aldılar. Biz tuvalet üstüne verildik. Uzun bir iskele merdiveninden hazır beton taşımaya başladık. Büyük binaya çimento torbaları,  kum küfeleri iplerle gönderildi. Bunları görünce İrfan öğretmenin sözünü ettiği kolaylıklar bunlar mı,  deyip gülümsedim. Kuyudan su çekilir gibi tenekeler, kovalar çekildi. Bizim işimiz onlara göre çok kolay gibi geldi ise de ellerimiz biraz kızardı. Öğle paydosu olduğunda biz tamamını bitirdik. Büyük binaya çıkıp baktık onlar ancak yarılamışlar. Ne var ki onların döktüğü beton neredeyse bir harman büyüklüğünde. Bir harmanlık daha yer beton bekliyor. Öğle yemeğinde konuşmalar, betonun bugün bitip bitmeyeceği üstüne oldu. Namık Öğretmen “Bugün bitecek, böyle kat betonlar bütün kurumalıdır, bekletemeyiz!” demiş. Yemekten sonra hiç ara vermeden başladık. Biz de bir grup kurduk. Beşimiz taşıyıcı, beşimiz yayıcı, . Yarım saat arayla değişiyoruz. Paydosu az geçe beton dökümü bitti. Eğitmenler, öğretmenlerce uğurlandı. Okul Müdürü, Ömer Uzgil, Hidayet Gülen, çalışan öğretmenlerle birlikte geldi,   gezdi. Hamdi Öğretmene, Sen de böyle bir günde bitir, seni de gelip kutlayalım!” dedi. Hamdi Öğretmen, ”Hazır olun Müdür Bey,  haftaya çarşamba günü, bu saatlerde sizi bekleyeceğiz!” Biz küreklerle betonu sulandırıp üstünü düzeltirken Müdür Bey sordu, Neden öyle yapıyorsunuz,  üstüne şap yapmayacak mısınız? Namık Öğretmen, ”Hamdi Öğretmen çatıyı sağlam yaparsa, su akmaz,  şapa da gerek kalmaz!” diye yanıt verdi. Buna karşı Hamdi Öğretmen, Müdür Beye dönerek ”Namık Öğretmenin döktüğü betondan denizaltı bile yapar deryalarda gezebilirsiniz!” Öğretmen sözünü bitirirken ben,  “Nemo kaptan gibi!” deyiverdim. Müdür Bey başta olmak üzere hepsi güldüler, bir birlerine takılarak ayrıldılar. Müdür Beyin “Nemo kaptanı da Kepirtepe’ye getirdik, hoşgeldi sefa geldi!” dedi. Namık Öğretmen az sonra geri gelip ”İşte bu kadar, elinize sağlık çocuklar! Yarın bir iki su verince bu iş tamam demektir!” dedi. İndik. İnerken dönüp arkama baktım koskocaman bir alan. Öğretmene sorduk. ”Yağmur yağarsa. büyük bir zararı olur mu? ”Öğretmen duraksadı, ”Mevsim yağmurlarından zarar görmez. Mevsim yağmuru nedir? diye soracaksınız, yarım saat bir saat süre içinde yağan yağmurlar. Ama kış aylarında olduğu gibi saatlerce hatta,  günlerce yağarsa bazı zararları olabilir. Neyse şimdilik görünürlerde öyle bir durum yok!”

Kullandığımız gereçleri temizleyip gösterilen yerlere koyduk. Yarın kendi işlerimizde çalışacağız. Asfalta doğru yürüdük.  Okul binası kutu gibi görünüyor. Akşam serinliğinde hafif rüzgar esmeye başladı. Arkadaşın biri “Yağmur yağacak!”  dedi. Az önce Namık Öğretmenin söylediklerini tekrarladık. Bilenler bilmeyenlere anlattı. Yağmur yağması, bu geceden sonra zarar vermezmiş. Bunu sevinç payımıza katıp yemeğe gittik. Yemekte genellikle bugünün çalışmaları, yapılan hatalar, üretilen şakalar, öğretmenlerin karşılıklı takılmaları tekrarlandı. Söz bir ara Hidayet Gülen Öğretmene geldi. Herkes saçından, pantolonundan, bağlama çalmasından söz etti ama kimse bıyığına değinmedi. Sonunda ben:  “Bu okulda ilk bıyıklı öğretmenimiz!” dedim. Arkadaşlar “Aaaa, sahi, şimdiye dek bıyıklı öğretmenimiz yoktu!” dediler. Bundan sonra da Hidayet Öğretmenin bıyıkları anılır oldu. Giderek de bıyıklı öğretmen denmeye başlandı. Bıyıklı Öğretmen keman çalıyor mu? Bıyıklı Öğretmeni de futbol oynamaya çağıralım; türünden sözler çoğaldı. Okuma saatinde gelen öğretmen olmadı. . Ben Aya Seyahat kitabını bitirdim. Aya giden olmadı ama yığınla para toplandı,  dünyada bulunan bir çok devlet Silah Kulübüne 5 milyon dolar gönderdi. . Paralar gelince Silah kulübü üyeleri daha da cesaretlenip planlarını gerçekleştirmeyi hızlandırdılar. Olay tüm dünyaya yayıldı. Olur,  diyenler gibi olmaz,  diyenler de çıktı. Bu arada başkanın eski bir arkadaşı başkana,  düelloya girecek ölçüde karşı durdu. İkisinin de dalgınlığı sonucu düello yapamadılar. Sonuçta  aya atılacak belli bir topta karar kılıp o tür bir top yaptırdılar. O denli yaptıklarına inandılar ki, duyurdukları günde bir ölçüde de o saatte top atıldı,  ancak aya gitme gerçekleşmedi. Mermi bırakıldığı  gökyüzü boşluğunda kayboldu. İnsanlar bir süre olaydan söz etti, sonra unutuldu gitti. Gidenlerin adları, Nicholl,  Barbicane,  Michel Arden,   ayla ilgili araştırmaları alanında öncüler olarak tarihe geçti. Bunların aya indiğine inanan tek kişi,  onların arkadaşı J. T Matson oldu.  Yatınca onu düşündüm, büyük insanlar bile bazen boş işlerle uğraşıyorlar. Ya da devletlerin başındakiler de işlerine geldiğince kendi çıkarlarını kolluyorlar. Bu kitapta Amerikalıların kendi ülkelerini, Fransızların da Fransa’yı kayırdıkları besbelli oluyor. Kitapta kendi ülkemin adının geçmesi beni bile çok sevindirdi. En az yardımı yapmasına ise üzüldüm. Çok mu fakiriz ki? Amerika 4, 5 milyon dolar, biz yüz bin dolar. Ölçü olarak 1/45 Dolar. Dolar Amerikalıların parası. Biz paramıza lira diyoruz onlar da lira yerine dolar diyorlarmış.

 

1 Ekim 1939 Pazar

 

Bu gece iki kez uyandım. Sürekli tıkırtılar oldu. Hele bir ses sürekli tın tın etti. Yatak komşum Hilmi Altınsoy nöbetçi . İnerken benim yatağıma bastı, beni de uyandırdı. Özür diledi ama uyanmış oldum. ”Olsun!” deyip ben de kalktım. Gece neden uyandığımı böylece ivedi öğrenmiş oldum. Akşam az esintili rüzgar giderek artmış. Galiba gece bir zaman fırtınaya dönmüş. Okulun az ilersindeki hendekler kuru diken yığınlarıyla dolmuş. Yuvarlak dikenli kuruları rüzgar önüne kattığı gibi yuvarlanıp gidiyor. . Asfalt boyunca diken yarışı olmaktadır. Bayrak direğindeki ip biraz gevşek kalmış. Rüzgar ipleri oynattıkça ipler tık, tık sesler çıkarıyor. Koştum, ipleri gerdirdim. Gergin olunca sesler durdu. Hilmi kalk kampanasını çaldı. Ben bugün de  ona yardımcı oldum, kaşık, çatal, tabak taşıdık. Yardımcı Recep ekmekleri dağıttı. Kahvaltıda arkadaşlar da tıkırtılardan söz etti; çoğu benim gibi tık tıklardan uyanmış ama nedenini bir türlü bulamamışlar. Kahvaltıdan sonra işbaşı yapılmasını beklerken, yapıcı arkadaşlar yağmur yağsa da betonu ıslatsa,  demeye başladılar. Namık Öğretmenin akşamki konuşmasından esinlenerek, ”Yağmur yağmaz, siz betonu sulamanıza bakın!” diyecek oldum. Fettah Biricik gene bana bakmadan, ”Sen yağmurun ne zaman yağacağını ne bilirsin? ”diyerek karşıma çıktı. Oradaki arkadaşları saydım,  sekiz kişiyiz. Karşıdan öğretmenler geliyordu, sözüm yarım kalacak, anladım. Fetttah’a “Bak burada sekiz arkadaş var, hiç biri senin gibi karşılık vermedi. Sen ikide bir bana “Sen ne bilirsin!” deyip duruyorsun. Ama sonunda bildiğimi de görüyorsun. Sözümü burada kesiyorum. Akşam paydostan sonra sana anlatacaklarım olacak, hazırlan!” dedim. Ona söz söyleme olanağı kalmadı, öğretmenler geldi,  bizleri işlere bölüştürdüler. Bizim grup yeni geleceklerin karyolalarını düzenledi. Evrensekiz Eğitmen kursundan gelen son sıraları dersliğe yerleştirdik. Derslik bir tane. Oysa geleceklere iki derslik gerekli, diyecek oldum. Mehmet Başaran İki sınıf bir arada otursunlar!” dedi. Ben “Şimdi otururlar ama dersler başlayınca ayrılmak zorunda olduklarını tekrarladım. Mehmet Başaran da Fettah’a benzer bir söz söyledi: Sen hep doğruları bilirsin” Ben her şeyin doğrusunu bildiğimi söylemiyorum, dikkat et sen de Fettah gibi konuşma! Söylediklerimi, şimdi senin de aralarına katıldığın  bir iki kişi böyle anlıyor. Oysa ben bazıları gibi aklına gelenleri değil, doğru bildiğime inandıklarımı söylüyorum. Ancak doğru bildiklerim kimilerine göre o kadar çok ki, o az bilenler bu çokları her şey zannedip duruyorlar. Her şey başka,  çok başkadır. Sen daha çok küçüksün benimle tartışmaya girme!Söylediklerimde yanlış bulursan onu söyle. Benim doğrularıma yanlış deyip orta çıkarsan bunun sonucuna  katlanmak zorunda kalırsın. Bu sonuçlar kimi kez insanın başına bela açabilir!” dedim, arkasından açıkladım: Yeni gelecekler, geçen yıl 4. 5.  sınıflardı. Bu iki sınıf o zaman bir arada otururdu. Bir çok okulda bu böyledir. Benim köyümde ise üç sınıf bir arada oturmaktadır. Ancak gelecek kardeşlerimiz şimdi 5. 6. sınıflar oldular. Altıncı sınıfları  bilmen gerekir, tek öğretmen okutmaz. Bizi nasıl çok öğretmen okuttuysa onları da birden çok öğretmen okutacaktır. Anladın mı arkadaşım? ”Mehmet Başaran sustu. Biraz sonra “Fettah gibi konuşma!”  dediğime üzüldüğünü, hiçbir zaman onun gibi düşünmediğini söyledi. Biz konuşurken İrfan Öğretmen geldi. Sizin konuşacak çok sözünüz var Hem çalışın hem de konuşun, şuradan bidonlardan bir kaç teneke su da siz dökün!” deyip Mehmet Başaran’la beni dün  döktüğümüz tuvalet betonuna gönderdi. Konuşa konuşa gidip betonu ıslattık. Döndüğümüzde arkadaşları Tarım deposu kirişleriyle uğraşırken bulduk. İrfan Öğretmen, bu kez bana, ”Biz yaptık ama bir de sizin süzgecinizden geçirelim!” dedi. I0 metre boy,  dört metre en. Kiler yapmıştık, o tip. Kısalar iki, uzunlar üç metre. Direk araları ikişer metre, kaç çatı kirişi, kaç direk gerekli? diye sordu. Mehmet Başaran söylenenleri yazdı.  Dört metrelik 6 kiriş, üç metrelik 6 uzun,  iki metrelik 6 kısa direk, iki buçuk metrelik iki yanlara direk. bir kapı, iki de pencereler için ek direk, beton üstü kuşak olarak da on metre altlık saptayıp öğretmene verdik. Öğretmen gülerek “Tamam!” dedi. Kesmelere biz de katıldık. Kesme işi bitince’ kestiklerimizi Tarım çadırlarının yanıta taşıdık. İrfan Öğretmen, ”İşte Salih Ziya Öğretmene yapabileceğimiz yardım bu kadar!” dedi. Atölyeye döndüğümüzde paydos oldu. Arkadaşlar futbol oynamaya koştular. Ben dersliğe gittim. Derslikte kimsecikler yoktu. Sami Akıncı’nın bile olmaması ilgimi çekti. ”Yoksa Sami Akıncı da mı futbol oynuyor? diyerek dışarı çıktım. Merdivenin tam karşısına asılmış saati gördüm. Uzun kocaman yaldızlı topuzu sallanan bir saat. Tatilden dönerken babam çok sevdiği cep saatini vermişti. Az kalsın alacaktım. Serkisof marka. Büyük ablam uyardı, “Alma, babam onu çok seviyor,  saatin başına bir hal gelirse sen de üzülürsün o da üzülür!” demişti. İyi ki almamışım; alsaydım arkadaşlar ona da tebelleş olacaktı. Kolumdaki saati bile tutarak bakmaya çalışıyorlar. Cep saatini çıkarıp bakarken kapağını açık kapatırken başına kimbilir ne belalar gelecekti. O zaman da babama karşı mahcup olacaktım. Kol saati için arkadaşlara karşı duramıyorum ama kimi zaman yabancılar da soruyorlar. O zaman da rahatsız edici bir durum doğuyor. Bundan sonra küçükler de tebelleş olacaktı. Oysa şimdi,  okul saatine bakıver, benim saatim ileridir ya da geri kalmış olabilir, deyip savuşturacağım.

 

Okulun önüne çıktım. Fettah’la Sefer Tunca iki köylü,  konuşa konuşa geziyorlar. Yanlarına gittim. Fettah biraz tedirgin oldu. Ben hiç aldırmadan hemen Fettah’a Istranca dağlarını gösterdim. Bu sıra dağları bizim köyün de dağları. Istrancalar tam da akşam güneşinin parlaklığıyla ayna gibiydi. Parmağımla işaret ederek böyle berrak olunca buralara yağmur yağmaz. Yazın ender olarak Ergene ovasında bulutlar oluşup yağarsa bile bu, kısa sürer. Dilimin döndüğü kadar anlattım. Fettah sustu, Sefer dinledi. Biz Sefer’le tepeye dek yürüyüp  oradan dönmek  üzere yokuşa çıkarken;Fettah yarı yoldan okula sıvıştı. Gündüzki uyarımı meydanda sürdüreceğimi zannetti. Oysa ben böyle kaçamaklık yaparak kurtulamayacağı ölçüde kararlıyım, hesap sormak için de ivedi davranmaya da niyetli değilim, yerinde, zamanında, kesin kez de haklı olduğum bir sırada hesabımı sormalıyım. Dersliğe girdiğimizde gene konuşmalar gelecek çocuklar üstüne açılmıştı. Bir ara gelecek çocukların yatağı olmadığı öne sürüldü. Gerçekten ranzalar yapıldı ama üstünde yatakla ilgili bir şey konmamıştı. ”İkişer ikişer yatıp onlara yer açarız!” diyenler olduğu gibi. Bizim yatakları onlara verecekler gibisinden zırvalayanlar da çıktı. . Bu arada Fettah gene, ”Bu saatten sonra ne olur ki, gelecek  zavallı çocuklar çaresiz birkaç gece tahta üstünde yatacaklar!” diyerek aklınca acıyımsı bir söz söyledi. Arkadaşlar nedense sustular. Ben, ”Fettah’a bu kaçıncı uyarım olacak bilemem ama bundan öncekilerin listesine bir tane daha eklemem gerekti. Daha yarın var, yarın yataklar gelirse bu dediklerin ne anlama gelecek?  Hiç bir anlamı kalmayacak“diyemezsin, çünkü seni dinleyenler, bir süre tahta üstünde pinekleyen bir yığın çocuk düşündüler. Örneğin ben okula gelmeden önce bir gece handa sabahlayımı anımsayarak ürperdim. Bu,  burada olursa bana göre okul yönetiminin büyük bir umursamazlığı anlamı taşır.  Böyle bir şey olursa bunu  benim gibi başka insanlar da söyler. Ancak, az önce dediğim gibi daha yarın var, yarın yataklar gelirse, senin sözünün  bir anlamı olmayacak mı? Bu, okul yönetimine bir güvensizlik belirtisi değil mi? ”Ben, ”Dilerim, yataklar yarın delir!” türünden bir söz beklerken,  Fettah arkasını dönüp gitti. Arkadaşlar bana baktı. Üzüldüm ama aldırmadım, arkasından da konuşup olayı uzatmak istemedim, Bayrak töreni zamanı gelmişti. Kapıya yönelince Ömer Uzgil Öğretmen, sizin sınıf banyoya gitti mi? diye sordu Gitmediğini söyleyince, ”Törenden sonra sizi göndereyim, arkadaşlarına duyur!” dedi. Arkadaşlar bekliyordu. Töreni Hidayet Gülen Öğretmen yönetti. İşaret verince bayrağı ağır ağır indirdim. Dersliğe girdiğimizden az sonra kamyon geldi, neşeli bir hava içinde Lüleburgaz’a yollandık. Arkadaşlara göre bu saat banyo için en uygunu.  Ne karanlık ne de çok aydınlık. Sokaklar gene insan dolu. Bizim ortalıkta niçin dolaştığımızı tam kestiremeyecekleri için sevinenler var. Hamama geldiğimizi kimse anlamamalıymış. Bu kez ben   oyalanmadan girip çıktım, İsmet’le Halil Basutçu’ya tembihleyip Pazar yerine koştum: Yarın Pazar için tezgah kuracaklar akşamdan gelip hazırlığını tamamlarlar. Pazar yerini üzülerek dolaştım, kimsecikler yok. Sorduklarım da söz bir birliği etmişçe “Pazarı mı kaldı be aganın? ”(Aganın bir Trakyalı söyle mi, arkadaşım anlamını taşır) değil bu akşam, yarın bile gelsen kaç kişi bulursun burada!” gibi sözler söyledi. Ters geri Hükümet Meydanına kamyona gittim. Okula değişik konuşmalar arasında döndük. Biraz gecikmeli olarak kendi kendimize yemek yedik. Arkadaşlar karpuz sordular. Gördüklerimi, duyduklarımı söyledim. Arkadaşları üzdüğümü düşünürken arkadaşların bazılar, gelen mektuplardan  hep bu tür haber aldıklarını anlattılar. Şakacı arkadaşımız Mehmet Yücel bu kez ”Biz burada eğlenip rahat rahat vakit geçiriyoruz. insanlar köylerinde sıkıntı çekiyorlar, erkeklerin çoğu hudutlarda düşman bekliyor, evlerinde işleri yüzüstü kalmış, durumda;aklımızı başımıza toplayalım arkadaşlar!” dedi birden bir suskunluk oldu. Suskunluk bana uzayacakmış gibi gelirken Fettah Biricik arkadaşımız, Mehmet Yücel’e sen şimdide bize övüt vermeye kalktın? ” deyip kalktı. Bir Mehmet Yücel arkadaşa bir Fettah Biricik arkadaşa baktım, Mehmet Yücel üzgün,  utangaç gibi, Fettah Biricik ise  başarılı bir iş yapmış tavırları içinde sırıtıyor.  “Meğer,   iki saat önce ben ona bir şey söylememişim, pısırıp kalan o değilmiş, gibi, gene  “Hep senin dediğin mi olacak? ” dercesine  karşılık verdi. Verdiği karşılığında yerine gittiği inancında. Durdu Mehmet Yücel’e baktı. Arkadaş söyleyecek sözü olmadığından değil, ona uyup takaza çıkarmamak için sustu. Durumdan üzüntü duydum. Ancak hiç kızmamış olarak, ya da öyle görünmeye çalışarak. , sakin sakin, ”Arkadaşlar hep duyup dinliyor,  ben de böyle çıkışlarında sana hiç söz söylemiyorum. Sanırım sen bu nedenle durup durup bana karşı oluyorsun,  gereksiz söz söylüyorsun. Sabrediyorum,  bir gün bu huyundan vazgeçersin, diye bekliyorum. Bu güne dek bekledim, bir değişiklik görmedim. Her ne kadar, ”Huylu huyundan geçmez! Daha açıkçası köpek bok yemekten vazgeçmez” diyorlarsa da ben senin değişeceğini umuyorum. Bak  etrafımızdaki arkadaşların hiç birisi kendisine sataşılmayınca başkasının  konuşmasına karışmıyorlar. Sen neden etrafındakilere bakıp onlardan esinlenmiyorsun? Sen de biliyorsun ki ben senin ağzını başka yoldan kapatmasını biliyorum ama seni pataklayıp öğretmenlerin karşısına çıkmak da istemiyorum. Maksadın buysa bunu da yapacağım.  Ama bunu öyle ustalıkla yapacağım ki bundan ben değil yalnız sen zarar göreceksin. Öyle olunca seni korumaya çalışan arkadaşlarım da bana darılmayacak, ”Fettah bunu hak etti!”  deyip susacaklar. Bak işte o beklediğin anlardan birisini şimdi gösterdin. Bu ne zaman olacak diye merak ediyorsan, illa denemek istiyorsan buna benzer bir çıkışı bana bir daha yap, boyunun ölçüsünü al. . Ancak bu ölçüler öyle metreyle falan olmayacak, kalıbın tozlara ya da çamurlara çıkacak, kalkabilirsen o kalıplarda ölçünü göreceksin. .   Yazık ki karşında  şimdi ben değilim çok ağırbaşlı bir arkadaşımız!”  dedim, dik dik yüzüne baktım. ”Sen de bana böyle bak.  Bak, daha dikkatli bak ki,  yapacağıma nasıl kararlıyım bunu öğren!” Arkadaşlardan,  tartışmaları kavgaya döndürmememizi, , şakalardan alıştığımız için kimi zaman  ölçüyü kaçırdığımızı söyleyen oldu. Bu kez arkadaşlara, ”Sizler olayları hep arkadaşlık   ölçülerinde alıyorsunuz ama arkadaş kimi kez arkadaşlığın ötesine çıkıyor: Örneğin daha bu sabah, ”Çocuklar gelecek, ranzalar yapıldı ama okulun yatağı yok o çocuklar kuru tahta üzerinde yatacak , diyebildi. Nereden biliyor gelecek çocukların kuru tahta üzerinde yatacağını?   Arkadaşlar sessizce dinlediler. Arada Fettah her zaman herkese bunu yapıyor!”  diyenler oldu. Benim neden sabırla işi övüt vererek süründürdüğümü anlayamadıklarını söyleyenler de çıktı. Yat zamanı geldi,  oldukça sessiz, ya da fısıltılı konuşmalarla yataklarımıza girdik. Ben Fettah’ın bu kaçıncı kez bana sataştığını aklımdan saydım. Tıpkı Mehmet Yücel’de olduğu gibi benim sözlerimde de Fettah’a dokunan bir taraf bulunmamaktadır. Bu konuda kendimin kusuru olup olmadığını olayları anımsayıp araştırdım;belleğimde Fettah’a dokunacak hiçbir girişimim yok. Sabah zamanında kalkmayı düşünerek fazla  kuruntuya kapılmadan kendimi  uykuya bıraktım.

 

2 Ekim 1939 Pazartesi

 

Ranzanın sallandığını duydum. Zaten kuşkulu uyuyordum,  uyandım. Baktım arkadaşım Halil, ”Nöbetçi uyandın mı? ” diye sordu. ”Uyandım!” deyip hemen dışarıya çıktım. Dışarısı aydınlanmış. Geç mi kaldım yoksa diye bir an telaşa kapıldım. Saatime baktım, durmuş olmasından kuşkulandım, . dikkatle baktım çalışıyor. Üst koridordaki saatle çıktım karşılaştırdım, daha yedi dakikamız var. Halil de  arkamdan geldi. O yarın nöbetçi ama  bugün de bana yardım edecekmiş. Tam saat yedide kampanayı seslendirdik. Aramızda konuştuk, ”Biz, kampana çaldık!”  demeyeceğiz. En iyisi seslendirmek. Çalmak gibi vurmakta doğru değil. Bunları konuşarak arkadaşları uyandırıp mutfağa gittik. Recep her şeyi hazırlamış. Halil bu hazırlanışı görünce benim için yapıldığını sanmış, aşçı yardımcısını ben, Recep, diye adıyla çağırınca Halil bana, ”Sen gene bununla yakınlık kurmuşsun!” diye bir anımsatma yaptı.  Edirne’de Baki vardı, burada da Recep mi oldu?  der gibi,  güldü. Oysa Recep’le ancak iki gündür konuşuyoruz. ”O Lüleburgaz’ın içinden ama köylerini  hep gezmiş. Köken olarak  da bizim köye yakın Ayvalı köyündenmiş. Bizim köye de çok gitmiş gelmiş. O bunları söyleyince kendiliğinden aramızda bir yakınlık oluştu!” Halil bu kez Recep’e sordu, ”Hemşeri misiniz? ”Recep hemen hemen benim dediklerimi tekrarladı. Kahvaltı kampanasını vurunca arkadaşlar geldiler. Bugünkü konu, tatildeki öğrenciler ne zaman gelir? Mehmet Yücel, Ne merak ediyorsunuz? bindikleri vasıtalar onları ne zaman buraya getirirse o zaman gelecekler!” gibi güldürücü sözler söyleyerek bir bakıma soruları yanıtladı. Ancak gerçek yanıt verilmiş olmamıştı. Soru bir daha sorulunca birkaç arkadaş birden “Bu bizim sorunumz mu? ” sorusunu yöneltince ilk sorunun yanıtsız  kalmasına neden oldu. Gene de soru gülüşmelere, takılmalara  neşeli bir kahvaltı geçirilmesine yardımcı oldu. . Kahvaltıdan sonra bizim grup atölyeye geçti;yapıcılar ikiye bölündüler; bir bölümü dereye büyük su deposuna, bir bölümü de okulla depo arasındaki su kanalını kazmaya gitti. Lüleburgaz’dan gelen öğretmenlerimiz nedense bugün azıcık gecikti. Arkadaşlar, işbaşı yaptıktan 5 dakika sonra asfalttan  okul önüne dönen üç faytondan,  dörderli gruplar olarak öğretmenler indi.  Müdür Beyle, Eğitmen Kursu Müdürü olarak tanıdığımız  Haydar Bey , Lüleburgaz’dayken okulunda konuk kaldığımız Lüleburgaz Milli Eğitim Memuru Mehmet Salih Arı Öğretmen de gelenler arasındaydı.  Doğruca kahvaltıya girdiler. Salih Arı Öğretmenin  geçerken bana ayrıca “Günaydın!”  demesine çok sevindim. Bundan olacak Okul Müdürü de oturnca bana,  Kepirtepe hepimizden çok sana yaradı;sağa baksan tanıdık, sola baksan tanıdı!” dedi. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen gülerek, ”O nerede olsa tanıdık bulur, Alpullu’da  bizden önce şeker fabrikasını gezdiğinde anlamıştım bunu!” dedi. Kahvaltıdan sonra Salih Zeki Öğretmenle Salih Arı Öğretmen beni de yanlarına alarak önce bizim atölyeye uğradılar. Sonra ne düşündüyse Salih Ziya Öğretmen bana, ”Sen nöbetçiydin değil mi?  Hadi sen işine dön!” deyip beni bıraktı. Ben mutfağa dönerken onlar da Tarım çadırlarına gittiler. Bu arada Kazım Usta kamyonu okulun önüne çekti “. İvedi işlerim var!” deyip durdu. Yüksek seslerle birilerine birşeyler söyledi. Yardımcısı İbrahim,  yan kapakları açarak,  bizim yığın yaptığımız çatı kirişleri üstüne 60 yatak, 60 yastık, 60 yorgan indirdi. Ömer Uzgil Öğretmen geldi, yataklara baktı, sordu,  çarşaf hurcunu kontrol etti, Kazım Ustaya teşekkür edip onu gönderdi. Bana da Namık Öğretmenden yardımcı iste bu yatakları yerlerine koyduralım!” dedi. Ömer Uzgil Öğretmen ayrılınca, dünkü konuşmaları anımsayıp Fettah’a bir ders vermek kurdum. Kanımca o gelip biraz da korku içinde bu yatakları taşımalıydı. Numara sırasına göre iki öğrenci çağırırsam Fettah bunun içinde olacak,  6 Ali Güleren,  7 Fettah Biricik. Ömer Uzgil Öğretmen bana, ”Namık Ööğretmenden yardım iste!”  demişti. Bu söz işime yaradı.  Nasıl olsa 4 Mehmet bizim grupta, İrfan Öğretmenin yanında. Böylece ilk iki numara: . 6 Ali Güleren’le 7 Fettah Biricik. İkisini, ”Ömer Uzgil Öğretmen çağırdı!” , diyerek haber gönderdim. İkisi de hendek kazısındaymışlar. Daha kolay bir iş için çağırıldıklarını düşleyerek neşeli neşeli geldiler. İşlerini anlattım, Yatakları içeriye taşıyacaklar, ranzalara yerleştirecekler. Yastıkları, yorganları düzgün olarak yayıp çarşafları yatak üstlerine  bırakacaklar. Yatakların  daha düzenli konması için kalabalık değil iki kişinin çalışmasını Ömer Uzgil Öğretmen söyledi, diyerek herhangi bir kuşkuya yer bırakmadım. Arkadaşlar başlangıçta çok memnun göründüler. Bir süre taşıyıp yorulunca işi ağırlaştırmaya başladılar. Tam bu sıra Ömer Uzgil Öğretmen geldi, bir raslantı onlara, benim söylediğime yakın sözler söyledi. ”Yataklar düzgün konsun, yastıklar, yorganlar yerlere düşmesin!” gibilerde uyarılarda bulundu. Çocukların çoğunun akşama gelmiş olacağından söz etti. Arkadaşlar toparlandılar,  daha hızlı gidip gelmeye başladılar. Paydos olmadan önce 40 yatağı gösterilen yere,  10 tanesini de bizim yatakhanedeki boş ranzalara yerleştirdiler. Kalan on yatağı da yukarı kattaki küçük odaya tertiplice  koydular. Ben,  hiç belli etmeden içimden içimden güldüm. Ancak Ali Güleren ayrılırken sordu: ”Bizi sahiden Ömer Uzgil Öğretmen  mi çağırdı?” diyerek kuşkusunu belirtti.  “Hayır,  sizi  ad olarak Ömer Uzgil Öğretmen  çağırmadı, numara sırasına göre iki öğrenci!” dedi. ”Sizin numaralarınız önde olduğu için siz geldiniz!” dedim. Peki, deyip yürüdü gitti. Öğle yemeğinde masalar arasında gezerken Fettah’la aynı masada oturan Sefer Tunca’ya, ”Akşam, gelecek çocukların yatakları için kaygılananlar vardı, onların içi rahat olsun, Fettah arkadaşımız, hepsinin yatağını hazırladı, gelince rahat rahat yatacaklar!” dedim. Fettah, bundan birşeyler anladı,  içinden ne yorum yaptı bilmem ama kıpkırmızı kesildi. Ben yürüyüp geçtim. Yemekten az sonra da beklenen  öğrencilerden bir  grubu geldi. Lüleburgaz dolaylarından dört öğrenciyi bir veli  getirdi. Ahmet Gökay Ağabeye haber verdim. O, elinde bir liste ile geldi, çocukları alıp yatakhaneye indi. Ben veliyi Ömer Uzgil Öğretmene götürdüm. . Biraz sonra veli,   ayrıldı.  Çocuklar yataklarını yaptı, dersliğe çıktılar. Böylece gelen öğrencilere yapılacak işlerin neler olduğunu öğrendim. Beş kişilik bir grup  daha otobüsten indi. Bu kez iki veli vardı. Onları da bir önceki gibi ilk yerlerine yerleştirdik. Arkasından on yedi kişilik bir Edirne tren grubu geldi. İlk gelenler bize yardımcı olduğu için işler daha da kolaylaştı. Çocukların bir birlerine sarılışları, bir birine yardım için koşuşları işleri iyice kolaylaştırdı. Çocuklar kaynaşıp işlerini kendileri görürken velilerle konuştum. Biraz suskun olan velilerin okulun durumunu beğenmedikleri düşüncesine kapılmıştım. Aklımca açıklama yapıp onlara umut vermek istiyordum. Babaeskili bir veli, benim sözümü kesti. ”Üç gün sonra askere gidiyorum, ne zaman döneceğim belli değil. Çocuğumun burada oluşu benim için büyük bir şans, çocuğum içinse bir kurtuluştur. Devlet Baba onu kanatları altına aldığına göre gözüm arkada kalmadan gidiyorum!” dedi.  Öteki veliler de bu sözlere katıldıklarını söylediler. Binanın yeniliği, yarımlığı onlar için hiç önemli değilmiş. Oysa ben, arkadaşların zaman zaman yaptığı konuşmaların da etkisiyle,  bizlerin işlerde çalıştığımızı görünce babaların kaygıya kapılıp çocuklarını bırakmak istemeyeceklerini düşünüyordum. Konuştuğum veliler, benden memnun kaldıklarını, çocuklarının da büyüyüp benim gibi düşünüp konuşabilmelerini istediklerini belirttiler. Bu arada benim de iki ağabeyimin asker olduğunu açıkladım. Babaeskili veli benim asker olan büyük ağabeyimin(1323’lü) kur’asındanmış. Ancak Babaeski şubesi çağrıları bir ay geç yapmış. Bu nedenle onlar şimdi gidiyorlarmış. Velilerin okula dönük konuşmaları beni birdenbire değiştirdi:   Sanki güçlendim,  daha da canlandım. Beklediğimiz çocukların yarısı gelmiş durumda. Gelen çocuklar kolayca kaynaştılar. Binanın yarımlığı, yeniliği, bir bakıma eksikliği onları hiç ilgilendirmemiş gibi, konuşup bakışıyorlar. Bu arada yirmi kişilik ikinci bir tren grubu geldi. Gelmiş olanlar,  gelenleri hemen karşıladı. Hidayet Öğretmen gelmişti, gelen bir veli ile sarmaş dolaş oldu. Meğer bu veli öğretmenmiş, Hidayet Öğretmenin eski bir arkadaşıymış. Hidayet Öğretmen gelen velilerle konuştu, onlara güven verici sözler söyledi. Veliler, geldiklerinden daha mutlu, daha güleç yüzlerle  evlerine döndüler. Ahmet Gökay Ağabey ayılırken beklenilen 52 öğrencinin 46 ‘sının geldiğini bildirdi. Ömer Uzgil Öğretmen yatakları gözden geçirdi, koridora sıralanan dolapları saydı. Dolap eksikliği vardı, onlar tamamlandı. Veliler ayrılınca Hidayet Öğretmen gelenleri derslikte topladı, bir süre konuştu. Akşam yemeği oldukça değişikti. Yüz olarak gelenleri tanıyorsak da yedi ay uzak kalış bizleri birbirimize  oldukça yabancılaştırmış. Şimdi karşımızda yarı bildik yarı unutulmuş yüzler  var. Çoğunlukla onlara bakarak yemek yedik. Onlar ayrı kaldıkları arkadaşlarıyla bir araya gelmenin sevinci dışında hiçbir olayla ilgilenmiyorlar. Zaman zaman yükselen sesler, gene kendilerinin uyarılarıyla azalıp çoğaldı. Okuma saatinde, Öğretmen gelmedi. Yeni gelenlerin bazıları, özellikle bizim sınıfta köylüsü bulunanlar bizim dersliğe geldi. Bizden kimi arkadaşlar da onlara gitti. Yat kampanası çalınca Hidayet Öğretmen yeni gelenleri yönlendirdi. Zaman zaman konuşanları uyardı. Benim nöbetim böylece bir aksaklık olmadan tamamlanmış oldu. . Kargaşa olabileceği söz konusu  olan nöbet biraz yoruculuğu dışında kusursuz geçti. Çocukların okula kavuşma, arkadaşlarıyla buluşma neşeleri bir yana velilerin konuşmaları beni oldukça etkiledi. Ayrı köylerden gelen insanlar aynı sıkıntıları çekiyorlar. Bu çocukların babaları da bizimkilerden farklı değil. Bizim arkadaşların velileriyle konuşsam tıpkı bunlar gibi sözler duyacağıma inandım. Okulu, okulda iş yapılmasını eleştiren iş karşıtlarının babaları gelse, acaba onlar ne diyecekler? Fettah’ın babası tarım dersinin karşısında olacak mı? Ali Önol’ un, Yakup’un babaları da iş derslerini istemiyorlar mı? İçimden, Salih Zeki Büyükaksoy Öğretmenin yerinde ben olsam bu arkadaşların babalarını okula çağırtıp çocuklarının yanında sorarım, ”Çocuklarınız  tarım işlerinde çalışmak istemiyor, sizin bunlardan haberiniz var mı? ”. Bunu öğretmene bir gün önermeyi düşündüm. Kendi kendime güldüm;uyumak üzereyken birden canlandım;”Bunu yapabilirsem birilerine güzel bir ders olacak!” Bu birileri kimler? Önce yeğenim İsmet aklıma takıldı. Ancak İsmet, kültür derslerinde çok iyi. Atölye derslerinden de kaçmıyor. Tatlı dilli olduğu için sanat öğretmenleri de İsmet’i seviyor. İsmet’i geçtim. Neden bilmem,   kimi sorguladımsa İsmet gibi birer birer olumlu yana geçti. Özellikle de İdris Destan’la Abdullah Erçetin’e de kıyamadım. Kala kala Emrullah Öztürk, Ali Önol,  Ali Güleren, Fettah Biricik. Sonunda Fettah Biricik dışında kimseye bir söz söylemeye hakkım olmadığı kanısına vardım. Fettah’ı  da beni kızdırdığı için karşıma aldığımı iyice anladım. Daha sakin düşürürsem bu fikirden vazgeçebileceğimi, bunun bana bir yarar sağlamayacağı sonucuna varıp kapanmak üzere olan gözlerimi karanlığa bıraktım.

 

3 Ekim 1939   Salı

 

En küçük tıkırtılardan uyanmaya başladım. Üst komşum Halil Basutçu nöbetçi,  kalkarken ranza azıcık sallandı, uyanınca duramadım ben de kalktım. Aklımca deneyimli nöbetçiyim, arkadaşıma yardım edeceğim. Dün sabah o da bana yardım etmişti. Üstelik bugün işler çoğaldı, 30 yerine 80 kişilik tabak, çatal, kaşık  taşınacak. Halil kalk kampanasını vurdu,  mutfağa gittik. Bugün de yumurtalı kahvaltı. Halil gene Recep’e sorular sordu. Recep bizim köyden söz etti. Köylerimiz arasının iki saatten az olduğunu söyledi. Biz konuşurken Hidayet Gülen Öğretmen geldi, konuşmayı kestik. Hidayet Gülen Öğretmen  küçük sınıfların arasına oturdu kahvaltısını oraya istedi. Kahvaltıdan sonra biz  gene atölyede toplandık. İrfan Öğretmen günlük işimizden söz ederken, Salih Ziya Öğretmen geldi. Bir süre bizden uzakta konuştular. Naci İnan’la Hamdi Öğretmen de gelince onlara katıldılar. Dörtlü konuşmadan sonra Salih Öğretmen ayrıldı. Bu kez bizim öğretmenler gene bir süre tartışarak konuştular.

Hamdi öğretmen  gülerek parmağını kaldırdı “Öğretmen Hamdi Bağ da bugün çalışmak istemiyor!” dedi. Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler ise gülerek”Biz ikimiz çalışmak istiyoruz!” . Konu açıklandı. Tarım öğretmenimiz, yağmur mevsimi gelmeden geçici bir Tarım barakası yapılmasını istiyormuş. Namık Ergin Öğretmen kendi işlerinin çokluğu nedeniyle marangozlardan yardım istemiş. Çatısını hazırladığımız barakanın temelli ile tabanının kazımı ile beton dökümüne de bizim yardımımızı istemiş. Öğretmenlerimiz Salih Ziya Öğretmeni çok sevdikleri için “ Hayır!”  diyememişler. Ancak bugün Hamdi Öğretmenin özel bir işi varmış. Bu nedenle yarın öğleye dek çalışıp Tarım barakasını yerine biz dikecekmişiz. ”Tamam!”  deyip Tarım çadırlarının yanına gittik. Kazma kürek bölüşerek, çizilen yerleri kazdık Biz kazarken kamyon geldi. Sürücü yardımcısı İbrahim çimento torbalarını, boş su bidonlarını yarım kamyon kumu bitişiğimize döktü. Az sonra da suların geleceğini muştuladı. Gösterilen yeri düzleştirip temelleri derinleştirdik. Düzleştirdiğimiz yere kumu, çimentoyu döktük. Su gelince çimentoyu karıp temellere doldurduk belli kalınlıkta tabanı da tahta şablonlarla düzelterek betonladık. Namık Ergin Öğretmen geldi,  gülerek “Size koca bir aferin!” dedi. Baraka geçici olduğu için demir ya da şapa gerek yokmuş. Çatı zaten hafifmiş. Namık Öğretmen eline kürek alarak beton üstünün nasıl sulandırılıp üstünün düzgünleştirileceğini gösterdi. Sonra da küreği Salih Baydemir’e vererek,  Bildiğim kadarıyla bunların içinde en iyi yapıcı sensin, düzelt bakalım da Salih Ziya Öğretmenin ayakları takılmasın!” dedi. Salih Baydemir sahiden çok dikkatle kenarlardan başlayarak çimentoyu  kürek ucuyla okşayarak çok düzgün bir yüzey oluşturdu. Paydos kampanası çalınca   yarın sabah gelmek üzere ayrıldık. Biz okula yönelince Halil Basutçu    ray demirine vurdu. Arkadaşlar bana sordular. ”O kampana değil mi? ” neden öyle diyorsun? Halil’le aramızdaki konuşmayı anlattım. Çalmak başka anlamlara geliyor. Üstelik biz,  hazırlanmış bir sert cismi bir demire vuruyoruz. Bu nedenle “Demire vuruldu sözünü kullanmak istiyoruz. Kendi aramızda bir konuşma!” dedim. Bu kez arkadaşlar da tartıştılar. Sonunda, Türkçe dersinde Fikret Madaralı Öğretmene sormaya karar verildi.

Yemekhane kapısında bir yığılma oldu. Baktık Ömer Uzgil, Hidayet Gülen Öğretmenler  kapıda duruyor. Ömer Uzgil Öğretmen açıklama yaptı, 1. Özellikle küçük sınıftakiler, asfalta kesinlikle  yaklaşmayacaksınız 2. Bundan böyle yemekhaneye sınıf sırasına göre girilecek3. Zorunlu olmadıkça okul önüne çıkılmayacak. Bunlara uymayanlar suçlu sayılacak!” Hidayet Öğretmen sıraya girmemiz için işaret verdi. . Düzgün sıra olduk. Öğretmen baktı, ”Kimin sırası daha düzgünse o önce girecek!” dedi. Gülerek,  “Aferin!”  deyip, küçük sınıfları  önce aldı. Bizim arkadaşlar tıs pıs yaptı ama,  umursayan olmadı. Bekledik.  Yemek yerken de konuşuldu ancak hiç birimiz,  biz onlardan daha düzgün sıra olduk diyemedik. Arkadaşların genel kanısı hemen belli oldu: Hidayet Gülen Öğretmen küçükleri daha çok seviyor. . Kimi arkadaşlar, ”Öğretmen onları okutmak için seçtiğine göre, onları doğal olarak çok sevecektir. Sami Akıncı “Bunun tersini düşünelim!” dedi. ”Öğrenciler,  o bizim öğretmenimiz, onun dediğni yapalım, deyip daha    uslu davranıyorlarsa, niçin sevilmesinler? ”Mustafa Saatçı, ”En sonra girsek ne olur, şunun şurasında üç sınıf var!”  arkadaşlar, ”Yaşa Hafıs!” dediler.

Arkadaşlar geçen gün Hidayet Gülen Öğretmeni çok sevmişlerdi. Neden sevmişlerdi?  Sorsalar sanırım doğru yanıt alınamayacaktı. Oysa bugün bir kapıdan giriş nedeniyle yargılamaya başladılar. Edirne/Karaağaç’ta yemeklere sırayla giriyorduk. Aynı yöntem Alpullu’da da sürdü. Bir Lüleburgaz’da sıra olmayı bırakmıştık. Orada da tek sınıftık, üstelik haftanın pek çok gününde bölük börçük yerlerde çalıştığımız için bizden birliktelik istenmiyordu. Arkadaşlardan Harun Özçelik, Arif Kalkan bunu savundular.

Yemekten sonra atölyede toplandık. İrfan Evren Öğretmen, Naci İnen Öğretmene, ”Öğretmenim, önemli iş dediğiniz neydi,  beni korkutarak söylediğiniz için anlamadığımı soramadım, bir daha söyler misiniz? ”Naci İnan Öğretmen”Unutanlara görev anımsatmak da bizim kaçınılmaz görevlerimizdendir. Bir zahmet bu kez daha dikkatle dinleyin, lütfen!” deyip kereste yığınından bir tahta aldı. İnce bir tahta. Karşı duvara dayadı, hiç gülmeden başımız üstündeki atölye tavanını gösterdi. . ”Burası çatının altıdır. Ancak bu çatı geçici bir barakanın çatısı olduğundan, geçici niyetiyle böyle aralıklı yapılmıştır. Sürekli binaların çatılarında bu tahtalar bildiğimiz tavanlardaki gibi bitiştirilerek çakılır. Bizim, uzun süre çalışarak yaptığımız çatı çok önemli, uzun yaşayacak,  çok uzun yaşamasını istediğimiz, çok uzun yaşaması için de çok sağlam yaptığımız binamızın kiremit altı tahtaları bir tavan özeni içinde kiremit altlarına döşenecektir. Her gereksinimi hazırladık ama işte bu tahtaları hazırlamadık. İvedi olarak bunu hazırlamalıyız!” İrfan Evren  Öğretmen güldü, bu kez de“Bravo Naci Ağabey, çok güzel anlattın, hemen işe koyulalım!” dedi. Bize dönerek “İkişer ikişer eş olup elimizdeki tahtaları seçelim!” deyip dışarıya çıktı. Arkadaşlar da arkasından çıktılar. Ben biraz ağırdan aldım. Naci İnan Öğretmen,  İrfan Öğretmen için “Genç ateşli!” deyip güldü. Naci Öğretmen ,  yavaş bir sesle “İrfan çalışkan bir çocuk!” deyip benim arkamdan geçip İrfan Öğretmenin yanına gitti. Eski yeni kereste öbeklerini karıştırdık, örnek tahtaları bir yere topladık. Oldukça çok tahta varmış. Olanları topladık. Konuşmalar arasında Hasan Üner, ”Adam boyu tahta varmış!” dedi. İrfan Öğretmen gülerek Hasan’a “Senin boyunu mu kastediyorsun? ”diye sordu. Hasan’dan önce Yusuf Asıl, ”O daha adam olmadı öğretmenim!” yanıtını verince, Naci İnan Öğretmen “Eyvah eyvah, şimdi ne olacak? ”dedi. Hepimiz şaşırdık. Naci İnan Öğretmen neden “Eyvah!” dedi. Az durunca toparlandım, Yusuf Asıl Hasan için “O adam olamadı!” demişti. Adam olamamak değişik anlamlar taşıyor. Öğretmen mecaz anlamı üzerinde duruyor. Bunu düşündüm, güldüm. Naci İnan  Öğretmen bana,  ”İşi şimdi karıştırma  Abi!” dedi; hemen  konuyu değiştirdi, Hasan Üner’den yığılan tahtaların sayısını, benden de  bina çatısına gidecek tahta saysını istedi. ”Nasıl hesaplayacağını bildiğini biliyorum,   tamı tamına olacak değil, yakın olarak bulabilirsin, bulmalısın. Biraz uğraşacaksın. Unutma bunu senin başarın olarak Ahmet Gürsel Öğretme ne ileteceğim!” dedi. Paydos kampanası vurunca bir süre atölyede kaldım. Örnek tahtayı ölçtüm. Recep Kocaman da ilgi duydu, birlikte yerdeki makasların iki tarafının uzunluklarını ölçtük. Okulun boyunu ölçtük. İş burada kaldı. Okulun doğu-batı tarafları kırık çatı. Oraların alanlarını ancak bina planından ölçebileceğimizi anladık. Hesabı yarına bıraktım.

Okulun ön tarafında kimse yok, merak ettik;meğer çocuklar futbol sahasına gitmişler. Evlerinden top getirenler olmuş. Bir saha daha açmışlar. Halil arkadaşla karşılaştık. Yeni gelenlerden de iki nöbetçi eklenmiş. Bundan böyle nöbetler üç kişi olacakmış. Yemek kampanası çaldı, kapıda toplandık. Küçükler itiş kakış sıra olunca biz de toparlandık. Hidayet Öğretmen içerdeymiş çıktı baktı,  bu kez bize “Geçin!” dedi. Yemekte benim tahta hesabı arkadaşların derdi oldu, nasıl hesaplayacaksın? Anlattım, ”Geometri,  her geniş alanın eşit küçük alanlardan oluştuğunu öğretiyor. O nedenle bir küçük alanın bilinmesi yakın olarak da olsa büyük alanın bulunmasına yardım edecektir. Küçük alan elimizde bir tahta. Büyük alanı da ölçerek öğreneceğiz. Prablem zor değil ama gerekli ölçüleri toplamak zor. Doğu, batı çatı alanları için ölçüyu ancak planlardan alabileceğim. Ya da yuvarlak olarak, baştaki babalı makasları  da kalkanlı varsayıp hesaplayacağım. Derslikte olayı Sami Akıncı’ya anlatmışlar. Benim için, ”O yapabilir mi? diye de sormuşlar. Sami de “Çok rahat yapar, yapılmayacak bir zorluğu yok!” demiş. İsmet, fısıltıyla anlattı. Kuşkulanıp dinleyenler olunca  İsmet benimle Yeni Bedir’e geldiğine çok memnun kaldığını söyledi. Ben de yüksek sesle: . ”Bunu  biliyorum ama  söz gelimi Arif’le Sefer gelse  memnun kalırlar mı? Benim için bu önemli. Memnun kalmadılarsa bir başka zaman gelmezler!” demek benim hoşuma gitmez, neden memnun olmadıklarını öğrenmek isterim. !” deyince arkadaşlar ilgiyle baktılar: Bir şey mi demek istiyor?  Gibilerde bakıştılar. Böylece aramızdaki olayı iyice saptırmış olduk. Dinleyenler biraz şaştı. . Bu arada küçüklerden bizim dersliğe gelenler oldu. Cavit Kafkas, benim Alpullu’da tanıdığım çocuk, o geldi. Adını unutmadım ama kendini unutmuşum. Gelip adını söylemeseydi tanımayacaktım. Okulu, bizleri özlemiş. Lüleburgaz’a yazın gelmek için Okul Müdürüne mektup yazmış. Müdür Bey, teşekkür etmiş, sabır dilemiş, yatıracak yer olmadığı için gelmemesini söylemiş. Çıkardı mektubu gösterdi. Halil’e tatilde yapıklarını anlattı. Hüsnü Yalçın’a “Aileni görmeden nasıl duruyorsun? ”diye sordu. O gidince arkasından konuştuk”Kendine özgü düşünceleri olan biri!” diyerek kendimizce değerlendirdik. Hüsnü gülerek sordu, ”Şimdi bunlar bizim sınıfımıza mı geçtiler? ”Arkasından Halil de gülerek Hüsnü’ye sordu. ”Sen ne diyorsun, bu çocuğun Yusuf Asıl ya da Hasan Üner’den ne farkı var? Onları bırak koskoca boyu ile Ali Aga bile bununla yarışamaz!” Konuştuklarımızı beğendik herhalde,  kendi kendimize  bir süre güldük. Bu yetmedi ben Fettah ile Ali Aga’ya yatakları taşıtışımı anlattım. ”Az bile etmişsin!” dediler. Halil çıkıp saate baktı, yat kampanasını çaldı. Ben hiç oyalanmadan yattım. Bu günümün nasıl geçtiğini kısaca değerlendirdim. Amcamlara onların isteği gibi gitmeli miyim? Gidebilir miyim? Kırklareli’ndeki amcalarım da can ciğerdi ama, ortaokula yazılırken bir süre için kendilerinde kalmama gönülden razı olamamışlardı. İyisi mi arada bir gelip bir merhaba deyip geçmek, iyice küstürmemek, o kadar. Amcamla karşılaşınca halini hatırını sorup, iyi dilekleri sunup geçmek, yengeme bol bol selamlar söylemek!. Arkadaşlar uzun sure fısıldaştılar ya da bana öyle geldi. Fısıltılar o denli uzaktaydılar ki, bunlar pekala rüya da olabilir.

 

4 Ekim 1939  Çarşamba

 

Sağ yandaki yatak komşum  Hüseyin Orhan nöbetçi. Önce kalkıp saate bakmış, 5 dakika kala gelmiş, uyandığımı görünce bana “Kalk!” dedi. Kalktım, musluk sırası başladı, önce gidenleri beklemek var. Sayımızın artışı,  tuvaletle,  musluk bekleme olayını getirdi. Bu nedenle erken kalkıp bu engeli kolayca aşıyoruz. Orhan’ın bugünkü yardımcıları da geldi. Ben  biraz bizim Atölyede oturdum. Kahvaltı çalınca kapıya koştum. Öğretmenler gelmemiş. Bizi Orhan içeri aldı. ”Önce ağabeyler girebilir mi?  diye sordu. Çocuklar “Girebilir!” diye bağırdılar. Meğer Hidayet Öğretmen arkamızdaymış, ”Herkes bir kural koyacaksa orada kural yok demektir!” Ben bir kural koydum, o bir başka kuralı, bir düzeni getiriyordu, senin kuralın okul yaşamıyla taban tabana zıt bir düzensizliği ödüllendiriyor, buna ne  dersin abi? diyerek Orhan arkadaşa soru sordu. Orhan, ”affedersin öğretmenim, ben durumu tam kavrayamadım, Bundan sonra dikkat edeceğim!”  Hidayet Öğretmen”Benim sözüm senin yaptığına değil, kural olmayanı da kuralmış gibi ortaya koymaya kalkışmayı eleştirdim. Tek tek yapılan kusurlar gibi başarılar da fazla bir anlam taşımaz. Önemli olan alışkanlıkları yerleştirmektir. Ben kuralımı uygulamak istiyorsam, her sabah gelip burada bekler,  uygulamamı yaparım. Bunu yapamıyorsam ortalıktan çekilirim!”  Bu sıra Ömer Uzgil Öğretmen geldi, benzer sözleri tekrarladı masalarına oturdular. Hamdi Öğretmen biraz geç geldi. Bizim arkadaşlar onu bekliyordu. Kahvaltıdan çıkınca Atölyede buluştuk. Öğretmen arkamızdan çocuk yollamış, ”Gidip betona baksınlar, su varsa ıslatsınlar!” demiş. Gittik. Beton ıslatılmış. Herkes geldi. Gerekli tüm kesikler hazırdı. 28 metre tutarındaki taban latalarını döşedik. direkleri yamuk şekli verilerek (2 kısa, 3 uzun olarak) tabana çaktık. Her direkten sonra dikilenleri sağlamca tutturduk altıncı direkleri dikince binamız tamamlandı. Tam o sına Salih Ziya Öğretmen geldi. Çok sevindi. Gülerek direkleri yokladı,  yıkılsa bile başımıza yıkılmaz, değil mi çocuklar? diye gülerek sordu. Duvarlar tuğla olacak. Üstü için belli bir karar verilmemiş. Hamdi öğretmen, Burası rüzgar alıyor, sac soğuk olur, kiremitten vazgeçmeyin!” dedi. Kiremit altı tahta olacağı için daha sıcak olurmuş. Tutucu kuşaklarla perçinleştirildi. Kapı, pencere yerleri belirlendi. Tuğla yapılır yapılmaz takılmak üzere biz ayrıldık. Salih Öğretmen biz ayrılırken Nasrettin hoca türbesiyle beni uzun süre yalnız bırakmayın çocuklar!” dedi. Hamdi Öğretmen, ”En fazla yarın, yarından sonra kapatacağız!” Hamdi Öğretmen bizi büyük binaya çıkardı. Betona baktık, yan kalıpları nasıl çıkaracağımızı anlattı. Çatıya başlamak için alt kalıpları beklemeye gerek yokmuş. Üstelik bir tedbir olarak alt kalıpların bulunması yararlıymış. Öğretmen anlatırken yapacağımız işler için sevinç duyuyorum ama azıcık uzaklaşınca bir telaşa kapılıyorum. Küçük bir dikkatsizlik büyük belalar açabilir. Çürük bir yere basmak, elinden bir tahtayı düşürmek, aşağıdakilere neler yapabilir, bilinmez!Pazartesi günü çatıya başlıyoruz. Öğretmen ayrıldı. Biz de dersliğe geçtik. Başka arkadaşlar vardı. Eski 5. sınıflar artık 6. sınıf olmuş. Sanat derslerine gireceklermiş. Daha doğrusu yanımızda bize yardım edeceklermiş. Yeni 5. sınıflara bu yıl da iş çalışması yokmuş. Yeni 6. sınıflar 30 kişiymiş, bizim kadar. Her birimize bir yardımcı. Böyle çalışmak daha zevkli olacak. Öğle yemeğine bu tür konuşmalarla girdik. Yemekte Salih Ziya Öğretmeni görünce öğleden sonra tarım bölümünde çalışacağımızı anımsadım. Öyle konuşulmuştu. Küçük bir aradan sonra İrfan Öğretmenle tarım barakasına gittik. Salih Ziya Öğretme de geldi. Önce gülerek tasarladığı tarım alanlarını İrfan Öğretmene gösterdi. Sonra da “Sen beni bağışla İrfancığım, sana böyle alaturka tariflerle bilgi vermeye çalışıyorum. Olsa bunların çizilmişi var!” deyip çantasından bir tomar çıkararak İrfan Öğretmenin önüne yaydı. Bize bakıp eliyle işaret etti: ”Siz de gelin görebildiğiniz kadar görün!” dedi. Bir süre konuştular. Hububat yeri, otlak yeri, bahçe yeri, bağ yeri derken İrfan Öğretmen, ”Ne güzel bu alanları hep ölçmüşsünüz!” deyince Salih Ziya Öğretmen gülerek, ”Hayır ben daha ölçmedim, bunları köylülerin sözlerine göre varsayım olarak hesaplıyorum. Biliyorsunuz onların ölçüleri bize uymasa da yakındır, oldukça sağlıklı bilgi verir!” dedi. Örneğin dönüm aşağı yukarı bizim dönümümüze yaklaşır dediyince, bize döndü. ”Eeee, çocuklar, hepiniz köylerden geldiniz, çoğunuz da çiftçi çocuğusunuz, tarlalarınız var. Babalarınız sizin yanınızda kesinlikle konuşmuştur: ”Şu kadar buğday ektim bu kadar dönümden şu kadar arpa aldım!” denmiştir. Biz,  dönümü bin metre kare olarak hesaplıyoruz ama bunu metre ile ölçüp hesaplıyoruz. Bin metre karelik bir alanın kenarları kaç metre olur? ”Arkadaşlar sustular, ben 33 metreye yakın!” deyince öğretmenler başlarıyla öyle, dediler. Bu kez Salih Zeki Öğretmen, köylüler bunu nasıl ölçer? Gene ben “Adımla!” deyince Salih Zeki Öğretmen gülerek: ”Eee, 66 biz gene seninle konuşacağız, anlaşıldı!” deyip köylü dönümü ile bizim dönüm arasındaki farkı bulalım!” dedi. Bu konuyu çok iyi bildiğim için, babam dönümleri kendi adımlarıyla ölçer, adım hesabı yapardı. Bir adımı da 75 cm.  sayardı. Bunu da askerlerin ölçü olarak söylerdi. Askerlikte normal bir adım, 75 cm.  sayılırmış. Öğretmenler güldüler. İrfan Öğretmen sözü kesti, ”Buradan ötesi kolay İbrahim onu çabuk çıkarır!” dedi. Ben de 33x33’ün 75’lik adımları çarpar,  33x33’ün 100’lük çarpımından çıkarırız!” deyince Salih Zeki Öğretmen gülerek, ”İşte bu kadar dedi ama az sonra “Gene de biz sonuca varalım!” diyerek bana baktı. Ben , 1/3 ile 1/4 farkı deyince, İrfan Öğretmen yani biri 1000 m2, öteki 750 m2 mi oluyor? ” diye sordu. Ben de “Yuvarlak olarak öyle!”  dedim. Salih Ziya Öğretmen gülerek İrfan Öğretmene “Yani sen şimdi benim sözlerimin 75/100’ünü doğru sayacaksın 25/100’ünü ıskalayacaksın!” deyince gülüştüler. İrfan Öğretmen, bana bakarak “İbrahim bizim hesapçımızdır,  çatı işlerinde de bize yardımcılık ediyor!” dedi,  kiremit altı tahtalarını sordu. Recep Kocaman’ı tanık göstererek çalışmamızı anlattım. Öğretmen, ”Önemli değil başları da kalkan duvarı varsayın, sonuca iki makas ekleyin!” dedi. Sonra da Salih Öğretmene olayı anlattı. İrfan Öğretmen işbölümü yapmıştı, dağılıp çalışmalarımızı sürdürdük. Salih Ziya Öğretmen hepimize yardımcı oldu. Bizim yanımıza gelince gene bana, bu kez köylerde kullanılan eski geçerli ölçüleri sordu. Endaze (endeze)okka, dirhem ölçülerini söyledim. Gülerek, ”Sen şimdi, kilo okka farkını biliyor musun? dedi. Yusuf Asıl, ”Onun babası bakkal, onun için bilir!” deyince öğretmen Yusuf’a “Sen şimdi, bakkallığı, babayı karıştırma, nice öğrencinin babası bir çok bilgi sahibidir de çocuğu onları alıp taşıyamaz!Dur şimdi biz onu dinleyelim!Ben, ”Kilo 1000 gram,  300 dirhemdir. Okka ise 400 dirhem. Böylece kilo ile okka arasında  100 dirhem fark vardır. 300 dirhem 1000 gram olduğuna göre 100 dirhem  330 gr! Buna  göre kilo ile okka arasında 330 grama yakın bir fark vardır. . !” Öğretmen arkadaşlara dönerek “Endaze.  de buna benzer bir fark etmektedir. O da 68-70 cm.  arası bir ölçüdür. Arkadaşınız onun için de size bilgi verir!” deyip bana, ”Eee, Ahmet Gürsel Öğretmene bir övgüyü hak ettin, karşılaşınca seni bir güzel öveceğim!” Hamdi Bağ Öğretmenle Naci İnan öğretmenler geldi, İrfan Öğretmeni alıp gittiler. Biz kendi kendimize bir süre çalıştık. Salih Ziya Öğretmenin istediği baş sokulacak yer meydana geldi. Salih Ziya Öğretmen ilk konuşmasında, ”Bizim de başımızı sokacak bir yerimiz olsun!” demişti. Kampana çalınca Salih Ziya Öğretmen gülerek, ”Elinize sağlık çocuklar, unutmayın, az da olsa buralarda biraz daha işleriniz olacak, gene gelin!” diyerek bizi uğurladı. Önce atölyeye uğrayıp elimizdeki araçları bıraktık. Öğretmenler yok. Ben bir süre atölyede bekledim. İrfan Öğretmen geldi, ”Yarınki işlerimniz için bazı sorunlar çıktı onu çözdük;gelip bakamadım, kapattınız mı? ” diye sordu. Orada işimizin az kaldığını, kapının takılması dışında önemli bir iş kalmadığını söyledim. Öğretmen ayrılınca dersliğe gittim. Herkes toptan söz ediyor. Ben de heveslenip arkadaşlara katılarak top oynamaya gittim bu kez.  de kaleci oldum,  ancak kalecilikte çabuk sıkıldım, yerime bir hevesli çıkınca bırakıp az ilerideki  alana çıktım. Orası da beni fazla tutamadı. Ergene ovasına baktım. Az ileride büyük bir tren yolu köprüsü vardır. Yıllar önce babamla Kılavuzlu köyüne gittiğimizde o köprüden geçmiştik. Küçük küçük aralıklardan aşağıdaki su görünüyordu. O deliklerden düşeceğimi sanıyordum. Bir ara babam, ”Kocaman adam oldun sen o delikten nasıl düşersin? ”deyince üzülmüştüm. ”Kocaman adam!”  İyi bir söz mü, yoksa bir azarlama mı? Bunu ansımsayıp  güldüm.  Dersliğe dönümnce Aya Seyahat kitabının girişini bir daha okudum. Gök yüzünün, uzaklığını düşündüm. Ayın, güneşin nasıl olduğunu nereden biliyorlar? Hele Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alırken kullandığı mermilerin ağırlığını bilmelerine şaştım. Tutup tartmışlar gibi konuşuyorlar. Sözde Fatih 900 kg.  ağırlığında gülleler kullanmış. Ayla dünya arasındaki uzaklıkların ölçülmesi de inandırıcı değil, 398. 311 km. mi, 351. 819 km.  mi,  bunları önasıl ölçüyorlar? Bir daha okudum, inanamadım. Ancak bunları,  generaller,  cumhurbaşkanları,  binbaşılar konuşuyor. Öylesi büyük adamlar, biraz bilgisi olmasa biraz da inanmasalar bunları konuşurlar mı? Sordukça kafam karıştı. Kendi arkadaşlarımı düşündüm: Biz de akşama kadar konuşuyoruz. Ama ne konuşuyoruz? Konuştukça bilmediğimiz bir yığın bilgi karşısında kalıyoruz. Bunları duyunca kaçımız istekle öğreniyor? Öğrensek öğretmenler tekrar tekrar anlatıp, sorduklarında yanıt alamayınca böyle üzülürler mi? Öğrenmelerden geçtim, bir birimizin üzüntüsüne bile katılamıoyoruz. ”İki ağabeyim askere alınmış !” dediğimde bir kaç arkadaş dışında hiç kimse benim üzüntümü paylaşmadı. Şaka da olsa, sık sık ana avrat küfretmeler gırla gidiyor. Öğretmenlerin verdiği ödevleri bile savsaklayanların sayısı az değil. Buna karşın ders çalışmadıklarında sorulan sorulara yanıt verememeleri onlar için bir sorun sayılmıyor. Fikret Madaralı Öğretmenin “Sarsak!” demesinden üzüntü duymamalı, bunu gülerek geçiştirmelerine şaşıyorum. Sarsak ne demek? Fikret Madaralı Öğretmen bunu da açıkladı: Kafasız,  akılsız, haylaz, yüzsüz, dengesiz gibi bir çok anlama geliyormuş. Bizim köyde bir deli varfdır. Ramadan. Yarı giyinik yarı çıplak gezer. Verilen bir parça ekmekle yetinir,  yaz-kış-köy kenarındaki samanlıklarda yatar. Kimseye zararı dokunmaz ama hiç kimse de onu yanna almaz. Herkesin dilinde o Raramadan’dır. Biri yanlış bir iş yapsa hemen yüzüne yapıştırılır: Hadi sen de Ramadanlaşma!” derler. ”Ramadan gibi, Ramadan’a benzeme, Ramadan gibi olursun!” sözleri söylenir durur. Arkadaşlara “Sarsak!” diye bağırıldığında arkadaşı Ramandan olarark görür gibi oluyorum. Bwence bizim arkadaşlardan kimileri bu tur duygusuz insanlar. Belki evde anne-babaları keder içindeler ama onlar bunu umursamayıp neşeli numarası sürdürüyorlar. Ben hem kitaba bakıyorum hem de bunları düşünüyorum. Arkadaşlar gelmeye başladı. Gelenler hep toptan, bir birlerine attıkları çalımlardan söz  ediyorlar. İsmet, geldi, ”Dayı neden kaçtın? ” diye sordu. Yorgun olduğumu, yarın oyuna katılacağımı söyledim. Halil Basutçu da   top oyunlarına yan çiziyor. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk ise topun sözünü bile ettirmiyorlar. Sami Akıncı ise ortalıklarda görünmüyor. Akşam yemeğinde gene top, kale, kaleci,  faul(Favul) falan filan…. Top oynayanların bence en büyük kazancı, adlarını küçükler öğreniyor. Dikkat ettim, top oynayanların adları ortalıkta dolaşıyor. Yemekten sonra kitabı karıştırırken aklıma takıldı bu Amerika nasıl bir ülke? Aya Seyahat, 80 Günde Devrialem, Denizler Altında 20000 Fersah, Cihan Şampiyonları gibi kitaplarda hep adı geçti. Hep de zenginliklerden söz edildi. Okula gelmeden önce kahvede çalışırken okuduğum kitaplarda, Pehlivan Koca Yusuf’un da Amerika’ya gittiğini,  orada Cinlandos’la(jim) güreştiğini okumuştum. . Amerika 1. Düğnya Savaşı’na ittifak Devletler tarafından girince İtilaf Devletlerinin savaşı kaybetti türü yazılar da var. Bunların hepsini düşününce Amerika’yı önemsemeye başladım. Biliyorum gerçekte Amerika yukardan aşağı büyük bir kıta. Hepsi Amerika. Ancak bir de devlet Amerika var, onu merak ediyorum.

Yat kampanası vurulunca öteki sınıftan bir çığlık koptu. Eski alışkanlıklarını özlemişler. Sanmıyorum Hidayet Öğretmen onları böyle rahat bıraksın. Belki iki sınıf bir arada oturdukları için böyle düşünüyorlar. Ayrılınca düşünceleri değişecektir. Nitekim Hidayet Öğretmen “Ne oluyoruz? ”diyerek dışarıya çıktı, sesler kesildi. Köylerden okula gelecek yeni öğrenciler de belli olmuş yakında geleceklermiş, 60 kişi alınacakmış, içlerinde kızlar da varmış. Böylece okulda. 5. 6. 7. sınıflar bulunacak, sayı da 140’a çıkacakmış.  Kızları düşündüm.  Kızlar,  küçük olsa gerek. Ancak Alpullu’daki kızlar için söz edenlere,    “Ayıp, onlar küçük!”  deniyordu, bunlara için ne bahane bunulacak acaba? ”Bunları düşünerek uyumaya çalıştım. Birisi ranzaların arasında dolaştı. ”Hidayet Öğretmenin olabileceğini düşleyerek, öylece sıkışıp durdum: Sonrasını ise bilmiyorum….

 

5 Ekim 1939 Perşembe

 

Kalk kampanası vurdu, gözlerimi açtığım sıralar kapıda   çat çat çat diye  sesler oldu. Hiç duymadığımız bir ses. Arkasından “Uyanalım arkadaşlar, yarım işler bizleri bekliyor!” dedi. Hidayet Öğretmenin sesiydi bu. Artık Hidayet Gülen Öğretmenin sesini çok iyi tanıyorum.  Ben kalkmıştım, hemen yürüdüm. Ben çıkarken öğretmen öteki yatakhaneye gitti. Orada da aynı sözü söyledi, elindeki ince çubuğu kapıya vurdu çat, çat, çat. Sıra beklemeden yıkanıp havlumu bıraktım.  Yemekhane önüne çıktım. Temizlik işini bitirenler benim gibi kahvaltı için toplandılar. Kampana vurulunca sıraya girdik. Öğretmen önce bizi aldı. Bu hoşumuza gitti, gülümseyerek kahvaltıya oturduk.  Biz, çatıyı düşünüyoruz, yapıcı arkadaşlarımız yapılacak tuvaletleri, su depolarını,  üst kat sıvaları, binanın dış sıvalarını  konuşuyorlar. İçlerinden birileri, ”Binanın dış sıvası sonraya bırakılmış;belki de yıllar sonra sıvanacakmış!” dedi. Doğru mu bilmem, sıvanmamış bina güzel durur mu? . Biz, çatıyı bitirince kendimize rahat çalışacak bir atölye yapmayı  planlamış durumdayız Bunları,  öğretmenler değil de biz öğrenciler tasarlıyormuş havası içinde tartışıyoruz. Kahvaltıdan çıkarken öğretmenler geldi. İrfan Öğretmen, Naci İnan Öğretmen önce atölyeye uğradılar.  Arkalarından Hamdi Öğretmen de yetişti. Keser, çekiç, testere gibi gerekli gereçleri hazırlayıp çatı yığınları yanına geçtik. Öğretmenler çatı planını çıkarak açıklama yaptılar. Arkasından binanın güney tarafı kirişlerini taşıdık. Önce köşe kirişlerini yere yatırarak bel vermesi önleyecek küçük direkleri çaktık. . Arkasından   dörtlü bağlantıyı oluşturup çatı başlığını kurduk. Karşıdan görenler alkışladılar. Yaptığımız bir birine tutturulmuş dört kirişti ama bizde büyük sevinç yarattı. İkinci bir kirişi ekleyip görüntüyü büyüttük. Öğretmenler de bizim heyecanımıza katıldılar. Üç öğretmen   ellerinde keserler, testereler,  uzatılan parçaları çakıyorlar. Arka arkaya beşinci kirişi diktiğimizde Namık Ergin Öğretmen elinde bayrakla geldi. ”Ustalar,  çatı kapanmadan bayrak dikilir!” dedi. Hamdi Bağ Öğretmen, ”Biz değil sen geciktin baş usta, bayrağı senin dikmeni uygun görüyoruz, bu senin hakkındır!   “dedi elinde çekiç-çivi geldi Namık Öğretmene verdi. Namık Öğretmen dörtlü birleşkeye bayrak çıtasını çaktı. Aşağıda bulunanların bakması bizi daha da hızlı çalışmaya heveslendirdi. Özellikle küçük sınıfları coşkusu bizi daha çok güçlendirdi. Öğle yemeği için inerken “Akşama bitireceğiz!” dedim. Naci Öğretmen”Yo,  o kadar değil,  , biz biraz da gösteri olsun diye hızlı gittik, yemekten sonra diktiğimiz kirişlerin işleri ancak bitireceğiz. Az değil, onları tamamlarsak tasarladığımıza göre yarın akşama rahat rahat ancak bitiririz!” dedi. Bu söze üzüldüm”Daha ne kaldı ki diyecektim, . sustum. Yemekte tüm arkadaşlar neşeli. Çatıdan mı yoksa çevrelerindeki insanların sevinçli olmalarından mı?  Biz, bu sevinçlerin, binanın çatısındaki yeni görünümden ileri geldiğini konuşuyoruz. Yemekten sonra hemen yukarı çıkmak istedik. İrfan Öğretmen yarım saat ara verdi. Saat tamam olunca, kirişlere sarıldık. Öğretmenler kirişleri bırakmamızı söylediler. Onların yerine bolca çıtalar, latalar taşıdık. Belli ölçülerde takozlar hazırladık. Gerçekten dikilmiş kirişler aralarına akşama dek,  eklentiler çaktık. Özellikle kiriş uçlarına destekleri çakarken zorluklar çektik. Naci Öğretmen gülerek “Hadi hevesiniz kırılmasın,  bari, bir makas getirin ekleyelim!” dedi. Hemen getirip önce kirişi yatırıp makası üstüne doğrulttuk. Arkasından bir kiriş  daha yatırıp makası ekledik. . Paydos olmasına karşın son makasa dek çalışırız gibi tutarsız sözler söyledik. Naci İnan Öğretmen gülerek ellerini çırptı, ”Tamam, çatı değil çalışma bitti!”  Küsmüş gibi indik. Aşağıdan bakınca gene sevindik, baktıkça da sevincimiz  arttı. Sevinç falan diyorum ama konuşmalar giderek böbürlenmeye dönüştü. ”Hasan şu kalın kirişi sen taşımıştın! Yusuf şu ince latanın altında ezilmişti!” türü sözler  söyleyip bir süre gülüştük. Ne var ki bu konuşmalar sonunda önce kuşkulanma sonra da  korku  başladı. Saçak uçlarındaki işleri biz mi yapacağız? Saçak altları nasıl kapatılacak? O uçlara kiremitleri kim sıralayacak? İşi şakaya döküyoruz, ben karşımdakine “Sen sıralayacaksın, o da yanındakine aynı sözü söylüyor. Söz döne dolaşa gene bana geliyor. Ben de “Bu işleri galiba elbirliğiyle hepimiz yapacağız!” diyorum. Küçük kardeşlerin çatıya bakıp bakıp, bize soru sormaları çok hoş. Kendilerinin bir katkısı olmadığı için üzüldüklerini belirtiyorlar. Bense bizim arkadaşların bazılarının yaptığı kaytarıcılıkları düşünerek bu tür sözleri biraz kuşkuyla karşılıyorum. Dilerim yanılmış olurum. Akşam yemeğimiz güzeldi, haşlama et, yanıklı pirinç pilavı,  aşure. Aşure de benim çok sevdiğim bir tatlı. Ablamın aşurelerini hiç unutamıyorum. Aşure yaptığı zaman ablam”Senin tatlın!” derdi.

Okuma saatimizde bizim dersliğe Hidayet Gülen Öğretmen geldi. Sandığımın tersine kendisi konuşma konusu açtı. Arkadaşlar da sorular sordular. Temsil yapılması, maç yapılması konuşuldu. Öğretmen temsil için sordu, ”Bu konuda okuduğunuz kitap var mı? ”Benim daha Edirne/Karaağaç’ta ilk karıştırdığım kitaplardan biri aklıma geldi, Mavi Yıldırım. Öğretmen biliyormuş, ”Sahiden Mavi Yıldırımı oynayabiliriz!” dedi. Kitabı bulmamızı istedi. Hasan Üner’in kitapları arasında vardı ama, o kitap  sandıklara kondu. O sandıklar şimdi nerede? Biz sandık mandık deyince Hidayet Gülen Öğretmen gülerek,  “Öyle uzak yerlerden kitap aratıp bulduramayız, gelenden gidenden ısmarlayıp yenisini  aldırırız!” dedi. Sonra da kitapları kendisi getirteceğini söyledi. Konuşanlar Sinanlı’daki müzik aletlerine hiç değinmediler. Onları gene ben anımsattım, ”Şimdi yerimiz var, kemanları, mandolinleri getirtemez miyiz? dedim. Hidayet Öğretmen söz verdi, ”Bunu Okul Müdürüne hemen ileteceğim, aletleri size teslim ederler, kendiniz korursunuz. Koruyamazsanız sorumlu tutulursunuz!” . Müzik aletlerinin getirilmesine ön ayak olacağını söylemesi beni çok sevindirdi. Bu kez olacakmış gibi kendimi hazırlamaya başladım. Hidayet Öğretmen, öğretmenlerin müzikle işlgilenmesini çok yayarlı olacağını, derslerde bir çalgı kullanılınca şarkıların kolay kavrandığını, bunun ise çocukları öteki derslere de heveslendirdiğini uygulayarak gözlediğini, kendisinin mandolinle bunu çok iyi yaptığını anlattı. Bize de önce mandolin öğrenmemizi, gerekirse sonra başka çalgılara geçilmesini önerdi. Hidayet Öğretmenin konuşması bizde yeni duygular uyandırdı, yep yeni düşünceler başlattı. Yatarken hiç ummadığım arkadaşların müzik çalışacağını duyunca bayağı şaşırdım. Yeğenim İsmet bile keman almaktan söz etmeye başladı. Mandolin verilince onlara yer arayıp bulma konusu bile ortaya geldi. Benim çok istediğim bir konunun arkadaşlarca benimsenmesi beni ayrıca mutlu etti. Sanki hemen olacakmış gibi sevinerek yattım. Hasan Amcamı anımsadım, klarnet çalıyor. Ortaokul müzik öğretmeni ile piyano-klarnet çalışlarını hiç unutmuyorum. Hasan amcamın kızları büyüyor, herhalde onlara da öğretecektir. Klarnet sesi çok güzel ama ben kendisini sevmiyorum. Zurna gibi bir şey. İnsanın ağzında,  üfleyip duruluyor. Amcamlar çalarken ben hep piyanoya bakıyordum. Nedense piyano bana çok kolaymış gibi geldi. Bu kolay düşüncesi de gönlümü piyanoya bağladı

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ