Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

3 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Çırpınışlar 

İlkokul beşinci sınıfta idim. Aklımca iki tane sevgilim vardı. Birisi annemin seçimiydi. Bunun gizlisi saklısı yoktu. Daha biz doğmadan annelerimiz kendi aralarında konuşup kotarmışlar. Annemin sağlığında, bir bakıma beş yaşıma kadar, doğumlarımız, bebekliklerimiz, bir bölümünü anımsayabildiğim çocukluğumuz neredeyse C ile birlikte (geçmiş) geçti. Önceki süreçleri bulanık da olsa parça parça anımsar gibiyim. Belki de büyüklerimizin sık sık tekrarladıkları kimi olayları karıştırarak anımsadığımı sanıyorum. Evlerimiz bitişik denecek kadar yakındı. Gelip gitme sorun olmadığı için her gün C’ye gidebiliyordum. Ben gitmemişsem bu kez o gelirdi. Gidip döndüğümde “yavukluna mı gittin? derlerdi. C bize gelince de görenler, “yavuklun geldi!” deyip beni çağırırlardı. Bizim ailede hanımlar oldukça kalabalık (annem, iki ablam, benim büyük anne dediğim bir yaşlı teyze, sonra da bir yenge). Bu nedenle yavuklum çoğunlukla bizde olur(muş)du. Bu yavuklu sözü o denli çok söylenmiş ki, ben C’nin adını önceleri “yavuklu” olarak söylemişim. Ablalarım bunu daha sonra da sık sık anımsatarak konuyu sürekli gündemde tutup bizi yönlendirdiler. Annemin ölümünden sonra da erken başlamış olan duyarlığım nedeniyle C bize gelmezse kesinlikle koşar, soluğu onlarda alırdım. Babamın sürekli bulunduğu kahvemizle C’nin evi arası dört metrelik bir yoldur, kolayca geçer bahçelerine girerdim. C’nin annesi sözün tam anlamıyla bana da annelik ediyordu. O da bizim evdekiler gibi “yavuklu” sözünü sık sık kullanırdı. Bu nedenle “yavuklu” sözü uzun süre olağan bir sözcük olarak bizim günlük yaşamımızda bizimle yaşadı, nerdeyse gerçek anlamını kaybetmiş, sıradan bir söz olmuştu. Ancak bizim evde benim için çokça tekrarlanan bu söz, benim dışımda birileri için örneğin, Şerife ablam ya da henüz bekar olan Bektaş Ağabeyim üstüne konuşulurken sanki değişik boyutlara giriyordu. Giderek bunu sezinlemiştim. Evlenme çağına gelmiş ya da yaklaşmış bir ağabeyim, bir ablam vardı,  bunlar yavuklu sözü giderek azalttı ya da iki ikiye olduğumuz zamanlarda konuşulur oldu. Genellikle de yavuklumu sorunca karşılıklı olarak bakışıp gülüşüyorlardı. Okul çağıma yaklaştıkça bunun ayırdına iyiden iyiye varmıştım. Bunu bir gün büyük ablama sordum. “Bunlar bana yavuklumu sorup sonra da gülüşüyorlar!” dedim. Büyük ablam beni çok iyi anlıyordu, ”Sen de onlara, onların yavuklularını sor, onların da yavukluları vardır,  ama senden saklarlar!” dedi.

Bu yeni bilgiyi aldım ya bu kez de bende ikircil bir kuşku doğdu. Onlar neden saklıyor, benimki neden apaçık konuşuluyor? Okula başlayınca biraz daha bilinçlenmiştim. Büyük ablam takılmak için değil belki anneme olan saygısından, belki de bana olan sevgisinden bir gün yavukluluk durumumu anlayacağım yalınlıkta bana açıkladı: C’nin annesiyle annem çok yakın arkadaşmış. Daha önceleri benzerlerini başkalarının yaptığını duydukları bir anlaşmayı kendi aralarında yapmışlar. İkisi de yakın bir zamanda hamile kalınca ”Çocuklarımız ayrı cinsten doğarsa söz keselim, onları öyle yetiştirelim, aynı cinsten doğunca da “ahretlik olurlar!” deyip sözleşmişler (ahretlik genelde sözlük anlamından farklı olarak, en yakın arkadaş, sırdaş, anlamı da taşımaktadır, bizim köy geleneklerinde ise ahretlik kardeş ölçüsünde yakın sayılır). Ailelerimizin, aile yakınlarımızın hep bildikleri bu “ahretlik bağı” annem ölünce kapanacak diye bekleyenler olmuş. Ancak C’nin annesi “Benim canım arkadaşımla yaptığım akit sürecek, ben sağ kaldıkça bu değişmeyecektir!” diyerek kesin kararını perçinleyip son noktayı koymuş. Sanırım bizimkiler durumdan hoşnut olmuşlar, ilişkilerimiz aynı sıcaklıkla sürdürülmüş.

İlkokula C ile birlikte başladık,  üç yıl birlikte gittik, geldik. Yakın arkadaşlarımız durumu zaten biliyordu, okula başlayınca da öteki yaştaşlarımızın tamamı öğrenmiş oldu. Okul arkadaşlarımız yakınlığımızı kardeş,  iyi arkadaş olarak sayarlar, birimizin yanında ötekimiz için incitici söz söylememeye özen gösterirlerdi. Yanılıp söyleyenler olursa ikimiz de elimizden geldiğince birbirimizi savunurduk. Yalnız olduğum zamanlarda C için kem söz söyleyen olursa ben  düpedüz kavga ederdim. Gücümün yetmeyeceği türden kişiler olunca da ağabeylerime söyler, öcümü aldırırdım. Bunu kendimden çok C için yapardım. Ağabeylerim de ayrılık gözetmez, aynı titizlikle ikimizi de korurlardı. Köyümüzün okulu üçüncü sınıfa kadardı. Ben okula başlamadan okur-yazar olduğumdan çalışmalarımızda C’ye yardım ediyordum. Okulu bitirince C okumayı noktaladı. Ben, bir süre sonra yakın köy olan Hamitabat okuluna yazıldım. Orası beş sınıflı olmuştu. Sabah gidip akşam eve dönüyordum; bu oldukça yorucuydu. Erken gidiyor, geç dönüyordum. Buna karşın C’yi sık sık görüyor,  görmediğim zamanlar da görmek için sabırsızlanıyordum. Evlerimizin yakın oluşu görüşmeleri kolaylaştırıyordu. Bu süreçte küçük ablam da, Bektaş Ağabeyim de evlendiler. Giderek “yavuklu” sözleri azaldı. Zaten bir süredir bu söz beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Yalnız C ile iki ikiye konuşurken ona “yavuklum” demek benim çok hoşuma gitmeye başlamıştı; bunu demeye can atıyordum. C bunu bildiği için, ben “yavuklum!” dedikçe gülüyor, bazen de bunu başkalarının yanında söyleyip söylemediğimi soruyordu. Annesi de karşılaşınca güler yüzle konuşur, hatırımı, okulumu sorar, yabancı köye uymakta çekeceğim zorluklardan söz ederdi. Sık sık da Hamitabat köyünde iyi tanıdığını söylediği Nazike teyzeye (küçük arkadaşım Mestan’ın annesi) selam söylerdi. Arada bir de (boynundaki altınları göstererek) “Annen senin okumanı çok isterdi. Sırf okuman için dizi dizi altınlar hazırlamıştı. O altınlar şimdi ablanda. Umarım ablan onları ötekilere (ağabeylerimi, babamı kasteder) kaptırmaz, o da seni çok seviyor!”derdi. Zaman zaman tekrarlanan bu konuşmalar, daha önceki “yavuklu” söylemleri gibi olağanlaşarak sürdü.

Kendi köyümdekiler benzeri Hamitabatlılar da beni değişik duygular içinde karşılıyor, sanki olağanüstü bir iş yapıyormuşum gibi yakınlık gösteriyor, sık sık övücü sözler söylüyorlardı. Bizim köy tarafına giden arabalıların kolumdan tutarak arabalarına alışları, kimilerinin de üst yoldan gitmeyip salt beni yürütmemek için köyden dolaşmaları bizim köyde herkesi şaşırtıyordu. (Hamitabatlıların bizim köyün üst tarafında tarlaları vardır) Çevremdekilerin bu tür değerlendirmelerine karşın benim asıl sorunum ya da üstümden atmaya çalıştığım en önemli kaygı ise otuz öğrencisi olan bir okuldan üç yüz kişilik bir kalabalığa girmem, bu kalabalık içinde yerimi bulup, kendimi olabildiğince ezdirmeden varlığımı sürdürmemdi. Kendi köyümde çok rahattım, ağabeylerim bana güç veriyordu. Oysa burada kendimle baş başa kalmıştım. Sürekli kendimi kontrol ediyor, mahcup olmamak için tüm gücümü kullanıyordum. Büyüklerle konuşurken küçüklüğümü unutmuyor, arkadaşlarla konuşurken de sınırlı bir kabadayılık çizgisi sürdürüyordum. “Bana dokunulmazsa hiç kimseye zarar vermem, üstüme gelmeye kalkan olursa cezasını kendim veririm!” Bu ilkem, okul arkadaşlarımca çok çabuk benimsendiği gibi beğenildi de. Kendi köyümde C’den başka kız arkadaşla konuşmaz ya da konuşamazken burada bir çok kız arkadaşım oldu. Özellikle başka bir köyden okula gelmek, okumak için özveride bulunmak, okumayı sürdürmek, daha ileriye yönelik zorlukları göze almış görünmek, birçoklarınca içinde bulunulan yaşam düzeyini aşmak olarak algılanıyordu. Özellikle kız arkadaşlarımın çoğu beni takdirle karşılıyor, girişimimi köyden kurtulma çabası olarak görüp, bunu başaracağıma da inanarak bana çok yakınlık gösteriyordu. Hamitabat oldukça büyük bir köy,  bizim köye göre daha değişik düşüncelerin kaynaştığı bir ortamı vardır. Örneğin T.B.M.M.’nde bir mebusları (milletvekili) var. Yine orduda o köyden yetişmiş bir Rüştü Paşa’ları var (Jandarma Genel Komutanı). Bunlar üstüne sayısız başarı söylemlerini dinlemek çocuklarda giderek de gençlerde okumaya karşı ilgiyi oldukça çoğaltmış. Ne var ki çocuklarla gençlerde artan bu ilgi, yetişkinlerde durgun, ya da çocuklarını özendirecek ölçüde değil. Bu nedenle benim okumaya yönelik girişimim özellikle öğrencilerde övgüye değer bir durum yarattı, giderek bu yaygın ilgi benim tanınıp benimsenmemi kolaylaştırdı. İlk konuştuğum küçük sınıf çocukları bile beni çok şanslı sayıp sıcak tavırlarla yaklaştılar.

İlk günler, yabancı olmamın ezikliği içinde dersliğin arkalarında bir boş sıraya oturmuştum. İkinci hafta ön sıralarda oturan L adlı kız geldi “Yanında oturabilir miyim?” diye sordu. L ile kardeşi (kardeşi İbrahim, benim adaşım) İ, ikiz kardeş, aynı sınıfta okuyorlar. Böylece iki arkadaşım birden oldu. L bana kızlarla arkadaşlık yapabileceğimi öğütleyip ilk deneyimimi  kazandırdı, bu konudaki çekingenliğimi aşmada çok büyük yardımda bulundu. L sene sonunda okuldan ayrıldı. L’nin ayrılışına çok üzüldüm. Kardeşi İ ile de iyi arkadaş olmuştuk. Bu kez L’nin kardeşi,  adaşım İ ile aynı sırayı paylaştık. L bana uyumlu davranmayı, özellikle kız arkadaşlarla ilişkilerde uyulması gereken bir takım özel kurallar olduğunu sezdirip iyi kavratmıştı. Onunla otururken yanına onun arkadaşları sık sık geliyordu. Bunlardan biri A idi. A da L gibi benimle kısa zamanda yakınlık kurmuştu. Bu yakınlıkta kuşkusuz L’nin çok önemli yönlendirmesi etkili olmuştu. Öyle ki L ile aynı sırada oturduğumdan çok hoşnut olduğum halde içimden A ile otursam daha mutlu olacağım duygusunu aklımdan geçirmeye başladığımda kendimi yargılama duygusu doğdu. Bu duygudan bir süre rahatsız oldum. A da benimle oturmak isteyecek ölçüde yakınlaşıyordu. Ancak A’nın dört yıllık sıra arkadaşı N,  kolay kolay bırakılamayacak ölçüde iyi bir arkadaştı. A da çok vefalı idi, sanırım N’yi üzecek bir girişime bu yüzden kalkışmadı. Zaten ben de hem bu durumu bildiğimden hem de kendimi yargılayıp haksız bulduğumdan sıra değişikliğini aklımdan çıkardım. Ancak öğretmenin derslikte olmadığı sürelerde, bir ilgi kurup ya ben giderim ya da A gelir, böylece bir arada olurduk. A tüm etkinliklerde başarılı, çok çalışkan bir arkadaştı. Bu özellikleriyle sınıfta seçkin bir konumu vardı. Arkadaşlığımız görünüşte hiç kimse tarafından yadırganmıyordu.

Ancak bende için için bir ikircillik doğdu. C ile konuşurken ya da onu düşünürken depreşen duygularıma benzeyen bir iç kıpırdanma başlıyor, farklı olarak beni kıskançlığa ya da “Uzaklaşırsa ne yaparım?” kaygılarına doğru sürüklüyordu. Hayalimde, C’yi kimseden kıskanmıyorum,  oysa A’yı başkasıyla oynarken görsem telaşlanıyordum. C ile A ikisi de güzel, ikisini de seviyorum ama, C benim için hazırlanmış, ailemin söylemleri gereği bağlandığım bir güzellik. A ise kendisi bana yaklaşıyor, etkilemek için çaba harcıyor, bir yolunu bulup beni kendine çekiyor. C’yi çok iyi tanıyorum, benim için yabancı bir tarafı yok. A ise salt okulda var, okuldan sonra bana göre uzaklaşan, yokluğunda özlenen bir varlık. Üstelik beni öven, özendiren, çalışmaya karşı kışkırtan biri. Sık sık “Sen çok zekisin, sen okuyacaksın, sen okumalısın!” diyerek beni, geleceğe yönelik kendi umutlarını benim umutlarıma ekleyip okumaya özendiren, zekama, çalışkanlığıma beni inandırmak için çırpınan bir arkadaş. Bu durumu beni hem kendine çekiyor hem de duygusal dünyamı geleceğe yöneltip itekliyor. A ile konuşurken konularımız sürekli okul, bilgi, okumak, akıllı davranmak, terbiyeli olmak, çalışmak vb. üstüne. Doğrusu ben onun kadar bu konuda hazırlıklı değilim, ona katılıyorum ama çoğu kez ona “Hı!” deyici durumdayım. Ancak beni itekler gibi okumaya yöneltmesi, etkin tavırlarla yanımda olmaya çalışması hem gücümü arttırıyor hem de korkutuyordu. Onunla birlikteyken kendime güvenim artıyor, onsuz kalırsam ne olacak? Açıkçası onu seviyorum hem de çok seviyorum da, bunu ona söylemem olası değil. Söylersem benden uzaklaşacağını düşünüyor, bunu ise kesinlikle göze alamıyordum. Güzelliği, zekası gibi sezgisi de güçlü olan A, beni bu konuda da okumuş olacak, bir gün “Senin, köyünde sevgilin var mı?” diye sordu. “Yok!” diyemedim. ”Var!” dedim. Utanarak yüzüne suçlu gibi baktım. O ise gülerek “İnanamıyorum, sen bir kıza, seni seviyorum diyebildin mi? Bunu nasıl yaptın, merak ettim!” deyiverdi. Söz uzadı,  başka şeyler de sordu,  benden açıklamalar beklediğini söyledi. C olayını ayrıntılarıyla anlattım. ”C adlı bir yavuklum var!” deyince katılırca güldü. Doğru anlatacağımdan kuşkusu yoktu. “Tahmin etmiştim, ancak sen gene de yavukluna “Seni seviyorum!” dememişsindir, dedinse bunu nasıl söyledin?” diye sordu. C’yi görmek istediğini söyledi, resmini sordu. Söz verdim, küçük bir resmi vardı, üç sınıflı okulu bitirince Lüleburgaz’a beraber gidip diplomalık resim çektirmiştik, biri bende kalmıştı. Bu konuşmadan sonra A’nın uzaklaşacağını düşünerek iyice karamsarlaşmıştım.

Bu sıra derslere ara verildi. Bu on günlük arada kendi kendimi yedim. “A,  benim onu sevdiğimi düşünse sevgilimi sormaz!” diyorum. “Daha önce düşündü ise bile şimdi durumu öğrendi,  kesinlikle sırtını dönecek!” diyorum. Tam bu günler Mustafa Ağabeyden Bektaş Ağabeyime gelen bir mektubu açtım okudum. Bu mektup benim duygularımı karmakarışık etti. Bu kez de tüm gücümle C’ye dönme zorunluluğunu duyar oldum. “Bağlılık duygusu nasıl bir duygu ki insanlar bunu çok önemsiyorlar?” deyip yeni evlenen ağabeyimi, Ayşe yengemi günlerce gözetledim, konuşmalarını dinlemek için çaba tükettim. Mustafa Ağabey ise mektubunda uzun uzun bağlılıktan söz ediyor. Konu üzerinde durdukça yakınlarımdan örnekleyerek herkesin bağlandıklarıyla evlendiğini,  yuvaların böyle kurulduğunu anlar gibi oldum. Böyleyken A hiç aklımdan çıkmadı. Hem A ile yaşar gibiyim hem de A benden çok uzakta,  hatta yok denecek bir durumda. Karmaşık bir duygusal durum, herhalde büyüdükçe düşüncelerim değişecek, daha iyi kararlar vereceğim! Özellikle annemin benim okumam vasiyeti ile mektuptaki şehit baba duygusunu karşılaştırıp üzülüyorum. C’yi görünce her şey değişecek deyip teselli bulmaya çalışıyorum. Gerçekten de C’yi tam bu sıralarda sık sık gördüm, konuştuk. Okul benden uzaklaştı, A da L gibi beni bırakıp gitti. L gitti ama ben onu unutmadım, unutmayacağım hep iyi bir arkadaş olarak anımsayacağım . A da neden onun gibi olmasın? On günlük tatil bu kuruntularla geçti.

Tatil sonu okula başlayınca tüm kuruntularımın tersi ile karşılaştım. Kendi kendimi içine düşürdüğüm acıklı durum meğer benim kendime olan güvensizliğimden, A’yı iyi tanımamanın verdiği yanlış yorumlardanmış. A ile karşılaşır karşılaşmaz bunu anladım. A gene neşeli gene sıcak davranışlar içinde ilişkisini sürdürüyor. Ne var ki ben kendi kuruntularımdan sıyrılıp yaklaşmaya bir türlü cesaret edemedim. Sanırım bu durum bir süre böyle gidecekti. Daha önce yapılması düşünülen okul temsili etkinliklerine hemen başlanmıştı. Etkinlikleri Münevver öğretmen yönetiyordu. A’yı çok sevdiğini biliyordum. Aklımca Münevver öğretmenin A yüzünden beni sevmeyeceğini için için düşlemeye başlamıştım. Münevver öğretmenden daha önce böyle olumsuzluklar düşünecek bir tavır sezmemiştim ama kuşkularım beni bu yöne itmeye başlamıştı. Temsil provası için sıra olduğumuzda, Münevver öğretmen öteki arkadaşlar gibi bana da duracağım yeri gösterdi, bedenime vereceğim biçim için uyarılar yaptı. Az sonra hepimize bakan Münevver öğretmen bana, güleç bir yüzle, (okul numaramı söyleyerek) “188 , Ogüst (Augustus) gibi duruyorsun!” dedi. Arkadaşlar hep baktılar. Ogüst nedir, kimdir bilmiyordum. İşin acı yanı Ogüst sesini de yanlış algılamıştım. Gerçi Münevver öğretmenden benim sandığım gibi bir benzetmeyi asla beklemiyordum ama bir an donup kaldım. Provamız çabuk bitti. Yaptıklarımızın beğenildiği söylendi. Herkes neşeli, ben bir türlü neşelenemedim. Gruptan üzgünce ayrılırken A geldi, önümde durdu. Neden üzüntülü olduğumu sordu. Çekinmeden söyledim: “Münevver öğretmenin söylediği söze üzüldüm” dedim. A şaşırarak, “Ne diyorsun, Münevver öğretmen seni çok beğeniyor. Beğendiği için seni Roma kralına benzetti. Ogüst (Augustus) büyük bir kralmış. Bilmediğin için boş yere üzülmüşsün. Münevver öğretmen duymasın, o buna senden daha çok üzülür!” dedi. Arkasından hemen C’nin fotoğrafını sorması, neden getirmediğimi bilmek istemesi, bekleyeceğini, o fotoğrafı kesinlikle görmek istediğini söylemesi duygusal düzenimi bir daha alt üst etti. Birdenbire başkalaştım, bakışı, gülüşü, sözleri sımsıcaktı. Bu olaydan sonra A kendi yöntemlerini uygulayarak benim onu sevdiğimi kesin olarak öğrendiği gibi, kendisi de beni sevdiğini açık açık söyledi. O kararını vermiş, okul bitince arkadaşlığımız sürecek, ben kesin olarak okumaya devam edeceğim. A değişmez koşul olarak okumamı istiyor. Söz verdim, verdiğim sözü tutacağım. Mustafa Ağabeyin mektubu benim duyarlık açısından esin kaynağım. İnsanların sevgilisi olabilir. Seven insanların başka düşünceleri de olmaktadır. Önemli olan bunları iyi değerlendirip yerine getirebilmektir.

Çok iyi öğretmenlerimiz vardı. Münevver öğretmen A için öğretmenden öte iyi bir ablaydı, onu destekleyerek yönlendiriyordu. . Ders öğretmenimiz Ahmet Korkut, benim için akrabadan yakındı. Babalarımızın geçmişteki dostlukları, öğretmenim için sanırım saygın bir bağ idi. Sonraları daha iyi değerlendirdim, sanki beni yetiştirmek için öğretmenlik yapıyordu. Ayrıca yanında koruyup,  okuttuğu yeğenleri Hasan ile Vehbi benim iyi arkadaşımdı. Bir yandan da babam gibi, Lüleburgaz’da ortaokul açılmasını isteyenler girişimde bulunuyorlardı, aldığımız duyumlar mutluluğumuzu kat kat çoğaltıyordu. Milletvekilimiz Zührü Akın üst düzeydeki ilgililerden söz almıştı, bu büyük umutların yaşam güvencesiydi. “Ortaokul açılacak, ben kesinlikle ortaokula gideceğim”. Her şey olmuş bitmişçesine düşlerimizi arkada bırakarak mutluluk içinde ders yılını bitirdik. İbrahim, Zakir, Süleyman, iki Mehmet (Kara Mehmet-Malik Mehmet) Hasan, Yaşar hep sözleştik, sık sık buluşacağız, arkadaşlıklarımız sürecek. Bunlar sıradan birer arkadaşlık ilişkisiydi. Benzer sözleri A ile kesinlikle konuşmadık. A çok kararlıydı, “Sen okula gideceksin, ben seni her zaman göreceğim. Ben okula gidemeyeceğim ama gitmiş gibi seni izleyeceğim!” deyip kestirmişti. Bunu dedikten sonra zaten bir daha bu konuda konuşmadık. Çünkü bunlar son sözlerdi, tartışma ya da olasılıkları kesinlikle önlemekteydi.

Bunları düşünmeden, coşku içinde tatile girdim. Sözün tam anlamıyla uçuyordum. Beşinci sınıfı başarıyla bitirmiştim. Kendi köyümdeki beğeniler az gelmiş olacak, Kırklareli’deki amcamlara, Kızılcıkdere’deki teyzemlere gidip övgüler topladım. Köydeki arkadaşlarım ter toprak içinde çalışmaya başlamışlardı. Bense kalabalık ailemiz içinde okula başlamışçasına kolay işlere yönlendirildim. . Şansım burada da iyi gitmişti. Yazı uçarak geçirmiştim.

Babamın bir Lüleburgaz dönüşü “Şimdi ne yapacağız? Ortaokulun açılışı gelecek yıla kalmış!” demesi, sanki beni tatlı uykumdan uyandırdı. Uykudan uyanmam ne ki, tüm düşlerim bozuluverdi. Birden babama hesap sorarcasına “Anlamadım!” dedim. Babam,  “Anlamayacak bir durum yok, bu yıl Lüleburgaz’da okuyamayacaksın.” Şaşırdım, “Ya nerede okuyacağım?” Babam üzgün, ”Dur bakalım bir yolunu arayacağız!” dedi. Babamın çok üzüldüğünü görünce bu kez ben kendime kızdım: “Babamı zorlayarak mı okuyacağım?” Sustum Bundan sonra babamın çabalarını izlemekten öte bir istekte bulunmadım. Tüm isteklerim içimde düğümlendi. Giderek okul değil A ile olan ortak isteklerimizin karşılıksız kalmasına üzüldüm. Babam bir yandan, o gün de söylediği gibi tüm olanaklarını kullandı. Yeri geldikçe anlatacağım bu girişimler de okul sorunumu çözemedi.

Okullar açıldı, ben okulu bir bakıma içime gömdüm. Gelecek yıl gitme hesapları yaparak oyalama yolunu seçtim. Ancak,  ortaokula gidemeyişim bende bir güvensizlik yarattı.  A’ya karşı bağlılığım arttıkça çekinme duygum da giderek beni ürkekleştirdi. Çok görmek istedikçe kaçma yolları aramaya başladım. Köylerimiz arası iki adım denecek kadar kısa. Üstelik sık sık üst mahalleden geçip Lüleburgaz'a gittim. Ayrıca değirmen için onun köyüne gittiğimde neredeyse evlerinin yakınından geçtiğim oldu. Neden bir kez olsun görüp konuşamadım? Konuşmak şöyle dursun hiç kimseye de soramadım. Benden haber alacak, okuyamadığımı işitip üzülecek gibi duygulara kapılarak kendime kahrettiğim oldu. A bende öyle iz bırakmıştı ki, “Ben zekiyim,  istediğimi yaparım, okumak da A’nın çok istediği bir uğraş, onu haydi haydi yapmalıyım. Yapamamak yok, başarmak zorunluluğu var, bu istekler kesinlikle gerçekleşecek! Bunlar gerçekleşmezse duygusal bağlar kopacaktır.” Koptu mu? Bana göre kopmadı ama korku girdi araya. Araya demek yeterli değil, korku benim yüreğime indi her halde! Ona, “Şurada ya da burada okuyorum!” diyememek,  tersine,  “Okuyamadım!” desem, bunun vereceği acıya katlanmayı da göze alsam,  bu kez onun benim bu durumuma daha çok üzüleceğini varsaymak olayı iyice çıkmaza sürükledi. “Seni üzgün görmeye cesaret edemedim!” türünden sözlerin A'lı dünyamda yerini bulamadım, bulmak için de hiç mi hiç zorlanmadım. Sevgi ile ayrılma korkusu yan yana yürüdü.

Zaman içinde karışan,  katılaşan, duyarsız, geçmişi tümüyle karartan yaralı bir yürek oluştu bende. Son iki yıl içinde Lüleburgaz’a ya da Kırklareli'ne gittikçe öğrencileri görmemek için sokak aralarında kaçarca dolaştım. Öğrenciler, okullar bana A’yı anımsatıyor, duygularımı depreştiriyordu. Okulda başlayan yakınlaşmadan mı,  yoksa onun okuma isteğiyle simgeleşen tutkuyla mı, A’ya giden yolun okuldan geçtiğine kesinlikle inanmıştım. Bunda, okumuşluğun verdiği,  çevremdekilerin de özlemle baktığına çok tanık olduğum kentsel yaşama, bilgiyle donanıp A ile birlikte ulaşmak isteği tüm olası yolları kapatmış, bana tek bir şans bırakmıştı, okumak!. Bu tek yolu açamadığımı düşününce A benim için çok uzaklara gidiyor, bense onun için yok oluveriyordum. Korktum mu, kaçtım mı, yetişemedim mi? Ne olursa olsun, çok yakınlaşan sıcacık sevgi duraladı, giderek de uzaklaştı.

C'nin etkisi olup olmadığını tam bilemiyorum. C zaten hep vardı. Ne var ki, C’nin sevgi alanı sınırlı, belli mekanları sımsıkı dolduran,  sıcaklığına sıcak bir sevgi,  bilinen benzerleri olan bir sevgi. Yeniliğe, bilinmeyenlere, özlemlere,  özentilere yol vermeyen belki de en gerçek sevgi! İkisini kesinlikle karşılaştıramıyorum. Biliyorum biri olunca, öteki olmayacak! Zaten öyle oluveriyor. A dediğim zaman C uzaklaşıyor. C dediğim zaman da A uzaklaşıveriyor. Bir süredir A’ın uzaklığı sanırım bu duygularla baskıda kalabildi. Şimdi yeni bir durum doğdu, yaşama biçiminde değişme olabilirliği gündemde. A'ya karşı duygularımı uyandıran, geçmişi örten pusları dağıtan bir esinti başlamış gibi. Ayrıntılar silikleşse bile öz olarak bir büyük özlem dirilişi niçin olmasın?

Özlemlerin bireysel olarak depreşmesi genelde gene bireysel olarak kalabilirmiş. Böyle olsa bile  benim yaşamımda A,  değişmez alfabemin Halay Başı olarak kalacaktır.

Okul işlerim aksayınca A benim için unutulmaz bir arkadaş, ben, onun bana kattığı gönül zenginliği ile mutluluk arayan bir durumda kaldım. Mustafa Ağabey askerden döndü. Bir süre sonra Eğitmen Kursu’na katıldı, Eğitmen olarak köye atandı, eski yavuklusu S ile de evlendi. S abla, yengemiz oldu. Mustafa Ağabey mektupta yazdıklarından çok uzaklarda, bana göre bambaşka biri olarak yaşamını sürdürüyor. Anladım ki o, tüm duyguları karşılaştırıp yaşamı için gerekeni seçti, yönünü o yana döndürdü. Bense o mektuptaki duyguları ayrı ayrı algılayıp bir seçme yapamadım, bu nedenle de tümünün etkisinden bir türlü kurtulamadım. Üstelik Mustafa Ağabeyin duygularıyla benimkileri karıştırıp daha ağırlaşmış olarak yüreğime yerleştirdim. Sevmek, sevilmek, ayrılmak, ölümler, ayrılıklar… Neden ben? Sık sık da, “S ablanın Mustafa Ağabeyin mektubundan haberi oldu mu? Olduysa o zaman ne düşündü? Şimdi o mektuptaki düşünceleri nasıl karşılıyor?” Mustafa Ağabeyle karşılaştıkça ben bunları anımsıyorum. O ise bunlardan habersiz bana “Senin okula gitmemeni, okuma yollarını sonuna dek zorlamamanı doğru bulmuyorum, kolay pes edişini bir türlü içime sindiremiyorum!” deyip duruyordu. Uzunca bir süre böyle geldi, geçti…. Geçti mi? Önceki günlerime göre geçmeyen günlerdi bunlar. Sanki zaman kararmış benim için üzüntü şeridi olmuştu. Yaslı puslu bir şerit,  üstünde ağır aksak yürümeye çalıştığım bir keçi yolu.  Günler günleri izledi, aylar ayları... Kimi zamanlar uyanır gibi oluyor, dışımdan çok içimi gözlemeye kalkışınca,  yaşama sevincimin artmadan tekdüze bir iz sürdüğünü duyumsar gibi oluyordum. Belleğimde  salt bir umutsuzlar katarı gibi geçen üç yıl süresince, ‘Ben’siz bir gölge gibi duran, dondurulmuş bir görüntü olan kendi kılığımla karşılaşıyordum.

 

 

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ