Köy Enstitüleri Üstüne Basındaki Yazılar, Özeleştiriyi Canlandırdı
12 Mart 1945 Pazartesi
Akşamki gösterinin övgüleri arasında uyandım. Piyeste rol alanlar hep başarılı. Ne var ki, piyes seçimi için bir takım nedenler fısıldanıyor. Bunu sezen Abdullah Ön, ortaya konuştu:
-Siz, Nasrettin Hoca masallarıyla büyümüş insanlarsınız. Güzel Sanatlar hakkında henüz bir fikir geliştirmediniz. Çocuk gibisiniz, çocuk! Çocuk, meyve olarak keçiboynuzu ile ahlattan başka bir yemiş bilmezken bir gün annesi ona portakal yedirir. Çocuk portakala bayılmıştır ama gene de annesine sorar:
-Anne, keçiboynuzu neden almadın? Sizler de akşam bir süre Nasrettin Hoca masalı beklediniz. Olay bundan ibaret. Sinemalara koşarak gidiyorsunuz o gördüğünüz cicili bicili bayanlar, briyantinli saçlı baylar tiyatrolarda yetişiyor. Kolay değil, en çileli sanatlardan biridir tiyatro!
Abdullah Ön susunca gülenler oldu. Enver Ötnü ise sordu:
-Peki bayım söylediklerini anladık; ancak bu dersi kime, niçin verdiğinizi anlayamadık! Orhan Doğan:
-Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az! Bu kez de Ali Yücel sordu:
-Sahi yahu, o sonra gelen gerçek müfettiş ne yaptı onlara? Bu kez de Fahri Yücel konuştu:
-Onu söylemeyiz, bir akşam da sizi gene toplayıp orasını göstereceğiz! ”Hop, hop! diyenler oldu. Enver Ötnü gene sordu:
-Enişte, orası dediğin yeri merak ettik! Bu kez de Rahim Ünüvar:
-Bu kadar enişten var, sana söylemediler mi orasını? Enver Ötnü sanki hazırmış:
-Benim eniştelerim hep genç, böyle şeyleri bilmiyorlar sen söyler misin dede? Gülmeyen kalmadı. Süleyman Alkan:
-Allah iyiliğinizi versin! Sabah sabah nerden düşünürsünüz böyle şeyleri! deyip yürüyünce, tıs tıs gülenler de arkasına takılıp çıktı.
*
Kahvaltıda, duyulan övgülere karşın kusurlar sayıp döküldü. Müfettiş Kamil Yıldırım kendini eleştirdi:
-Şurasını şöyle, burası böyle yapabilirdim! dedi. O dediklerini, gelecek oyunlarda gönlünce yapacağını söyleyerek rahatlatmaya çalıştık.
*
Aydın Öğretmen çok neşeli geldi. Gelir gelmez de akşamki gösterilerden söz etti. Kendi çalışmalarından örnekler verdi. Sonra da tiyatro da oynayanların, kendi oyunlarını beğenmesi tehlikelidir, o tip insanların gelişmesi zorlaşır. Daha iyiye gitmek için insanın, yaptığından daha iyisini yapabileceğine inanması gerektiğini anlattı. Sonra da bizde, toplum olarak tiyatro kültürü olmadığını, tiyatroyu bir taklit işi olarak sandığımızı, bu nedenle de dar sınırlar içinde tuttuğumuzu anlattı. Halk arasında biri bir başkasının beğenilen ya da beğenilmeyen hareketini yaparak anlatırsa adı tiyatroculuğa çıkar! deyip güldü. Aydın Öğretmen, kendisinin sese dayanan opera dalında çalışmasına karşın ses kadar sese uygun tavırların sezilmesi için bir tiyatrocu kadar tiyatro bilmesi gerektiğini, bu nedenle tüm gücüyle tiyatro öğrenmeye çalıştığını söyledi. Opera tarihi incelendiğinde görüleceği gibi sıradan hareketlerle sahnelenen ilk operaların yanında son modern opera sahnelenmelerinin tiyatronun tüm kurallarına uyduğunu örnekler vererek anlattı. Aydın Öğretmen:
- Ancak bu gelişme kolay olmadı. Bizim bir elçimizin XIV. Louis’nin sarayında gördüğü operayı bir maskaralık olarak tarif etmesi bir bakıma doğruydu. Çünkü opera değil, o zaman şarkılı oyunlar yapılıyordu. Yıllar 1720’lerdi. Ne var ki bizim büyükelçimizin memleketinde o maskaralıklar 1945 yıllarında bütün açıklığı ile sürüyor. Radyodan duyarsınız, ciyak ciyak bağıranlar, def dümbelek fasıl heyetleri, ”Her yer karanlık!” diye başlayan ağıtsı bağırmalar bir de bakıyorsun kaşık havalarıyla bitirilen programlarını temcit pilavı gibi tekrarlıyorlar. Aynı nakaratlar, hemen hemen aynı kadrolarla her gece içkili gazinolarda da halka sunuluyor. Ne operası? Doğru dürüst bir şarkı bestelemeyi düşünen de yok. Uçkur peşkir havası...Bir de Tarihi Türk Musikisi gibi ad takmışlar. Sanki tarihimizde müzik varmış gibi...Zaman zaman bestecilerden de söz ediliyor ama onların çoğu azınlıklardan, bir bölümü de ad değiştirmiş dönmelerden. Müzik yüz yıllar önce Osmanlı İmparatorluğu yönetimince yasak edilmiş. Çok ilginç bir olaydır, Osmanlı yönetimi müziği (Daha doğrusu dinsel kesim) müziği yasaklamasına karşın, kendisine bağlı bir ülke olan Mısır 1870 yılında Mısır mitolojik dönemin ait bir konuyu ünlü İtalyan Opera bestecisi Verdi’ye ısmarlamıştır. Aida Operası, 1871 yılında Osmanlı yönetiminde olan Kahire kentinde oynanmış, Operayı, izlemek için Avrupa’dan yüzlerce insan gelmiştir. Bir başka olay da gene Osmanlı yönetimi altında yaşayan Museviler, kendi tarihleriyle ilgili bir konuyu (Babil Kralı Nabukednazar’ın İsrail Oğulları’nı Babil’ e sürgün etmesini) gene İtalyan besteci Verdi’ye besteletmiş, böylece kendi tarihlerine müzik yoluyla ışık tutmuştur.
Unutulmamalı ki müzik,insanın doğasında olan bir tepkidir. Köyde, kırda yaşayan halk yasak falan dinlememiş, saz şairleri aracılığıyla müziğini yapmış. O nedenle bizim müziğimiz halk müziğidir. Ancak halk müziği, usta ellerden geçerek çağdaşlaşmak zorundadır. Bunu yapan uluslar, uygar topluluklara yetişip katılmış. Bakın, Rusya, Finlandiya, Çekoslovakya, Romanya, çok sesliliğe sonradan katılmış uluslardır. Atatürk’ün buyruğu ile biz de bu kervana katıldık. Bestelenmiş operamız var, Büyük operaları oynayan sanatçılarımız var. Bu yeterli değil. Uygar ülkelerde de opera adım adım gelişmiştir. Bu gelişme, operanın tiyatroya dönüşmesi yönündedir. özellikle Alman besteci Richard Wagner’in getirdiği yeniliklerin özü operayı tiyatro kuralları üstüne oturtmaktır. Eski operaların sahneye konuşunda giderek ona uyulmaktadır. Bu nedenle ben de, yukarda da söylediğim gibi tiyatro öğreniyorum!
Mahir Öğretmen gelince öğretmenler kısa bir konuşma yaptıktan sonra Aydın Öğretmen selam verip ayrıldı.
Mahir Canova Öğretmen beklediğimize uymayan bir tavırla:
-Akşamki oyun için konuşacağımı bekliyorsanız, konuşmayacağım. Benim için büyük bir fark yok, burada yaptıklarımızın biraz uzununu orada yaptık. İyi mi yaptık, daha iyi yapabilir mi idik? türü konuşmalarla vakit geçirmek bir işe yaramaz. Bir halk sözü vardır, duymuşsunuzdur:
-Ustanın adı Hıdır, elinden gelen budur! Benim düşüncem başka; siz, her biriniz kendinize sormalısınız:
-Ben, Kamil’in yerinde olsaydım ne yapardım? Bununla demek istediğim şudur:
Tiyatro çalışmalarında olaylara hep eleştirel açıdan bakılmalıdır. Öyle yapılmazsa izlenen ya da oynanan oyunla bağlantı kurulamaz. Bağlantı kurulamayınca da etkilenme söz konu değildir. Bir olayla ya da dışımızdaki bir nesneyle bağlantı nasıl kurulur? O nesneye can gözüyle bakarsak ya da elimizle, kolumuzla dokunursak, ses veren bir nesneyse sesini duyarsak. Kısacası çocukların dediği şu yedi delikli tokmak bu işin içine girerse iletişim kurulabilir. O yedi delikli tokmağın tek etkinliği de yetmez hepsi harekete geçmelidir. Yolda giderken yanınızdan gürültüyle geçen, görünüşle ilginizi de çekmiş olan otomobilin etkisiyle üstünüzden geçen bir bulutun etkisini düşünün, otomobili günlerce anımsayabilirsiniz ama bulut, ”Havada bulut sen beni unut!,, olup gider.
Bakın, çok basit gibi görünen bir rol üslenmede neler düşünülüp ona göre tavır alınması öneriliyor. Tiyatroya gönül verenler, ipte yürüyen cambazlar gibidir. Çok dikkatli yürümek zorundadır. Bocalayarak yürümesi söz konusu değildir. Tiyatro çalışmaları öteki çalışmalara benzemez. Öteki çalışmalarda çalışan hep kendisidir. Çalışırken ayna karşısında olsa şaşırmaz, Çünkü ayna kendisini gösterecektir. Oysa tiyatro böyle değildir. Akşam Kamil, kendini aynada görseydi, bir saat önceki ya da oyundan sonraki kendini göremeyecekti. Burası çok önemli:
-İşte rol alan kimse tıpkı dış görünüşü gibi içini de değiştirip sahneye çıkmalıdır. Bunu yapmaz ya da yapamazsa onun tiyatro ile ilgisi zayıftır, yani tiyatroya soyunmamalıdır.
Beni sakin sakin dinliyorsunuz, görüyorum; sakın kendinizi sorgulamayın:
-Ben bunu yapabilir miyim? demeyin. Yapamazsınız. Siz tiyatrocu değilsiniz. Size birer tiyatro sever olarak baktığım için bunları anlatıyorum. Bunları bilin ki, akşamki oyun üzerinde neden fazla durmadığım üstüne yanlış yorum yapmayın. Bu anlattıklarıma göre durmamamın nedenini doğru değerlendireceğinizi umuyorum. Bu ölçüler içinde kalmak koşuluyla yaptığımız çalışmalar boşa gitmemiştir. Bu, yapacağımız yeni çalışmalarda da bizim için bir ölçü olacaktır.
Söylemek istediğim, hatta söylemekle kalmayıp yapmanızı istediğim bir başka etkinlik de olabildiğince tiyatro kitabı okumanızdır. Oynamak zorunda değilsiniz, tiyatro kitaplarındaki kişiler size içine gireceğiniz toplumda karşınıza çıkacakları tanıtacaktır. Tiyatro kitabı yazanların öteki yazarlardan daha keskin ayırt edici görüşleri vardır. Moliere, den çevrilmiş kitaplar var, yeni çeviriler de yapılıyor. Bizim Tatbikat Sahnesi için hazırlanan bir dizi kitap çıktı, daha da çıkacak, onları okuyun. Oralarda karikatürize edilen tipler toplum içinde hep var. Moliere bir zamanın Fransa insanını anlatır ama insan tipleri sınırlıdır, benzer kişiler her devirde, her toplumda bulunur. Bakın, konu bir zincirleme olayı olarak uzayıp gidiyor. Nasrettin Hoca sizin için yabancı değildir. Yurdun her köşesinden gelen arkadaşlarınız var, onlara sorun, ilk duydukları kahramanlardan biri Nasrettin Hoca’dır. Bir hayalet gibi Nasrettin Hoca yüzyıllar boyu anılıp gelmektedir. Türk Halkı onunla güler onunla kahırlanır. Hoca eşeğini kaybettiğinde dinleyen çocuğun kaşları çatılır bulduğunda ise yüzü güler. Gerçekte bu iyi olmakla birlikte bir toplum için yeterli değildir. Halkımız tiyatroyu söz olarak sık sık kullanır.Biri sözü şakaya dökünce;” Tiyatro yapma!,, derler. Genellikle de tiyatro deyince Karagöz oyunlarını düşler. Düşünün ki, Karagöz oyunları bile zararlı görülmüş, karagöz oynatanlar sürgüne gönderilirmiş. Örnek isterseniz, Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal kitabını okuyun. Orada bir genç, karagöz oynatmamış ancak oynatmak için çalışmalar yapmış. Mahallenin ahlakı bozulacak! diye yapılan şikâyetler üzerine o genç kendini sürgünde bulmuş. Şikâyet eden kim, Sinekli Bakkal Sokağı’nın imamı!
İşte uygar ülkeler bu hoca ya da papaz hikayelerini yeterli görmeyip Don Kişot’lar, Hamlet’ler, Faust’lar, Don Jean’lar,Jago’lar (Othello) eklemişler. Tiyatro Tarihi kitabımızda okuduğumuz Eski Yunan tiyatrosu eserlerinde geçen olayları kendisinden sonra gelen Roma’lılar gözden geçirip işlerine yarayan taraflarını kendisine mal etmiş. Yunan komedi konularını Roma tiyatrosunda görür gibi olacaksınız. Bu kadar da değil, İngiltere’de Shakespeare, Yanlışlıklar Komedisi’nde gördüğünüz gibi, Atinalı Timon’da göreceğiniz gibi; Eski Yunan küllüklerini eşelemiş. Almanya’da Goethe, Schiller, Fransa’da Corneille’ler, Racine’ler, Moliere’ler, La Fontaine’ler...
Daha daha operada, Handel’lerin, Gluck’ların, Mozart’ların, Verdi’lerin, Wagner’lerin bir eli Eski Yunan eserlerinde olmuş. Demek oluyor ki, tiyatro bizi dar kalıplardan kurtarıp Dünya Kültürü’ne ulaştıracak bir kapı açıyor. Bu nedenle tiyatro üstüne yazılmış yazıları lütfen okuyun. Komedi, dram, Trajedi, hangi türü olursa olsun gözden geçirin. Yerli yazarlarımızın da başarılı oyunları vardır. Onları da okuyun. Ancak, insanlığın ortaklaşa benimsediği yazarları, örneğin Moliere’i, Shakespeare’i sakın ihmal etmeyin!
Öğretmen duraksar gibi olunca;
-Goldony! dedim. Öğretmen:
-Evet evet, bakın bir de Goldoni’miz var. Onun, bizim arkadaşların oynadığı Otelci Kadın’la Kahvehane’si de dilimize çevrildi. Kahvehane’yi siz izlediniz. Niçin sadece Goldoni olsun canım; Shakespeare’i unutmayalım. Yanlışlıklar komedisini unuttuk mu? Shakespeare’ den salt o değil, yirmi dolayında kitabı dilimize çevrildi. Bu kitaplarda sergilenen insan tipleri, olayları, tarihleri, yerleri farklı bile olsa tanıtılan kişiler gene insandır. Onları tanımak, ilerde karşılaşacağımız bir çok insanın, belleğimize aldığımız tiplerden hangi gruba girdiğini tavırlarından sezmemizi kolaylaştıracaktır.
Buraya bir nokta koyup, nereden nasıl geldiği, nereye gideceği tartışma konusu olan insanlığın bu tiyatro olayına niçin kalkıştığı, hangi yollardan geçerek bu güne ulaştı üstüne anlatılan hikayeye kısacası Tiyatro Tarihine bir daha göz atalım.
Mahir Öğretmen bir Tiyatro Tarihi kitabı istedi. Benim kitabım Müzik dolabındaydı almak için kalktığımda öğretmen saatine bakıp kalktı. Bu kez Muttalip Çardak’a takıldı:
-Kendine bir arkadaş seç. Seçeceğin arkadaşın hangi özellikleri taşıyacağını biliyorsun.Birlikte çalışmaya başlayın! deyip ayrıldı.
*
Yemekte oldukça neşelendik. Bizden tiyatroculuk isteyen, ancak tiyatrodan anlayacak bilgilerimiz olacak. Halil Yıldırım sordu:
-Ne olacak o bilgiler?
-O bilgileri biz de öğrencilerimize aktaracağız.
-Onlar ne yapacak onları?
-Onlar da öğrencilerine aktaracak!
-Bu yolda biz yalnız olmayacağız, Devlet Konservatuvarı her yıl bu konuda değerli sanatçı yetiştiriyor; onların çekiciliği de eklenince yurtta tiyatro aranır duruma gelecek!
Bir şey gözümden kaçmadı; Mahir Canova Öğretmen Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal kitabından söz etti. Utandığım için ikinci kez konuşmadım. Sinekli Bakkal olayını çok iyi anımsıyorum; Tevfik, neşeli, şakacı bir insan, eğlenme amacıyla Karagöz oyununa el atar. Sahtekâr imam kendi damadı olmasına karşın onun Tevfik’in karşısındadır. Asıl şaştığım arkadaşların Sinekli Bakkal romanından habersiz olmaları. Biri çıtlatsın da konuşayım! diye boş yere bekledim.
”Tıs!” çıkmadı. Yemekte de, belki anımsayıp konu açılır! Umuduna kapıldım.
Sinekli Bakkal
Öztekin Öğretmen:
-İlk provamız iyi geçti sayılır. Olay salt bizim değil bütün okulun. Elektrikler kesilse bakıp kalırdık. İşin bir de o tarafı var. Ben bunları da düşünüyorum. Perdeleri kimler taktı, pat diye düşebilirdi. Bir ara bunları düşündüm. Neyse bunlar olmadı, bundan böyle orası bizim kontrolümüzde olacak!
Öğretmen:
-Kemanları ihmal etmeyelim, bugün serbest çalışalım; yarın telâfi ederiz! deyip odasına çekildi.
Tüm arkadaşların çalışacağını düşünerek alt odaya indim. Ara verdiğim Czerny etütleri tekrarladım.
Yarınki derslerimden bir sorunum yok, rahatım. Yemeğe dek çalıştım.
Yemekte herkes neşeli. Yarınki dersler, dersliğe girerken anımsanacak.
Yemekten Büyük Salona uğradım, önemli bir tartışma var, tartışma dün geceki bizim şölen nedeniyle başlamış. Ancak tartışılan konu bizimle ilgili değil. Okul Müdürü Rauf İnan’ın her zaman söylediği bir sözün yorumu üzerine. Rauf İnan, gece dolayısıyla Köy Enstitüleri’nin gelecekte neler yapabileceğinin bir ölçüsü falan diye konuşurken:
- Öteki okulların, böyle bir şansı yok. Yüz yıla yaklaşan bir geçmişi olan Öğretmen Okulları şimdiden yanımızda cılız kaldı! demişti. Bu sözü eleştirenler, şimdiki durumda Köy Enstitülerinde çalışan öğretmenlerin hep oralardan yetiştiğini, Köy Enstitüleri’nin bir başarısı varsa onların yardımıyla olduğunu, öyleyse onları dışlamanın doğru olamayacağını öne sürüyor. Sözü yerinde bulanların belli bir dayanağı yok; salt Okul Müdürünün sözü olarak düşünüp de Öğretmen okullarını değil hemen hemen tüm okulları küçümseyen bir tavır takınıyorlar. Konu ilgimi çekti. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde okurken öğretmen okulu çıkışlılara değil de onları Köy Enstitüsü’ne atayanları eleştiriyordum. İlkokulda beni yetiştiren Ahmet Bey, Hasan Bey, Nuri Bey(O zaman soyadı yoktu) Ahmet Korkut öğretmenlere onsuz saygım var. Son sınıfta müzik derslerimize gelen Asım Kavalller, için ne diyebilirim ki? Akordiyon çalabiliyorsam, piyano çalmayı başarıyorsam bunu Asım Öğretmenin uyarılarına borçluyum. Ama öteki öğretmenler, Asım Öğretmenin Müziğe sarıldığı gibi üslendiği derslerin konularına sarılmıyordu. Bir yıl matematik okutan bir öğretmen ikinci yıl coğrafya okuttuğunu gördüm. İşte ben buna karşıyım. Geçen yaz burada da tanık oldum. Yemek masasında yapılan söyleşilerde coğrafya okutan öğretmenin enlemleri, boylamları ya da bunların ne işe yaradığını bilmeyeniyle karşılaştım. Türkçe okutuyor ama deyimle terimi, deyimle Atasözünü ayır edemeyenleri gördüm. Bıktım şu tabiat Bilgisinden seneye bu derse girmeyeceğim diyenleri şaşkınlıkla dinledim. Tarihe geçmiş büyük kahramanları anarken, Büyük İskender’le Napolyon’un karşılaştırıldığı bir tartışmada, İskender’in yıldızının 20.yaşında Napolyon’un ise 25 yaşında parladığını, İskender’in 13 yıl, Napolyon’un 15 yıl saltanat sürebildiğini söyleyince yüzüme acayip acayip bakan bir öğretmenin tarih okuttuğunu öğrenince ben de ona acayip acayip bakmıştım.
Dinlediğim tartışma bu tür bir eleştiri değil. Tartışan arkadaşlar da olaya çok yüzeysel bakıyor. Bir ara bende söz alarak:
-Tartışılan konu, öteki okullarla Köy Enstitüleri’nin karşılaştırılması.. Köy Enstitüleri de öteki okullar gibi bir okuldur. Okullar varoluş amacına uygun müfredat programlarıyla bilimsel çalışma yaparlar. Sanat okullarının müfredatı başkadır, Öğretmen Okullarının başkadır. Amaçları başka başka olan okulları nasıl karşılaştırırsınız? Sizler hiç pazara gitmediniz mi? Bizim Kepirtepe yokken biz Edirne’den Alpullu’ya oradan da kalkarak Lüleburgaz içinde bir okula yerleşmiştik. Okul, tam Pazartesi pazarının bitişiğindeydi. Marangozluk atölyemizle Pazar arasında bir yol vardı. Tam sekiz ay pazarcıları dinledik. Adamlar ürünlerini satmak için gün boyu bağırıyordu. Ancak bağıranlar belli bir amaç için bağırıyordu. Söz gelimi patates satan pazarcı tüm gücüyle patatesinin iyi olduğunu söylüyordu. Kimi kez de coşarak pazarın en iyi patatesini sattığını anlatıyordu. Karpuzcular da öyle. Ancak hiç birisi kalkıp:
-Benim karpuzlarım pazarın tüm patateslerinden tatlıdır!” demiyordu. Buraya geldiğimden beri hep bunu düşündüm. Geçen yıl Ahmet Emin Yalman geldiğinde de konuşuldu. Köy Enstitüleri kiminle karşılaştırılıyor? Ahmet Emin kitabında ne yazıyor? Çifteler Köy Enstitüsünde Aşık Veysel, harikalar yaratmış, herkesin elinde bir bağlama!....Dün akşam gördünüz, Ahmet Emin Yalman’ın söylediklerinden övdüklerinden en küçük bir kırıntı var mıydı? Biz, kendi alanımız dışındakileri başkalaştırıp onlarla boy ölçüşeceğimize, yapmamız gerekenleri iyi saptayıp o ölçüye çıkaramadıklarımızı çıkarmaya çalışıyorsak ancak o zaman başarılı oluruz. Geçen yaz tüm arkadaşlar Köy Enstitülerini gördü, açık açık söylesinler, düşledikleriyle tıpatıplık buldular mı? Dergide çıkan yazılara bakılsın, hep yakınma! Kimden yakınıyoruz? O yakındığımız insanlar bizim yakınmamızı duyunca tavır değiştirir mi? Değiştirebilecek olsa zaten onlar değiştirirler. İşte bizim asıl görevimiz onlarda yakınarak, mızmızlamak değil, onları öyle yapan sorunları çözmektir. Okul Müdürümüz dün akşam söyledi, bu işi biraz geciktirdik! Kim geciktirdi? Yemekhane yapılırken daha 1941 yılında aynı zamanda Gösteri yeri olarak düşünülerek yapılmıştı. Oysa sahne, bölümünün inşaat kırıntıları yeni temizlendi. Doğan Güney keman çalarken herkes dinledi. Neden yalnız o çaldı? Daha 30 arkadaş keman çalışıyor. Otuz arkadaş bir salonda çalışmasını sürdürüyor. Oysa Konservatuvarda her keman öğrencisinin bir çalışma odası var. Keza Gazi Eğitin Enstitüsü Müzik Bölümü öğrencileri de tek tek keman odalarında çalışıyor. Bizde yer mi yok? Neden olmasın?1941 yılında yaptığımız 5 binanın beşinin de alt katı o zaman bırakıldığı gibi kalıntıları ayıklanmadan duruyor. Pardon birinin altını Yapıcılık Bölümü kendileri için düzenledi. Demek oluyormuş. Dinleyenler arasında Hüsnü Yalçın varmış gülümseyerek:
-Bizim Bölümün oturacak ayrı bir yeri yok! deyince birileri:
-Hayda! Konu nereden nereye gitti! dedi. Benden önce Hüsnü Yalçın:
-Bu bir plansızlık değil mi? diye sordu. Dinleyenlerden Şükrü Koç:
-Evişleri Bölümü’nün öğretmeni olmadığını, dikiş işlerine giren öğretmeninse Kız Sanat okulu mezunu olduğunu, kısacası Köy Enstitüsü düzeyinde bile sayılmadığını, babasının yardımıyla buraya atandığını (Ferit Oğuz Bayır’ın kızı Dilek Öğretmen) anlattı. Söyleyince dinleyenler ayaklandılar. Susmadım:
-Geçen yıl alkışladığımız Ahmet Emin Yalman’ın kitabını bir daha okuyup avunabiliriz. Kendi kendini yetiştiren Ahmet Yol opera aryası söyler, birileri ona alafranga der(Müdür Rauf İnan son konuşmasında öyle dedi)Böylece müzik gene alaturka- alafranga olarak anılarak alaturkacılara halk katında eşitlik ortamı hazırlanır. Sonra da oturup konuşulur:
-Neden bizi saymıyorlar? Sayalar sayarlar, üzülmeyelim; bir gün sıraya dizip sayarlar!
Hızımı alamadım, nasıl böyle kendimizi avutabiliriz? Eğitimbaşı Hürrem Arman ortada yok. Yüksek Bölünün en ufak işleri doğrudan, Yüksek Bölümü vekâleten yöneten Köy Enstitüsü müdürü yönetiyor. Adamın elinde bir yüksek okul diploması bile olmadığı söyleniyor. Doğru- yanlış bilmem ama adamın tavırlarından bu anlaşılıyor. Diploma düşmanı! İkide bir bunu kendisi söylüyor:
Diploma ne işe yarar?
Yatınca da kendi kendime söylendim:
-Ben mi yanlış düşünüyorum yoksa? Ama yanlış değil, azıcık bilgileriyle köylere giden arkadaşları düşlüyorum; yeğenim İsmet, çok iyi bildiğim Kızılcık Dere köyünde şimdi ne yapıyor? Akrabamız olan Mehmet Ali-Enver Kardeşler’e nasıl söz geçirecek? Daha başkaları da var. Lise öğrenimi görmüşler. Dayımoğlu Necmettin Öğretmen. Aynı zamanda köyde çok saygın bir yeri olan Efe Hafız’ın oğlu. Enver, şimdiden Bey, Enver Bey olarak anılıyor. Altındaki atların rengi mevsimlere göre değişiyor. Kışın siyahi yazın beyaz, doru ilkbahar da, kır sonbahar da. Yeğenim İsmet ata bile binemez. Kendi evinde hayvanlarla da ilgilenmemişti. Bir iş buyrulsa kardeşi Sabri’ye devrederdi. Şimdi iş düştü, Sabri, ne kadarına yardım edebiliyor?
Ya ötekiler? İdris Destan, Recep Kocaman, Hilmi Altınsoy? Arkadaşımız Hilmi Altınsoy, böyle konuları konuşunca:
-Anam beni korur! diye işi şakaya dökerdi. Acaba Sırınsıllı halkı (Köyünün adı) şakayı ne denli karşılıyor?
13 Mart 1945 Salı
Sabahattin Öğretmenin adı anılıyor; dikkatle dinlemeye çalıştım: Rahim Ünüvar bir gruba:
-Sabahattin Öğretmen, sert görünür ama yumuşak kalplidir! Dedikten sonra kardeşi Mimar Mualla Eyuboğlu’nu örnek gösterdi:
-Şeker gibi.... Enver Ötnü duymuş:
-Hop, hop, hop! Yavaş olalım! Görünüşe aldanmayalım! deyip geçti. Enver Ötnü Yapıcılık Bölümünde, Mimar Mualla Eyuboğlu’nun öğrencisi. İşte insanlar böyle, her konuda bilir bilmez konuşurlar. Akşamki konuşmamdan dönmüşlüğüm yok!
Düşünerek konuş, noktayı uygun yerine koy! Değişmez ilken bu olsun!....
*
Kahvaltıda, konu Sabahattin Öğretmenin ne yapacağı olasılıkları? Herkes bir olasılık öne sürdü:
-Çıkarın kağıtları! Bu olasılık çürütüldü; Sabahattin Öğretmen kağıtları kendisi verir.
-Kalan kağıtları okuyacak!
-Kağıtları açıklananları bir daha deneyecek!
-Montaigne Öğretmeni açıp okumaya devam edecek!
-Derse gelmeyecek! buna güldük. Ancak arkadaşlar gibi “İnşallah!” demedim ama sahiden sevindim.
Sabahattin Öğretmen durgun bir yüzle geldi. Yerine oturunca:
- Kağıtlarını vermediğim arkadaşlar içinde sanırım kağıtlarını merak edenler olmuştur. Arada pek fark yok ama gene de ayıracak yönleri bulunduğundan böyle bir seçim yaptım. Kağıdını okuduğum arkadaşınız doğal olarak yazdığını anımsayacaktır. Ancak ben rica edeceğim, açıklayıcı bir tavır almasın. Bu benim çok özel bir seçimim. Bunun bozulmasını istemiyorum.
Öğretmen kağıtları çıkardı, okumaya başladı. Gözlerde bir canlılık, herkes kağıdı verilmemiş kişileri gözleriyle tarıyor. Kağıdım okunurken belirtmemek için gözlerimi yummayı tasarladım. Yanımda Halil Dere sık sık ayakla dürtüyor:
-Senin mi? Kağıtlar bitti. Halil Dere kızdı:
-Heykel gibi durdun, ne oluyorsun yani? Benim kağıdın okunmadığını fısıldadım. Az sonra öğretmen, bir kağıdı okumadığını, onun en güzeli olduğundan değil, kaynaklardan yararlanmasını bilmiş, dikkatinizi çekmek için sona bıraktım! deyip okudu. Okuduktan sonra da Rüzgârlı Bayır’ı okuyanları, Karamazof Kardeşleri okuyanları sordu. Rüzgârlı Bayır’ı dört arkadaş, Karamazof Kardeşleri on iki arkadaşın okuduğu belirlendi. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
- On ikide bir anımsama, bu bir bakıma az! deyip üç olayın birbiriyle bağlantısı olduğunu, bağlantı ile benzerliği karıştırmamamızı, bağlantının ters yönden de olabileceğini, bunun seçiminin tehlikeli olmasına karşın isabetli yapılınca çok makbule geçeceğini anlattı. Bir de örnek verdi. Roma döneminin iki unutulmaz yöneticisi Sezar ile Neron’u karşılaştırarak bir metin yazılabileceğini, ancak bunu anlatırken şirazeyi kaçırıp anlatılmak istediğinin Neron’a kaydırılması durumunda gerçeğe ters düşeceği, çünkü insanlığın, her zaman yapıcı tarafa dönük olduğu için yıkıcılığa şans tanımayacağını gözden kaçırmamak gerektiğini anlattı. Öğretmen bundan sonra Karaağaçlar Altında eserinin neden üstünde durduğunu düşünmemizi istedi. Sonra da sordu:
-Az önce örnek verdiğim, Sezar-Neron örneğiyle ilgili olup olmadığını ekledi. Bir çok parmak kalktı. Öğretmen konuşanlar için hiç bir ayırım yapmadan dinleyip geçti. Sonra da sordu:
-Fontamara adlı kitabı okudunuz mu? Benimle birlikte arkadaşların yarısı parmak kaldırdı. Öğretmen bu kez oynamakta olan bir filmi, Gazap Üzümlerini sordu.Çok kişi görmüş. Filmin, kitaptan çok daha acıklı olmasına karşın kitap yasaklandı oysa film gösteriliyor; buna ne dersiniz? deyince konuşanlar oldu:
-Film Amerikalı! denince öğretmen başını salladı:
-Sormak istediğimi başka yanlara çekemezsiniz. Neron-Sezar örneğini boşuna vermedim. Amerika mamerika diyerek olayı anlamadığınızı ortaya koymayın. Amerika’daki de insan İtalya’daki de. Filmde cinayette işleniyor. Kitabı yasaklayan bizim hükümetimiz. Birini benimseyip birini niçin dışlasın? Filmin kitabı da filmin kendisi de en büyük ödülleri almış. Niçin? Niçin olacak, yazar olayları dengeli ortaya koymuş. Ortada bizim deyimimizle Sezar da var Neron da!’ Ancak bir noktada Sezar’ın hakkı Sezar’a veriliyor. Burası çok önemli! Sizi biraz daha dikkatli olmaya çağırıyorum. Okurken de yazarken de bu noktayı gözden kaçırırsanız ayırdında olmadan bir yanda olur öbür taraftan habersiz kalırsınız. Bu da sizi dar bir yola sapıtır ki dönüşü olmayan yaşam yolu bu!. Çevrenize bakın böylelerini göreceksiniz; bilmediği konularda bile “Benim!,, deyip ortalıklarda dolaşır. Oysa o, hiç bir şey değildir. ”Benlik!,, şöyle dursun, bilmediği bir başka benliksizin gölgesidir.
Sabahattin Öğretmen ellerini, parmaklarını bir birine kenetleyip çenesine dayayarak (İki eli bir yumruk yaparak) yüzlerimize baktıktan sonra sordu:
-Sizlerle bir ara La Fontaine’ den okumuştuk değil mi? diye sordu. Okuduğumuzu söyleyince:
-Bakın işte, orada bu dediklerim hayvanlar aracıyla insanlara gösterilmeye çalışılıyor. La Fontaine 17. yyılda yaşamış. Burası çok önemli; La Fontaine kendisinden önceki uyarıların yetmediğini görüp işi bir de bu yönden ele almış. La Fontaine’yi okuduğumuza göre Ezop’ tan da söz etmişizdir. Ezop bu işe binler yıl ötesinde el atmış. Bu çabalar hep uyuyan bir tür insanı uyandırmak içindir. Bu tür insanlar uyanmazsa, yani, tavuklar ya da koyunlar,(Benzeri insanlar)uyanmazsa tilkiler ,kurtlar dünyayı dilediği yöne çevirmeyi sürdürecektir. Sizlerin tüm yaşam boyu bu kurtlar ya da tilkilerle savaşacağınızı unutmayın!
Sabahattin Öğretmen:
-Ben burada biraz çalışacağım, sizler gidebilirsiniz! deyince sessizce kitaplıktan Büyük Salona indik. Nedense, şaka yollu da olsa kimseden ses çıkmadı.
Yunus Kazım Öğretmen bu sessizlik üstüne oldukça neşeli geldi. Gelir gelmez de Psikoloji ile öteki bilimler gibi Güzel Sanatların da ilişkili olduğunu, özellikle de Müzik sanatının ilk insanlarda daha ruhsal uyanmanın belirtisi Müzik (Müziğin ilk belirtileri) olduğunu anlattı. İlk insanın (Bunu kendi mantığımızla böyle diyebiliriz) doğal devinimleri gereği bir eş tuttuğunu, yavru büyüttüğünü varsayabiliriz. Peki bu eş ya da yavru yitirilince o insan ne yaptı? Öğretmen ayrıca, hayvanlardan örnek verdi, eşli yaşayan kuşların, günlerce eşini kaybettiği yerde öttüğünü, özellikle sadık bir eş tutkusu olan leyleklerin uzun süre tek kaldığı yuvada insanları bile etkileyecek sesler çıkararak kendi dilince ağladığını anlattı. Sözü ilk insana getirerek, onların da bir tepkisi olabileceğini, işte bu tepkilerin önce ağıtsal bir biçimde ortaya çıktığını, sonra sonra bu tür üzüntülerin, uzunca anlatılara dönüştüğünü, bunların gideren törensel bir duruma dönüştüğünü, bunlara başkalarının da katıldığını, yüzyıllar boyunca süren bu ruhsal boşalma giderek,( Toplumsal ilişkiler arttıkça) o toplumun törelerini oluşturduğunu söyledi. Sözü Eski Yunan Tiyatrosuna getirerek (Bizim okuduğumuz) Tiyatronun doğuşuna geldi. İlk oyunların, kesinlikle korku üzerine olduğunu, ancak o bireysel korkuların sonra sonra toplumsal ağıtlara dönüştüğünü, işte bunların hep ruhsal bir motiften kaynaklandığını, zamanla bunun sesli ağıtlara dönüştüğünü, bu geliştikçe insanlar benzer duygularla bu kez neşelerini de bu tür bir yola soktuğunu, böylece müzik dediğimiz gerçekte insanın bir ruhsal boşalımı olan konuşmanın ötesinde bağırarak boşalma zamanla bir düzene sokularak Müzik Sanatını oluşturduğunu anlattı. Yunus Kazım Öğretmen eliyle çenesini tutarak düşünür gibi bir süre durduktan sonra gülerek:
-Bağırarak boşalma! deyince bizim alaturkacıların bağırmaları sanmayın, onlar bunu, bir şey yaptıkları sanarak yapıyorlar, bunun psikoloji ile bir ilişkisi yok. Ancak dinleyenler tümüyle psikolojinin konusuna girmektedirler. Onlar nasıl bir doyum sağlıyorlar? ”Şahane gözler şahane, üstüne yoktur bahane!” burasını anladık. Sonra? “Süleyman olsam cihane!.....Ol be kuzum, sana kim engel oluyor? Bakın ama sözün arkasında bir ruhsal bozukluk seziliyor, Süleyman olmayı sanki başkasından bekliyor. İşte bu, insanın bir yanını gösteriyor, bu ruhsal durumdaki insan atılım yapamaz! Alaturka denilen, kökeni ta eski Mısır ya da Sümerlere, Hititlere dayanan, ilkel ağıtların sarkıntısı olduğu belli olan, sevenlerin diliyle söyleyelim Alaturka Musiki bu nedenle evrenselleşememekte, geri kalmış toplumlarda yaşamaktadır. Batı dediğimiz Avrupa insanı bunu aşmış. Ben oralarda bulundum, insanlar, donanıp konserlere gidiyor. Konserler biliyorsunuz, belli bir düzen içinde insanların sınıfsal bir ayırım yapmadan yan yana oturup çalınan eserle bireysel bağıntı kurmasına yol açar. Konserde yüzlerce insanın sessiz sakin müzik dinlemesi kutsal bir ibadettir. İbadetin kutsalı bundan başkası olamaz. Dinleri ne olursa olsun gencinden yaşlısına, rütbeleri ne olursa olsun yüzlerce insan bir arada saatlerce bir senfoni, bir konçerto ya da bir opera dinliyorsa burada insan ruhunu çeken, günlük gaileden sıyıran hatta inanılmaz derecece taraf tutan duyguları dizginleyen bir giz var demektir. Beethoven’in
Ey insanlar gelin kardeş olun! diyen dokuzuncu senfonisini dinleyen bir salon dolusu insan o an savaş düşünür mü? Bir insanda savaş fikri olsa bile o anda bunun muhasebesini (Doğru olup olmadığını) yapar. Bir Beethoven mi? Elbette değil, yüzlerce bestesi, Bach’lar, Handel’ler Haydn’lar, Mozart’lar daha niceleri toplumun takdirini kazanmış eserler bırakmış. Bu eserler baba yadigarı gibi korunuyor. Orkestralar kurulmuş. Düzenli konserler veriliyor. Giden arkadaşlarınız bilir bizim de biricik orkestramız cumartesi günleri bu konserleri başlattı, başarıyla da sürdürüyor. Ankara’da değil Türkiye’de bir tane. Niçin başka kentlerimizde olmasın? Bunları söyleyince karşılık hazırdır:
-Halkımız alışmamış! İyi de neden alışmamış acaba? Bir başka soru daha:
-Ne zaman alışacak acaba? İşte bu soruların karşılığını biz psikoloji açısından değerlendirebiliriz. Kurnazlar, uyandırılmamış insanları kolay sömürdüğü için onları el altında tutuyorlar. Tilkiler le tavukları bunun için örnek verdim. Bu sorun nasıl çözülecek? Çözülecek çözülmesine de ne zaman? İşte size yine bir psikoloji olayı! Yılmadan bu sorunu çözmeye devam edeceğiz. Kötü, kötülüğünü sürdürürken güzelini yanına koyup seçimini halka bırakmak! Yunus Kazım Öğretmen:
-Seçimini halka bırakmak! deyince parmak kaldırdım. Söz verince sordum:
-Ya halkı alaturkacılar rahat bırakmazsa? Öğretmen başını salladı. Varlık Dergisinde okuduğum yazıdan söz ettim. Öğretmen yazıyı anımsamadı, önümüzdeki derse getirmemi istedi. Ancak kendisi de benzer açıklamalar yaptı. Müziğin bir de ticari tarafı olduğunu, düzenini buna göre kuranların gelir kapılarını kolay kolay kapatmayacağını, bu işi ele alanların bunları hep hesaba katacağını, salt müzik değil köylerdeki insanların öteki inançlarında da birilerinin çıkarı olduğunu, bunları dikkate almadan iyi sonuç alınmayacağını unutmamalıyız. Öğretmen ayrılırken yazıyı getirmemi tekrarladı. Öğretmen ayrılınca Halil Dere bana takıldı:
-Adamı sonunda müzikçi yaptın! dedi. Faik Demir söze karıştı:
-Adamın ruhu ince, senin gibi Muğla ormanlarında yetişmiş odun değil. Halil Dere böbürlenerek:
-Sen kendine bak Aydın Efesi, ben uygar insan olarak konserlere gidiyorum, ne haber! Orada bir sevgilim bile vr. Faik bu kez fikir değiştirdi:
Ne olur beni de götürün, konserleri çok seveceğim!
En yakın arkadaşlarımın olaya böyle bakmasına çok şaştım. Sözde şaka oluyor ama, neden bir ciddi taraf yakalayıp konu üzerinde durmuyorlar?
*
Yemekte gene eski teraneler tekrarlanmaya başladı. Dikkat ettim onca söze karşın meslek olarak seçtikleri müzik olayının öteki olaylardan farklı bir tarafı olduğu üstünde durulmuyor. Örneğin öteki öğretmenlerden farklı bir zaman yaygınlığı var. Müzik öğretmenleri, her sabah (Hemen hemen her gün) öteki öğretmenlerden önce kalkıp oyun alanlarına çıkmak zorundalar. Arkadaşlar, bunun nasıl bir sıkıcı tarafı olduğunun ayırdında değiller. Cumartesi öğle, pazar günü akşam bayrak törenleri sorumluluğunu görmezden geliyorlar. Ayrıca özellikle Milli Bayramlarda törensel ağırlıklar Müzik Öğretmenlerinin. Bunların zorluğunu ben Kepirtepe’de öğrenciyken yaşayarak öğrendim. Bizim bir de resim tarafımız var. Atandığımız Köy Enstitüleri’ de Resim derslerini de yüklenebiliriz. Resim dersleri de başlı başına zaman alan etkinlikler. Köy Enstitüleri, kendi yerleşimlerini tamamlayınca iş atölyeleri, Hidayet Gülen Öğretmen’inin Çalışma Yeri gibi küçük işlerin yapıldığı atölyelere dönecek. İşte o zaman bizim arkadaşlara buralarda da görev düşecek. Köy okullarında, kendi müfredatları gereği bina çatısı ya da pencere- kapı yapılmaz. Öyleyse bizlere Köy Enstitüleri atölyelerinde küçük elişleri yapma görevi verilecek. Bunları düşünüp kendimizi çok yönlü yetiştirmeyi neden düşünmüyoruz?
Yemekten sonra Kitaplığa gittim. Mahir Canova Öğretmene söylediğim Kahvehane oyunu için yazılan yazıyı, sorabilir düşüncesiyle yazdım.
Carlo Goldoni ve Kahvehane
Yazan: Nahit Sırrı
Ankara Devlet Konservatuvarı, edebiyat tarihleriyle Ansiklopedilerin de İtalyan komedya muharrirlerinin en değerlisi saydıkları Carlo Goldoni’ye hususî bir teveccüh göstermektedir. Yeni ve eski bir hayli büyük ve maruf Garp müellifinden Konservatuvar için yaptırılmış tercümeler çekmelerde uyudukları halde, geçen yıl kendisinin sayısız eserleri arasında en meşhurlarından biri olan Otelci Kadın’ı yine seyretmiştik. (Bu sene de, ilk tiyatro temsili olmak üzere, yine eserlerinin en şöhretlilerinden (biri sayılan Kahvehane isimdi eserini dinlemeye davet edildik. Devlet Konservatuvarı henüz yılda iki üç piyes çıkardığına hesaba alınca, İtalyanların dahi Goldoni’yi bu nispette sevmediklerini ve oynamadıklarını (söylemek yanlış olmaz. Yirmi yıla yaklaşan bir müddet önce İtalya ‘da geçirdiğim on aylık zaman içinde pek sık tiyatroya gittiğim ve muhtelif İtalyan şehirlerinde kaldığım halde, kendisinin İzmirli isimli bir komedyasından başka bir eserini seyretmek bana nasip olmamıştı. Sade şunu da ilâve etmek icap eder ki, Faşizme takaddüm eden bütün devirlerde İtalyan tiyatrosu milli eserlerden çok ziyade Fransız piyeslerine açık bulunmuş ve İtalyan muharrirlerinin bundan doğan şikâyetleri bir semere vermemişti. Nihayet Carlo Goldoni cidden lâtif bir muharrirdir ve müşahedelerinin pek de derine nüfuz etmeyişine mukabil, oyunlarının hareketli ve eğlendirici hüviyetleri henüz oluş halinde bulunan bir sahne için bilhassa uygundur. Prof. Carl Ebert’ in, Şimal adamlarında Akdeniz memleketlerine karşı görüle gelen kuvvetli bir tezahürü olarak Goldoni’ye bağlandığını da düşünebiliriz. Bu sözlerden sonra (Kahvehane) eserinin nasıl oynandığına geçmek pekâlâ mümkündü ama, Carlo Goldoni böyle sık sık karışımıza çıktığına ve belki daha da çıkacağına göre, evvelâ bu muharrir üzerinde konuşmak acaba doğru değil midir? Doğru olduğuna kani bulunduğum için de, tek eserini ve onun temsil ediliş tarzını ele almadan önce kendisinden bahsedeceğim. 1707 de Venedik’te doğup 1793 de Paris’te ölen Goldoni, on sekizinci asrı hemen başından nihayetine kadar yaşamıştır. Hekim olan babası onu kendi mesleğinde yetiştirmek istemiş, fakat pek küçüklüğünden itibaren sahneye karşı ilgi gösteren ve hatta bir rivayete göre sekiz yaşında ilk tiyatro eserini vücuda getiren Carlo Goldoni bir seyyar tiyatro gurubu ile .beraber kaçarak babasının bu arzusunu akim bırakmış, kendisine hukuk tahsil ettirilmesine ve hatta bir müddet avukatlık edip bu meslekte oldukça kabiliyet göstermesine rağmen, bütün ömrünü tiyatro eserleri yazmaya vakfetmiştir. Trajediden ve ağır operadan komediye kadar sahne edebiyatının her nev’inden eser vermiş olup tiyatro tarihinin tanıdığı en velût kalemlerden biridir. O kadar ki, 1749 - 1750 senesinin tiyatro mevsiminde üçer perdelik on altı eser vücuda getirmiş olduğu tespit edilmiştir. Hayatının 1762 ye kadarki kısmını en çok Venedik’te ve bazen da başka İtalyan şehirlerinde yaşamak şartıyla İtalya’da geçiren Carlo Goldoni, bu tarihten ölümüne kadar yine sevgili Venedik’e dönmek ümitlerine rağmen Paris’te kalmıştır. Paris’teki İtalyan tiyatrosuna eserler vermek üzere davet edilmiş, oradaki aktörlerle geçinemeyerek kral hanedanına mensup, prenseslere İtalyanca öğretmeni tayin.edilmiş, kaydıhayat bir aylığa mazhar olup bundan sonra mütevazi, fakat emin bir yaşayış imkânı bulmuştur. Paris’te doğrudan doğruya Fransızca olarak yazdığı bir tiyatroyu Comedie Française’de oynatmış, seksen yaşında iken de hatıratım yine Fransızca olarak neşretmiştir, bu hatıratını yazıp neşredişi büyük ihtilâlden az evveldir. Büyük ihtilâlin zaferiyle beraber tahsisatı kesildiğinden, ihtiyar olmuş ve artık çalışmak iktidarını kaybetmiş bulunan Carlo Goldoni büyük bir zarurete düşecek, bu aylığın yeniden bağlanışına ait muamelelerin ikmali ölümünden bir gün sonraya tesadüf edecektir. Goldoni’nin sayısız eserlerindeki hususiyetlerden biri de bunların bir haylisinin de mevzularını İngiltere’ den Amerika ve İran’a kadar değişik memleketlerden seçmiş bulunmasıdır. Uzun yıllar önce seyretmiş olduğunu söylediğim ve zayıf bir İtalyanca ile şöyle böyle anlayıp hayal meyal hatırladığım İzmirli Imprezaryo’ nun da, vak’ ası Venedik’te geçmekle beraber kahramanının İzmir’den gelmiş olması dolayış ile yine bir derece ekzotik bir eserdi. Fakat iki üç asır önce İzmir’deki tiyatrosu için san’atkârlar arayan sarıklı, sakallı ve pek yüksek şilteler üzerinde oturuşu gözümün önüne gelen İzmirlisindeki garabet ise, Goldoni’ nin bahsettiği memleketleri vukufla canlandırdığının elbette ki 'bir delilini teşkil etmiyordu... Ömrünün ana hatlarını tespite çalıştığımız Carlo Goldoni’ yi İtalya’nın Moliere’i olarak kabul etmek umumun tasvibine iktiran etmiş klişelerden 'biridir. İki büyük adamın eserlerinde müşterek hatlar yok da denemez. Bununla beraber, eserlerinin sayısı daha az olan Moliere’i elbette ki, daha büyük bir adam olarak kabul etmeğe mecburuz. Ancak Goldoni daha sevimli ve daha nikbindir. Moliere’in lâtifesi ise tükürüğe, alayı hakarete ve kahkahası çok kere hıçkırığa benzer. Moliere’in sahneye çıkardığı şahısların çoğu bir dramın çevresine bile sığmayacak kadar kudretli çehrelerdir ve meselâ bir komedya içinde bize sunduğu Tartüffe’ ü o kadar korkunçtur ki, bizim bütün cesaretimizi kırarak bu komedya sahnesinden dehşetle uzaklaşmamızı temin için büyük sanatkâr onun çehresine kendisini ahmak sandıracak bazı hatlar, bazı renkler ilâvesine kendince zaruret görmüştür. Goldoni ise, yarattığı mahlûklarını insanlığın zaaflarından ve kusurlarından münezzeh kılmaya teşebbüs etmemekle beraber, neticeyi daima tatlıya bağlantıya, iyiliği, fazileti muzaffer kılmaya, mahlûkatını doğru yola götürmeye dikkat eder. Nitekim en maruf eserlerinden biri olan bu Kahvehane’ de de böyle olacak, varını yoğunu kumarhanede yiyen tüccar, evini ve karısını bırakıp kumarla zengin olmaya çıkan serseri ve nihayet bu piyesin en kuvvetli çehresi olan dedikoducu don Marzio, hep tashihi ahlâk edeceklerdir, ve kumarhane sahibi korkunç ve sefil Pandolfo’ un hapishaneye götürülmüş olmasından dolayı bu umumî faziletleşmeğe kendisini teşrik edememiş olmasından dolayı, belki Goldoni eserini teessüfle bitirmiştir... Şimdiye kadar daha çok Goldoni’ den, biraz da Devlet Konservatuvarı tatbikat sahnesinde temsil edilen Kahvehane’ den bahsederken, ikinci bir yazıda piyesin oynanışı üzerinde konuşacağımızı söylemiştik. Bir temsilden bahsetmek için mevzuu anlatmak lâzım mıdır? Kaldı ki, Ekrem Sungur isimli bir genç tarafından insana tebrik ve takdir arzusunu pek de ilham etmeksizin tercüme edilen Kahvehane’ in mevzuu o kadar ufak ve ehemmiyetsiz ki, geçen makalede bu hususta söylediklerimi kâfi saymak ta pekâlâ mümkündür.. Ridolfo Venedik’te bir kahvenin sahibi. Pek temiz kalpli bir adam. Eugeni'o isimli tüccarın kumar düşkünü olup kendisini faizciler eline düşürmesinden mustarip. Bir iki kumaşını iyi fiyatlarla satmaya muvaffak olup kendisini bu vicdansız faizciler eline düşmekten kurtardıktan sonra, onun kumardan tövbe etmesini ve karısı Vittoria ile mesut bir hayata yeniden başlamasını temin ediyor. Vak’anın esas çizgisi bu olmakla beraber, Eugenio’ un kumar iptilâsı dört beş kişinin daha sahnede karşımıza çıkmalarını temin ediyor ki, bunlardan biri tabir caizse mesleğinin cidden ehli olan kumarhane sahibi Trappola’ dır. Trappola’ı n hileli kâğıtlar kullanmak sayesinde safdilleri temizlediği kumarhanesine müdavim olup bu hileli kâğıtlar sayesinde hayli para toplamış bulunması icap eden, galiba Torino’ lu bir de Flaminio vardır. Bu adam hakikî adı olan Flaminio ismini atmış, ve İtalya’da gerçekleri de sahteleri kadar mebzul olan bir kont unvanı takınca çarşısına daha çok pazar olacağını hesap edip kumarhanede bir kont hazretleri teessüs etmiştir. Yeni hayatında bir metrese ihtiyacı bulunduğunu da takdir ederek izdivaç vadedip dansöz Lisaura’yi sahneden çekmiş, kendisine kahvenin yanında bir ev tutmuştur. Ve nihayet Flaminio’nun memleketinde beş parasız bıraktığı karısı Placida da kocasını diyar diyar aramak üzere bu şehre gelecek, Eugenio ile tanışıp onun himayesine mazhar olacak, ve gerek Eugenio ve gerek Flaminio zevcelerini göğüslerine bastırıp birer fazilet timsah haline gelir gelmez, kendi ayıpları için bir mezar olmağa bu ayıplar için bir canlı gazete olmayı tercih eden ve mütemadiyen bu gazeteyi sürmekle meşgul olan Don Marzio isimli adama nefret ve lânetler saçacak, onu önümüzde perişan, biçare ve pişman bırakacak, son perdeyi öyle indirteceklerdir. Şimdi ilâve edelim ki, vak’ a Venedik şehrinin o sayısız kanallarından birine belki pek yakın da olduğu halde sudan pek uzak vehmini yeren girift sokaklar ortasındaki bir küçük meydanında geçmekte, kahvehane, otel, dansözün evi ve bazen eşhasın bekleştikleri berber bu meydan üzerinde bulunmaktadır. O, orta yerdeki küçük kuyusuyla Venedik’te böyle meydanlar gördüğümü hatırlıyorum, ancak onlar hiç böyle yepyeni ve cilâlı gibi bir manzaralı değillerdi.Gerçi ben o meydanları Goldoni’ den bir hayli sonra gördüm amma, dekorları yapan Turgut Zaim, bunlara yine biraz eskilik verse isabet etmiş olurdu. Artık temsile geçelim: Kahvenin sahibi rolünde Salih Canar mütevazı, ufku mahdut, fakat çok temiz ve çok dürüst bir adam rolünde kusursuzdu. Eugenio’un bundan sonra faziletli bir adam olacağına karısı ile Ridolfo gibi emniyet getirmemize mani olan zayıf ve sevimsiz karakterini Nuri Altınok oldukça iyi yaptı. Kendisine kont süsü veren Flaminio’yu Agâh Hün basit ve kaba bir namussuz şeklinde gösterdi. Hele tütününün fevkaladeliğini kabul etmeyen Don Marzio’ un gazaplı hücumu karşısında yerlere düşerek, dayak yiyen bir komedi uşağı kadar zelil oldu. (Zaten o tütün münakaşasındaki şiddetleniş ilk defa olarak sahne aktörlerinden Ertuğrul İlgin tarafından başarılmış rejinin en büyük zaafıydı.) Piyesin sonuna varmadan hileli kâğıtlarıyla hapse götürüldüğü için herkesin duygusallaşarak Don Marzio’ ya hücum etmesine iştirak edememiş olduğunu ilk makalede söylediğim kumarhane sahibi rolünde ise, tek gözü ve sakat bacağıyla hak ettiği pek muvaffak tipte Şahap Akalın, âdeta bir tablodan oyulmuş gibiydi. Fakat piyesin asıl ağırlığını, Napolili bir kibar diye takdim edilen Don Marzio esas vakanın şahıslarından biri olmadığı halde taşımaktadır ve bütün piyesi yürü tüp götüren odur. Vakası ve şahıslarıyla tamamıyla alelâde olan bu piyese kuvvet ve hareketini veren, ve Goldoni ’ye ancak büyük bir tiyatro müellifinin hak edebileceği bir kuvvetli şahıs yaratmış olmak pâyesini temin eden şahsiyet, bu Don Marzio’ dur. Dedikoducu olduğunu kendi de fark etmeksizin mütemadiyen dedikodu yapan ve yaptığı dedikodularla mütemadiyen vak’aları karıştıran bu adam, hazan tamamıyla sevimlidir. O kadar ki, tamamıyla sevimli olmasından belki muharrir de ürkmüş ve bazen onu umumî çehresine yakışmayan çirkin hatlarla karalamaya çalışmıştır. Meselâ Eugenio’ un karısının küpelerini satmak meselesinde gösterdiği tamahkârlık ve menfaatperestlik, yalnız dedikodu duymak ve dedikodu nakletmek şehvetine bağlanmış bir Marzio bazen bir neşriyat serisini, bu ikinci Cihan Harbi’nden önce bir Fransız kütüphanesinin cemiyetçe cinayete kadar götürülmemekle beraber suç sayılmış bir takım insanlık davranışının her biri hakkında meşhur ediplere bir müdafaa yazdırarak yayınladığı bir koleksiyonu hatırlattı. Aldanmıyorsam bu eserler arasında «Dedikodunun methiyesi»ni, «Eloge de la médisance» ı, romancı Francis de Miomandre yazmıştı. Müellifin yüzüne sürmek istediği lekelere rağmen, Don Marzio bizzat iftiralar tertipçiliğine tenezzül etmeksizin, ancak öğrendiğini, söyleneni söyleyen ve bunları yapmaktan duyacağı hazzı evvelden uzun uzun düşünüp saadetten âdeta gaşyolan bir artisttir. Bu itibarla onun oyun sonunda herkesin ayıp ve kabahatini yüklemeye mahkûm edilmesi ve herkesin ona sözlerle ve jestlerle uzun hakaretler savurması ve manevî yaftası boynuna asılıp bütün bir dakika teşhir edilmesi insanın âdeta gücüne gidiyor. Buna itiraz eden çıkmadıysa bu bir dedikoducuyu müdafaa etmeyi uygun pir hareket saymayarak yapılmış bir ihtiyat da olabilir. Ben hissimi gizlemeyip söylüyorum. Don Marzio rolü Ragıp Haykır’ ın omuzlarındaydı. Ve bu rolü, biraz mübalâğaya düşmekle beraber muvaffakiyetle başardı. Bu ufakça, şişmanca ve çirkince genç, müstakbel Devlet Tiyatrosunun şüphe yok ki en kuvvetli unsurlarından biri olacaktır. Kendisini tebrik bir zevktir. Kadın rolleri nispeten sönüktü. Kumarbaz Eugenio’ un âşık, bedbaht, gecesini kumarhanelerde geçiren kocasını sabahleyin aramaya çıkmış karısı rolünde Muazzez Ilgın’ın üstü başı o derece itinalı ve saçlarıo derecede muntazam olmamalıydı. Beş parasız, fakat ipekler içinde, serseri kocasını aramaya çıkan Placidia’ ın delikanlılardan yardım rica edip bunları asla ödemek gerektiğini düşünmeyişi, Goldoni’ in bir masumluğu. Öyle olunca da, biraz mantıksız ve itibarî bir mahlûku tamamıyla canlandıramamak kusurunu, bu rolü yapan Nermin Günek’e yüklemeyeceğim. Dansöz rolünde Meliha Gökçer’e piyes daha mantıkî hareket etmek imkânını vermiş bulunuyordu. Esmer mat rengi ve siyah saçlarıyla da İtalyan kadını tipini kendisi iyi yaşatıyordu.
Nahit Sıtkı
Ocak 1945 Ülkü Dergisi
Nahit Sırrı Örik
Oldukça geç yattım. Yazarı düşündüm; nasıl bir görevi var ki, Fransa’yı biliyor, İtalya’da kalmış, İtalyan tiyatrolarını, Fransız tiyatrolarını biliyor. Hele Kahvehane’ de rol alanları yakından tanımasına şaştım. Mahir Öğretmen kesinlikle bu yazarı tanır. Belki de Konservatuvarda öğretmendir!
14 Mart 1945 Çarşamba
Hasan Gülel, kapıdan çıkarken geri dönüp seslendi:
Kar yağıyor! Hasan’ın çocuksu şakalarını herkes Hoşgörü ile karşılar, zaman zaman da kışkırtırlar. Onun bu sabah kar yağıyor, deyişine kimse aldırmadı. Kimse, dedim ama acele etmişim, birileri ilgilenmiş. İhsan Güvenç yattı yerden:
-Yapma be tosunum! Deyince bir kaç kişi birden konuştu. ”Tosunum! ne demek? o arkadaşın adı var, adını söyleyemez misin? İhsan Güvenç şaşırdı, ne o arkadaşlar ben yanlış bir söz mü söyledim? İhsan Güvenç gibi ben de şaşırdım. ”Tosunum! “deyimi bizde çok söylenir. Hasan bizim sınıfın en küçüğü, İhsan bir sınıf büyük. Neden demesin?
-Denmez efendim, tosun dediğin gelip geçici bir süreç; üç gün sonra büyüyüp öküz olacak! Rüstem Gündüz ara buluculuk yapmak istedi:
-Belki inek olur! Kahkahalar yükseldi:
Tosun erkektir, inek olur mu? Bir yanda gülenler, öte yanda olayı bilerek saptıranlar bir süre şamata ettiler. Sözü olağan bulanlar da kuzuyu örnek verdiler:
-Bundan sonra bana kimse “Kuzum!” demesin! En çok “Kuzum!” diyenlerin biri de Süleyman Karagöz; gülümseyerek sordu:
-Şaşırdınız mı siz kuzum!
Kahvaltıda arkadaşlar olaya daha geniş açıdan baktılar:
-Anneler çocuklarına neler diyor! Yavrum, bebeğim, şekerim, kuzum, biraz büyüyünce de tosunum, aslanım, yiğidim! Babalar ya da dedeler bunlara Koçum, paşam sözlerini ekler. Ben kendim için bunların hemen hemen hiç birisini duymadım. Annem olmadığı için annelerin söyledikleri benim için söz konusu değil. Nedense benim babam bu tür konuşmaları yapmaz. Sık sık birlikte oynadığımız Halamoğlu Hilmi için söylendiğinde bunları duyar, şaşardım; neden adını söylemiyorlar da böyle diyorlar?
Geriye dönük anılarımı karıştırınca değişik sözler anımsadım. ”Seni şeytan seni, haylaz! Çok şirret şey! Kurnaz, Şebek, Arsız! Zühre Teyzem genellikle yeğenim İsmet için, arsız derdi, kızı Ayşe içinse uysal! derdi. Kimi kez de Ayşe için övücü sözler söyler, arkasından da:
-Kedi gibi uysal! derdi. anımsadığım sözler içinde şebek, ilgimi çekti, sanırım şebek, maymun yerine kullanılıyordu. Yakın arkadaşlara sordum, böyle bir söz duymadığını söyledi. Şebek! Şebek gibi sırıtıyorsun!
*
Doç. İbrahim Yasa değişik giysiler içinde geldi. Geçen hafta belediye kuruluşların uygarlaşmada görevleri üstünde duracağımızı söylemişti. Ancak evvelki hafta Doç. Halil Demircioğlu da benzer bir söz vermişti ama birden işi yazılıya çevirmişti. Oldukça kuşkulu beklerken öyle olmadı, Yasa Öğretmen bize sorduğu belediye sözünün nereden kaynaklandığını açıklamaya başladı. Büyük Roma İmparatorluğu dağılınca, Roma devlet gücü içinde sivrilmiş kişiler, gücüne göre belli çevrelerde belli yerleri kendilerinin olarak benimsemiş, çevredeki halkı da buyruğu altına almıştır. Devlet gibi askeri olmuş, asker gücüyle giderek otorite kurmuştur. Geniş toprakları, ormanları değerlendirdikleri gibi nehir ya da deniz kıyılarındakiler sulardan yararlanmayı düşünmüşler bu yolda ticarete el atmışlar. Böylece bir işletici ile iş görenler kurumları ortaya çıkmıştır. Ancak olayı salt Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına bağlamak yanlış olur; zaman aynı zamanda insanların, İsa dinine kurtuluş olarak sarıldıkları çağlardır. Şatolarına çekilmiş olan egemenler (Derebeyler) kilise ile iş birliği yaparak insanları tıpkı çok tanrılı dönemlerde olduğu gibi ruhsal yönden de kıskıvrak bağlamışlardır. Yüzyıllar süren bu dönemde Beyler daha varsıllaşarak görkemli şatolarında yaşamlarını sürdürürken halk da belli alanlarda gelişme göstermiştir. Örneğin, el sanatları olağan üstü aşamalar yapmış, sanatçılar aralarında birlik kurarak bazı haklarını korur duruma gelmiştir. Fazla üretimler komşu burglara gönderilmiş, değişimler derken açık açık pazarlar kurulmaya başlamıştır. Gelişen çalışmalar insan yaşamlarında da değişmeler yapmış, üretimi artırma yarışı başlamıştır. İşte bu süreçte belli öbeklerde toplanan halk kendi sorunlarını kendileri çözmek istemişler. Üretim artışının kazançlarını bilen Burglular, kendilerine uyan çalışanlara kısıtlı bir özgürlük vermişlerdir. Kendi aranızdaki işlerinizi düzenleyecek kurumlar oluşturun. İşte bu kurumlar gelişe gelişe günümüzdeki Belediye biçiminin temeli olmuştur. Bir yerleşim beldesinde oturan halkın yaşadığı mekanlardaki ortak sorunlarını kendileri çözmek amacıyla kurulan ortak kurum. Beldede oturanların kendilerine yardımı olacağına inandıkları insanlardan oluşan ortak yönetim.
Şatolarına çekilen yönetici grubu da önce yakın benzerleriyle ilişki kurmuş, giderek bu ilişkiler işbirliğine daha doğrusu kader birliğine dönüşmüştür. Şato dediklerimize onlar burg yani kale, kolay korunacak tepelerde kurulmuştur. Giderek gelişen burgsal yaşam, zamanla kendine özgü sorunlar çıkarmaya başlamış. Orta Çağ diye Tarih derslerinde okuduğumuz durgun daha doğrusu amansız dinci dönem işte bu süreçtir. Burg dışında olanlar bir çok insancıl haklardan yoksun bırakılmış, burg soyundan gelenler soylu, dışarıda doğanlar ikini sınıf insan sayılmış. Burglarda yaşayanların yönetim anlayışına sonraları Burjuvazi denmesi bundandır. Burgluların saltanatları kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle zamanla krallıklara, hatta İmparatorluklara dönüşmüşse de Burjuvazi hakları olduğu gibi kalmış, insanlar arasında doğuştan geldiği söylene ayırım ancak Fransız İhtilali denilen 1789 kanlı bir kıyamdan sonra kısmen ortadan kalkmıştır.
Öğretmen bundan sonra bizim tarihimize dönerek:
-Ne mutlu ki, bizim atalarımız böyle bir insanlık dışı süreç yaşamamıştır. Bunu söylerken “Çok şükür!” diyesim geliyor ama sizi yanıltacağımdan korktuğum için bunu demiyorum. Atalarımız dediğimiz bizden önceki soyumuz devlet üstüne devlet kurmuştur. Gök Türkler, Uygurlar, Hunlar, başka kimler? Selçuklar, Samanoğulları, Gazneliler... Hele Selçuklulardan sonra Anadolu’da kurulan beylikler, 12 tane sanırım. Bunlar arasında adlarının değişmesinin ötesinde hiç bir gelişme olmamış. Öğrenciliğimde dinlediklerimi yanlış anlamışımdır diye bir daha tarih okuyorum. Şaşırıyorum, tarih kitaplarımız nasıl yazılıyor, merak ediyorum.1300 yılında kurulan Osmanlı Beyliği sınırlarını kısa zamanda Çanakkale’ye dek genişletmiş,1340 yıllarında sallarla Rumeli Yakasına geçerek orasını almış. Zaman 14.Y.Y.Bir de genel tarihe bakıyorum, Medler (İranlıların ataları) Milattan önce 6. Y.Yılda Çanakkale boğazını geçerek Atina’yı kuşatmışlar. Haçlı Savaşlarına bakıyorum, Fransızlar, İngilizler gemilerle Kudüs önlerine gelip savaşmışlar. Eski Yunanlılar, Karadeniz kıyılarını aldıkları gibi Kırım Yarımadasında kentler kurmuşlar. Amerika Kıtasını bulduğu söylene Kristof Kolomp, kendisinden önceki gemicilerin çalışmalarını okuyarak 1492 yılında Amerika Kıtasına çıktığını söylemektedir. Doğrusu atalarımız da tıpkı bizim gibi kendi yaşadıkları çağın çok gerisindeymiş. Bu sözlerim bu gün için anlamsız gibidir ama, sanırım bir başka gerçeği işaretlemektedir. Bakın Burglar döneminde belediyelerin ilk örneklerinden söz ediyoruz. Paris’i Paris yapan Paris Belediyesi’dir. Osmanlı yönetimine 492 yıl başkentlik yapan İstanbul’da belediye, 1860 yıllarında kurulmuşsa da seçimli belediye örgütü Cumhuriyet Döneminde oluşmuştur. Sanat Tarihi dersi okuyanlarınız var. İstanbul’da sanat değeri olan bir halk yapısı var mı? Tarihimizle övünebileceğiniz eserler, özellikle camileri hep Osmanlı ailesinin yaptırdığı yapılardır .Süleymaniye Camisi, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı cami, Cihangir camisi, Kanuni’nin oğlu için yaptırdığı cami, Mihrimah Sultan camisi, Kanuni’ in kızı için yaptırdığı cami. Hep böyle uzar gider. Padişahların, sadrazamların yaptırdığı hayır işleriyle yetinmişiz. Halkımız mahalleler kurmuş, evler yaptırmış-mahallenin yolu yok. Yol dediğim parke marke değil ,yol yeri yok. Yol için bırakılan yerler çobanların deyimiyle ‘Keçi yolu, dar Patika.....
Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:
-Bizim amacımız Belediyelerin işlerini incelemek değil. Ancak gelişmesine katkıda bulunacağınız köylerin ortaklaşa iş yapmaya alışmaları, paylaşımcılık bilincinin gelişmesi için geçmiş dönemleri iyi bilmemiz açısından üzerinde duruyoruz. Sık sık anmak zorunda kaldığım için üzülüyorum, Amerika’yı ne padişah yönetmiş ne de kral; ne yapıldıysa halk tarafından yapılmıştır. Gök Kuşağı gibi temiz, geniş yollar, yer altından gelen su kanalları, sular üstündeki köprüler; her dereceden okullar, hastaneler, kiliseler, hele insanların dinlenmesi için yapılan görkemli parklar!....
Askerliğim nedeniyle bir ara köylere çıktım. Oldukça büyük bir köy, hem de Ankara’nın yani, başkent köylerinden biri. Kısa bir konuşma sırasında en çok duyduğum yakınma, kendileri okul yapımında çalıştırılıyormuş. Sürekli değil, belli günlerde. Okulu hükümet neden yaptırmıyormuş? Yolları bozukmuş; hükümet onları görmezden geliyormuş. Oysa Yenişehir’i donatıyormuş!
Öğretmen konuştukça sinirlendi, sanki bize çıkışırmış gibi kendi kendine söylenerek çıktı.
Öğretmen çıkınca gülenler oldu:
-Keşke bizler de böyle söylenerek olayın dışına çıkabilsek!
-Olası değil, bu işe girenin bir daha geri dönmesi söz konusu olamaz. Hele bizlerin, alın yazısı bu, oralarda doğmuşuz, atalarımız oralarda yatıyor.
*
Doç. Halil Demircioğlu kapıda görününce konuşmalar kesildi. Öğretmen çantasını masaya bırakınca bir den başını kaldırarak:
-Dersimizin bir önemli özelliği de nedir biliyor musunuz; bunu konuşmadık sanırım:
-Devrim Tarihi Dersi’ den geçerli not alamayan bir öğrenci, öteki derslerde üstün başarılı sayılsa da bir üst sınıfa geçemez. Bunu, sizi korkutmak için söylemiyorum, gerçek bu. Yazdıklarınızı okuyorum, doğrusu çoğunu beğenmiyorum. Kurtuluş Savaşımızın can alıcı noktalarına eğreti bakan ifadelerle karşılaşıyorum. Siz bu yıl son Devrim Tarihi Dersi okuyorsunuz. Yazdıklarınıza bakarak bir hüküm vermek gerekirse, yazacaklarınızın da farklı olmayacağını söylemek kehanet sayılmaz. Öğretmen, genel olarak. Atatürk’ün Türk Gençliği’ ne Hitabesi’ ni yeterince kavramadığımızı anlattı. Özellikle de Hitabe’ de söylenenlerin salt Kurtuluş Savaşı olgusu içinde algılandığını, ilerde çıkacak başka engellerin hesaba katılmadığını sezdiğini anlattı. Öğretmen sordu:
-Bu engeller neler olabilir? Parmak kaldıranlar oldu. Şükrü Koç Menemen Olayı’nı, Hasan Özden Şeyh Sait İsyanı’ nı anımsattı. Öğretmen gülümser gibi yüz değiştirerek:
-Bakın hep savaşa indirgiyorsunuz. Yazdıklarınızı okuyorum, Atatürk’ün başlattığı Dil Devrimi’nden habersiz arkadaşlarınız var. Dersimizin adını konuşmuştuk;
İnkılâp Tarihi, bu değişti, Devrim Tarihi oldu. Alışkanlık nedeniyle arada gene desek bile yazarken bunu dikkate almak zorundayız. Bunu yapmazsak, Devrim Bekçiliği değil devrim dinamitçisi oluruz. Zaten bunu yapanlar var. Onları azaltmaya çalışırken kendimiz onlara katılırsak Atatürk’ün ilkelerine ihanet etmiş oluruz. Üstelik inkılâp sözünü de doğru yazamamak gibi bir başka cehalet söz konusu. Yazıyorsun, bari doğrusunu yaz. Öğretmen bir süre Lap-lap anlamlarını, arkasından inkilap, inkılâp sözlerinin anlamlarını açıkladı. Öğretmen daha sonra 1932 yılında Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türk Dili, Araştırma Kurumu ile Türk Tarihini Araştırma Kurumlarını anlattı. Bu iki kuruma Atatürk o denli gönül vermiş ki, vasiyetinde bu kurumların rahat çalışabilmesi için kişisel gelirinden sürekli bağışta bulunmuştur. Kuruluşundan bu yana on iki yıl geçmesine karşın arkadaşlarımızın bu kurumdan habersiz olmalarına üzüldüğünü söyleyen öğretmen yüzümüze anlamlı anlamlı bakınca parmak kaldırdım. Dil çalışmalarından haberli olduğumu, Cep Kılavuzlarını kullandığımı ayrıca Varlık Dergisi’nde çıkan bu konudaki yazıları okuduğumu, özellikle Varlık Dergisi sahibi Yaşar Nabi Nayır’ın yazılarını topladığımı anlattım.
Öğretmen gülümsedi:
-Bak, Varlık dergisi diyorsun, arkadaşların mecmualardan söz ediyor. Daha daha;
Atatürk’ü mektep talebeleriyle konuşturanlar var. Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen Mustafa Aydoğan’a söz verdi. Mustafa Aydoğan:
- Cumhuriyet öncesi konuşmaları anlatırken eski sözleri yazamaz mıyız? Öğretmen kaşlarını kaldırıp alnını gerdikten sonra hepimize sordu ne dersiniz? Mehmet Toydemir elini kaldırdı ama söyleyiverdi:
-Yazamayız! Öğretmen, Mehmet Toydemir’e sordu:
-Niçin yazamayız? Mehmet Toydemir:
-O zaman onları yaşatmış oluruz! Öğretmen gülümseyerek:
-Değil mi ya! dedikten sonra:
-Bunu belki tiyatrocular yapabilir. O bile sakıncalıdır. Atatürk başlangıçta bir Osmanlı subayı idi. O kılıklarla resimleri vardır. Atatürk anılarını anlatırken eski kılığına mı girmişti. Nasıl böyle düşünebilirsiniz? Fatih Sultan Mehmet’i anlatırken, onun dilini düşünebilir miyiz? Karagöz oyunlarını izledinizse bilirsiniz, orada konuşmalar vardır. Karagöz’le Hacivat’ın yetmiş iki dilde konuştuğunu söylerler. Gerçekte ortada dil mil yoktur, atmasyon konuşmalardır; üç söz Arnavutça, beşi söz, Rumca, on söz Türkçe karıştırıp bir söz çorbası yaparlar. Zaten Divan Edebiyatı dili de böyle yapılmış bir söz çorbasıdır. Yunus Emre hepsinden önce yaşamış, onun şiirlerini anlıyoruz; çünkü halk diliyle yazmış. Ondan çok sonra yaşayan Baki, Nef’i, Nabi hatta Nedim’in şiirlerini anlamıyoruz. Çünkü Türkçe-Farsça-Arapça karışımı bir çorba dille yazılmıştır. İşte biz bunları düşünerek kendi dilimize sahip çıkacağız. Bu nasıl olur? Dikkatle, kökü, kökeni bizim olan dilimize saygı duyarak konuşur-yazarsak olur. Öğretmen, dörder dizelik iki ayrı şiirden örnek verdi:
Nef’i’den,
Bahar Kasidesi, ilk iki beyit.
Esdi nesim –i nevbahar açıldı güller subhdem Açsun bizim de gönlümüz sakî medet sun cam-ı Cem İrdî yine ürd – i behişt oldu hava amber sirişt Alem behişt ender behişt her kûşe bir bağ-ı İrem……………………………………..
Bahar yelleri esince güller açıldı, içki sunucu bize içki verirse bizim gönüllerimiz de açılacak. (Şenlenecek)Nisan ayı gelince her yer yeşillendi çevre İrem bahçelerine döndü.
Anlatılan bu olmasına karşın en az on tane yabancı söz araya sıkıştırılmış. Çünkü o günlerin modası, ne denli yabancılaşırsan o kadar makbule geçersin. Kimin anlayışına göre? Osmanlı Sarayı’nı ele geçirmiş köksüz kökensiz devşirme takımına göre….
Karacaoğlan’dan
Baharın geldiğin nerden bilelim Bir gül açmış yapracığı durgundur Esen rüzgâr zülüfünden tel alır Deli gönül bir Yörüğe vurgundur.
Baharın geldiği güllerin açılmasından bilinir. Öyleyse bir gül açmış, bahar gelmiş olmalı... Esen bahar yeli sevgilinin zülüflerini tel tel dağıtır. Şair bir Yörük kızı sevdiğini de söylemiştir. Var mı bir gizlilik, sözlüklere sarılıyor muyuz?
dedikten sonra iki şairin de aynı zamanlarda (17. y.y) yaşadıklarını, buna karşın birinin bize çok yabancı birinin de çok tanıdık, yakın dost gibi geldiğini anlattı.
Öğretmen duraksayınca dışardan gürültüler geldiğini duymuş olacak saatine bakarak:
-Devam edeceğiz! deyip ayrıldı.
Öğretmen ayrılır ayrılmaz birkaç arkadaş birden Fakı Yörük’e takıldı:
-Gitti senin güzellerden biri…. Fakı Yörük karşılık verdi:
-Ulan oğlum, beş yüz sene önceki Yörük kızı neden benim olsun? Bu kez de beş yüz sene deyişi eleştirildi:
-Fakı Yörük, tarih bilmiyor!
Yemekte, değişik yorumlar yapıldı. Devrim Tarihi notu gelecek yıl için nasıl geçerli olur? Buna ben bir başka örnek verdim, Askerlik dersi de bu yıl bitiyor. Onun notu nasıl geçerliyse bu da öyle olur. Nedense ben doğru yazdığıma inanıyorum, bu nedenle de fazla telaşlanmadım.
Hemşerim Kadir başta olmak üzere masadakiler hep kaygılılar:
-Okulu bitiremezsek ne duruma düşeriz? Bir yıl bekletirler mi, yoksa köy okullarına atarlar mı? Ekrem kestirdi attı:
-Vallahi kalırsam, memlekete dönemem, bir yıl kaçarım, kimsenin duyamayacağı bir yere gidip gizlenirim! Ekrem, Ödemiş Efeleri ile övünürdü, onu anımsayıp sordum:
-Efelere konuk olursun! Ekrem, kimsenin yüzüne bakamayacağını söyleyince
Nihat Şengül sordu:
-Öyle bir yer var mı? Varsa benim için şimdiden bir yer ayırt!
Abdullah, Kâmil, Halil, İbrahim:
-Arka arkaya:
-Bana da, bana da! diyerek kalktılar. Bunların şaka olduğunu bilmeme karşın gene de birilerinin başına gelebileceğini düşünerek buruklaştım….
*
Öztekin Öğretmen, bir süre Müzik yazımı yaptırdı. Tek nota, yakın ikili. Tek nota olarak bir atlayarak, iki atlayarak, ikili notalar bir aralık iki aralık. Piyano seslerine alışık olduğumdan çok başarılı oldum.
İkinci bölümde piyanoya ben geçtim. Çok sevinçliyim. Bu kez bunu hak ettim! diyerek rahat rahat tuşlara vurdum.
Daha sonra kemancılar toplu çalışma yaptılar. Oldukça rahat olarak alt odaya geçip Czerny etütleri tekrarladım.
Yemekte arkadaşlar söyledi, plak dinlenecekmiş; Öztekin Öğretmen istemiş. Öztekin Öğretmen istediğine göre bir düşündüğü olsa gerek. Topluca gittik. Son sınıflar katılmadı. Olay anlaşıldı,1.Sınıflar, Barok Müzik olayını kavrayamamışlar, onlara Barok Müzik dinletmek istenmiş. Öztekin Öğretmen plakları kendisi seçti. Vivaldi Mevsimler’den İlkbahar, Yaz. Bach, Brandenburg’lardan 1-6. bölümler. Handel Su Müzikleri’ den iki bölüm…
Vivaldi’den İlkbahar’ı dinledikten sonra Öztekin Öğretmen bir süre Barok Müzik üstüne konuştu. Barok Müzik, Avrupa kıtasının kuzeyi ile güneyinde farklı bir gelişme göstermiş. Güney daha doğrusu İtalya daha çok melodiyi öne çıkarırken Kuzey, daha doğrusu Almanya ses örgüsünü önemsemiş. Böylece, iki Barok anlayışı bir süre ayrı ayrı sürmüş. Vivaldi’nin Kuzey Avrupa’da yaptığı bir turneden sonra, özellikle Johann Sebastian Bach’ın Vivaldi’nin eserlerini benimseyip elden geçirerek Kuzey insanlarına sevdirmesi sonucu bir kaynaşma olmuş, aradaki büyük fark giderek kapanmış. Viyana Klasikleri diye adlandırdığımız yeni akım, bir bakıma bu anlayışın bir sonucu ortaya çıkmıştır. Öztekin Öğretmen böyle dedikten sonra nedense bir not ekledi:
-Sanat akımları, başlangıçlarda öyle bilinçli bir çıkışla gelmemiştir. Sayısız sanatçı yeni deneyişler sonunda birbirlerine yakın eserler üretince kurulan benzerlik bir akım oluşturur. Öğretmen bir de kendinden önek verdi:
- Zaman zaman sizlere, ellerimi çırparak:
-Haydi arkadaşlar, biraz da keman çalışalım! dediğim gibi sanatçılar bir araya gelip çağ başlatmazlar. Önce Mannheim (Almanya’da bir kent) denilen bir müzik topluluğunun denediği bir yeni anlayışı Josef Haydn, arkasından Mozart, Bach’ın oğulları derken arkadan yetişen Beethoven noktayı koyarak Viyana Klasikleri ortaya çıkmıştır. Romantikler de böyle. J.J. Rousseau etkisiyle yeni bir anlatım denemesine başlayan Edebiyatçılar Victor Hugo’nun kendilerine katılıp görüşlerini yayması sonucu Romantik Edebiyat doğmuştur. Benzer anlayışı, Müzik alanına taşıyan Schubert, Weber, Franz Liszt, Chopin, Mendelsshon, Robert Schumann derken bestecilikte de yeni devir başlamış, Berlioz, Wagner, Verdi gibi ustaların katılımı sonunda bir Romantik Çağ oluşmuştur.
Öğretmen Brandenburg’lara dikkat çekti. Özellikle ses yoğunluğunu armonik eserler düzeyinde olduğunu tekrarladı.
Öztekin Öğretmen, nedense Handel için konuşmadı:
-Su Müzikleri’ in hikâyesini biliyorsunuz. Handel de Bach düzeyinde bir bestecidir. Ne var ki, bizim bir sözümüz vardır, o duruma düşmüştür, deyip güldükten sonra açıkladı:
-İki cami arasında bînamaz! Şu demek:
-Namazını girip bir camide kılacağı yerde (Güldü) o camiye mi gideyim bu camiye mi? derken zaman geçmiş, namazını kılamamış. Handel de öyle Alman mı? İngiliz mi? Almanlar ona İngiliz gözüyle bakıyor, İngilizler de Alman gözüyle.
Yatınca bir süre Öztekin Öğretmenin sözünü düşündüm. ”İki cami arasında bînamaz!,, Babam da bu sözü çok kullanır. Ancak babam bunu daha çok Osmanlı Devleti için söyler:
-Osmanlı, İngiliz gâvuru ile Moskof gâvuru arasında hop orada hop burada oynar sonra da “İki cami arasında bînamaz! durumuna düşer, savaş etmek zorunda kalırdı! der. Çok dinlediğim bu sözü hep yanlış anlamıştım. Çünkü ben, kişinin iki cami arasında yaşamasına karşın namaz kılmıyor! biçiminde yorumluyordum. Oysa adam namaz için telaş içinde ama, ona mı gideyim yoksa buna mı? diye kararsızlık içinde vakit geçirip namaz kılmaması anlatılıyormuş. Daha nice sözü yanlış anlamış olacağımı düşünürken uyumuşum.
15 Mart 1945 Perşembe
Fısıltılı konuşmalar hep oluyor. Ancak yüksek sesli söz başlangıçları belli kimselerin tekelinde gibi; Rüstem Gündüz, İhsan Güvenç, Enver Ötnü. Bizim sınıftan genellikle Ali Bayrak, Kadir Cantekin, ara ara da Hasan Gülel söz başlatır. Bir süredir susan Rüstem Gündüz bu sabah siftaladı:
-Muzıkçılar, ilkbahar geldi, şarkınız yok mu sizin, söylesenize! Uzaklardan biri:
-Yine bir gül nihal! diye başlayınca birkaç ses birden:
-Hey, işt, sus, nesi ilkbahar onun! uyarıları yapıldı. Abdullah Ön:
-Bahçemizde gül açar çardaklara sarılır! derken bir başkası:
-Bahar ilkbahar gelir korulardan yükselir nağmeler ince ince, hafif hafif esince!..
Arkasından birkaç arkadaş birden:
-Bahçeler gülsüz olmaz, bahar bülbülsüz olmaz! deyince Rüstem Gündüz teşekkür etti. Şarkıyı başlatan Abdullah Erçetin’di ancak kendini gizledi. Ben de ona şaştım, herkes gerekli gereksiz ortaya çıkarken onun sinmesi neden? Kadir Pekgöz:
-Yaşa Abdullah! deyince Abdullah Ön karşılık verdi:
-O ben değilim, o bir tenor! dedi ama arkası gelmedi.
Kahvaltıda Abdullah’a öteki arkadaşlar da çıkıştı:
-Neden kendini gizliyorsun? Güzel bir sesin var, onu değerlendirsen ne kaybedersin? Ahmet Yol’u örnek verdiler:
-O nasıl söylüyor!
*
Hamdi Keskin Öğretmen bir kitabı göstererek:
-Şairleri en yakından kim tanır, sanırım gene bir şair, öyleyse bir şairin şair arkadaşlarından seçtiklerini biz de güven içinde okuyabiliriz! deyip daha önce içinden şiirler okuduğumuz Baki Süha Ediboğlu’nun Türk Şiirinden Örnekler kitabını gösterdi. Aynı kitaptan daha önce de şiirler okumuştu. Öğretmen onu da anımsattıktan sonra:
- Ancak bu kez, kitaptaki sıralamaya daha doğrusu şairlerin yaş sıralamalarına göre gelişmelere dikkatinizi çekerim! Cumhuriyet Dönemi şiiri denince hemen hemen bu sıralama benimsenmektedir! Şairlerden okuyacağım şiirler, onların en güzel şiirleri değildir. Unutulmamalı ki güzellik kişilere göre az çok farklı bir kavramdır.
İlk şair Yahya Kemal Beyatlı.
Rindlerin Ölümü Hâfızın kabri olan bahçede bir gül varmış Yeniden her gün. Açarmış kanayan rengiyle Gece bülbül ağaran fecre kadar ağlarmış Eski Şîrâz’ı hayal ettiren âhengiyle. Ölüm âsûde bir bahar ülkesidir bir rinde Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter Ve serin selviler altında yatan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter Yahya Kemal Beyatlı
Öğretmen, kısa bir Rind açıklamasından sonra Şerereâbâd Gazelini okuyup geçti…….
Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy’dan birer şiir okuduktan sonra Faruk Nafiz Çamlıbel’de durdu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in daha yaygın tanındığını, bunun şiirlerinden çok daha yaygın alanlarda eser verdiğini, Akın,Canavar gibi tiyatro eserleri yanında Onuncı Yıl Marşı gibi halka inin bir yanı olduğunu anlattı. Sanat Şiiri’ni okudu. Ardından da gülümseyerek Kolsuz şiirini okudu.
Kolsuz Sağ kolu kesilmiş omuz başından Dev adımlarla bir yolcu gitti Solunda bir kılıç gibi sallanan Tek kolu anlattı, bu bir yiğitti. Bir dağdı gölgesi kararttı yolu Ardınca yürürken içim yas dolu Canlandı gözümde kesilmiş kolu Sınırda düşmanı göğsünden itti.
Faruk Nafiz Çamlıbel
Hamdi Keskin Öğretmen kısa bir şiir yorumu yaptı:
-Şiir, nesirden çok farklı bir olaydır. Nesirde gönlünce, anlatacaklarını anlatırsın. Şiir öyle değildir:
-Öyle bir giriş yapacaksın ki, sözü kesip okuyana tamamlatacaksın. Bakın Faruk Nafiz bunu herkesin anlayacağı biçimde yapmış. Bilmezsiniz belki Faruk Nafiz de bir öğretmendir. Hem de gönüllü öğretmen, öğretmenliği kendi isteğiyle seçmiş, çok da başarılı bir öğretmenlik yapmıştır. Öğrencilerinden birini bilirsiniz Behçet Kemal Çağlar; öğrenci-Öğretmen ortak çalışmaları vardır. Bunlardan biri de Onuncu Yıl marşıdır. İlk öğretmenliğe Kayseri’de başlamıştır. Bakın, Kayseri’ye gidişini Han Duvarları şiirinde ne güzel anlatır.
Şiire dönelim, deyip:
“Solunda bir kılıç gibi sallanan tek kolu anlattı! diyor. Neyi anlatıyor? Fazla konuşmaya gerek yok, bu bir yiğit. Kesilmiş kolu gözünde canlanıyor:
-Sınırda düşmanı iterken! Bu kadarcığı, anlatılan kişinin bir savaş kahramanı olduğunu anlamamıza yetiyor. Yiğit, düşmanla savaşırken Gazi mertebesine ermiş saygın bir kahraman!
Öğretmen daha sonra Nazım Hikmet’le Necip Fazıl’dan iki şiir okudu.
BUGÜN PAZAR Bugün pazar, Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. Ve ben ömrümde ilk defa Gök yüzünün bu kadar benden uzak Bu kadar mavi Bu kadar geniş olduğuna şaşarak Kımıldanmadan durdum. Sonra saygı ile toprağa oturdum. Dayadım sırtımı beyaz duvara Bu anda ne düşmek dalgalara Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. Toprak, güneş ve ben… Bahtiyarım… Nazım Hikmet
Öğretmen şiiri okuduktan sonra az duraksayarak:
-Serbest nazım, daha önce de kullanılmaktaydı. Divan Edebiyatında Müstezat şekli de bir tür serbest nazım sayılırdı. Sonraları başka şairler de deneme yaptı. Mehmet Emin Yurdakul bunu bir başka anlayışla denedi. Ancak onlarınki tam serbest sayılmazdı. Şiirini okuduğumuz Nazım Hikmet, yeni bir anlayışla buna sarıldı, başarılı da oldu.
Öğretmen Bahri Hazer’i okudu. Şiiri okuduktan sonra yüzlerimize bakarak sordu:
-Kendine özgü bir güzelli var değil mi? Denizi bilenlerin, kürek çekenlerin göz ardı edemeyeceği bir söyleyiş!
Öğretmen:
-Çok yazanlardan biri de Necip Fazıl! deyip ondan “Ben,, şiirini okudu.
Ben, Yer yüzünde yalnız benim serseriYer yüzünde yalnız ben derbederimDünyada herkesin varsa bir yeriBen de bütün dünya benimdir, derim. Ne anamı gördüm ne kardaşımıYıllarca gezdirdim bu dik başımıÖlsem kime koymaz mezar taşımıKendime ben bile lânet ederim Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyarNe başkasına yar ne kendine yarCanım isteyince ben diyar diyarGölgemin peşinden yürür girerim Necip Fazıl
Öğretmen gülümseyerek:
-Şairler kimi kez kendilerini de sorgular. Fuzuli bir şiirinde:
-Şairlere inanmayın demiş. Fuzuli’ye inanarak biz de şaire inanmayalım, kendisinin daha güzel şiirleri vardır, daha güzellerini de bekleriz! deyip geçti.
Öğretmen:
-Kendisini tanımasak da sesini hep tanıyoruz, coşkulu şiir okuyuşuyla tüm Türkiye’nin şairi Behçet Kemal Çağlar! deyince Ziraat Marşı adı geçti. Hamdi Keskin Öğretmen:
-Ya,ya, ya!… dedikten sonra Behçet Kemal Çağlar’ın BOR’DA AKŞAM şiirini okudu.
Şiir bitince de Bor’u sordu. “Geçti Bor’un pazarı!” sözü edildi öğretmen gülerek:
-Bor’u bilmesek bile Bor’un pazarını anıyoruz! deyip güldü.
Arkasından da ERZURUM’DA AKŞAM’ı okudu.
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Bakın, bugün bize önemsiz gibi görünebilir ama yurt köşelerini edebiyata sokmak çok önemlidir. Divan Edebiyatında bu yoktur işte. Halk şairleri
köşe bucak yurt güzelliğini anlatırken o koca koca Divan Şairleri (!) yurt coğrafyasından habersiz padişahlara, sadrazamlara, halifelere, bol akçe umuduyla kasideler döktürmüştür. Bir Nef’i Edirne’den bir de Nedim İstanbul’dan söz eder. Ötekilerin çoğu, iki gün sonra boğdurulacağını bile bile , sadrazam ya da katledilecek padişahlara kasideler yazmıştır. Çoğu da Padişah Ahmet için başlattığı kasidesini, o Padişah o sıra halledilince (Tahttan indirilince) yerine geçen Mehmet’e çevirip yeni padişahtan akçe dilenmiştir.
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Birkaç genci daha analım! deyip Ahmet Muhip Dıranas’la Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Behçet Necatigil’in, Necati Cumalı’nın, Cahit Külebi’nin adlarını söyledi. Arkasından da Ahmet Muhip Dıranas’ın Hatıra adlı şiirini okudu.
Ahmet Muhip Dıranas
Hatıra Dün bir gölge gibi geçti yanımdan, Oydu; bir bakışta tanıdım onu Rüyalarıma tayf halinde konan, Peşime bir korku gibi düşen o! Bazı bir yapraktı, bazı bir rüzgâr Dolardı aydınlık olup odama! Bahçemde süzülüp giderdi bahar Sabahın fecri vururken cama. Ayakları kumda bırakmadan iz Yanıma geldiği hep gecelerdi; Sanki bir lâhitten kalkar ve sessiz Uzak bir maziye dönüp giderdi. Bir avuç ışıktı incecik yüzü; Gözleri geceler gibi derindi; İçine başımın her an düştüğü Avuçları sudan daha serindi. Geçerken dün yoldan ruhumu saran Bir gölge halinde ve ağır ağır Tanıdım; o, yadı hoş zamanlardan Seven ve yaşayan bir hâtıradır… Ahmet Muhip Dıranas
Öğretmen, şiiri okuduktan sonra hiç yorum yapmadan:
-Halkın çok kullandığı bir söz vardır, duymuşsunuzdur, “Havsala!” nasıl derler; karışık ya da bilinmezlik bir tarafı olan bir olay anlatılınca:
-Nasıl olur, doğrusu havsalam almadı! der. Yani adam anlayamamıştır. Havsala dediği de aslında hayalinde canlandıramama ya da kültür yetersizliğidir. Bakın şairin geniş bir havsalası var. Biz buna düş kurma diyoruz. Şair düşlerinde yaşayabiliyor! dedikten sonra:
-Birkaç gençten daha söz edelim, onların içinden gelecekte daha çok seveceğimiz şairler çıkacak, bekliyoruz! deyip ayrıldı.
*
Koşuşturarak Kitaplığa gittik. Arkadaşımız Sami Akıncı, raporlu imiş ama Almanca dersine gelmek istemiş. Hepimiz sevindik. Sami, sanki hasta değil gibi. Neşeli neşeli konuşuyor. Hepimizi özlemiş. İnanasım gelmedi. Ancak tersini düşünmek de akıl işi değil. Doç. Niyazi Çitakoğlu, hepimizden çok sevindi. Bir süre Sami ile konuştu. O da Sami’nin hastalığını sordu. Hastanede teşhis koyamamışlar. Ciğer zafiyeti varmış. Bir süre iyi bakılmazsa ince hastalığa dönüşebilirmiş. Ancak bunu önlemek için özel bakıma gereksinim varmış, bir de yorulasıya çalışmamalıymış. Öğretmen bundan sonra Sami’ye çalışma programı çizdi, Almanca çalışmasının beyinsel yorgunluk vermeyeceğini, tersine onu güçlendireceğini anlattı. Daha sonra da yanında getirdiği öğrenci ödevlerini bize dağıttı. Bu arada, Üniversite öğrencilerinin de bizden farklı olmadıklarını, onların da yabancı dil öğrenmemek için adeta direndiklerini üzülerek anlattı. Bunu da bizim, ulus olarak dünyada yalnızlığımıza yorduğunu söyledi. İstanbul dışında yaşayanların yabancı ülkelere gitmesi söz konusu değil, ayıca yabancıların da bizim halkımızın arasına girmediğini böylece aynada kendi kendimize bakar gibi yaşadığımızı, oysa her Alman’ın en az bir kez olsun Fransa’ya gittiğini, Fransızların Alman düşmanlığına karşın akın akın Almanya’da dolaştıklarını anlattı. Bu arada arkadaşlarımız Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü örnek gösterdi:
-Bakın işte en güzel örnek, adamalar ilkokullarını Bulgaristan’da okumuş. Diploma aldıklarına göre konuşacak derecede Bulgarca biliyordular. Aradan yıllar geçmiş, dönüp o eski bilgilerinin geliştirmeye niyetleri yok. Oysa Bulgarca bilen insanlara bu memlekette büyük ihtiyaç var. Devlet sık sık sınavlar açarak Bulgarca bilen kimseleri arıyor.
Öğretmen kendi fakültesinde Bulgarca okutulmuyor ama Dışişleri Bakanlığı’nın isteği üzerine sık sık her dilden seminerler yapıldığını, buralarda ders verecek kimse aradıklarını anlattı.
Öğretmen konuşurken bana verdiği öğrenci ödevini okudum. Almanya’ya gelen bir yabancı, gezdiği bir kentte gördüklerini, yanında gezen birine soruyor:
-Bu ne? Gezdirici de sorulanı anlatıyor. Bu ne? Bu bir kilisedir. Katolik Kilisesi mi, Protestan mı? Katolik nedir? Protestan nedir? Bunları anlatan bölümleri anlayamadım. Daha doğrusu fiil çekimlerini biliyorum. Akkusatif, nominatif Datif, Genitif, İnfinitif, İndikatif, Konjonktif, İmperatif, Aktif, Passif sözleri kulaklarımda ise de hangisi nerede? Seçemiyorum. Tek seçtiğim, gün günden bildiklerimi de unuttuğum. Üzüldüm. Gene de öğretmen kâğıdı verirken teşekkür etti. Teşekküre sevinemedim. Nasıl, nerede, ne zaman söyleniyorsa sık sık duyduğum bir sözü anımsadım:
-Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi, denirmiş. Kimsenin çalışmadığı yerde çalışır gibi görünmek teşekküre değerse, benimki de öyle!
*
Yemekte, Almanca dersi burukluğum sürdü. Arkadaşların İngilizce dersi, boş geçmiş, sevinçten uçuyorlar.
Yemekten sonra da oldukça sevindirici, uygulama dersi izlenecek. Abdullah Ön, Sağlık Kolu öğrencilerine Türkü öğretecek. Uygulamadan sonra genellikle serbest çalışma yapılıyor. Yarınki dersler tartışması yapıldı, Malik Aksel Öğretmen gelecek mi? Halil Yıldırım fikrini söyledi:
-Adamcağız iki hafta gelemeyeceğini söylemişti, iki hafta sonunda da bir hafta dinlenir. Malik Aksal Öğretmene “Adamcağız!” demesine ben tepki gösterdim:
-Ceğiz, cağız ekleri zayıflığı, acizliği anlatmak için kullanılır, Malik Aksel Öğretmenin hangi özelliği için sen bunu kullanıyorsun? Halil Yıldırım duraladı:
-Kötü niyetle söylemedim! Bu kez de ben:
-Niyetler iyi ya da kötü olsa da söyleyenin kendi içindedir. Ancak, sözler ortalığa çıkınca karşıdakiler salt çıkanları algılar. Türkçe’nin belli kuralları, o kurallara uyan sözleri vardır. Cik, çık, ceğiz, cağız zavallı, aciz anlamlarında kullanılır. Bunun bir istisnası vardır, o da yanlıştır ama çok yaygınlaştığı için olduğu gibi benimsenmiştir. Mehmetçik, Türk askeri için özel bir sözdür.
Tartışarak Salona döndük.
Öztekin Öğretmen gelmiş, toparlanıp Sağlık Kolu binasına gittik. Uygulayıcı Abdullah Ön. Abdullah Ön, arkadaşlarının en yaşlısı. Sesi oldukça gür, türküleri güzel söylüyor. Ancak söyleyişi, öğrenme değil, duyma. Okula gelmeden önce türkü söylemiş. Mandolini iyi kullanıyor. Nedense kemanda zorlanıyor. Uygulama yaptığı sınıfın müzik derslerine girmiş, öğrencileri hep yanıyor. Onun rahatlığı içinde, bizleri yokmuş sayarak dersini sürdürdü. Daha önce öğrenilen türküler söylendi, kusurlar anımsatıldı, tekrarlanarak düzeltmeler yapıldı. Abdullah Ön, Bölüm başkanımızın sık sık tembihlediği:
-Müzik derslerinde öğrencileri serbest bırakın, sıkılmasınlar, ufak tefek kusurlarını görmezden gelin ya da fazla büyütmeden geçiştirin! der. O da öyle yaptı. Ayrıca öğrencileri neşelendirdi de. Örneğin , halk türküleri içinde kahramanlık üstüne kurulmuşları vardır. Köroğlu, Dadaloğlu, Sepetçioğlu, Kiziroğlu, İzmir’in Kavakları, Kozanoğlu, Kocsabey, bu tür türkülerdir. Abdullah Ön bunları anlattıktan sonra öğrencilerin dikkatini çekti:
-Bakın bu kahramanlık türküleri belli bölgelerin türküleridir. Bunların içinde Karadeniz Bölgesine ait bir türkü yok. Buna üzülen Karadenizliler:
-Bizden de bir kahramanlık türküsü olsun! deyip kendi gönüllerince bir kahraman bulmuşlar:
-Şişmanoğlu.
Şişmanoğlun vurdular-Kaylara serdiler Daha canı çıkmadan-Başını bağladılar, Şişmanoğlu nereye-Düşman indi dereye Neneciği ağlıyor-oturmuş pencere Yiğitti Şişmanoğlu-Severdi Gülizarı Yeşil sandala benzer-Şişmanoğlun mezarı.
Öztekin Öğretmen Abdullah Ön’ün şakasına çok güldü. Ancak uyarı yapmadan da edemedi:
-Karadenizliler duymasın!
Salona dönünce kemancılar toplu çalışma yaptı. Nedense parça çalmak istemedim, Hanon çalıştım.
Yemekte konu, kahramanlık türküleriydi, çoğunun adı biliyoruz ama sözlerinin tamamını bilmiyoruz. Örneğin Kozanoğlu.”Çıktım Kozan’ın dağına…. Sonra? Yok.
Dadaloğlu da öyle. ”Ferman padişahın dağlar bizimdir.Sonra?…Sepetçioğlu bir ananın kuzu, Hiç bitmiyor, yüreğimin sızısı…Kiziroğlu Mustafa Bey de öyle.Tek bildiğimiz İzmir’in kavakları. Orta Anadolu, Kocabey, Kiziroğlu, Köroğlu, Sepetçioğlu.
Ekrem Bilgin hemen sordu:
-Sizin Trakya’da hiç kahraman olmamış mı? Olmaz olur mu? Ancak Trakya’dakiler bireysellikten çok, toplulukları hedeflemiştir. Örneğin Kırım’dan gelirim adım da Sinan’dır! Bir kahramanlık türküsüdür. Örneğin Drama Köprüsü bir kahramanlık türküsüdür. Ancak çok bireyseldir. Hasan adlı biri yol kesmiş, suç işlemiş. Drama yörelerinde bir süre dağlarda gezmiş. Oldukça yaygın bir ad olmuş. Rumeli’deki azınlıkların ayaklandığı dönemlerde Hasan oldukça saklanacak ortam bulmuş. Hasan’ın dışarda dolaşması, yakalananlar için bir ölçü sayılmış olacak:
-At martini de bre Hasan Dağlar inlesin-Drama mahpusunda bre Hasan, dostlar dinlesin! Türü söylemlerle Hasan övülmüş…Köroğlu da ise sözler çok başka türlü:
-Benden selâm olsun Bolu Beyine! Diye adam meydan okuyor. Dadaloğlu da öyle:
-Ferman Padişahın, dağlar bizim! diyor.
Konuşmalardan sıkılan oldu:
-Yarınki dersleri düşünün uyarısı yapıldı.
Malik Aksel Öğretmen gelecek mi? Halil Yıldırım fikrini söyledi:
-Adamcağız çok çalıştı, bu hafta da dinleniversin canım! İki hafta gelemeyeceğini söylemişti, iki hafta geçti mi? tartışması yapıldı. Şakaydı bu ama, herkes, kendisinin dışındakilerin bu şakaya inanacağını bekler gibiydi. Gerçekte ise iki haftanın ilki yarın olacaktı .Olacaktı bulacaktı diyoruz ama Veysel Öğretmen gelir de:
-Biz Malik Öğretmenle anlaştık, onun derslerini ben dolduracağım, önümüzdeki haftalar da o benim derslerimi dolduracak! Derse! ”Olur mu? molur mu? dendi ama daha ileri gidilemedi. Bu kez de bir başka olasılığı öne sürdüm:
-Diyelim ki, yarın iki öğretmen de gelmedi. Öztekin Öğretmen bizi dört saat rahat bırakır mı? Gerçekte buna ben de taraftar değilim; Julie yahut Yeni Heloise kitabının özetini temize çekip Dergi Kolu’na teslim etmem gerekiyormuş. Dergi Kolu Başkanı Bekir Semerci:
-Derginin nisan sayısında çıkabilmesi için en geç pazar akşamına dek yazının teslimi gerekli! dedi. O saate yetiştirmem için oldukça uzun zamana gereksinimim var. Gerçi Öztekin Öğretmen beni sizi kadar uzun tutmaz ama gene de hiç oyalanmazsam yazımı daha rahat yetiştiririm. Kitap özetlememi duymamış varmış bu kez de o konu oldu:
-Ne zaman okudun?
Bu kez de ben sordum:
-Şimdi buradan kalkınca nereye gidip ne yapıyorsunuz? Arkadaşlar çok rahat, gülüşerek birlikte karşılık verdiler:
-Büyük Salona gidip lâklâka ediyoruz! İşte ben de o sürede kitaplığa gidip dergi karıştırıyor, şiir seçiyorum, yazı okuyorum, kitap okuyorum. Bir de bakıyorum, bir ay içinde dört ciltlik Julie yahut Yeni Helois’i bitirmişim. Bir hafta, on gün içinde de özetini çıkardım. Şimdi okunur duruma getirmek için temize çekeceğim. Yarın zaman kalmazsa, pazar günü tüm gün yazıp tamamlayacağım! Sağ olsun arkadaşlar, bana başarılar dileyip kalktılar. Ben de Kitaplığa giderek notlarımı bir daha gözden geçirdim.
Yatınca rahatladım. İnsan isterse bir şeyler yapabiliyor. Arkadaşlara katılıp lokale gitseydim, bu yaptıklarımı yapabilir miydim? Çenem açılabildiğince açılarak esnedikten sonra soruma karşılık verdim:
-Yapamazdım!....
16 Mart 12945 Cuma
Musa Eroğlu, bu günün öğretmenler için önemli bir gün olduğunu söyledi.16 Mart 1869 yılında öğretmenlik meslek olarak benimsenmiş. Ondan sonra öğretmen okulları açılmış. Rahim Ünüvar:
-Bizim de 17 Nisan’ımız var! deyince tartışma başladı.Ortaya konuşarak:
-O başka, bu başka! gibi yatıştırıcı uyarılara karşın, İhsan Güvenç:
-Sizin Emin Soysal’ınız bunları karıştırıyor! deyince Mehmet Kocaefe de:
-Sizin bilmem kiminiz o bo… yiyor! deyiverdi. Suslar, puslar arasında yataktan kalkıp ayrıldım. Malik Aksel Öğretmenin gelmeyeceğini bilmeme karşın, salondaki sobayı gözden geçirdim. Nöbetçiler hazırlamış, gerekirse yakılacak durumda.
Kahvaltıya döndüğümde, aynı konunun konuşulduğunu gördüm. Kızılçullu grubu birbirine çok tutkun. Sık sık, ayni sözü tekrarlıyorlar:
-Emin Soysal niçin ortaya getiriliyor? Adam, görevinden ayrılmış, düşüncesi ona ait; sen kendi adamlarına bak! seninkiler işbaşındalar. Köy Enstitülerinin başındakiler de öğretmenleri de Öğretmen okullarından çıkmış. Onlar bugünü bayram sayıyorsa, buna çemkirmeye kalkışmak doğru olur mu? Bu ayrılığı körükleyenlerin kim oldukları biliniyor. Müdür Rauf İnan ikide bir öğretmen Okulu çıkışlılara laf çakıştırıyor.:
-Beceriksizler, yaratıcı olamadılar. Nazarî bilgi küpleri, pratik tarafları yok !gibi sözler söylüyor. Buna ne gerek var?
Köy Enstitülerini bitirenler köylerde çalışacağına göre, demek ki öğretmen okulları gene kentlere kasaba okullarına öğretmen yetiştirecek. Enstitü çıkışlılar da öğretmen olduğuna göre öğretmenin öğretmene karşı oluşu nasıl düşünülebilir? An çok gerilere döndüm; Trakya Köy Öğretmen Okulu gibi oldukça tumturaklı bir okula öğrenci olarak girmiştim. Edirne Öğretmen Okulunda okuyan bir akraba, yaşdaşım vardı. İzinli geldiğinde onun kılık kıyafetine ilgi duyuyordum. ”İşte ben de öğretmen okulu öğrencisi oldum!,, deyip sevinmiştim. Okula girdiğimizden kısa bir süre sonra, okul yönetimi bizlere yeni giysiler diktirdi, kasketler verildi. Ancak kasketlerin şeridi yoktu. Oysa benim bütün ilgim kasketteki o rengeydi. Akrabam Necmettin, gösterip gösterip onunla övünüyordu:
-Bu, Öğretmen Okullarının rengi! Arkadaşlar da benim gibi düşünmüş olacak, topluca okul yönetimine başvurduk . Okul yönetimi bize:
-Edirne ilinin tüm okullarıyla ilgili işleri düzenleyen bir Müdürler Kurulu var. O kurul, bizim okulun o şeridi taşımasına izin vermedi! Biz de kasketleri boykot ettik, Edirne içini çıkınca kasketsiz dolaştık. Bu da yetmedi, kendimizi Çöpçü olarak sıfatlandırdık. Ancak çöpçülerin kasketlerinde şerit yoktur. Okul müdürümüz Nejat İdil, bizi çok iyi anladığını kısa bir süre içinde bu sorunu çözeceğini söylemesine karşın direncimiz sürdü. Bir süre sonra Edirne’den Alpullu’ ya taşınan okulumuz, bizi başka kaygılara yöneltince kasket olayı arkalarda kaldı.Ancak Edirneli, Edirne Öğretmen Okulu çıkışlı matematik öğretmenimiz Ahmet Gürsel, bu olayı irdelemiş, verilen kararın bize yanlış yansıtıldığını anlatarak bir nebze olsun rahatlatmıştı. Konu, bizim okul sorunu değil bir öğrenci düzeyi olduğuymuş. Öğretmen okulu, ortaokuldan sonra da öğrenci alıyormuş. Yani öğretmen okulları Lise düzeyi ile Ortaokul düzeyi öğrencilerden oluşuyormuş.Lise bölümü öğrencileri nasıl çift sırmalı kasket giyiyor, orta okullar tek şerit takıyorsa Öğretmen okullarının da böyle bir kuralı varmış. Öğretmen Okulu üst düzeyi bu şeridi takar, Öğretmen okulunda olsa bile eğer Öğretmen okullarının orta bölümlerinde ise bu şeridi takamazmış. Bu nedenle bizim okul henüz kurulmuş, öğrenim düzeyi Ortaokul olduğundan bizim kasketlere eflâtun şerit takılmamış. Okul müdürümüz bize söz vermişti:
-Yakın zamanda sizler o kasketlere kavuşacaksınız! demişti. Gerçekten okulumuz 6 ay sonra Lüleburgaz’a taşınınca istediğimiz kasketlere kavuştuk. Ondan sonraki yıllar bu kasketlerle dolaştık. Okulun adı Köy Enstitüsü olunca da bizim kasketlerimize kimse bir şey dememişti.1941 yılında Hasanoğlan’a geldiğimizde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü temeline ilk kazmayı vurduğumuz gün, Milli Eğitim Bakanlığını temsilen geldiğini söyleyen İlköğretim Şube md. Ferit Oğuz Bayır, o kasketle bayrak taşıyan arkadaşımızı paylayınca şaşırmıştık. Meğer Köy Enstitüleri, o kasketlere karşıymış. Kepirtepe’ye dönünce bu tür ayırımcılığı unutmuş gibiydik. Ancak okul müdürümüzün aniden aforoz edilirce uzaklaştırılması, bütün öğretmenlerimizin çil yavrusu gibi başka yerlere dağıtılması, yeni gelenlerin değişik söylemlerle bizleri eleştirmesi dikkatlerimizi bir noktaya çekti:
-Köy Enstitülerini çok sevenler var, bunlar, Köy Öğretmen okullarından gelenleri de tıpkı Öğretmen Okullarını sevmedikleri gibi kendilerinden de saymıyorlar.
Bu kanım buraya gelince daha da arttı. Benim gibi Köy Öğretmen Okullarından gelen, Kızılçullu, Çifteler kökenli öğrenciler, 3. 4. Sınıflardayken Hasanoğlan Köy Enstitüsünün kuruluşuna katıldılar.Öteki Köy Enstitülerinden gelenler 2. Sınıf olarak gösterilmelerine karşın henüz 1. Sınıfı bile bitirememiş durumdaydılar. Ben bunu çok önemsediğim için sık sık tekrarlıyorum. Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihli yasaya göre kuruldu. Söz konusu yasaya göre öğrenci toplandı. Bu öğrenciler; kurulu bir durumda olmasına karşın Kepirtepe’de ancak eylül ayında göstermelik olarak derslere başladı. Eylül, ekim, kasım, aralık, ocak, şubat, mart diyelim ki 7 ay çok düzenli ders gördüler.18 Nisan 1941 tarihinde Hasanoğlan’a nakledildi. Bir de baktık ki, o dediklerim 2. Sınıf olmuşlar. Müzikle ilgili olduğum için çok yakından tanıdığım Doğan Güney de benim gibi 1938 kasım ayında Edirne Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okuluna öğrenci olarak girdi. Doğan ilkokul 4.sınıfa,ben de orta 1. Sınıfa girmiştim. Doğan’la aramızdaki 2 yıllık fark 1941 nisanında birden bir yıla indi. Ben 4.sınıf olmuştum, Doğan da 3. Sınıf yapılmıştı. Doğan gibi 30 kadar arkadaşı iş atölyelerinde hiç çalışmadan Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kuruluşuna katıldılar. Doğan’ la şimdi de ağabey-kardeş olarak çalışıyoruz, bir araya gelip konuşabiliriz.1941 yılında Hasanoğlan’ da yapılan binaların birine olsun eline bir takım alıp bir katkıda bulunmuş mudur? Tüm yaptığı, birilerinin söylediğini yerine getirmekti. Doğan bir örnek. Köy Öğretmen Okulları’ndan gelenler dışındakiler, 1941 yılında öteki imececiler, salt işin amelelik tarafını yapmış, onu da yalap şap yapıp işlerini yarım bırakarak gitmişlerdir.20 öğrenci gelmiş burada 20 gün kalmış, bina yapıp gitmiştir! Bunları söyleyenlerin okul müfredatlarından bile haberleri yok. Okul müfredatı der ki:
-Öğrenci ilk yıl, tüm sanatları atölyelerinde tanır, 2. Yıl sevdiği bölüme ayrılır. 6-7 ayda iki sınıf geçirilen öğrenci hangi sanatın neresini deneyip nasıl bir seçim yapmıştır? Öğrenci yapmamıştır ama birileri:
-Yapmıştır canım! Ben yapmıştır! dersem tersini kim söyleyebilir? İşin garibi bunu söylenenlere sahiymiş gibi katılanlar da oluyor.1941 yılında Kayseri/Pazarören Köy Enstitüsü’nden ekiple gelen Veli Dalak arkadaşımızla o zaman oyunlar nedeniyle tanışmıştık, sonra da bir süre mektuplaştı. Geçenlerde Veli, Pazarören yazılı binayı göstererek sordu:
-Biz bu binayı mı yapmıştık? Veli’ye beklemediği bir karşılık verdim:
-Siz bina yapmadınız, bir binanın temelini, pencere su basmanlarına kadar duvarları örüp gittiniz. Binalardaki yazıları, daha sonra biz, (Kepirliler) yarım bırakılmış binaları tamamladıkça bir anı olarak oralara taktık.
Bu sabahki tartışma da giderek yaygınlaşan bu tür saptırık düşüncelerin ya da söylemlerin etkisiyle başlamış oldu. Ne var ki:
-Çevik hırsız, ev sahibini şaşırtır!” sözüne uygun olarak, suçlu yerine Emin Soysal öne sürüldü. Emin Soysal, öğretmen okulu çıkışlı olduğu için onları savunabilir. Köy Enstitüsü çıkışlı olmamasına karşın onları savunanların içtenliğine ne ölçüde inanılır? Bana göre önce bu tartışılmalıdır. ”Kraldan çok kralcı olmak!,, pek sevimli bir davranış olmasa gerek!
Salona döndüğümüzde Veysel Öğretmen geldi. Köşeleri işaretli resim kağıtları dağıtıp serbest model çalışması yapacağımızı söyledi. Bir sandalyeye bir keman dayadı, bir başka sandalyeye bir mandolin koydu. Pikap masasına yarı yatık plak koydu. Üç modelden birini, seçmemizi bize bıraktı. Pikapla plağı seçtim. İyi de etmişim, bu modeli benden başka kimse seçmemiş.
Pikap oldukça pikaba benzedi ise de yan duran plak hiç de plak olmadı. Neyse Veysel Öğretmen yardım etti. Öyle ki elinin ucuyla karalamasına karşın o karalama oldukça plağı andırdı.
Veysel Öğretmen kağıtları topladı. Öğretmen ayrılınca soranlar oldu:
-Öğretmen bizim kağıtları ne yapacak? Sorunun karşılığını verenler oldu:
-Devlet Resim Sergisinde eksikler varmış, bizimkilerle tamamlayacaklarmış! Gülenler oldu. ”Sus!,, Öztekin Öğretmen duymasın! Az sonra Öztekin Öğretmenin gelmediği anlaşıldı. Alt odaya geçip bir süre piyano çalıştım.
Yemekte Kemancı arkadaşlar sevinçliydi, fırsat bulup çalışmışlar. Ben de bu mantığa şaşıyorum; akşamları yemekten sonra iki saatlik zamanı konuşmalarla geçiriyorlar, iki saat boş ders olunca çalışma fırsatı bulduk! deyip neredeyse göbek atıp oynayacaklar.
Yemekteki sevinç orada kaldı. Öztekin Öğretmen tam üç saat çalıştırdı. Önce müzik imlası yaptık. Arkasından koro çalışması daha sonra da toplu keman çalıştılar.
Akşam yemeğinde kimseden ses çıkmadı. Sonunda ben konser olasılıklarını anımsattım. Ekrem Bilgin gürültülü müzik istedi. Kimden olabilir? Tschaikovsky, Rimsky Korsakov…Başka, başka! Johannes Brahms, Anton Dvor’ak…
Her hafta gösterilen ilgi bu kez yoktu. ”Ne çıkarsa bahtımıza!” deyip masadan kalktık.
Tasarladığım gibi olmamıştı, ben, gündüz, daha fazla zaman kazanacağımı sanmıştım. ”Evdeki hesap çarşıya uymadı!,, gene de:
- Ne yaparsam kâr deyip Julie yahut Yeni Heloise özetime başladım. Çekindiğim kadar zor olmayacağını anladım. Kısa zamanda bir sayfa yazdım.
Sevinerek yattım. Yatınca da hesapladım, yarın akşam da bir sayfa yazsam kalanı pazar günü rahatça bitiririm. Bitirmiş gibi sevinip uyudum.
17 Mart 1945 Cumartesi
Cumartesi sabahları genellikle Doğan Güney’le günaydınlaşırız. İlk günlerden başlayan bu ilgi tavsamadan sürüyor. Doğan Güney, bildiğim kadarıyla Schubert hayranı, çaldığı parçalar genellikle Schubert besteleridir. Piyano çalışırken geldiğinde benden de hep Schubert ister. Moment Müzikal 3’ü özel olarak onun için çalarım. Beringer Metodundan öğrendiğim valsı, çok bilinen Serenat’ı çalmamı da o ister.
Ortak konularımızdan biri de Asım Öğretmendir. Oysa Asım Öğretmenle karşılaşınca pek konuşmaz, dinler.
Birlikte kahvaltıya indik.
Kahvaltıda konumuz, Kimlerden dinleyeceğiz? Az önce Doğan Güney'le konuşmam nedeniyle Franz Schubert dedim. Franz Schubert’in liedlerini, Marşı Militerlerini, küçük parçalarını bir de Bitmemiş Senfonisi’ni biliyorum ama oradan öte fazla bilgim yok. Oysa on kadar senfonisi olduğu, sayısız oda müziği bestelediği hep söyleniyor.
Fazla olasılıklar üstünde durulmadı. Gerçekte havanın birden düzelmesi, arkadaşların gezme heveslerini uyandırdığından dikkatler başka yanlara dönmüş durumda.
Daha neşeli olarak durağa indik. Öztekin Öğretmen eşiyle geldiğinden, kızlar onlara katıldı. Bir bakıma iyi oldu ben de daha rahat kaldım. Zaman zaman hoşlanmama karşın kimi zaman da kendim için sıkıntı sayıyorum. Yıldız tek başına olsa o denli sıkılmayacağım, ötekiler de iyi insanlar ama iki ikiye ikisi ile de konuşamıyorum. Bunları düşünerek herkesle birlikte Konservatuvara girdim. Merdivenlerde şair Cahit Külebi ile karşılaştık. Eliyle bize üst kattaki odayı gösterdi. Az sonra da Faik Öğretmen geldi. Faik Öğretmen “Günaydın!,, der demez kızları sordu. Biz, bakışırken Öztekin Öğretmen açıkladı. Birinin dişi ağrıyormuş, eşi onları bir tanıdık dişçiye götürmüş. Ben Yıldız’ı düşündüm, o olabilir mi? O olsa bana neden söylemedi?
Faik Öğretmen söze Weber’le başladı. Oldukça ünlü bir Alman besteci olduğunu söyledi. Gülerek:
-Mozart’ın nesi oluyor biliyor musunuz? Bizim halk deyimimizle kayın biraderi Sonra da bana sordu:
-İbrahim, bizim Kırklareli'de böyle diyorlar değil mi? Eşinin küçük, erkek akrabası! diye açıkladıktan sonra:
-Ne var ki, enişte Mozart öldüğünde Weber ancak 4 yaşlarındaydı. Böylece Mozart’tan çok Mozart üstüne söylenenlerle Mozart’ın bestelerinden esinlendi. Küçük yaşında yeteneği belli oldu. Üflemeli çalgılar üzerinde durdu. Flüt, klarnet konçertoları besteledi. Asıl şöhretini öteden beri özlemi çekilen Alman Operasını bestelemesi oldu. Kendisinden önce Almanya da opera vardı, Gluck, Haydn, Mozart bol bol opera üretmişti ama bunların konuları dışardan hatta dilleri bile Almanca değildi. İlk kez Alman dili ile bir Alman öyküsü Weber tarafından işlenmişti. Bestecinin başka operası olmasına karşın, Freischutz ya da Avcılar diyebileceğimiz bu operası ile sanatının doruğuna ulaştı. Bugün dinleyeceğimiz ilk eser, işte bu operanın uvertürüdür. Bestecinin Dansa Davet adlı bir valsı dans salonlarının gözde parçalardan biridir. Uvertürünü dinleyeceğimiz operanın belirli sahnelerinde halk katılımlı korolar vardır; örneğin Avcılar Korosu çok sevilen bir parçadır.
İkinci eserin Schubert’ in 6. Senfonisi olduğunu söyleyince sevindim.
Öğretmen, Schubert’ in 20 yaşlarında bestelediği 6. Senfoni’nin özelliklerini sayarken Mozart-Beethoven etkilerini de ekledi.20 yaşında, daha çocuk sayılır diyesim geldi. Öğretmen, Weber’le Schubert’in yaş olarak yakınlıklarına değindi. Weber, 1786-1826) Schubert (1797-1828) Yaş yakınlığı gibi melodi yakınlıkları da olduğunu, ancak bunların ayrı karakter taşıdıklarını anımsattı. Öğretmen bir de ekleme yaptı:
-Her iki besteci de yaşadıkları günlerin ünlü bestecisi Ludwig van Beethoven’in sanatına hayrandı. Nasıl bir rastlantıysa üstat saydıkları Beethoven ikisi arasında yaşamdan ayrıldı. Önce Weber 1826 yılında, Beethoven 1827 yılında Schubert de 1828 yılında arka arkaya yaşama veda ettiler.
Faik Öğretmen 6. Senfoninin bestecinin eser sıralamasında 590’ıncı olduğunu söyleyince iyice şaşırdım. 20 yaşında 590 beste! Küçük yaşta besteye başlamış. İrili ufaklı 1000 dolayında beste yapmış, 31 yaşında da hayatı son bulmuş. Öteki sözleri duymaz oldum. İlkokul yıllarımda yalan yanlış “Güzel çoban, destinden su…”gibi sözlerle tanıştığım Schubert serenadı önceleri ağız mızıkası, daha sonra mandolin, arkasından da akordiyonla severek çalmıştım. Şimdilerde de en sevdiğim dinlendirici parçaların başında gene serenat geliyor. Hele Röslein liedi….Bu liedin bende çok özel bir yeri oldu. Alabalık dörtlüsü de öyle.
Faik Öğretmen Schubert için:
- Viyana klasiklerinin sonuncusu da sayılabilir. Romantik müzik akımını başlatan da! diye bir ikircil değerlendirme yapıp Sibelius’a geçti.
Sibelius Re mimör Op 47 keman konçertosu. Finlandiyalı besteci. Jean Sibelius da Çek besteciler gibi halkın melodilerinden yararlanmıştır. Öğretmen, solistin de usta bir kemancı olduğunu, geçen konserlerde dinlediğimizi söyledi; Lico Amar! Lico Amar’ı çok yakından görmüştüm, ince, uzun boylu, yaşlıca görünen biri. O da yabancı sanatçılardan; yanlış anımsamıyorsam Macar kökenli.
Finlandiya üstüne bir kitap okumuştum: Beyaz Zambaklar Memleketi adlı kitabın kahramanlarından biri Snellmann adlı bir bilgedir. Kitabı çok sevdiğim için kitapta sık sık anılan kahramanı da unutmuyorum. Daha sonra Rusya-Finlandiya Savaşı nedeniyle Finlandiya’yı hep andım. Kitabın kahramanı Snellmann’ın bir sözünü de hep şaşarak tekrarlıyorum:
-Dünyada en tehlikeli devlet İngiltere’dir. Rusya, Finlandiya’yı işgal etse yanmam, Fin halkı bir gün gene Fin halkı olarak bağımsızlığını kazanır. Ancak bunu İngiltere yaparsa Finlandiya yok olur! Bunu babama söylediğimde büyük bir Rus düşmanı olan babam:
-Bunu kim söylemişse yanılıyor, İngiltere için söylediğine aynen katılıyorum. İngiltere ile Rusya aynı bokun soyu (Babamın söylediğini tıpkı yazıyorum), al birini vur ötekine, yakanı kaptırmaya gör yedi sülaleni esir olarak çalıştırırlar! demişti.
Konservatuvardan çıkınca kimseye bağlanmadan Ulus’a indim. Dişi ağrıyan Yıldız olabilir mi? Berkalp Kitapevi vitrinlerine bakarken Yıldız'lar geldi. Dişinden sorunu olan Halise imiş.
Yeni sinemada Madame Curie (Madam Küri) filmi tekrar oynuyor. Yıldız'lar görmemiş, girmek istediler. Önce Tavukçu’ya uğrayıp sonra filme girdik. Bizim arkadaşlardan başka girenler de oldu. Filmin yarılarında girdiğimiz için arada beklemek zorunda kaldık. Bu sıra yerler değişti. Filmi bildiğim için ara ara açıklama yapıyordum. Yıldız uzağıma düştüğünden konuşmam yarım kaldı. Film sonunda çıkarken Yıldız bana:
-Ne güzel açıklıyordun, yarıdan sonrasını anlayamadım! deyince göz kaş edenler oldu (!) Oldukça canım sıkıldı. Dergi alacağımı söyleyip gruptan ayrıldım. Dergi aldıktan sonra da Havuzlu Kıraathane’ ye geçtim. Mehmet Yelaldı, Şevki Aydın oradaymış, konser saatine dek orada oturduk.
Konsere zamanında vardık.
Uzun süredir ilk kez Mahmut Ragıp Öğretmenin sandalyesi boştu. Öyle alışmışım ki o köşeyi boş görünce tüm balkon bana değişmiş gibi geldi. Gene de gidip bir arka sandalyeye oturdum. Bekledim, bir kimse gelip o boş yara oturmadı. Orası boş olunca benim önüm de açıldı, salonun görünen yeri büyüdü. Gene de oranın her zamanki gibi dolu olmasını düşündüm.
Uvertür başlayınca nedense birden müzik bana tanıdık gibi geldi. Nasıl da unutmuşum, Kepirtepe’de Asım Kaveller öğretmen bize Avcılar marşı öğretmişti:
Şen boru sesleri, lallara, lallara, lallara liiii! diye sürüp gidiyordu. Uvertür boyunca marşın öteki sözlerini anımsamaya çalıştım. Bu kez de Dansa Davet valsı aklıma takıldı. Piyano ile çalınır mı? Mehmet Yelaldı’nın sözünü anımsadım:
-Weber’in Dansa Davet parçasını istediğim gibi çalabilsem, başka bir parça çalmaya kalkışmam!
Alkışları alkışlar karşıladı. Schubert 6. Senfoniyi beklerken kemanı elinde ince-uzun kemancı geldi. Senfoni geri atılmış. Belki Faik Öğretmen öyle düşünüp anlatmıştır.
Zayıf mayıf dediğim kemancı bütün gücüyle kemana sarıldı. Orkestra daha sakin, şef Prof. Praetorius tüm dikkatiyle kemancıyı izliyor gibi; bir eli de orkestra ya işaretler veriyor. Kemancı sanki orkestradan ayrı çalıyormuşça bir durum, seziyorum. Böyle diyorum ama işin böyle olmadığını da biliyorum.
Keman konçertosunu, bu kez dikkatle izledim. Keman yer yer çok dokunaklı sesler çıkardı.
Arada Doğan’la Abdülkadir yanıma geldi. Yerim, balkonun iki koltukluk bir çıkıntı içinde olduğundan arkaya dönüp bakınmalara elverişli değil. Abdülkadir beğenmedi. Belli etmedim ama sevindim. Başka zaman da gelip takılır kuşkusuna kapılmıştım. Mahmut Ragıp Öğretmeni başkasıyla paylaşmak istemiyor gibiyim….
Senfoni başladı. Schubert’in bizde 7. senfonisinin plakları var, ara ara çalıyoruz. Yanıldım mı ne; sanki o başlamış gibi geldi. Doğal olarak o değil, biliyorum. Ancak nedense ben, benzetiyorum. İçimden böyle konuşarak konseri, ötekilere göre daha dikkatle izledim.
Konserden çıkınca bu kez topluca Ulus’a yürüdük. Anafartalar’daki Atatürk İlkokulu önünden geçerken arkadaşlara anımsattım:
-Gece konser ya da tiyatrolarına gelince burada kalacağız. Arkadaşlar çıkıp bakmak istediler. Bahçeye merdivenle çıkılıyor. Çıktık, kocaman bir bahçe. Yoldan geçerken pek anlaşılmıyor ama oldukça büyük bir bina. Ayırdında değiliz, yakınında da bir okul var. 1.Sınıftaki arkadaşlar çok mutlu, konserlerden sonra Ankara’da dolaşmayı tasarlıyorlar. Sık sık sordular:
-Konserler ne zaman kesiliyor? Nisan sonu ya da mayıs ortaları.
İstasyona inerken Bölüm Başkanı eşiyle park yolundan önümüze çıktı. İyi oldu, diye içimden sevindim, Yıldız’lar, onlara katıldı.
Trende, Ankara’nın gezilecek yerleri sıralandı. Kayaş, Mamak, Güvercinlik, Gazi Çiftliği, Çubuk. Çubuk’u 1 Mayıs günü görmüştüm. Görmek isteyenler çıktı, gelecek cumartesi, Faik Öğretmenin konser tanıtmasından sonra gitmeye karar verildi.
Duraktan yemekhaneye de sanırım ilk kez ağır aksak konuşarak rahatça gittik.
Yemekte baharın tüm belirtilerini sezinlemiş olarak konuşmalar sürdü. Konserden söz edilmedi ama gelecek konserlerin daha sevimli geçeceği umudu hepimizde belirmişti.
Yemekten kalkınca kendimi yokladım:
-İşte pazar geldi dayandı. Salona uğrayıp dosyamı aldım, Kitaplığa geçtim. Çok az sayıda arkadaş var; sessiz, sakin çalışıyorlar. Bir köşeye oturup yazımı sürdürdüm. İyi de oldu, bir buçuk sayfa kazanmış oldum. Bir sayfasını geçen akşam yazmıştım, iki buçuk sayfa kazancım oldu.
Yatınca çocuk şarkısını anımsadım:
-Damlaya damlaya göl olur-Damlacıklar sel olur. On sayfaya sıkıştıracağımı düşündüğüm özetin hiç değilse iki sayfası tamamlandı. Saatte bir sayfa yazsam (Çok dikkatli yazıyorum) tüm pazar günümü ona versem, akşama biter.
Rahatça uzandım. Konuşmalar hep bahar üzerine…. Bahar İlkbahar gelir, korulardan yükselir, nağmeler ince ince, hafif hafif esince….Bahçeler gülsüz olmaz, bahar bülbülsüz olmaz! Köyü düşündüm, geceleri dışarda yatarken yüzüme serin serin esinti vururdu. Köpekler havlar, horozlar öterdi. Uzun soluklu horozları dinlerdim…..
18 Mart 1945 Pazar
18 Mart’ın tarihimizdeki önemi üzerine yapılan konuşmalar arasında kalktım.!8 Mart tarihinin önemini biliyorum ama, gerçekte neyin nesi olduğunu pek ayıramıyorum. Şehitleri anma günü ise bunun zafer naralarıyla anılmaması gerektiğini düşünüyorum. Yas, ya da matem olarak düşünülebilir. Oysa bazıları,18 Martı, Çanakkale Zaferi olarak gösteriyor. Çanakkale savaşında babamın küçük kardeşi Bektaş Amcam şehit düşmüş. Köyde Kolsuz Hamza denilen (Uzak akrabamız) Hamza amcam kolunu o savaşta kaybetmiş. Annemin ilk eşi, iki ablamın babaları da Çanakkale Savaşında şehit düşmüş. Bu nedenle ben o savaşı iki olay olarak dinledim, öyle sayıyorum, bir uzun çatışmalar sonunda yüzbinlerce şehit verilmiş, ikinci olarak da düşman uzaklaştırılmış. Bu iki olay bir arada olmamalı. Öyleyse 18 Mart hangisini anlatıyor? Konuşulanları dinledim, laf kalabalığı ediliyor. Tarih dersinde bunu sormaya karar verdim.
Kahvaltıda da aynı konu konuşuldu. Masada salt zaferden söz edildi. Duymazdan geldim. Bir ara da “Neyin Zaferi?,, diyesim geldi. Sustum. Bugün kimseyle takışmak istemiyorum. Halil Dere ile karşılaştım, durumumu biraz biliyordu, özür diledim. Onun da ödevi varmış, ayrıldık.
*****
Julie yahut Yeni Heloise
Tanınmasını istediğim kitap, büyük eğitimci Jean Jacques Rousseau’nun tek romanı Julie yahut Yeni Heloise’dir. Eser genel olarak aşk konusunu işlemektedir. Rousseau’nun Madam de Varens ile madam de Heudetote arasında geçen aşk izlerini taşımaktadır. Mektup şeklinde yazılmıştır. İlk yayın tarihi 1761, Rousseau 49 yaşındadır. Kitap altı bölüm, 161 mektuptan oluşmuştur. Dilimize Hamdi Varoğlu çevirmiş, klasikler dizisinin 48 sırasında dört cilt olarak yayınlanmıştır. Tamamı 984 sayfadır.
Kitap, başta, yazarın bir önsözünden başka ilginç bir de konuşmasıyla başlamaktadır Rousseau ile kitabı basacak olan kişi arasında geçen bu konuşma, o dönemin basım işleriyle ve de kitaba bakışa bir ayna tutmaktadır. Aynı zamanda Rousseau’nun sıkı bir yaşam savaşçısı olduğunu, içinde yaşadığı toplumun psikolojisini en ince noktalarına dek nasıl kavradığını göstermektedir. Sokrat benzeri sorgulayıcı konuşmasıyla karşısındakini büyüler, dahası alay ederce üstüne vararak kendi fikirlerini benimsetir.
Bilindiği gibi Rousseau, tarihin gelip geçmiş en ünlü eğitimcilerinden biridir. O, birçokları gibi çocuğu bolluk içinde kuzu kuzu yetiştirip toplum içine bırakmayı istemez. Ona göre toplum bir deryadır, ne denli usta yüzücü olursa olsun bir gün boğulmasa da sendelemesi kaçınılmazdır. Öyleyse yetişen genci bir süre izlemek, genç anne-babaya yardımcı olmak gerekir.” Unutulmamalı ki, yeni kuşakları genç anne-babalar yetiştirmektedir!” der Rousseau....
Bu kitapta Eğitimci Rousseau, düşüncelerini, şair Rousseau’ya söyletiyor, diyebiliriz. Kuşkusuz eser, baştan sona dek coşkulu bir ruhun şiirleşmesidir.
İlk yayınlandığında büyük gürültü koparmıştır. Beğenenleri, beğenmeyenler neredeyse birbirine girmişlerdir. Sonuç beğenenlerin zaferiyle eser, Eğitim Tarihi’ne eklenmekle kalmamış geleceğin büyük akımı Romantizm de muştucusu onurunu kazanmıştır.
Rousseau, bireyin topluma karşı sorumlu olduğu düşüncesindedir. Bu düşüncesini de yılmadan savunur. Oysa onun yaşadığı zamanlarda buna saygı duyan yok gibidir. Rousseau bu nedenle içinde yaşadığı toplumu “Dejenere” bozuk, cılkı çıkmış olarak niteler. Kitabın önsözünde açık açık:
-Gidin iyi insanlar, sizler ki beraberinizde yaşamaktan çok hoşlanırdım ve bana,kötülerin hakareti karşısında nice ince teselliler verdiniz. Gidin, benzerlerinizi uzaklarda arayın; kentlerden kaçın, aradıklarınızı buralarda bulamazsınız. Kendi halinde köşelere gidin, aralarındaki bağ, sizin bağınızın cazibesiyle daha kuvvetlenecek olan, karı koca vefalı bir çifti, sizin halinizden haz duyacak sade ve hassas bir insanı, sizin hatalarınızı ve günahlarınızı ayıplamakla beraber, yine, rikkatle, kendi kendine;”Ah!” işte böyle ruhlar lazımdı!” diyecek olanlar arasına katılın! demektedir.
Bunu kanıtlamak için de örnek bir deneme yapar. Emile’ ini dejenere toplumdan uzakta yetiştirmeyi dener. Toplumsal Sözleşme ile Krallığın, niteliğini kaybetmiş hantal bir yönetim olduğunu, bunu destekleyen belli katmanların zorbalığını, bunların yetkilerinin kısıtlanması yollarını gösterdi. İşte Julie yahut Yeni Heloise , bu düşünce dizisinin, aile, din, Allah, anne-baba, akraba ,dost, aşk, çocuk, vatandaş, daha doğrusu mutlu bir yaşam için gerekli olan her kurumu örnekledi.
Kısacası Rousseau, yaşadığı dönemim Fransa’sını beğenmemişti. Çünkü Fransa’da kişi özgürlüğü yoktu. Rousseau’ya göre Fransa bir bakıma kral ailesinin çiftliği durumdaydı. Krallık babadan oğula geçiyor, oğulların yöneticilik yetenekleri göz ardı ediliyordu. İngiltere de krallıktı ama orada krallar yenilikçiydi. İngiliz halkı da geleneklerine bağlı olmakla birlikte yeniliklere açıktı.
Rousseau Emile kitabını yayınlayınca Fransa yerinden oynadı. Kitap yakıldı, Rousseau Fransa’dan çıkmak zorunda bırakıldı. İşte o zaman Roussesu İngiltere’ye sığındı. İngiltere, özellikle de Büyük düşünür David Hume ona kucak açtı.
Konuya girmeden önce yukarda yeterince açıklanmayan Romantizm için bir kaç söz etmek gereğini duydum. Julie veyahut Yeni Heloise romanı, Romantizm yahut Romantik akımın başlangıcı diyenler olduğunu söylemiştim. Buna karşı koyanlar vardır. Özellikle de o günlerin ünlü düşünür-yazarı Voltaire Julie romanını beğenmemekten başka alay etmiştir. Voltaire etkisinde kalanlar günümüzde bile bulunmaktadır. Ne var ki, uygarlığın gelişmesi, geliştikçe de uyanmalar, Voltaire gibi ona uyanları da duygularına kapılarak zıtlaşmışlar, dolaylı olarak da mahcup olmuşlardır.Rousseau ise giderek taraftar kazanmakta daha da kazanmaya adaydır.
Fransız yazar Jacques de Lacretelle der ki:
Rousseau’dan önce insan duygularına doğa karışmamış, bunca doğa güzellikleri hep kitapların dışında kalmıştı. Rousseau’dan önce ağaçlar, dereler, tepeler, kuşlar var mı idi? Bunu o dönemin kitaplarından öğrenemiyoruz.
Ünlü eleştirmen Sainte Beuve ise:
- Kırlangıçları kitaplarda ilk uçuran J. J. Rousseau’dur! diye yazmıştır. Kimi yazarlar da romantizmi izleyen akımlardan Naturalizmin müjdecisi olarak Rousseau'yu göstermektedir. Böylece Rousseau, kendisinden sonraki döneme değişik yönlerden önemli kapılar açmıştır.
* Jacques de Lacretelle (1888- ) ünlü bir Fransız yazarı, aynı zamanda Academie Française (Fransız Akademisi) üyesi...
*Sainte Beuve (1804-1869) Ünlü Fransız eleştirmen. Pazartesi Konuşmaları adlı kitabı dilimize çevrilmiştir.
Julie yahut Yeni Heloise Romanın asıl kahramanın adı. Kitabın adının böyle olması ise, daha önce böyle bir olayın yaşanmasıdır. Yüzyıllar önce Heloise adlı bir öğrencisine öğretmeni aşık olmuş, bu aşk hikayesi yıllarca konuşulmuş, burada da benzer bir durum olunca yazar romanına bu adı vermiş. Ancak ad benzerliğine karşın olaylar hiç de eski olaylara benzememektedir. Bir başka özellik de, bu romandaki Julie, yazar Rousseau’nun gerçek yaşamda aşık olduğu iki bayanın yerini tutmaktadır. Ona aşık olan Saint-Preux yazar Rousseau’nun kendisidir.
Olayın kısa özeti:
- Yer, İsviçre’nin Cenevre Gölü kıyılarında bir çiftlik. Yine İsviçre’de Mailler Şatosu, bu şatoya bir günlük uzaklıktaki Clerans kasabasıdır. Çiftlikte şatonun sahibi olan Baron d’Otange yaşlı bir emekli askerdir. Biricik kızı Julie, yetişmiş bir gençtir. Ancak babası, Julie’nin daha bilgili olmasını ister.
Annesi madam de Otange, halktan biri olmasına karşın bilgili bir kimsedir. Tek kızları Julie’in de bilgilenmesi için bir öğretmen bulurlar. Öğretmen Juile’den bir kaç yaş büyük, yakışıklı bir genç olan Saint-Preux (Gerçekte ise bu Rousseau’dur) Genç öğretmen öğrencisine bir süre sonra aşık olur. Julie de gerçekte genci sevmiştir ama belli etmez. Sainte Preux, yani öğretmen Julie’yi ister. Ancak soylu bir aileden gelmediği öne sürülerek, isteği karşılıksız kalır. Gençler, ailenin isteği dışında bir araya gelmek kendileri için bir onurlu davranış olmayacağını düşündüklerinden anne-babanın kararına uyarlar. Onlar için dürüstlük doğruluğun vazgeçilmez kuralıdır. İşte gerçekte romanın ana teması bu dürüstlük üstünde sürer. Dürüstlük, yaşamanın değişmez yol göstericisi olmalıdır.
Baron’un tanıdığı bir İngiliz lordu vardır Eduard Bornston, nasılsa Saint-Preux’u tanır. Bir yolunu bulup onu İngiltere’ye götürür.(İngiliz Filozof David Hume, Rousseaeu’yu da çağırmıştı)
Bu arada Julie’yi babasının asker arkadaşlarından biri ister. Anne-baba bunu kabul eder, böylece Julie bir yaşlı askerle evlenir. Damat de Wolmar, elli yaşlarında soylu bir Rus Prensidir.Politik ya da başka nedenler yüzünden memleketini terk etmek zorunda kalmıştır. Zeki, açık kalpli oluşuna karşın devrin inanışlarına uymayan, kendine özgü bir yaşam felsefesi olan bir kişidir.(Gerçekte de Wolmar, o günlerin tanınmış şairlerden Madam de Houdetoto’nun aşığı Saint Lambert’tir.)
Julie, gönül rızasıyla evlenmiştir ama sevgilisi Sainte Preux’u unutamaz. Vicdanı, iradesi, ailesine karşı borçlu olduğu görevlerini yerine getirmekte zorlanmaktadır. O, bunun ayırdındadır, fazlayakınmadan yaşamını sürdürmektedir. Onun inancına göre ailesine olan bağlılığını koparmayan bir kalpte aşk barınabilir. Saint-Preux da İngiltere’den Julie’nin kuzeni Claire’e mektup yazar. Julie ile Saint-Preux bu bakımdan rahatça haberleşirler. Sainte Preux, yaşamında bir değişiklik olacağını düşünerek gönüllü asker yazılır. Böylece Saint-Preux üç yıllık bir anlaşma ile İngiltere donanmasında görev alır. Bu nedenle üç yıllık bir zamanın tamamı deryalarda gezmekten çok savaşlarla geçer. Öyle ki, deryalarda savaşan gemilerden yalnız Saint-Preux’un gemisi sağlam olarak geri dönmüştür. Savaşlar Sainte Preux’u olgunlaştırmıştır. Öte yandan bu süreçte Julie de iki çocuk doğurmuş, çocuklarını seven bir anne olmuştur. Böyleyken Saint-Preux’a olan sevgisi eksilmeden sürmektedir.
Claire, Saint-Preux mektuplaşması sürmektedir. Julie bu mektuplardan hatta daha önce Sainte Preux’la aralarından geçen sevgi selinden kocasının habersiz olduğunu sanmaktadır. Oysa Wolmar mektupları çoktan ele geçirmiş, bu işi de adım adım izlemektedir.Ancak yaşamı kendine göre yorumlayan Wolmar, eşinin mektuplaşmasından hatta birisini sevmesinden gocunmadığı gibi bunu hayırlı da sayar. Çünkü, eşi bir başkasını sevmesine karşın kendisini seçmiş, ailesine bağlı, çocuklarını seven, ideal bir annedir. Öyleyse onda bağlılık uyguları kuvvetli, iradesi güçlü bir özellik var, bu da sevgiyi hak etmektedir. Wolmar, öylre düşündüğü için Julie’ den habersiz Saint-Preux’a bir mektup yazıp konuk olarak gelmesini ister. Gerçekten çağrıyı alan Saint-Preux çıkar gelir.Aşıklar yıllar sonra karşılaşmıştır. Ancak beklenen olmamış, aşıklar oldukça başkalaştıklarından neredeyse bir birine yabancılaşmıştır. Saint-Preux’un yüzü Julie’nin düşlerindeki çok farlıdır. Çünkü çiçek hastalığı geçirmiştir. Julie’ ninki de değişmiştir. Gerçekten de hastalık Saint-Preux’a Julie’den geçmiştir. Aşıklar hastalıktan sonra birbirlerini görmediklerinden düşlediklerinden farklı yüzlerle karşılaşınca kısa bir bocalama devresi geçirirler. Ancak bu uzun sürmez; bir birlerine kolayca ısınırlar. Saint-Preux biraz şişmanlamış, ağır başlı, bilgili bir erkek olmuş. Julie ise içi çocuk annesi, evini iyi yöneten, eşine bağlı bir ev sahibidir. Kalplerine gelince; onlar yine eski durumlarını korumaktadır. Geçen zaman da, görüntülerindeki değişiklikler de onlarda bir eksilme yapmamıştır. İlk günleri biraz sıkıntılı geçirmelerine karşın iradelerinin doğrultusunda direnirler. Aralarında konuşurlar, karşılıklı sözleşirler; bundan böyle kardeştirler. Onların bu nefis gerginliğinde en çok yardımcıları Kont Wolmar’dır. Onun hoşgörülü, babacan tavırları iki aşığı eşit ölçüde etkilemişti. Eskiye dönüş yolları kapanmıştır. Bundan pişmanlık duymazlar. Ancak ilk aşklarının ateşi yüreklerinde hep yanacaktır.
İngiliz dost Bomston’un önerisine uyarak Saint-Preux İtalya’ya gider. Kont Wolmar da işleriyle uğraşmaktadır. Bu arada Cenevre valisi Julie ile kuzeni Cleir’i gölde bir geziye davet eder. Bu gezide Julie’nin küçük çocuğu suya düşer. Oğlunu kurtarmak için kendini suya atan Julie, oğlunu kurtarır ama, oğlunu kaybetme korkusu onu sarsmıştır. Bu sarsıntı onu yatağa düşürür. Uzunca bir direnmeden sonra kurtulamayacağını anlayan Julie, çocuklarının eğitimini Sainte Preux’a bırakılmasını vasiyet eder.
*
Bundan sonra eserde değişik bir hava esecektir:
Çocukların Eğitimi.
Bu konuya girmeden önce eserin Fransız Edebiyatına katkılarını özetleyebiliriz:
ı.Yalın bir dil, sürükleyici bir anlatım,
2.Kişilerin, doğal heyecanlarını rahatlıkla dışa vurması,
3.İnsanın duygularına doğanın katılması, ya da doğayı insan duygularıyla özleştirme,
4.Doğanın doğrudan doğruya edebiyata katılması,
5.Aşkın, insanın doğal duyguları içinde sınırlı tutularak sonsuzluğa taşınabilmesi,
6.Aile kutsallığının, birey duyguları üstünde tutulması,
7.Çocukların, insanların yaşadığını kanıtlayan gerçek belgeler olduğunu vurgulaması.
8.Sevginin şekilsel bir duygu olmadığının kanıtlanması,
9.Sevginin, yaşam boyu sürebileceğinin inandırıcı bir belgesi,
10.Yazın türünde denenmedik bir türün olabildiğinin kanıtlanması!...
*
Çocukların Eğitimi:
Burada Rousseau’yu, anne Julie, baba, Wolmar, bir bilgin olarak da Saint-Preux’un kişiliklerini görür gibiyiz. Julie’nin beş ve yedi yaşların da iki çocuğu vardır. Kuzeni Cleir’in de kızı yetiştirilmek üzere Julie’e verilir. Saint-Preux bu çocuklarla ilgilenir.Fakat yedi ile sekiz yaşlarına gelmelerine karşın onlarla kimsenin doğrudan ilgilenmemesi Saint-Preux şaşırtır.(O öyle sanmıştır.) Bunu sakıncalı gördüğü için Julie’ye söyler. Bu kez de Julie ona beklemediği bir karşılık verir. Julie’ye göre o çocukları başı boş değildir. Julie sözünü sürdürür:
-Çocuklara, şunu yap, bunu yapma, şu fenadır, bu iyidir demek türü söz söylemek anlamsızdır. Bir çok anne-baba, daha çocuk doğar doğmaz ona yetişkin gibi davranırlar. Mini mini küçüğün bunları kavraması beklenmemelidir. Bilgiyi kullanmak için kullanılan aracın akıl olduğunu sanırlar. Bilmezler ki aklın gelişmesini sağlayan başka araçlar da vardır. Akıl onlarla gelişme sağlar. Akıl, insanların geç kullanmaya başladığı bir araçtır. Çocuğa büyükmüş gibi takınılan tavırlar aşılamaya çalışılan bilgiler gelip geçici olur.
Bunlar, büyük sabrın ya da olağandışı zahmetlerin küçük bir meyvesi türünden iz bırakırlar. Ancak çoğunlukla bu tür sıkışmaya dayanamayan çocuklar, kaçamak yollarını bulup kaçarlar. Bu yol açılınca da anne-babaları bir noktada yıldırırlar. Çaresiz kalan anne-babalar bu ke öğretmen tutarak sorunu çözmeye yönelirler. Bilmezler ki öğretmende anne-babalar ölçüsünde sabır olmaz. Bu nedenle çocuğu doğaya yöneltmeli. Unutmamalı ki doğa, öncelikle çocuğun büyümesini ister, sabırla da bunu bekler. Eğitimde bu kurala uyulmalıdır. Unutulmamalı ki doğal sürecinden önce olgunlaştırılmış bir meyve doğal süreçte yetişme tadını, tuzunu vermez. Akıl, bedenin doğal gelişmesine bağlıdır. Öyle olunca çocuğun beden gelişmesine uymak zorundayız. Çocuğun bedeni hareketlerle güçlenir. Öyleyse çocuğu harekete yönlendirmek zorundayız. Gelişmemiş bedende dikkatli, düşünceli yapamayız. Hele çocuğu kitaplarla bir odaya tıkıştırarak hareketten alıkoyma onların sağlıklarıyla birlikte ruhlarını da bozmaktan başka bir işe yaramaz. Ayrıca insanların seciyelerini de göz önünde tutmak zorundayız.
Çocuklar doğuştan iyidirler. Gerçekte doğaya yükletilen kimi suçlar, doğrudan doğrula insanların yakıştırmasıdır. Zekâ, insanın kendi organizması ,içinde bedene uygun gelişirse bir işe yarar. İnsanlara belli bir ölçüde eşit zekâ dağıtılsa o zekâ dağıtılan insanların hiç bir işene yaramadığı gibi zararı da olur. İnsanların durumunu oluşturan kendi iç yapılarıdır ki bu her kişiye değişik bir şekil verir. İç yapı dediğimiz için bir örnek verebiliriz. Bir köpeğin iki yavrusu vardır. Aynı anneden doğmuş yavrular aynı gıdalarla besleniyor. Dahası aynı boyda büyüyorlar. Böyleyken birisi çevik, hareketli öteki, ağır tavırlı düpedüz tembel olabiliyor. Çocukların bütün tavırları gözlenerek yetiştirilse durum çok değişir. Öyle çocuk vardır ki, daha doğunca hakkında bir hüküm verilebilir. (Uzmanları)Öteki çocuklar farklıdır, onlar büyürken gelişirler.
Çocuğa ilk öğreteceğimiz şu olmalıdır. Çocuk, bizim yardımımız olmadan yetişemeyeceğine inanmalıdır. Böyle olunca kendisine uzatılan elin anlamını anlar. Aynı zamanda kendisini kendisine ancak büyüyünce yeteceği fikri de yerleşmiş olur. Bu durum aynı zamanda gereksiz gurur gelişmesini de önler. Çocuk yaşamı boyunca çok değişik olaylarla karşılaşacaktır. Her olay için dayanıklı olması, küçük yaşından başlayarak karşılaştığı deneyimler onu dayanaklı kılacaktır. Bu nedenle çocuğun her istediğini ölçüp biçmeden kesinlikle yapmamalıdır. Hele herhangi bir konuda red cevabı verilmişse bunda direnmeli, bu tür ret cevapları çocuğu aynı zamanda yokluğa da hazırlayacaktır. Aynı zamanda insanların her istediği yerine gelemez düşüncesini de yerleştirecektir. Bunun bir başka yararı da, istenenin alınması zorluğu fikrinin çocukta uyanmasını sağlamasıdır. Bu, aynı zamanda mahcubiyet, gurur, duyarlık mekanizmalarını geliştirdiğinden başka yüzsüzlük kapılarını da daraltır. Çocukla, özellikle tartışmak kavgamsı çıkışlar yapmak kesinlikle doğru değildir. Böylesi durumlarda çocuk önce gürültücü sonra sonra da gemi azıya alan bir inatçı olduğundan başka büsbütün kavgacı bir kişilik geliştirir. Çocuğa övgü de yerli yersiz yapılmamalıdır. Övgüler, herhangi bir tavrından dolayı yapılacak beğeniler çocuğu kolayca gevşetir, gevezelik. yolunu açar. Özellikle büyükler, çocuklara arkadaş gibi davranmamalı, böyle durumlarda büyük, elinde olmayarak çocuğun kendisine uymasını bekler. İlginçtir, elinde olmayarak çocuk da büyük havasına girer. Böylesi durumlarda kaybeden çocuk olur. Çünkü yapılanlar kesinlikle çocuğun gerçeğine uyamaz. Örneğin çocuğun büyük gibi zıplaması beklenmemelidir. Büyüklere öykünen çocuk, huy olarak bir köleye dönüşür.
Çocuklara fazla soru sormak da sakıncalıdır. Çocuklar çok ilgi gösterdiği konularda soruları anne-babaya sormalıdır. Soruş biçimleri de belli kalıplarda olmalıdır. Bu nokta da çok önemlidir; çocuk soru sorduğunda sakın sakın konu başka tarafa kaydırılmamadır. Böyle olunca çocuk dikkatini belli noktada rahatlıkla toplar. Bu konuda gösterilen titizlik, çocuğu dikkatli olmaya zorlar.Bu zorlama onu daha dikkatli yapar. Çocuk, konuşmada susmada bir takım kurallar olduğu bilincini böylece geliştirmiş olur. Çok önemli bir nokta da çocuğa sorulan bir soru olunca bunun hemen yanıtlanması istenmemelidir. Çocuk, konuşmanın, susmanın kuralları olduğunun ayırdında olmalıdır. Bunun oluşması da çocukla sürekli ilgilen anne-babaya bağlıdır. Çocuğun konuşmasındaki gelişme yaşıyla ilgilidir. Yaşından önce çocuğu konuşturmaya zorlamak yarardan çok zarar verir.
Kardeşler arasındaki ilişkiler de çok önemlidir. Büyük çocuk, kardeşin elinden oyuncağını alıp kendi oynamaya koyulursa hemen durdurup, ona kendisinden de güçlülerin olabildiğini göstermelidir .Böyle olunca uzun anlatmaya gerek kalmadan çocuk, kendisinden her zaman başka güçlüler olabileceği bilincini geliştirir. Bu, aynı zamanda güçlü, zayıf fikrinin gelişmesine de yardımcı olur. Büyüklerin önemle üstünde duracağı önemli bir nokta da oyuncağı büyükten alıp küçüğe vermesidir. Bu yapıldığı takdirde bütün kurallar alt üst olur.Bundan büyük de küçük de çok etkilenir. Kısaca ikisinin de kazandığı olumlu kurallar ters yüz olur, güvenleri sarsılır.
Çocuk kendisi istemeden kitap okunmamalıdır. Ancak çocuk kendiliğinden kitap okumayı isteyemez. İşe Masalla başlamak yararlı olur. Sevdiği masalları istekle dinlerken, okuma masala geçilebilir. Böylece yaş geliştikçe kitap okuma benimsenmiş olur. Okuma, okunanları dinleme de çocuklarda alışkanlık oluşturur. Okumaya başlanan bir kitabı, çocuğun isteği dışında hangi nedenle olursa olsun yarıda kesmek sakıncalıdır. Bu, çocuğun zevkini zedeleyebilir. Ancak belli bir yaştan sonra bunu sınırlı bir şekilde denemek, bu kez çocuğu, okumaya heveslendirebilir. Çocukta:
-Bunu ben neden yapmayayım? sorusu doğabilir. Bu birden gerçekleşmese bile bi kaç denemeden sonra kesinlikle olur. Çocuklar, 6 yaşında okumaya başlayabilir. Ancak onlara verilecek kitaplarda dil yalın olmalıdır, kapalı anlamlı sözler uzun adlar, kral-kraliçe adları gibi tumturaklı söylemlerden çocuklar korunmalıdır. Özellikle çocukların dindar kimseler olmasını istiyorsak onlara kesinlikle dinden söz etmemeliyiz. Çocuk için anne-baba da gördüğü dinsel tavırlar onda yeterli dinsel tabanı oluşturur. Daha fazlasını vermeye çalışmak bir yarar sağlamaz, onun yaşı fazlasını almaya elverişli değildir. Unutulmamalı ki anlaşılmayan sözler, yarım bilgiler yarardan çok zarar verir.
Çocuk fena bir iş yapmış y da fena bir söz söylemişse ona, bunu bir daha yapma demek anlamsızdır. Çocuk onu neredeyse bir daha yap! İbisine algılar. Bunun yerine sabırla bir başka benzer durumu beklemek, tekrarlanıncaya dek sabretmek gerekir. Çocuk benzer tepkiyi gösterirse bunun nedenini inceledikten sonra duruma el koymak, birtakım yanlışları da önlenecektir.
Çocuk bilgilenmeye hazır duruma geldikten sonra tutulacak öğretmenler, ailenin gözetimi altında çocukların eğitimiyle ilgilenmelidir. Öğretmen kendi bildiğine bırakılırsa ya da aile ile arasında anlaşmazlık olursa çocuk iki görüş arasında kalmış olacaktır. Bu ikircil durum çocuğun gelişmekte olan dimağı üzerinde onarımı zorlaşacak bir ikilem oluşturur. Bu ikilemin etkisi çocuğun yaşamı boyunca kendini gösterecek çocuk,kararsız, kaypak, kişiliksiz, korkak bir karakter geliştirecektir.
Kızların eğitimine gelince:
-Kız çocukların eğitimi konusunda da çok titiz bir yöntem izlemeli, kızların eğitimi tümüyle annelerin gözetiminde yapılmalıdır.
İşçilerle ve Halkla Soyluların İlişkiler:
Toprakları olanlar işletmek için mültezime vermemelidirler. Bu ekip biçme işiyle kendileri uğraştıklarında hem kendilerine, iş çıkacak hem de daha kazançlı olacaklardır. Topraklar, ihmal altında kaldıkça veriminden kaybederler. Ayrıca elde bulunan tüm topraklar işletilmelidir. Bu yapıldığı sürece fazla işçi gerekecekti. Halk, işsizlikten yeterince iş bulup kazanç sağlayamamaktan yoksullaşmaktadır. İşçi seçen bir kimse işçinin gücüne bakmamalıdır. Çalışmak için iş arayanların başarısı genelde iş verenin onlara karşı yakınlığına bağlıdır. Unutulmamalı ki iyi niyet her zaman zorbalığa üsten gelir. Çok defa zayıf bünyeli görülen insanlar kof güçlü görünüşlülerden daha başarılı olurlar. Genel bir inanış vardır, zayıf insanlar her zaman iş bulamazlar. Böylece, buldukları işi kaybetmemek için dört elle sarılırlar. Bunlara çok dikkat eden Monsieur Wolmar, işçileri üzerinde titizlikle durur. Öyle ki işçilerine emeğine karşı iki türlü hak tanımaktadır; biri, hep bilinen sıradan ücret, ikinci ise yapılan işten kazanılan duruma göre pay almak. Kısacası çalışan işçiler çok kazanmak için çırpınırlar.Wolmar’a göre giderek artan geliri, işçilerin çok çalışmalarındandır.
Öyleyse onların payları verilmelidir. İşçiler çalışırken onların başında durulmamalıdır. Çalışan işçinin başında durmanın hiç bir yararı olamaz. Tersine, onlara güven duyulursa, onlar kendilerine güvenildiğini anlarsa, kendisine güveni sarsmaktan kaçınır. Çünkü normal insan kendine güven duyulduğu sürece bu güveni yitirmek istemez. İşçiler, çalışırken işveren ya da ailesinden biri yanlarına gelirse bundan hoşlanırlar, çalışma şevkleri artar. Ama onların yerine tutulmuş bir başka yetkili gelirse işte buna çok gücenirler. İnsan yaratılışı gereği, işçiler işverenle aralarına bir yabancının girişine ısınamazlar. İş verenler işçilerini sevmeli, zaman zaman hatırlarını sormalı hatta evlerine giderek onların yaşayışlarına tanık olmalı. Yalnız bu ,ilişki bir gösteriş durumuna sokulursa o zaman zararı düşünülemeyecek derecede kötü sonuç verir. Çünkü cahiller bu tür değerlendirmeleri okumuşlardan daha çabuk duyumsar, ona göre tepki gösterir. Psikolojik ögeler iyi değerlendirilirse gönüller o denli kazanılır. Öz olarak, işverenler, işçilerine hiçbir zaman uşak gibi bakmamalıdır. Bir işveren işçilerine öğretmen öğrenci ilişkileri gibi yaklaşmalıdır. İşveren, işçilerinin iş dışındaki durumlarıyla da ilgilenmeli onlarda gördüğü değişikliğin nedenlerini öğrenmelidir. Bir kimsede değişme bir takım yanlış düşüncelerden de olabilir. Kendini başkasından eksik gören bir kimse, karşılaşma yaparak işini aksatabilir. Böylesini zamanında uyarmak hem görev hem de o kimse için gereklidir. Kadınlı erkekli işlerde durum oldukça naziktir. Görüşmeleri yasaklama yerine, gizli görüşmelere olanak verecek durumları hesaplayıp gerekli önlemleri almalıdır. Bu durumlarda dedikoducular bozgun havası estirirler. Bunu önlemek için, açıklık içinde görüşme, aileler arasında eğlence yapma yolladı sağlanmalıdır. Monsieur de Wolmar işçilerini her Pazar evine davet eder, onlara şarap ikram eder, gelen öteki konuklarla birlikte oturur. İşçilerin çocuklarıyla konuşur. Çok defada bu toplantılar eğlenceye dönüşür. Bu eğlenceler öz olarak hep eğitim amaçlı yapılır, kesinlikle sıkıcı olmaz. Buraya katılanlar rahat olur, kime kimseyi bir başka davranışa zorlamaz. Öyle ki kış aylarında bile Pazar ibadetinden sonra bu toplantılar sürer, oyunlar oynanır, şarkılar söylenir. Bu toplantılar bir bakıma yurt şarkılarının, halk oyunlarının yaygınlaşmasına da yardım eder. Bunlar severek, inanarak yapıldığından herkes katılır. Böylece tek tek bir kenarda düşüncelere dalmanın da önü kesilir. Önemli noktalardan biri de işçilerin elde edemeyeceği değerleri ortaya serip dökmemektir. Bu yapılırsa işçilerde bir özlem ya da bir kıskanma doğabilir. Böyle bir istek, işçinin kafasına askıntılık etmemelidir. Bu bakımdan Monsieur de Wolmar, işçileri için her bakımdan yararlı, yetiştirici bir işveren olmuştur. Ona göre işverenin içtenliği, işbaşında gözeterek yapılacak denetimden çok daha yararlıdır.
Din-İbadet.
Monsieur de Wolmar:
-Yurdunu terk etmiş bir Rus’tur. Dini, Ortodoks Hıristiyan. Ancak hür fikirli, mantık sahibidir. Çok gezmiş, çok görmüş, o ölçüte de bilgilidir. Ortadoksluğu en ince noktalarına dek bilir. Bu yüzden de işin ibadet tarafından geçmiştir. Kendisi:
-Yaşamım boyunca çok papazla düştüm kalktım! Nice dindarlar gördüm ki hiç birisi Allah’a inanmıyor. Bütün yaşamım boyunca Allah’a inanan yalnız üç papaz gördüm! der. Böylece o kendini, din hakkında daha fazla okuyan ve metafiziğin karanlıkları arasına dalıp giden bir dinsiz! olarak sayar!
Julie:
Julie ise, dinin bütün istediklerini yerine getiren, öyle ki, bir papazdan fazla bilgiye sahip aydın bir bayan. Allah’ın varlığına inandığı gibi en küçük bir kuşku bile geliştirmemiştir. Yalnız bu inançları cahillerinkine benzemez. Gerektiğinde rahiplerle bile tartışabilen bilgili, bilinçli bir dindardır. O daha çok imanla aklı birbirine yaklaştırmaya çalışır. Ona göre Allah’a inanmalı, vicdanın temizliği için ibadet yapmalıdır. Ona göre fazilet yaşamı yönlendirmelidir. Dürüst bir yaşam en büyük sevaptır. Yalnız, başkalarının hakkına el uzatmadan yaşamak kolay değildir.
Julie’ye göre mutlu olmak da kolay değildir. Hatta yer yüzünde gerçek mutluluk yok gibidir. Buna örnek olarak da kendisini gösterir. Güzeldir, sağlıklıdır, eşi ile iyi anlaşır, zengindir. Çocuklarını sever, dostlarıyla, hizmetçileriyle iyi geçinir, dünyanın verebileceği tüm güzelliklere sahiptir. Allah’ın kullarına verdiği her nimete sahip olmasına karşın yine de kendini mutlu sayamaz. Nedeni ise eşi Monsieur de Wolmar’ ın dindar olmamasıdır. Öyleyse insanın elinde olmayan bir neden mutluluğunu engelliyor. İşte o neden oldukça mutluluk tamamlanamıyor. Öyleyse bunu insanlar aramalı! İnsan ibadet durumunda kendinden geçer. Demek insanla Allah arasında bir ilişki var. Ben kendimi ne kadar Allah’a yakın sayarsam kendimden o denli geçiyorum. İşte bu sırada kendimi unutuyorum, görüyorum, duyuyorum... Buna karşın Allah’tan bir zerre göremiyorum. Biz onun yalnız nimetlerinden yararlanıyoruz. İnsanların ortak babası, bize yaşamı bağışlayan odur! Öyleyse onun yüce nimetlerini övmek de bir tür ibadettir. Mutluluk başka bir şey; yaşamlarını paylaşan iki insan, zevklerini, nimetlerini paylaşmış olsa bile umutlarını paylaşamıyor. Bu olmayınca da mutlu olunamıyor!
Kitapta geçen kişiler:
Saint-Preux, Genç bir insan, Hıristiyan, Allah’tan kendisine yardım etmesini bekliyor. Ancak Allah’a yaklaşmak için öne sürülen ibadet koşullarını yerine getirmekte duyarsızdır. Ona göre faziletli olmak yeterlidir. İnsanlar doğuştan iyidir. Öyleyse onları yaşatan Allah, onlara iyi davranır. İnsanlar iyi olana tapmalıdır. Yalnız şimdilerde din denilen o kutsal inanç olayına, insanlar entrikalar karıştırmıştır. İnsanla Allah arasına bir başkasının girmesi olayın kutsallığını bozmaktadır. Vidan denilen katıksız duygu yumağı doğrudan doğruya Allah’a karşı sorumludur.
Bu üç kahramanın görüşlerini birlikte inceleyince Rousseau’nun bir yıl sonra yayınlanacak olan Emile kitabının 4. Bölümünde Savo ile Rahibin inançlarının birleştiği görülür. Rousseau, Dağdan Yazılmış Mektuplar’ında bunları birleştirir. Mektup 1. Allah bizi iyiliğe götürecek her şeyi vicdanımıza yüklediği için bizi serbest bırakmıştır. Dikkat edilmeli ki, Allah’ın verdiği iyilikler, insanların ürettiği aşağılık fikirlerle karışmasın! Herhangi bir dine gerek yoktur. Doğanın tüm düzeni bize doğru yolu göstermektedir. Vicdanımızın doğrultusunda bu yolda gitmemiz yeterlidir. Doğanın görkemini sezen Rousseau Allah’ın varlığını da tanımaktadır. Karşıtı olanların onun için “Dinsiz, hatta ahlâksız” demeleri şaşırtıcıdır.
İnsanlık:
İyi insan, yaşadığı ülkenin kanunlarına, geleneklerine, dinine saygı duymalı, halkını sevmelidir. İnsanların, içinde bulunduğu topluma karşı bazı görevleri vardır. Söz gelimi zamanı gelince evlenmesi, topluma karşı bir görevdir. (İnsanlar, bekâr olarak yaşasın diye var edilmemişlerdir. Kitap IV mektup 16) İnsanın doğmasını bir baba sağlar. Böyle meydana gelen de bu görevi yapmak zorunluğunu duymalıdır. Baba ya da anne olmak yaşamda faziletlerin en kutsalıdır. İnsan türünün sürmesi bu görevin yerine getirilmesine bağlıdır. Allah’ın vicdanımızdan istediği rahatlık başka bir deyimle mutluluk ancak bu doğal görevleri bilmek, bunları hilesiz olarak yerine getirmekle kazanılır. İnsanlar ne ölçüde alçak gönüllü olursa o derecede sevimli olur. Kusurlarını görebilen insan, aynı zamanda güçlü insandır. Bu tür insanlar içinde bulunduğu toplumu da onurlandırırlar. Çünkü bunlar, adaletle merhameti bağdaştırabilirler. Böyle olunca lütufla özgürlük eşit olarak sürer. Zaafımızla esir, duamızla özgür olabiliriz. İyi bir insan, içinde bulunduğu duruma bakıp gelecek ömrünün arta kalan yanı için hüküm verecek kadar kendine güvenmemelidir. Doğanın görkemi karşısında insanın ya da insan tasarılarının bir hiç olduğu unutulmamalıdır. Öyleyse insanlar, insandan ayrı olan nesneler de değer vermelidir. Bunlara değer vermemek, insanlar için cehalettir. Soylu bir kimse soyluluğu,ile soylu olmayanlara karşı övünürse bilinsin ki o kimse soylu değildir. Gerçek insanlar doğuştan eşittirler. İnsanlar, sonradan aldıkları eğitimler yüzünden soylu ya da dejenere olurlar ki bu taşıdıkları ruhlara göre gruplara ayrılır.
Son söz:
İnsanları özgürlüklerine kavuşturmak için zaman zaman özgürlüğünün kısıtlanmasına katlanan, bunun acısını duya duya düşünceleri söyleyen Rousseau’nun bu kitabının her sayfası üstünde günlerce durulup düşünülebilir. İnsanlara, kendilerini olduğu gibi doğayı da öğreten bu büyük insan, sıradan kimselerin ağızlarında akşam sabah geveledikleri fazilet, insan sevgisi gibi ahlak değerlerinin de sınırlarını genişletip daha oylumlu duruma getirmiştir. Aşkın, sevginin ne olduğunu onu okuyanlar dosdoğru anlamaya başlamıştır. Öyle ki, kendisinden sonra insanlık tarihinde ter tutan Napolyon Bonapart, Johann Wolgang von Goethe, Lord Byron gibi ünlüler bile sevmesini bu eserden öğrendiklerini söylemişlerdir. Kimi yazarlara göre Goethe’in Werther’inde Julie’nin ruhu dolaşmaktadır. Bu kadar da değil, Goethe de Bayron da işi söz de bırakmamış, kalkıp (İsviçre’de) Clerans’a, Mailler’a gidip gezmişler, Saint-Preux’un ağladığı taşlara yüzlerini sürmüşlerdir. Bütün insanlık biliyor ki Leinhard ile Gertrüd (*) de çocuklarını Julie’nin ilkelerine göre yetiştirmiştir. Bir başka önemli nokta da; Emile ile Du Contrat Social Principes du droit politique (Toplum Sözleşmesi) kitaplarının tartışmasız, Julie yahut Yeni Heloise romanının kuluçka ürünü olduğudur.
(*) Pestalozzi’nin kitap kahramanları
İbrahim Tunalı