Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Sınav Öncesi Kaygılı Günler- Unutulmayan Anılar

 

10 Temmuz 1943 Cumartesi

 

Söze nasıl başlayacağımı kestirmekte zorluk çekiyorum. Dün öğleden sonra yürüyüşe hazırlanırken, cemselerle askerler geldi. Remzi Yüzbaşı kampın sona erdiğini bildirdi. Önce kendi eşyalarımızı topladık. Çadırları askerlerle birlikte söküp bağladık. Tüfekler daha önce alınmıştı. Askerler cemselerle ayrılınca arkalarından üzgün üzgün baktık. Ayrılırken Murat Çavuşun gözleri yaşardı. Buna önce şaştık ama sonradan biz de aynı duruma girdik. Murat Çavuş, gerçekten çok iyi bir insanmış, bir arkadaş gibi davrandı bize.

Talat Tarkan Öğretmen gülümseyerek geldi, önce:

– Geçmiş olsun! dedi arkasından da:

– Gene biz bizeyiz; buralarını biraz kirlettik, köylülere karşı mahcup olmamak için biraz düzeltmeler yapalım! dedi. Tuvalet olarak kulandığımız çukurları kapattık. Ateş yakılan yeri toprakla gömdük. Eşyalarımızı yüklemek için bir süre kamyon bekledik. Kamyon 1. Kampın yanına inemediği için oradaki eşyalar da bizim tarafa taşındı. 1. Kamptakiler kamyon beklemeden gitti. Kamyon gelince eşyaları düzenli bir şekilde kamyona yerleştirdik. Böylece kamp alanına çadır kurmak için ilk gelen biz olduğumuz gibi son olarak da biz ayrılmış olduk. Kamyonla gidemediğim için, indirilirken akordiyonun başına bir kaza gelebileceğini düşündüğümden elime aldım. Uygun adımla geldiğimiz kamp tepesinden okula gene öğrenci olarak şakalaşarak döndük. Okulun önünde büyük bir kalabalık vardı. Elimde akordiyon olduğu için aralardan yukarı çıktım. Akordiyonun ortalıkta kalmaması için gene yerine (Asım Öğretmenin odasına) koyup çıkmayı düşünmüştüm. Asım Öğretmenin oda kapısını aralık görünce tıklattım. Gel sesini duyunca Asım Öğretmenin geldiğini sanıp sevinerek kapıyı açtım. Odanın şekli değilmiş, birden şaşırdım. Küçücük odada bir çiftli ranza ile bir tekli karyola. Tekli karyolada iki kişi, ranzanın antında da bir kişi oturmuş konuşuyordu. Akordiyonu bırakmak istediğimi söyleyince oturanlar doğrulup beni içeri çağırdılar. Benimle konuşmak istediklerini anladım. Onlar bir şey söylemeden:

– Arkadaşım Ziya' nın mektubunda anlattığı ağabeylersiniz! dedim. Hemen Ziya'nın kim olduğunu sordular. Ağabeyi Fevzi'yi söyleyince üçü birden:

– Fethiyeli kardeşler! dedikten sonra birisi Ziya'yı nasıl tanıdığımı sordu. Birisi de Ziya Hasanloğlan'a gitmişmiydi diye aralarında konuştular. Ben yanıtladım:

– Hasanoğlan'a gelenlerden Hüseyin Atmaca ile Yaçar Özgün'ü orada tanıdım. Ancak Ziya ile taşışmamız mektupla oldu, deyince piyanonun önündeki tabureye oturmamı söylediler. Oturup bildiklerimi anlattım. Onlar da kendilerini tanıttılar; Mehmet Pekgirgin, Mustafa Ersoy, Şevki Aydın. Şevki Aydın Müzik Bölümünde okuyormuş, ilk sorusu akordiyon çalıp çalmadığım oldu. Kendime göre çaldığımı anlattım. ArkadaşlarıYaşar Özgün'le akordiyon nedeniyle tanıştığımı anlatınca Şevki Aydın:

– Öyleyse sen uzun süreden beri çalışıyorsun! 4 yıldır akordiyon çaldığımı, biraz piyano da çaldıştığımı söyleyince piyano çalmamı istediler. Piyano başına oturup Beethoven'in Tarla Faresi parçasını çaldım. Notasız çalamadığımı söyleyince Şevki Aydın:

– Sen bizim bölüm için hazırlanmışsın! Onlar konuşmak ister gibiydi ama ben sözü uzatmak daha doğrusu onları rahatsız etmek istemedim. Şeyki Aydın akordiyonu eskiden nasıl alıp götürüyorsam gene öyle yapmamı söyledi. Kendisi keman çalıştığı için başka sazlara heveslenip işi karıştırmak istemiyormuş.

Dersliğe dönünce olayı anlattım. Sami Akıncı başta olmak üzere bir çok arkadaş ilgilendi. Dersliğe çağırıp konuşmak isteyenler çıktı. Kesin bir karar veremedik ama konuşmakta yarar umanların çokluğu ilgimi çekti. Hasan Üner, Salih Baydemir, Kadir Pekgöz, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın okumayı düşünmezken onlardan bilgi almak için sabırsızlanmaya başladılar.

Akşam yemeğinde gene arka masalarda yemek yedik. Yemek masaları öteki sınıflara göre sıralanmış. 5 A, 5 B, 5 C-4. Sınıf, 2. Sınıf sıralamasından sonra bizim masalar. Arkadaşların kimileri durumdan hoşnut:

– Böyle daha iyi, dilediğimiz kadar güler, konuşuruz! deyip teselli buluyorlar. Kimileri de:

– Öğretmenliğe yaklaştığımıza göre bizim masaların öğretmenlerin hemen yanında olması gerekir! deyip kendi aralarında tartıştılar. Tartışmalara katılmadım ama kendi kendimi yokladım; ben buradan ayrılınca sanki bir daha gelmem ya da gelemen gibi bir duyguya kapılıyorum. Nedeni apaçık:

– Buradaki insanlar sürekli değişiyor. Beni okutan öğretmenler olsa sonunma dek saygı duyar ellerini öperim. Oysa onların yerine gelenlere aynı saygıyı göstermem söz konusu değil. On lar bana yabancı gözüyle bakınca ben onlara nasıl yaklaşırım? Sözgelimi:

– Ben buranın ilk öğrencilerindenim; bu binanın yapılmasında ben de bulundum! desem beni dinleyen olur mu? Böyle demeye kalksam, belki de içlerinden biri Rükiye Dökmen Öğretmenin bize dediği gibi:

– Bu kıraç yere bu okulu neden yaptınız? diye sorabilir. Rükiye Dökmen Öğretmeni biz o zaman eleştirdik ama onun bakış açısından bakınca bizim onu eleştirmemiz yanlıştı. O, ken t okullarında çalışmak için yetişmiş. Burası ona göre gerçekten kırdır. Ben buraya 15 km. yakın bir yerde doğup büyüdüm. Burayla ora arasındaki tek fark buranın okul oluşu, benim de bu okulda öğrenci oluşum. 4 km. uzağındaki köyde amcam-yengem-çocukları oturuyor. Her cumartesi ya da pazar günü evime gider gibi onlara gidiyorum. O nedenle ben bura yaşamına yabancı değilim. Oysa kentlerde yetişenler köyleri beğenmiyorlar. Kırklareli'deki amcamın 10-12 yaşındaki kızları bile köye gelince, burun kıvırıyorlar. Zaten bizim özel olarak yetiştirilmemiz de bu nedenle kent dışında oluyor. ”Köylü köyünde gerek”Bizim köylülerin böyle bir sözü vardır. Yabancı köyde kalanlar bir süre sonra bu sözü söyleyip köylerine dönmek üzere ayrılırlar.

Arkadaşlar yeni bir karar aldılar:

-Yemekhane boşalmadan masalardan kalkılmayacak!

Derslikte de bir süre aynı konu konuşuldu. Sami Akıncı hepimizden farklı düşünüyor. Bunu bir kez de gösterdi:

-Yeni gelen ağabeyleri dersliğe çağırıp okudukları dersler hakkında bilgi edinelim! Bana da:

-Sen gidip çağırır mısın? diye sordu. Çağıracağımı söyleyince karşı duran olmadı. Benim de öğrenmek istediklerim vardı, hemen gidip söyledim. Ben söyleyince diğer ikisi konunun müzik olduğunu sandıklarından:

-Haydi Şevki Aydın Öğretmen sana iş düştü! dediler. Hemen açıkladım:

-Konu salt müzik değil, tüm arkadaşlar okulu merak ediyorlar, hepsinin değişik soruları olacak! deyince üçü de hazırlandılar. Az sonra birlikte dersliğe gittik. Önce Mehmet Pekgirgin konuştu:

-Manisa/Mehmet Pekgirgin-İşletme Ekonomisi Bölümü dedikten sonra okuduğu dersleri anlattı. Sami Akıncı dayanamadı, matematikten ne okuduklarını ayrıca sordu. Mehmet Pekgirgin “Yüksek Matematik!” demekle yetindi. Mustafa Ersoy da:

-Aydın/Mustafa Ersoy -Yapıcılık Bölümü, enstitüde öğrendiklerimizin daha ayrıntılı bilgilerini alıyoruz! deyip kesti. son olarak Şevki Aydın:

-Manisa/Şevki Aydın-Güzel Sanatlar Bölümü dedikten sonra Müzik-Resim-Tiyatro okuduklarını açıkladı. Sami Akıncı'dan sonra Harun Özçelik resim konusunda sorular sordu. Söz sözü açtı konuşmalar yat ziline dek sürdü.

Böylece bir yıldan beri öğrenmek istediğimiz bilgileri gerçek kişilerden öğrenmiş olduk. Güzel Sanatlar Bölümü'nün salt müzik olmadığını anlayınca duraksadım. Mehmet Pekgirgin'in bölümü daha çekici geldi. Özellikle Yüksek Matematik okumaları, matematik sevgimi depreştirdi. Öteki bölümlerin hiç biri ilgimi çekmedi. Bahçecilik, Hayvan Bakımı hiç düşünmediğim alanlardı. Salt müzik olsaydı oraya da severek giderdim. Biraz neşesiz olarak yatağa girdim. Oysa ne güzel düşlerim vardı:

-Müzik çalışacağım, Asım Öğretmeni gidip bulacağım. Bulmak ne demek? Şevki Aydın'ın söylediğine göre haftada bir gün Gazi Eğitim Enstitüsü'ne zorunlu olarak derse gidiliyormuş. Ayrıca Devlet Konservatuvarına bir gün derse, cumartesi günleri de ayrıca konserlere gidiliyormuş. Süheyla Öğretmeni kesinlikle orada görecektim. Gene görürüm ama onlara:

– Ben tiyatro okuyorum! ' nasıl derim? Asım Öğretmen bunu duyunca kesinlikle bir kahkaha atıp:

– Akordiyondu piyanoydu derken şimdi de tiyatro mu çıktı? diyecektir. Geç vakitlere dek uyuyamadım.

 

11 Temmuz 1943 Pazar

 

Yüksek Köy Enstitüsü'nden gelenler yeni bir konu getirdiler. Şimdiye dek okumaktan söz etmeyen arkadaşlar da ilgilenmeye başladı. Hasan Üner'le Abdullah Erçetin bana

-Gözün aydın, istediğe kavuşacaksın! dediler. Arkadaşların dediğine içimden ben de katıldım; sahiden gidersem benim için çok şanslı bir olay. Sanki benim için açılmış gibi. Müziğin salt nota okuyup değerlendirmesini biliyorum ama müziğin daha bir çok tarafından habersizim. Bize Müzik dersi v eren öğretmen Asım Kaveller, gerçek Müzik Öğretmeni olmak için daha üç yıl okuyacak. Oysa Asım Öğretmen bana göre çok bilgiliydi. Eski Müzik Öğretmenimiz Süheyla Başokçu da çok güzel keman çalıyordu, üstelik gerçek müzik öğretmeniydi ama gene de okumak için Konservatuvara gitti. Öyleyse müziğin benim henüz kavrayamadığım bir başka boyutu var.

Arkadaşların konuşmaları birden değişti. Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin, İbrahim Ertur, Emrullah Öztürk, Mehmet Başaran okuma heveslisi oldular. Bir kısmının hevesini ben, öğretmenlik sahiden gelip kapılarına dayanınca kaçma derdine düştüler. Açık açık:

– Üç yıl daha hazır yeyip zaman kazanırız, nasıl olsa yaşlarımız daha küçük. Kimi arkadaşların burasını bitirdiği yaşta biz orasını bitirmiş olacağız. diyenler de oldu. Bunu duyunca dilimin ucuna:

– Siz burasını önce bitirin ondan sonra düş kurarsınız! diyesim geldi ama demedim. Onlardan daha tembelleri kaç yıldır sınıf geçirildiğine göre okulu da bitirebilirler, böyle dediğime pişman olurum! deyip sustum. Hemşerim Kadir Pekgöz, benim bildiğim tek bir kitap okumadı. Elinde bir gün bile bir mandolin görmedim . Mehmet Başaran da öyle; şiir yazdığını söylüyorlar ama o kendisi bunu kanıtlayacak bir çıkış yapmaktan kaçıyor. Eğlencelerde kalkıp bir konuşma yaptığı görülmediği gibi şiir de okumamaktadır. Şimdiye dek tek ortada görülmesi Akın piyesin deki Bumin rolü. Ondaki konuşması da topu topu beş buçuk satır. Hele İbrahim Ertur'un okumaya kalkışması çok şaşırtıcı. Arkadaşın beş yıldır hiç bir derste başarılı olduğu görülmemiştir. Yazdığı yazılar okunmadığı gibi konuşmalarından da doğru dürüst bir şey anlaşılmamaktadır. Tek başarası, olur olmaz şeylerden kızıp küsmesi, zaman zaman da subay olan ağabeyiyle övünmesi. Emrullah da öyle, şimdiye dek başarısızlığını yabancılığına bağlamaktaydık. Dili nedeniyle yapılan takılmalara galis küfürler savurması; karşılığını görünce de boynunu büküp susması. Dilerim bundan öyle, hepsi kendisini toplayıp bundan böyle daha ciddi çalışır. Abdullah Erçetin çalışsa yapabilir. İbrahim adaşım, grçekte dil pürüzü için çekingenliğinden kaybetmektedir. Öğretmenler ona ilk derslerde daha övütlerde bulundular. Tarihte en güzel konuşan insanın Demosten olduğunu biz, İbrahim'e gösterilen örneklerden öğrendik. Abdullah ise zeki-tembel. Özellikle ondaki müzik yeteneği bende olsa uçardım. Ben çalıştım, o çalışmadı. Böyleyken birlikte dinlediğimiz bir şarkının ya da oyun havasını o, benden daha çabuk daha doğru yakalamaktadır. Abdullah Güzel Sanatlar Bölümü'ne bence çalışma koşuluyla gitmelidir. Sami Akıncı'yı saymıyorum, o, Güzel Sanatlar Bölümü dışında hangi bölüme gitse başarır. Halil Basutçu, İsmet Yanar, Yusuf Asıl, Mehmet Yücel, Bekir Temuçin, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Mehmet Aygün çekinmeden gitmesi gerekenler. Böyleyken Recep Kocaman, Mehmet Aygün, İsmet Yanar kesin olarak gitmemeye kararlılar. Mehmet Yücel kararsız. Hüseyin Serin, Fettah Biricik, Ali Önol, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner öğretmenliği seçmekte kesin kararlılar. Mustafa Saatçı da Mehmet Yücel gibi saati saatine uymuyor. Kararsızlardan biri de Hüsnü Yalçın. Hüsnü okuyabilir. Ne var ki Emrullah'la birlikteliği orada da sürerse başı dertten kurtulamaz. Neyse bunlar benim ölçülerim. Dilerim arkadaşlar yeni kararlar alarak durumlarını değiştirirler.

İsmet Yeni Bedir'e gidip gitmeyeceğimi soruyor. Gidersem o da gelecekmiş. Oysa son gidişimizde köyden dönerken bir daha gelmeyeceğini söylemişti. Okararı neden vermişti bir türlü anlamadım. Kamber Amcam ya da yengem kesinlikle aramızda ayırıcı bir durum göstermemişlerdi. Nedense İsmet:

– Onlarla benim hiçbir akrabalık bağlantım yok. Onlar, senin akraban! demişti. Gerçekten İsmet'in onlarla akrabalığı yok. Kamber Amcam benim babamın ablasının oğlu. Babamın İsmet'in ailesiyle ilgisi annem nedeniyle. İsmet de benim annemin kız kardeşinin oğlu. Babam annemle evlenince aileler arasın da bir bağ kurulmuş. İsmet'in babası Muhittin Eniştemin ailesi kimdir? diye sorsalar bilmem. Şimdiye dek soran olmadığı gibi benim de öğrenmek için bir girişimim olmadı. O nedenle İsmet'i verdiği karar için o zaman kınamamıştım. Ancak kararından dönüş yapması neden olabilir? diye düşündüm. Belki de Kamber Amcam kendisine çok iyi davrandığından böyle birdenbire uzaklaşmayı doğru bulmamıştır.

Benimle gelecekse öğleden önce banyo yapmasını İsmet'e söyledim. Erken gidip erken dönenelim!

Yemekte uzaktan uzağa da olsa Hasanoğlanlı Öğretmenleri gözledik. Fahri Tosili Öğretmen onlarla kaynaşmış durumda Özellikle Aydınlı Mustafa Ersoy'la sık sık söyleşiyorlar. Mustafa Ersoy Yapı Bölümündeymiş. Belki de o nedenle kolay anlaştılar.

Yemekten hemen sonra İsmet'le yola çıktık. Kamp yamacından geçerken İsmet sözü önce kampa getirdi:

– Geçen yılki kamp daha yararlı olmuştu! dedikten sonra benim düşüncemi sordu. Ben:

– Geçen yıl, okuldan uzakta, askerler arasında olduğumuz için daha askerce bir durum olmuştu. Üstelik ilk kamptı. Bu yıl okulumuzun karşısında kendi kendimize olduğumuzdan öğrencilikten sıyrılamadık! şeklinde yorum yaptım. Kamp mamp derken İsmet kendisine kızıp kızmadığımı sordu. Durumu anladım:

– Sana neden kızayım? Gerçekte sen bana kızma; iyi ki konuyu açtın. Kamptayken arkadaşlardan ayrı kalamadığımız için ben sana olayın asıl nedenini anlatmadım. İyi ki açtın, şimdi daha rahat konuşabiliriz! deyince İsmet:

– Ben de bunun için bugün seninle gelmek istedim! İçimden “Benim sıraladığım olasılıklar boş çıktı!” dedim. İsmet'e olayı ta baştan, iki yıl öncesinden başlayarak anlattım:

Zaman zaman derslikte geçmiş olaylardan söz edilirken ben notlarımdan izlediğimi söyleyerek çoğunlukla tartışmalarda doğrucu olurdum. Olayları kendime göre yazmayı da biliyorsun Fikret Madaralı Öğretmen önermişti. İlk günden başlayarak bugüne dek pek az atlayarak bunu sürdürdüm. Fikret Madaralı Öğretmen bir iki kez sormuş, bir kez de bir haftalığını alıp bakmıştı. Bu nisan değil bir önceki nisan ayı içinde okul Müdürümüz Nejat İdil beni çağırdı, kendisine benim için bir şikayet mektubu yazıldığını, mektubun adsız-imzasız yazıldığı için de resmiyete koymadığını, ancak yazılanların, doğruysa çok önemli olduğunu bu nedenle yazdıklarımı öğretmenlere inceleteceğini söyledi. Bana zaman tanıdı:

– Bak, yazdıklarını bir daha gözden geçir, en az 15 günlük aralıksız bir bölümü bana getir öğretmenlere inceleteceğim. Okuyan öğretmen ya da öğretrmenler bir suç bulmazsa yazılarını geri veririm. Söylendiği gibi çıkarsa o yazılar suç unsuru olarak elimizde kalacak, senin hakkında da gereken ceza uygulanacaktır. O zaman elimde zaten kış tatilinden sonraki notlar vardı, düzeltme yapacak bir yön bulamadığım için bir kaç kez dikkatli okuduktan sonra götürüp Müdür Beye verdim. Daha sonraki günlerde Fikret Madaralı öğretmen iki haftalık yazımı okuduğunu, kusurlarına karşın sürdürmemi söyledi. Suçtan, cezadan hiç söz etmedi. Oysa Okul Müdürü yazılarımın içeriği hakkında kısaca:

– Öğretmenlere hakaretamiz sözler söyleyip yazdığın, bunları zaman zaman da derslikte okuduğun bildirilmekte. Bu doğruysa büyük bir suç işlemiş olursun. Bunu senden beklemiyorum ama öğretmenlere de hakaret edilmesine göz yumamam. Bunun için öğretmenlere inceleteceğim. Yazdıklarında suç unsuru bulunursa cezanı çekeceksin! demişti.

Okul Müdürü beni bir daha çağırmadı. Fikret Madaralı Öğretmen de, bir süre sonra 2. kez:

– Yazılarını okudum, yazılarında söylendiği gibi bir suç göremedim. Ancak benden okuyup değendirmem resmen istendiği için yazılarına düşüncelerimi ekleyererk Okul Müdürüne verdim. Okul Müdürü sana gerekeni söyleyecektir! demişti. Okul Müdürünün çağırmasını beklerken 4-5 ay sonra Okul Müdürü ayrıldı. Suçlu bulunsaydım bana bildirilirdi, rahatlığı içinde günler geldi geçti. Neredeyse bir yıl sonra Eğitimbaşı Enver Kartekin bir gün derslikte hepimizin dosyalarında eksiklikten söz edip yeni diploma fotoğrafı istediğinde benim dosyamın tamam olduğunu söyledikten sonra bir konuda benim fikrimi soracağını söyleyip odasına çağırmıştı. Odasına gittiğimde dosyamda o mektubun bulunduğunu, bunun için bana soru sorulup sorulmadığını öğrenmek istediğini söyledi. Az önce söylediklerimi anlattım. Bana inandığıı söyledikten sonra bir soru sordu:

– Demokles'in kılıcı, diye bir söz duydun mu? Duymadığımı söyleyince anlattı:

– Çok eskilerde bir Kral varmış; çok çalışkan bir Kralmış. Bu zorlu işleri nasıl yaptığını soran bir dostunu işyerine çağırmış. Gelen dostu Kral'ın başı üstünde asılı bir kılıç görmüş, Koca kılıç bir at yelesi kılı ile bağlıymış. Dokunulsa kapup kralın başına düşecekmiş. İşte o çalışkan Kral tüm dikkatiyle başını koruyup işlerini sürdürüyormuş. İnsanlar bunu duyduktan sonra bir söz yakıştırmışlar. Biri iş yaparken bir başkası onun başında duruyorsa hemen:

– Başında Demoklesin kılıcı duruyor. denir olmuş. Önce anlayamamıştım, Eğitimbaşı Enver Kartekin açıkladı:

– Bu mektup senin dosyanda duracak, tıpkı Demokles'in Kılıcı gibi. Bir başka suç işlersen o da ortaya çıkıp yeni suçunu arttırıcı neden olacak! demişti. Anımsayacaksın, tarih dersinde Selçuk Korol Öğretmene Demoklesin Kılıcı öyküsünü sormuştum. Selçuk Korol Öğretmen öyküyü başka türlü anlatmıştı ama sonuç gene kılıcın birinin başında oluşuyla bitiyordu. O mektup dosyamda olduğuna göre benim bir suç işlemem cezamı ağırlaştıracaktır. Bu nedenle hiç değilse bu yazma konusunda gider ayak dikkatli olmak istiyorum. O mektubu yazan ya da bir başkası aynı konular üstüne bir şikayette bulunsa o yazı karşıma çıkacak. Bunu önlemenin çaresi şikayet edilecek durumu ortadan kaldırmaktır. Biliyorsun ben kimseye ad takmam özellikle de öğretmenler için söylenenleri yazmak şöyle dursun ağzıma almam. Salt öğretmenler değil arkadaşlara takılan adları da söylemem. Hele kızlar için yapılan şakaları kesinlikle duymazdan gelirim. Öyle olmama karşın derslikteki şakalaşmalarda söz gelimi Mustafa Saatçı'ya takılmalarda zaman zaman SS'den ben de söz ediyorum. Mehmet Yücel'in takıldığı arkadaşlardan söz ederken Nachtigall yazdığım oluyor. Hele Yusuf S-Asıl'a takılmalarda Sırıklı demeden geçmek kolay değil. Benim notlarımda olsa olsa kızlar için bunlar vardır. Öğretmenler için de yazmak gereğini duyduğum olaylar var. Örneğin Edirne'de görüldükleri gece neler denmişti. Onların hepsini değilse bile gene de bazı tepkisel sözleri yazmışımdır. Zaman zaman doğru yanlış demeden bana da takılmalar oldu. Bunları neden yazmayayım? Bunları da yazmazsam not tutmamın ne anlamı kalır? İşte bunları düşünerek bir oyun kurdum:

– Kamp süresince salt kamp günlerini ilgilendirek notları, bir bakıma arkadaşların kamp eğitimi sırasındaki kusurlarına değinip onlara ucundan ucundan dokundurarak tepkilerine ölçmek. Tepkiler olursa bir süre diretir gibi yapıp beklemek eğer tepkiler artarsa yalandan öfkelenip:

– Sizin arkadaşlığınız da anılarınız da sizin olsun! diye söylenerek, salt kamp notlarını hepsinin gözleri önünde yırtmak, parçalarını da musluk altında ıslatarak çöpe atmak. İşte benim yaptığım buydu. Sana verip okutmam da buna hazırlıktı. Kampın ilk haftası yazdıklarımı o pazar okulda bırakmıştım. Şimdi de onları Kamber Amcamlara, onlardaki eşyalarımın arasına koymak üzere götürüyorum. Gerçekte o gece görüntüleri, uyurken aldıkları şekiller, anlatınca herkesin güldükleri bir önceki notların içinde. Yırtılanlarda zaten çok önemli bir şey yok. Tüfek asıp tüfek çıkarmakla geçen günlerde hepimiz zaten pestile dönüyorduk. Ayrıca nöbetler ikiye çıkınca not yazacak zamanımız kalmıyordu. Gene de atışlardaki başarılarımız, dinlenirken yapılan şakalar. Murat Çavuşun bizi bir arkadaş gibi sayıp korumasını yazmaya değer bulmuştum. Ancak yazdıklarımı yırtmama karşın elimdeymiş gibi belleğimde tutuyorum. Değişik tarihlerde de olsa onları gene yazacağım. Sami Akıncı'nın Usteğmen'e Üstçavuş deyince nasıl üzüldüğünü, Üsteğmenin birden bakışını, sinirli bakışını, o sinirli bakışın nasıkl severcen bir gülüşe döndüğünü nasıl unuturum? Emrullah'a tekmil verme sırası geldiğinde öne çıkınca:

– Ben ne yapacaktım şimdi? diye sormasını, İdris Destan'ın Hazırola geçerken tüfeği düşürünce kendi kendineymiş gibi:

– Tüh be! deyişini ne zaman olsa anımsar yazarım.

Sözüm daha bitmemişti ama amcamların kapısına dayanınca durduk. Kamber Amcam komşusu Hüsnü Dayı ile bahçede oturuyordu. Bizi görünce:

– Gelin bakalım, sizi özlemiştik, hayırlısı ile askercilik oyununuzu bitirdiniz mi? dedi. Kamber Amcamın Askercilik Oyunu dediği kampı biz, ciddi ciddi eğitim gördüğümüzü anlatarak önemsetmeye çalıştık. Atış yaptığımızı, hafif Makineli tüfek kullanmasını öğrendiğimizi anlattık. Kamber Amcam hem şakacıdır hem de düşündüğünü söyleyenlerdendir:

– Sizin kamp yaptığınız alan bizim köyün toprağıdır. Koşuştuğunuz yerlerin bir bölümü tarlalıktır. Köylüler sızlanıp duruyor. sözde tarlalarını kenef (Tuvalet) olarak kullanmışsınız, kapattınız mı bari? diye sorunca kapattığımızı söyledim. Ayrıca, kamp başlamadan önce Bir Yüzbaşının gelip yerleşim krokisi çizdiğini, o krokiye göre çadır yerledi hazırlandığını, tuvalet yerleri kazıldığını, o yerlerin daha kazılırken iyice örtülmesi için toprak hazırlandığını, Bol su akıtılması için 12 tane musluklu bidon konduğunu, birinci haftası taşıma suyla dolan bidonların 2-3. haftalarda artezyene bağlanıp motorla çekildiğini anlattım. Kamber Amcam:

– Ben de bunu bekliyordum, böyle konuşanlara da:

– Onlar, mikrobun ne olduğunu, hastalıkların neden oluştuğunu iyi bilirler, bizim zararımıza olacak bir iş yapmazlar! diyordum. Söylediklerim yüzünden mahcup olac ağımı hiç düşünmemiştim zaten. Gene de duyduklarıma sevindim. İnsan ne de olsa söylediklerinden mahcup olmak istemez! Amcam:

– Ya, ya, ya! Artezyen sizin imdadınıza yetişti. Artezyen dediğinizin hani bir adı vardı; neden o adı kullanmıyorsunuz? O ad unutulacak admıydı? O artezyen suyu aranırken orada çırpınan Müdür Nejat İdil'di. Siz o zaman Ankara'larda geziyordunuz. Tüm Yeni Bedir köyü halkı, çoluk çocuk hep tanık oldu. Müdür Nejat İdil bir yaz boyu her Allah'ın günü orada sabırla bekledi, çalışanları güçlendirici sözler söyledi. Birincide çıkmayınca pes edebilirdi. Ama o diretti. O artezyenin İdil Suyu adı ana sütü gibi helaldir, üstelik çok da yakışmıştır. Geldiği günden sevmiştim onu, insana değer veren bir yaratılışı vardı. Köyüm üzde kendisiyle hiç konuşmamaış olanlar bile onun ayrılışına üzüldüler. Biz, Yeni Bedir köylüleri olarak İdil Suyu adını yaşatacağız. Bu yöneticiler Nejat İdil'i unutturmak istiyorlarsa bunda başarılı olamayacaklardır.

Yengem içeriden:

– Lafınız bitmedi mi? diye sordu. Arkasından da bir tepsi içinde bize çay, peynir salatalık getirdi. Yengem Lüleburgaz'a geçerken bizim bahçeyi hep görüyormuş: neler ektiğimizi sordu. İsmet:

– Ekmesine çok şeyler ektik ama, yemeye gelince biz, bizim bahçeden daha pek bir şey yemedik! dedikten sonra bana:

– Değil mi dayı? diye sorunca ben, iki aydır doğru dürüst okulda durmadık! diye yanıtlayıp Edirne'ye gidişimizden, uygulama dersleri için köylere gidişimizden söz ettim; ardında da 20 günlük kampı ekledim. Zaten ektiklerimizin bir bölümünü son yağmurlar alıp götürmüştü. İkinci ekimler biraz geç yapıldığından ancak yetişecek. deyince komşu Hüsnü Dayı da yağmurun onlara da zarar verdiğini anlattı. Kamber Amcam sözümüzü keserek:

– Okulunuzu bitiyorsunuz, ne düşünüyorsunuz, hangi köyleri isteyeceksiniz? Birinizi biz isteyeceğiz. Atalarımızın bir sözü vardır:

– İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü! derler; “Biz isteyeceğiz!”deyip güldü. İsmet kendi köyünü istediğini, benimse kararsız olduğumu, kazanırsam okumayı sürdüreceğimi söyledi. Bunu duyunca yengem uzunca bir Aaaaa! çekti. Kamber Amcamsa:

– Ne var bunda “Aaa” çekecek, okuyabilirse okusun. Dayımın ona ihtiyacı yok, yanındaki üç oğlu yetmiyor mu? 4. de varsın kısmetini gönlünce arasın! Yengem yaşımı sordu. 22 olduğunu söyleyince yengem bir daha “Aaa”çekmeye hazırlanırken gülüp elini ağzına kapattı. Kamber Amcam yengeme:

– Onlar artık köylü sınıfından çıktı. Okullarının adında köy var ama, onlar ruhen köy batağından sıyrıldı. Geçen gün gelen yüzbaşı 32 yaşında olduğunu söyledi, hala bekar. Uzunca duraklayacağım bir yerde ancak evlenebilirim! dedi. Öğretmenlerin, subayların hatta bilumum(tüm memurların) memurların evlilik bizim gibi komşuların dilinde değil kendi ellerinde. Amcam dönüp bana sordu:

– Öyle değil mi yeğenim? Yengeme baktım. Yengem güldü, omuzlarını oynattı. Sanırım:

– Bana bakma, ben karışmam demek istdedi. Gene de amcama:

– Bilmiyorum; bildiğim; bu sıralar evlenmeyi aklımdan bile geçirmediğimdir.

İsmet elimi tutup saate bakarken amcam İsmet'e takıldı:

– Baban müteahhit, saat alacak para vermiyorsa ayrılacağın gün onun saatini al okula dön. Ne denli kızsa bir kaç gün sonra seni affeder; kendine yenisini alır! dedi. İsmet gülerek:

– Onu benden önce bana yaptılar, kardeşim Sabri ayrılacağım gün benim saati alıp bir başka yere gitti. Üstelik saat benim de değil dayımındı. Okulda pek gerekli olmadığı için yenisini almadım. Öğretmen olabilirsem ilk aylığımla bir saat alacağım.

İzin isteyip kalktık. Yengem, amcam iyi dilekleriyle bizi uğurladılar, sınavlarda başarılar dilediler. Komşu Hüsnü dayı da başarılar diledi. Dönüşte Kamber Amcamın söylediklerini yerinde bulduk; gerçekte biz de konuşurken artezyen deyip duruyoruz. Oysa ikinci kazışta su çıktığını duyunca Hasanloğlan'da ne çok sevinmiştik. Üstelik ilk muştuyu İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç vermişti. Artezyen çalışmalarına katılmadığımız için bizi çok etkilemedi. Hasanoğlan'dan geldiğimizde okulumuzda su akıyordu. Son sınıf olduğumuz için bizi su nöbetçisi de yapmadılar. Böylece bizim sınıf artezyene yabancı kaldı. Ben bile artezyene amcamlara gidip gelirken oradaki nöbetçileri görünce merakımdan bir iki kez uğradım.

Okul önüne dönerken tören zili çaldı. Neredeyse iki aydan bu yana tüm öğrencilerle birlikte olacağız. Bir grup izinli ayrıldı, biz Edirne'ye gittik. Bir grup 1. Askerlik kampına çıktı. Tüm kamplar, son sınıfa geçenlerin izinleri bitti. Sanırım öteki sınıflar bundan sonra izinli gidecekler. Törene inen arkadaşlar bana baktılar:

– Akordiyon çalmıyor musun? Arkadaşların yeni Müzik Öğretmeni Şevki Aydın'dan haberleri yok. Şevki Aydın Öğretmen merdivene çıktı. Fahri Tosili Öğretmen komut verince ses verdi, başla sözüyle birlikte kendisi de söyledi. İlk hecelerde bir karışıklık olduysa da sonlara doğru düzgünleşti. Okuldakiler daha önce de söyledikleri için uyumu kolaylaştırdılar. Törenden sonra derslikte değişik bazı tevaturlar dolaştı. 1. Bizim sınıf bir hafta serbest kalıp sınava girecekmiş. 2. Hayır bu hatta salt tarımda çalışıp, Tarım dersleri notları alınacakmış. 3. İlk hafta sanat derslerinde çalışılıp ondan sonra tarıma gidilecekmiş. Boş yere tartışma sürdü, gitti. Yemekte de bizim masada aynı konu açılınca sordum:

– Önümüzdeki 3 hafta ne yapacağımız belli olmuş demektir, bunun nesini tartışıyorsunuz? Tarımın ilk ya da 2. hafta olması bize ne kazandırır? Belli ki biz önümüzdeki 15 günü çalışarak geçireceğiz. Hem de terleyerek çalışacağız. Sınıf geçme söz konusu olduğuna göre bu kez işler biraz daha sıkı olacağa benziyor. Öne sürülen bir hafta ders çelışma hemen verilmez; verilirse çalışmalardan sonraki hafta verilmesi daha akla uygun düşer; bir hafta rahat olarak derslere çalışır sınavlara gireriz. Söylediklerim arkadaşların da aklına uygun düştü. Ancak bana:

– Haklısın! dediler ama arkasından yeni gelen Müzik Öğretmenini överek başka bir şey demeye çalıştılar. Oysa ben yeni gelen Müzik Öğretmeni dediklerini onlardan önce tanıdım. Hem de kendi anlatımıyla müzik aleti kullanmada benden çok çok gerilerde olduğunu öğrendim. Arkadaşların ne amaçla olursa olsun Şevki Aydın'a iyi davranacaklarını sezdiğime sevindim.

Yemekten sonra dersliğe Eğitimbaşı geldi. Kamp nedeniyle bir süre görüşemedik, umarım kampta hayal inkisarına(Hayal ya da düş kırıklığı-umduğunu buşamama) uğmamamışsınızdır dedikten sonra:

– Siz, yavaş yavaş bizim mesleğin Sath-ı mailine giriyorsunuz, şimdiye dek kendinizi hep dinleyen tarafta buldunuz. Oysa bir süre sonra konuşan tarafa geçeceksiniz. Çocuklar sizin yerinizi alacaklar. O yaramazlarla anlaşmak çok kolay değildir:

– Ben o işi nasıl olsa yaparım! yanılgısına kapılmayın, onun göründüğü kadar kolay olmayan bir sihirli tarafı vardır. Bu konuda çok ünlü eğitimcilerin yeni öğretmenlere öğütlerini ihtiva eden (İçeren) kitaplar vardır. Bunlardan biri de Çocuk Kalbi adlı kitaptır. Bu güne dek okumadınızsa behemal bu kitabı okumalısınız. İlk kez İtalya'da yayınlanan bu kitap çıkar çıkmaz tüm Avrupa ülkelerine yayılmış, öğrencilerin okuması sağlanmıştır. Yurdumuzda da yayınlanır yayınlanmaz büyük ilgi görmüş dahası Milli Eğitim Bakanlığı genel bir karar alarak önce tüm öğretmenlerin giderek tüm öğrencilerin okumasını zorunlu kılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının o emirleri günümüzde de geçerlidir.

Müfettişliğimde öğretmenlere bu kitabı ben de öğütledim. Okuyan öğretmenler sonraki karşılaşmalarımızda bana çok çok teşekkür ettiler. Karşılaşmadıkları da mektuplar yazarak minnettar kaldıklarını bildirdikleri gibi:

– Sağol müfettişim, ben öğretmenliği bu kitabı okuduktan sonra daha iyi öğrendim! diyenler oldu. Geç kalmış sayılmazsınız, kolay okunan bir kitaptır. Bence okuyup geçilecek türden bir kitap da değildir. Bir okuyan kesinlikle bir daha bir daha okuyup çevresindekilere bile okuyup anlatmaya başlar. Bence yeni öğretmen olanlar o kitabı alıp sık sık okumalı, sizin başınıza da benzer bir olay gelince kitaptan yararlanmalıdır.

Eğitimbaşı salt bunu söylemek için mi gelmişti? Dışarıda yüksek sesli konuşmalar olunca ayrılıp çıktı. Az sonra da yat zili çaldı. Çocuk Kalbi kitabı için arkadaşların nasıl bir yorumu olacaktı, bunu öğrenemeden yattım.

 

12 Temmuz 1943 Pazartesi

 

Zil sesine uyandım. Yatarken aklımdaki konu hemen açıldı. İdris Destan sordu:

-Bu kadar ünlü bir kitap vardı da bize neden şimdiye dek kimse bundan söz etmedi? Tartışma başladı. Hasan Üner:

-O kadar çok kitap var ki, bunların hepsini bir insanın bilmesi olanaksız. Herkes, okuduğu kitapların içinden önemli bulduğunu ancak başkasına önerebiliyor! Hasan Üner'e:

-Aferin, Kitap Kurdu diyen oldu. İsmet Yanar konuyu hemen saptırdı:

-Kitap Kurdu, benim bildiğim iki türlü olur, biri deyimdir, ötdeki de doğrudan kişinin işlevsel sıfatıdır. Deyim olan mı, yoksa kitapları kemiren mi? Söz, elma kurduna, armut kurduna, kereste kurduna dek uzatıldı. Kurtlu kitap duymadığını söyleyenler çıktı. Bu arada Emrullah Öztürk:

-Allah Allah, kurtlu kitabı şimdiye dek hiç görmedim deyince herkes güldü. Mehmet Yücel Emrullah'a sordu:

-Sen kurtsuzunu gördüğünü mü söylemek istiyorsun? Bu sorunun yanıtı, işi kavgaya götüreceğini bilenler hemen araya söz sokarak kavgayı tam önleyemedilker ama hiç değilse bir süre geciktirdiler. Halil Basutçu ile Hüsnü Yalçın Emrullah'ın koluna girip dışarı çıkardılar. Mustafa Saatçı da Mehmet Yücel'e çıkıştı:

-Sen sabah sabah başına dert mi açmak istiyorsun?

İdris Destan Emrullah'ı savunsu:

-Arkadaşı ilk günlerdeki gibi sanıyorsunuz, o hepimizden çok olgunlaştı. Kendisine hakarete kalkışanlar dışında kimi ne zararı olur? Doğrudan hakaret etmeye yeltenenlere hangi miz ondan az tepki gösteriyoruz? Arif kalkan da İdris'i alkışladı:

-Aferin ihtiyar, sen iyi avukatlık yapacaksın! dedi. Bu kez de Sami Akıncı söze karışarak düzeltme yaptı:

-Avukat değil Dava Vekilliği yapar. Avukatlık hukuk okuması gerekir. Bu kez de Dava vekilliği soruldu. Sami onu gülerek örnekledi:

-Hani, Edirne'de Genel Valilik binası dolaylarında küçük dükkancıklarında yazı yazanlar vardı ya öyle işileri yapanlar. Birden bir gürültü koptu

-Yok be, onu yapacağımıza öğretmenliğimizi sürdürürüz daha iyi! Konu değişerek yazı -tura tartışmasına dönüştü:

-Bu hafta Tarım mı, Sanat mı?

Kahvaltına bizim masada da bu soruya yanıt arandı. Yeni öğretmenler kahvaltıya gelince gözler onlara döndü:

-Bunlar öğretmen mi? Biz bunlara öğretmen mi diyeceğiz? Gerçekte onların öğretmen olabilmeleri için daha iki yıl okumaları gerekmektedir. Ancak onlar bizim gibi Köy Enstitüsü'nde okumuş, orasını bitirmiş. Öyleyse öğretmen olmuş demektir. Şimdiki okullarını bitirince daha yüksek okullarda çalışmak üzere öğretmen olacaklardır. Öyleyse biz onlara öğretmen demek zorundayız. Derslerimize girmemeleri önemli değil, bir çok ilk okul öğretmeni de girmiyor ama biz onlara pekala öğretmen diyoruz. Sonunda anlaştık:

– Yeni gelenler sözü ortadan kalkacak, Şevki Aydın Öğretmen, Mustafa Ersoy Öğretmen, Mehmet Pekgirgin Öğretmen olarak anacağız. Masamızda Yapıcılık kolundan tek arkadaşımız Hilmi Altınsoy. Yeni öğretmenlerden de Yapı Kolu Öğretmeni olarak Mustafa Ersoy var. Arkadaşlar Hilmi'ye takıldılar:

– Dikkat et, gözüne girmeye çalış, o şimdi ilk hevesiyle işe başlıyor delikanlılık edecektir. Gevşeklik yapayım deme! Türü övütler verildi. Bizim marangoluk Bölümü arkadaşları ise bizim bölüme birinin gelmeliş olmasını şansızlık saydılar. Geçen yıla dek en az üç zaman zaman da dört öğretmen verken bir yıldır tek öğretmenle çalıştıklarından söz ettiler. Bu arada Salih Baydemir:

– Yok yahu, o kadar da değil, ne zaman dört öğretmen oldu? deyince hep güldük. Salih'e Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmeni sordum. Doğru yanıtladı. Meğer İrfan Evren Öğretmeni unutmuş. Böylece sevdiğimiz öğretmenlerimizi ayrı ayrı sevgiyle saygıyla andık.

Dersliğe dönünce gene Çocuk Kalbi kitabı sözü açıldı. Kitaplıkta var mı, yok mu? Birileri gidip bakmayı tasarlarken Eğitimbaşı geldi. Akşam sözünün yarım kaldığını gerçekte bizim için aldıkları kararları duyurmak istediğini, bu konuya Milli Eğitim Bakanlığının çok önem verdiğini anlattı. Bu önemin de Köy Enstitüleri yasalarına göre ilk atamalar yapılacağını, dostun düşmanın(Sözgelişi öyle dediğini açıkladı)bize baktığını anlattı. Bu konuda ilk dikkati bizim etmemiz gerektiğini, örneğin köy seçerken geri dönülmez bir karar vermemiz gerektiğini, özellikle de okumayı sürdürmeye niyetli olanların karar değiştirip gecikerek atama istemelerinde işlerin büsbütün karışacağını anlattı. Bu nedenle bize bir hafta zaman tanındığını, bu bir haftayı da daha sıkı ilişki kurup bir birimizi uyarmamız için topluca Tarım bölümünde çalışacağımızı, zaten bundan sonraki haftalarda da bitirme sınavları başlayacağını, onlarda da birer hafta süre tanınacağını tekrarladı. Köye gitmeye kesin kararlı İsmet Yanar:

– Benim gibi köye gitmeye karar vermiş arkadaşlar var, istiyorsanız adlarımızı şimdiden bildirebiliriz! Eğitimbaşı kaşlarını çatarak İsmet'e baktı:

– Bu konuyu daha önce konuşmuşmuyduk, neden aldınız bu kararı? dedi. Sami Akıncı:

– Müdür Bey daha önce derslerinde bize anlatmıştı, arkadaşlar daha o zaman böyle bir karar verdiler! deyince Eğitimbaşı bu kez Sami Akıncı'ya:

– Ya, demek öyle! Sen de var mısın bu kararı verenler arasında? deyince Sami Akıncı:

– Karar verenlerden biri benim ama köye gitmeye değil gitmemeye. Ancak benim dururmum henüz aydınlanmış değildi. Şimdi oldukça umutlandım. Gene de, sınavlarda başarılı olursam okuyacağım! dedi. Köye gidecekleri sordu. Sıra ile Mehmet Aygün, Fettah Biricik, Rercep Kocaman, Hüseyin Serin, Sefer Tunca, İdris Destan, İsmet Yanar, Ali Önol, Hilmi Altınsoy, Yakup Tanrıkulu, Arif Kalkan, Ahmet Güner köye gikmeye kesin kararlı olduklarını söylediler. Bu kez Eğitimbaşı arkadaşlara teşekkür etti:

– Bu bizim işimizi kolaylaştırmaktadır. Hiç değilse ilgililere, kesinleşen kararları iletebileceğiz! Dedikten sonra ne gibi işlemler yapılacağını anlattı:

– Bu arkadaşların köylerini, köylerinin bağlı oldukları ilçeleri, illeri saptayıp oraların sorumlularına bildireceğiz. Onlar ilgili köylerle ilişki kurup uyarmalarını yapacaklardır. Bu kez ilgili yasanın buyruklarını anımsattı. Okul bahçeleri, öğretmene yetecek kadar bağ-bahçe-tarla, çift sürebilmesi için geçerli hayvanların saptanması. Eğitimbaşı bunu söyleyince başta İsmet olmak üzere bir çok arkadaş güldü. Eğitimbaşı sordu:

– Niçin güldünüz? Bunları ben söylemiyorum, sizin için çıkarılmış özel yasanız bunları istiyor! deyince İsmet neden güldüğünü açıkladı:

– Geçerli hayvanlar arasında eşek var mı? Bizim köyde eşekle taşıyıcılık yapan, çift süren var. deyince Eğitimbaşı da güldü:

– Eşekleri arabaya da koşuyorlar mı? Bu kez hepimiz:

– Koşanlar var!

Eğitimbaşı bu kez:

– Bu kadarcığını biliyordum, ancak bu yurt genelinde uygulanan bir olay değil, bu nedenle böyle bir uygulama yapılmaz. Yurdumuzda genellikle koşum hayvanı olarak, sığır, manda, at kullanılmaktadır. Bölgelere göre sözüyle bu anlatılmaktadır. Örneğin at, öküz ya da sığırla pek ender yörelerde de manda kullanılmaktadır. Ordumuz yük taşımada katır kullanır ama çiftçilerin katırı kullandığına pek rastlamadım.

Eğitimbaşı bizim Tarım Bölümüne gitmemizi söyledikten sonra ayrıldı. Topluca Tarım Binasına gittik. Besim Öğretmen gülümseyerek:

– Hoş geldiniz, sizi, çoktandır göremiyoruz, özledik. deyince biz de:

– Sağolun, biz de sizi özlediğimiz için geldik! dedik. Besim Öğretmen:

– İyi öyleyse “Çok şükür” sağ salim buluştuk, çalışmaya başlayabiliriz! dedikten sonra içimizde Lüleburgazlı kaç kişi olduğunu sordu. Hemen hemen herkes birbirine bakarak sayı saptamaya kalkıştı. Besim Öğretmen bu kez bana:

– Sen bilirsin deyip bakınca:

– 5 arkadaş yanıtını verdim, ardından da adlarını saydım:

– Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran bir de ben! Besim Öğretmen beni ayırdı: Sen içeri gir, beni bekle! dedikten sonra arkadaşları alıp okulun altındaki bahçeye gitti. Uzun süre Besim Öğretmeni bekledim. Bu ara Hikmet Öğretmen geldi. Hikmet Öğretmen bugün bizim sınıfın geleceğini unutmuş:

– Buna çok sevindim! deyip bahçeye gitti. Az sonra da Besim Öğretmen geldi. Besim Öğretmen beni arılığa götürdü. Daha önce kovan sandıklarında çalışıp çalışmadığımı sordu. Çalıştığımı söyleyince:

– Ben de öyle anımsadım! dedikten sonra öğleye dek burada beklememi, öğlede üç arkadaş seçip öğleden sonra da Halis Öğretmene giderek benim gönderdiğimi söylersin! dedi. Besim Öğretmen bana:

– Öğleye dek burada nöbetçisin, bak kendine bir iş bul, bizi soran olursa bahçeye gönder, yerimizi soran olursa nerede olduğumuzu söyle! deyip ayrıldı. Besim Öğretmenin konuşmasından gene kovan sandığı yapılacağı sonucunu çıkardım. Üç arkadaş olarak da Salih Baydemir, Hasan Üner, Yusuf Asıl olarak saptadım. Salih Baydemir nazlıdır, neden, niçin gibi fazla soru sorarsa ondan vazgeçip Harun Özçelik'i düşündüm. Arılığın önünde otlar bitmiş, uçları da kurumaya başlamış onları temizledim. Arılığın önündeki su kapları kirlenmiş, onları temizleyip suları tazelerken arkadaşlar geldiler. Beni görünce hemen yorum yaptılar:

– Gene Tarım nöbetçiliğini kaptın! Gülüp geçtim. Öğle yemeğinde Salih Baydemir, Yusuf Asıl azdan aza Hasan Üner de benim Tarım nöbetim için konuştular:

– Bu kaçıncı Tarım nöbetin? Yediğin balı kovanlardan mı alıyorsun? Türü, yarı şaka yarı ciddi sorular soruldu. Sonunda Salih Baydemir'e öneride bulundum:

– Tarım nöbetinin işi çok, bir yardımcı arıyorum, bana yardımcı olur musun? Salih Baydemir hiç duraksamadan:

– Vallahi olurum, deyince rahatladım:

– Öyleyse hazır ol! deyip Yusuıf Asıl'a sordum: Bir yardımcı daha arasam, gelir misin? Yusuf'tan önce Hasan Üner:

– Abi oldu olacak, şunu üçe çıkar da ben aranızda olayım! deyince arkama yaslanıp güldüm:

– Sözünüzde duracak mısınız? Duracaklarını söylediler. Söylediler ama büyük bir meraka kapıldılar:

– Ne yapacağız? Kısaca yanıt verdim:

– Ben ne yaparsam siz de onu yapacaksınız! Uzunca bir soru-yanıt yarışmasından sonra Yusuf akıl yürüterek bunun bir Tarım nöbeti işi olamayacağını bunun, olsa olsa bir marangozluk işi olabileceğini ileri sürdü. Salih Baydemir ise öyle olmasına daha çok sevineceğini söyleyince durumu açıkladım:

– Öyleyse yemekten sonra Marangozluk Atölyesine gidiyoruz! Arkadaşlar sevindi ama yapacakları işi neden söylemediğimi pek iyiye yormadılar. Oysa ne iş yapılacağını ben de bilmiyorum, bunu da onlara bir türlü anlatamadım. Öğle paydosunda Yusuf durup durup:

– Hadi söyle yoksa gitmekten vazgeçeceğim! Ben bilmediğim için söyleyemedim, o da vazgeçemedi, zil çalınca Halis Öğretmene gittik. Halis Öğretmen bize çok iyi davrandı üstelik işimizi hemen söyledi:

– Daha önce yaptığınız, çok da başarılı olduğunuz Arı Kovanı-Arıevi, ne derseniz deyin on adet kovan istiyoruz. Eski ölçüler dosyada, bakın ölçün yapın, atölye sizin. Ancak bu özgürlüğünüz cumartesi akşamı son bulacak. Önümüzdeki hafta yeni çalışma programlarımız uygulamaya konacağı için atölye kalabalıklaşacaktır, ona göre elinizi sıkı tutun! Arkadaşlar bana takıldı:

– Ne var bunda neden söylemedin? Bilmediğim ibir türlü anlatamadım. Dosyadaki resimleri, çizimleri çıkarıp bir daha inceledik. Kovsan çatı olarak üç büyük parça:

1. Üst kapak ya da çatı,

2. Ballık,

3. Yavruluk. Ayrıca, ballık, yavruluk arası kapakla, uçuş tahtası (Öne uzayan çıkışı olacak) denilen iki büyük kapak. Bundan başka her kovan için 24 adet peteklik (Çıta çerçeve)

“Bildiğimiz işler!” deyip kolları sıvadık. Cumartesi değil cuma günü tamamlamak üzere işbölümü yaptık. Hasan Üner'le ben kesme, Salih'le Yusuf planyalama işini üslendi. Tahta seçiminde oldukça zorlandık. Çünkü eldeki tahtaların çoğu reçineli dediğimiz çam cinsi. Daha çok eski tahtalardan seçerek parçaları hazırladık. Halis Öğretmen geldi, gülerek:

– Kovanların kimler için yapıldığını biliyor musunuz? diye sordu. Bilmediğimizi söyleyince bu kez de; “İçinizde Lüleburgazlı kim var? ”dedi. Arkadaşlar beni gösterdiler. Halis Öğretmen:

– Öyleyse iki tranesi senin için! dedi. Öğretmen böyle söyleyince Yusuf bana bakarak:

– Bunun için mi sakladın? diye çıkıştı. Yusuf'a yanıt vermeden Halis Öğretmene:

– Biz bu konuda bilgi sahibi değiliz, Besim Öğretmen beni size gönderdi, açıklamayı sizin yapacağınızı söyledi lütfen siz açıklar mısınız? Halis Öğretmen:

– Öyle mi, bunun açıklaması bana mı bırakıldı? dedikten sonra:

– Okulumuzun Arıcılık öğretmeni Mehmet Salih Arı ayni zamanda Lüleburgaz İlçesi Milli Eğitim Memurudur. Arıcılığı köylere dek yaymak için yıllardır çalışan Salih Arı, okulumuzu bu yıl bitirip Lüleburgaz köylerine gidecek arkadaşlarınıza ikişer kovan hediye edecekmiş. Ancak köylerdeki kovancılşık hala mayıslı sepetlerle yapıldığından köylere modern sandık gitmesini istiyormuş. Sandıkları okul yaptırırsa içine arıları yerleştirip öğretmene köyünde teslim edecekmiş. Sınıfınızda Lüleburgaz köylerinden beş arkadaşınız olduğundan on sandık yapılışının nedeni de bundanmış. Arkadaşlar bir süre sustular. Yusuf bana dik dik baktı. Salih Baydemir ne düşündüyse:

– Olsun, arkadaşlarımıza bizim de hediyemiz bu sandıklar olsun! deyip güldü. Halis Öğretmen ayrılınca gene bana sordular:

– Sen bunları bilmiyo rmuydun? Bu kez biraz kızdım:

– Bilsem sizden bunun nesini saklayacağım? diye sordum. Bu kez de:

– İsteyen yarın Tarım grubuna gitsin, gelmek isteyen arkadaş vardır, onlarla çalışırım!

Lüleburgazlı Hüseyin Orhan nasıl olsa gönüllü gelir. Tarım çalışmalarından hoşlanmayan iki arkadaş daha kesinlikle çıkar. Bir süre susuştuk. Paydos zili çalınca Yusuf söz verdiği için çalışacağını ancak Lüleburgazlıkları böyle ayırmanın haksızlık olduğunu söyledi. Onu yanıtladım. Mehmet Salih Öğretmen Lülerburgaz'da görevli bir öğretmen, neden Saray ya da Çerkezköy öğretmenlerini düşünsün? Tekirdağ ya da Şarköy Milli Eğitim Memuru oralı öğretmenlere birer kayık hediye etse bu, Lüleburgazlılar için haksızlık sayılır mı? Yusuf benim kayık sözlerime çok güldü. Ayrıca ben, evimde arım olduğunu, gidebilirsem zaten okumaya gideceğimi, o nedenle bu kovanlarda gözümün olmadığını, istersem kendim yapabileceğimi tekrarladım. Ne düşündülerse bu kez bu olayı öteki arkadaşlara söylememeye karar verdiler. Severek başladığımız iş, paydosta sevimsiz bir işe dönüşür gibi oldu. Dersliğe dönünce yeni bir haber aldık. Yeni Öğretmenlerimiz bizimle konuşmak istiyormuş. Yüksek Bölüme gitmek isteyenler için açıklayıcı bilgiler vereceklermiş. İsmet başta olmak üzere bir grup karşı durdu:

– Gitmek isteyenler başka bir yerde gitsin konuşsun! İsteyenler-istemeyenler parmak kaldırdı, çoğunluk isteyince sorun çözüldü. Herkeste bir ilgi uyandı:

– Bizim yarım bıraktığımız binalar tamamlanıp içine girildi mi? Kepirtepe yazılan bina ne olarak kullanılıyor? Hidayet Gülen Öğretmen orada mı? Ne dersleri okuyorlar? Derslikte başlayan bu tür sorular yemek boyunca sürdü. Yemekten sonra yapıcılık kolundaki arkadaşlar haber verdiler. Üç Satajiyer Öğretmen geldi. Önce kendilerini tanıttılar.

Mehmet Pekgirdin-Ekonomi Bölümü,

Mustafa Ersoy- Yapıcılık Bölümü,

Şevki Aydın- Güzel Sanatlar Bölümü.

Mehmet Pekgirgin özet olarak Kızılçullu Köy Enstitüsünü bitirdiklerini, geçen ekim ayında Hasanoğlan'a çağırıldıklarını, kendileri gibi o yıl Çifteler Köy Enstitü, sünü bitirenlerin de katılmasıyla 103 öğretmen adayı dört ay yetiştirici dersler gördüklerini, dördüncü ay sonunda isteyenlerin öğretmenliğe dönebileceği, okumak isteyenlerinse kalabileceği söylenince 103 arkadaşın 50'sinin öğretmenliğe döndüğünü, 53'ünün de okumayı seçtiğini anlattı. Kendisinin Ekonomi Bölümünde okuduğunu, derslerin adlarını, derslerine giren öğretmenleri, dersleri nerelerde gördüklerini söyledi. Mehmet Pekgirgin:

–Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar! deyince Sami Akıncı bölümlerin adlarını sordu. Mehmet Pekgirgin arkadaşlarına baktı, onlardan olur aldıktan sonra:

–Bu yıl açılmış olan bölümler diyerek 1-Zirai İşletme Ekonomisi Kolu, 2-Güzel Sanatlar Kolu, 3-Yapıcılık Kolu, 4-Maden İşleri Kolu, 5-Hayv an Bakımı Kolu, 6-Tarla -Bahçe Ziraat Kolu dedikten sonra, bun ların açılmış Kollar olduğunu, önümüzdeki yıl gelecek kız öğrenciler için de 1-Kümes Hayvancığılı Kolu 2-Köy Ev ve El Sanatları kolları ekleneceğini söyledi. Mustafa Ersoy kısa kesti, genellikle derslerini Hasanoğlan'da gördüklerini, Güzel Sanatlar Akademisinden öğretmenler geldiğini söyledi. Şevki Aydın da doğrudan kendi b ölümünü anlattı. Resim, tiyatro, mzik dersleri okuduklarını, keman piyano çalıştıklarını anlattı. Devlet Konservatuvarı ile Gazi Eğitim Enstitüsüne derse gittiklerini söyleyince dikkat kesildim. Arkadaşlar başka sorular sordular bense hemen:

– O okulların öğrencileriyle karşılaşıyor musunuz? diye sordum. Şevki Aydın önce sorumu anlayamadı. Açıkladım:

–O okulların öğrencileri de sizin gördüğünüz derslerin benzerlerini mi okuyor? Bu kez Şevki Aydın:

–Elbette! deyip örnekler verdi. Konservatuvardan gelen öğretmenleri anlattı. Aynı öğretmenler Konservatuvar öğrencilerine de aynı dersleri veriyorlar! dedi. Arkadaşlardan çok soru soranlar oldu. Yat zili çalınca başka zamanlarda da konuşmak ayrıldılar. Stajiyer Öğretmenlerin Kollar adını verdikleri bölümlerin adları bize çok yabancı geldi. Örneğin ben, Müzik Bölümü gibi bir ad beklerdim. Önce konuşmamamıza karşın İdris Destan neredeyse benim adıma tepkisini gösterdi:

–Köy Enstitülerine Müzik Öğretmeni yetiştirmek üzere açılan bölüme hem resim hem de tiyatro dersi koymuşlar. Zaten Köy Enstitülerinden oraya gidecek arkadaşlar çok az müzik b ilgisiyle gidecekler. Oradaki zamanlarını da böyle şeylere ayırırlarsa besbelli iyi yetişemeyecekler. İdris'in uyarısından sonra Şevki Aydın'dan keman dinleme önerisi geldi. Yatınca iyiden iyiye müzik konusunu düşünmeye başladım. Gerçi Sevki Aydın bana:

–Sen bizim kolu seçersen fazla sıkılmadan rahat çalışırsın. Oraya geleceklerin çoğu sıfırdan başlayacak. Geçen yıl Çiftelerden gelenler ellerine kemanı orada aldılar. Bu yıl da öyle olacak! demişti. Ne var ki yeni başlayanlarla birlikte ders yapmak bana fazla bir şey kazandırmayacak. Bunun denemesi burada yaptım. Sınıfın çoğunluğu derslere çalışmayınca konular tekrarlandı durdu. Bir çok dersten Ortaokul düzeyinde bilgilerle okulu bitirip çıkıyorum. Bu düzeye ulaşamayanların oluşu beni teselli etmiyor, tersine üzülüyorum. İlkokullar Müfredat Programı öğrencilere bunlar bunlar öğretilecek diye dursun, öğretmenler onları bilmeyenlere diploma verip öğretmen yapıyorlar. Geçmiş yıllarda Ahmet Gürsel Öğretmen sık sık “Destiyi kıranla suyu getiren bir tutulmaz!” diyordu. “Kulakların çınlasın sevgili öğretmenim, dediğinin tam tersi oluyor. Destiyi kıranlarla suyu getirenler aynı diplomaları almak üzereler!”Şevki Aydın'ın sözü beni çok düşündürdü. Sonra da kendi deneyimlerimi gözden geçirdim. Ne bekliyordum ki? Hasanoğlan'da kendi gözlerimizle bir çok olayı gördük, denemesini yaptık. 12 okuldan gelen öğrencilerin inşaatlarda çalışmasına karşın doğru dürüst köşe çıkaramadığını gördük. Özellikle marangozluğun m'sinden (Mesinden) habersiz marangozlukta çalışan öğrenciler gördük. Çifteler Köy Enstitüsü'n den gidecek yeri olmadığı için yaz tatilinde bizim yanımıza İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç aracılığıyla getirilmiş bizden bir sınıf yüksek biri, bizim çalışma tempomuza uyamadığı, tersine çalışan arkadaşlara kötü örnek olduğu gerekçesiyle Sili Usta tarafından uzaklaştırılmıştı. (Abdullah Özkucur) Bunları düşünürken uyudum.

 

13 Temmuz 1943 Salı

 

Zil çalınca akşamki konuşmalar gene başladı. Salih Baydemir:

-Yarım bıraktığımız binaların tamamlanıp tamamlanmadığını neden sormadık? Mehmet Yücel Salih Baydemir'e çıkıştı:

-Salih Baydemir, gitmekle gitmemek arasında sıkışmış durumdayım, bir de yarım binalardan söz edilirse kesinlikle gitmem. Biliyorum ki o yarım binalar gene gidenlere tamamlattırılacaktır. İsmet özellikle bana bir konuyu yüksek sesle anımsattı:

-Dayı, bu konuşmaları da yazıyor musun? Demek istediğini anladım:

-Şaka mı ediyorsun? Buradan ayrılana dek bir satır bile yazmayacağıma sana söz vermiştim, unuttun mu? İnsan sevdiğine bir söz verirse bu, yemin yerine geçer. Yeminli söz bozulur mu? Zaten anlatıklarım oraya gidecekler için geçerli. Gitmek istiyorum ama gitmeden önce fazla birşey öğreneceğimi sanmıyorum. Gidersem zaten orada gerçeğin kendisini görerek öğreneceğim. Söylediklerimi duyanlar nasıl değerlendirdi bilmiyorum. İçimden bunu düşünerek dersliğe gidince Bekir Temuçin bana sordu:

-Sen bilirsin, bizim Kepir binası kaçıncı sıradaydı? Bilmediğimi söyleyip geçmem gerekirken:

-Senin bilmediğini ben nereden bileyim? diye sordum. Bekir üzgün bir sesle:

-Sen not tutuyordun, o nedenle sordum! dedi. Bunu da fırsat sayıp, tutulmuş eski notlarımı köyde bıraktığımı son tatilden bu yazna tuttuklarımı da geçen gün yırttığımı o nedenle ben de sizin gibi salt belleğimde saklayabildiklerimle yetineceğimi tekrarladım. İsmet bizi dinliyormuş.

-Üzülme dayı, göreceksin böylesi daha rahat:

-Azıcık aşım, kaygısız başım. sözü yerine “Azıcık bilgim!”dedikten sonra kahkaha ile güldü. Yusuf Asıl'a dönerek:

-Devamını söyle küçük! deyince Yusuf'la tartışmaya başladılar.

Kahvaltıda Yusuf uyak soruşturdu:

-Bilgim sözüne uygun uyak. Arkadaşlar bir dizi uyaklık söylediler: İlgim, silgim . Uzunca uğraştan sonra sözü ters çevirip denediler:

-Bilgim azıcık! Azıcık da zorlu çıktı. Ona da ancak, cacık, ufacık, karıcık, kocacık, yumurtacık, Aslanc ık, kaplancık, ovacık, kovacık, arpacık! deyince Hilmi Altınsoy:

-Yeter yahu”Göz-gez-arpacık deyiverin şunu! deyince söz kampa döndü. Arpacık nedir? Hilmi'ye sorulan soru:

-Sen hiç arpacık gördün mü? Hilmi birden sinirlendi. Meğer bir zaman Hilmi'nin gözünde çok arpacık çıkarmış. Konuyu değiştirmek için sordum:

-Sınavda arpacık sözü geçse Dilbilgisi bakımından ne ad verirsiniz? Hilmi gene sinirlendi:

-Yahu sizin kafanız hiç durmaz mı? Ne karıştırıyorsunuz bunları şimdi? Arkadaşlar güldüler. Bu kez de Hilmi dayanamadı:

-Abi kafamı karıştırdın, neydi o arpacık denilen şey? Gülerek masadan kalktık. Hilmi soruyu bile anlamamış. Yusuf, öğle yemeğinde anlatacağını söyleyince sevindi.

Atölyede bir süre durduk. Halis Öğretmen ikinci sınıf öğrencileriyle inşaatte kullanılan yıpranmış teskereleri onartıp gitti. Öğle dek biz bize çalıştık. Yusuf'la Hasan kesin karar verdi, üç yıl daha okuyacaklar. Gerekçeleri de yaşları. Askerliklerini yapmadan köylerde öğretmenlik yapmak istemiyorlar. Özellikle Yusuf bunun çok önemsiyor. Köylüler soracakmış:

-Öğretmen Bey, kaç yaşındasın? Bak bak daha askerliğini de yapmasmışsın? denince kendisini çocuk yerine koyacaklarmış. Yusuf'u haklı buldum. Özellikle onun büyük Manika köyü kasaba gibi bir yer. Köydekilerin çoğu dışarılarda çok dolaşmışlar. İstanbul'u hemen hemen görmeyen yok. Çatalca-Kırklareli arasını karış karış biliyorlar. Yusuf'la birlikte kahveye gittiğimizde Yusuf'a ilk kez kahveye geldiği için takılmışlardı. Besbelli öğretmen olarak gittiğinde de bir süre takılacaklardır. Yusuf, işte bundan kaçıyor. Hasan da aynı düşüncede. Açık açık söylemiyorlar ama ikisinin de gerçek düşüncesi okumak. Buraya gelmeden önce ortaokula gitmişler. Geçmiş günlerde kaç kez söylemişlerdi:

-Keşke ortaokulu bırakmasaydık... Özellikle ilk yıllar bina yaıpmlarında çalışırken bunu çok duymuştum. Gerçekten ikisi beden olarak da yaş olarak da küçükler. Hasan 1925, Yusuf 1926 doğumlu.

Yusuf'a, Hilmi Altınsoy'a anlatacağı konuyu anımsattım: Arpacık! Yusuf anımsadı:

-O kolay, Hilmi zaten çoğunu istemez, bir örnek veririm! dedi. Bu kez de Hasan takıldı:

-Sınavlarda Dilbilgisi sorarlarsa benden koca bir “Sus” alırlar! Bunları konuşarak yemeğe gittik. Yemekte masamıza Stajiyer Öğretmenimiz Şevki Aydın geldi. İzmirli olduğunu tekraralayınca arkadaşlar İzmir üstüne sorular sordular. İzmir adını çok duyduk ama doğru dürüst bir bilgimiz yoktu. Özellikle Kızılçullu binalarının İzmir içinde olması ilgimizi çekti. Biz de Edirne/Karaağaç'a gittiğimizde Edirne'de gönlümüzce dolaşıyorduk. Ne var ki bizimki 3 ay sürdü. Oysa onlar beş yıl bu mutluluğu yaşamışlar. Şevki Aydın bizim eski müdürümüz Nejat İdil'i tanıdığını söyledi:

-Esmer olduğum için Nejat İdil Öğretmen bana Karaoğlan derdi! deyince hep güldük. Güldüğümüz görünce Şevki Aydın sordu:

-Ben o denli esmer miyim? Yusuf Asıl:

-Sevgili Müdürümüz ayırmaksızın bizim hepimize Karaoğlan derdi. Böylece İlk Müdürümüzün unutamadığımız özelliklerini saygıyla andık. Giysi konusunda verdiği sözü tutmasını anlatınca Şevki Aydın’ın:

-Kızılçullu'da en şık giyinen Nejat İdil Öğretmendi! demesine de ayrıca sevindik. Şevki Aydın, ayrılan Eğitimbaşı Enver Kartekin'i de tanıdığını söyledi, tarih öğretmenleriymiş. Enver Kartekin Öğretmen için fazla bir şey söylemedi, biz de sormadık.

Yemekten kalkınca Şevki Aydın Öğretmen arkadaşlarının yanına gitti. Ayrılırken bana:

-Akşamüstü uğra da konuşalım, benim bazı düşüncelerim var, uygulamada yardımcı olmanı isteyeceğim!

Ayrılınca arkadaşlar Şevki Aydın Öğretmeni çok sevdiklerini söylediler. Öğle dinlenmesinde satranç oyuncularının yanına gittik. Az sonra bu kez Mehmet Pekgirgin Öğretmen geldi. Küçük sınıflar saygı gösterisi olarak yer verince herkesi yerine oturttu. Gülerek:

-Dinlenmelerde herkes bulabildiği yere oturmalı! deyip az ilerimizdeki sandelyeye ilişti. Bana, satranç bilip bilmediğimi sordu. Ben:

-Bilip bilmediğimin pek ayırdında değilim ama zaman zaman oynuyorum! dedim. Güldü:

-Senin gibi konuşanlardan korkulur, gene de bir denemek isterim! Saatine baktı:

-Zil çalmak üzere, yarın erken gelebilirsek bir deneyelim!

Atölyeye dönünce arkadaşlar bana sordu:

-Yeni Öğretmenlerle ne zaman tanıştın ki konuşmalarında seni tanıdık gibi karşılıyorlar? Kamptan dönüşümüzde odalarına girişimi, yanlarına çağırdıklarını bir süre konuştuğumuzu anlattım. Mektup arkadaşımın ağabeyi de arkadaşları olunca bana yakınlık gösterdiler. Ayrıca Hasanoğlan'a gelen Kızılçullu Ekibinde tanıdığım Hüseyin Atmaca ile akordiyon çalan Yaşar Özgün sınıf arkadaşları; Hüseyin Atmaca ile Mehmet Pekgirgin aynı bölümde okuyormuş, Yaşar köyüne dönmüş. Bunları konuşunca bir yakınlaşma oldu. Yusuf Asıl, benim anlattıklarımı yeterli bulmadı, yakınlığın gerçek nedenini yaşıma bağladı. Onların yaşında olduğum için beni kendilerine yakın buluyorlarmış. Karşı durmadım, ancak ben de kendi düşüncemi daha canlı örneklerle anlattım. Örneğin bizim sınıfta benim yaşımda arkadaş var. Örneğin Mustafa Saatçı, Emrullah Öztürk, Sefer Tunca, Fettah Biricik. Ne var ki ben onlarla değil benden 5-6 yaş küçük Yusuf Asıl'la Hasan Üner'le arkadaşlık yapıyorum.

Hem konuştuk hem çalıştık, Paydos zili çalarken Halis Öğretmen geldi, tüm parçalarının tamam olduğunu görünce:

-Görürsem Arıcıya müjdeleyeceğim, arılarını hazırlasın! Çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi. En geç pazartesi günü gönderebileceğiz.

Halis Öğretmen öyle söyleyince aklımıza bir soru takıldı:

-Bunlar Lüleburgaz köylerine atanacak öğretmenlere verilecekti. Oysa onlardan hiç değilse b ir kaçı Hasanoğlan'a gidecek. Onların arıları ne olacak? Yusuf aceleci, hemen sordu:

-Köylere gitmeyen arkadaşlar olursa onların arıları ne olacak? Halis Öğretmen güldü:

-Vallahi işin o tarafını benden sormayın. Ben, ”Pazartesi günü göndeririz” dedim ama söz gelişi öyle demiştim. Biz bunları Tarım Bölümüne teslim edeceğiz. Söylediğiniz sorun gerçekte bir Dönersemaye sorunu, ne yapılacağını onlar biliyor. Hikmet Özmen'le Hikmet Özsan'ın bileceği işler bunlar.

Halis Öğretmen ayrılırken arkasından koşup atöylede gene akordiyon çalışması yapmak istediğimi söyledim. Halis Öğretmen:

-O nasıl olacak? diye sordu. Eskiden nasıl olduğunu anlatınca:

-Ben bunu bilmiyordum, sen istiyorsan gene öyle yap, iki anahtarımız var birini alırsın sende kalır; paydoslarda olmak koşuluyla çalışırsın!”dedi. Cesaret edip sorduğum için sevindim. Arkadaşlar ilgiyle baktılar, yanlarına gidince de:

-Gene ne kazandın? diye sordular. “Daha önce kaybettiklerimi almaya çalışıyorum!”dedim, olayı anlattım:

-Akordiyonu alıp bahçede çalışamam, uzaklaşıp kırlara da çıkamam. Tek çarem gene boş kalınca Atölyede çalışmak.

Dersliğe dönerken Şevki Aydın Öğretmenle karşılaştık. Beni odasına çağırdı. Arkadaşları öteki küçük odalardan birine taşınacakmış. O da benim gibi sakin sakin çalışma olanağı arıyormuş. Böylece yalnız kalacakmış. Bana:

-Haftaya bunu gerçekleşterebilirsek zaman zaman sen de gelir piyano çalarsın! dedi. Metot olmayınca çalışmayı düşünmediğimi söyledim. Kendisi piyano çalışmamış. Ancak armoıni dersinde öğrendikleri gam, kadans, akor, üçlü, beşli ses değişimlerini yapabiliyormuş. Bana:

-Bizim bölüme gelirsen bunlar çok gerekli olacak, şimdiden öğrenmiş olursun! dedi. Teşekkür ettim. Ben de akordiyon çalışmamı atölyede sürdüreceğimi, çağırdığınız sürece severek gelebileceğimi söyledim. Piyano metodu sözü edilince Asım Öğretmenin çalıştığı Beringer adı geçmişti. Güzel Sanatlat Bölümündeki piyano metotları da Beringermiş. Şevki Aydın Öğretmen gülerek:

-Sen bizim bölüme geleceksin, kurtuluş yok, baksana bilmeden kesin kez oraya hazırlanmışsın. Akordiyon çalman, piyanoya çalışmış olman ora için istenen özelliklerdir! deyip güldü. O güldü ama ben içimden:

-Ya tiyatro dersleri, ya resim dersleri ne olacak? diye kendime sorular sordum.

Şevki Aydın Öğretmenden ayrılınca satranç oynayanlara baktım, küçük sınıflardan çocuklar vardı, kalmak istemedim. Röslein bir arkadaşıyla (Sakine Özbek) elinde kitap kitaplığa gidiyordu. Yönüm o tarafa dönük olduğu için (sanki öyleymiş gibi):

-Siz de kitaplığa mı gidiyorsunuz? diye sordum. Birlikte kitaplığa gittik. Onların bir arkadaşları (Bir sınıf küçük) Kitaplık Nöbetçisiymiş, onunla uzun uzun konuştular. Eğitimbaşımızın önerdiği kitabı aradım. Daha doğrusu arar gibi yapıp tüm rafları gözetledim. Oysa kitap daha ilk sırada gözüme ilişmişti. Onların konuşmaları kesilince aradığım kitabın adını verdim. Gülsüm kardeş, kitaplık nöbetçisi ama raflara oldukça yabancı. Şöyle bir göz taraması yaptıktan sonra:

-Yok abi! deyiverdi. Ben bu kez, kuyruklu bir yalana başvurdum:

-Eğitimbaşımız, bize okumamızı önerdi, kitaplıkta olduğunu da bize o söyledi! dedim. Gülsüm diretişim karşısında bocalayınca Röslein yardıma koştu, birlikte tek tek kitap arkalarını okumaya başladılar. Röslein daha dikkatli, kitabı bulup çıkardı:

-İşte sana bir Çocuk Kalbi! Takıldım:

-Ben çocuk kalbi değil, Çocuk Kalbi kitabını istiyorum! Önce anlayamadı, duraksayıp kitabın kapağına baktı. Sonra da:

-Al sana Çocuk Kalbi Kitabı! deyip kitabı önüme kaydırdı:

-Kitap güzelse ben de okumak isterim! dedi. İçimden:

-Okursun, Nora'yı, Peer Gynt'i, Beyaz Geceleri çok okudun! dedim. Gene de yüzüne, bitirince vereceğimi söyledim Kitabı alıp ayrıldım. Dersliğe dönünce Çocuk Kalbi kitabını okumaya başladım. Arkadaşlar, heyecanlı heyecanlı dünkü konuşmaları bozuk plaklar gibi tekrarlamayı sürdürdüler. Bozuk plak benzetmesini ilk kez babamdan duymuştum. Gramofonun iğnesi çok kullanılınca plağın çizgisini genişletir. Genişleme giderek çizgiden çizgiye geçecek duruma gelince iğne gideceği çizgiyi değiştirir. Değiştirince geçmiş çizginin sözü tekrarlar. Böyle bozulmuş plaklarımızdan biri de “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgarına!”diye başlayan şarkıydı. Çok sevildiği için çok istenir, çok çalınırdı. Bu plağın tam “Gidiyorum” sözünün yerinde beliren bozuk yere gelince “Gidiyorum!”sözü tekrarlardı. Böyle olan plakların yenisi alınana dek gene çalınır, tekrara yere gelince elle atlatma yapılırdı. Atlatma yapılmazsa söz tekrarlardı. Babam, kahvede harcanan suları, zaman zaman kendisi, çok zaman da orada bulunan ağabeylerime taşıtırdı. İşte böyle bir gün babam, kahvede arkadaşlarıyla oturan Mahmut Ağabeyime su getirmesini söyler. Mahmut Ağabeyim heyecanlı bir tartışmaya dalmış olacak babamın buyruğuna bir kaç kez “Gidiyorum!” der ama gene konuşmaya kapılır. Bu kez babam sinirlenir, bu plağı koyar. Plak bozuk yere gelince “Gidiyorum!” diye tekrarlamaya başlayınca olay anlaşılır. Herkes gülerken Mahmut Ağabeyim su tenekelerini alıp kuyunun yolunu boylar. Bu sözü köyde böyle öğrenmeme karşın sonraları çok yaygın olarak başkalarından da dinledim. Özellikle Fikret Madaralı Öğretmen tahtaya kalkan arkadaşlar bir konu anlatırken tekrar sözler edince bu sözü kullanırdı. Selçuk Öğretmen de tarih derslerinde sık tekrarlar olunca bu sözü anımsatırdı. Bu yıl Öğretmenlik Bilgisi derslerinde Okul Müdürümnüzün de sık kullandığı bir sözdü “Bozuk plak!” benzetmesi. Kitabı açıp okumaya başladım ama, dikkatimi bir türlü toplayamadım. Şevki Aydın Öğretmenin anlattıkları, örneğin akordiyon çalışım, az da olsa piyano çalışmam, Beringer metodu, iyi nota okumam. Derken Röslein! Hepsi iyi; güzel de o güzelleri bir araya toplamak olasılığı yok. Özellikle burada ikimizden başka kimsenin bilip tanımadığı Röslein benim için de silinip gidecek. Beyaz Geceler'in Nastenka'sı gibi. A-C-Röslein. . . . Röslein bir şiirdi zaten, Johann Wolfgang von Goethe'nin bir şiiri. Almanca öğrenmek üzere işe kalkıştım. Olmadı, kala kala bir Röslein kaldı. Şiir sonradan şarkı da yapılmış. Şiiri oku, şarkısını çal, onunla yetin!

İsmet uzaktan seslendi:

-Dayı ne okuyorsun? İsmet'e doğruyu söyledim:

-Okumuyorum, Çocuk Kalbi adlı kitaba bakıyorum. Küçük Mandirisalı (Mehmet Başaran) bizi dinliyormuş:

-Bak, bak o kitabı bulmuş! deyince duymazdan gelebilirdim. Sonradan üzüldüm ama yanıt vermeden de duramadım:

-Kitabı bulmadım, gidip kitaplıktan aldım. Benden önce sen de gitseydin alırdın! dedim. Kızdığımı görünce konuştukları bana bakıp:

-Bu sözde kızacak ne var şimdi? gibisine soru sordular. Onları yanıtladım:

-O ya da sizin biriniz gidip alsaydı benim umurumda bile olmazdı. Görmezdim bile . Görseydim hiç değilse:

-O kitabı bulmuş gibi yabansı bir söz söylemezdim. Ne demek o? O kitabu bulmuş? Kim bulmuş? Kitap benim elimdeyken, beni tanıyanların benden böyle söz etmesini yanıtsız bırakacak kadar hoşgörülü değilim. Kendime saygım vardır benim. O saygıma karşı kolay kolay vurdumduymaz olamam. Mehmet Yücel'in hemşerisine sahip çıkacağı tuttu:

-Dayı, onlar daha çocuk, bakma öğretmen olduklarına, onlar köylerde dillerinin belasını çok çekecekler. Sen onları şimdilik hoşgör! deyince güldüm:

-Peki yetişkin arkadaşım, senin hatırın için sözlerimi geri alıyorum!

Yemekte Yusuf konuyu gene açtı:

-Neden kızdın onlara? diye sorunca açıkladım:

-Onlara değil, konuşanlar en az 4 kişiydi. Ancak ben birisinin sözünü duydum, ona söyledim. Bakın Recep arkadaş da onlar arasındaydı. Ancak ben Recep'in sesini duymadım, ona bir şey demedim. Onlar bir arada konuşurken birisi başını kaldırıp bana bakarak:

-O kitabı bulmuş! dedi. Aranan bir kitap mı vardı? diye sordum. Ancak uzatmadım:

-Bu kez de böyle geçsin, umarım bir daha böyle konuşmalarla karşılaşmam! Hilmi Altınsoy sordu:

-Ne var bu sözde? Neden kızıyorsun buna? Benden önce Hasan Üner yanıtladı:

-Herkesin kendine göre söz değerlendirmesi vardır. Sen bunu önemsemezsin ama bir başkası bunu çok önemser, şakalardaki kavgalar hep bundan çıkıyor. Birinin hoşgördüğü şakayı bir başkasına yapınca kıyamet kopuyor.

Dersliğe dönünce kitabı okumaya başladım. Başlar başlamaz değişik bir kitapla karşılaştığımı anladım. Okuduğum öteki kitaplarda da yer yer benzer anlatımlar vardı ama bu kitap salt bir çocuğu ele alıp onu konuşturuyor. İlk parçanın adı “Öğretmenimiz” Bu parçayı okuyunca birden gururlandım:

-İşte bak, bu çocuk da benim düşündüğümü yapmış, her gün, o gün ne gördüyse onları görüp yazmış:

Yeni Öğretmenim bu sabahtan başlayarak kendisini bana sevdirdi. Dersliğe girdiğimizde yerine oturmuştu ki son sınıufta bulunan eski öğrencilerinden bir çokları kapıdan onuselasm lıyorlar, “Günaydın Öğretmenim”, ”Günaydın Bay Perboni” diyorlardı.

İçlerinden bazılar elini sıkmağa geliyor ve koşarak dönüyorlardı. Eski öğrencilerinin onu sevdikleri ve tekrar kendi öğretmenleri olmasını istedikleri görülüyordu. O, yalnızca “Günaydın”diye karşılşık veriyor, kendisine uzatılan elleri sıkıyor, fakat kimseye bakmıyordu. Derin kırışıklı alnı pencereye dönük, karşıki evin damına bakıyor, her selamda ağır başlılıkla eğiliyordu.

Bu sevgi gösterilerinin onu sevindirecek yerde üzdüğü belliydi. Sonra büyük bir dikkatle hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Yazı yazdırırken yerinden aşağı inip, sıralar arasında gezinmeye başladı. Yüzü kızarmış ve küçük kabarcıklarla kaplanmış bir çocuğu görünce imlayı kesti. Çocuğun başını elleri arasına alıp ateşini yoklayarak nesi olduğunu soruyordu ki; bir çocuk sıranın üzerine çıkarak arkasından soytarılık yapmaya başladı.

Öğretmen hızla geri döndüğünde çocuk hemen yerine oturmuş, cezasını bekleyerek başını önüne eğmişti. Öğretmen, elini onun başına koyarak: “Bir daha yapmayınız!” dedi ve bununla yetindi. Yerine dönüp, yine imlaya başladı.

Bir örnek olur düşüncesiyle arkadaşlara ilk parçayı okumak istedim. Ancak daha önce Köy Enstitüleri'nin kuruluşu üstüne başlatılan bir gereksiz tartışma ilgimi çekti. Biz, Köy Enstitüleri'ni ilk bitirenler miyiz? Yoksa Köy Öğretmen Okullarını son bitirenler olarak mı anılacağız? Soruyu geçen yıl bitirenler için değiştirdik. Okulumuzda öğretmenliğe başlayan Mehmet Pekgirgin, Mustafa Ersoy, Şevki Aydın 1937 yılında Köy Öğretmen Okuluna girdiler. 1937-38, 1938-39, 1939-1940 öğretim yıllarında (Tamı tamına 3 yıl) Köy Öğretmen Okulu öğrencisiydiler. Bu duruma göre onlar daha az bir süreci Köy Enstitüleri'nde geçirdiler. Bu duruma göre onlar, daha uzunca uydukları okulun programına göre yetişmiş olmazlar mı? Bu hesaba göre bizim Köy Enstitüsü sürecimiz daha uzun olduğundan onlardan farklıyız. Buna göre bizim Köy Enstitülerini bitiren ilk sınıf olmamız gerekir. Bu görüşü savunanları desteklerken daha önce aklıma takılan bir başka konuyu da ortaya getirdim.

Bizim okul 1938 kasım ayında açılmıştı. O zamanlar, bizim okulun benzeri olan daha iki okul sayılıyordu: İzmir/Kızılçullu, Eskişehir/Çifteler. Böylece biz üç kardeş okul olduğunu öğrenmiştik. Oysa Talat Tarkan Öğretmen bir konuşmasında aynı yıllarda Kastamonu/Gölköyde de Köy Öğretmen okulu açıldığını söylemişti. Daha sonra Müdür Bey aynı tarihte Antalya/Aksuda da benzer bir okulun açıldığından söz etti. Böylece bizim üç olarak bildiğimiz okulların sayısı beşe çıkmış oldu. Oysa Stajyer öğretmenler dün konuşurken İzmir/ Kızılçullu, Eskişehir/Çifteler, Kırklareli/Kepirtepe olmak üzere üç okulun mezun vereceğini, hatta son sınıflarında İzmir/Kızılçullu 80, Eskişehir/Çifteler 60, Kırklareli/Kepirtepe 30 olmak üzere toplam 170 öğrenci olduğunu söylediler. Kastamonu/Gölköy'le Antalya /Aksu da bizimle birlikte kurulduysa neden oralarını bitirenler yok? Bunu arkadaşlara sordum. Bir bölümü hiç ilgilenmedi. Bir bölümü de “Sen yanlış anlamışsındır!”deyip geçiştirdi. Oysa ben ne yanlış anladım ne de doğrusunu unuttum. Hasanoğlan'a ekipler geldiğinde tanıştığım öğrencilere sınıflarını sordum, hepsi 2. sınıftaydı. Benim gibi 3. sınıf (ya da 4. sınıf) öğrencisi ancak İzmir/Kızılçullu ile Eskişehir/Çifteler Köy Enstitülerinde oldu. Ötekilere, okullarının ilk açılışı üstüne sorduğum sorularıma karşılık olarak ise, omuzlarını oynatıp:

-Bilmiyoruz! demişlerdi.

İsmet, bu konuşmalardan sıkılmış:

-Aklıma şimdi geldi, evden annemin en güzel yorganını getirmiştim, giderken onu götürebilecek miyim?” diye sordu. Böyle bir söz bekleyenler varmış birden:

-Ben de ben de, diye bağırıştılar. Derken yeni bir tartışma başladı. Yatakhanenin onarımı bitmiş. Namık Ergin Öğretmen arkadaşlara:

-İsterseniz taşınabilirsiniz! demiş. Taşınmak isteyenlerle taşınmaya gerek yok, nasıl olsa yakın zamanda gideceğiz! diyenler kendilerine göre gerekçeler türetip isteklerini gerçekleştirmeye başladılar. Ben de gerek yok! diyenlere katılmışken yeğenim İsmet, taşınmak isteyenlerin savunucusu olup çıktı. Üstüne üslük:

-Yatağını taşımayı sorun yapanların yataklarını ben taşırım. Engel olmayın, son gecelerimizi gerçek yataklarımızda geçirelim, rüyalarımızın mekanı değişmesin! gibilerde kandırıcı sözler söyledi. Neyse olay büyümeden yat zili çaldı.

Yatınca bir süre onu düşündüm; rüyaların yatılan yerle ilişkisi var mı? Henrig Sienkiewicz'in (Şenkiyeviç-Şaheserler Antolojisi) Rüya'sını anımsadım, adam rüyasında asansörcüyü, asansör kapısında görür. Bir gün sonra da asansörcü onu asansöre buyur edince rüyayı anımsayıp geri kaçar. Kaçtığı için de kurtulmuş olur. O rüyanın o otelle ilişkisi var, denilebilir. Ancak görüp de anımsayabildiğim sayısız rüyamın geçtiği yerleri o saat unutuyorum. Anlamsız bile olsa bir çok rüya olayını uzun süre unutmamakla birlikte geçtiği yerler çabucak siliniveriyor.

 

14 Temmuz 1943 Çarşamba

 

Akşam derslikte yatakhanenin değişmemesini isteyenlerin bir bölümü sabahleyin fikir değiştirdi:

-Hemen değişelim! diyenlerin çoğu onlardan. Sefer Tunca onlardan biri. Fikir değiştirmesinin nedenini sordum. Önce gülerek:

-Sana uymak için! dedi. Sonra da açıkladı:

-Öğretmenliği seçenler özel olarak mandolin çalışması yapacakmış. Mandolin çalışması yaptıracak olan Şevki Aydın Öğretmen bu iş için yer istemiş. Talat Tarkan Öğretmen:

-Son sınıflar yatakhaneye dönünce orasını size ayıralım! demiş. Şevki Öğretmen bu haberi sevinçle arkadaşlara iletmiş. Orası boşalınca çalışmalar başlayacakmış. Bu habere ben ayrıca sevindim, Şevki Aydın Öğretmenin çalışmak istediğini biliyorum. Ayrıca onun çalışmalarından ben de yararlanmak istiyorum. Sefer Tunca'ya:

– Bugün paydosta taşınalım! dedim. Onlar da öyle karar vermişmiş.

Bizim masada taşınmak istemeyen Salih Baydemir'le Hilmi Altınsoy vardı. Salih çoğunluk neredeyse orada olacağını söyledi. Hilmi yalnız kaldı. Yusuf Asıl Hilmi'yi destekledi:

– Yatağın orada kalsın, arkadaşlar çalışırken müzikle uyursun! deyince gene tartışma başladı. Hilmi:

– Dünkü çocuk, boyuna bakmadan benimle alay ediyor. Ulan oğlum; eline ilk kez mandolin alacakların zırıltıları arasında uyunur mu? Ben de taşınacağım, hem de hepinizden önce! Hilmi sözünü tam bitirmişti, Fahri Tosili Öğretmen duyuru yaptı:

– Son sınıflar öğle dinlenmesinde yatakhanelerine taşınacaklar. Revirde ya da izinli olanlar varsa arkadaşları onların yataklarını da lütfen yeni yerlerine götürsünler.

Böylece iki gündür bizim arkadaşların tartışmasına neden olan olay ortadan kalktı. Ancak İsmet'in annesinin yorganı merak konusu oldu:

– İsmet'in annesinin en güzel yorganı nemene bir yorgan ? Biz de görelim! Arkadaşlar, İsmet'in annesi dedikçe içimde tutuyorum ama fena halde kızıyorum. Zühre Teyzem gözümün önüne geliyor; “Susuyor musun ? der gibi bana bakıyor. Biliyorum , arkadaşlar kötü bir niyetle demiyorlar ama ben rahatsız oluyorum. Sonunda birden:

– İsmet onu yanlış söylemiş, evlerde tüm varlıklar kocaların malıdır. Bu nedenle İsmet'in yorganı da babasının yorganıdır. Nitekim benim yorganımı da babam yaptırdı! dedim . Önce Yusuf:

– Sen haklısın ama, belki İsmet'n annesi yorganı verirken İsmet'e:

– Benim yorganımı iyi koru! demiştir. deyince arkadaşlar güldüler. Yusuıf da akıllı b ir savunma yaptığını sandı; söyledikten sonra arkadaşlara bakıp gülümsedi. Yusuf'a baktım:

– Sen de biliyorsun ki, ben annenin yaptığiı güzerl yemekleri babanla birlikte yiyenlerdenim. Babanın sofradaki konuşmalarını anımsıyorum. İstersen bir ikisini tekrarlayabilirim. Senin evinde iki gün kaldım ama İsmet'in evi bana göre benim evim gibi günlerce, haftalarca hatta aylarca kaldığım olmuştur. Zühre Teyzem gibi Muhittin Eniştemi de severim. Ancak aralarındaki ilişki; bir birine olan saygıları tıpkı senin anne-baban gib idir. Onların evin de de tıpkı sizin evde olduğu gibi son söz babadadır. O nedenle annenin yorganı olmaz, diyorum. İsmet'in örtündüğü yorgan babasınındır; benimle boşuna zıtlaşmayın, sonunda mahcup olursunuz! Yusuf konuşacak gibi hazırlanırken Hasan Üner eliyle ağzını kapattı:

– Anlamıyor musun, ağabey teyzesinin bu tür konuşmalarda anılmasını istemiyor. Yusuf, Hasan'ın elini iterek:

– O benim annemin sözünü etti ama! deyince öteki arkadaşlar hepsi birden Yusuf'a çıkıştılar:

–Olayı saptırmaya kalkışma! Yusuf sustu. Besbelli konuşma havası içinde benim demek istediğimi iyi algılayamamıştı. Söylediklerimi tekraralayarak açıkladım. Üstelik tüm söylediklerimin de bir saygı olayını savunmak için söylendiğini anlattım. Anlaştık, böylece İsmet'in yorgan işi önemini yitirmiş oldu.

Öğledn sonra atölyede yalnız olarak çalıştık. Dört kovanı çaktık. Paydosa yakın Halis Öğretmen geldi. Cumartesi günü kovanların boyanabileceğine sevindiğini söyledi. Pazartesi günü bizi önemli işler bekliyormuş. Halis Öğretmen bunu söyleyip gidince sayısız olasılıklar sıralandı:

– Bu önemli işler neler olabilir? Biz ya anlayamıyoruz ya da anlamak istemiyoruz. Öğretmen oluyoruz. Öğretmenler, öğretmenlik yapıp yapamayacağımıza karar verecekler. Onlar bu işi önemsiyor. Önümüzdeki hafta sınav hazırlığı için sonun başlangıcı. Halis Öğretmen bu nedenle önemsemiş olabilir. Belki her birimize ayrı ayrı iş yaptırıp, işimizi örnek gösterecektir. Talat Ayhan Öğretmen resim sınavı için öyle söylemişti:

– Elinize birer kağıt verilir; bir de konu seçilir; belirli bir zaman içinde o konunun resmini çizer bir kıyısına adınızı numaranızı yazarsınız işte size Resim Dersi Sınavı demişti. Halis Öğretmen de birer çerçeve; tabure, işe yarayacak bir tahta kutu ya da el çantası. Kısacası bir iki saat içinde bitirebileceğimiz bir tahta işi yaptırır. Bakın bunu saptamak bile önemli bir iş. İşte Halis Öğretmen bunu demek istemiş olabilir. Tahta çanta sözü, ayrılan öğretmenlerimizi anımsattı. Onlar ayrılmadan önce bize büyük birer tahta bavul yaptırıp anı olarak götüreceğimizi söylüyorlardı. Onlar gidince düşünceleri de onlarla gitti. Biz de okula gelirkenki gibi bez torbalarla ya da neden yapıldığı bilinmeyen acayip kılıklı çantalarla köylerimize dönceğiz. Yusuf bana:

– Senin var, sen neden yakınıyorsun? diye sordu. Benim oluşu bir rastlantı. Önemli olan çanta oluşu değil, bizim kendimize bir anı yapıp götürmemiz önemli. Sen de ben de okumaya niyetleniyoruz. Başka dallarda okursak belki de bir daha atölyelerde çalışmayacağız. Güzel Sanatlar Bölümüne gidersem marangozluk çalışmalarına nasıl katılırım? Bizim yapıcı arkadaşlarımız bizim atölyeye gelebiliyor mu? Biz konuşurken Yapı kolundaki arkadaşımız Halil Basutçu geldi. Yusuf olayı anlattıktan sonra sordu:

– Yoksa sen de tahta bavul yapmak için mi geldin? Halil biraz rahatsız olduğunu, Hikmet Öğretmen kendisine dinlenme izni verdiğini söyledi. Arkadaşlar mısır tarlasını temizliyormuş. Daha önce bağları kazıp otlarını temizlemişler. Yarın da sebzeliğe ineceklermiş. Halis Öğretmenin sözünü Halil'e anlattılar. Namık Ergin Öğretmen onlara öyle bir söz söylememiş. Dün bir ara karşılaştıklarında Namık Öğretmen:

– Bu hafta iyiden iyiye dinleniyorsunuz haftaya biraz yorulacaksınız, Tarım binasını tam dört kat büyüteceğiz!”demiş. Halil bunları anlatırken ben gene Halil'in Akın piyesindeki başarısını anımsadım. 750 dizeyi ezberleyip takılmadan bitirdi. Acaba o zaman mı başına birşeyler oldu? Doktor Sezai Feray:

– Geçer, öğrencilerde çok görülen bir zihin yorgunluğu demiş. Arkadaş, kitap okuyamadığını, başkalarının konuşmalarını dinleyemediğini söylüyor. Üzüldüm. Tam da sınavların başlayacağı günlerde böyle olması büyük bir şanssızlık. Halil gidince konuşma konumuz o oldu. Başta Salih Baydemir olmak üzere hepimizin sevdiği bir arkadaş. Sınıfta belki ern çok sevilen, tarafsız, dengeli, tutarlı, güvenilir bir arkadaş. Yılışarak güçlünün yanında olmaya çalışan değil, haksızlığa uğrayanın hakkını savunan bir arkadaş. Örnek mi istersiniz? İşte Emrullah Öztürk olayı. Arkadaşa ilk günlerden beri takılan bir grup cıvık var. On lara karşı Halil Basutçu zaman zaman tek başına Emrullah'ın yanında olup onu ne bahasına olursa olsun koruyor. Bundan zerrece bir çıkarı yok. Üstelik Emrullah ile sıkı fıkı arkadaş da değiller. Ne var ki Emrullah'a yapılan haksız sataşmalara gaz yumamıtyor. Salt Emrullah da değil, Hüsnü Yalçın, İdris Destan, Bekir Temuçin gibi arkadaşları sürekli savunuyor.

Öğle yemeğini yarışırca yeyip kalktık. Mehmet Aygün bana:

– Yusuf, kızlar yatak taşındığını görmesin diye onlar kalkmadan önce yatağını götürmek üzere acele ediyor, senin telaşın niçin? diye sordu. Ben de öğretmenlerin görmesini istemiyorum! dedim. Biz böyle konuşaduralım önce giden arkadaşlar bağıra çağıra yatak yorgan okulla yatakhane arasında gelip gidiyorlardı. Az sonra biz de onlara katıldık. Söylediklerimiz boşta kaldı, kızlar da gördü öğretmenler de. Üstüne üstlük tam kapıda karşılaştığım Cemile Öğretmene yatak sırtımda durarak yol verdim. Kısa bir ayrılıktan sonra üçlü ranzalarımıza döndük. Hilmi Altınsoy gene altı istedi. Nasıl sıralansa orta benim oluyordu. Halil'e sordum. Ortayı isteyince ben severek üste çıktım. Zil çalınca yatak düzeltmeleri bırakıp işbaşı yaptık. Halis Öğretmen gelmedi, kendi kendimize çalışırken Staj Öğretmenlerimiz geldi. Bizi çok rahat buldular. Mehmet Pekgirgin, böyle yalnız çalışmayı çok istediğini ne var ki kolay kolay yalnız çalışacak fırsat bulamadığını öyledi. Şevki Aydın beni burada gördüğüne sevindi, küçük bir çubuk yapmamı istedi. 30 cm. boy, kalemden az kalın, dayanıklı olcak. Salih Baydemir gülerek:

– Öğrencileri dövmek içinse biraz daha kalın olsun öğretmenim! Şevki Aydın, öğrenci dövmediğini, dövmeyi de düşünmediğini, istediği çubuğun müzik çalışmalarında kullanacağını anlattı:

– Bunun için İbrahim'den rica ediyorum, şimdiye dek yapmadıysa bu arada bir de kendisine yapmasını öneriyorum! dedi. Mustafa Ersoy uzun süre marangozluk bölümünde çalıştığını, ancak Yüksek Bölümde ayrıca bir marangozluk bölümü olmadığı için Yapı Bölümüne girdiğini anlattı. Yapı Bölümü dersleri içinde marangozluk-dülgerlik-mob ilyacılık yanında heykelcilik, resim, kabartma resim, süsleme, baskı çalışmaları olduğunu anlattı. Mustafa Ersoy'un konuşması Salih Baydemir'i heveslendirdi:

– Kazanabilirsem gideceğim anasını sattığım, 3 yılım da orada geçsin! dedi. Heykelcilik, Kabartma resim, süsleme, baskı çalışmalarının nasıl yapıldığı üstüne konuşmalarla işimizi sürdürdük. Kovanları sekize çıkardık. Yarın tamamı boyamaya hazır olacak.

Üzerinde durmaz gibi dayrandım ama aklım Şevki Aydın Öğretmenin çubuğundaydı. Salih Baydemir de onu düşünmüş:

– Buldum! dedikten sonra bana önerdi:

– Kullanılmış keresteler arasında gürgenler var, bahçe tel kazığı ya da eski beton teskere sapları dolu. Onlardan çıkarabilirsin! “Aklınla bin yaşa Salih'çiğim!” deyip eski keresteliğe koştum. Elimle koymuş gibi temiz bir gürgen buldum. Bir değil on kadar çubuk çıkabilir.

Paydosta yataklarımızı yerleştirip hazırladık. Dersliğe giderken uğradık müzik çalışma odası hazırlanmış bile. Şevki Aydın Öğretmen neşeli, durmadan mandolin akordu yapıyor. Doğan Güney'le İlyas Özcan kemanı oldukça ilerlermiş. Doğan'ın çalıştığını eskiden beri biliyordum ama İlyas'ı bilmiyordum. İlyas'ın kardeşi sanırım İsmet Özcan, onu iyi tanırım, sanat çalışmalarında daha Hasanoğlan'a gitmeden tanımıştım. İki kemancı ikisi de keman çalışıyorlar ama gözleri akordiyonda. İlyas sormaya çekiniyor; Doğan'ı öne sürdü; Doğan:

– Abi, öteki akordiyon nerede? diye sordu. Öteki akordiyon dedikleri okulun büyük akordiyonu 120 bas. Verdi. Şevki Aydın Öğretmenin kaldığı odada piyanonun yanında. Böyleyken ben anlamazdan geldim , kendi akordiyonumu sorduklarını varsayarak:

– O benim değildi zaten, ağabeyim kendi kızı için almıştı, okula akordiyon alınınca, gerçek sahibine gitti! dedim. Doğan gülümseryerek: Hayır hayır, okulun 2. akordiyonunun soruyoruz! deyince nedense çekinik bir tavır alarak:

– Ha, o mu? Onu bir zaman Aydın Tarkan'la kardeşi kullanıyordu. Onlar gidince ne oldu bil miyorum. Belki depoya kaldırmışlardır, Ahmet Abi bilir, ona sorun! dedim. Mandolinciler arasında bizim sınıftan İdris Destan'la Abdullah Erçetin'i görünce çok sevindim. Geçen yıllar başladıkları mandolin çalışmasını bırakmışlardı. Oysa ikisi de çok iyi çalmaya başlamışlardı. Hidayet Gülen Öğretmen ikisini de beğeniyordu. Hasanoğlan'dan dönünce nedense ikisi de mandolini bıkrakmıştı. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin bir müzik aleti çalma zorunluğunu duyunca sil yeni baştan çalışmaya karar vermiş olacaklar. Sefer Tunca, Arif Kalkan, Ali Önol, Kadir Pekgöz, Hüsnü Yalçın, Recep Kocaman da karar verdiler ama bir türlü ellerine mandolin almıyorlar.

Dersliğe döndüğümde konuşulanların gene mandolin çalma, müzik çalışma üstüne olduğunu görünce çıkışır gibi:

– Burada konuşacağınıza inin alt kata, alın birer mandolin, başlayın! dedim. Dediklerimden Arif Kalkan'la Sefer Tunca daha önce bir süre çalışmışlardı. Bana:

– Gel birlikte çalışalım! dediler. Söz verdim, gerçekten çalışacaklarsa onlarla birlikte bir süre mandolin çalacağım. Bu arada yeğenim İsmet'i de alıştırabilirim.

Çocuk Kalbi kitabını düşünerek okuyorum. Çocuk, nelere dikkat etmiş, neleri önemseyip yazmış onlara bakıyorum. İlkokula başladığım günleri ben de çok iyi anımsıyorum. Özellikle uzun zaman geçmesine karşın, arkadaşların adlarını dosdoğru anımsayıp anıyorum da hiç birinin saçını, gözünü, kaşını söylemeyi düşünmüyorum. Oysa buradaki çocuk anlattığı arkadaşlarını tensel-tinsel ayrıntılarına dek belirtiyor. Örneğin:

Bu sırada müdür yeni bir öğrenciyle birlikte sınıfa girdi. Bu, esmer yüzlü, siyah saçlı; hemen bir birine birleşmiş gibi görünen siyah kaşlı, iri ve manalı kara gözleri olan bir çocuktu. Koyu renkli elbisesi, siyah deriden bir kemerle belinden sıkılmıştı. Müdür, öğretmenin kulağına birşeyler fısıldadı ve sonra korku dolu iri, siyah gözleriyle etrafına bakınan çocuğu bırakıp gitti. Öğretmenin onun elinden tutarak bize doğru şunları söyledi:

– Sevinmelisiniz çocuklarım! Bugün okula buradan beşyüz mil uzakta bulunan bir kentten küçük bir arkadaşınız geldi. Bu yeni arkadaşınızı sevgiyle aranıza alınız.

Öğretmen bundan sonra çocuğun geldiği yer hakkında bilgi veriyor. Dikkat ettim çocuk, benim anımsadığım anılarda üstünde hiç durmadığım ayrıntılara değiniyor. İlkokula başladığım arkadaşların yüzleri gözlerimin önüne geliyor. Saçları, saç renkleri, yumuşak saçlı, dik saçlı arkadaşlar anımsıyorum. Hele burunları görür gibiyim . Ancak bunları şimdiye dek anlatma gereği duymadım. Bunu belki de bir başkasının okuyup onları tanımaya kalkışacağını düşünmediğimden oldu. Örnek olur düşüncesiyle bir kaç arkadaşın tanıtılışını buraya alıyorum:

Sınıfta en çok hoşuma giden öğrenci, küçük K'ye posta pulu vermiş olan G'dir. 14 yaşında kadar olup hepimizin büyüğüdür. Omuzları geniş, başı iridir. Gülümseyişinden içinin iyiliği görünür. Yüzünde her zaman, yetişkin bir insanın düşçünür hali vardır.

İyi giyinen ve durmadan giysileriinin tozlarını silkeleyen biri vardır ki adı V'dir. Benim ön ümdeki sırada babasının yaptığı işten ötürü “Küçük Duvarcı” diye çağrılan bir çocuk oturuyor. Yüzü elma gibi yuvarlak olup burnunu tavşan gibi oynatmakta özel bir ustalığı var. Bütün çocuklar eğlenmek için onu burnunu oynatmaya zorlarlar. Küçük Duvarcı'nın yanında küçücük gözleri, baykuşa benzer burnu ile iri ve sıska G oturur. Sol tarafımda oturan komşum da göze batıcı bir örnektir. Boynu omuzlarına gömülü, küçük ve tıknaz haliyle her zaman homurdanan ve hiç kimseyle konuşmayan bu çocuğun adı S'dir. Anlayışlıdır, öğretmenin söylediklerine dikkat eder. Alnı çatılmış, dişleri sıkılmış ve gözleri dikilmiş bir durumda bıkmaksızın dinler. Onun yanında sert bakışlı ve iğrenç yüzlü F adında biri vardır ki, bir başka belediye okulundan yeni kovulmuştur.

Hepsinden güzel, kibar ve akıllı olanı hiç kuşkusuz, bu yıl da birincilik armağanını alacak olan D'dir. Öğretmen ona değer verir ve her şeyi ondan sorar. Benim en çok sevdiğim ise çok uzun ceket giyen ve her zaman hastaymış gibi duran çilingirin oğlu P'dir. Babası tarafından dövüldüğünü söylenen zavallı küçük, çok utangaçtır. Birine bir şey soracağı ya da geçerken süründüğü zaman, kederli fakat iyilik okunan gözleriyle bakarak:

– Özür dilerim! Der. Fakat öyle umarım ki büyük G. Yine hepsinin en iyisidir.

Bundan böyle ben de birisini anlatırken bu yola başvuracağım. Yazıda anlatılan D, bizim sınıftaki Sami Akıncı gibi olsa gerek. Sami Akıncı, başını kitaplardan kaldırmıyor. Ayrıca kimse ile kavga etmiyor. Kavga etmek şöyle dursun en küçük tartışmaya bile yanaşmıyor. Sami okula başladığımız ilk günlerde öğretmenlerin gözüne girmesini başarmış bir arkadaşımız. İlk yıl, sık sık yapılan yazılı-sözlü yoklamalarda tam numara alması hepimizi şaşırttıyordu. Sami'ye sürekli 10 numara veren Matematik Öğretmenimiz Ahmet Gürsel ilk yılın sonlarına doğru bana da 10 numara veren öğretmenin söylediklerini unutamıyorum. Ahmet Gürsel Öğretmen geometri dersinde tahtaya bir üçgen çizmiş sonra da köşelerinden eşit uzaklıkta ekler çıkararak üçgeni büyütmüştü. Sonra da bu üçgenlerin benzer üçgen olduklarını kanıtlamamızı şistemişti. Sami Akıncı parmak kaldırıp tahtaya kalktı, tebeşirtl çizerek birşeyler anlattı ama söyledikleri doğru değildi. Parmak kaldırdığımda Ahmet Gürsel Öğretmen güvensiz bakışlarla bana:

– Gel bakalım, ne söyleyeceksin! demişti. Tahtaya gidince eşit uzantıların iç-dış açılarının eşitliğinden söz ederek, benzer üçgenlerin ortaklık koşullarını söyleyince öğretmen:

– Tamam ama sen bunu bilerek mi yoksa kendi mantık yolunlamı rastlattın? dedi. Öğretmene hiç çekinmeden kendisinin anlattığı Arşimet Olayını anımsattımn. Ahmet Gürsel Öğretmen güldü. Bu kez de, bu soruyu bilene tam numara vereceğini söylemesine karşın, tam numara alanın bunu koruması gerektiğini, bir süre sonra düşürecekse onun bir anlamı kalmayacağını bu nedenle benim bir süre daha çalışmamı önerdi. Öğretmen öyle söyleyince hiç önemsemedim. Ancak arkadaşlar, öğretmenin bana haksızlık ettiğini söylediler. Konu öylece kapanmış gibiydi. Ahmet Gürsel Öğretmen nöbetçi olduğu bir akşam, dersliğimize geldi, sıralar arasında gezerken benim sıramın önünde durdu, geometri ödev defterimi istedi. Çok dikkatli şekiller çizdiğim bir geometri defterim vardı. Çizimleri kırmızı mavi renklerle lekesiz çiziyordum. Ahmet Gürsel Öğretmen Gülümsedi:

–Aferin 66, iki altı çok ama 2 beş hak edeceğe benziyorsun! dedi. Bu arada cebir denklemlerini de iyi çözmeye başlamıştım. Aritmetik denklemleri üzerince çalışırken gene Sami tahtaya kalktı öğretmenin yazdığı 2 bilinmeyenli bir denklemi çözdü. Sonuç doğru çıkınca öğretmen Sami'ye “Aferin!”otur dedi. Öğretmen öyle dedi ama sanırım dikkatsizlik etti, eksi, artı işaretlerini ters koydu. Sonucu bildiği için de doğru yazmıştı. Sami oturunca parmak kalldırdım. Ahmet Gürsel Öğretmen biraz gülümseyerek:

– Ne var, bir şey mi söyleyeceksin? deyince “Yanlış, parantez içi işlemler doğru yapılmadan doğru sonuç nasıl çıkar? ” diye sordum. Öğretmen:

–Kalk düzelt öyleyse! deyince gidip işaretlere göre sonucu yazdım. İlgisi olmayan bir sayı çıktı. Bu kez de öğretmenin işaretlerine göre yaptım, sonuç doğru çıktı. Ahmet Gürsel Öğretmen arkadaşlara dönerek, benim ilk derslerdeki durumumu, geometri dersinde küp olarak su küpü çizdiğimi anımsattı, sonra da defterini çıkarıp tam numara vermişti. Ahmet Gürsel Öğretmen ayrılana dek bir daha matematik notum hep tam numara olarak sürdü. Sonra da matematik derslerimiz hep boş geçti. Sami Akıncı'nın ilk üstünlüğünün nedenleriini hep düşünmüştüm. Bir söylentiye göre Sami bizim okula gelmeden önce ortaokula gitmiş hatta ikinci sınıfa dek okumuş. Bu söylentiyi kendisi değil arakadaşları yalanladılar. Ortaokula devam etmiş başka 16 arkadaşımız olduğundan bunu önemsememişçtik. Örneğin arkadaşımız Mehmet Yücel, bir yıl Kırklaeli Otaokulunda okuduğunu, sınıfta kaldığını saklamıyordu. Sami niçin saklasın? sorusu yanıtsız kalınca konu önemsenmez olmuştu. Ancak bu yıl Edirne/Fidanlığı’na aşı uygulamalarına gittiğimizde Edirne Lisesinde kalırken Askerlik Kampı için okulda kalan Uzunköprülü bir öğrenci olayı depreştirdi. Çocuk Sami'ye:

– Beni tanıyamadın galiba, sen orta ikideyken ben birinci sınıftaydım. İkinci sınıfa geçince sizin yurda taşınmıştım!” gibi bir açıklama yapmıştı. Sami ile uzun uzun geçmiş günlerden, öğretmenlerden söz etmişlerdi. Bunu benden başka dinleyen çok arkadaş vardı. Öyleyken kimse üstünde durmadı. Herkes:

– Sami nasıl olsa sınıf birinci! deyip geçtiklerine göre benim başka türlü düşünmemin fazla bir önemi yok. Ancak merak ettiğim taraf, bunu bilen arkadaşların önemli bir giz gibi saklamalarıdır. Oysa Sami kendisi bile bir kaç kez:

– Ben, lisede okuyabilirdim. Ancak o zaman kardeşlerim okuyamayacaktı. Çünkü ailemin geliri bunu kaldıracak ölçüde güçlü değildi. Salt kardeşlerimi düşünerek yatılı olduğu için buraya geldim! demişti.

– Yat zili çalınca arkadaşların birden kalkmaları düşlerimi durdurdu. Bizim sınıfı bu kitaptaki gibi anlatmak olası değil. Çünkü arkadaşlar kendi özel çevrelerinin dışında. Birini anlatırken bir başkasını da işin içne sokmak gerekecek. Olaylar da öyle, oldukça dar bir alanda olduğumuzdan ne denli dikkatli davransam şimdiye dek yazdıklarımdan farklı olmayacaktır. Daha fazla ayrıntılara girmeye kalksam bu kez de elerştiri ya da incitici durum lar ortaya çıkacaktır. Örneğin kitaptaki gibi “O sert bakışlı ve iğrenç yüzlü F adın da biri vardır!”diyemem. Aklımdan gerçse bile diyemem. Çünkü başımda Demoklesin Kılıcı sallanıyor. Kendi kendime gülüp kalktım.

Yatağa çıkarken Halil'e durumunu sordum. Daha iyiymiş. Gülerek:

– Kah öyle kah böyle! dedi. Kah öyle kah böyle söylemine takıldım:

– Kah bir söz müdür? Öyle de olur böyle de; anlamında kullanıldığını biliyorum. Ahmet Gürsel Öğretmen özellikle geometri ispatlamalı çizimlerde sık sık kullanırdı. Sözgelimi bir üçgenin bir açısı ile ilgili bir bilinmezi çözerken öteki açıların toplamından yararlanıldığı gibi söz konusu açının bitişik dış açısından da yararlanmak söz konusu olunca Ahmet Gürsel Öğretmen hemen:

– Kah ondan kah bundan, söylemini eklerdi. Ahmet Gürsel Öğretmen deyince yüreğim sızladı. Bir gün karşılaşırsam:

– Ne haber matematikten, ne oldu geometri tutkusu? Geçici hevesler miydi o çabalar? Şimdilerde nelerle iştigal ediyoruz? Aman onlar da geçici olmasın, bu kez işi sağlam tut! der, çekinmeden bir ucu alaya uzanan bir övüt verir.

 

15 Temmuz 1943 Perşembe

 

Bodrum katta kalk zilini çok silik duyuyorduk. Burada tepemizde gibi geldi. İlk tepki:

-Zili değiştirmişler! Mehmet Yücel uyardı:

-Arkadaşlar zil demeyin şuna, onun adı kampanadır. Bekir Temuçin sordu: Kampana mı kanpana mı? Mehmet Yücel Bekir'e kızmadı, yumuşask bir sesle:

-Sen bilirsin onu be kızanım, benden ne soruyorsun? Sen onun ray demiri olduğunu da biliyorsun, kaç kez eline vuracak alıp zırlattın onu! Bekir, özür dileyip açıklama yaptı:

-Ben sözün nasıl yazıldığını kastetmiştim; iki türlü yazılıp söylendiğini görüyorum, onu anıpsayıp sordum! deyince İsmet söze karıştı:

-İskelet, içinizde en doğru Türkçe konuşan arkadaşımızdır. O, ne derse doğru der. Bu kez de Sami Akıncı söze karıştı:

-Böyle bir kaç söz vardır, hep karıştırılır; örneğin İstanbul-İstambul, Kampana-kanpana! deyip gitti. Dersliğe dönünce Sami'nin uyarısına kapılıp sözcükleri sıraladım: Cambaz-canbaz, cımbız-cınbız, anbar-ambar, Kanber-Kamber, anber-amber, çenber-çember. Bir süre düşündüm, kendi kendime güldüm. Bizim köydekilerin özel olarak değiştirdikleri de vardır: Onbaşı-ombaşı. . . . .

Kahvaltıda arkadaşlara sordum. Soruyu tam anlamadan örnekler verildi: Sorunlu-Sorumlu, yoncalı-yomcalı. Bir kez daha açıkladım. Bu kez Harun Özçelik, karınca-karımca örneğini verdi. Gerçekten bizim köylüler de karıncaya karımca derler. Yok mok derken Harun'un karıncayı söylemesi hepimizi heveslendirdi. Atölyeye gidince bir yandan çalıştık bir yandan da yakıştırmalarla iş iyice cıvıdı. Özellikle Yusuf, samanı sanam, dumanı dunam, treni trem yaparak bir süre güldürdü. Bu arada söz sıralarken gümbürtü, günbürtüye dönüştürüp sevindi:

-Bizim köyde böyle diyenler var! deyince sustuk. Bizim köyde de kesinlikle vardır ama anımsayamadım. Bu kez de öteki yanlış sözleri konuştuk. Örneğin mahsus sözü bozula bozula Masıp olmuş. Merhaba selamı maraba biçimine girmiş. Selamünaleyhküm ise selamalikim olup çıkmış. Bu kez de Hasan Üner gülerek:

-Buldum! diye bağırdı. Hasan bağırınca ben de eyroka(Arşimet'in sözü) dedim. Hasan'ın bulduğu da işkembe-işkenbe. Hasna buna sevinirken bu kez de ben İskanbil-iskambil benzeşikliğini ekledim. onuncu daha doğrusu sonuncu sandığı tamamlarken Halis Öğretmen geldi. Sevindiğini söyledi:

-Atölyenin pazartesi gününe dek temizlenmesi gerekecek, yarın boyayıp cumartesi günü teslim edelim! dedi. Pazartesi gününün önemini ikinci kez belirtince Yusuf Asıl sordu:

-Pazartesi günü kim gelecek öğretmenim? Halis Öğretmen:

-Kimse gelmeyecek, gene siz, ben olacağız. Gene böyle çalışacağız, gene bu işleri yapacağız! dedi.

Yemekte patates yemeği varmış Hasan gülümsedi, belli ki bir söyleyeceği vardı. Ancak konuşulan sözlerle ilgisi olacağını düşünmedim, sabırla beklerken bana sordu:

-Sizde bunun adı nedir? “Papates” yanıtını verdim ama duraladım kompir aklıma geldi. Bilerek “konpir”dedim. arkası geldi “Konposto-komposto, çarşamba-çarşanba. Bu kez de Hilmi Altınsoy sordu:

-Siz iyice kafamı karıştırdınız, ben bunların hangisi doğru hangisi yanlış nasıl seçeceğim, doğrusunu nereden öğreneceğim? Yusuf kestirdi attı:

-Bana mektup yazarsın, ben sana açıklarım.

Hilmi her zamanki gibi:

-Vay anam vay! benim o kadar bilmediklerim var ki onları mektupla nasıl yazarım? diye sorunca Recep Kocaman:

-Tüm yanlışlarını bir kitaba yazarsın! Arkadaşlar gülüp hemen kitaba bir de ad taktılar:

-Yanlışlar kitabı-Yazan Hilmi Altınsoy. Bir süre güldük. Salih Baydemir tamamladı:

-Doğrular Kitabı-Yusuf Asıl! “İki kitap yazmış arkadaşımız var!” diyerek kalktık.

Öğle dinlenmesinde satranççıların yanına indik. En iyi satranççılardan sayılan Cavit Kafkas'la Mehmet Pekgirgin Öğretmen oynuyordu. Cavit daha önce bir el yenmiş. Nedense ben bakmaktan çekindim. Pekgirgin Öğretmenin yenilmesini, onun adına doğru bulmadım. Başka masalara geçtim. Rafet Kurşun'la Kamil Varlık bağıra çağıra konuşuyorlardı. Kamil Varlık konuşuyor ama sık sık taşını geri çekiyordu. Rafet'in oyunu dikkatimi çekti. Ayrılırkden bunu söyleyince arkadaşlar, Rafet'in derslerinin de çok iyi olduğunu söylediler. Nöbetlerden çok sakin, biraz da ürkek olarak tanıdığım Rafet'in o durgunluğu, kendine güvenden ileri geliyormuş. Bunu Kamil'e söyledim (Kamil'le Hasanoğlan'dan bu yana iyi konuşuyoruz) Kamil:

-Hemşerim çok akıllı bir çocuktur, sürekli oynasa bu okulda herkesi yener! diye kestirip attı.

Atölyeye dönünce tüm eksikleri saptayıp sırayla kovanları son kez elden geçirdik. Özellikle peteklik yataklarının pürüzsüz olması isteniyordu. Yusuf olayı kendin e göre değerlendirdi:

-Çerçeve sallanırsa ballar akar! deyip güldü. Arkasından ekledi:

-Bir de bakmışsın, o çerçeve Hasan'a düşmüş! Şakasına kendisi güldü. Sözde bizim sandıklara arı konmuş, arılar bal yapmış, balları petek petek bize dağıtmışlar. İşte o zaman Hasan'ın çerçevesi balsız çıkmış! Yusuf bir daha kahkaha attı. Hasan dayanamadı, kendi kendine konuştu:

-Yusuf, hepten çocuk, çocuk çocuk öğretmen olacak! Hasan bunu söyleyince bir an düşündüm: “Ben bu okula Yusuf'un yaşındayken girmiştim. Bu nedenle Yusuf'un yaptığı çocukluklara hoşgörüyle b akıyorum. Yusuf'un çocukluğunu Kamber Amcamlara birlikte ilk gittiğimizde yengem bile söylemişti:

-Yusuf konuşurken oğlum Mahmut'u düşünüyorum. O da her söylediği sözün makbule geçeceğini sanıp ağzına geleni söyler. Sevildiği için söylediği sözler yaban (Anlamsız) sayılmıyor! demişti. Yengem her gidişimde Yusuf'u sorar:

-Benim çocuk oğlum nasıl? Yusuf'un köyüne gidip döndükten sonra yengemin Yusuf'un annesini soruşunu hiç unutmuyorum. Yengem, 4 yıldır gelip gidiyorum bizim evdekileri, yengelerimi özellikle de ablalarımı bu denli candan sormamıştır.

Halis Öğretmen Mustafa Ersoy Öğretmenle birlikte geldi. Mustafa Ersoy Öğretmen Kızılçullu'da sanat kollarına ikinci yılın sonun da ayrıldıklarını söyleince şaşırdık. Aynı programları uygulayan okullar olduğumuza göre biz neden 1. yıl sonunda ayrılmıştık? diye düşündük. Mustafa Ersoy Öğretmen bizim tahta işlerimizi beğendiğini söyledi. Yaptıklarımıza “ Tahta işleri” deyişini azıcık yadırgadık ama gene de hoşgördük. Biz de duvarcıların işlerine zaman zaman “Duvar işi”deyip geçiyoruz. Yarınki boya hazırlıklarını tamamlayıp atölyeden ayrılırken aklıma geldi. Akordiyonu getirmek için eski dolabını temizleyip hazırladım. Hiç değilse marangozlukta kalacağımız bir hafta burada çalışırım.

Paydosta arkadaşlar, maç var maça gidelim, dediler. Maça bizim arkadaşlar da katılıyormuş. Mehmet Yücel, İsmet Yanar, Hüseyin Serin. Ayrıca Stajyer Öğretmenler de katılıyormuş. Bunu duyunca arkadaşlara ben de katıldım. Sahanın çevresi birhayli kalabalıktı. Şevki Aydın Öğretmeni merak etmiştim. İnce bedebli olmasına karşın çok ağır hareket ettiğini görünce şaşırdım. Buna karşın daha ağır gibi görünen Mehmet Pekgirgin Öğretmen çivi givi toplar atıp alkış topladı. Kendimi düşünüp bir değerlendirme yaptım:

-Belki Şevki Öğretmen de benim gibi kapanıp kapanıp müzik çalıştığı için spor yapamamıştır. Bu kadar oynaması bile çok, ben bunu da yapamam deyip geçtip. Arkadaşlar oyunun sonuna dek beklediler, ben bir süre sonra ayrıldım.

Dersliğe dönünce Çocuk Kalbi'n i okumayı sürdürdürdüm. Kitapta bir çocuk, belli günlerde, o gün kendisine göre önemli bulduğu olayları yazıp dururken bir gün de annesinin mektubunu yazmış. Annesi çocuğa ölüleri unutmamasını öğütlüyor. Ancak annenin mektubu çok acıklı olaylardan söz ediyor. “Çocukları için canına kıyan annelerden, çocukları için para kazanmaya çalışan babalardan, çalışırken ölen anne-babalardan söz ediyor. Oysa bunların olmadığı zamanlarda da ölen anneler, babalar vardır. Benim annemin ölünü bambaşka bir acıklı ayrılık. Geçen yıllar okuma kitabımızda parçasını okuduğumuz yazar Cenap Şehabettin'in (Plevne'den Geçerken'in yazarı) babası savaşçta öldü. Bunlar önemli değil mi kmi? Burada salt yokluk içinde ölenlerden söz edilmiş. Gene de yazının sonu güzel bitiyor: “Oğlum, bu ölüler sayılmakla tükenmez, Mezarlıklar onların binlercesiyle doludur. Eğer yattıkları mezarlardan bir an için kalkabilselerdi, hepsi de uğurlarında pk çok şey, hatta yşçamlarını tükedttgikleri bir çocuğun adını söyleyeceklerdi. İçlerinde genç anneler, yaşamlarının baharını yaşayan insanlar, seksenlik insanalar ve delikanlılar bulunu yüce ve kutlu adsız kurbanların mezarlarını süslemek için bütün dünyanın çiçekleri az gelir.

Ey çocuklar, size beslenen sevgi işte böylesine sonsuzdur! . .

Sevgili oğlum, ne mutlu sana ki, bugün ardından gözyaşı dökeceğin bir ölün yok; fakat sen yine de bütün ölüleri saygıyla an. Seni seven , senin için yorulanlara karşı daha iyi, daha anlayışlı davran! ANNEN

Annenin çocuğa yazdığı mektup beni hem üzdü hem de düşündürdü. Üzdü, çünkü zaten unutamadığım annemi bir kez daha anımsattı. Gözlerimden yaş gelmedi ama sanırım o acı yaşlar burnuma aktı, genizlerimin yandığını duyumsadım. Düşündürmesi ise daha acı bir olay. Buradaki anne, mezarlara konulan çiçekten söz ediyor. Oysa ben annemin mezarına şimdiye dek bir çiçek götürmediğim gibi böyle bir davranışı aklımdan bile geçirmedim. Kitabı kapatıp öylece durdum. Kendi kendime akıl yürüttüm:

-Öğretmenler kitap okumamızı bunun için mi istiyorlar? Bu kitabı okumasaydım, bu eksiğimi kolay kolay öğrenemeyecektim. Bunu dedim ama kendimi rahat bırakmadım:

-Her kitabı anlayarak okuyor muyum? Okuyorum demeye dilim varmıyor, kendimi utandırdım. Çünkü ben bir zamanlar Babalar ve Oğullar kitabını da okumuştum. O kitaptaki anne-baba (Arina-Vasily Bazarov) Bazarovlar, ölen oğullarının mezarını çiçek bahçesine çevirmişlerdi. Daha sayısız kitapta böyle olaylar okumama karşın şimdiye dek bu eksikliğimi ayırdetmemiş olmama şaştım.

Üzgün üzgün dururken arada bana söz atan Hüsnü Yalçın Sivastaki arkadaşı Halil Kocabalkan'dan mektup aldığını söyledi. Bana da selamı varmış. Salt Hüsnü'nün iyi arkadaşı olduğu için selam gönderdiğim Halil Kocabalkan bu kez resim de göndermiş. Hüsnü onun resmini gösterince ken dimi sıkıntıdan kurtarmak için resmi aldım. Biz konuşurken Halil Basutçu da söze karıştı. Söz sözü açtı, Hüsnü'nun durumunu konuştuk. Arkadaşın ailesi Bulgaristan'da. Okuması mı gerekli, yoksa bir köye atanması mı? Kendisi bir karar veremiyor. Bize sorarsa okumasını öneriyoruz. Gerçi okuma kon usunda Halil de kararsız ama salt rahatsızlığı için okuma kararı vermiş durumda. Ankara'da daha değişik doktorlardan yararlanmayı düşünüyor. Bu arada konuşurken bizim köye gitmeyi planladık. Çoktandır çağırıyordum, bu kez gitmeyi kesinleştirmek için kararın sıcağı sıcağına, hemen yarına getirdim; izin alabilirsek bu cumartesi öğleden sonra bizim köyde olacağız. Az önceki kederli durumumdan kurtuldum. Emrullah'ın da gelmesini istiyorum. Öneride bulundum. Emrullah nazlı, düşünmek için zaman istedi. Dilerim caymaz. Emrullah, bu uzak durma in adını bir bozsa sanırım daha sevimli olacak. Bir iki arkadaşa kızıp hepimize arkasını dönmesini bir türlü anlamıyorum. “Pireye kızıp yorgan yakma!”buna dense gerek.

Yemekte bunu arakadaşlara da anlattım. Yusuf Asıl gönüllü katılacak. Halil, Hüsnü bir de gelirse Ermrullah! deyince Yusuf vazgeçtiğini söyledi. Önce vazgeçmesi için neden düşündüm. Emrulllah geldiği için mi yoksa? deyince Yusuf gülerek:

-Emrullah için değil, seninle Yeni Bedir köyüne çok gittim. O bana yeter, sen benim köyüme bir kez geldin, ben seninle en az on kez geldim! dedi.

Köye gitme konusunu dersliğe dönünce de sürdürdük. İsmet önce katılmak sonra da kahvede oyun oynamak için katılacağını söyleyip bizim kahve hakkında arkadaşlara bilgi verdi. Özellikle bizim Sahibinin Sesi gramofonu, şarkı plaklarını anlattı. Karar verildi ama ben gene de düşünmeye başladım. Arkadaşları köyde gezdirmek, kahvede oyalamak, yemekleri de kahvede vermek kolay ama yatırmak sorun. Dört arkadaş dört ayrı yatak gerekecek. “Onu da kahvede yaparız!”deyip rahatladım.

Yatınca da bu konuda tasarılar kurdum, Hanife Halamdan bir, bir de Küçük Ablamdan yatak sağlayınca, o iş de çözülecek! deyip gözlerimi kapattım. Oldukça da sevinçliydim. Ne var ki birden kanpana çalmaya başladı, bir ses:

-Herkes yatağıyla bahçeye çıkacak! Baktım, arkadaşların çoğu çıkmış. Yatağımı alıp ben de çıkmaya kalkıştım. Yatağı kaldırmayı denedim, benim yatağın kalması olası değil. Çevreme baktım kimsecikler yok. Çaresiz yatağı kendim götüreceğim. Tüm gücümle yatağı çekiştirirken uyandım. Rüya görmüşüm.

 

16 Temmuz 1943 Cuma

 

Hasan bir ranza ötemdeki üst yatakta, yattığı yerden:

-“İşt, işt boyacı, boyacı giysilerini unutma!”dedi. Unutur muyum? Eski pantolonumu böyle günler için saklıyorum. Gömlek önemli değil, üstümüz zaten ter toprak içinde. Yusuf karşıdan konuştuğumuzu görmüş. Hasan'ın da bizim köye gideceğini sanmış, bağırdı:

-Hasan giderse bak, ben de gelirim! Hasan sözü yuvarladı:

-Biz birlikte olmaya söz verdik, istersen sen de katılabilirsin! Yusuf:

-Ben de geliyorum öyleyse! deyince Hasan:

-Öyleyse sen de boyacı gömleğini unutma! deyince Yusuf bir “Aaa!”çekti:

-Onu mu konuşuyorsunuz? Hasan gülerek:

-Yaaa, işte şiştin. İşkilli insanlar böyle sık sık şişer!

Derslikte bugünkü konu yarın öğleden sonra yapılacak mandolin çalışması üstüne. bir çok arkadaş bir mandolin bulmak için soruşturma yapıyor. En ilginci de Fettah Biricik'in mandolin çalmak için mandolin soruşturması. Oysa düne dek, çalgı çalmanın Çingenelere yakıştığını söylerdi. Bu nedenle takılmalar Fettah üstünde toplandı. Fettah da önce gülerek karşıladığı takılmaları, giderek artıp sabrını taşırınca işi küfre çevirdi. Arkadaşı Sefer Tunca'nın araya girmesiyle bir kavgaya dönüşmeden takılmalar kesildi. Takılmacıların başında gelen Bekir Temuçin bulduğu mandolini Fettah'a devrederek kavga yerine şimdilik bir barış oluşturuldu. Mustafa Saatçı Fettah'ı uyardı:

-Al o mandolini yarına dek sakla, yoksa bir süre sonra alırlar, aldatılmış olursun. Fettah öneriyi önemsedi:

-Yerim yok kardeşim, nerede saklayacağım ben onu? Bu kez ben de bir öneride bulundum:

-Yarına dek elinden bırakma. Hem seni böyle mandolinle görenler müzik sevdiğini sanırlar. Böylece daha önce müzik düşmanı olduğun söylentileri de ortadan kalkar. Fettah hemen sordu:

-Kim demiş benim müzik düşmanı olduğumu? Abdullah Erçetin, Halil Basutçu, Arif Kalkan güldüler; üçü birden:

-Etme bulma dünyası; “Ne ekersen onu biçersin!”

Kahvaltıda Hilmi Altınsoy bana:

-Abi çok intikamcısın, Fettah'ı bir kere defterden sildin, yakasını bırakmıyorsun! deyince benden önce Recep Kocaman, Salih Baydemir; Mehmet Aygün karşılık verdi:

-Fettah bunu hak ediyor! Bu kez de Yusuf Asıl Fettah'ın oyunlar için öylediklerini anımsattı. Derken geçmiş yıllara dönüldü. Okula ilk başladığımız günlerde Fettah'ın tüm arkadaşlara ad taktığını, özellikle Ali Güleren'e kaz, Emrullah'a hindi, Mehmet Yücel'e İskelet, İbrahin Ertur'a Tospacı, Bekir'e Köse, Hüsnü'ye Momçe, Abdullah'a Gebeş, İdris'e Moruk, Salih'e Karasalih, Kadir'e Tepegöz, Hilmi'ye Şişko, Bidon adlarını onun taktığı anımsatıldı. Savunmak için söze başlayan Hilmi bu kez de sinirlendi:

-O bana öyle dedi ama ben de ona, sonradan çok dillendiği adlar taktım, hepsi de tuttu! deyip “Madam, Zenne, Teyze, Kız; Kanto sözlerini tekrarladı. Bir süre güldük. Sonunda ben sordum:

-Fettah arkadaşımızın ne günahı var şimdi? O birilerine ad takmış, birileri de ona. Söz gelimi Fettah Hilmi arkadaşımıza iki ad takmış oysa Hilmi ona beş sıfat yakıştırmış. En iyisi bunları geride bırakıp bir birimizden iyi dileklerle ayrılalım. Bu yakıştırma sözlerin hiç birisi arkadaşlarımıza uymamaktadır. Abdullah Erçetin'in neresi gebeş? Siz onu bir de kızlara sorun? deyince hemen bana baktılar:

-Bir şey mi duydun?

Hiç bir şey duymadım ama, kızların kimleri daha çok beğeneceği hakkında sizden çok şeyler bildiğimi sanıyorum, ona dayanarak öyle söyledim. Bunu deyince konuşmalar birden kesildi. Yusuf gülümseyerek:

-Boya işini bugün bitirebilecek miyiz? diye sordu. Masadan kalktık.

Atölyeye gittiğimizde Halis Öğretmenle Tosili Öğretmen kapıdaydı. Tosili Öğretmene iki metre b oyunda on adet düzgün lata gerekliymiş. Boyaya başlamadan onları kestik. Halis Öğretmen bizimle kaldı; bir süre de kendisi boyadı. Bir ara da pek demediği bir şakalı söz dedi:

-Bunun ucunda bal olduğunu biliyorum, hak etmek için bari boya işine katılayım! dedi. Yusuf Asıl hemen :

-Zahmet etmeyin öğretmenim, işin sonunda bal olacaksa biz sizi ayırmayız!”deyince Halis Öğretmen:

-Biliyorum, biliyorum ama ben gene garentiye almak istedim. Balı severim, işi garantiye almak istedim. Bu şakalı konuşmalar arasında Halis Öğretmen üç kovan boyadı. Yaptığı boyayı görünce anladık ki, amaç bal yemek değil nasıl boyanması gerektiğini bize göstermekmiş. Halis Öğretmen, bizim gibi fırçaya boya yükleyip tahtaya sıvamıyor. Tahtaya bıraktığı boyayı tekrar kaldıracakmış gibi fırçayla bir bakıma eziyor. Kendi boyadığımla Halis Öğretmenin boyadığı arasındaki fark hemen gördüm. Benim boyadığım beyaz Halis Öğretmenin beyazından farklı, nerdeyse gri gibi. Ben de fırçayı yorulasıya sürmeye başladım. Üçüncü kovan Halis Öğretmeninkilerden farksız oldu. Halis Öğretmen beni gözlemiş eğilerek :

-İkinci katı öyle vurusun, renk düzelir! dedi.

Yemekte öteki arkadaşlardan haberler aldık. Bu yıl mısırlar çok iyimiş. Patates bolmuş. Hilmi Altınsoy'a özel olarak nercimek durumunu sordum. Hilmi gülerek:

-Bana ne? Bana bu yıl kimse mercimek yediremez. Kendi kendime söz verdim tam bir yıl mercimek yemeyeceğim!

Bir takım olasılıklar öne sürüp Hilmi'yi kararından caydırmaya çalıştık. Örneğin atanması kendi köyüne değil de yakını olan Hasan Üner'in Dedecik köyüne atanmış. Dedecikliler mercimeği sev diklerinden çok ekiyor, üstelik sekiz on tür yemeğini yapıyormuş. Mercimek çorbası, Mercimek Ezmesi, Mercimekli ekmek, Mercimekli Köfte, Mercimekli Pilav! Mercimeği Tekirdağlı Hüseyin Pehlivan'ın da çok sevdiğini, salt mercimekli plav yemek için Dedecik'e geldiği söylenince, Hilmi birden parladı:

-Yahu, sizin işiniz mi yok? Bu Hilmi Altınsoy denilen, o kadar aptal mı ki Dedecik köyüne gidip de mercimek yiyecek? Buğday ambarı olan Malkara dururken ne işi var Dedecik de? Hilmi “Buğdar Ambarı”deyince salt onu şaşırtmak için Yusuf araya soru soktu:

-Ambar mı, anbar mı? Hilmi sinirlendiği için ne söylediğinin ayırdında değil. ”Ambar” demesine karşın “Anbar” dediği söylendi. Bu kez Hilmi yumuşayarak:

-Dalgınlıkla “Ambar!”demişimdir! deyince iş iyice karıştı. Hilmi'nin sinirlenmesine karşın arkadaşlar neşeli olarak masadan kalktı. Biz doğrudan atölyeye gittik. Boyalı kovanları dışarıya sıraladık. Gelip geçenler dokunmasın düşüncesiyle bir yazı yazılması önerildi. Yusuf hemen bir tahtaya “Boyalıdır, dokunmayın!”yazdı. Yazdıktan sonra da kaldırıp bize sordu:

-Nasıl, güzel mi? Hasan Üner:

-Yazı güzel ama söylem tartışılabilir! Açıkladı:

-”Boyalıdır! dedikten sonra dokunmayın demeye gerek yok. Boyalı olduğunu gören kimse zaten dokunmaz! . Yusuf düşündükten sonra:

-Öyleyse “Dokunmayın boyalıdır!”yazayım. Bu kez de ben karşı durdum:

-”Dokunmayın!”dedikten sonra boyalıdır demenin bir anlamı yok, onu okuyan kimse zaten dokunmaz! Yusuf bir Hasan 'a bir bana baktı:

-Öyleyse siz söyleyin, ben yazayım! Hasan benden önce:

– “Boyalıdır!”demen yeterlidir. Bu kez Yusuf bana baktı. Ben:

– Dokunmayın!”desen daha iyi olur! deyince Yusuf sinirlendi, elindeki tahtayı atarak:

– Alın kendiniz yazın! dedi. Tartışmaya katılmayan Salih Baydemir Yusuf'a:

– Başkalarına takılmak nasılmış hemşerim? Bak bu küçük olaydan ders al! Az önce yemekte Hilmi kızınca, ona; “Şaka bu, kızacak ne var? ” dedin. Bak şimdi bu da şaka, bunda kızacak ne var? Hasan, Yusuf'un bıraktığı tahtayı götürüp, kovanların yanına koydu.

– Yarın köye gitmeye niyetlenmiştim, gidemezsem Yeni Bedir'e gideceğimi söyledim. Yusuf sevindi:

– Ben de gelirim, belki bir daha gidemem, gengeye son bir teşekkür edip “Hoşçakalın!”diyeyim. Bu kez de Hasan Üner bize katılmak istedi. Yusuf karşı durdu:

– “Bir kapıda iki dilenci olmaz!”diye bir Atasözü var! dedi. Böyle bir Atasözü olamayacağını söyledim. Olsa olsa “Bir kapıda iki bekçi olamaz!” olabilir, dilenci neden olmasın? Yusuf duraksadı. Uzatmadı:

– Ben öyle duydum! deyip kesti. Boya işini bitirdik. Hava çok sıcak olduğundan boya sürerken daha kuruyor. O nedenle ikinci boyaları hemen yaptık. Paydosa yakın Halis Öğretmen geldi, kovanları gözden geçirdi. Peteklikleri (Çerçeve yerleşecek yerleri) inceden inceye ölçtü. Bal çerçeveleri değişmez ölçüde 13X42 cm, Kuluçkalıklar da öyle 27X42 cm. olmak zorundan. Halis Öğretmen çerçeveleri (Toplam 240 adet) küçük sınıflara yaptıracak. O nedenle yataklarını doğru saptamaya çalışıyor. Kısaca açıklama da yaptı:

– Arılar bal verir ama çok da hesaplı kitaplıdırlar. Petyekler biraz sallansa hemen o peteği terkederler! Yusuf sordu:

– Tüm petekler sallanırsa? Halis Öğretmen güldü:

– Tüm kovanı bırakıp giderlerrrr(miş) deyip güldü. ”Doğal olarak ben bunu arıcılardan duydum!”diye ekledi.

Dersliğe giderken Şevki Aydın Öğretmen başıyla işaret etti, yanına gittim. Mandolin çalışanların akortları hep bozduğunu, çalışma yerine bir saat akort yaptığını, yarın akşam gene böyle geçtiğini anlattı. Benden yardım istedi, bu işi yapabilecekleri sordu. Benim bildiklerimi o da biliyor ama benden sorduğu için Abdullah Erçetin'i, İdris Destan'ı, İlyas Özcan'ı, Doğan Güney'i, Mehmet Aydemir'i önerdim. İdris'le Abdullah'a benim söylememi istedi, ötekileri “Ben çağırırım! deyip ayrıldı. Abdullah'a söyledim. Abdullah, İdris giderse gideceğini, yalnız olarak öteki sınıfların arasına gitmek istemediğini söyleyince benimle gelmesini önerdim. Buna razı oldu. Bir süre İdris'i aradık. Zil çalınca çalışma yerine indik. Gerçkten bir kargaşa, herkes mandolini kaldırmış akort için öğretmene uzatıyor. Topu topu 20 mandolin ama sıraya saygı duymadıklarından iş iyice karışıyor. Alpullu'dan beri tanıdığım Mehmet Yüce ile Nejdet Şıpka sıra tartışmasına kalkıştılar. Beni dinleyeceklerini sanarak uyarmak istedim. Hiç oralı olmadıklarını görünce kollarından tutup en geri çektim. Yeri göstererek, “Önce susup buradan çağırılmanızı bekleyin! dedim. Tüm sesler birden kesildi. Mandolinlerin akort seslerinden başka ses duyulmaz oldu. Akortçular rahatlayınca işler ivedileşti. Son olarak Mehmet'in mandolinini ben, Nejdet'in mandolinin Abdullah Erçetin akort edince, çalışma başladı. Çalışırken Eğitimbaşı geldi. Eğitimbaşının gelişi, mandolincilerin başlarında durup dinler gibi yapması, etkili oldu. Eğitimbaşı çok memnun kaldığından mı yoksa başka bir amacı mı vardı? Çalışma bitene dek yanımızda kaldı. Övücü sözler söyleyince Şevki Öğretmen :

– Sizin gelişiniz uğur getirdi! deyince Eğitimbaşı müziği sevdiğini, bundan böyle her çalışmaya katılacağını söyledi. Cuma akşamı çalışmaları akşam yemeğine dek sürecekmiş, Şevki Öğretmen daha önce izin almış, yemek ziline dek çalışıldı. Zil çalınca tüm katılanlar hoşnut ayrıldı. Şevki Aydın Öğretmen benim sert davranışıma takılmış:

– İyi ettin ama karşı dursalardı ne olacaktı? diye sordu. Abdullah Erçetin sabırsız davrandı:

– Patağı yerlerdi (Tokat ya da benzeri) dedi. Ben:

– Yooo! Siz vardınız, öğretmen olarak haksızlık edeni uyaracaktınız! dedim. Şevki Öğretmen üst dudağını alt dudadının içine çekerek azıcık duraksadı. Ne düşündüyse:

– Tanıştıkça çocuklarla daha iyi anlaşacağımı umuyorum! dedi.

Bizim masada mandolin çalışmalarına düzenli katılan Recep Kocaman'la Hüseyin Orhan var. Çalışmaları övdüler. Öteki arkadaşları da çalışmalara çağırdılar. Arkadaşların olumlu izlen imlerinden Şevki Aydın Öğretmen'in çabalarının beğenildiği kanısına vardım. O da bizim gibi Köy Enstitüsü çıkışlı olduğundan kendime güven geldi. Ben de böyle bir çalışma ortamı bulsan sanırım ben de başarılı olurum. Bu duyguya kapılıp içimden sevindim. Kimseye açıklayamam ama ben biliyorum ki ben Şevki Aydın Öğretmenden müzik konusun da çok daha ileriyim . Keman çaldığını söylüyor ama, bir kez olsun kemanı alıp bir parça çalmadı. Keman çalışan arkadaşların kemanını alıp akort ediyor da arkasından bir parça ya da bir parçanın hiç değilse bir bölümünü çalmıyor. Hiç unutmuyorum, Süheyla Öğretmen yayı tellere bir kaç kez vurup bir parçanın başını çalardı. Çoğunlukla da Schubert İlkbahar, Serenad ya da Toselli Serenad'ın girişi olurdu...

Yemekten sonra Çocuk Kalbi'ni okudum. Kitabı okudukça kitabın adının, içeriğini tam karşılayamadığı kanım güçleniyor. Örneğin bir Bayan Öğretmen başlıklı bölümde ders öğretmeninin derse gelemediği (Erkek öğretmen) onun yerine bir başka öğretmenin, bir bayan öğretmenin geldiği anlatılmaktadır. derslerine bir yabancı öğretmen geldiği için öğrenciler biraz gevşerler, gürültüler olur. Bayan Öğretmen bir kaç kez susmalarını ister. Gürültü sürünce bu kez öğretmen:

– Benim ağarmış saçlarıma saygı duyunuz. Ben yalnız bir öğretmen değil, bir anneyim de. . . deyince konuşanlar susar. Az önceki gürültü kesildiği gibi derslikte küçük bir kıpırdanma bile görülmez.

Kitabı okudukça hayıflanıyorum: “Keşke daha önce okusaydım!” Kitap günlük olarak yazılmış yazılardan oluştuğu gibi ayrıca aylık olarak yazılanlar var. Ayda bir yazılanlarda daha geniş anlamlı olaylardan söz ediliyor. Örneğin Sardunyalı Trompetçi bunlardan biri. Çocuk geçmiş bir tarihsel olayı (Belki de olmamıştır) olmuş gibi anlatıyor. Tıpkı genel öykülerde olduğu gibi. Kimbilir, belki de bunu anlatan savaşa girmiş bir büyüğünden dinlemiştir. Benim Kolsuz Hamza Amcam gibi savaşa girmiş biri pekala başından geçenleri ayrıntılarıyla anlatabilir. Hamza Amca Balkan Savaşı sırasında (1912) köyden askere nasıl gittiğinden başlar, üç yıldan fazla bir süreçte iki kolu ile taşıdığiı tüfekleri, attığı kurşunları sektirmeden anlatır. 1915 yılı Çanakkale (Ona göre Domuz Dere yokuşu) savaşında bir kolundan olur. Kolsuz kaldıktan sonra da tam iki yıl sağlığına kavuşma savaşı sürdürür. Beş yıldan fazla süren bir öykü. Kolsuz Hamza Amca anlatıkrken üzülerek, ürpererek di nliyorum da sonraları, anlatılanları anımsayıp yazarken, yazdıklarımın anlatıklanları yansıtmadığı kanısına vararak yazmaktan vazgeçiyorum. Oysa burada Sardunyalı Küçük Trompetçi okuyanı olayların içine çekiyor.

Babanın mektubu da ilginç: VATAN SEVGİSİ! Çocuğun yazdığı Sardunyalı Küçük Trampetçi öyküsünü beğenen baba oğlundan Vatan Sevgisi üstüne de daha duyarlı olmasını istiyor, bunun nedenlerini de sıralıyor:

Vatanımı niçin severim sözü, aklına yüzlerce cevap getirmiyor mu? diye sorarak konuya giriyor. Vatanımı severim, , çünkü annem-babam orada doğdu. Damarlarımda dolaşan kan onundur. Annemin ağladığı ve babamın, anılarını saygı ile andığı tüm aile ölülerimiz bu kutsal toprakta gömülüdür. . . . . . . . . . .

Vatan sevgisi, o kadar büyük ve kutsaldır ki, bir gün eğer seni, onu korumaktan gelen bir tabur için de, sağ ve zinde görür ve yaşamını korumak için saklandığını duyarsam, benim kanım; sevgili oğlum olduğun halde, okuldan döndüğün zaman sevinçli bir sesle seni kucaklayan ben, o zaman boğazımı tıkayan bir hıçkırıkla karşılayacak ve artık seni hiç sevmeyerek, kalbimdeki bu hançerin yarasıyla öleceğim. . .

Baban

 

Kısa bir bölümünü aldığım bu mektup, vatanın neden sevildiğini, neden sevilmesi gerektiğini çok güzel anlatmaktadır. Tüm öğretmenlerin övütlerine serpiştirilmiş olan, Askerlik Öğretmenlerinin gene gene tekrarladıkları, yazıların , şiirlerin değişik konular içinde vermeye çalıştığı Vatan Sevgisi, bu mektupta herkesin anlayabileceği açıklıkta yazılmıştır. Buraya almadığım bölümlerini de yazıp saklayacağım.

Yatınca bir süre düşündüm. Bizim köyde uzun süreden beri işçi-usta olarak çalışan Üzeyir Ağabey, Lüleburgaz'da fotoğrafçı Gültekin Ağabey, Bulgaristan'da ailelerini bırakıp gelmişler. Onlara kaç kez niçin geldiklerini sormuştum. Bir birini hiç tanımamış olan bu insanlar aynı sözleri söylemişlerdi:

– Vatanımız olduğu için geldik. Orasını onlar elimizden aldı, vatansız yaşamak istemedik. Oradaki ailelerimizi de getirtmek için uğraşıyoruz. İkisi de benzer nedenlerle kendilerini tehlikeye atarak gelen bu iyi insanların söylemeseler de inandıkları bir Vatan Sevgileri besbelli var. Ömer Seyfettin'in öyküsü Forsa'da da kırk yıl tutuklu yaşamış olan ihtiyar Vatan Sevgisi'nden bu duygu nedeniyle söz ediyor olmalı! Bu konuda hiç unutmadığım bir olay da Son Ders adlı bir öyküdür. Fransız yazar Alphonse Daudet. M. Hamel adlı bir öğretmeni konuşturarak tüm Fransız çocuklarına bir ders verdirir. Çünkü savaşta Fransa Almanya'ya yenilmiş, Fransız topraklarına Alman askerleri girmiştir. Yazar bunun ne denli acı bir durum olduğunu küçük öğrencisi anlayacakları bir dille öğretmen M. Hamel aracılığiyle anlatır.

 

17 Temmuz 1943 Cumartesi.

 

Gözlerimi tam açmıştım, ayağıma dokunan oldu. Baktım Hüsnü Yalçın. Önce şaşırdım; beş yıldır aynı yatakhanede yatıyoruz; Hüsnü benim yatağıma gelmemişti. İzin alabilirsek bugün bizim köye birlikte gideceğiz, arkadaş bunun seviniyor, sorular sormak istiyor, gibi düşüncelerle hemen yataktan atladım. Hüsnü, varsaydığımın tersine ilk söz olarak: “Ben gelemiyorum, sen istersen başka arkadaş çağır, niçin gelemediğimi ben sana sonra anlatırım! deyip gitti. Duraksadım. Konuştuğumuzu gören Halil Basutçu koluma dokunarak:

– Olayı ben biliyorum, Hüsnü'yü hoşgör, biz, biz bize gideriz daha iyi! dedi. İçimden :

– Canı isterse! demek geçti ama diyemedim. Neden sorusu aklıma takıldı. Sanki işin ucunda bana bir yarar çıkacakmış, beni bu yarardan yoksun etmiş gibi özür dilemesi biraz da canımı sıktı. Halil geldiğine göre İsmet zaten hazır, Yusuf Asıl'ı da alıp giderim diye düşünerek dersliğe gittim. Gözlerimle Hüsnü'yü aradım yoktu. Yusuf'a söyledim, çok sevindi. İzin alma işini sordu. İzini ben alacağım için Yusuf'a:

– Sen kaygılanma, sen beni nasıl Büyük Manika'ya götürüp getirdinse ben de seni köyüme öyle götürüp getireceğim! dedim.

Kahvaltıda neşeli neşeli konuşurken duyuru yapıldı. Öğleden sonra işbaşı yapılacak, sınıflar, hafta içinde çalıştıkları işleri sürdürecek.

Neşemiz kaçtı ama bu değişikliği bir türlü anlayamadık. Halis Öğretmen bizim işimizin bittiğini söylemişti. Belki de Halis Öğretmen bugün gelmeyecek! derken Halis Öğretmenle Fahri Tosili Öğretmen geldi. Oldukça karamsar bir çok olasılıkları konuştuktan sonra atölyeye gittik. Gene dört kişiyiz. Öteki arkadaşlar toptan tarıma gittiler. Halis öğretmen gülerek geldi:

– Yanlış hesap Bağdat'tan mı dönermiş? diye sordu. Yusuf Asıl biraz neşesiz:

– Yanlış hesap her yerden döner öğretmenim, hesabı insanlar yaptığına göre, yanlışı gördükleri yerden çevirirler! dedi. Halis Öğretmen Yusuf'a baktı:

– Öyle, öyle de şu bizim duruma başka hangi sözü söyleyebiliriz? diye sordu. Sonra da iyi olduğunu, bizim yarım kalan işimizi tamamlayacağımızı, başladığımız gibi tümünü yapmamızın daha yararlı olduğunu tekrarladıktan sonra petekliklerin ölçülerini bir daha gözden geçirip çıta kesmemizi istedi. Önce, İki boy, 120'şerden 240 adet dedi sonra da 10 adet ekledi tü, mü 250 adet. 13X42 cm. 125 adet; 27X42 cm. 125 adet. Halis Öğretmen bilinen koşulu söyledi, çıtalar da reçineli çamlardan olmayacak. Hazır demet çıtalar vardı, onlara güvendik ama çoğu düzgün kesilmemiş, üstündeki pürüzler alınınce ölçüler bozuluyor. Beyaz çam dediğimiz kalın kalaslardan seçerek yeteri kadar keresteyi ayırdık. Biz çalışırken Hasan'ı iki 2. sınıf öğrencisi aradı, tatile gidiyorlarmış. Bizim çalışma düzenimizin değişmesi böylece anlaşıldı. 1. sınıfken şimdi 2. sınıf olan çocuklarla 3. sınıfken şimdi 4. sınıf olan çocukların yaz dinlenceleri izni bugünden başlamak üzere gelmiş. Onlar gidince eldeki işlerin önemine göre bizim çalışmalarımızı değiştirmişler. Pazartesi günü bizim çalışmamız Marangozluktu, gene öyleymiş. Salt cumartesi, pazar günü öğleye dek çalışmalar eklenmiş. Halis Öğretmen bunları anlattıktan sonra rahat olmamızı, kendi sanatımızda çalıştığımızı anlattı. Masasına oturup bir şeyler çizdi. Aölyede kalacağımızı duyunca sevindik. Zaten geçen hafta öyle duyurmuşlardı. Tek kayıbımız; köye gidememek. Yusuf'un istediği olacak. O, Yeni Bedir'e gitmek istiyordu. Pazar günü öğleden sonra çalışma olmadığına göre gidip gelebileceğiz.

Biraz buruk olmakla birlikte konuşmalara dalıp geleceğe yönelik tasarılarımızı konuşarak çalışmayı sürdürdük.

Bayrak Töreninde itiş kakışlar oldu. Şevki Öğretmen sakin sakin baktı. Enver Kartekin Öğretmeni anımsadım. Şevki Aydın da onun gibi sağ dirseğini sol elinin içine alıp sağ elini yumrukladıktan sonra baş parmağı ile işaret parmağını çenesine dayayıp öylece çocuklara baktı. Besbelli çocukların susmasını bekledi. Asım Öğretmen böyle durumlarda bağırıp çağırarak susturma yolunu denerdi. Bu kez Fahri Tosili Öğretmen yetişti de sessizlik sağlandı.

Öğle yemeğini giren çıkan kargaşası içinde yedik. Eğitimbaşı yemekteydi, bir kaç kez başını kaldırıp baktı. Yemekte, tarımda çalışan arkadaşların yakınmalarını dinledik. Bağlarda kütükler arasında büyük çatlamalar olmuş, onları kazar gibi yapıp dolduruyorlarmış. Sayısız kertenkeleden, böcekten söz ettiler. Kertenkelenin bizim köydeki adı mancalaktır. Sanırım Fettah Biricik'in köyünde de öyle diyorlar. Fettah bir zaman Mehmet Başaran'a mancalak gözlü diyordu. Fettah daha güçlü olduğu için Mehmet Başaran ağlamaktan öte bir şey yapamıyordu. Bunu anımsadım. Ben bunu aklımdan geçirirken bu kez de aynı sözler tekraralanmış, büyük bir patırtı kopmuş. Neyse ki, Sefer Tunca ile Mehmet Yücel araya girip olayı yatıştırmışlar.

Öğle dinlencemiz bir saatten bir buçuk saate çıkarılmış. Hasan Gülümser'le satranç oynadık. Hasan, geri taş çekmeyi huy durumuna getirmiş, “Anasını sattığım, Vay canına” gibi sözleri söyleyip söyleyip taş değiştirirken beni yendi. Rafet oradaymış, benden izin isteyip oturdu. Ancak Rafet koşul koydu:

– Vezir, şah dışında söylenmez, taş değiştirilmez. Yusuf geldi, yeni öğrenecek. Hemşerisi Haşim Nehir bir arkadaşıyla oynuyordu. Hemşeriliğine sığınarak Haşim'i kaldırdı, bir el oynadık. Haşim de meğer iyi biliyormuş az kalsın yeneceklerdi, zil çalınca kurtuldum.

Öğleden sonra Halis Öğretmen gelmedi. Elektrik kesildiği için bir süre makine çalıştıramadık. Cereyan gelince hızlı çalışıp çıtaların yarısını hazırladık. Ayırdığımız parçalar ancak yarısına yetti. İnce kestiğimiz için kalasların yarısı talaşa gitti. Salih Baydemir bir süre söylendi:

– İşte azizim ustalık burada; iyi bir usta bunu önceden hesaplar. İki çıta kesince bir çitalık talaş dereye gidiyor. Yusuf, Salih'in hesabını abartılı buldu. Cedveli alıp ölçtü:

– İki çita değil beş çitada bir çita gidiyor! deyince Salih gülümseyerek:

– İşte bir çocuk, anasının süt kuzusu. Beş çitada olsun, biz bunu hesapladık mı? diye sordu. Ben zer kalaslardan seçerken Halis Öğretmen geldi. Kestiklerimizi beğendi. Saatine bakıp bize izin verdi. Öğretmenden sonra bir süre arkadaşlar atölyede oturdu. Ben de akordiyonu çıkarıp özlemiş olarak aklıma geleni çaldım. Yusuf oyun havası istedi. Çalınca Salih'le Hasan da kalktı. Atölye birden Zeybek oyun alanına döndü. Harmandalı'yı uzun uzun tekrarladılar. Paydos zili çalana dek ara ara konuşarak oyunu sürdürdük. Kesin bir karar alındı; olanak buldukça gelip burada çalışacağız. Yeni bir heyecan nedeni bulmanın sevinci içinde dersliğe döndük. Bizim neşemizi görenler şaşırdı:

Siz, bu üzücü olaylardan etkilenmiyor musunuz? Yanıtladık:

– Biz, kendimizi neşelendirecek etkinlikler buluyoruz! deyince herkes dikkat kesildi. Yusuf olayı anlattı:

– Paydos edince, atölyenin kapısını kapatıp terleyesiye Harmandalı oynadık! Yusuf'un sözüne gülenler oldu.

Sami Akıncı gülerek Reşat Nuri Güntekin'den sınıfta okuduğumuz bir yazısını anımsattı. O öyküyü geçen yıllar derslikte hep birlikte dinlemiştik. (Fikret Madaralı Öğretmen okumuştu.) Reşat Nuri Güntekin birlikte gezdiği bir yabancıyı köylere götürür. Sayısız köy gezerler. Ancak bir gün, iki köy arasında, oldukça da köylere uzak tek bir ev görürler. Yabancı o tek evi görmek ister. Ev sahibi gelenleri çok iyi karşılar, oturacak yer gösterir. Ancak ev sahibinin konuklara sunacak yeniliri-içiliri yoktur. Bir süre konuştuktan sonra ev sahibi:

– Evime hoşgeldiniz, gelen konuklara bir şeyler sunmak gelenektir biliyorum. Yazık ki benim size sunacak yenilirim-içilirim yok. Ama ben size bir oyun oynayabilirim, diyerek kalkıp oynamaya başlar. Sami'nin anımsattığı bizim oyunumuzun tam karşılığı değildi ama işimize yaradı. Oysa Reşat Nuri Güntekin'in anlatılana tanık olan değil başkasından dinlediği bir olaydı. Gerçi Reşat Nuri Güntekin'le yanındaki konuğun ünlü Sovyet film çekicisi-yazar Zarhi olduğunu anımsayanlar oldu. (Bekir Temuçin) Konu bir süre tartışlmaya neden olduysa da arkadaşların ilgisi bir noktaya toplandı. Arkadaşlar birden daha önce başlanıp da yarım kalan oyun öğrenme işine sarıldılar. Kimlerin katılacağı, nerede, (Dinlenceye giden sınınıfın alt kattaki dersliği) ne zaman oynanacağı saptandı. Dahası, bu işi kimlerin hazırlayıp sürdüreceği, belirlendi. İçlerinde Recep Kocaman, Arif Kalkan, Sefer Tunca gibi sözünde duran arkadaşlar olunca biz de umutlandık.

Yemekte Hasan Gülümser, Fevzi Üner bizim masaya gelip sınıflarında yapacakları eğlenceye çağırdılar. Fevzi Üner Hasan'ın akrabası, Fevzi onu çağırınca Yusuf takıldı:

– Sen akrabasıysan ben de arkadaşıyım, ondan ayrılmam! deyince tüm masa çağırıldı. Yusuf zaten çağırılacağını biliyordu. Oyun oynanacaksa ondan iyisini oynayacak zaten yoktu. Şakalaşma aslında buna dayanıyordu. Stajyer Öğretmenlerin geleceği söylenince duraksadım. Şevki Aydın Öğretmeni üzecek bir duruma girmemek için çekimser davranmayı düşündüm.

Derslikte konuşulunca anlaşıldı ki çağrılan salt biz değilmişiz. Mehmet Özeren Abdullah'ı, Namık Yücel ağabeyi Mehmet Yücel'i ağabeyi, Haydar, köylüsü İsmet Yanar'ı çağırmışmış. Büyükçe bir grup olarak gittik. Stajyer öğretmenler gelecek, dendiği için uzunca bir süre kendi kendimize kümeleşerek çene çaldık. Kızlardan kimse yoktu. Sormadım ama çok merak ettim. Hasan Gülümser yanıma oturunca ona sordum. Hasan fısıldayarak:

– Yok abi, ne yapacağız kızı? Az kalsın okuldan atılıyordum! deyince anımsadım; onun için bir söylenti duymuştum. Bunun doğrusunu kendisinden dinlemek isterdim. Fısıltı olarak kısaca anlattı:

– Okul Müdürüne abartılı olarak anlatmışlar. Doğru olmadığını söylemiş. Okul Müdürü de bir koşulla Hasan'a inanacağını söylemiş:

– Bundan böyle ikinizi konuşurken görmeyeceğim, konuştuğunuzu duymayacağım. Böyle olursa burada kalabilirsiniz. Buna uymazsanız, valizlerinizi hazırlayın! demiş. Bu nedenle Hasan, kızların bulunduğu bir öğretmensiz toplantıda bulunmamaya karar vermiş. Arkadaşları arasında çok sevilen Hasan'ın bu isteğine tüm sınıf uyduğu için kendi aralarındaki eğlenceli toplantılar böyle yapılacakmış. Stajyer Öğretmenler oldukça geç geldi. Okul Müdürü onları evine yemeğe çağırmış. O nedenle erken kalkamamışlar. Mehmet Pekgirgin hepsi için özür diledi. Tevfik Uğurlu İzmir/Kızılçullu'da haftalık eğlenceleri nasıl yaptıklarını sordu. Önce Mustafa Ersoy Öğretmen ilk yılları anlattı. İlk yıllar, İzmir, Aydın , Muğla, Denizli, Manisa yöresinden gelmiş olan öğrencilerin kendi getirdikleri, şarkı, türkü oyun, gösteri, şiirleri ortaya dökerek başladıklarını, 2. yıldan sonra bu işlerden anlayan Ustaöğreticiler getirilip tüm öğrencileri bunlara katılmaya zorlandığını, Hasanoğlan'a gidip dönen ekibin öteki Enstitülerden getirdikleri de eklenerek oldukça geniş bir eğlence kaynağı oluşturduklarını anlattı. Müzik Öğretmenlerinin her tatile gidişte yeni şarkılar, türküler istediğini; bunları hiç değilse mandolinle çalmayı zorunlu tuttuğunu anlattı. Öteki öğrencilerden bir grup şarkılardan birini söylemesi istenince Mustafa Ersoy Öğretmen, Müzik konusunda daha duyarlı, üstelik Güzel Sanatlar Bölümünde müzik okuyan arkadaşım var, onun yanında bana söz düşmez ancak ben size bir zeybek oynayabilirim! deyince arkadaşlar alkışladılar. Oynayacağı oyunun adını söyleyince benim bilmediğim bir zeybek olduğu anlaşıldı. İzmir Kordon Zeybeği. Adını duydum ama bizim oyunlar arasında olmadığı için müziğini öğrenmemiştim. Şevki Aydın söz aldı; önce Müzik Öğretmenlerini tanıttı:

– Ahmet Yekta Madra, aynı zamanda besteci. Tanınmış besteleri arasında Karadeniz adlı marş tipi şarkısı çok tanınmıştır. “Karadeniz, Karadeniz, gelen düşman değil; biziz! Böylece sürüp gider. Başka şarkıları, marşları da var! dedi. Şevki Aydın Öğretmenden bir şarkı istediler. Alkışlayanlar oldu. Şevki Aydın Öğretmen şarkı söyleyebileceğini, ancak biz sizin yaptıklarını görmeye geldik:

– Önce siz başlayın bakalım! deyince Asım Öğretmenin öğrettiği okul şarkılarından, Altın Başakları, Avcıları, Sonbaharı söylediler. Mehmet Aydemir mandolinle, Hasan Çetin bağlamayla türküler çaldı. Doğan Güney'le İlyas Özcan birlikte keman çaldılar. Bakışlar birden Şevki Aydın Öğretmene döndü. Mehmet Pekgirgin Öğretmen gülerek:

– Söz verdin, söyleyeceksin! deyince Şevki Aydın Öğretmen Gece diye bu yıl öğrendikleri bir şarkıyı söyledi. “Akşam olunca kalbimdeki duygular diner-Gecenin sükuneti her tarafa siner!” diye uzayıp giden bir şarkı söyledi. Çok alkışlandı. Bir süre bekledikten sonra:

– Bir de türkü söyleyeyim dedikten sonra önce eliyle tempo tuttu, adını önce anlayamadığım, daha sonra sorarak öğrendiğim Deriko adlı türküyü söyledi. “Deriko saçın örmezler-Seni de bana vermezler! diye başlayıp sürdü. Güzel söylediği için alkışlar kesilmedi. Bu kez de yeni öğretmeni Faik Canselen'in marşını söyledi. “Yürü, bu yol şerefzafer yolu-Karşında bekliyor seni tan yeri-Yürü atıl devir karanlığı-Durma yürü haydi ileri! . . . . . Marştan sonra bir grup, Dumlu Pınar, Ankara, Dağlar marşlarını söyledi. Kapı kapalıydı. Eğitimbaşı kapıyı açıp bir süre kapıda durdu. Eğitimbaşıyı görünce sesler kesildi. Eğitimbaşı:

– Gücenmem gerekir mi? Ben neden çağırılmadım? diye kendime sorayım mı? gibi sorularla geldi. Oturmadan Stajyre öğretmenlere , buradaki okulun çok yetersiz olduğundan; Kızılçullu'nun o bakımdan rahatlığından, oradaki haftalık şenliklerin daha renkli olduğundan söz etti. Orada 400 öğrenci olduğunu, ayrıca öğretmen sayısının çokluğunu özellikle de Ustaöğreticilerin İzmir'den kolay sağlandığını anlattı. Sözü bizim okula getirerek:

– Hiç beklemeden; kendimize Müzik, Resim çalışmalarını rahat yapabilecek, haftalık toplantılara elverişli; temsiller verebilecek, filmler gösterebilecek bir bina yapalım! dedi. Eğitimbaşı sözünü bitirirken yat zili çaldı. Eğitimbaşı bu kez de:

– Zili ben çaldırmadım, oyun bozucu olmak istemem. Ancak haftaya aranızda olmak isterim! deyip kapıya yöneldi. Kapıda durdu. Stajyer öğretmenleri beklediği anlaşılınca onlar yetişti, birlikte gittiler.

 

Eğitimbaşı Kemal Üstün

Şevki Aydın Öğretmenle önce konuşmadan akordiyon çalmak istemiyordum. Bu akşam dileğim oldu. Kimse istemedi ben de sessizce oturdum. Dinleyici olmak da güzelmiş.

Akordiyonu yatakhaneye götürüp dolaba yerleştirdim. Yatakhanede arkadaşların çoğu eğlenceden habersiz, neredense sinemadan söz açmışlar. Yusuf Asıl bunu duyunca hemen yapılması düşünülen binadan söz etti. Az önce sinemadan özlemle söz edenler:

– Aman aman, bizden sonra yapsınlar sinemalarını, onların olsun sinemaları da temsil salonları da demeye başladılar.

Yatınca bir süre arkadaşların bu tavırlarını düşündüm, neden böyleler? Şunun şurasında bir ya da iki ayımız var, bu zamanda nasıl olsa bir işte çalışacağız. O iş böyle bir bina yapımı olsa daha mı çok yorulacağız? Ne olursa olsun karşı olmak nasıl bir duygu ki hepsi değil belli arkadaşlar bunu her zaman yapıyor. Müzik çalışmalarına, oyunlara, kitap okumalara hatta ders çalışmalarına karşı oldular. Fikret Madaralı Öğretmen bunların çoğuna sık sık SARSAK derdi. Sahiden bunlar sarsak mı? Özellikle Hasanoğlan'dan döndüğümüzden beri hiç değilse bir iki oyun öğretmek için neredeyse yalvardık. Katılmadıkları gibi katılanları yerdiler. Oysa salt sınavlarda değil öğretmenliği süresince onlardan bu oyunlar istenecek. Gezici Başöğretmenlerin, Müfettişlerin dilinden nasıl kurtulacaklar?

 

18 Temmuz 1943 Pazar

 

Sefer Tunca'nın sesini duydum:

-Ya, bügün müydü? diye kuşkulu soruşu dikkatimi çekti. Bekir Temuçin araya girdi:

-Baba Ali yanılıyor! Baba Ali dediği Ali Önol. Biraz burnundan konuşur gibi tekrarladı: Bahse girer misin? Nesine? diye karşılıklı konuşurlarken benim adım geçti:

– O bilir. Bekir Temuçin sordu:

– Okulun temeli temmuzda mı haziranda mı atıldı? “Haziran!” deyince Baba Ali:

– Aha, aha! dedi. Arkadaşlardan gülenler oldu. Ben oralı olmadan ayrıldım.

Az sonra derslikte konu gene açıldı. Ne konuşuldu, ne dendi dinlemedim bile. İsmet'in sesi geldi:

– Dayım doğrusunu bilir! Bu, söz ciddi olduğu kadar bir takılma da olabilir, düşüncesiyle oralı olmadım. Bu kez de Fettah Biricik:

– Eee, ne var bunda? Ha haziran olmuş ha temmuz olmuş! Ne fark eder? deyince karışmak zorunda kaldığımı düşündüm:

– Orada da kesme, ağustos, eylül, ekim de. Sonra da:

– Biz bu binada ilk kez 1939 ekim ayında derse başladık! diye soranlara anlat. Üzülme sana kimse:

– Siz bu binayı bir gecede mi yaptınız? diye sormaz. Bilirler ki karşılarındaki “Nişangahsız atıyor!” Fettah bir iki yutkundu ama tek sözcük söyleyemedi.

Kahvaltıda da konu bu oldu. Lüleburgaz'a gelişimiz, bir süre sessiz sakin ama kuşku içinde duruşumuz, daha sonra türlü söylentiler arasında yeni giysilere kavuşmamız, Öğretmen Okulu şeritli kasketleri giyişimiz anımsandı. Konuşlulanlar hep mutlu anlar üstüne olmadı, daha önceki düş kırıklıkları da ortaya döküldü. Edirne'de verilen giysilere sözümüz yoktu ama tüm Edirne okullarında kendilerine özgü şeritli kasketlerle dolaşan öğrenciler arasında biz şeritsiz kasket giyince övünç değil utaç duymuştuk. O zaman sessiz duran kimi arkadaşlar bugün konuşurken açıkladılar. İyiden iyiye okuldan ayrılmayı düşünenler olmuş. Oysa ben de üzülmüştüm ama okuldan ayrılmayı aklımdan geçirmediğim gibi, ya beni ayırırlarsa korkusu çekiyordum. Yaşımın gecikmesinden dolayı bu okul benim son şansımdı. Bu kez de benim şansım konu edildi. Gerek Alpullu'da gerekse Lüleburgaz'da daha sonra burada evimde gibi rahat olduğum konuşuldu. Öğleden sonra birlikte Yeni Bedir'e gideceğimiz Yusuf Asıl, evine gittiğimiz Muhtar Kamber amcamı, yengemi, bana karşı gösterdikleri yakınlığı anlattı.

Atölyede işbölümü yaptık. Hasan'la ben kesip hazırlama, Salih'le Yusuf da çerçeve durumuna sokulacak işlemleri yaptılar. Yığınla çıta oldu.

Salih Baydemir, en doğrucu arkadaşlarımızdandır. Çoğunlukla yapılan şakalara katılmaz. İşler üstüne de pek yorum yapmaz, verilen işleri gereğince yapıp bitirmeye çalışır. Nedense bugün pek ondan duymadığımız bir öneri de bulundu. Kesilmiş çitaları göstererek:

– Bunları hemen bitirmeyelim. Bu biraz ince iş, dikkat edelim, cumartesi gününe dek uzatalım! dedi. Salih'e baktım, söylediğini savunacak gibi. Hasan'la Yusuf bakıştılar. Yusuf gülerek:

– Ne o Salih usta, bizi denemek mi istiyorsun? İstersen diplomayı alana dek uzatabiliriz. Hasan ise:

– Zaten Halis Öğretmen bunu demek istedi:

– Arılar milimetrik hataları bile affetmezmiş. Bu ne demek? Düpedüz:

– Siz bu işi ağır ağır yürütün! demek anlamına gelmez mi? Öyleyse pazartesi günü daha dikkatli, daha ağır çalışacağız! Yusuf:

– Oh be, benim her zaman istediğim de buydu. Kendim çalışmıyordum ama çalışanlara şaşıyordum. Benim susuşumu görünce Salih sordu:

– Yanlış mı düşünüyoruz? Yanlış düşünmediklerini söyledim. “Hiç değilse temiz iş yapmayı amaçlıyorsunuz. Bir çok arkadaş bunu düşünmeden o dediğinizi yapıyor. Çalışma konusunda “Destiyi kıran da bir, suyu getiren de!”deyip ortalıkta dolaşanlar yok mu? Sözgelimi Sami Akıncı arkadaşımızın sanat kolunu biliyor musunuz? Marangozlara sorsan “Duvarcı!” diyor, duvarcılara sorsan “Marangoz!”diyor. Kendisine söyleyince gülerek: İkisi de olmaz mı? diye o size soruyor. Yemek zili çalana dek bunları konuştuk. Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, İdris Destan (Uzaklaştırılan Ali Güleren) arkadaşlar Sami Akıncı kadar olmasa da sanat derslerinde hep yan çizdiler. Öğretmenler, bile bile bunlara göz yumdular.

Yemekhane gene tenhalaştı. Bizim masalar dipten kapıya doğru kaydırıldı. Öğleden sonra nöbetçi sınıf dışındakilerin okul alanı içinde serbest olduğu duyuruldu.

Yemekten sonra Yusuf'la satranç oynadık. Yusuf'un hemşerileri çevresini sardı. Rafet Topuz, Haşim Nehir. Bu kez Ahmet Güner de onlara katıldı. Oynarken karışanlara kızıyorum ama Yusuf için kendimi tuttum. Hemşerilerinin Yusuf'u tutuşu güzel bir olay. Bu da Yusuf'un sevimli tavırlar içinde oluşundan kaynaklanıyor. Benim hemşerim Kadir Pekgöz'ün köyünden de dört beş arkadaş var ama hiç birisi Kadir'in yanına yaklaşmıyor. 9 Mehmet'le karşılaşınca kimi kez bundan söz ediyorum. Mehmet Özalp tam açıklamıyor ama açıklar gibi yanıt veriyor:

– Bizim hemşeriler köye gidince canlanıyor. Mehmet böyle söyleyince her defasında takılıyorum:

– Köye gidince hemşerilik değil köylülük canlanır. Hemşerilik köyden ayrılınca başlayan bir duygudur. Mehmet zeki bir arkadaş hemen:

–Bu duygular önce büyüklerde olmalıdır! deyip kestiriyor. İşte Yusuf'la köylüler arasında bu duygu gelişmiş, birbirlerine oyunlarda bile yardıma koşuyorlar. Buna benzer olaylar kardeşler arasında da var. Örneğin Mehmet Yücel arkadaşın kardeşi Namık Yücel, hemen hemen her gün gelip ağabeyini görür. Aynı köyden Küçük Mandirisalının da okulda kardeşi olduğu söylenmektedir. Onu ise bir kez olsun bizim derslikte görmedim. “Var” diyenlere zaman zaman yanıldıklarını söylüyorum:

– Olsa, gelir görüşür! Küçük Mandirisalı söylediklerimi duydu. Bir şeyler söylemek üzere hazırlanır gibi yaptı, vazgeçti. Başını soldan sağa eğerek önüne dönerken dudakları kıpırdar gibiydi. Sanırım içinden benim için birşeyler geçirdi. Amacım onu kızdırmaktan çok, karşılık verirse duyduklarımı söyleyerek, ağabey olarak kardeşine daha yumuşak davranmasını önermekti. Arkadaşların çoğuyla olduğu gibi kardeşiyle de geçinememesinin nedenlerini kendisinde araması gerektiğini vurgulamaktı. O susunca sözü kasıtlı olarak kendime çevirdim. Kardeşim olmadığı için kardeşi olanları kıskandığımı, kardeşlerin çok sevilmesi gerektiğe inandığımı söyleyince Sami Akıncı söze karıştı:

– Ben öyleyim işte 3 kardeşim var üçünü de çok seviyorum. Daha küçükler ama, ilerde onları okutmak için canla başla çalışacağım! İsmet söze karıştı:

– Onlar senin kardeşin olduğuna göre yardımsız da okurlar! deyince Sami, Sabit Soysal öğretmeni örnek gösterdi:

– Sabit Soysal Öğretmen kardeşi Hüseyin Soysal'ı nasıl her gittiği yere beraberinde götürüyorsa ben de öyle yapacağım, bunu anlatmak istedim! Söz sözü açtı, Ömer Tunalı Öğretmenin de kardeşi İbrahim'i öyle okuttuğunu söyleyen oldu. Bu kez de bir uçak kazasında ölen Ömer Tunalı Öğretmeni sevgiyle andık. Ömer Tunalı Öğretmen Türk Hava Kurumu Pilanör Öğretmenliği yaparken şehit olduğundan kardeşi İbrahim'i Türfk Hava Kurumu okutuyormuş, İbrahim arada Hüsnü Yalçın'a mektup yazıyormuş. İbrahim'i seven çokmuş, bu habere hep sevindiler. Küçük Mandirisalı küs küs otururken bu kez doğrudan takıldım:

– Hadi hadi öyle durma! Sana sataşmasaydım bu konuşmalar olmayacaktı. Bir başka zaman da sen bana sataşırsın, arkadaşları böylece hayırlı haberlere kavuştururuz. Mehmet Başaran sözüme kuru bir sesle yanıt verdi:

– Ben kimseye sataşmam! İsmet takıldı:

–O kimseye sataşmaz, arkasından söyler! deyince tartışma başladı. Mehmet Yücel, Yusuf Asıl, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu neredeyse birbirine girdiler. Kimin kimden yana olduğu iyice karışınca Yusuf'un kolundan çekip dışarı çıkardım:

– Geç kalırız, gideceksek hemen yola çıkalım. Yusuf da İsmet'in elinden tutup getirdi üçümüz asfalta çıktık.

Bir süre az önceki tartışma konuşuldu. Artezyene dönünce bu kez eski susuzluk günlerini anımsadık. Artezyen olayını doğru dürüst kavramış değiliz. Su çıktı; sevindik ama bu olay nasıl bir olaydır pek düşünmemiştik. Yeni Bedir'e varana dek onu konuştuk.

Kamber Amcam mısır tarlasından yeni dönmüş. Getirdiği süt mısırlarından bir bölümünü yengem ateşe koymuş, Yemeğim yok ama size mısır yediririm “Çam sakızı çoban armağanı! dedi. Kamber amcam da “Misafir umduğunu değil bulduğu ile iktifa edermiş! diye ekledi. Yusuf İktifa sözüne takıldık. İsmet doğrudan:

-Misafir ne bulursa onu yer! diye düzelti. Kamber Amcam:

-Siz onları okulunuzda düzeltirsiniz!

Biz, birbirimizden ne öğrenirsek onu konuşuyoruz. Yüz tane doğru sözleseniz, biz gene bildiğimizi okuruz. Ne demişler:

-Ustanın adı Hıdır, elinden gelen budur! deyip güldü. Kamber Amcam İsmet'e, yengem de Yusuf'a okulu bitirince ne yapacaklarını sordu. Ben yakın zamanda anlattığım için bana sormadılar. İsmet neredeyse kendi durumunu açıklayacaktı. Daha doğrusu yaptığını yakın zamanda yapacakmış gibi anmlattı. Örneğin sözlü olduğu bir kızla hemen evleneceğini anlattı. İsmet sözünü bitirince yengem Yusuf'a sordu. Yusuf, İsmet'in anlattığı gibi bir hazırlığı olmadığını, şimdiye dek de düşünmediğini söyleyince yengem kaşlarını çatarak:

-İşte bu olmadı! (Beni göstererek) Sen onun gibi kapıda kalma! (Evlenmeyi geciktirenlere köylerde böyle derler) Annen seni ihmal etmiş, ben senin başını hemen bağlarım. (Sözleşecek kız bulacak) Bu kez de bana bakarak Burnunun dibinde senin görmediğin Ceylanımı sana alırım! dedi. Şaşırdım, benim burnumun dibindeki Ceylan kim olabilir. Yengem bunu söyledi, kalkıp mutfağa gitti. Kamber Amcam bir süre güldü, gülerken de öksürdü. Bu arada benim aklıma Röslein geldi:

-Yoksa bunlar da mı bir şey duydular. Duydular da çekingenliğimi mi onaylamadılar? Gibi düşsel kurgulara daldım. Yengem mutfaktan gelince çıkışarak bana :

-Şaka söylemiyorum nesini beğenmedin o kızın? Babası varlıklı, senin eline bakmayacak. Başka kardeşi de yok başına musallat olacak. Güzelliğine güzel, terbiyeli çalışkan bir insan! Kafam karıştı, sordum:

-Yenge kimden söz ediyorsun? Ben onu tanıyor muyum? Kamber Amcam söze karıştı:

-Tanımaz olur musun? Sizin Muhtarın kızı Fatma'dan söz ediyor. Yengen çok beğenir onu. Neredeyse oğlu Mahmut'a peyleyecek! dedi. İyice şaşırdım; Fatma'yı tanıyorum ama o çok küçük, ben ona çocuk gözüyle bakıyorum. Bunu söyleyince yengem gene başladı:

-Küçükler büyüyor, onun yaşdaşları evleniyor. Sen kendini yaşlı sayıp sıranı savdın, işte onun için ben onu Yusuf oğluma alacağım. İsmet gülmekten kırıldı. Yusuf söyleyecek söz bulamadı. Yengem ciddi ciddi bana Yusuf'u köye götürmemi tembihledi. Yusuf oğlum görüp “Eh!” desin ötesini bana bırakın! Bizim köye zaten gideceğimizi, Fatma'yı da göstereceğimi Çavuş Amca ile aramızın çok iyi olduğunu, her gidişimde kendisini gördüğümü; onun da beni iyi tanıdığını anlattım. Kamber Amcam da sık sık muhtarların bir araya geldiğini, onunla çok iyi anlaştıklarını anlattı. Bu arada Kamber Amcam Fatma'nın yengemin akrabası olduğunu da söyledi. Ben de:

-Biliyorum! deyiverdim. Yengem nereden bildiğimi sordu. Bildiğimi kanıtlamak için bir olayı anımsattım. Kamber Amcamlar Yeni Bedir Köyünü 1936 yılında kurdular. Köyün kurulduğu çiftlik daha önce alınmıştı ama evler 1936 yılında oturmaya açılmıştı. İşte o yıl amcamlar ev eşyaları arabalara yüklü olarak bizim köyden geçmişlerdi. Bizim köye geldiklerinde amcamların, köyün muhtarı Hüseyin Çavuş'un evine indiği duyuldu. Bu haber duyulur duyulmaz babam, ağabeylerimi gönderdi. Ağabeylerim döndüğünde yengemin ağır basması nedeniyle bu gece onlarda kalacaklar yarın da bize gelecekler. Gerçekten öyle olmuştu. Ben bunu anlatınca Kamber Amcam:

-Gördün mü hanım, “nerden biliyorsun?” diyorsun (Amcam Yusuf'a bakarak sesini değiştirdi) bilmez olur mu? Koskoca delikanlıydı! deyince Kamber Amcamın ne diyeceğini anladım. Yusuf'u gösterip:

-Yeğen o zaman Yusuf kadardı, diyecekti ama demedi. Bu karşılaştırmadan benim ya da Yusuf'un gücenebileceğini düşündüğü belliydi. Gerçekten de ben o zaman Yusuf'un şimdiki yaşındaydım. Kamber Amcam , Yusuf'a bu kez:

-Allah'tan hayırlısı diyelim yeğen, kısmetin yolu yöntemi engindir! Yusuf utandı, rengi değişti. Bir iki yutkundu ama kendini savunacak söz bulamadı, gözlerini sık sık hepimizin üstünde gezdirerek konuşulanlarla ilgisi yokmuş gibi sustu. Sanırım böyle bir ilgiyi hiç ummuyordu.

Ayrıca bu konuları konuşacak kadar pişkin olmadığından oldukça da utandı. Yengem olayı iyice ciddiye aldı. Bizim köye gideceğimizi söylemiştik. Köye gidip döndümüzde arayı uzatmadan onlara gelmemizi tembihledi. Üçümüz de söz verip neşeli neşeli ayrıldık. Yol boyunca İsmet Yusuf'un karşılaştığı kısmetten söz etti. Yusuf oldukça kaygılı:

-Sakın bu konuşmaları arkadaşlara anlatmayın, kimsenin duymasını istemiyorum! Yusuf'a söz verdik ama gene de kendimizi tutamadık, dersliğe gülüşerek döndük. Derslikteki arkadaşlar, neşemizin nedenini sordular. Köyde sütlü mısır yediğimizi anlattık. Sütlü mısır sözü, birilerinin anılarını depreştirdi. Hemen mısır çalıp ateşte pişirerek yemeyi önerdiler. Bir süre konuşuldu. Yer arandı. Sonunda kamp yeri önerildi. Uzun süre mısır şöleni üstüne sözler edildi, ağızlar sulandı. Tören zili çalınca şölenler bitti. Törene çıkarken Şevki Aydın Öğretmen akordiyonu almamı söyledi. Sil yeni baştan ben gene akordiyon sırtımda merdivenlere çıktım. Şevki Öğretmen ses ayaralaması yaptı. Re. . . . . , do. . . si. . . . Do tonunda karar kıldı. Törenden sonra Şevki Aydın Öğretmenle bir süre konuştuk. Müzik öğretmenleri için akordiyonu bir çok bakımdan övdü. Okuduğu bölümün Başkanı akordiyon çalarmış. Öğrencilere de akordiyonu övütlermiş. Ancak okulda iki akordiyon varmış. Onların da biri orta bölümdeymiş. Onların bölümündeki akordiyonu öğretmenle ancak bir arkadaşları kullanabiliyormuş. Kızılçullu'da da bir akordiyon olduğundan ancak üç arkadaşları yararlanabilmiş. O bunu sözleyince ben:

-Birisi Yaşar Özgün, uzun boylu Yaşar! deyince sordu:

-Sen nereden biliyorsun? İlk gün de söylemiştim her halde unutmuş, Hasanoğlan'a gelen ekipte olduğunu, Hüseyin Atmaca ile , ikisini tanıdığımı, Yaşar'a akordiyonumu verdiğimi anlattım. Yaşar da önce Yüksek Bölüme gelmiş ama 4 ay sonra öğretmenliğe dönmüş. Şimdi bir başka arkadaşları akordiyon çalıyormuş. Şevki Öğretmenin konuşmasında kendime göre bir sonuç çıkardım:

-Akordiyonu benden almak isteyebilir! O istemeden ben verirsem daha iyi olur! diye düşündüm. Bu düşüncemi hemen söyledim:

-Akordiyonu bırakmak istiyorum! dedim. Önce “Niçin? ”diye sordu. Aklımdan geçenleri anlatınca, kesinlikle karşı çıktı. Akordiyonu bıraktığım yerden alıp kapının dışına çıkardı:

-Akordiyon çalmak istesem öteki akordiyonu kullanırım ya da onu sana verir bunu alırım. Ancak böyle bir niyetim yok! deyince inandım, içim rahat olarak akordiyonu alıp ayrıldım.

Yemekte, derslilkte düşlenen mısır pişirme işi uzun uzun konuşuldu. Konuşulanları çocukça buldum. Neden gündüz değil de gece? Gece kimse görmezmiş. Ateş yakılınca, ateş ışığının gündüzden daha kuşkulu olduğunu, ateşi görenin ateşle daha çok ilgileneceğini söyledim. Bizim düşlerimizi bozuyorsun! diye bana çıkıştılar. Yusuf'un da onlara katıldığını görünce Yusuf'a:

-Sen de mi Brütus? dedim. Yusuf gülüp sustu. Bu kez de Mehmet Aygün kuşkulandı:

-Yusuf'u korkutmuşsun, aranızda ne var? diye sıkıştırmaya başladı. Yusuf bir süre durduysa da sonunda bana:

-Sakın söyleme deyince, olay söylenmiş ölçüsünde ilgi topladı:

-Aranızda ne var?

Derslikte yarınki çalışmalardan söz açıldı. Sami Akıncı'ya Sınav günleri soruldu. Sami Akıncı bilmediğini söyleyince Kadir Pekgöz:

-Biliyor ama söylemiyor! deyince Sami Akıncı sinirlendi, Kadir'e munafıklık etme! dedi. Kadir de:

- Munafıklığı sen yapıyorsun, yöneticilerin çevresinde bir çok şeyi öğrenip faydalanıyorsun! deyince başkaları da söze karıştı. Kadir'e çatanlar oldu, “Kadir doğru söyledi!”, diyenler de çıktı. Eğitimbaşı gelince konu kapandı. Eğitimbaşı konuşmalarımızı dinlemiş gibi:

-Tarım haftanızı geçirdiniz, bu hafta da sanat haftanız, hayırlısiyle bunu da geçirince sizin sınav günlerinizi saptayacağız. Yarın temmuzun 19'u. 25 temmuzda, bir iki gün ara verir sınavları başlatırız. Kaç dersten sınava gireceksiniz biliyor musunuz? diye sordu. Bir iki cılız ses çıktı:

-10, 11, 12. Eğitimbaşı gülerek.

-Müfredat prgramınıza göre tamı tamına 26 dersiniz var. Bunların birini ikisini birleştirebiliriz. Bunu yetkili makamdan sorduk. Gene de en az 20 ders toplanacak. Bir gün ara versek 40 gün eder. Her güne bir sınav koysak olur mu? Ne dersiniz? Eğitimbaşı güldü. Doğrusu bu işi tam olarak biz de bilmiyoruz. Önümüzde bir yığın iş var, MilliEğitim Bakanlığı bunları bizden istiyor. Sınavlar için de açıklayıcı yazı bekliyoruz. Az önce söylediklerimi öteki okulları örnek alarak söyledim. Bizim okulda sınava 30 gün, 40 gün ayrıp iş yürütülemez. Kesinlikle bunu en aza indirmek gerekir. Arkadaşlar, öğretmensiz geçen dersleri sordular. Örneğin matematik, Almanca, fizik derslerinden sıknava girilecek mi? Eğitimbaşı “Elbette! diyerek girileceğini söyledi. Ben de, Son sınıfta okutulmayan dersleri, Coğrafya, Yurttaşlık Bilgisi; Kimya, El yazısı, Beden Eğitimi derslerini sordum. Bunları geçmiş sene geçtiğimize göre girmeyeceğimizi anlattı. Eğitimbaşı çıkınca üzüldüğümü söyledim, arkadaşlar ilgiyle sordular:

-Neden üzüldün? Son sınıfta Beden Eğitimi okumadığımıza göre ondan sınav olmayacak. Dolaylı olarak Milli oyunlardan da olmayacaktır. Oyunlara baştan beri karşı olanlar bundan kurtuldular demektir. İşte buna üzüldüm. deyince Mustafa Saatçı, İsmet Yanar, Fettah Biricik kalkıp oynamaya başladılar. Bu üçü, oyunlara karşı olanların en inatçılarıydı. Onlar böyle olduğunu bilmediklerinden hep çekiniyorlarmış. Öteki karşıcılar da onlara katıldı, derslik birden neşeli bir havaya dönüştü. Bu durumdan hoşlanmayan benim gibi iki arkadaş; Yusuf Asıl'la Ahmet Güner kartşılşıklı bir süre bakıştılar.

Yeğenim İsmet, benim sinirlendiğimi bildiği için işi şakaya döktü.

-Dayı, sınavlarda oyunlardan gene paçayı sıyırdık, bakalım müfettişlerden yakaları nasıl kurtaracağız? İsmet böyle deyince, salt ona değil hepsini kaposayacak bvir yan ıt düşünürken Ahmet Güner benden daha çok kızmış olacak:

-Siz onları da atlatırsınız, ne var yani müfettişler gelince gene böyle kalkar karılar gibi göbet atar, bizim oyunlarımız bunlar dersiniz! Demeye kalmadı bir kaç kişi birden Ahmet Güner'e çıkışınca, hazırladığım sözü bırakarak:

-Söyleyeceğiniz dözünüz varsa İsmet'e söyleyin, arkadaş size değil İsmet'e söyledi. İsm et konuşmasaydı arkadaş kimseye bir şey demeyecekti! deyince konu yön değiştirdi. Önce Sami Akıncı:

-Oyunlar sınavda sorulmayacak demek, yönetmeliklerden de kaldırıldı demek değil. Onlar gene yapılan teftişlerde istenecek! Bu kez de Halil Basutçu:

-Hadi bakalım, şimdi de bunun için kalkıp oynayın! Yusuf bir şeyler söylemek üzereyken, elinden tutup yengemin önerisini anımsattım. Yusuf yumuşayıp gülümsedi. Yusuf kesinlikle öyle bir işin olmayacağını bile bile gene de konuşulmasını istediğini saklayamadı. Bana:

-Şu işin doğrusunu bana anlat, kim o kız? deyince, Ahmet'e baktım. Yusuf, Ahmet'i arkadaş olarak bildiğini, onun yanında konuşabileceğimizi söyleyince ben olayı bildiğim kadarıyla açıkladım. Kamber Amcamlar ailece bizim köyde bişr çok kimselerle yakından uzaktan ilişkili. Köy kurulurken, Bulgaristan'da bulunan AMUCALAR'ın dört köyünden gelenler olmuş. Kaybılar (Gaipler) Belenören (Belevren) Karaballar (Karaabalılar) Ahmatlar (Ahmetler). Bu dört köyde kalanlar da sonra sonra göçmüşler. Ancak sonradan göçenler bizim köyde olduğu gibi bir köye değil o zamanki büyük Edirne ilinin değişik yörelerindeki köylere dağılmışlar. Babamın eski köyü olan Belenören(Belevren-Belviran-Belören de denir)den tam 22 köye göçen olmuş. Babam bunları zaman zaman sayar. Zaman zaman da yazıp yazmadığımı benden sorar, aklımda kalanları da saydırdığı olur. İşte bu göç dağılımı nedeniyle akrabalarımız uzak-yakın bir çok köyde bulunmaktadır. Bizim ailede olduğu gibi başka ailerlerinde durumu bize benzer. Yengem de Amucalar'dan oılduğu için onun tarafında olan bizim köylüler vardır. Bunlardan biri de bizim köyün muhtarı Hüseyin Baştürk. O kendisi ya da eşi yengemin akrabalarındandır. Bu akrabalık nedeniyle gelip-gitmeleri olur. Yengemin yakından ilgisi bu nedenledir. Yengemin anlattığı gibi, benim de çopk saydığım Hüseyin Baştürk, benim dilimce Muhtar Amca, uzun savaş yıllarında çile çekmiş, Arnavutluk'ta başlayan askerlik süreci Sarıkamış kıyamından sonra da Afyon-İzmir arasını tüfek omuzda yürüyen kahramanlar arasında bulunduğundan İstiklal Madalyası taşıyan bir kahramandır. Salt Köyde değil geniş çevrede saygınlığı olan bir kişidir. Köyümüz 1904 yılında muhtarlık olmuştur. Köyüm muhtarlığını 1923 yılına dek tam 19 yıl babam yürütmüş, 1923 yılınca Hüseyin Amcaya devretmiştir. O da bu görevi, günümüze dek sürdürmüştür. (20 yıl)Muhtar Amcanın tek çocuğu olmuştur. Yengemim çok övdüğü, güzel bulduğu Fatma işte budur. Fatma, benim yaşıma göre küçük sayılmakla birlikte Yusuf için biçilmiş kaftandır. Sanırım ya yaşıt ya na bir-iki yaş falan küçüktür.

Yusuf dikkatle dinledi, birden “Çık!” deyip kalktı, “Benim aklın yatmadı bu işe!” deyip yüzüme baktı. Şimdiye dek öyle bir işi hiç düşünmediğini, gidebilirse okuyacağını, ncak böyle bir konuşmadan sonra bizim köye gitmekten de vazgeçtiğini öyledi.

Köye gitmekten vazgeçmesine üzüldüm ama öteki işin olacağını ben de pek düşünemiyordum. Çavuş Amca biliyorum eve bir damat getirecek. Damadın bir öğretmen olmasını ister mi? Öğretmenler sık sık yer değiştiriyor. Çavuş Amca bir tanecik kızını öğretmen arkasında gezdirir mi?

Yatınca bir süre gene bunu düşündüm. Çavuş Amca onca yer gezmiş, şimdilerde de oldukça varlıklı. yüzlerce koyunu, keçisi, tarlası var. Hiç değilse Lüleburgaz'da rahatça oturabilir. Nedense bunu istemiyor. Konuşmalar arasında sık sık:

-Bizim kısmetimiz burda gösterilmiş! diyerek, benim düşündüklerimi aklından çıkardığını gösteriyor. O nedenle ben Yusuf'un kararına şaşmadım. Köyde yaşanacaksa Yusuf kendi köyünde yaşar. Koskoca bir köy, kasaba gibi, Ne yapsın Çeşmekolu'yu? . . . .

Herkesin köyü kendine! deyip gözlerimi kapadım. Fatma'yı anımsamaya çalıştım. Kesinlikle güzel bir kız. Ne var ki, Çavuş Amca, sık sık yaptığı gibi bıyıklarını burarak düşlediğim Fatma'nın yanında duruyor. Bana da boyun kırıp uzaklaşmak düşüyor.

 

19 Temmuz 1943 Pazartesi.

 

Kapıdan çıkarken Yusuf koluma girdi, doğru konuşmam için söz aldı. Arkasından da yengemin sözünü ettiği kızı sordu. Okuldakilerle karşılaştırmamı istedi. Okuldakilerin hepsinden güzel olduğunu anlattım. Ancak kızın ilkokul 3. Sınıfa dek okuduğunu, bunun çok önemli olduğunu, yengem ise hiç okula gitmemiş, bunu ona söyleyemediğimi anlattım. Ayrıca Çavuş Amcanın tek çocuğu olduğunu, onu dışarıya vermeyeceğini, kesinlikle içgüveyisi isteyeceğini, bu nedenle bizlerin sözü bile edilemeyeceğini söyledim. Yusuf üzüleceği yerde sevindi. Nedenini açıklamadı ama sevindiğini güleç yüzle söyledi. Besbelli, düşler kurmuştu. Koluma girdi bu kez de akşamki benim üzüntüme katıldığını anlattı. Milli oyunların sınav konusu olacağını bekliyormuş, olmadığını duyunca pek önemsememiş ama oyunların aleyhinde konuşanların işine yaradığı için üzülmüş. Bu kez de ben:

-Onlar kurtulmuş değil, oyunların öğrencilere öğretilmesi onlardan istenecek. Buraya gelen Kırklareli İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel bizim derslikte konuşurken bunu bastıra bastıra söyledi. Aynı müfettiş bizim köyün Eğitmeni Mustafa Ağabeye sık sık geliyor. Oyunları Mustafa Ağabeyden bile istiyor. Benim okulda olduğum bir gün benden rica ederek Mustafa Ağabeye öğretmemi istedi. Söz verdim, Timurağa ile Arpazlı'yı Mustafa Ağabey'e öğrettim, yapılan hareketleri de inceden inceye yazdım. Mustafa Ağabey Eğitmen Kursunda Harmandalı'yı öğrendiği için Arpazlı'yı kolay kavradı. . Sen bizim arkadaşların şimdiki sevinçli durumlarına aldırma, onların bu umursamazlıklarının hesabı ilerde okullarına Müfettişler, Gezici Başöğretmenler gelince sorulacağı gibi zorlayıcı haptırımlarla da karşı karşıya kalacaklardır.

Kahvaltıda yeni yeni olasılıklar öne sürüldü, Tarım binası yenilenecekmiş, bugün ona başlanacakmış. İki öğretmen evi daha yapılacakmış, ayrılmadan önce onların birini bize yaptırmak istiyorlarmış. Hiç beklemiyorlardı, ben:

-Çok iyi olur, bina yapmayı unutmuştuk, bilgilerimizi tazeleriz! dedim. Şaka söylediğimi söyleyen oldu. Söylediğim şaka değildi, gerçekten Hasanoğlan'dan döndükten sonra bizim sınıf toplu olarak bir inşaatte çalışmadı. Geçen yılki öğretmen evleri öteki sınıfların yardımıyla tamamlandı. Yatakhane de öyle. İnşaatte çalışmadık demek istemiyorum, sınıfça bir arada çalışmadık. Örneğin 1939 yazında 30 arkadaş tüm yaz boyu birlikteydik. Ondan sonra aramıza iyi fena başkaları da karıştı. Hilmi hemen karşı durdu:

-Otuz kişiyle bir ayda bina yapılır mı? Yanıtladım:

-Yapıldığı kadar, ancak tüm arkadaşlar bir arada çalışmış olur, bir birimizin ne denli ustalaştığını görmüş oluruz. Yusuf bana takıldı:

-Sen sanırım Hilmi'nin işlerini görmek istiyorsun. Bizim işlerimizi her gün gördüğüne göre; tek görmediğin burada o! Hilmi bu söze alındı:

-Şurda bir ayımız kaldı, bıktım şu sizin Hilmi deyişinizden. Bazen “Başınıza Hilmi kadar taş düşsün demek geliyor içimden. Gene de ben insaflıyım bunu demeye dilim varmıyor. Arkadaşlar, sözden çok “Hilmi kadar taş!”ın nice bir nesne olabileceğini dile doladılar. Bu taşın nerelerde bulunabileceğini, başımıza nasıl atılacağını, büyük bir taşın mı hepimizi ezeceğini yoksa Hilmi tarafından yedi parçaya mı bölünreceğini, ayrıca taşlar bölünecekse eşit mi olacı üzerine bir süre konuşuldu. Konuşmalara katılmayan Harun Özçelik birden Marangozluk bölümüne geçtiğine sevindiğini söyledi. O bölümde olduğu için birine kızınca taş düşmesini dilemediğini dilerse kereste dileyeceğini, bölmek gerekince de milimi milimine bölüp herkesin kafasına eşit tahta düşeceğini anlattı. Herkes susmuş dinlerken Hilmi kıkır kıkır gülmeye başladı. O çok tekrarladığı sözü tekrarladı:

-Ulan oğlum siz adamı deli edersiniz. Ben de başkasından duyduğum bir sözü söyledim. Herkes böyle bir sözü söylüyor, onlar hep taş mı atıyorlar? Benim anam da söyler bunu. dedyince verdiği sözü anımsattılar:

-Ana değil anne, sen artık öğretmen sayılırsın! denince Hilmi sevinerek sordu:

-Sahi ben öğretmen olacak mıyım? ”Oldun bile, biz seni öğretmen yaptık:

-Buyurun Hilmi Öğretmen, buradan geçin! deyip Mehmet Aygün yol gösterdi. Yemekhaneden çıktık. Marangozlar kendi Duvarcılar kendi atölyelerinde toplanacak! Arkadaşlardan biri bunu tekrarladı. Aramızdan ayrılan Hilmi bir süre durdu:

-Affınıza mağruran bir yanlışı düzeltebilir miyim? Düzeltebilirsin ama önce sen kendi yanlışını düzelt:

-Affınıza mağruren olacak! Hilmi aldırmadan:

-Bizim kolun adı duvarcılık değil Yapıcıktır. Biz salt duvar örmeyiz, bir yapının tüm işlerini görürürz. Hilmi kendi yanlışını unutur gibi yapınca uyardılar:

-Mağruren daha doğrusu affınıza sığınarak! Bu kez Hilmi dikeldi:

-Kim? Ben mi sizin affınıza sığınacağım? Bunu demem; asla demem! diyerek gitti.

Atölyede toplandık. Az sonra Halis Öğretmen geldi. Bizim dört kişilik grubu ayırarak:

-Siz işinizi bitireceksiniz, devam! deyip ötekilere döndü. Onları da iki gruba ayırdı. Bir gruba ranza işi verdi öteki gruba da sıra işi. Ayrıldığımız için konuşmaları tam anlamamış yorumlar yapmıştık. Öğrenci artacakmış, 29 ayrılan yerine gene 29 değil 200 belki de 300 öğrenci alınacak, gibi sözler duymuştuk. Bu duyuntular üzerine yorumlar yaparak petek çerçevesi işini sürdürdük. İşimizin sandığımız ölçüde kolay olmadığını kısa zamanda anladık. Peteğin alt çitasını geçme yapmakta oldukça zorlandık. Ellerimiz alışana dek fazla kestiğimizi söylediğimiz çitaları bitirdik. Bir yandan da bir yerlere ayrılan öteki arkadaşların geri gelmemelerini merak ettik. Ranza ya da sıra yapacaklarsa burada yapacaklar, başka atölye yok!

Öğle yemeğinde durumu öğrendik:

-Arkadaşların sıra, ranza yapacağı doğruymuş. Ancak önce kullanılmaz ya da özürlenmiş sıraları, ranzaları onarık sonra da yenilerine başlayacaklarmış. Kısacası yarın bizimle atölyede olacaklarmış. Mehmet Aygün şaşırmış gibi sordu:

-Bu kızlar çok mu atlayıp zıplıyorlar ki tüm ranzaları bozmuşlar? Yusuf dikkat kesildi. Ancak Mehmet Aygün ranzaları anlatırken üçlü olarak söyleyince anladım, bu bir şaka. Kızların ranzaları ikilidir. Salih de Yusuf gibi anlatılanlara katıldı:

-İyi ya siz de bu kez daha dayanıklısını yaparsınız. Söz hangilerinin ranzaları daha çok bozulmuş derken üçlü gruplar yapılmaya başlandı:

Sazan, SS, H. Ya da N . G. Ö denince duramadım:

-Benim bildiğim sizi yanlış yere sokmuşlar. Ali Şen, Muhsin Önel, İbrahim Öznal'ın yattığı ranzadan söz ediyorsunuz. (En kilolu arkadaşlardan üçü.) Sözünü ettiğiniz yeri görseydiniz oradaki ranzaların ikili olduğunu öğrenecektiniz! deyince kahkahayı bastılar. Şaka böylece bitti ama onların, bizce bilinmeyenli işleri de bilinir oldu.

Öğle dinlencesinde Yusuf'la satranç oynadık. Talat Tarkan Öğretmen geldi. Arada gelip öğrencilerle özellikle de Tevfik Uğurlu ile, Cavit Kafkas'la satranç oynuyormuş. Boş takım olmayınca oyununu bozan çocuklar Talat Tarkan Öğretmene yer verdiler. Talat Tarkan Öğretmen bana bakarak:

-Usta burada, bize bir iki takım hazırlasın! dedi. Sözgelişi söylendiğini sanarak:

-Kolay, hemen yaparız! dedim. Arkasından oyunlar, yenenler yenilenler derken zil çaldı.

Atölyede işimizi sürdürdük. Paydosa yakın Halis öğretmenle arkadaşlar geldi. Halis öğretmen sıra ya da Ranza onarımı için Hüseyin Orhan'la Recep Kocaman'ı ayırdı. Öteki arkadaşlar yeni yapılacak sıra-ranza işine başladı. Halis Öğretmen bana:

-Satranç için söz vermişsin, Talat Öğretmen ivedi istiyor! dedi. Olayı anlattım, ivedi sözü vermedim! dedim. Halis Öğretmen:

-Önemli değil bunu bitirince elbirliği ile onu da yaparız! deyip geçiştirdi. Öğretmen ayrılınca Salih Baydemir bir öneride bulundu:

-Öğretmen izin versin, aralarda ben çalışır satranç tahtalarını yaparım. O kaplama işini hep denemek istiyordum zaten! deyince Harun Özçelik de Salih'e katılacağını söyledi. Arkadaşlar kaplamadan söz edince biraz şaşırdım:

-Ne kaplaması, siyah beyaz renklerle boyanmayacak mı? Harun:

– Öylesi de var, onlar kolay. Düz tahta çizip boyanacak; cumartesi günü öğleden sonra bile yapar, veririz. Ancak, kutulu olan biri var, sen onu görmemişsin; cilalı, kaplamalı güzel bir şey! Biz ondan yapmak istiyoruz. Tutkal, cila işi olduğundan en az iki gün alır. Böyle konuşulunca satrancın isteklisi arttı. Sonunda hepimiz Halis Öğretmenden izin alıp birer satranç takımı (Tahta-kutu) yapmaya karar verdik. Geçmiş yıllarda Tahta bavul yapmayı satarlıyorduk. Ancak, daha hafif meşin bavullar çıkınca tahta bavuldan vazgeçtik, hiç değilse birer satranç takımı yapalım. İzin almış gibi kutu şekilleri çizildi. Tahta ayrı kutu ayrı düşünüldüğü gibi, tağta büyüklüğünde 10 cm. Yükseklikte de önerildi. Buna kesin karar veremedik. Halis Öğretmen bir sınır koymazsa kutu olarak yapacağız. Birlikte çıkıp Futbol alanına gittik. öğretmenler de oynuyor. Fahri Tosili Öğretmenle Mustafa Ersoy Öğretmen karşılıklı itiş kakışa katılıyorlar. Arkadaşlar kaldı, ben dersliğe döndüm. Başkaları oynarken kenardan onlara bakmayı sevmiyorum. İki yıl önce Ankara'da izlediğim futbol maçını çok sevmiştim. (29 Ekim 1941, bir İngiliz takımı ile yapılan maç) Onlar koşuyorlar, topu kapıp b aşkasına atıyorlar. Genelde bir birinden uzakta duruyorlar. Karşıasn bakınca rahat gözleniyordu. Buradakilerin hepsi topun arkasında koşuşup duruyor.

Derslikte bir kaç arkadaş yeni bir konuymuş gibi sınavları konuşuyor, olasılıklar ileri sürüyorlar. Köye gidecekler için kurnazlıklar öneren de çıkıyor:

– Çift için verilecek hayvana ne gerek var? Babanın hayvanlarını göster, parasını al! Arkasından da kıs kıs gülmeler. Söze karışıp karışmamayı düşünürken Sami Akıncı benim yerime konuştu:

– Eller aptal sen akıllı, o işleri yapan görevliler buna göz yumar mı? Burada beş yıldır çalışıyoruz, gidip kilerden ötekilerden farklı bir şey yedin mi? Yedirdiler mi? diye sordu. Konuşanlar arasında yeğenim İsmet vardı. Ben de ona takıldım:

– Ev yerine sizin evin bir katını göster. Böylece evden de ayrılmamış olursun. İlginçtir; az önce boş boş konuşanlar hiç incinmediler, benzer kurnazlıkları şaka yollu sürdürdüler.

Çocuk Kalbi'ni okumayı sürdürdüm. Çocuk tüm arkadaşlarını, belli özellikleriyle anlatıyor. Bunu herkes yapabilir mi? Yapan da olur yapamayan da. Ben bunlardan çok, çocuğun yazdığı Aylık Öykülerine şaşıyorum. Bunlardan bir tanesi de bir çocuğun hastanede yatan babasını görmeye giden çocuğun yanlışlıkla bir başka hastaya götürülmesi sonucu çocuğun takındığı tavır:

Tata'nın Hasta Bakıcısı

(Tata-Baba)

Baba hastalanıp hastaneye yatar. Bir süre sonra çocuk babasını görmek üzere hastaneye gider. Hastanedeki görevli çocuğu yanlışlıkla bir başka hastaya götürür. Çocuğun götürüldüğü hasta çok bitkin, neredeyse ölmek üzere bir ihtiyardır. Çocuk, babasının bu durma düştüğünü sanarak sarılır, öper, elini tutar tüm içtenliğiyle etrafında döner. Suyunu verir, konuşur. Uzun süreden beri yatağında ilgisiz yatan ihtiyar, çocuğun bu ilgisinden güç alıp sevgiyle ona bakar. Söz söyleyemez ama gözleriyle duygularını anlatır. Çocuk da ayırdına varmıştır ne denli ilgi gözterirse Tata o denli hoşnut olmaktadır. Çocuk giderek yaklaşımını arttırır. Görevliler de durumu gözlerler. Hasta, çocuk geldikten sonra başkalaşmıştır. Aradan 4-5 gün geçince yanlışlık ortaya çıkar. Tata çocuğun babası değildir. Gerçek baba çıkar gelir. Baba oğul buluşup kucaklaşırlar. Baba iyi olmuştur, oğlunu alıp gidecektir. Ancak çocuk hemen gitme sözünü duyunca duraksar. Hasta ne olacak? Baba çocuğun duygularını anlar, onun hastanede kalmasına razı olur. Çocuk hastanın başında kalır.

Öyküyü kapatınca uzun uzun düşündüm. Bunu bir çocuk yazamaz. Birden kendimi toparladım, kitabın anlatış etkisinde kalıyorum. Kitabı bir yetişkin yazdığına göre doğal olarak çocuk yazmadı. Ancak böylesi bir öyküyü çocuk yazabilir mi? Yazamasa, yazar yazdığını söyleyebilir mi? Rüzgarlı Bayır adlı iki cilt kitabı yazanın da çocuk olmasa bile çok genç birinin yazdığını okumuştum. (Emily Bromte)

Kitap okuduğumu görünce Hasan Üner yanıma geldi. Bana kitap okumayı özendiren Hasan son zamanlarda kitabı bırakıp futbola sarıldı. Birilerinin önermesine inanmışlar, sözüm ona futbol oynarlarsa boyları uzayacakmış. Salt Hasan değil, Bekir Temuçin başta olmzak üzere sınıfın boysuzları paydos zili çalınca soluğu futbol sahasında alıyorlar. Hasan'a kitabı gösterdim. Güldü:

-Seni kurnaz seni, Eğitimbaşının gözüne gireceksin değil mi? İçimden:

-Girsem ne olacak? diyecekmiş gibi bir yanıt düşündüm ama gene de Hasan'a, onun beklediği türden bir yanıt verdim:

-Yüksek Bölüme gitmeyi çok istiyorum, Eğitimbaşının gözüne girersem belki yardımı olur. Ayrıca, bu sıra yapacak pek işim de yok gibi. Akordiyon çalacak bir köşeyi ancak atölyede bulabiliyorum. Atölyede ise, sizlerle tüm gün birlikte olduktan sonra yalnız kalıp çalışmak oldukça kasvetli geliyor bana, dedikten sonra okuduğum kitapta anlatılan çocuklardan birini kendime, birini Sami Akıncı'ya birini de Hasan'a benzettiğimi söyledim. Kendimle Sami'yi gerçekten benzetmiştim ama Hasan konuşurken aklıma geldi. Hasan önce Sami'yi sordu. Sami sorusu kolaydı, hemen her yıl sınıf birincisi olan Derossi aklıma geldi. Derossi'nin çalışkanlığını, öğretmenine, arkadaşlarına karşı davranışlarını anlattım. Hasan bu kez de bana benzeyeni sordu. Güldüm; gülüşüm beni soruşuna değil, arkasından sözü kendine getireceği besbelliydi:

-Yooo, sana, bana benzeyenleri; al kitabı sen seç! deyip sözü kestim. Hasan kitabı bitirince alacağını söyleyip ayrıldı. Bu kez de sözümün az da olsa doğrulanması için iki benzer seçmek için kitabı baştan karıştırmaya başladım. Çocukların tavırlarından bir benzerlik kuruyorum ama, onların içinde bulunduğu ortamla bizim çevremiz kesinlikle çok farklı. Örneğin Hasan'a kimi yönleriyle uyabilecek olanı, kitabın gerçek kişisi Enriko. Ne var ki Enriko, anne-babasıyla birlikte yaşıyor, olaylar içinde sürekli onlarla birlikte. Oysa Hasan'ı ben tek olarak tanıdım, öyle değerlendirdim. O nedenle Hasan'a bunu inandırmak kolay olmayacak. Gerçekte Sami benzetmesi de çok yönlü benzetme değil, tür şekil benzetmesidir. Sami bizim sınıfın en çalışkan öğrencisi, Derossi de o sınıfın çalışlanı. Başkaca bir ortak nitelikleri yok. Onların içinde bulundukları ortamla bizimkini karşılaştırmak ise kesinlikle olası değil. Bunları düşününce Hasan'a karşı kendimi savunacak gerekçelerim olacağına sevindim. Bir başka sevincim daha oldu o da: Söylediğim sözün nerelere dek gidebileceğini düşünüp baştan önlem alma alışkanlığımın gelişip kökleşmesidir. Türkülerde de söylendiği gibi, hesapsız kitapsız konuşanlara çok defa karşısındakiler soruyorlar:

-Sen bu işin sonunu düşünmedin mi? Arkadaşlarla sık sık tartışmalara giriyorum ama şimdiye dek yüzümü kızartacak bir yanılgıya düşmedim. Babamın çok tekrarladı bir söz vardır:

-Söylediğin sözün kitapta yeri olmalı! Babam kitap okumaz, onun demek istediği belki dinsel düşüncelerden gelen bir inançtır ama öyle de olsa genel olarak yerinde tekrarlanan bir sözdür. Okuduğumuz tüm derslerin vermek istediği de budur. Bildiğinin, bildiğini söylediğinin, yaptığının, yapmak istediğinin, gelecekte de yapacağının, yaptırmak isteyeceğinin kitapta yeri var mı?

Yatınca bir süre kitaptaki çocukların karşılıklı konuşmalarını, bir birine takılmalarını anımsadıkça çok uzaklara, ilkokul günlerime gittim. Kitapta yeni gelen bir öğrenci şöyle tanıtılıyor:

Öğretmen, dün akşama doğru, bize bir süre için koltuk değnekleriyle yürüyecek olan zavallı Robetti'den söz ediyordu. Bu sıra Müdür yeni bir öğrenciyle birlikte sınıfa girdi. Bu, esmer yüzlü, siyah saçlı, hemen bir biriyle birleşmiş gibi görünen siyah kaşlı, iri ve manalı kara gözleri olan bir çocuktu. Koyu renkli elb isesi, , siyah deriden bir kemerle belinden sımılmıştı. Müdür, öğretmenin kulağına bir şeyler fısıldadı ve sonra korku dolu iri siyahgözleriyle etrafına bakınan çocuğu bırakıp gitti. Öğretmen çocuğun elinden tutarak bize doğru şunları söyledi:

Sevinmelisiniz çocuklarım! Bugün okula buradan beşyüz mil uzakta bulunan bir kentimizden bir arkadaşınız geldi. Bu yeni arkadaşınızı sevgiyle aranıza alın! diyor. Bu arada başka bilgiler verdikten sonra çocuğu sınıfın en çalışkan çocuğuyla tanıştırıp öpüştürür. Böylece yeni gelen öğrenci güvenilir bir arkadaş gözetiminde sınıf arkadaşları arasına katılır.

Ben de bir köyden başka bir köyün okuluna gitmiştim. Nasıl gittiğimi bugünmüş gibi anımsıyorum. Gittiğim okulun Başöğretmeni beni alıp sınıfa götürdü. Tıpkı kitapta anlatılan gibi Başöğretmen sınıf öğretmenine bir şeyler söyleyip ayrıldı. Ders anlatan öğretmen bana şöyle bir baktıktan sonra.

-Bak arkalarda bir boş yer bul otur! dedi. Dar, oldukça uzun bir derslikti. Öğrenciler iki sıra dizisi oluşturmuş, ikişer ikişer oturuyordu. En arkaya dek yürüdüm, baktığım sıralar hep doluydu. En arkadaki sıra boştu, oraya oturdum. Zil çalınca herkes bağırıp çağırmaya başladı. Çıkanlar itiş kakış dışarı çıktılar. İçlerinde bana acıyarak bakanlar oldu ama hiç biri bana, “Sen kimsin?” demedi. Aralarına girmekten çekindim. Ancak korkmadım, ilk bakışta içlerinde en güçlülerden biri olduğumu anlamıştım. Ancak, yanlış bir harekette bulunmak istemiyordum. Öğretmenin benimle ilgileneceğini umuyordum. Öğrenciler gene gürültü patırtı içinde dersliğe döndüler. En arkada olduğum için bana bakan pek olmadı. Arka sıralardan bir iki geveze bana bakarak, sözde bir birlerine söylüyormuş gibi sataşıcı söz söylediler. Öğretmen gelince fazla bir değişiklik olmadı. Öğretmen susmaları için korkutucu sözler söyledikten sonra tahtaya birşeyler yazıp öndeki öğrencilere okuttu. Okuyanlara bol bol aferinler çekti. Yanlış söyleyenlere bağırıp çağırdı. Öğretmenin bağırıp çağırması sırasında iki ad öğrendim. Süleyman, Mehmet. Öğretmen, yüksek sesle sık sık:

-Gene olmadı Süleyman, gene yapamadın Süleyman! Seninle ben ne yapacağım Süleyman? Arkasından da:

-Aferin Mehmet, çok güzel Mehmet, otur Mehmet, kalk Mehmet. Gene ziller çaldı, dersliğe girildi çıkıldı. Bir de baktım zilin birinden sonra herkes çantasını kapıp sokağa fırladı. Derslikte yalnız kalınca ben de ders aracı olarak getirdiğim defterimi, kalemimi, silgimi küçük bez torbama koyup köyün yolunu tuttum . Köyümün yolu üstünde oynaya oynaya evlerine giden öğrenciler vardı. İçlerinden biri bana laf attı:

-Köye yalnız mı gideceksin? Başımla “Evet!” anlamına gelecek bir işaret ettim. Bu işaretten sonra öteki çocuklar birden çevremde toplandı:

-Yalnız mı gideceksin? Korkmuyur musun? Ben de bu soruyu bekliyordum. Hemen kendimi topladım:

-Ne var, neden korkacak mışım? diye, ben de onlara sordum. Yanıt beklemeden, kendi köyümün okulunu (3 sınıflı) iki yıl önce bitirdiğimi, iki yıldır kırlarda dolaştığımı, Lüleburgaz'a yalnız gittiğimi, bu köye ise her zaman yalnız geldiğimi anlattım. Bu yetmedi; bu kez de:

-Neden korkacağım? diye sorumu geneledim. Çocuklar bu kez de birer ikişer korkulacak adlar sıraladılar. Kurt, tilki, köpek, yılan... Ben hemen, daha önce çok kurt gördüğümü, kurtların insanlardan kaçtığını anlattım. Çobanlardan, ağabeylerimden duyduklarımı benim başımdan geçmiş gibi anlattım. Hem konuşup hem yürüyoruz. Bir de baktım ki, beni dinleyenlerin çoğu evlerini geçip benimle köy dışına dek geldi. Konuştuklarımın ikisi ise bana adlarını sözledi, benim adımı sordu. Osman, Zihni. Onlardan ayrılınca birden neşelendim. Okuldayken kara kara düşünmüştüm:

-Eve gidince günümün nasıl geçtiğini soraralarsa ben ne diyeceğim? Bu kaygım birden dağıldı:

-Soranlara bunları anlatacağım. Üstelik iki de candan arkadaşım olmuştu. Adlarını öğrenmem, can dan arkadaş dememe yetmişti. Osman adını çok duyduğum için pek yadırgamadım, Kızılcıkdere'de Osman Dayı, dediğim bir de akrabamız var, Zihni adını ilk kez duyduğum için duraksadım. Oldukça kuşkulu bir durumda olduğum için Zihni'ye dik dik baktım. Bu ad bana çok yabancı gelmişti. Bakışımdan mı yoksa başka bir nedenle mi? Zihni, kardeşi Mehmet'in bu yıl 3. sınıfta okuduğunu, çok güçlü olduğunu, benimle güreşebileceğini söyledi. Zihni bunu o zaman neden söylemişti? Bunları düşlerken elektrikler söndü. Saat 24'oo kendimi toparlayıp gözlerimi yumdum.

 

20 Temmuz 1943 Salı

 

Akşamki düşler beni yormuş olacak, zili duymadım. Hasan Üner uyandırmasa en sona kalacakmışım. Hasan hemşerisi Hilmi için geldiğinde bana bakmış, yattığımı görünce rahatsız olabileceğimi düşünmüş. Çekinerek türtüklemiş. Hoplayınca:

-Hayrola Usta! diye takıldı. Çabucacık toparlanıp beni uykusuz bırakan olayı anlattım. Hasan önce inanamadı. Kitap olayını iyi bildiği için, zaman zaman kendinin de benzer durumlara düştüğünü gülerek anlattı. Hasan oldukça çok okuyan bir arkadaşımız, bu kez ona okuduğu kitaplardan en çok etkilendiklerini sordum. Onun önerisiyle okuduğum kitaplardan bazılarını anımsayıp, onlardan bir ya da ikisini, örneğin Kırmızı ve Siyah'ı, Anna Karenina'yı, Cihan Şampiyonlarını, Basubadelmevt ya da Ana'dan (Maksim Gorky) birini beklerken Hasan:

– Pastoral Senfoni ile Homongolos! deyiverdi. Önce küçümser gibi oldum ama kitaplarda geçen olayları anımsayınca Hasan'nın seçimini önemsedim. Hasan kendine göre değerlendirme yaptığını söyledi, bir de örnek verdi:

– Victor Hugo'nun Sefiller'ini okuyanlar genellikle Jan Valjan ya da onun karıştığı olayları önemserler. Oysa ben Sefiller Romanı deyince savaşta yaralanan bir subayın ölmek üzereyken yanına gelen birine, oğluna iletilmek üzere verdiği emanetleri, yerine ileteceği sözünü veren birinin, emanetleri vermmesi bir yana çocuğun ailesini bulup sonuna dek soymasını daha önemli gördüğünü, insanlar arasında böylesinin bulunmasınına şaştığını tekrarladı.

Kahvaltıda Hasan'la kitap konusunu sürdürmeye kalkınca başta Salih Baydemir olmak üzere arkadaşlar, kitap okumayı bıraktıklarını o nedenle burada da sözü edilmemesini önerdiler. Yusuf Asıl'sa zaten kitap okumaya başlamadığını söylerken Hilmi Altınsoy pirelenerek Yusuf'a çattı:

–Bana bak ufaklık, benimle uğraşma: hemşeri memşeri demem kalbini kırarım! deyince Yusuf umulmadık bir tepki gösterdi:

– Hadi be sahte Tekirdağlı, kendini ne sanıyorsun? deyince gülenler oldu. Mehmet Aygün sözü yanlış anladı ya da öyle göstererek konuşmanın yönünü değiştirdi; Yusuf'a dönerek:

– Sahi, Hilmi Tekirdağlı değil mi? deyince hep güldük Yusuf, Hilmi'nin bir zamanlar Başpehlivan Tekirdağlı Hüseyinin yerine geçeceğini söylemesine karşın güreşle hiç ilgilenmemesini anımsatmak için böyle demişti. Mehmet Aygün'ün sorusu konuşmayı başka bir yöne çevirdi. Hilmi'den önce konuşanlar, onun gerçek ilini sormaya başladılar. Hilmi bir süre sustu. Sonunda gülerek:

– Sahi, siz benim bu söylediklerime inanacağımı mı sanıyorsunuz? Oğlum, ben sapına dek Tekirdağlıyım. Tekirdağlı Hüseyin Pehlivan bile benim kadar Tekirdağlı değildir. O, Bulgaristan'dan gelen bir göçmen çocuğudur. Ben Tekirdağ'da doğmuş bir yiğit delikanlıyım. Var mı bir diyeceğiniz? Hilmi kendi kendine bir yeni sıfat taktı:

– Bir Yiğit Delikanlı! Biz gülüşerek kahvaltı ederken duyuru yapıldı:

– Sınava girecek son sınıflar dersliklerinde toplanacaklar; Eğitimbaşı kendileriyle konuşacak! Yeni olasılıklar öne sürerek kahvaltımızı bitirip derslikte toplandık. Önce iki nöbetçi ellerinde paketlerle geldiler. Paketlerde kitap olduğu belliydi ama ne kitabı. Benim aklıma hemen Çocuk Kalbi geldi. Çünkü Eğitimbaşı onu çok övmüştü. Eğitimbaşı geldi, kısa bir açıklama yaptı. Öğretmenlik mesleğinin bir adı da Okuma Mesleğidir; türü yakıştırmalar yaptıktan sonra paketleri açtırıp birer tane hepimize verdi. Gülümseyerek:

– Giderayak bu da ne? demeyin. Çam sakızı çoban armağanı, sınavlarda nelerden soru sorulacağını bu kitapçıklardan çıkarabilirsiniz! deyip sayfalar açtı, kısa kısa konular okudu. Kitap, Asım Öğretmenin gitmedern önce bana verdiği Köy Enstitüleri Müfredat programıydı. Kitapları dağıttıktan sonra Eğitimbaşı, kitapları gözden geçirmemizi, sorulacak soruları hazırlamamazı, kitapları sahiplenmemizi, kendisinin sık sık dersliğimize uğrayacağını, yararlı konuşmalar yapacağımızı umduğunu söyleyerek bizi işlerimizin başına gönderdi. Arkadaşlarda (Hemen hemen hepsinde) bir şaşkınlık belirdi. Oysa ben sevindim. Tümünü bilmesem bile konuların çoğuna bir göz alışkanlığım olmuştu. Atölyeye gidince arkadaşlar belli bir tasaya kapıldılar. Birlikte çalıştıklarımdan çok benim merak ettiğim çoğunluğu Yapıcılık Bölümündeki tembel takımıydı. Geçen gün Beden Eğitiminden dolayısiyle de Oyunlardan kurtuldukları için kalkıp göbek oyunu oynayanlar bu kitabı okuyunca ne yapacaklardı? Çalışırken hep bunu düşündüm ama kimseye birşey söylemedim. Yemekte de kitabın sözü edilince:

– Kitabı okumadan üstünde konuşmanın anlamı olmadığını söyleyerek bir de yanıltıcı söz söyledim. Arkadaşlar, sabahki geç başlamamızı kapatmak için yemekten sonra hemen işbaşı yapmak istediler. Onlara uydum. Amacımız, petekleri çabuk bitirip satranç takımlarına zaman kazanmaktı. Akşama dek sessizce çalışıp yarıyı (130 adet) tamamladık. Paydosta atölyede kalıp akordiyon çalıştım. Notadan çaldıklarımı tekrarladım. Röslein'ı bile unutmuşum, bir kaç kez tekrarladım. La Komparsite'nin ince notalarını, sanki yeni başlamış gibi tekrarlamak zorunda kaldım.

Dersliğe gidince arkadaşların, çoğunun elinde kitaplar, kitap üstüne konuştuklarını gördüm. Kitapsız olduğumu gören Mehmet Yücel bana takıldı:

– Dayı (İsmet, dayı dediği için ara da o da bana dayı der) sen bu kitabı okudun mu? Kısa bir an düşündüm, okuduğumu söylemeyi daha yararlı gördüğüm için:

– Okudum. Daha doğrusu şöyle bir karıştırdım. Kitapta yeni bir şey yok, bizim yıllardır okuduklarımızın adları sıralanmış! dedim. Birileri çıkışır gibi “Ya öyle mi?” derken Sami Akıncı beni doğruladı:

– Bir iki ders dışında, buradaki konuları biz hep okuduk. Öğretmensiz geçen dersleri bir yana bırakırsak okuduklarımızdan bir sıkıntımız olmaz! deyiverdi. Bu kez de “Ya, öyle mi?” soruları Sami Akıncı'ya yöneldi. Sami Akıncı tartışmaya meydan vermemek için konuşanlara dönerek:

– Ya, öyle işte! Bana göre öyle, bir de zamanında oturup çalışanlara göre öyle! diye biraz da sertçe tekrarladı. Derslik birden sessizleşti. Sessizlik az sürdü Bekir Temuçin, çın çın çıkan sesiyle yeni bir öneride bulundu:

– Arkadaşlar, bir birimize takılmadan şu kitabı hepimiz bir karıştırdıktan sonra belli konuları saptayıp birlikte okusak daha iyi olmaz mı? diye sordu. Herkes sanki bunu bekliyormuş gibi birden:

– Olur! dediler. Bekir sözünü sürdürdü:

– Örneğin ben, burada yazılı Toplumbilim, Çocuk ve İş Ruhbilimi nedir bilmiyorum, bilenler olabilir; azıcık konuşup kurcalasak hepimizin yararına olmaz mı? diye sordu. Arkadaşlar buna da hep birlikte:

– Olur! dediler. Bu arada yemek zili çaldı, Mustafa Saatçı:

– Yemek zili çaldı arkadaşlar, yemeğe gidelim mi? deyince gülüşmeler arasında:

– Olurrrrrr! Sesi duyuldu.

Yemekte, Kitaptan, konuşmalardan çok, hep bir ağızdan “Olur!” denmesi konu edildi. Yusuf Asıl bizim sınıfın özelliğini belirtti:

–Toplu olarak en çok “Olur” ya da “Olmaz” sözlerinde birleştiğimizi ancak ikisinden de çabuk caydığımızı öne sürdü. Şimdiye dek karar verip de yapmadığımız bir çok örneği sıraladı. Tersine “Olmaz!” deyip de olması için çaba gösterdiğimiz örnekler de verdi. Örneğin önce yakın köyleri sonra da yakın kentleri topluca gezecektik, Selçuk Öğretmenle birlikte Kırklareli'ye Kakava Bayramına katılacaktık. Olmaz, için de:

– Kız arkadaşlara ad takmayacak, onlar için kötü sözler söylemeyecektik! deyince Mehmet Aygün karşı çıktı:

– Senin amacın hemşerini korumak! Başka örnek veremezsin! deyince tartışma başladı. Geçmiş beş yılın olayları süzgeçten geçirilerek örnekler arandı. Belli başlı örnek olarak da Eski Müdürümüz Nejat İdil'in:

– Size sizin beğeneceğiz gibi giysi yaptıracağım! dediği zaman “Bunun olmayacağını dillememiz , bir de Hasanoğlan'dan Kepirtepe'ye döneceğimiz söylendiğinde bunun da gerçekleşmeyeceğine inanmamamız oldu. Bu kez de tartışma başka noktaya kaydı. Örnekler beğenilmemişti. Oysa Yusuf:

– Kazandım! deyip ellerini şıkırdatırken Mehmet Aygün'le Hilmi karşı çıktılar. Gene de neşeli olarak kalkıp dersliğe döndük.

Derslikte hemen hemen herkes kitabını açıp bir süre okudu. Sessizlikten yararlanıp ben de Çocuk Kalbi'ni bitirdim. Arkadaşların daha önce dediği gibi bu kitabı salt Eğitimbaşının gözüne girmek için okumaya başlamıştım. Oysa şimdi asıl göze girecek bir başka kitap çıktı. Eğitimbaşının söylediğine göre bu kitap için dersliğe gelecek, kitap üstüne konuşmalar da yapacak. Bu kitabın öne alınması zorunlu oldu. Çocuk Kalbi kitabı ara ara acıklı olaylara yer vermekle birlikte bence çok güzel bitti. Kitapta kendisinden söz edilen (Anlatıcı Enriko) çocuk okulundan üzülerek ayrılıyor. İlkokul 3. sınıfı bitirince nasıl bir duygu duymuştum pek anımsamıyorum. Tek anımsadığım, fotoğraf çektirmek için C ile Lüleburgaz'a gittiğimi, e fotoğrafçıda fotoğraf çektirdiğimi, C ile çarşıda dalaştığımı anımsıyorum. Daha sonra 5. sınıfı bitirince ise okuldan çok A'dan ayrıldığım için üzülmüştüm. Ayrıldığıma tek tek üzüldüğüm arkadaşlar vardı ama onlarla her zaman buluşma olasılığı var diyerek, fazla önemsememiştim. Örneğin Zakir'le sık sık bir birimize gelip gidecektik. İbrahim'le, Yaşar'la birlikte Kırklareli Ortaokuluna gidecektik. Belki bu tür kararlardan ötürü fazla üzülmemiştim . Öğretmenim Ahmet Korkut, yakın köylüm olduğu, babalarımız bir birine karşılıklı gelip gittiği için ayrılık kaygısına düşmemiştim. Bundan olacak, Enriko'nun arkadaşlarından ayrılışı duyarlığını çok önemsedim. Yakında biz de ayrılacağız, şaka değil belki bir birimizi yıllar sonra göreceğiz belki de hiç göremeyeceğiz. Arkadaşlar arasında anlaşamadığım olanlar var ama ben gene de onlarla görüşmek isterim. İsteyip de görüşememek sanırım üzücü bir duygu. İsteyip de görüşemediklerim olduğu için bunun nasıl bir rahatsızlık verdiğini çok iyi biliyorum. İşte yaşı benden küçük olmasına karşın Çocuk Kalbi'ndeki Enriko bu duyguyu çok güzel anlatmış.

“Arkadaşlar, aralarındaki kavgaları, geçimsizlikleri unutmuş, bir biriyle vedalaşıyorlardı.

Votini, Derossi'nin boynuna sarıldı. Oysa onu hep kıskanırdı. Küçük duvarcıyı bana son defa olarak tavşan burnu yaparken öptüm. . . . . . .

Babam bana:

– Bütün arkadaşlarına veda ettin mi ? diye sordu. ”Eğer haksızlık ettiğin biri varsa, af dilemen gerek! Böylesi hiç yok mu?

– Hiç yok!

Babam okula son defa bakarak, titreyen bir sesle: Öyle ise Allahaısmarladık! dedi.

Annem de:

– Allahaısmarladık! diye tekrarladı. Bana gelince; bir tek söz bile söyleyemedim. . . Söyleyeceklerim boğazıma tıkanıp kalmıştı.

Ne duygulu ayrılış! Bizde böyle bir ayrılış söz konusu olamaz gibi geliyor bana. Gene de üzüleceğimizi bilir gibiyim. Kendimi düşünüyorum, 28 arkadaşı bir tutup eşdeğerde üzüleceğimi sanmıyorum. Okul için de fazla bir üzüntüm olmayacaktır. Biliyorum ki, ben buraya çakılıp kalmaya gelmedim. Alışmış durumdayım ama kalıcı olmadığımın ayırdındayım. Özellikle Yüksek Bölüme seçilirsem orada da arkadaşlarım olacak. Kuşkusuz onlarla daha candan ilişkiler kuracağım. Oradan gelen stajyer öğretmenlere bakılırsa onlar oldukça yetişmiş insanlar. Onlarla buradaki gibi kıvır zıvır konular için tartışma yapacak değilim. Ayrıca orada daha zorlu derslerle karşılaşacağım için belki de arkadaşlık için fazla zaman bile ayıramayacağım.

Defterimi kapamak üzereyken kimseye çaktırmadan arkadaşlara baktım. Bekir Temuçin arka sıraya dönmüş maçta nasıl göl attığını anlatıyor. Hasan Üner tırnakları dudağında kitap okuyor. Mehmet Yücel'le İsmet elense yapıyorlar. Sami Akıncı hafif hafif sallanarak bir şeyler ezberliyor. Ali Önol, Fettah Biricik, Sefer Tunca gitmek için seçtikleri köylerin Meriç İlçesine, Edirne'ye kaç km. oluğunu hesaplıyor. Mustafa Saatçı Hüseyin Serin'e kendi köyü olan Çöpköy'e nasıl elektrik getireceğini anlatıyor. Yusuf'la Abdullah Erçetin bilek güreşi yapıyor. Harun Özçelik'le Recep Kocaman Talat Ayhan Öğretmenden aldıkları resim dosyalarının örneklerini çıkarıyor. Mehmet Aygün'le İdris Destan birilerine bakıp bakıp gülüyorlar. İbrahim Ertur ellerini dayamış parmaklarıyla sıraya vuruyor. Salih Baydemir elinde cedvel dikkatle çizim çiziyor. Hilmi Altınsoy sıraya iyice abanıp ön sırada konuşan Kadir Pekgöz'le Hüseyin Orhan'ı dinliyor. Arada bir de:

– Vallahi azizim, ben olsam! diyerek konuşmalara katılıyor. Ahmet Güner'le Mehmet Başaran İsmet'le Mehmet Yücel'in elense yapışlarına gülüyor. Arif Kalkan'la Yakup Tanrıkulu çev relerinde kimse yokmuş gibi karşılıklı konuşup gülüşüyorlar. Önümdeki sırada oturan Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk'le konuşan Halil Basutçu, Ne karar verdiklerini onlara sordu. Emrullah ne karar vereceğini bilmediğini öyleyince Halil uyarılarda bulunurken onlara bakıp yazdığımı görünce kuşkulanıp sordu:

–Gene ne yazıyorsun? Son yazdıklarımı okuyunca güldü. Biz konuşurken zil de çaldı. Birlikte yatakhaneye indik. Bu cumartesi bizim köye gitmeye kararlılığımızı bir kez daha tekrarladık.

Yatınca bu gece yazdıklarımı düşündüm. Gelecek günlerde bu yazdıklarımı okursam sanırım özlemlerim yarı yarıya giderilmiş olacaktır. Bunlar bir bakıma da kendim için teselli olabilir:

–Açık açık ben kimseyle öyle candan arkadaş olmamışım ya da olamamışım. Herkes bir biriyle konuşup eğlenirken benim bunları yazışım belki de yalnızlığımın bir sonucudur. Olsun! deyip öbür yanıma dönerek uyudum.

 

21 Temmuz 1943 Çarşamba

 

Zilden önce uyandım. Baktım Salih Baydemir daha önce hazırlanmış çıkıyor. Ona takıldım. Meğer Salih uzun zamandır böyle yapıyormuş. Öğretmenler görmüyor mu? diye sorunca Salih:

–Geçen sabah Talat Tarkan Öğretmen gördü, kendisinin de erkenci olduğunu söyleyip geçti! dedi. “Öyle dediğine göre kızmamış demektir!” yargısına varıp dersliğe gittik. Biz, öyle konuşaduralım Sami Akıncı 'nın çoktan gelmiş olduğunu gördük. Sami gülümseyerek, Eğitimbaşı'nın verdiği kitabı okuduğunu söyledi. Sonra da:

–Biliyor musunuz, bu kitabın yazdıkları okutulsaydı bizim liselerden geri kalır bir tarafımız olmazdı! deyip 5. sınıf Cebir konularından Üsler teorisi, tam ve kesirli üsler. Sanal sayılar. 2. dereceden problemler, köklerle katsayılar arasındaki bağlantılar, 2. derece eşitsizlikleri, y=ax+b, y=ax2+bx+c, y=ax+b/a'x+b' fonksiyonlarının işaree, değer değişimleri ve grafikleri, 2. derece denklemlerin grafikle çözümü, üslü fonksiyon, logaritmanın özellikleri, logaritma tablolarının kullanılması, bileşik faizler v. b. Geometri de öyle, trigonom etrik fonksiyonlar! Derken içeriye arkadaşlar girdi. Sami, gelenlerin konuyu anlamadan söze karışlacağını, ardından da tatsız tartışmalar olacağını bildiği için:

–Neyse, sonra konuşuruz! deyip sözünü kesti. Sami'nin dediklerini ben biliyordum, geçen yıl o konular üstünde çok çalışmıştım. Ahmet Gürsel Öğretmen ayrılınca fazla diretemedim. Gene de öteki arkadaşlara göre oldukça bilgiliyim. Sami, arkadaşı Hüseyin Soysal'la sürekli mektuplaşarak bunların ardını bırakmadı. Lise son sınıftaki Hüseyin Soysal'ın durumunu da bildiği için konuları daha ölçülü değerlendiriyor.

Sami'nin söylediklerini dinleyen Salih Baydemir:

– Vay anasını, biz buradan hepten cahil olarak mı çıkıyoruz? diye sordu. Salt Salih'in üzüntüsünü azaltmak için bu kitabın yeni çıktığını, o nedenle gelecek yılların derslerini kapsadığını anlattım, sözümün doğruluğunu kanıtlamak için ilk sayfadaki Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel'in muvafıktır onay yazısını gösterdim. Biraz da kendimi teselli etmek amacıyla; bizim ilk öğrenci oluşumuzu, bina yapma işleriyle çok uğraştığımızı, oysa bundan böyle geleceklerin işten çok ders yapacaklarını anlattım.

Kahvaltıda aynı konu açıldı. Ancak arkadaşlar, bizim az önce konuştuğumuzu değil de hiç okumadığımız derslerin , fizik-kimya-coğrafya konularının eksikliğinden söz açtılar. Bu kez Salih:

–Onlar hiç okumadığımız dersler, onları bilmemekte haklı olabiliriz. Ancak bizim okuduğumuzu sandığımız derslerin eksiklikleri ne olacak? diye sordu. Böylece Sami'nin az önce değindiği konu bizim masada biraz değişik de olsa gündeme gelmiş oldu. Üstelik matematik değil, Türkçe, Öğretmenlik Bilgisi dersleri ele alındı. Öncelikle Hilmi Altınsoy, son yıl okuduğumuz Türkçe dersinde Sabahat Öğretmenin:

– Bunları ilerde inceleyeceğiz deyip de geçilmiş konuları sayarak tepki gösterdi. Gerçekten Sabahat Öğretmen cümle yapılarını, sözcük türetmeleri, zamir, zarf, sıfat türü sözlerin cümle içinde görevlerini, görünümlerini hep ileride ele alacağız, deyip geçmişti. Edebiyat bilgilerinde de çok kısa değindiği aruz ölçüsü ile Edebiyat Türlerini “ilerde ayrıntılı inceleyeceğiz!” demişti. O nedenle Hilmi'de katılmak gereğini duydum. Ancak Hilmi bu örneğini kendine göre seçmişti. Cebir-geometri derslerindeki eksikliğinin ayırdında olmadığından onlardan söz etmiyordu. İşte Salih bu konuyu ortaya getirince arkadaşlar bakıştılar. Mehmet Aygün:

– Aaaaa, Salih matematik sever olmuş! dedikten sonra Salih'e sordu:

– Biraz geç kalmadın mı? Salih konuyu genişletti:

–Ben değil, Hasan Ali Yücel geç kaldı. Gönderdiği kitabın onay tarihine baksana; 5 Nisan 1943. O tarihte bizim derslerimiz kesilmişti. Başta Yusuf Asıl, arkadaşlar önce Salih'e baktılar, sonra da bana sordular:

– Salih'e sen mi söyledin bunları? Ben de:

– Bunları ben daha düşünmemiştim. Ama düşünmeye başlamıştım. Salih benim işimi kolaylaştırdı. Örneğin kitabın üstündeki Hasan Ali Yücel adının neden yazıldığını bilmiyordum. Salih bunu biliyormuş. Siz kendinize sorun:

– O kitap size neden verildi? O kitabı okumamızı bizden niçin istiyorlar? Kitabı okuduğumuz zaman öğrenmemiz gerekirken öğrenemeiğimiz bilgiler için üzülmemiz yanında bitirdiğimiz okulun geleceği açısından bizi sevindiren bilgiler yok mu? Arkadaşlar sustular. Ben de sorularımı daha fazla uzatmadan kestim. İçimizde yaş olarak en küçüklerden biri Hasan Üner ama belki en duyarlı arkadaşımız da o. Tartışmaların uzayacağını çabuk sezinleyip konuları rahatlıkla değiştirebiliyor. Biz kitaptan, okuldan , ders konularından söz ederken Hasan yavaşça masaya eğilerek:

– Bence davullar biz gitmeden önce bir daha çalacak! dedi. Dedi, arkasından öğretmenler masası tarafına baktı. Gözlerimizi o tarafa çevirince Eğitimbaşı ile Zehra Öğretmenin kahvaltı ettiğini gördük. Daha önce aldığımız bir karar gereği öğretmenler üstüne konuşma yoktu. Bu nedenle fazla yorum yapmadık. Ancak Hasan'ın davul çalma anımsatması evliliği daha açıkçası düğünün simgesiydi. Geçmişte evlenen iki öğretmen çifti için bu simge çok söylenmişti:

–Yakında davullar çalınacak! Ancak onları uzun süreler yemeklerde, kahvaltıda hatta İstanbul otobüslerinde birlikte görmüştük. Eğitimbaşı ile Zehra Öğretmeni bir arada benim ikinci görüşüm, Hasan'ın 3. görüşüymüş. Bu arada başka arkadaşlar da ilk görüşleri olduğunu söylediler. Yusuf Asıl Hasan'ı destekledi:

– “Elin oğlu 3'e kadar sayar!” diye bir de deyim söyledi. Sözü fazla uzatmadan kalktık.

İçimden “Niçin olmasın? Ahmet Kun-Cemile Kun, Selahattin Yücesoy-Rezzan Yücesoy aileleri nasıl olduysa bu da olur. ”deyip geçtim.

Atölyedeki işimizi titizlikle sürdürdük. Talat Ayhan Öğretmen gelmiş, atölyeye uğradı. Yaptığımız çerçeveleri inceledi. İşçiliğimizi beğendiğini söyledi.

Salih Baydemir:

– Petek çerçeveleri kusurlu yapılınca arılar petek yapışmazmış! dedi.

Talat Ayhan Öğretmen gülerek:

–Arılar sizi titiz çalışmaya zorluyor değil mi? diye sordu. Sonra da hayvanların bir çok konuda insanları uyardığına örnekler verdi. Köpeğin boynunu rahatsız eden tasma için mızıklanmasını, atın ayağını rahatsız eden nalı ya da gemi için bir çok işaretler verdiğini, kedilerin durup duruken miyavlamalarını bir nedeni olduğunu gülerek anlattı. İşte arıların uyarısı biraz farklı, onlar beğenmeyince bal vermek şöyle dursun kovanı bırakıp giderler:

– Kovanını da peteğini de al, başına çal! demektir bu. Talat Ayhan Öğretmen bana özel olarak Asım Öğretmeni sordu: Asım Öğretmenle haberleşiyor musun? Haberleşemediğimi söyledim. O bir defa İstanbul'da karşılaşmış. Gireceği sınavı kazanmayı onur sorunu yapmış, gece gündüz çalışıyormuş. Yaş olarak son hakkı olacağı için kazanmalıymış. Talat Ayhan Öğretmen, biraz kapalı olmakla birlikte bize de laf çakıştırdı:

– Dördünüz de çalışkansınız, sınav açılacakmış diyorlar, sakın fırsatı kaçırmayın. Sınavlar, fırsat kaçırmak için değil fırsat kollamak için güzel bir fırsattır! deyip güldü. Sonra da:

– Biliyor musunuz? Yaşamak da bir fırsattır, o fırsatı iyi kullanmak gerekir. İnsanlar fırsatları kaçırmaya alışırsa başarılı olamazlar. Sözünü ettiğim fırsat, insanın önünü açacak yolu iyi seçmesi anlamındadır. Yoksa çal-çırp biçiminde gününü gün etme değildir. Talat Öğretmen bize başarılar diledi. Resim sınavında hayhırlısiyle görüşmek üzerere ayrıldı. Talat Öğretmenden sonra bir süre onunla ilgili olayları andık. Çok yumuşak gibi görünmesine karşın sözünü çekinmeyen, en küçük kusurları hoşgörmeyip kusur işleyenin yüzüne vuran bir öğretmen olduğunu tekrarladık. Bu yönüyle Fikret Madaralı Öğretmenle benzeşiklikler kurduk.

Paydos zili çaldığında 12 adet eksiğimiz olduğunun ayırdına varınca bunları da yapıp işi boyamaya bırakmak istedik. Kişi başına düşen üçer petek çerçevesi, bize tam bir saate patladı. Hasan Üner oyundan oldu. Gerçekte:

– Şunu bitirsek! diyen oydu. Bu nedenle fazla sızlanamadı. Yusuf haklı olarak:

– Kendi düşen ağlamaz! diyerek Hasan'a takıldı. Yorgun olmakla birlikte neşeli neşeli konuşarak dersliğe döndük. Döner dönmez Yusuf, Talat Ayhan Öğretmenin anlattıklarını biraz abartarak biraz da değiştirerek anlattı. Arkadaşların çoğu Yusuf'un anlattıklarına inanamadı. Arada:

– Talat Ayhan Öğretmen'in öyle konuştuğunu hiç görmedik. Halil Basutçu düzeltme yaptı:

– Siz öğretmeni dersi dışında görmediniz ki. Öğretmen dersinde öğretmenliğini yaptı. Bugünse gezmeye gelmiş, karşılaştığı öğrencileriyle arkadaş gibi konuşmuNe var bunda şaşılacak? diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca Sami Akıncı Halil'e dönerek:

–Tam İstemi Han gibi konuştun! Karşılıklı konuşmalar sürerken yapılan bu tartışmaları kimileri tam izlememiş. Sami Akıncı'nın sesini duyunca birden döndüler. Ancak sözlerin öncelerini duyamadıkları için sormak gereğini duyanlar oldu. Bu arada Fettah Biricik'in Rüstem Han kimdi diye yanındaki Ali Önol'u dürttüğü görüldü. Ali Önol bu sorudan hoşlanmadığı için biraz yüksek sesle:

– Rüstem Han diye birini ben de bilmiyorum! deyince derslik şenlendi. Mehmet Yücel bağırdı:

– Zaloğlu Rüstem'in Hanında hiç kalmadınız mı? Edirne-Keşan yolu üstündedir. Keşan'ı iyi bilen aynı zamanda Fettah'la yakın arkadaş olan Hüseyin Serin, Keşan'da böyle bir han olmadığını söyledi. Bu kez de İsmet babasıyla Keşan'a gittiğini o handa kaldığını öne sürdü.

Mustafa Saatçı araya girerek susturdu. Sami Akıncı da önce İstemi han dediğini, arkadaşın bunu yanlış duyduğunu, Zaloğlu Rüstem'in de ünlü bir savaşçı olduğunu anlattı. Fettah ile Mehmet Yücel bir süre bakıştılar. Mehmet Yücel güldü, Fettah sinirli sinirli kendi kendisiyle konuştu. Yemekte bizim konumuz bu atışma oldu. Hilmi, Mehmet Yücel'in buluşlarını sordu:

– Nerden buluyor bu lafları? Arkadaşlar kendi açılarından Mehmet Yücel arkadaşımız için oldukça inandırıcı gözlemler öne sürdüler. “Söylediği sözü düşünerek söylediğini, düşünerek söylediği için de incitici olmadığını” söylediler. Örneğin Zaloğlu Rüstem Hanı pekala olabilir. Fettah İstemi' Rüstem yaptığına göre Mehmet Yücel'in Zaloğlı Rüstem'i anımsatması düpedüz gülmek için söylenen bir söz. Konuşmalar geriye doğru uzatıldı. Mehmet Yücel'le Fettah Biricik çevresindekilere kulp takmakta yarış eden iki kişi. Ancak aralarında kesinlikle benzeşmeyen taraflar var. Mehmet Yücel arkadaşlara takılır, sıfatlar takar ama incitmez. Ya da çok az incitir. Tepki görünce de karşılık verip işi kavgaya götürmez. Fettah hem incitici söz söyler hem de tepki görürse sözü sürdürerek kavgaya kalkışır. Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın, Hilmi Altınsoy, SalihBaydemir, Abdullah Erçetin , Kadir Pekgöz, Ahmet Güner arkadaşlarla uzun süreli dargın olması bundandır. Ayrılan Ali Güleren'i de bu listeye ekleyebiliriz. Arkadaşa doğrudan Kaz yakıştırmasını yapmıştı. Arkadaşımız İbrahim Tuzpahacı'nın soyadını bile bile Tospacı'ya çeviren de oydu. Yakın arkadaşı, hemşerisi Hüseyin Serin için de bir dizi sıfatlar yakıştırmıştı. Sonra sonra sert tepkiler görünce bu huyunu biraz dizginlediyse de eski alışkanlıkları zaman zaman gene depreşmiştir. İşte bu nedenle İstemi Rüstem yapması önemsenip birden üstüne varıldı.

Yemekten sonra Köy Enstitüleri Müfredat Programını okumaktan çok karıştırmaya başladım. Bazı derslerin konuları oldukça öğretici. Şu şu şu öğretilecek denirken öğretilecek konular neredeyse özetleniyor. Özellikle amaçlar bölümlerini dikkatli okursam, o dersin özetini öğrenmiş olacağıma inandım. Ancak matematik-Fizik çok farklı, okunacak konuların adları veriliyor. Örneğim Trigonometri, Üslü fonkiyonlar ya da geometrik diziler deniyor. Fizikte de gazların basıncı, ya da statiği, ışık, ses, ısı. Bunları okumadan özetle falan savuşturmak olası değil. Bir süre düşündüm. Lise 1. 2. sınıfların Cebir-Geometri, Tarih, Edebiyat kitaplarım var. Bir de Fizik kitabı bulmak zorundayım. Kitaplıkta olacağını umuyorum, yoksa hemşerim Emin Özdil aracılığıyla Lüleburgazlı öğrencilerden bulduracağım.

Yatarken oldukça dertlendim. Bilmek bilmemekten çok sorulan soru karşısında boynumu büküp durmayı kendime yakıştıramıyorum. Beş yıldır böyle bir duruma düşmemek için gece gündüz çalıştım, gerçekten düşmedim. Giderayak onurumu neden inciteyim? Gelecekte okul yaşamımı anlatıp bunlarla övünürken birden:

– Ancak sınavlarda “Böyle böyle olmuştu” diyerek yüreğimi bir daha mı sızlatayım? Kendi kendimi iyice sıkıştırdığımın ayırdına vardım. Sanırım ikinci kez esnemiştim. Öbür tarafıma dönüp gözlerimi kapadım.

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ