İkinci Yıl Sonu Gezimizin İstanbul-Edirne İncelemeleri
İkinci Gezi- İkinci Bölüm
26 Haziran 1945 Salı
Zil sesiyle uyandık. Kimi arkadaşlar, Arifiye Köy Enstitüsü’nün bir başkalığını da zil sesinde buldular. Kepirli hemşerim Kadir Pekgöz, Kepirtepe’de kampana çaldığını söyleyince başkaları da benzer sözler söylediler. Ben, Kepirdeki kampananın çaresizlikten çaldığını, aynı olayın Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşundaki İmece Çalışmalarında da yaşandığını anlattım. Kepirtepe binası içinde zil olduğunu, ancak okul zilinin ancak bina içine yettiğini, tepe arkalarında çalışanların duyması için o günlerde başka bir çare bulunamadığını anlattım. Edirne/Karaağaç ile Alpullu’da kaldığımız süreçlerde hep böyle zillerle kalktığımızı söyledim. Kimi arkadaşlar da, Arifiye’deki öğrencilerin de öteki enstitülerden farklı olduğunu öne sürdü. Bu kez de ben, bunu Okul Müdürünün anlayışına bağladım:
-Köy Öğretmen Okulları zamanından kalma tek insan Süleyman Edip Balkır’ın olduğunu, onun Köy Öğretmen Okullarındaki anlayışı terketmediğini, bu nedenle, Rauf İnan, Osman Ülkümen, Hamdi Akman gibi göstermelik tavırlara tenezzül etmediğini anlattım. Bir de örnek verdim:
-Biz Kepirtepe’den Hasanoğlan’a gittiğimizde kumaş giysilerimiz vardı. Sonradan karşılaştığımız asker kılığını biz, Hasanoğlan’a gelen ekiplerde gördük. Kepirtepe’ye döndüğümüzde bize de o tür giysi verildi. Özellikle bizim sınıf onları giymemekte direndi. Okul Müdürümüzün alınmasında bunun da bir neden olduğu söylentileri yayılmıştı. Müdürümüz gidince yeni atamalar oldu. Bunlar arasında Eğitimbaşı olarak gelen Enver Kartekin tam bizim istediğimiz gibi giyiniyordu. Kıravatını da eksik etmiyordu. Zaman zaman dersliğimize gelir bizimle senli benli konuşurdu. Bir keresinde bu giysi konusunu açtık. Ben zaten bu konuya okula girdiğimden beri takılmıştım. Eğitimbaşı Enver Kartekin söze Köy Öğretmen Okullarından başladı. Kendisi ilk açılan Kızılçıllu Köy Öğretmen Okulunda öğretmenlik yapmış. Bizim müdürümüz Nejat İdil’in de arkadaşıymış. Sonunda şöyle demişti:
-Giyim kuşam, bir uygarlık işidir. Atatürk bunu düşünerek önceliği kılık kıyafete verdi. Tek renk ya da benzeri zorlamalar olmamalı. Benim düşüncem bu. Biz karı-koca böyle düşünür, bunu uygularız. Bizim için önemli olan çalışmak, iş becerisini kazanmak, bir öğretmene yetecek bilgiyi dağarına katmaktır.
Enver Kartekin bize buradan, Arifiye’den gelmişti. Demek buranın müdürü ile bu konuda anlaşmıştı. Süleyman Edip Balkır geçen yıl Hasanoğlan’a geldiğinde, bizimle konuşurken, kendisinin Kastamonu Gölköy Köy öğretmen Okulunu kurduğunu, oradan Arifiye’ye geçtiğini anlatmıştı. Şimdiki durumda Köy Öğretmen okullarından kalma tek müdür, Süleyman Edip Balkır Bunun bir nedeni olmak gerekir!
Öztekin Öğretmenin geldiği söylenince konuşmalar kesildi…
Kahvaltıya öğrencilerden sonra alındık. Geziye çıkalı beri ilk kez topluca kahvaltı ettik. Çay simit yerine bu kez, çay, peynir ekmek oldu. Kahvaltıdan sonra bahçedeki gölgelikte oturduk. İlginç bir durumla karşılaştık; gazeteci geldi gazete getirdi. Bir an için bizim için geldiğini sanmıştık. Gazeteler her gün geliyormuş. Arkadaşlardan gazete alanlar oldu. Çok önemli haberler:
-Nihayet Japonya da dize gelmiş, Okinava direnişi bitmiş. San Francisco Konferansı son bulmuş, eski Milletler Cemiyeti yerine yeni Birleşmiş Milletler kurulmuş, kurumun yasası imzalanmış. Kuruluşun yeri eskiden olduğu gibi İsviçre değil A.B.D New York kenti olacakmış. Arkadaşların kimileri, karşılıklı bakışıp:
-Vay canına! dediler. Besbelli, savaşın ilk yıllarının durumunu anımsayıp, sonuyla karşılaştırmışlardı. Muttalip Çardak:
-Böyle olacağı belliydi! deyince Orhan Doğan’la Fahri Yücel (ikisi birden):
- Nereden belliydi? Almanlar Avrupa kıtasını saman çuvalı gibi savururken belli miydi? Bu kez de Abdullah Ön söze karıştı:
-Amerika savaşa girince iş değişmişti. İngiltere, Rusya, Amerika birleşince Almanlar saman çuvalı savuramadı. Amerika’nın teknik üstünlüğü inkâr edilemez. Bakın, hem Japonya ile savaştı hem de Almanya ile.
Öztekin Öğretmen gelince konu değişti:
-Gezmeyi nereden başlatalım? Sapanca’ya şöyle bir göz atıp, Adapazarı’na geçelim mi? Öyle yaptık. Sapanca küçük bir yer. Küçük diyoruz ama, oldukça dağınık konumu nedeniyle büyük görünüyor. İznik ilçesinden kesinlikle büyük. Ancak oradaki eski eser zenginliği yok. Onların yerine elma bahçeleri, bahçeli evler. Tıpkı İznik gibi göl kıyısında ama gölle ilişkisi de farklı. Çok yerde bahçeli evler gölün yakınında. Dar, dar olduğu gibi karışık sokaklarda bir süre dolaştık. Halk, bağıra çağıra konuşuyor. Konuşmalardan çoğunun göçmen olduğu anlaşılıyor. Adapazarı’na her an otobüs varmış, çok beklemeden gittik. Çark denilen bir yere uğradık. Ulu ağaçlar altında bir yer. Gerçekten büyük bir çark. Çark dedikleri de bizim Lüleburgaz bahçelerinde kullanılan bahçe sulama tekerinin azmanı (büyüğü). Bizimkiler iki metre ise bu on metre. İşlevleri aynı. Çark denilen yer aynı zamanda dinlenme, eylenme yeri. Adapazarı halkı burasını çok seviyormuş. Herkes çarka takıldı. Bense dallar arasında dolaşan sincaplara. Fare gibi şeyler, nasıl da düşmeden dolaşıyorlar!
Adapazarı, depremden çok zarar görmüş, yıkıntılar çoğunlukla öylece duruyor. Çarşıda oldukça büyük dükkanlar var, Alış-veriş yapanlar da çok. Arkadaşlardan adını merak edip soranlar oldu.
-Neden Adapazarı demişler? Ben biliyordum ama gene de dinlemek istedim. Yazık ki sorulanlar inandırıcı bir şeyler söyleyemediler. Adapazarı sözü bizim köyde bir ara günlük konuşmaların konusuydu. Nedense bir dizi askerlik kurası Adapazarı’nda askerlik yaptı. Onlar, Adapazarı’nı dillerinden düşürmezdi. Hele bir generalin adını çocuklara bile ezberletmişlerdi Fikri Tirkeş! Adını deliye de çıkarmışlardı: Deli Fikri. Kepirtepe Köy Enstitüsü son sınıftayken yapılan yönetim değişikliğinde okul md. yardımcığına Talat Tarkan gelmişti. Talat Tarkan tam anlamıyla bir Adapazarı hayranıydı. Orada çok kalmış, Adapazarı için çok çalıştığını söylerdi (tarım işlerini severdi, fidan dikmiş, aşı yaptırmış). Bir gün bizimle konuşurken Adapazarı’ndaki çalışmalarını anlatmıştı. Bizim köylülerin, Adapazarı denilince Deli Fikri anımsamasına karşın Talat Tarkan Öğretmen Adapazarı’nın doğal güzelliklerinden, doğal kaynaklarından söz ederdi. İşte o sıralar Adapazarı niçin dendiğini de anlatmıştı. Onun dediğine göre Adapazarı:
- 16. yüz yılda şimdiki yerinden oldukça uzakta küçük bir köymüş. O köye yakın da başka köyler varmış. Söz konusu köy verimli topraklar üstünde olduğundan bolca ürün çıkarıyormuş. Ona göre daha az ürünü olan köyler gelip oradan ürün alıyormuş. O köy için bu alışverişler zaman zaman sorun çıkardığından, köylüler ürünlerini yakınlarındaki iki su arasındaki bir adacık üstünde sergilemeye başlamışlar. İşte bu adacık üstündeki pazarlamalar, sonraları adadaki Pazar, yeri Adapazarı’na dönüşmüş.1854-56 Kırım Savaşı, 1877-78 Plevne savaşından sonra Balkanlardan gelen göçmenler oralara yerleşince söz konusu köyle pazar yeri birleşerek büyükçe bir belde olmuş, yönetim şekli önce bucağa daha sonraları da ilçeye dönüşmüş. Ancak konum olarak önemli bir deprem kuşağının üstünde olduğundan çabuk gelişmesine karşın sık sık yıkıntıya uğradığından onca bolluğa karşın olması gereken gelişmeyi bir türlü tutturamamış. Sakarya Nehri’nin Anadolu içlerinden toplayıp getirdiği verimli topraklar üstünde kurulan Adapazarı, depremlere dayanıklı binalar kurabildiğinde çok daha gelişmiş bir kent olacaktır.
Talat Tarkan Öğretmenin anlattığı bu öykü bence inandırıcı. Birileri Arifiye’ye erken dönmek istedi:
-Gölde gezelim. Kim “Hayır!” diyebilir ki? Hemen toplandık. Öztekin Öğretmenin eşi de rahatsızlanmış, Arifiye’ ye döndük. Ahmet Yol, bir arkadaşla gidip, motor işini ayarladı. Göle açılınca karşılaştırmalar başladı:
-İznik Gölü mü büyük Sapanca mı?
-İki gölün benzeyen benzemeyen tarafları? Bir yandan da karşılarda görünen köylerin adları soruluyor. Motorcu bildiklerini söyledi:
-Orası (orası dediği Adapazarı tarafı) Kumluköy! Çeşmeköy! (diye gösterdiği taraf kuzey) Aşık-Maşuk! (dediği taraf İzmit yönünde doğusu)
İznik-Sapanca göllerinin benzer tarafları:
-İkisi de birer körfezin uzantısı, İznik Gemlik körfezinin, Sapanca ise İzmit körfezinin.
Ayrılıkları ise, İznik, derin bir kap içinde suya, Sapanca ise sığ bir kap ortalarında toplanmış suya benziyor.
Sahiden, İznik Gölü, daha çok dağlarla çevrili idi. Sapanca Gölü’nün doğusu dağlara bakıyor ama dağların hemen altındaki kırlarda köyler var. Kaptanın Maşukiye diye gösterdiği köy, bir köy değil sanki bitişik köyler gibi Sapanca’ya doğru uzuyor. Turumuz çabuk bitti. İnince Yıldız beni evine götürdü. Kendi evleri değilmiş ama çoktandır burada oturuyorlarmış. Annesi çok candan karşıladı. Annesi, eski işini sürdürüyormuş. İşi de Müdür Süleyman Edip Balkır’ın ev işleri görmekmiş. Ben de buna takıldım:
-Okulda görevli ama okul müdürünün özel hizmetçisi? Tüm Köy Enstitüleri’nde var mı bu? Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde yoktu. Kepirtepe Köy Enstitüsünde atlı araba da yoktu ama Nejat İdil sürgün edilince yerine gelen İhsan Kalabay hemen bir yaylı araba alıp özel işlerinde kullandı. Atların, arabacının tek görevi müdürün çocuklarını Lüleburgaz’a okula götürmekti. Okulun arabası kesinlikle başka işlerde kullanılamıyordu. Arkadaşımız Ruşen Baksi’nin ani ölümü dolayısiyle ivedi bir iş için (Doktor Sezai Feray’ı getirmek için) bile atların kullanılamaması, uzun süre konuşulmuştu.
Yıldız’ın annesini ben 1941 Aralık ayında Hasanoğlan’dan Kepirtepe’ye dönerken Arifiye’de kaldığımızda tanımıştım. O zaman Salim Dayım burada, (bitişik, Kalaycı Köy’de) askerdi. Onlar daha önce tanışıyorlarmış, o buraya gelince beni de tanıştırmıştı. Yıldız o zaman küçük sınıflarda öğrenciydi. Sonra Hasanoğlan’a gelince annesi de geldi, böylece tanışlığımız pekişti. Şimdilerde her mektupla selamlar, saygılar sürüyor. Ara ara aklımdan geçiyor:
-Yıldız bu ilişkiyi nasıl değerlendiriyor? Annesinin sözlerini hiç yorumlamıyor mu? “Sen benim oğlumsun!,, sözü için:
-Ne demek istiyorsun Anne? diye sormuyor mu? Gerçi ben kimi konuşmalarda Yıldız’a kasıtlı olarak başkalarından söz ediyorum. Yıldız da Müjde Ablasını bana övüyor ama, bilinmez!
Tekrar görüşmek üzere izin alıp ayrıldım. Yıldız’la birlikte okula döndük. Bizimkiler hazırlığa değil de hazırlık için konuşmaya başlamışlar.
Gösteri yapılacak salona gittik. Okulun piyanosu olduğunu biliyordum. Ahmet Yol, müzik öğretmeni için:
-Hayri Öğretmen çok titizdir, onun piyanosuna kimse dokunamaz! demişti. Oysa piyanonun kapağı açık duruyordu. “Çal beni!,, derce karşımda görünce oturdum. İyi etmişim Hayri Öğretmen okulda yokmuş. İstanbul’a gitmiş, akşam gelecekmiş. Uzun süre parmaklarımı çalıştırdım. Okulda olmanın rahatlığından olacak, üstümüzde Bursa ya da Gemlik’teki tedirginlik yok. Adeta:
-Şu saat gelse de bir an önce şu işi geçirsek! der gibi ortalıkta dolaşıyoruz. İçimizde en tedirgin olan Ahmet Yol’la Yıldız. Yıldız sık sık saati soruyor. Akşam yemeğinde de en sonra yemeğe oturduk. “Buranın kuralı böyle demek!” deyip yorum yapmadık. Bir başka ilgimizi çeken olay da ortalıkta öğretmenlerin görünmemesi. Bunu Yıldız’a sorduğumda Yıldız:
-Burası Merkez binası, Müdürlük, öteki yönetim işlerinin görüldüğü yer. Öğretmenler öteki binalarda toplanıyor. Öğrenciler de öteki bölümlerde. Buraya yemek için geliyorlar. Yıldız, öğretmen soruşumdan kuşkulanmış:
-Birisini mi görmek istiyordun? diye sorunca Müjde’nin ablası aklıma geldi, onu sordum. Oysa onun dışardan geldiğini biliyordum. Yıldız, yanlış bilgilendiğimi sanarak anlattı:
-Müjde ablanın ablası dışardan derse geliyor. Onun dersi de şimdilerde olmadığından burada bulunmaz.
Sabırsızlıkla beklediğimiz saat geldi. Çok düzenli bir salonda, sessiz- sakin izleyiciler önünde gösterimize başladık.
Mehmet Yelaldı, iyice alıştığından çok rahat konuşarak programı açıkladı.
Marşları bu kez Orhan Doğan yönetti. Gençlik, İleri, Ziraat, Ankara, Öğretmenlik marşları söylendi. Şarkıları ise Ahmet Yol yönetti. Ahmet Yol:
-Söylediğim şarkıları öğrenciler çok dinledi, burada tekrar söylemek istemiyorum! deyince Öztekin Öğretmen haklı bulmuş, bu kez de şarkıları onun yönetmesini istemiş. Ahmet Yol şarkıları güzel yönetti. Türküleri Şevki Aydın yönetti. Türkülerden Meşeli’ye bütün öğrenciler katıldı. Türkü bu yörede çok seviliyormuş. Şevki Aydın iki sesli yaptığı Deriko’yu iki sesli söyletti. Mehmet Yelaldı arada açıklama yaptı: Türküyü iki sesli yapanın Şevki Aydın olduğunu söyledi. Oyunlar da daha önce kaldırılmıştı. Piyesi de Ahmet Yol tanıttı. Sahneden dışarıya yol olduğu için rahatça çıktık. Temsil de arızasız bitti.
Öğrenciler için yat zili çaldığında biz de yatacağımız yere girdik. Hemen hemen kimsenin uykusu yok gibi. Değişik konularda kısa tartışmalar ya da açıklamalardan sonra İstanbul sevdasına kapılarak birer ikişer yataklara serildik.
İstanbul’un Sirkeci taraflarında bir iki yeri biliyorum. Biliyorum diyorum ama oraları da başkalarıyla gezmiştim. Gene de beynimde bir İstanbul görüntüsü var. Sirkeci’ye gitsem Rıdvan Umay Ağabeyi görürüm. Beni tanır mı? Ali Ağabeyimi söylersem belki tanır. Rıdvan Umay, Kırklareli Millet Vekili Dr. Fuat Umay’ın kardeşi. Dr. Fuat Umay! deyince irkildim. Dr. Fuat Umay Kepirtepe’ye geldiğinde ona okulu gezdirmiştim. Benimle arkadaş gibi konuşmuştu. Ne var ki, geçen yaz Hasanoğlan’a gelen bir grup kendi aralarında konuşurken Vahit Lütfi Salcı Dedemin adı geçince birisi:
-Ne oldu onun işi, hani listede çıkmadı? deyince bir başkası:
-Dr. Fuat Umay çizdirdi onu deyince çok üzülmüşüm. Konuşma Millet Vekilliği işi idi. Konuşanlar Millet Vekili idiler (Ahmet Kutsi Tecer, Reşat Şemsettin Sirer, Selahattin Batu).
Az kaldı, geziden sonra staja çıkarsam (Hasanoğlan’da kalamazsam), Vahit Dede’yi kesinlikle göreceğim. Bulunduğu yer Kırklareli’ye 30 km. imiş. 6 saat çeker. Kırklareli bizim köye 25 km. (beş saat) olduğuna göre çok yürüdüğüm bir uzaklık. Saat, km derken uyumuşum.
27 Haziran 1945 Çarşamba
-Sapanca’nın nesi ünlü?
-Gölü! Hayır!
-Elması! Hayır!
-Yolu! Bravo! Sapanca’nın yolu ünlüdür, çünkü insanları İstanbul’a iletir. Sapanca’nın bugünün en ünlüleri biziz, çünkü biz de İstanbul’a gideceğiz. Saat tam 11:00’de tren olduğu söylendi. Öztekin Öğretmen açıklama yaptı:
-Üç saat sonra İstanbul’da olacağız. Bitmedi, İstanbul’da değil Haydarpaşa’da. Haydarpaşa’dan sonra vapurla Karaköy’e ineceğiz. Bitmedi, Karaköy’de az yürüyüp tramvaylara bineceğiz. Tramvaylar hepimizi almaz, birbirimizden ayrılmak zorundayız. Karaköy’den kalkınca Mecidiyeköy’e dek kesinlikle tramvaydan inmeyeceğiz. Bir yanlışlıkla inen olursa unutmasın, tramvayla geri, Karaköy’e gidip gene Mecidiyeköy tramvayına binecek ya da bulunduğu yerden gözetip Mecidiyeköy’e binecek. Başka yere giderse sorup soruşturacak Balmumcu Öğretmen Okulu’nu bulacak. Biz şimdi topluca Haydarpaşa da ineceğiz. “Tamam mı?,, Hep güldük. Şakacılar birbirine takıldı:
-Sen dikkat et, kaybolursun! Asıl sen kaybolursun!
Öztekin Öğretmen tekrar dikkat çekerek:
-Son durak Balmumcu Öğretmen Okulu. En doğru yolu Mecidiye Köy Tranvay durağından giden bahçeler arasındaki yaya yolu. 20 dakika ya da 30 dakika ya çeker ya çekmez. Bir kez gidince kolay öğreneceksiniz.
Cebimde defterim var, hemen yazdım. Haydarpaşa-Karaköy, Karaköy-Mecidiyeköy, Mecidiyeköy- Balmumcu Öğretmen Okulu Yıldız… Öğretmen Okulunun Yıldız’da olduğunu çok duymuştum.
Yakın denilen İstanbul neredeyse gittikçe uzaklaştı. Bir yerde de iyice durdu. Tüm yolcular indi. Bir taraf deniz bir taraf kara. Kara tarafında koskoca bir bina, üstünde Yunus yazılı. Çimento fabrikasıymış. Kazayı öğrendik:
- Tren bir sığırı ezmiş, adalet görevlileri keşif yapacakmış. Üç saati çok bulurken dört saat sonra Haydarpaşa’ya indik. Trende sessiz sakin duran insanların trenden inince deliler gibi koşmalarına şaşırdık:
-Bunlar neden koşuyor? Öztekin Öğretmen güldü:
-İstanbul, biraz da bu işte! Biraz ağırdan alır, sallanırsan gideceğin yere geç gidersin! Karaköy denilen yer, köprüymüş; köprünün Beyoğlu tarafı. Vapurdan inince hemen tramvayların durduğu yere geçtik. Tramvaylar çok yolcu alamıyor ama hiç durmadan gidiyor. Akordiyon nedeniyle en son binenlerden biri oldum. Birçok yerlerde çan çanlar oldu. Kimi arkadaşların meraklı bakışlarından yabancılığımızı anlayan yolculardan soranlar oldu:
-Nerede ineceksiniz? Mecidiyeköy deyince olay iyice açıklandı:
-Son duraktır, merak etmeyin rahat inersiniz. Bir yolcu da şakacıymış, gülümseyerek:
-Orada vatmanlar sizi zaten indirecekler! dedikten sonra:
-Oradan öte, nereye gidiyorsunuz?
-Balmumcu! deyince:
-A, şu işe bak, ben de oraya gidiyorum, orada görevliyim. İzinliydim, konuklar gelecek! deyip çağırdılar. Birlikte gideceğiz, oradan ötesi kolay.
Konuşurken tramvay durdu:
-Mecidiye kööööy, son durak! Konuşkan adam benim elimden akordiyonu alıp önümüze düştü. Az sonra dut sevip sevmediğimizi sordu. Hepimiz dut severmişiz. Daha doğrusu Bursa’da sık sık dut sözü edildi de bir türlü dut satılan yere gidip alamamıştık. Birden dut severliğimiz öne çıktı. Az sonra kendimizi dutluk içinde bulduk. Yol boyunca dut bahçeleri. Bahçeleri diyorum ama bahçeler etrafında çit mit yok; öbek öbek dut ağaçları. Durduk durduk yedik. Sahiplerini sorduk. Hepsinin sahibi varmış. Ancak, dut meyvesinin müşterisi sürekli olmazmış, İlk çıkınca bir hevesle alınır sonra vazgeçilirmiş. Adam ağaçları göstererek “Bunlar, bir süre sonra sahiplerince değil birtakım açıkgözlerce toplanır. İşte onlar gelmeden bizler bunlardan nafakalanıyoruz. Gelip geçerken çekinmeden yiyin. Dutun fazlası insana zarar vermez.”
Yolumuzu kesen bir yolu geçince önümüze oldukça büyük bir bina çıktı:
-İşte geldik, işte size Balmumcu Öğretmen okulu! Okulun asıl adı İstanbul Öğretmen okuludur. Semtin adı Balmumcu olduğu için öyle de diyorlar. Resmi adı öteki, yani İstanbul Öğretmen Okulu’dur. Müdürü de Reşat Tardu! Reşat Tardu deyince bir “A!” dedim. Adam sordu:
-Tanıyor musun? Adını çok duyduğumu, öğrencilerinden öğretmenlerim olduğunu söyledim. Adam:
-Bunları söylersen çok sevinir; kendisinin sayılmasına bayılır! dedi. Akordiyonu verip ayrıldı. Ne iyi adam, bize yolu sevdirdi. Ne iş yapıyor acaba? falan diye arkasından konuştuk.
Arkadaşlarla buluştuk. Öztekin Öğretmen geldi, yoklama yaptı, tamamız. Okulun kooperatifi varmış, Okulda az sayıda öğrenci de var. Lise bitiren kimi öğrenciler öğretmen olmak için bir süre kurs görüyormuş. Edirne Lisesi’nden tanıdığımız Çerkezköylü Mustafa ile karşılaştım. O da ben de sevindik. Mustafa’dan hemen Kimyacının Aşkı şiirini istedim. Mustafa, önce duraksadı, anımsatınca özür diledi:
-O şiirin modası çoktan geçti, şimdi başka şiirler var; bak bir tanesi senin hemşerilerinden Niyazi Akıncı’nın, yarın veririm, çok beğeneceksin!
Yataklarımız rahat, binanın duvarları yüksek, okula ilk girdiğim günlerdeki bina gibi. Okuldaki öğrenciler de yeni gelmiş, ürkek ürkek bize baktılar. Mustafa ile tanış çıkışımız iyi oldu. Mustafa hemen Harun Özçelik’i sordu. Harun da Çerkezköylü.
Yemek için geç kalmışız, dükkân gibi bir yer gösterdiler, oradan bir şeyler alıp yedik. Pencereden alışveriş yapılıyor ama kapıdan giriş de serbest, girip bakındık, hemen hemen her yiyecek var.
Yatakhanede konuşma konumuz, İstanbul’dan çok “Dutlar,, oldu. Arkadaşlar dutları hep görmüş ama bizim kadar bilgilenmemiş. Biz konuşunca inanmayanlar çıktı.
“İstanbul, İstanbul dedik ama İstanbul’da gezmek o denli kolay değil! diyenler çıktı. Arkasından da:
-Alışacağız! dendi. Gülmeler, fısıltılar arasında uyudum.
28 Haziran 1945 Perşembe
Öztekin Öğretmen erken kalkmış, gülerek geldi:
-İstanbul gevşeklik kaldırmaz, hareket ister. Dün geldiğimiz yolun iki katını giderek gezimize başlayacağız. Sultan Ahmet Meydanı. Meydan bir bakıma müze gibi. Zaten adları da birçoğunun müze:
-Ayasofya Müzesi, Topkapı Müzesi, Etnografya Müzesi… En büyük camilerimizden biri olan Sultan Ahmet camisi de orada. Günümüz hemen hemen orada geçecek. Vaktimiz kalırsa Köprüye iner, dünkü yerden tramvaya atlarız.
Okul kooperatifine simit gelmiş, kahvaltımızı gene çay simit yaptık. Yola çıkınca sıkı sıkı tembihlendi:
-Mecidiyeköy durağında buluşup sayışacağız. Gruplar oluşturarak hızlandık. Öztekin Öğretmenin eşi yürüyemiyor. Durağa gelince çevreye baktık. Şişli yönünü gösteren işaretler var. Az yürüdük. Sağ köşede büyük bir inşaat var. Yeni bir cami yapılacakmış. Arkadaşlar birbirlerine takıldı:
-Acele etmişiz, biraz geç gelseydik yeni camiyi de incelerdik. Hemen aklıma geldi:
-İncelenecek bir Yeni Cami var. Benim de bildiğim tek cami o.
Öğretmenler gelince bir tramvaya doluştuk. İlk durak olduğu için yolcu azmış. Hemen hemen doldurduğumuz için tramvay duraklarda pek durmadan olacağından daha kısa zamanda bizi Mecidiyeköy’den Sultan Ahmet Meydanına dek götürdü. Kısa zaman; bir saat, kırk dakika!
Sultan Ahmet Meydanı, gerçekten bir meydan. Nasıl bir meydansa nereye baksan görülecek bir acayip yapı ya da benzeri nesne var. Tarih derslerinde okuduğumuz Roma Dönemi yarışları buralarda yapılıyormuş. Selçuk Öğretmenin ballandıra ballandıra anlattığı Bizanslıların Maviler- Yeşiller kavgaları bu meydanlarda olurmuş. Meydanın batı ucuna dek yürüdük. 6 minareli Büyük Cami. Osmanlıların 14. Padişah’ı 1. Ahmet tarafından yaptırılmış. Padişahın 14. olduğunu göstermek için de 6 minareye 14 şerefe yapılmış. İki yüksek minarede üçer, (6) öteki dört minarede de ikişerden sekiz şerefe var. Dikili taşlar ilgimizi çekti. Biri tek bir taş gibi. Öteki duvarcı işi. Bunlar Bizans’tan kalmış. Sultan Ahmet Camisi çok tenha. İçini gezdik. En aydınlık cami imiş. İznik çinilerini burada da gördük. İznik’in Eşrefoğlu Cami minaresinin çinileri burada da var. Camiyi bize anlatan, özellikle caminin Mimar Sinan’dan sonra yapıldığını, ancak Mimar Sinan’ın çırakları tarafından yapıldığının bilindiğini anlattı. Yapının baş Mimarı Mehmet Ağa adlı bir Türk mimarı, hizmete açılış yılı 1616.
Sultan Ahmet Camisi
Çevremize bakarken bir çeşme gördük. Alman Çeşmesi. Onu anlatacak kimse yok. Biz dikkatle bakarken orada oturan biri elinde tespihi yanımıza geldi. “Öğrenci olduğunuzu anladım. Hiç malumat almadan gitmemeniz için bildiğim kadarını anlatayım, ister misiniz?” deyince Öztekin Öğretmen:
-Biz bilgiye susamışız, yanlışı olsa da bilgi bizim için hiç bilmemekten iyidir. Sizin nezaketinizden, bilginizin doğruluğunu anlıyoruz, teşekkür ederiz lütfen anlatın! deyince adam, kendisine güvendiğimize sevindiğini söyleyip:
-Alman İmparatoru 2. Wilhelm Alman-Osmanlı dostluğunu pekiştirmek için Almanya’da özel olarak yaptırdığı bu çeşmeyi Padişah 2. Abdülhamit’e hediye olarak göndermiş, padişahın özel izniyle şimdiki yerine 1901 yılında kondurulmuştur. Ben buralara yakın oturuyorum. Sık sık geldiğim olur. Zaman zaman konuşmalara tanık oluyorum:
-Almanlar gelip, buraya bu çeşmeyi yapmışlar! deniyor. Fark etmez belki ama niçin gerçek bilinmesin?
Alman Çeşmesi
Hepimiz teşekkür ettik.
Öztekin Öğretmen, yemek durumlarımızı sordu:
-Saraya girersek çıkmamız zor olur, yemek yeyip girersek daha rahat gezeriz! deyip köftecileri gösterdi. Küçüklü büyüklü köfteci dükkânları dizilmiş, oralara dağıldık. Çok benzerleri bizim Lüleburgaz’da da var. Lüleburgaz’a gittiğimde tek rahat girdiğim köftecilerdi. O nedenle hiç yadırgamadan yoğurtla köfte söyledim.
Köftecilerden çıkınca az yürüyüp topluca Ayasofya Müzesine girdik.
Burası da en az Sultan Ahmet Camisi kadar büyük. Ancak minareleri onlar kadar düzgün, onlar kadar yüksek değil. İçinin süsleri, yazıları da farklı. Bizi, iki görevli karşıladı, biri ötekine, bizi gezdirmesini söyledi. Gezdirici kısa bir tanıtma yaptı:
-Bizans dönemi yapısı; Bizans İmparatoru 2. Jüstinyen tarafından (İ.S.) 530 yıllarında yaptırılmıştır. İç duvarlarında Hıristiyanlıkla ilgili resimler vardır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alınca burasını camiye çevirtmiş, resimlerini de kapattırmıştır. 1453 yılından beri resimleri kapalı, cami olarak kullanılan Ayasofya 1935 yılında müzeye çevrilmiş, sıvaları sökülerek resimleri açılmıştır.
Tanıtıcının konuşmasında, olaydan hoşnut olmadığını anlamıştık. Sıva altından çıkan resimler için tek söz etmezken dört yana kocaman çerçeveler içinde asılan Arapça yazıları ayrıntılarıyla anlatması bunu kanıtlıyordu. Ayrıca bir sütunda insan elini andıran bir yeri göstererek:
-Fatih Sultan Mehmet’in elinin izi. Fatih buradan tutup caminin yönünü değiştirmiş. Bu bir rivayet de olabilir, hakikat de. Bence hakikate daha yakındır. Çünkü Fatih, Allah’ın şanslı ve güçlü bir kuluydu! Peygamberimiz buyurmuştu:
-Ayasofya’yı camiye çeviren Fatih olacaktır!
Ayasofya Müzesi
Anlatıcının söyledikleriyle Malik Aksel Öğretmenin anlattıkları ayrı yönlerde sözlerdi, ancak biz ikisini de sanırım doğru anlamadık. Dışarı çıkınca bu kez öteki tanıtıcı dışardan bakarak bilgi verdi. Ayasofya’nın bunca yıl ayakta kalmasını Mimar Sinan sağlamıştır! deyip kubbenin yanlarındaki çıkıntıları gösterdi. Onlar sonradan eklenmiş. Kubbe böylece onlar arasında kalarak korunmuş.
Ayasofya’dan çıkıp Topkapı’ya yönelince bir çeşme gördük su falan yok ama süslü bir çeşme. “Nedir?” demeye kalmadan oradaki insanlardan biri anlattı:
-Padişah 3. Ahmet tarafından hayır için yaptırılmış bir çeşme. Halkın susuz kalmaması için! 3. Ahmet 1703-1730 yılları arası saltanat sürmüş. Lale Devri onun zamanında yaşanmış. Öyleyse çeşme de 220 yaşlarında! Bunları konuşarak yüksek bir kapıdan bahçeye girdik. “Babıâli!,, burası olsa gerek! Tarih derslerinde duyduğumuz Yüksek Kapı!
Topkapı Sarayı’na giriş kapısı
Öztekin Öğretmen düzeltme yaptı:
- O kapı bu kapı değil; göreceksiniz o kapı bunun kadar yüksek olmadığı gibi, ona yakıştırılan yükseklik de gerçek yükseklik değildir. Sık sık duyarsınız, ya da eski metinlerde okursunuz:
-Yüksek şahsiyet, yüksek huzur falan diye. İşte o da yüksek şahsiyetlerin, (vezirlerin, nazırların) girip çıktığı kapı anlamındadır, Az sonra buradan çıkınca onu da göreceğiz.
Kapıdan geniş bir bahçeye girdik. Asker kışlalarını andıran bölümler var. Bizden önce gelenler olmuş grup grup geziyorlar. Girince doğu tarafa baktık kemerli kemerli yerler, ara ara binalar, Batı tarafı daha geniş alan, oradaki binalar birbirinden kopuk. Öztekin Öğretmen o tarafa döndü. Önce taş yığınlarının bulunduğu bir bahçe gibi yere girdik. Hemen bitişikte görkemli bir bina var “Etnografya Müzesi,, dediler. Zaten bina duvarında da yazıyor. Ancak müzeye böyle mi girilir? Müzeler hep böyle mi? diye birden irkildim: Prado, Louvre, Hermitage müzeleri de böyle mi? Kapıda ilk karşılaştığımız kişiye bunu sordum. Müze henüz kurulmamış, gerçek müzeye tüm buluntular düzenli olarak yerleştirilecekmiş. Burası, (binanın önü) geçici, toplama yeriymiş.
Oyma taşlar, insan boyunda heykeller! Burada da ayrı tanıtıcılar var. Alan geniş olduğu için dağıldık. Benim grubuma bilgi veren, oylumlu, (oldukça büyük bir oymalı mermer) bir kabartmalı taşı göstererek “Büyük İskender’in mezarı” dedi. İnanamadım, sordum:
-İskender’in mezarı mı? Tanıtıcı, o dönemler ünlülerin bu tür yerlere gömüldüğünü anlatmaya başladı. Oysa ben Anatole France’ın Thais romanında İskender’in mezarının İskenderiye’de olduğunu, yerin adresinin bile kitapta yazıldığını okumuştum. Bunu söyleyince anlatıcı şaşırdı:
-Vallahi, bize bunları yazıp veriyorlar, biz de ona göre anlatıyoruz! deyip kesti. Bundan sonra bir salona girdik orada da tüm Osmanlı Padişahlarının eşit boyda çerçeveli resimleri var. Burada da anlatıcı var. Padişahları göstererek bilgi veriyor. 4.Murat, pehlivan gibi. Anlatıcı, onu överek:
-Kılıcıyla bir vuruşta mandayı ikiye bölermiş! deyip yüzümüze baktı.
-4. Murat 15 yaşında padişah oldu, 32 yaşında da öldü. Bu dediğinizi hangi yaşlarında yapardı? diyecek oldum. Anlatıcı kaşlarını çatarak:
-Buraya binlerce kişi gelip bilgi alıyor. Onların bütün sorularına ben nasıl karşılık veririm? Siz daha iyisini biliyorsanız bana soru sormayın!
Anlatıcı arkasını dönüp gitti. Anlatıcının öfkelendiğini görünce bana çıkışacağını sanmış, dönüp gittiğine sevinmiştim Sevincim kursağımda kaldı; bu kez bizim arkadaşlar bana çıkıştı:
-Yaptığını beğeniyor musun?
Onlara bakılırsa ben soru sormamalıymışım!
Buradan çıkınca deniz tarafına geçtik. Girdiğimiz yerlerde yığınla eski öteberi var, tencere, tava, koca koca bakır kazanlar. Bir yerlerde de yığınla porselen tabaklar. Anlatıcı porselen yığınını göstererek:
-Bunlar hep Çin Hükümdarlarının Padişahlarımıza hediyesi! dedi. Bizimkiler, yamru yumru bakır kaplar, Çinlilerin ise porselen! Az önce beni kınayan arkadaşlara baktım, hayran hayran porselenlere bakıyorlar. Aynı arkadaşlar, dört gün önce de ilgimi çekmişti: İznik’te Eşrefoğlu Camisi’ni gözlerken oradaki anlatıcı, minaredeki çinileri göstererek:
-Bu çiniler, başka yerlerden sökülerek buralara takılmıştır. Çünkü cami, yapıldığı dönemden sonra birkaç kez yıkıldı, yerle bir oldu, bu gördüğünüz özgün yapısı değil, o sıralar İznik’te çinicilik bitmişti! dediğinde sorular sorulmasını beklemiştim. Kimse sormayınca da üzülmüştüm.
Arka arkaya bölümlerden girdik çıktık. Bir yerde de yaldızlı sedefli bir büyük sandalye (büyükçe koltuk tipi)gösterildi:
-Şah İsmail’in tahtı. Tanıtıcı anlattı:
-Yavuz Selim’e karşı duran Acem Şahı, savaşı kaybedince tahtını bırakıp kaçmış, Yavuz Sultan Selim de onun tahtını alıp İstanbul’a getirmiş. Yıl 1515. Savaşa çıkan bir hükümdar tahtıyla mı çıkar? Bu adam savaş meydanında tahtında mı oturuyordu? Eğer öyleyse Yavuz Sultan Selim savaşa bir tahtla gitti iki tahtla döndü. Bir de Napolyon Bonapart’ı düşünelim, adamcağızın ömrü başkalarının tahtlarını taşımakla geçmiş her halde!
Gene girdiğimiz kapıdan çıktık. Topkapı Sarayı’nın tramvay yolu tarafından bir süre yürüdük. Sol tarafta kapalı bir kapı gördük. Oradan, İstanbul Valilik konağına giriliyormuş. Öztekin Öğretmen orasını göstererek:
- Bakın, bu bina Tanzimat’tan sonra Sadrazamların yönetim yeri olmuş. O nedenle buraya Osmanlıca Yüksek Kapı anlamına gelen Bab-ı âli denmiş.
Öztekin Öğretme gülerek bir de tekerleme söyledi:
-Bab-ı ali yüksek kapısından mürûr edip geçerken, yek bir atlı süvariye tesadüfen rast geldim!
Açıklaması:
-Bab-ıâli, yüksek kapı, mürur etmek, geçmek, yek bir atlı, süvari, tesadüf, rast gelmek! Öztekin Öğretmen güldü:
-İşte size Osmanlıcanın özeti (!) dedi.
Sirkeci’ye dek bu tekerlemeyi sayıkladık. Yolumuzun üstündeki Yeni Cami’ye girdik. Yeni Cami’nin acıklı hikâyesi de ilgimizi çekti. Bir padişahın annesi yaptırmaya kalkışmış, ömrü yetmemiş, cami yarım kalmış, tam yetmiş yıl sonra bir başka padişahın annesi camiyi tamamlatmış. Bu da Celâli isyanlarının halka kan kusturduğu dönemmiş. 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan tarafından yapımı 1595 yılında başlatılan cami, 1665 yılında padişah 4. Mehmet’in annesi Turhan Sultan tarafından tamamlatılıp hizmete açılmış. Bu nedenle caminin gerçek adı da Valide Sultan Camisi’ymiş. Yer olarak yoğun nüfusun bulunduğu yörede olması nedeniyle en çok insanın yararlandığı camilerin başında gelirmiş.
Yeni ya da Valide Sultan Camisinden sonra köprüye yönelip kalabalık arasında Karaköy’e geçtik. Öztekin Öğretmen Taksim’e çıkmak için:
-Tüneli görmek mi istersiniz tramvayla gitmek mi? Tüneli görmek istedik. Dolambaçlı bir iki dönüşten sonra küçük tren ya da değişik tramvay gibi bir yerlere girdik. Bir iki hık-gık dedikten sonra aydınlığa çıktık. Ünlü İstanbul Tüneli burasıymış. Çıktığımız yer oldukça kalabalıktı. Kalabalık içinde yürüdük. Dükkanların büyüklüğü gibi adları da ilginçti. Kocaman yazılarla yabancı adlar: Karlos, Anjelika. Matilda, Josefin. Karlos bir kral adı, Anjelika da bir filmde geçmişti. Matilda, Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah romanının kahramanı, Josefin’se Fransız İmparatoriçesi, Napolyon Bonapart’ın ilk eşi. Bunların adları neden levhalara yazılmış? Tatlı sevdiğim için ikide bir tatlıları görünce levhalarına da baktım; Markiz, Lebon, Degüstasyon, Süpangles gibi adlar yazılı.
Uzunca bir yürüyüşten sonra Taksim Meydanı’na çıktık. Atatürk Heykeli yakınında durduk. Az ileride tramvay durakları. Vakit iyice gecikmişti, gruplar olarak bölünüp Mecidiyeköy durağında buluşmak üzere tramvaylara dağıldık. Benim bindiğim tramvay oldukça erken gitti. Mecidiyeköy’de inince öteki arkadaşları bekledik. Durağın az ilerisine bakıyordum, oradan yan tarafa bir yol varmış, o yoldan gelen bir subay bana yaklaşarak kim olduğumuzu sordu. Grubumuz hakkında bilgi verince subay ilgiyle Mehmet Başaran’dan söz etti. Mehmet Başaran’ın arkadaşım olduğunu söyledim. Ancak ilgimi çekti. Ben de ona, Başaran’ı nereden tanıdığını sordum. Subay adını söyledi: “Yüzbaşı Fazıl Hüsnü Dağlarca, şiir yazarım!” deyince Varlık dergisinde şiirini okuduğumu söyledim; çok sevindi. Mehmet Başaran’ın kendisine birkaç kez mektup yazdığını, adres verdiğini, ancak kendisinin vakti olmadığından karşılık veremediğini anlattı. Kendisi onu unutmadığını, uygun bir zamanda toptan cevap vereceğini söylememi rica etti. Fazıl Hüsnü Dağlarca! Kısa boylu, oldukça şişman. Subayın da böylesini hiç görmemiştim. Benim konuştuğumu gören arkadaşların da ilgisini çekmiş:
-Ne konuştun o bodurla! diyen oldu. Nedense ben o denli kısa görmemiştim. “Bizim arkadaşların bazılarına göre o selvi boylu sayılabilir” deyip güldüm. Grup tamam olunca Balmumcu yolunu tuttuk. Bu kez yemenin yanında, çokça dut topladık. Öztekin Öğretmenle eşi, kızlar duraksamadan yürüdüler. Onlara verilmek üzere, topladığımız dutlardan oldukça çok dut ayırdık. Dut toplarken dün akşamki kişiyi anımsadım, bizi dut yemeye cesaretlendirmişti. Onun verdiği cesaretle bu akşam da rahatça hem yedik hem de topladık. Okula gidince de ilk aklıma gelen o oldu. Kooperatiftekilere sorarken Çerkezköylü Mustafa geldi. Sözü unutmamış önce şiiri verdi. Mustafa dün akşam bizimle geleni görmüş, anlattıklarımızı duyunca:
-O ayrıldı, daha doğrusu ona görevi bıraktırdılar. Görevine geç geldiği için okul müdürü onun görevine son verip kovmuş. Şaşırdım:
-Nasıl olur? diyecek oldum. Bu kez bir başkası:
-Okul müdürü çok titizdir, görevlilerin en küçük kusuru affetmez! Reşat Tardu!
Şu bizim Reşat Tekinay Öğretmenin uzun uzun övdüğü olgun insan (!) Bizimkini, öğrenciliğinde çok severmiş. Daha ileri giderek onun baldızı Nurefşan’la olan aşkından söz ederdi. Bir onları düşündüm, bir de dutlukta bizimle candan konuşan insanı! Tüm günümün biriken sevinci bir anda yok oldu.
Okul uzak bir yerde olduğu için kooperatif her türlü yiyeceği satıyor, akşam yemeklerimizi gönlümüzce yedik. Satranç oynayanlar oldu. Pinpon masası var, onu da deneyenler çıktı. Yarınki yolumuz da uzun sayılır; gene önce Sirkeci’ye oradan da Beyazıt Meydanına çıkacağız. En önemli uğrak yerimiz Süleymaniye Camisi olacak. Bu caminin semti tramvaylara biraz uzakmış. “Gene tabanvay!” söylemleri dolaştı. Görecek yerlerimizden biri de Kapalı çarşı. Kapalı Çarşı üstüne çok hikâye dinledim. Babam eskilerde İstanbul’a çok gittiğini söyler:
-En büyük eğlencem Kapalı Çarşı olurdu! der, sonra da anımsadıklarını gene gene anlatır. Kapalı Çarşıdan aldığı bir çalar saati var, kurulduğu zaman çok güzel çalar. Parça, için Çoban Şarkısı derlerdi. Ben onu sonraları (Asım Öğretmen aracılıyla) Chopin olarak saptadım. Chopin’in Yağmur adlı Prelüdünün birkaç tekrarı. Asım Öğretmene saati tarif etmiştim, Asım Öğretmen İstanbul’a gittiğinde benzer saatleri görmüş, öğrenmişti.
Konuşmalar arasında uyudum.
29 Haziran 1945 Cuma
Gidilecek yolun bir bölümünü bildiğimi sanarak soranlara anlatıyorum:
-Dün gördüğümüz Yeni Cami’nin yanından Beyazıt Meydanına çıkacağız. Beyazıt Meydanında da bir cami olduğunu anımsadım. Zaten o cami nedeniyle o meydana Beyazıt Meydanı demişler. Belleğimi zorladım, oralarda asker doktor okulu da vardı. O okulun önünden geçip Şamlı İskender’e gitmiştim.
Öztekin Öğretmen, kız arkadaşların bugün bize katılamayacaklarını söyledi. Arkasından da:
-Daha rahat yürürüz, yolumuz dünden az değil deyip yol işareti verdi. Oldukça hızlı, alıştığımız Mecidiyeköy tramvay durağına ulaştık. Durağa ayak basarken tramvay kalkış zilini çaldı, telaşla hepimiz doluştuk. Öğretmenin aklı fikri eşinde olacak, tramvaya binince “İyi ki gelmediler, onları bindirmek zor olacaktı” dedi. Geçtiğimiz yollar oldukça boştu. Bu söylenince öğretmen sokakların günün belli saatlerinde dolduğunu, görülen kalabalıkların hep İstanbullu olduğunu düşünmememizi, yarısının gezmek için gelenler olduğunu, onların da çoğunlukla akşam üstüleri buralara çıktıklarını söyledi. Arkadaşlar, öğretmenden rica ettiler:
-Karaköy’de inelim. İndik, Yeni Camiye dek yürüdük. Yeni Cami yakınında oturanlar var, oraya geçip biz de topluca oturduk. Simitçiler sanki bizi bekliyormuş, geldiler. Çaylar da geldi, sabah kahvaltımızı yapmış olduk. Dar ama çok yoğun bir sokaktan, Rıdvan Umay ağabeyin dükkânı önüne çıkıverdik. Az ileride Tramvaylar duruyor. Öztekin Öğretmen uyardı:
-Hedef Beyazıt Meydanı, Üniversite kapısı! Bir süre sonra Üniversite Kapısı karşısındaki ağaçlar altında buluştuk.
İstanbul Üniversitesi Kapısı
Az ileride mağara gibi bir yere insan seli aktığını gördük. Buranın Kapalı Çarşı Beyazıt kapısı olduğunu öğrendik. Beyazıt Kulesi yakınından bir süre yürüyüp Süleymaniye camisine ulaştık. Cami bize biraz farklı göründü. Sanki gördüğümüz öteki camilerden daha ölçülüydü. Ancak bahçesine girince üzülür gibi olduk. Az ileride çamaşır ipleri, iplerde çamaşırlar sallanıyor, Hizmetçi kılıklı biri elinde bir kapla oralarda geziniyor. Az ileride iki küçük çocuk yere tebeşirle çizgi çizmiş itişerek, kakışarak atlıyorlar. Az uzakta bir köşede küçük bir kulübe var. Caminin kapısından girmek üzereyken içerden çıkan biri bizi durdurup ayakkabılarımızı çıkarttı. Camide görevli olduğu anlaşılan kişiye Öztekin Öğretmen durumumuzu anlattı. Caminin ders konusu olduğunu, öğrencilerin soruları olacağını söyledi. Adam biraz değişir gibi oldu, daha yumuşak bir sesle konuşmaya başladı. Önce Kanuni Sultan Süleyman’dan söz etti:
-Kanuni Sultan Süleyman, 10. Osmanlı padişahıdır. Bunu belirtmek için adını taşıyan caminin dört minaresinde 10 şerefe vardır. 4 minare oluşu onun İstanbul’un alınışından sonra 4. Osmanlı padişahı oluşunu gösterir. Cami, büyük Türk Mimarı Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Caminin temeli, Kanuni Sultan Süleyman’ın 20. cülus (Padişah oluşunun) yılında atılmış, 1555 yılında da bitirilmiştir. Kubbe yüksekliği 53, kutru (çapı) 27 metredir. Kubbe dört sütun üzerinde durmaktadır.
Anladığımız kadarıyla anlatıcı, Kanuni Sultan Süleyman hakkında doğruları anlattı. Camiyi tanıttığı gibi Mimar Sinan’ın ustalığı üstüne de güzel sözler söyledi…
Süleymaniye Camisi
Ancak, caminin sütunlarını göstererek:
-Bu sütunların biri İskenderiye’den biri de Baalbek’ten getirilmiştir! gibi bir söz söyledi. Baalbek’in nerede olduğu sorulduğunda:
-Nerede olduğunu ben nerden bileyim? Kanuni’nin gittiği düşman ülkelerinde yapılan talanlarda elbette bir yerden alınmıştır! deyişine şaştık. Talan dediği düpedüz soygun, zorla alma! Anlatıcı bu sözü, yabancılara söylerse biraz ayıp olmaz mı? sorusu kafamıza takıldı. Ama kimse bir tepki göstermedi. Caminin çinilerini överken o da İznik çiniciliğine değindi. Eğer İznik’e gitmeseydik şu anda İznik’te çini fabrikalarının çalıştığına inanacaktık. Bahçeye de bizimle çıkan tanıtıcı, karşıda bir köşeyi göstererek:
-Mimar Sinan’ın türbesi! dedi. Oranın bakımını da kendisi yapıyormuş.
Camiden ayrılırken dönüp dönüp baktık. Sahiden caminin çok görkemli bir görüntüsü var. Edirne’deki Selimiye Camisi’ni anımsadım. Selimiye Camisinin kubbe köşelerine kondurulan dört minare sanki kubbeyi daraltıyor gibiydi. Bu camiyi görünce bu inancım arttı. Bence Süleymaniye daha gösterişli. Çinilerinin rengi de bana farklı geldi.
Kapalı Çarşı ilgisi, Süleymaniye Camisi’ni çabuk unutturdu. Neredeyse koşa koşa geri döndük. Beyazıt Camisi önünde durduk. Süleymaniye Camisi’ndeki sessizlik burada gürültüye dönüştü. Camiye girip çıkanlar oldukça kalabalık. Günün Cuma olduğu anımsatıldı. Buradaki kalabalık orada neden yok? Sorunun karşılığını Öztekin Öğretmen verdi:
-Burası ayak altı, gelen geçen çok. Orası bir mahalle. Üstelik bizim gittiğimiz zaman, hem mevsim olarak hem de zaman olarak ora halkı için iş zamanıdır. Burası öyle değil, buraya gelenler:
-Gelmişken bir de buraya girelim! diyen takımı.
Serin serin esintili bir gölgelikten Kapalı Çarşı’ya girdik. İlk dikkatimi çeken kitapçılar oldu. Yığınla kitap, hem de eski kitaplar. Küçük küçük dükkânlar. Dükkân bile denilemeyecek türden. Öztekin Öğretmen eliyle gösterdi:
-Ünlü Sahaflar köşesi. Sahaflar deyince Nef’i’yi anımsadım. O, bir gazelinde Dükkençei Sahaf diyordu, yani küçük sahaf dükkânı değil! diyordu. Öyleyse bu dükkâncıklar Nef’i zamanında da vardı. Öztekin Öğretmen sık sık dikkatimizi çekti:
-Hep yaldızlı vitrinlere bakmayın, onları Ankara’da da görürsünüz, sizin burada göreceğiniz, Kapalı Çarşı sistemini oluşturan yönleridir! dedikten sonra bir yerde durdu. Durduğu yer, hurdalıktı. Ezik teneke kutulardan at eğerine katır semerine dek çeşitli eskiler vardı. Öğretmen orada duran bir gence sordu:
-İşler nasıl gidiyor? Genç, kırk yıllık tanıdık gibi öğretmene:
-Allah’a çok şükür! İyidir ağabey! diye karşılık verdi. Ayrılınca öğretmen gülerek:
-Kapalı çarşının özelliği her konuda insanların gereksinimlerini karşılamasıdır.
Köşeyi dönerken Şark Kıraathanesi yazan bir yer gördük. Pencereler açık, oturanların kimileri ağızlarına uzun sopalar sokulmuş gibi duruyorlar. Kıraathane salonu oldukça büyük, hepimiz girdik. Adamların nargile içtiğini anladım. Görmemiştim ama Ömer Seyfettin’in hikayelerinden öğrenmiş gibiydim. Ömer Seyfettin Kurbağa Duası adlı hikâyesinde anlatıyordu. Çayları içtik. Öğretmen bir kez daha dikkatlerimizi çekti:
-Bakın şimdi, belki yaşamınızda bir kez daha karşılaşmayacağınız bir başka olayla karşılaşacaksınız. Asıl sizi bu düşündürmeli: Kuyumcular! Altın işlerini elinde tutanlar. Annelerinizin, ablalarınızın biri ikisi için saçını süpürge ederek sahiplendiği altınları bakın birileri nasıl yığınla elden geçiriyor!
Kalkınca, camlara takılmış altın zincirleri, yüzükleri, bilezikleri gördük. Önce bir sıra dükkân gibi gördüğümüz altıncıların sonra birkaç sokağa dağıldığına tanık olduk. Az sonra da kapalı çarşıdan çıktık. Orada da bir cami var. Onu da bir Osmanlı Padişahı yaptırmış. 3. Osman, 1754-57 yılları arası kısa bir süre padişahlık etmiştir. Çok dindar sayıldığından imamlar ya da hoca takımı kendisini çok sevmiş. Bu yüzden Caminin adı Nur-u Osman Camisidir. Böylece Kapalı Çarşı kuzeyde Beyazıt, güneyde Nur-u Osmaniye camisi ile sınırlıdır.
Kapalı Çarşı’dan sonra Mısır Çarşısına da uğradık. Deniz kıyısına balıkçıların yanına inince otobüsler gördük:
-Piyer Loti’ye diye bağrışıyorlardı. Öğretmen:
-Vaktimiz var, orası tepededir. Haliç’i bir de tepeden görelim! deyince sevindik.
Gittiğimiz yer pek ahım şahım değildi, bizim kahve gibi bir yerdi ama çevreyi izledik. Piyer Loti adını duyan vardı ancak benden başka ondan kitap okuyan çıkmadı. İstek üzerine İzlanda Balıkçısı’nı anlattım. Roman, iki genç olan Varlıklı Gaud ile yoksul Yann arasında geçer. Yoksul durumdaki Yann balıkçılıkla geçinir. Fransa kıyılarındaki balıklarla yetinmez ta İzlanda kıyılarına gider. Varlıklı aynı zamanda güzel bir kız olan Gaud da Yann’ı beğenir. Yann bunun ayırdındadır ama kendisi yoksul olduğu için varlıklı bir kızla evlenmekten çekinir. Ona göre gururu her şeyin üstündedir. Ancak Gaud da çok sabırlıdır. Varlığına değil aklına, iradesine güvenerek Yann’a yaklaşmak ister. Gerçekte, iki genç de birbirini sevmektedir. Uzun bir içsel direnişten sonra evlenirler. Gaud, Yann’a gönülden bağlanmış, onun yaşam koşullarına uyunca mutlu olduğuna inanmıştır. Evinin işlerini kendi görür. Yann da meslek edindiği balıkçılığı sürdürür. Ancak mutlulukları kısa sürer. Yann gittiği son seferden geri dönemez.
Roman, bu iki genci anlattığı gibi onların içinde yetiştiği çevreyi de olağanüstü ustalıkla yansıtmaktadır.
Öztekin Öğretmen bir kez daha beni övdü:
-İbrahim, her taşın altında var! dedi.
Ancak ben, bu taşın altında olma sözüne takıldım. Taşı kaldıran olmazsa, kendim kalkacak mıyım, kalkamayacak mıyım?
Öztekin Öğretmen bir ara da hepimize sitemde bulundu:
-Sandığım kadar meraklı değilsiniz. Bakın karşınızda Beyoğlu. Yabancıların Pera dediği, caddede yürürken insanlara çarptığımız yerler tam karşımızda. Uzak ama bakın o güneşin aydınlattığı yerler o yürüdüğümüz büyük caddenin bir yanı. Şehir Tiyatrolarının, büyük otellerin, Konsoloslukların bulunduğu Tepebaşı.
Gerçekten güneşin parlattığı binalar görünüyordu. Öğretmen oranın altında Kasımpaşa semtinin bulunduğunu anlattı. Konuşarak yola indik, Gene otobüsle Eminönü denilen yere, köprünün öteki ucuna indik. Köprüden yürümek hoşumuza gidiyor. Öğretmen sordu:
-Uzun Ömer’i görmek ister misiniz? Uzun Ömer gazete haberlerinde hep geçer. (Ben daha önce görmüştüm). Köprüde yürürken bir yandan alta indik. Uzun Ömer’in orada yeri var. Oturduğu yere o sıra tam güneş gelmiş, terini silerken yanına indik. Ancak, yakınındakiler onun konuşmaktan hoşlanmadığını, hele kalabalıkları hiç sevmediğini söylediler. Biz de sadece görüp geçtik. Bir süre takılma konusu oldu. Uzun Ömer otururken bizim en uzun boylumuzdan daha uzun. (2,5 metre olduğu söylendi.)
Olasılıklar öne sürüldü:
-Bol gıda almıştır. Öztekin Öğretmen açıkladı:
-Fakir bir köylü çocuğuymuş. Uzun Ömer’i anarak Tünel’e yöneldik. Öztekin Öğretmen bizi durdurarak açıklama yaptı:
-Buradan Beyoğlu’ya çıkmak salt tünelle yapılmaz, iki de yürüyüş yolu vardır. Biri oldukça dik, sürekli merdivenlerden çıkılır. Öteki de uzunca bir caddedir. Öğretmen eliyle merdivenli tarafı gösterince birden o tarafa döndüm. Döndüğümü gören öğretmen:
-Oradan gidersen, bizim nota alıcımız Papajorjo’u da göreceksin, bak notaların kaynağı orasıdır! dedi.
Yusuf Demirçin ile Halil Yıldırım da bana katılınca merdivenleri tırmandık. Bir süre yürüdükten sonra sol tarafta büyük bir dükkânın kapısında Jorjo Papajorjo yazılarını gördük. Gerçekten çok büyük bir satış yeri, içerisi insan dolu; yığın yığın notalar. Gezi henüz bitmediği için paramı düşünerek ancak iki nota kitabı alabildim, Güzel Viyana Valsleri ile Tirol Şarkıları. İkisi de piyano için düzenlenmiş. Sevinerek üst yola çıktık. Tünelden çıkan arkadaşlar henüz çok uzaklaşmamış, onlara yetiştik, kalabalık arasından Taksim’e dek yürüdük. Galatasaray Lisesi’ni hep duyardım. Tevfik Fikret’in adı geçince Galatasaray lisesi de birlikte anılırdı. Doğrusu ben onu büyük saraylar gibi düşlüyordum. Gerçi kapısı gene büyük ama ortalarda bina yok. Salt bahçe görünüyor. Kapı önü de küçük bir alan.
Taksim’e çıkınca Öztekin Öğretmen yorulduğunu öne sürdü. Konuşulan zamanı aşmama koşuluyla isteyenlerin kalabileceğini söyledi. Biz bir grup arkadaş kaldık. Öğretmen gidince fikir yürütenler oldu:
-Yorulmuş falan değil, eşini özledi!
-Eşini özlemesi çok normal, sen olsan özlemez misin?
Konuşa konuşa tramvay yolunu izledik. Birbirine benzeyen görkemli binalara bakarken yerin Şişli olduğunun ayırdına vardık. Atatürk bir zamanlar burada da kalmıştı. Şişli, Atatürk derken bir de baktık ki, yeni yapılan camiye gelmişiz.
Oradan Mecidiyeköy durağına doğrulup özlediğimiz dutluğa girdik. Çok geç değil, diyerek dutları seçe seçe bir süre dut yedik.
Okula girince Öztekin Öğretmene bilgi verdim. Öğretmen :
-Sabah gene erken çıkacağız, ona göre oturun! diye tembihte bulundu.
Arkadaşların çoğu erkenden yattı. Bir süre Uzun Ömer bir süre Kapalı çarşı üstüne konuşmalar oldu.
Bense aklımı Sahaflar Çarşısına taktım. Ezberlemiş olduğum Nef’i’nin gazelini nasıl anımsayamadım?
Tutti mucize güyem ne desem laf değilÇerh ile söyleşemem ayinesi saf değil…
Kendimi iyice sıkıştırdım…Tutti,mutti derken arkası geldi;
Tutti mucize güyem ne desem laf değilÇerh ile söyleşemem ayinesi saf deyilEhli dildir diyemem sinesi saf olayanaEhli dil birbirini bilmemek insaf değilYine endişe bilir kadr-i der-i güfrarımRüzgar ise deni dehr ise sarraf değilVerdi yine der-i genci mani elimeAleme berri güher eylesen itlaf değilLev-i mahfus u suhandır dil-i paki Nef’iTab-ı yaran gibi dükkançe-i sahaf değil Nef’i
Ortalama olarak şöyle açıklıyorum: Konuştuklarım, şöyle böyle laf eğil bülbül gibi mucizeler söylüyorum. Felekle ya da herhangi bir kimse ile kendimi denk tutup konuşmam, çünkü onların yapısı ya da mayası saf değil. Oysa ben, gönlü saf olmayanın, söyleyeceklerinin doğruluğuna inanmıyorum. Bana göre, gönlü saf olmayanlar anlaşamazlar (birbirini anlamazlar). Sözün güzelini zaten iyi düşünenler bilir, sürüp giden zamane ya da zamaneye kendini kaptıranlar ne bilsin. İnci sözlerin ya da söz hazinelerinin anahtarı benim elimdedir. Bu nedenle ben cümle âleme inciler dağıtıyorum, benim hazinem sonsuzdur. Bilinsin ki, Nef’i’ nin temiz kalbi, Allah’ın yazılı belgesi gibidir, (değişmez, azalmaz.) dostlarımızın sıradan, söz dağarı gibi kesat, karışık, küçük Sahaf dükkanlarına benzemez…
Geç oldu ama çok rahatladım. Sahaflar gözümün önüne geldi. Benim severek sakladığım (ciltli) Şaheserler Ansiklopedisi, orada merdivenlerde yırtık pırtık duruyor. Oradaki kitaba acıyacağıma kendi kitabımın değeri gözümden düştü. Fuzulî, Türkçe Divânı, İsmail Habib Sevük’ün Avrupa Edebiyatı ve Biz (iki cilt, benimki bir arada ciltli) kitapları da öyle. Oysa ben onları çok değerli olarak saklıyorum. Yoksa Nef’i, bu nedenle mi Sahafları küçümsemiş? Sahafların Kapalı çarşıda, Öztekin Öğretmenin gösterdiği eskiciyle benzerliklerini karşılaştırırken uyumuşum…
30 Haziran 1945 Cumartesi
Bugünkü program, önce Üsküdar, sonra Kadıköy.
“Atı alan Üsküdar’ı geçti,, tartışma konusu yapıldı. Üsküdar adı nereden geliyor? Üsküdar’la ilgili bilgilerimiz? Üsküdar’la ilgili hemen hemen tek bilgim, Selimiye Kışlası’nın Üsküdar’da oluşu. Salim Eniştem Selimiye Kışlasında askerlik yapmıştı. Kışla, Boğaz’a yakınmış, onun asker olduğu yıl çok kış olmuş. Tuna’dan kopan bir büyük buz boğazı tıkamış. (Sonradan öğrendiğime göre olay 1928 kışında olmuş) Üsküdar’dan bizim kahvede en çok Salim Eniştem söz ederdi.
Kepirtepe’den Hasanoğlan’a giderken Haydarpaşa (istasyon) nedeniyle Üsküdar’ı da tanımıştım. Üsküdar denince de ilk aklıma gelen, ne aklıma geleni, gözümde canlanan görkemli İstasyon binasıdır. Onu şimdiye dek gördüğüm tüm binalardan üstün görürüm.
Üsküdar-Haydarpaşa (olarak anılan tren) İstasyonu
Haydarpaşa olarak anılıyor ama neden Haydarpaşa dendiğini de bir türlü öğrenemedim. Haydarpaşa olarak buralarda bir semt yok. Salt binanın adı nasıl Haydarpaşa oluyor? İşin ilginci tarihimizde de böyle bir ad yok. Şimdiye dek Haydarpaşa adlı bir sadrazam ya da savaş kazanmış ünlü bir Haydarpaşa yok! Sanırım bu da, Damat Ferit gibi Saray damatlarından bir sultan gözdesidir.
Kadıköy için fazla söz söylenmedi. Sanırım ora hakkında arkadaşların da fazla bir bilgisi yok.
Oldukça geç yola çıktık. Öztekin Öğretmen uyardı:
-Aç karnınıza dut yemeyin, yaramaz, midenizi bozar!
Taksim Meydanı yakınlarında çay evleri var oralara dağıldık (toplu görünmemek için) Simitçiler vızır vızır etrafımızda. Kalkınca tramvayla Karaköy’e indik. Karaköy karışık bir yer olmasına karşın orasını öğrendik. Vapurla Üsküdar’a geçtik. Üsküdar meydanında bir karışıklık oldu. Biz Üsküdar olarak Büyük İstasyon binasını bilirdik; oysa bizi bir başka meydana götürdüler. Öztekin Öğretmen durumu açıkladı:
-Orası genel anlamda Tren Güzergâhı. Esas Üsküdar Meydanı burası.
Tenha tramvay bulduk, deniz kıyısından bir süre gittik. Az ileride bir saray var, Beylerbeyi Sarayı. Şimdilerde kapalıymış ama uzaktan da olsa gördük. Büyük bir bahçesi var. Padişah Abdülaziz yaptırmış, 2. Abdülhamit devrildikten sonra ölümüne dek burada yaşamış.
Beylerbeyi Sarayı
Abdülaziz’in 1860-1876 yılları arasında padişah olduğunu biliyoruz; öyleyse saray 1860 -1876 yılları arasında yapılmıştır. 2. Abdülhami 1909 yılında devrildi, 1918 yılında öldü. Ömrünün 9 yılını burada geçirmiş. 2. Abdülhamit uzun süre konuşma konusu oldu:
-Yıldız Sarayı’ndan buraya geçmiş, buna devrilme mi denir?
-İnsanlarda hırs denilen bir itici güç vardır, o insanı sürekli depreştirir; buradan Yıldız Sarayına baktıkça mutlu olması söz konusu olamaz.!
-Öyleyse adam 9 yıl acı çekmiştir.
-Onu burada yaşamaya zorlayanlar da bunun için onu buraya kapatmışlardır.
-Bu kapatmaysa, ben de böyle bir yere kapanmak isterim.
-Bunu istemek için geç kalmışsın, zaten geç kalmasaydın şimdi kim bilir nerelerde olacaktın?
Üsküdar Meydanına döndük. Meydanın Marmara tarafında bir adacık var, Kız Kulesi. Az yaklaşıp baktık. Kıyıya yakın bir kaya üstünde, küçük evimsi bir kulübe. Öztekin Öğretmenin anlattığına göre, orada ucu su üstüne çıkan bir taş varmış. Kimsenin girmediği, ilgilenmediği bir yer. Bizans İmparatorlarının birinin tek evladı, güzel bir kızı varmış. Kâhinler İmparatora:
-Kızını bir yılan ısıracak, onu yılandan koru! demişler. İmparator düşünmüş taşınmış, yılanın giremeyeceği bir yer aramış. Söz konusu yılan kara yılanı olduğundan İmparator o küçük taşın üstüne bir yer yaptırmış, böylece kızını uzun süre korumuş. İmparator kızının orada yaşadığını bilen halk, oraya Kız Kulesi adını koymuş. Ancak kızın yiyecekleri saraydan geliyormuş, gelen yiyecekler içinde üzüm bulunduğu bir sıra, üzüm salkımı içinde bulunan bir yılan kızı ısırmış.
Birilerine göre de:
-Söz konusu taş, kimi zaman iyice meydana çıkıyormuş. Öyle zamanlarda taşın üstüne çıkan bir deniz kızı güneşleniyormuş. Ancak kapalı havalarda deniz kızı taşa kadar gelip geri dönüyormuş. Bunu gözeten bir delikanlı deniz kızına aşık olmuş. O gelmediği zamanlar hastalanıyormuş. Durumu anlayan delikanlının babası oraya bir barınak yapmış. Amacı kızın her zaman gelmesini sağlamakmış. Gerçekten deniz kızı ondan sonra her zaman gelmiş. Ancak delikanlı uzaktan bakmakla kalmamış bir gün kendisi de kulübeye gitmiş. Oysa deniz kızı da delikanlıyı ilk gördüğünden beri sevdiği için oraya geliyormuş. Bu kez yakınında görünce delikanlıyı da alıp sulara dalmış. Bu iki sevgilinin bir gün geri geleceği düşünüldüğü için oradaki kulübe sürekli onarılıyormuş.
Üsküdar’dan Kadıköy’e geçtik. Kadıköy girişi büyük bir meydanlık. Vapur, küçük ama çok cici bir binanın önünde duruyor. Bina sanki deniz üstüne yapılmış. Hemen yakıştırma yapıldı:
-Deniz kızının buraya gelmesini isteyen bir açıkgöz bu binayı yaptırmıştır.
-Bina yüksek, buraya balık çıkar mı?
-Deniz kızları balinadan türemedir, filmlerde görmediniz mi, balinalar nasıl atlıyor?
Çarşı tarafına yönelince bir boğa heykeli gördük. Boğa heykelinin Kadıköy’e oluşuna şaştık. Öztekin Öğretmenin de bu konuda bilgisi yokmuş. Bir süre yürüdük. Bir dereye rastladık, pis kokulu. O dere yakınlarda denize karışıyormuş, hemen yakınından da insanlar denize giriyormuş.
Fenerbahçe, futbol sahası. Fenerbahçe, kimi arkadaşların çok duyduğu bir ad, hemen sahiplendiler; Ahmet, Mehmet, Gündüz, Cihat, Zeki meki dediler. Bir süre yürüdükten sonra bir parka girdik. Öztekin Öğretmen saati gösterdi:
-İsteyen tramvaya atlar son durağa dek gidebilir. Üç saat sonra burada (Fenerbahçe Parkında) buluşacağız.
Bir grup arkadaş tramvaya atladık. Orası burası derken son durağa indik. Bostancı! Plaj hemen yakında. Aynı zamanda bir büyük bahçe var. Bahçenin bitişiğinde camlı, kapalı yeri de var. Bahçe, oldukça büyük bir alan, örtülü masalar, temiz giyimli genç insanlar ortalıkta dolaşıyor. Meğer o gün orada düğün olacakmış. Az sonra çalgılar geldi. Aralarında akordiyonu görünce sevindim. Böyle yerlerde akordiyon çalan kimse görmemiştim. Düğünlerde çalan gördüm ama, çalarken yakından görmemiştim. Saksafon, klarnet, davul var. Konuştukça olayı iyice öğrendik. Düğün sahipleri Rum yurttaşlarımızmış. Bize candan yakınlık gösterdiler, çaylarımız üst üste geldi. Yanımıza oturup konuşan oldu. Akordiyoncu gecikmiş, arkadaşlar beni önerdiler. Bin bir nazla kalkıp, katıldım. Çok Ağladım, Ayşem, Hatırla Margarit, Komparsite, La Polama gibi çok çalınan bir iki parça denemesi yaptık. Törenleri henüz başlamamıştı, bekledikleri gelince, kurtulduğuma sevindim. Anladım ki bu, benim yapacağım iş değil. Çalanlar, parçaları kendilerine uyduruyorlar. Ancak olay çok hoşuma gitti.
Saati Bostancı’da doldurup Fenerbahçe’ye döndük. Fenerbahçe Bostancı arası oldukça uzak, arada başka duraklar da var. Oralara gidenler de olmuş. Adları sayıldı; Erenköy, Caddebostan, Göztepe, Fenerbahçe. Öğretmen:
-İki tane daha eklerseniz tamam olur! deyip Moda ile Kalamış’ı gösterdi:
-Sağımız Moda, solumuz Kalamış.
Sağımıza solumuza bakınarak tramvay yoluna çıktık. Tramvaydan inilince az yürünüyor. Karşıda Haydarpaşa İstasyon binası görünüyor. Arada deniz yusyuvarlak, göl gibi. Buraya Üsküdar’dan daha yakın, neden Üsküdar iskelesi sayılıyor? Öztekin Öğretmen:
-Hükümetin yönetim bölümleri vardır, onlar bunu bir gerekçeye göre yaparlar!
Kadıköy’den kalkarken martıların çokluğu dikkatimizi çekti, neden böyle telaşlı uçuyorlar? Abdullah Ön konuştu:
-Bizim ayrılışımıza üzülüyorlar! Bu kez de “Seviniyorlar! diyenler oldu. Kız Kulesi’ni görünce konu değişti. Kız Kulesi adının nereden geldiği üzerine yakıştırmalar (!) üretildi:
- Efsaneler, kız üzerine söylendiği için Kız Kulesi denmiştir. Bir başkası:
-Bir padişah zamanında sarayda çok dırdırcı bir yaşlı kadın varmış. Padişah bu kadının dırdırından usanınca bu kulübeye kapatmış. Gelip geçen kayıkçılar o kadını orada görünce “Nene Kulesi!” demişler. Kendi uydurmalarımıza kendimiz gülerken rıhtıma yanaştık. İnince soruldu:
-Tramvay mı, Tünel mi? Öztekin Öğretmen serbest bıraktı:
-Geç kalmamak koşuluyla isteyen istediği yolu seçebilir! Ben okula gitmeyi seçtim. Ancak tramvaylar hep dolu geldi, Mecidiyeköy’de buluşmak üzere sözleşip birer ikişer bindik. Öztekin Öğretmen eşiyle bir tramvaya, kızlar üçü bir tramvaya binebilmişti. Doğan’la ben, oldukça geç bir tramvaya atladık. Mecidiyeköy’e inince kimse yoktu. Buna sevinerek yol boyunca dut seçtik. Okula yaklaşırken öteki gruptan gelenler oldu.
Akşam yemekleri; peynir, ekmek, çay. Şakalaşmalar uzadı:
-Ne yiyorsun?
-Ekmek, peynir çay! Bir başkası:
-Peynir, ekmek, çay!
-Çay, peynir, ekmek!
Pazar programımız belli, okuldan Beşiktaş’a inip, Yıldız Sarayı ile Dolma Bahçe Saray’larını gezdikten sonra vapurla boydan boya Boğazı göreceğiz.
Yatınca anımsadım; Şair Nedim Beşiktaş’ta yaşamış olmalı, öyle olmasa Beşiktaş’ta evinin olduğunu söyler mi? Ne demişti?
Gazel Muradın anlarız ol gamzenin izanımız vardırBeliğ söz bilmeyiz ama biraz irfanımız vardırO şuhun sunduğu peymaneyi reddetmeyiz elbetAnınla böylece ahtetmişiz peymânımız vardırMünasiptir sana ey tıfl-ı nazım hüccetin al gelBeşiktaş’a yakın bir hane-i viranımız vardırElin koy sine-i billûra âşıka rahmet ziraBeyaz üzre bizim de pençe bir fermanımız vardırGüzel sevmekte zahit müşkülün varsa bizden sorBizim ol fende çok tetkikimiz itkaamız vardırKoçup her dem miyânınla canına can katmada ağyarBe hey zalim sen insaf et bizim de canımız vardırSıkılma bezme gel bigâne yok davetlimiz ancakNedima bendeniz var bir de sultanımız vardırNedim
Gazeli arkadaşlara okumak düşüncesiyle birkaç kez tekrarladım. Sonra da öteki bilgilerimi anımsamaya çalıştım:
Dolmabahçe Sarayını Abdülmecit yaptırmış, Beylerbeyi Sarayını Abdülaziz, Yıldız Sarayını 2. Abdülhamit. 2. Abdülhamit Beylerbeyi Sarayında ölmüş.
Babam, padişah olarak Abdülaziz’i sever. Onun için bir şarkısı da vardır. Önce olayı anlatır sonra da şarkıyı söyler. Halk Abdülaziz’i çok severmiş. O tahttan indirilince Plevne ya da 93 Savaşı olarak anılan savaş çıkmış. Savaşın kaybedilmesini Abdülaziz’in yokluğuna yormuşlar. Özellikle Rus askerinin İstanbul’a dek girmesi insanların umudunu kırmış. Bu üzüntüler içinde Abdülaziz’e yakarmışlar:
-Uyan Aziz Sultan uyan-Kan ağlıyor bütün cihan!
Babam, zaman zaman, eski dönemler konuşulunca bu şarkısını söyler. Özellikle 2. Abdülhamit’i hiç sevmez, onu hilekâr, gaddar, katil olarak sıfatlandırır.
Babamın sesini duyar gibi oldum, uyumuşum.
1 Temmuz 1945 Pazar
Bugün çok önemli, hem pazar hem de Bayram. Hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar yollara dökülecek. Yollar kalabalık olur. Mehmet Zeybek, ne düşündüyse, yüksek sesle:
-Of! Haziran ayı da bitti, çilemiz bitmedi! dedi. Çıkışanlar oldu:
-İstanbul’dasın, bari bunu burada söyleme! Mehmet Zeybek amacının İstanbul’dan yakınma değil, okuldan ayrılma anlamında söylediğini tekrarlayınca son sınıflar birden kendilerine döndüler:
-Geçtik mi, kaldık mı?
Öztekin Öğretmen sordu:
-Hazır mıyız? Toplandık. Kısa bir söyleşi yapıldı:
-Biraz tabanvay, biraz tramvay ver elini Karaköy! Karaköy’den sonra bir süre rahatlayacağız. İstanbul’a gelen Boğazı görmezse İstanbul’u görmüş sayılmaz! Böylesi söylemler varmış. Benzer konuşmaları dinleye dinleye Beşiktaş İskelesine indik. Saraylar iskeleye yakınmış; az sonra büyükçe bir kapıdan büyük bir bahçeye girdik. Yıldız Saray bahçesi. Saraya girilmiyormuş, bahçesinde dolaştık. Neler yapılmış neler! Bahçe telleri şaşılacak maddelerden örülmüş. Bahçede birçok bina var. Ancak Saray diye gösterilen bina, bahçenin tepesinde, oldukça büyük. Önüne dek gittikten sonra geri döndük.
Gene, yokuş aşağı inerek girdiğimiz kapıdan çıkıp bir süre görkemli bir caddede yürüdükten sonra Dolmabahçe Sarayına girdik. Gezilme günüymüş, izin verildi. Yüksek tavanlı bir yere girdik, tavanlarda asılı lambalar korkutucu. Biri düşse altta gezenleri ezecek. Genç bir gezdirici bize açıklamalar yaptı. Tanzimat’ı ilân ettiren Padişah Abdülmecit, ülkesinin mimarlarına bu sarayı padişahlığının ilk yıllarında (1844) yaptırmış, ölümüne dek burada yaşamıştır. (1860) Sarayın tadını, saltanatı boyunca çıkaran Abdülaziz olmuş ama sonunda o da bu sarayda can vermiştir. Arkasından gelen 5. Murat, bir yıl bile kalamadan tahtı terk etmiş… Çok kuşkucu bir insan olan 2. Abdülhamit kendisinden önce iki padişaha yar olmayan bu saraya ısınamamış, kendisine ayrı bir saray, Yıldız’ı yaptırmıştır. Anlatıcı, sözü Atatürk’e getirdi, Atatürk’ün de burada öldüğünü söyleyince arkadaşlardan sarayın uğursuzluğundan söz eden oldu:
- Atatürk, keşke gelmeseydi! diyen de oldu. Gezdirici açıklama yaptı:
-Atatürk buraya zaten geldiğinde hastaydı, sarayla onun hiçbir ilgisi yok! dedi. Atatürk zaten sarayın tamamını kullanmamış.
Dolmabahçe Sarayı
Sarayın adı üstünde duruldu. Anlatıcı:
- “Saray, denizden doldurulan bir yere yapıldığından, daha doğrusu sarayın yerinin değil de bahçesinin denizden doldurulan yer olduğundan bu ad verildi. Dikkat ederseniz dolma sözü saraya değil de bahçeye yamanıyor” dedi.
Dolmabahçe Sarayı’nın tamamı iki yüz elli bin metre kare denilince hepimiz şaşırdık. Göstermiyor ama çok geniş bir alan. Gezdirici bizi çok ilgili görünce, Dolmabahçe Sarayı’nın arka tarafındaki salt duvarları kalmış büyük bir binayı göstererek:
-Asıl saray denilecek değerli saray orasıydı. Gerçekte o çok eskilerden beri elden ele dolaşan bir saraymış Padişah 2. Mahmut eski sarayı yeni baştan onartmaya kalkmış ama tamamlayamadan ölmüş. Yerine geçen oğlu Abdülmecit, aynı sarayı daha genişleterek yaptırmaya kalkışmış. 20 yıl boyunca tamamlayamadığı sarayı sonunda kardeşi Abdülaziz tamamlamış ama içine girmeye kısmet olmamış. Yerine geçen 5. Murat ise ancak 5 ay kadar orada kalabilmiş. Çırağan Sarayı diye anılan bu saray sarayların en değerlisiymiş. Ancak 1910 yılında yanmış. O gördüğünüz duvarlar o sarayın duvarları.
Çırağan Sarayı
-Bahçesinde de şimdi Beşiktaş kulübü futbol sahası var. Bir adı da Şeref Stadı’dır! dedi.
Dolmabahçe Sarayı’ndan sonra doğru Köprüye gittik. Boğaz vapurlarının biri geliyor biri gidiyor. Vapurlar bet sesleriyle konuşur gibi sürekli bağrışıyorlar. Bir de çıkardıkları dumanlar hoş değil. Hangisine bineceğimizin işaretini bekledik. Sonunda biri işaret edildi atladık. Beykoz’a gidiyormuş. İlk uğradığı yere dek çevreye bakındık. Durduğumuz yerde inenden çok binen oldu. Binenlerin çoğu da bayan. Cicili bicili giysiler. Az sonra bir grup şarkı söyledi. Daha doğrusu şarkı söylemeye başladılar, sonra da gülüşerek şarkı söylemekten vazgeçtiler. Fahri Yücel işaret etti bizim grup toplandı. Önce marşlar söylendi. Marşlar sonunda gemideki tüm yolcular yüzlerini bize döndürüp alkışladı. Olay anlaşılmıştı. Yolcuların tüm dikkati çekilmişti. Ahmet Yol, “Deniz ne kadar hoş!,, diye başlayıp İnci Avcıları aryasını ekledi. Bu kez Şevki Aydın şarkıları söyletti. Bebek denilen yerde vapur durunca görevliler geldi uyarıda bulundu. Düdük çalarak:
-Bebekte inecekler, vapur dönüşte burada durmayacak! İnsanlar karşımızda kenetlenmiş gibi bizi dinliyordu. Bir uyarı daha yapıldı:
-Tek tarafta toplanmayın, vapur su alabilir! Bir ara durduk. Vapur kalkınca gene başladık. Vapurun öte tarafından yeni gelenler oldu. Gelenlerden birini görünce Öztekin Öğretmen koşup boynuna sarıldı. Tam da Köy Yolunu söylüyorduk. Öztekin Öğretmen bizi susturup yüksek sesle:
-İyi insan sözünün üstüne gelirmiş. Şarkının bestecisi Ziya Aydıntan! deyince biz şarkıya bir daha başladık. Şarkı boyunca da yolcular alkışladı. Ziya Aydıntan’ın gözlerinden yaşlar aktı, alkışlayanlara teşekkür etti. Bize de:
-Şarkının bestecisiyim ama, şimdiye dek böyle güzel söylendiğine tanık olmadım. Alkışlar sürerken görevli geldi düdük çalarak uyardı:
-Vapur kalkmayacak, başınızın çaresine bakın! İnsanlar telaşlanarak yerlerinden ayrıldılar. Biz de bir süre sustuk. Vapur kalktı. Tam karşımızda gene bir sarayımsı bina vardı. Yakında az durunca karşıya döndü. İkinci bir dönüşten sonra Beykoz’a indik.
Beykoz, denizin hemen kıyısında alçaklı yüksekli tepeciklere konmuş bir küçük kasaba. Denizi açık, güzel, dalgalı. Bir süre kıyılarında dolaştık. Konumuz besteci Ziya Aydıntan. Müzik besteleyenlere yabancı değiliz ama onunla karşılaşma çok hoş oldu.
Dönüşte, doğrudan köprüye giden bir vapur bekledik. O tür vapurlar aralıklı saatlerde geliyormuş, uzunca bir beklemeden sonra doğrudan Köprüde indik. Yarını düşündüklerinden olacak bu kez kimse “Tünel!,, demedi. Oldukça koşuşturarak tramvaylara dağıldık. Tramvaylar bugün daha dolu geçti. Bir süre beklemekle birlikte Mecidiyeköy’de toplandık. Nedense dut isteği azalmış, birkaç ağaca takıldıktan sonra Balmumcu’ya ulaştık. Okula girince, nereyse İstanbul geride kaldı; konuşmalar yarınki yola döndü. Önce Sirkeci’ye inilecek, oradan otobüsle önce Çorlu’ya, sonra da Lüleburgaz’ın bitişiğindeki Kepirtepe’ye. İstanbul- Çorlu arası 100, Çorlu- Lüleburgaz arası da 50 km.
Çorlu ya da Lüleburgaz otobüsleriyle gidip gelmedim ama otobüslerin tren istasyonunun yanından kalktıklarını biliyorum.
Yatınca bir süre düşündüm. Lüleburgaz’a pazartesi günü gitmemiz iyi ama ancak akşam varacağız. Hiç değilse Kamber Amcama uğrayabilsem!
Kepirtepe’yi gözümde canlandırmaya çalıştım. Müdür İhsan Kalabay, Hasanoğlan’a geldiğinde iyi konuştuk ama bakalım okulda nasıl karşılayacak? Eğitimbaşı Kemal Üstün’ü, oradan gelen arkadaşlar iyi anlatmıyor. Ondan uzak durmaya çalışacağım. Bu tür kuruntular içinde uyudum.
2 Temmuz 1945 Pazartesi
Yolcu yolunda gerek! Herkesin ağzında bu. Birbirimizi uyararak hazırlandık.
Öztekin Öğretmen bana:
-İbrahim bundan sonrası senin, haydi bizi hayırlısıyla götür şu Kepirtepe’ne dedi.
Konuşa konuşa önce Mecidiyeköy’e oradan da Sirkeci’ye indik. Arkadaşlar gelmişken Sirkeci İstasyonunu da görmek istediler. Otobüslerin yerini gösterip otobüs bakmaya gittim. Lüleburgaz’a otobüs kalkan yeri buldum. Görevli anlayışlı bir insanmış:
-Sana yardımcı oluruz be kızanım! deyip birileriyle konuştu. Birisi, bana nereli olduğumu sordu. Tanış çıkmadık ama, otobüsünü yeni onartmış, sıra alamadığı için Lüleburgaz’a buradan boş olarak yola çıkacakmış. Yolda yolcu bulurmuş. O nedenle bizimle anlaşması daha akıl işiymiş. Az önce konuştuğum da araya girdi, anlaştık. Çorlu’da bir saat kadar duracağız. Adam onun için:
-Siz bilirsiniz, ben akşam Lüleburgaz’da olayım yeter! dedi.
Arkadaşlar gelir gelmez yerleştik. Otobüs şansımıza iyi çıktı. Öztekin Öğretmen benim becerime yordu ama, sanırım bu arkadaşların şansıydı. Öğlede Çorlu’da olduk. Otobüslerin durduğu yerde köfteciler var, arkadaşlar beğendikleri gibi yediler. Çorlu’dan Lüleburgaz’a oldukça ağır gittik. Yolda onarım varmış, bir iki yerde bekledik. Yeni Bedir köyü önünden geçerken orasını köyüm olarak gösterdim. Sonra da gerçek olayı açıkladım.
Sözüm bitmeden Kepirtepe binasının önünde durduk. İner inmez bir sessizlikle karşılaştık. Sanki okulda öğrenci yok. Bizi öğretmenler karşıladı. Arkasından Eğitimbaşı Kemal Üstün geldi. Oldukça tatlı dilli görünmeye çalıştı. Selçuk Korol Öğretmen geldi. Gelir gelmez de beni övmeye başladı. Arkadaşlar öğrencileri sordu. Gerçi o anda kırk elli öğrenci toplanmıştı ama koca okul için yetersizdi. Selçuk Öğretmen durumu açıkladı:
-Kepirtepe’nin öğrencisi azdı. Hasanoğlan’a göçüldüğü yıl öğrenci alınamadı. Ondan önce alınan sınıf 30 kişiydi. Böylece, okulumuzda son üç yıl öğrencileri vardır. Onların da biri Samsun/Ladik’e ekip olarak gitti, bir sınıf, izinli. Son sınıfımız da Askerlik kapında!
Selçuk Öğretmen biz öğrencileri, Eğitimbaşı Kemal Üstün’ün eşi Zehra Öğretmen de kızları alıp kalacakları yerlere geçti. Öztekin Öğretmenle eşini de Eğitimbaşı Kemal Üstün sahiplendi. Az sonra bina önünde toplandık. Otomobiller onarım falan demiyor fırt zırt geçiyor. Arkadaşlar bir süre baktılar. Bina balkonuna hoparlör konmuş, radyo çalıyor. Bana göre bu bir yenilik. Bizim zamanımızda bu yoktu.
Yemekhane değişmemiş, eskisi gibi. Arkadaşların dikkatinden kaçmamış:
- Burada Arifiye’deki titizlik yok! deyiverdiler. Yemekte, son sınıftaki, kızlarla karşılaştık. Feride, Melahat, Mukaddes, Sevim, Necmiye, Gülsüm ayrı ayrı “Hoş geldiniz!” dediler.
Gözlerim Röslein’i aradı. Olsaydı ne diyecekti?
Melahat, bana:
-Abi, oraya geliyorum haberin olsun! dedi. Şaka olarak aldım, bildiğim kadarıyla Melahat tembelin tekidir. Ancak tatlı dillidir. Hemen Yıldız’ı yakalamış.
Yatınca bir süre tartışıldı:
-Burada niçin kalalım, yarın Edirne’ye geçelim! Edirne’de üç gün kalabilir miyiz? Anlaşma olmadı, durum Öztekin Öğretmene duyurulacak.
Yatınca ben de düşündüm, sahiden yarın tüm gün burada ne yaparız? Ben Amcamlara giderim ama, arkadaşlar ne yapar?
Ayıca buraya gelince de aynı sıkıntıları çekeceğimi düşündüm. Bir ay bile olsa burada durmak oldukça sıkıntılı olacak.
Öyle olsa, böyle olsa! derken uyudum.
3 Temmuz 1945 Salı
Arkadaşların bazıları rahat edememiş. Önce aklıma tahta kurusu geldi. İçimden:
-Eyvah bir bu kaldı! dedim. Kepirtepe iyice kötülensin istemiyorum. Sordum soruşturdum, tahta kurusu falan değil. Genel bir durgunluk. Şevki Aydın konuştu:
-Kepirtepe’ nin eski tadı yok!
Güzel bir kahvaltı yaptık. Selçuk Öğretmen bana ödev verdi:
-Arkadaşlara bahçelerimizi gezdir, görsünler.
Öğleden sonra da ben kendimi görevlendirdim. Lüleburgaz’ı, Alpullu Şeker Fabrikasını birlikte gezeceğiz! Duyan arkadaşlar canlandı:
-Fabrika yakın mı? Selçuk Öğretmen gülerek:
-Kamyonumuz yolu iyi biliyor, uzağı da yakın ediyor! dedi. Yüzlerdeki ifadeler birden değişti.
Konuşmadan sonra bir grup arkadaşla artezyene dek indik. Kepirtepe’nin su olayını ayrıntılarıyla anlattım. Oradan sebze bahçesini, arkasından da meyve bahçelerini geçip tepedeki çamlıkları dolaştık. Bizden habersiz bir grubu da Şevki Aydın öte taraftan çıkarmış, tepede buluştuk. Herkeste bir rahatlama oldu. Öğle yemeğinde hava çok ılımandı. Lüleburgaz’dan çok Alpullu Şeker Fabrikası merak konusu olmuştu. Yemekten sonra Lüleburgaz’a uğradık. Halkevi bahçesinde bir süre oturduk. Karşıdaki okulu göstererek orada 8 ay kalışımızı, Hakkı Tonguç’un, Hasan Ali Yücel’in gelip bizi, Trakya Köy Öğretmen Okulu olarak övdüklerini, içinde konuk kaldığımız Kepirtepe’deki o binayı o zaman yaptığımızı anlattım. Arkadaşlar kendileri de aynı aşamaları geçtiği için dikkatle dinlediler. Kalkınca hemen yakındaki Sokullu Mehmet Paşa Camisi’ni gezdik; Malik Aksel Öğretmenin yaptığı paylamaları, şakaları saygı ile andık. Hükümet Meydanı’nda bekleyen kamyona atlayıp Alpullu’ya geçtik.
Fabrikada Selçuk Öğretmenin tanıdığı kodamanlar varmış, kapılar açıldı, benim daha önce iki kez gördüğüm bölümleri üçüncü kez görerek fabrikanın bir ucundan girip öteki ucundan çıktık. Birer kutu da şeker alarak, bir ders yılı okuduğumuz Alpullu İlkokulunun bahçesine gittik. Okulun Başöğretmeni Ferit Öğretmen, azıcık saç ağartmış ama orada çalışmayı sürdürüyormuş, bizlere çay ikram etti, Alpullu köyünün, fabrikanın tarihini, çevrenin özelliklerini anlattı. Kamyona oluştuğumuzda herkes neşeliydi. Abdullah Ön:
-Hak budur, Gemlik fabrika müdürü gelsin görsün, insan bize hiç değilse birer gömleklik ipek verebilirdi! dedi. Orhan Doğan birden:
-Broyyy! deyince kahkahalar arasında Abdullah Ön Kocabey’i söyledi. Arkasında öteki şarkılar başladı. Lüleburgaz içinde susuldu, geçince gene şarkılar başladı, Kepirtepe’ye şarkılarla girildi. İnince herkes sevinçliydi. “İyi ki gitmemişiz!,, diyenler bile oldu.
Radyo haberlerini izledik. Nurettin Artam, S.S.C.B’ne ateş yağdırarak, Kars, Ardahan yörelerinin bizim olduğunu anlatıyor. Benim gibi olayı duymamışlar merakla bakınırken açıklayanlar oldu. Stalin, Kurtuluş Savaşı sırasında yapılan anlaşmayı bozup oralarını geri almak istiyormuş. Oraları bizimken 1877-78 savaşından sonra o zamanki Rusya’ya bırakılmış. Ancak Büyük Savaştan çekilen S.S.C.B. bizimle anlaşarak oralarını eski sahibine geri vermiş. Verilen dönemde kendisi de sorumlu olan Stalin, şimdi tükürdüğünü yalayarak ortalığı karıştırmaya kalkışmış. Birden herkes gerginleşti:
-Savaş çıkar mı? Güzel geçtiğine sevindiğimiz günün gecesine bu soruyu sorarak girdik:
-Yeni bir savaş olur mu?
İçimden bir “Eyvah!” çektim; savaş olmamasına karşın, savaş olur kaygısıyla askere alınan iki ağabeyimin 3 yıl evden ayrılması işlerimizi iyice bozmuştu. Gene böyle bir durum olursa babam buna dayanamaz. Bir süre uyuyamadım.
4 Temmuz 1945 Çarşamba
Yattığımızın aksine neşeli konuşmalar arasında uyandım. Lüleburgaz’a okulun kamyonuyla gideceğiz, oradan öte otobüsle. Selçuk Öğretmen Hızır gibi yetişti: Kendisinin Edirneli olduğunu söyledi. Edirne’yi kendisi kadar kimsenin bilmediğini söyleyince, ben:
-Osman Peremeci! deyiverdim. Selçuk Öğretmen güldü:
-İbrahim, duramadın, ben de onu söyleyecektim. Ben bunu hep söylerim:
-Edirne’yi en iyi ben bilirim, eğer unuttuklarım olursa onları da ancak Osman Nuri Peremeci’den öğrenebilirsiniz!
Kahvaltıdan sonra tüm okuldakiler bizi alkışlarla uğurladı. Selçuk Öğretmen de bizimle geldi. Edirne’de kalacağımız yeri sordu. Lise deyince güldü:
-Cemal Gökçe çok iyi arkadaşımdır, selâmımı söyle, onun işini de yaptım, mektupla ayrıntıları bildireceğim, ilk müjdeyi sen vermiş ol! dedi. Selçuk Öğretmen, otobüs kuruluşlarını bildiğinden ilk girdiği yerle anlaştı, gidiş dönüş koşullarını saptadı. Dönüş için de dilediğimiz saatte otobüs garantisini aldı.
Selçuk Öğretmen otobüs sahibine sıkı sıkı tembih ederken:
-Biliyorsun, Edirne’nin çok kargaşalı zamanıdır, beni mahcup etme! dedi.
Lüleburgaz’dan oldukça rahat ayrıldık. Babaeski’de kısa bir mola verdik. Babaeski köprüsü ile camisi Malik Aksel Öğretmenin konuları arasında geçer. Az çok herkesin bir kulak dolgunluğu var.
Babam sık sık anlatır:
-Edirne karşıdan görününce, Selimiye minareleri hep iki görünür.
Dikkat kesildim, minareler iki görününce arkadaşları uyaracaktım. Ancak, beklediğim olmadı. Bir iki yerde olur gibi oldu ise de çabuk geçti. Demek ki yolda değişiklik var.
Edirne’ye erken denecek bir vakitte indik. Otobüs Lisenin kapısına dek girdi. Müdürün her zaman okulda olduğunu bilir gibiyiz, gene orada oldu. Küçük kızı büyümüş, eli babasının elinde… Görevliler alt kattan bir yeri bize, üst odalardan birini de kızlara ayırmışlar, Herkes yerine yerleşti. Hava iyice serinledi. Arkadaşlar, bir an önce çarşıya çıkmak istiyor. Doğan Güney de Edirneli sayılır, bir grup arkadaşı gezdireceğini söyledi.
Öztekin Öğretmen bana:
-Geç oldu ama şimdi yazdır, Milli Eğitim Müdürlüğüne bir uğra, geldiğimizi bilsinler.
Abdullah Erçetin de bana katıldı, Milli Eğitim Müdürlüğüne gittik. Milli Eğitim Müdürlüğünde insanlar vardı. Kapıcılar bize birini gösterdiler; yazı işleri sorumlusuymuş. Kendimizi tanıttık. Sorumlu kişi, bizi güler yüzle karşıladı. Önce Milli Eğitim Müdürünün olmadığını söylemişti. Sonra açıklama yaptı:
-Milli Eğitim Müdürümüz Cemil Üner, başka bir yere atandı; daha ayrılmadı ama şu anda izinli. Yeni müdürümüz Suphi Arman ise henüz gelmedi. Şimdilerde vekil müdürümüz, eski müfettişimiz Ahmet Korkut. Onu ancak yarın saat dokuzda görebileceksiniz.
Ahmet Korkut! deyince ben “Aaa!” dedim, kendimi tutamadım, nereden tanıdığımı anlattım. Konuşan kişinin yüzü değişti:
-Öyleyse, kendisini görmek istiyorsan, genellikle şu saatlerde Belediye Bahçesinde olur, görebilirsin.
Abdullah ile sevinerek çıktık. Belediye Bahçesi yolumuz üstünde. Ancak, konuştuk, yanında arkadaşları vardır, konuşmamız doğru olur mu? Olur, olmaz derken Belediye Bahçesi denen yerin önünde durduk. Ahmet Korkut öğretmenim eşiyle tam karşımızda oturuyordu. Kaygılarımdan sıyrılarak girdim, bir anda kendimi Ahmet Korkut Öğretmenimin karşısında buldum. Olayı anlattım. Eşi, Behliyar öğretmeni de tanıyordum. Behliyar öğretmen de beni tanıdığını, büyümüş olduğumu söyledi. Ahmet Korkut öğretmen Halkevi’ne çalışan öğretmen Necati’yi bulmamı, onun bize her türlü yardımı yapacağını söyledi.
Halkevi yakın, hemen gittik. Necati Öğretmen, Halkevi’nde görevliymiş. Milli Eğitim Müdürlüğü ile Edirne Halkevi işbirliği yaparak bir Edirne Müzesi geliştiriyorlarmış. Necati Öğretmen çok genç, Resim Dersleri öğretmeniymiş. Lisede kaldığımızı söyledim. Yarın sabah bizi bulacağını, her konuda yardımcı olmaya çalışacağını söyledi. Bu arada Halkevi’nde gösteri yapacağımızı da anlattım. Necati Öğretmen yüzüme dik dik bakarak, Edirne’de kaç gün kalacağımızı sordu. “İki gün!” deyince:
-İşte bu olanaksız. Biliyorsunuz, bu günler Edirne’nin en canlı dönemi, Kırkpınarlar Edirne için heyecanlı, hareketli günlerdir. Güreşler zaten bayram nedeniyle geri atıldı, meydanlarda afişleri görmüşsünüzdür. Halkevi önümüzdeki üç gün aylar önce kapatıldı. İstanbul’dan tiyatrolar, şarkıcılar geliyor.
Abdulah’la Halkevi’nden şaşırmış olarak ayrıldık. Şimdi Öztekin Öğretmene, arkadaşlara ne diyeceğiz! Onlar bize:
-Hani siz Edirne’yi tanıyordunuz? derlerse ne diyeceğiz? Birbirimizi teselli ederek çarşıya döndük. Çarşıda bir grup arkadaşla karşılaştık. Bizden önce onlar:
-Kırkpınar Güreşleri varmış, keşke birkaç gün kalabilseydik…
Abdullah ile bakıştık. Arasta önünde durduk.
İstanbul Kapalı Çarşı’yı görenler için fazla bir önemi olmasa da buradaki satıcıların konuşmaları, sattıkları üstüne övgüleri ilgi çekiyor.
Çarşıya inince Öztekin Öğretmen, Halkevi’ne uğramamı söylemişti. Başka bir şey demedi ama sanırım, yarın akşam için elverişli olup olmadığını düşünmüştü. Ona nasıl anlatacağımı düşünüyordum, az da olsa rahatladım, başkalarından duymuş olması benim sorumluluğumu azaltacak.
Ara ara arkadaşları yokladım, Kırkpınar olayını Öztekin Öğretmen de duymuş, üstelik sevinmiş:
-Yorgunluktan olacak, burada gösteri yapmayı ben de istemiyordum! demiş. Bunu duyunca rahatladım.
Daha geziye çıkmadan üstlendiğim görevlerden biri de ilçelerde Kaymakamlara, İllerde de Milli Eğitim Müdürlüklerine uğramaktı. Gittiğim yerlerde ilk işim buydu, bunu burada da yaptım:
- Milli Eğitim Müdürü değişmiş ama henüz ayrılmamış, adı Cemil Üner’miş. Gelecek olanın adı da Suphi Arman’mış. Bu kez biraz da kendi merakımdan; Vali’nin adını da öğrendim: Süheyl Karafakihoğlu. Öğretmen “Ya genel Vali?” derse? Onu da bildiğimi söylerim: Abidin Özmen! Anlatmadım ama bunları aklımdan geçirerek arkadaşlarla dolaştım. “Abidin Özmen! deyince eskilere daldım. Kepirtepe’ye geldiğinde dersimize girmişti. Dersimiz Türkçe idi. Sabahat Öğretmen, kendi beğendiği öğrencileri öne sürmeye çalışıyordu. Bunu bildiğim için inadıma ben de öne çıkmaya çabalıyordum. Sabahat Öğretmen, Genel Vali’nin beğeneceğini sanarak Mehmet Başaran’a yazdığı bir şiiri okutmuştu. Şiir bitince Genel Vali, hepimize bakarak “Yahya Kemal Beyatlı’dan şiir okudunuz mu?” diye sormuştu. Bunu fırsat sayıp Mahurdan Gazel’i okumuştum. Genel Vali teşekkür etti. Ancak Sabahat Öğretmen beni dersten sonra paylamıştı. Suçum, ondan izin almadan şiir okumamdı. Bunu kendim için suç saymadım ancak Sabahat Öğretmen de gözümden düştü, ona olan güvenim bir daha yerine gelmedi.
Halkevi Bahçesi’ne yakın film afişleri var, Deniz Kurdu oynuyor. Eduard Robinson, iyice eskimiş kağıtlar üstünde öylece bakıyor. Nihat Şengül, arkadaşı Kamil Yıldırım’a önerdi:
-Kurdu bir daha görelim mi? Kâmil:
-Yarın akşam sınav vereceğim, bu akşam dinlenmeliyim! deyince şaşırdım.
Arkadaşlar içinde olayı daha duymayanlar var. Gezerken yol boyunca anlattım. Ben anlattıkça onlar da kuşkularını açıkladılar. Köşe başlarında İsmail Dümbüllü, Muammer Karaca, tiyatroları, Müzeyyen Senar konserleri neyin nesi…
Dolaşırken yorulmama karşın aklım, lise salonundaki piyanoda! Bir süre radyo müzikleri dinledikten sonra Liseye döndük. Umduğum gibi olmadı, salon kapalıymış üzülerek yatağıma uzandım. Çok değil bundan bir yıl önce gene burada kalmıştık. Lise son sınıf öğrencilerinden bir grup Askerlik Kampı için burada kalıyordu. Onlarla on beş gün çok iyi kaynaşmıştık. Necdet, Mehmet, Veli, Kırklarelili Ömer, şimdi neredeler kim bilir! (Çerkezköylü Mustafa’yı Balmumcu Öğretmen okulunda gördüm) En çok okunan şiir Kimyacı’nın Aşkı’ydı. O şiiri unutuşuma şaşıyorum. “Namlusundan çıkan bir kurşun gibi, seni takibe koyuldum. Platin şapkanın altında cıva gibi kayıyordun…… iyot gibi açıkta kaldım!” Gene öyle oldu!
Yarın, ilk uğrak yerimiz Selimiye Camisi olacak. Bu kez Selimiye’ye başka bilgilerle gideceğim:
-Süleymaniye, Sultan Ahmet, Ayasofya, Yeni Cami. Süleymaniye ile Selimiye kardeş gibi, biri babanın biri de oğulun adlarını taşıyor. Söylendiğine göre de aynı ustanın, hiç değilse beyninden süzülüp geçmiş. Yalnız bulunduğu kentler ayrı.
Selimiye’yi daha önce biliyordum, bu kez ötekileri de öğrendim, dört önemli camiyi yan yana getirdim:
-Ayasofya, Süleymaniye, Selimiye, Sultan Ahmet. Ayasofya hepsinden yaşlı, hepsinden gösterişli… Kubbe yüksekliği gibi kubbe çapı da fazla. Yükseklik 56 m. çap, 32 m. Süleymaniye’de yükseklik 53, çap 27 m. Sultan Ahmet, yükseklik 43 m. çap, 24 m. Selimiye’nin ise yükseklik 44 m. çap, 32 m. Böylece, hepsinden yaşlı Ayasofya, hepsinden daha oylumlu. 530’lu yıllarda yapılmış. Süleymaniye’den 1020 yaş, Selimiye’den 1040 yaş, Sultan Ahmet’ten ise 1080 yaş büyük. Benim de aklıma söylenmeyen bir taraf takıldı:
-Ayasofya olmasaydı acaba bu kubbeler gene olacak mıydı? Ayasofya bu bakımdan da bir model mi oldu? Bunlara model olduysa, bu küçük kentlere dek yayılan kubbeli camilerin de modeli sayılabilir mi? Camileri süsleyen minareler de önemli. Minareler için model Ayasofya olamaz. Onun minareleri sonradan eklenmiş. Minarede model sanırım Selçuklulardan gelmektedir Ne var ki Mimar Sinan o modeli silesiye zarif görünüşlü minareler yapmış. Edirne Selimiye Minareleri bu bakımdan en zarifleri. Yükseklik olarak da öyle 73 metre. Yükseklikte rekor Üç Şerefeli de ise de (78 m) Selimiye’nin dört kardeşleri onu da gölgelemektedir. Düşündüklerimi daha derli toplu bir duruma getirip yazmayı tasarladım. Bunu yaparsam sanırım Malik Aksel Öğretmen çok hoşnut olacaktır.
Uyumak üzereyken, camilerdeki tanıtıcıların ortak sözünü anımsadım:
-Çiniler, İznik’ten gelmiştir. Bu sözleri söylemeseler olmaz mı? İznik’i gezenler, tıpkı benim gibi bu sözlere inanmazlar. Süleymaniye, Selimiye, Sultan Ahmet, 1550-1620 yılları arasında yapılmıştır. Söz konusu tarihlerde İznik’te çinicilik bitmişmiş. Öyleyse eski eserlerden sökmeler olmuştur. Bunları söylemenin bir anlamı olmasa gerek. Topkapı Sarayı’nda kap kacak tanıtılırken, o tarihlerde porselen türü yapımların hep Çin, ya da başka ülkelerden geldiği söyleniyor. İznik çinicileri kap kacak denemesi yapmamış mı?
Selimiye minarelerine çıkarken her şerefe için ayrı yolları niçin yapıldığını düşünürken uyudum.
5 Temmuz 1945 Perşembe
Uyanınca, akşamki sorumun karşılığını buldum; rüyamda düşünmüş olabilir miyim? Üç şerefeye de ezan için insan çıkacak. Onların iniş çıkışları sorun yaratmasın diye kapatmışlar. Geçen defa geldiğimizde çıktık. Bize oyun gibi geldi ama, yapanlar onu oyun için değil, öyle olması gerektiği için yapmışlar. Mimar Sinan’a neden “Büyük Sinan!” diyorlar, sakalı için değil herhalde!
Lise, ara yolundan (Selimiye tarafından) çarşıya topluca indik. Çadır gölgelikli bir bahçeye oturduk. Öztekin Öğretmen birilerinden not almış, nota bakarak gezeceğimiz yerleri söyledi. Öğretmen ne düşündüyse bu kez bana sordu:
-Milli Eğitim Müdürlüğünde kimseyi gördün mü? Olayı baştan sona anlattım. Müdür vekili olan Ahmet Korkut’un, Erzurum/ Ilıca Köy Enstitüsü Kurucu Müdürü olduğunu yakın zamanda oradan alındığını söyleyince öğretmenin yüzü gerildi:
-Bunun neden yapıyorlar, bunun sonu neye varacak? diye sordu.
Uzunca bir sessizlikten sonra yola çıkmaya karar vermiştik ki Necati Öğretmen geldi, kendini tanıttı, Öztekin Öğretmenle el sıkıştıktan sonra yola çıkıldı. İçim cızladı, bana kalsaydı gene yanlış iş yapılacaktı. Benim bildiğim yol uzunmuş, Necati Öğretmen ara yol gösterdi, oradan daha çabuk gidiliyormuş, birden Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı çayırlığa çıktık. Oldukça geniş bir alan. Lüleburgaz’daki tören basamakları gibi oturacak yerler yapılmış. Kalabalık bir ustalar grubu çalışmasını sürdürüyor. Orada burada insanlar var. İki kişi bizi karşıladı. Karşılayanlar orada görevliymiş, güreşlerin bu yıl bir hafta gecikmeli olarak 6 Temmuz’da başlayacağını söyledi. Bu yıl 589’ncusu yapılacak güreşlerin başlangıcını anlattı. Güreşin Ata sporumuz olduğundan söz etti. Kırkpınar güreşlerinin Edirne’de oluşunun Rumeli halkının Ata sporuna bağlılığına yorduğunu anlattı, Tekirdağlı Hüseyin’den, Babaeskili İbrahim’den, Hayrabolulu Süleyman’dan söz etti. Sekiz yıl arka arkaya altın kemeri takan Tekirdağlı Hüseyin’i övdü, Öyle bir devi deviren Babaeskili İbrahim’in bu yıl rakibi Hayrabolulu Süleyman olduğunu söyledi. Tanıtıcı, yanımızdaki Necati Öğretmeni tanıyormuş, onu göstererek:
-Asıl gerçek bilgileri ondan alacaksınız diyerek bize bol şanslar, iyi gezmeler dileyip ayrıldı.
Güreş alanının yanında kıvrılarak geçen Tunca oldukça kabarık aynı zamanda bulanık akıyordu. Necati Öğretmen önce onu açıkladı:
-İki gün önce Bulgaristan’ın o yanlarına artarda yağmur yağdı, dedi. Nehirleri, Edirne’nin doğusunda gören arkadaşlar, Tunca’yı burada görünce bakıştılar. Necati Öğretmen bir süre bizi çayırda dolaştırdı, Eski Sarayı anlattı. Fatih Sultan Mehmet’in burada doğduğunu, burada evlendiğini, ilk eşi Sittin Hatun’un kabrinin yerini gösterdi. Hava oldukça sıcak ama Tunca bizi serinletti. Dönüş yolu boyunca Edirne’nin kuruluşunu, geçirdiği evreleri dinledik.
Roma İmparatorlarından Hadrianus tarafından kurdurulmuş. İ.S. 2.y.y. Bunu duyunca Kayseri’yi anımsadım. Anımsayınca da ekleyiverdim:
-Kayseri gibi.
Kayseri deyince Necati Öğretmen ilgiyle sordu:
-Kayseri’yi nereden biliyorsun? Benden önce arkadaşlar oraya da gittiğimizi söylediler. Bu kez de Necati Öğretmen Kayseri’nin kuruluşunu anımsattı:
-Ben Kayseriliyim! dedikten sonra:
-Kayseri’yi Romalılar kurmadı ama orasını ünlü bir kent durumuna Roma İmparatoru Tiberius getirdi. (İ.S. 1. yy.)
İlk sırada 3 Şerefeli vardı. Ancak, kapıdaki yazı, bizim plânımızı bozdu:
-Onarım dolayısiyle cami kapalıdır! Caminin önünde duran başka insanlar da vardı. İçlerinden biri bize kimliğimizi sordu. Öğrenci olduğumuzu söyleyince:
-Cami hakkında biz de bilgilenmek istiyoruz! dedi. Necati Öğretmen nedense çekinik bir tavır takınarak:
-Söyleyeceklerim kulaktan kulağa geçen bilgilerdir! diyerek, önce dışardan da görülen ünlü oymalı kapısını anlattı. Arkasında da en uzun minare sıfatını taşıyan aynı zamanda ilk üç şerefeli minare! deyip 78 m. yükseklikteki minareyi gösterdi. Öteki minareler için, değişik padişahlar adına sonradan neden dikildikleri pek inandırıcı olmayan rivayetlere bağlandığını, özellikle de 2. Viyana Kuşatması’ndan sonra arka arkaya kısa devre padişahlık yapan 2. Süleyman’ın, 2.Ahmet’in Edirne’de oturuşlarını, bu sıralar bu camiye minareler ekletmeleri için bir gerekçe bulunamadığını tekrarladı.
Üçşerefeli’ye baka baka Selimiye Camisi’ne geçtik. Cami çok tenha idi. Yaşlı biri bizi karşıladı. Güvercinler, rahat rahat dolaşıyor, pençeden pencereye uçuşuyordu. Abdullah Ön’ün dikkatini onlar çekmiş, ilkin yaşlı adama onları sordu:
-Bunlar sizi rahatsız etmiyor mu? Adam sanki daha önce görmemiş gibi kaldırıp başını güvercinlere baktıktan sonra:
-Onlar kendine ayrılan yerlerde duruyor, kimseye bir zararı yok! deyip, Selimiye Camisi’nin yapımını anlatmaya başladı.
Fatih Sultan Mehmet kendi yetiştiği Edirne’ye bir büyük cami yaptırmayı hep istemiş. Ancak savaşlardan fırsat bulamamış. Oğlu 2. Beyazıt ise kardeşi Cem’le mücadele nedeniyle İstanbul’dan ayrılamamış. Yavuz Sultan Selim’in ömrü yetmemiş. Kanuni Sultan Süleyman hakkını İstanbul için kullanmış. Nihayet oğlu 2. Selim Edirne’nin hakkını vermiş. Anlatıcı bundan sonra caminin yer seçimini, toprak sahiplerini memnun edecek bağışların yapıldığını anlattı. Kubbeden aşağı sarkan parlak (altın rengi) küreyi göstererek, cami yıkılırsa onunla bir cami daha yaptırılmasının vasiyet edildiğini anlattı. Ortadaki şadırvan kenarında bulunan bir çiçek çizimini de göstererek toprak sahiplerinden birinin altın bahasına da olsa toprağını cami için vermediğini söyleyince Mimar Sinan’ın onu ebediyen ters göstermek üzere oraya ters çizgi çizdiğini, adamın Hıristiyan, adının da Lale olduğunu bu nedenle resmin Ters Lale olarak anıldığını anlattı.
Anlatıcı, öteki anlatıcıların yapmadığını yaptı:
Selimiye Camisi -Edirne
-Cami’nin kubbe yüksekliği 44 m, tulü (çapı) 32 m. Minare boyları eşit olarak 70 m. dedi. Bir köşedeki döküntü yeri göstererek:
-Oraya, Balkan Savaşı’nda Bulgarların attığı şarapnel düşmüştür. İbretiâlem için orası kapatılmıyor. İnsanlar, Bulgarların nasıl insanlık dışı gaddarlık yaptığını görsün, Türk Gençleri de bundan ders alsın! dedikten sonra:
-Yaaaa! diyerek yüzlerimize baktı. Minareler için izin istedik. Bağlı bulundukları makam, bir minare için üç kişiye izin veriyormuş, onlar inince başka üç kişi çıkabilecekmiş. Anlatıcı önce gördü de aldırmadı mı yoksa farkına mı varmadı, son sözü Necati Öğretmene bakarak:
-Öyleydi değil mi Necati Bey? diye sordu. Necati Öğretmenin dikkatle dinlemesi ilgimizi çekti.
Öztekin Öğretmen gülümsedi, eşine dönerek bir yerleri gösterdi.
Bundan bir anlam çıkaran arkadaşlar, minareye çıkmaktan vazgeçtiler
Kapıdan çıkınca nedenin anladık. Necati Öğretmen:
-Bunların başında her an durulmaz, bunları sıkı sıkı kontrol ediyoruz ama gene de bildiklerini okuyorlar. İçlerinde bu en iyisi, bir iki eksiği yanında gereksiz fazlası var, zamanla onlar da düzelecek!
Konuşa konuşa çarşıya indik. Eski saat kulesini gördük, Eski Cami’ye geçtik. Eski Cami, Bursa’daki Ulu Cami’nin küçüğü gibi. İlginç yazıları var. O yazılar için olacak, birileri sık sık:
-Eski Cami’nin yazısı, Üç Şerefeli’nin kapısı, Selimiye’nin yapısı! diye överler.
Yakın lokantalara bölünerek yemeklerimizi yedik.
Yemekten sonra toplandık. Öztekin Öğretmen özür diledi, eşini göstererek:
-Biz biraz dinlenelim! deyip kızlara baktı. Öğretmenin eşi, onlara da işaret edince biz Necati Öğretmenle yürüdük. Eski Kale. Uzunca bir yürümeden sonra yüksek bir tepeye çıktık. Kale kalelikten çıkmış ama herhalde ilk yapıldığında görkemliymiş. Kazı yapılıp temeller kontrol edilerek gelecekte onarılacakmış. Kaleden, nehirlerin birleştiği yer görülmektedir. Bir süre hangi nehir hangisiyle nerede birleşiyor? sorusu soruldu. Özellikle Arda Nehri’nin Edirne arkasından kıvrılması şaşırtıcı bulundu. Taşkın olunca ne oluyor? Necati Öğretmen eliyle gösterdi:
-O tepeden buraya dek su oluyor! deyince şaştık. Tepeden bakınca şimdi bile oldukça geniş bir alan su.
Dönünce Belediye Bahçesinde Öztekin Öğretmenle buluştuk.
Öztekin Öğretmen programımızı uygulayamamamızı şans ya da şanssızlık saymamamızı, önemli olanın gezilen yerleri iyi değerlendirmek olduğunu söyledikten sonra bizi serbest bıraktığını, ancak bu serbestliğin başıboşluk anlamına gelmediğini söyledi. Meriç kıyısında oturulacak yerler olduğunu ortalara rahat gidip gelindiğini öğrendiğini söyledi. Çok geç kalmama koşuluyla gruplar olarak dağıldık.
Biz, Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin, Doğan Güney, eski okulumuzu uzaktan da olsa görmek istediğimizi söyleyince, bu kez bizim yemek masası arkadaşlarımız; Kamil Yıldırım, Nihat Şengül, İbrahim Şen, Halil Yıldırım, Ekrem Bilgin bize katıldılar. İki faytona sıkışıp Karaağaç’a gittik. Karaağaç pek değişmemiş. Geniş yol çevresindeki ağaçlar biraz daha gelişmiş gibi. Şehitlik gene öyle. Arkadaşlar sordu. Olayı kısaca şöyle anlattım. Düşman askeri oldukça uzaktaymış. İki taraf bir süre saldırmazlık anlaşması yapmış. Bizim taraf bu anlaşmaya uyarak geri çekilmiş. Gene de bir mangayı gözcü bırakmış. Bir süre sonra kahpece saldıran düşman kuvvetlerine o küçük birlik geçit vermemiş. Esas birlik harekete geçinceye dek direten on kişi burada can verip Şehit olmuşlar ama cesetlerine düşman ayağı değmemiş. Bunu anlatınca da tarihte okuduğumuz Termopil olayını anımsadım. Orada da sayısı çok az kahraman koca bir orduyu günlerce durdurmuştu. Ekrem de bu olayı unutmamış:
-Termopil Kahramanı Leonidas! dedi.
Yandaki binayı göstererek:
-Biz buradayken Karaağaç-Edirne arasında tren işliyordu. Şimdilerde bu seferleri kaldırmışlar. İstasyon binası öylece duruyor. O zaman Edirne’ye faytonla giderdik. Gelip geçerken hep, bir gün trenle gitmeyi kuruyordum! dedim. Arkadaşlar güldüler:
-Umut fakirin ekmeğiymiş, umudunu sürdür! dediler.
Karaağaç İstasyon binasının önünde eski okulumuza doğru bir süre gittik.
Karaağaç istasyonu 1945
Ortalıkta asker falan yok. Üzülerek geri döndük, karşılaştıklarımıza sorduk. Biz ayrıldıktan sonra oraya çok asker gelmiş. Bir iki yıl sonra asker oradan çekilmiş, koskoca bina depo falan olarak kullanılmış. Bina etrafına girmek gene yasakmış ama, orada ne olduğu halk tarafından bilinmiyormuş. Konuşa konuşa Fidanlık kapısına dek geldik. Karaağaç-Edirne arası faytonlar hiç değişmemiş, gene gelip gelip gidiyorlar. Arkadaşlar yürümek istedi, az sonra köprünün karşısındaki Çayevinde başka arkadaşlarla buluştuk.
Üstünden geçtiğimiz köprüyü uzaktan izlemek de güzel. Arkadaşlara Niyazi Akıncı’nın Edirne şiirini okudum.
EDİRNE Bir yerde görürsen ki-Ağır ve edalı akar, dal dal söğütleri öperek,Üç koldan üç samur belik gibi sular,-Müjdeler olsun efendim Edirne’desinMevsim fasl-ı bahardır, gecedir ve mehtap vardır;Ve sen kavs-ı kuzahta yürür gibi köprülerdesin.Şataraban makamından bir şarkı dudaklarında;Düşünür çözemezsin, bu naz-ı istiğna bu avaz neden?Neden yarı eğilmiş suya dallar?Öyle ferman etmiş eden, kimseler bilmez:-Gönül bir top ibrişim, sarılırsa çözülmez.Burada her şey bakınır hüsnüne hayran; Seyreyler cemalini eğilmiş suya,Mermer ihtişamında serhat-ı vatan!Aşina bir çehre sezerim diye dev-i saltanatından Edirne!Bir deste alev güldür mahzun, yar elinden düşürülmüş, şimdi sularda.Ve sular şimşir kelamı dilinde, destan olur akar akar….Ve bihaber Yıldırım’da bir evcikte,Akan sudan, uçan kuştan, ak bir ipek böceği,Yeşil dut yaprağında kozasını dokur dokur uyur.Uyanır veda etmiş gibi uykuya, konuşan bir dil olur.Çiler bülbül sesi, yağmur gibi, Bülbül Adası’nda.Kanadı gümüşlü kuşlar geçer, iki şak bölüp mehtabı,Kıyık’tan uçurulmuş.Salınır bahçeler içre kızlar ki-Nazardan kaçırılmış.Ağzında kan kırmızı Can eriği,mehtapla beraber düşmüş gibi arzaKızlar ki güzel, dört başı mamur ve murassa!Sevdaya tutulmak bile mümkün yeni baştan,Söylemek kolay olsa eski türküsünü:-Edirne Köprüsü taştan, sen çıkardın beni baştan! Niyazi Akıncı
Arkadaşlar şiirin dilini beğenmediler. Üzerinde durmak istemedim. Belki de iyi okuyamadığımdandır. Zaten şiiri geçen gün Çerkezköylü Mustafa’dan almıştım. Eski şiir Kimyacının Aşkı’nı isteyince o şimdi Trakya’da bunun moda olduğunu, elden ele dolaştığını söylediği için yazmıştım.
Köprü oldukça büyük görünüyor. Arkadaşlar 12 bölme saymışlar. Ben de onlara Uzunköprü’yü anlatım:
-Tamı tamına 70 bölme (göz), boy, 1500 m. (uzunluk) İnanamadılar. Ergene, Meriç nehrinden büyük mü ki?
Büyük değil ama derin de değil, sel suları geniş alana dağılıyor. Savaştan Bursa’ya dönen Fatih Sultan Mehmet’in babası bir kez orada uzun süre suyun azalmasını beklemiş. İşte o zaman köprüye karar verip yaptırmış. 1430-1440 yılları arasında yapıldığı söyleniyor. İşin ilginci, köprüyü özgün olarak Osmanlılar yapmış. Öyle eskilerden kalma falan değil.
Meriç Çayevi-Edirne 1945
Öztekin Öğretmenler de yan bahçedeymiş, kalktıklarını görünce biz de kalktık. Öztekin Öğretmen bana takıldı:
-Görmemiz gereken başka yer var mı? Köprünün tam yüksek noktasındaydık Güneydoğu tarafını göstererek:
-Bülbül Adası’nı görmedik! Öğretmen ilgiyle sordu. Gerçekte ben de bilmiyordum, bir şiirden öğrendim. Öztekin Öğretmen dahil tüm arkadaşlar köprüyü yürümek istediler. Köprü hakkında bilgim vardı. Burada çok eskilerden beri köprü varmış. Ancak bu köprü, Padişah Abdülmecit zamanında yapılmış. “Bir bakıma 100 yaşında bir köprü!” dedim.
Yarınki yolculuğu hesaplayarak giderken otobüse saat verme gereği tartışıldı. Erken çıkalım- geç çıkalım diyerek Liseye gittik. Lise Müdürü bizi karşıladı:
-Genel Vali, yarın bizi saat 11:00’ de bekliyormuş. Biz, şaşırarak içimizden “Nasıl? Neden?” sorularını geçirirken Müdür Cemal Gökçe:
-Genel Valimiz, bizim eski bakanımızdır. Kendini hâlâ bakan olarak görüyor, içtenlikle bizim işlerimizin çözümüne özen gösteriyor! dedi. Konuyu irdeledikçe sevindik. Ben ayrıca sevindim, o saatten önce otobüs işini kotarırım.
Yatınca olayları bir kez daha aklımdan geçirdim. Selçuk Öğretmenin Kırkpınar sözlerini nasıl oldu da değerlendiremedim? Ya otobüsçünün “Kırkpınar sıkışıklığında sizi zor durumda bırakmam!” deyişini nasıl anlamadım? Sonra da kendi kendime sordum:
-Öztekin Öğretmen acaba beni sorumlu tutacak mı? Böyle bir belirti sezilmiyor ama, dönünce de böyle mi düşünecek?
Birden Ahmet Korkut Öğretmen aklıma geldi: Ne iyi insandı. İlkokulu bitirince diploma için fotoğraf istenmişti. Nedense ben fotoğraf çektirip vermemiştim. Uzun süre sonra ortaokula kayıt yaptırmaya kalkışınca benden diploma istediler. Diploma olmazsa yerine bir belge olur, demişlerdi. Okuduğum Hamitabat okulunda o sıra kimseyi buladık. Ahmet Korkut Öğretmenin köyü bizim köye yakın, ayrıca babalarımız da eski dostturlar. Babamla onların köyüne (Çavuş Köyü) gittik. Bir gece onlarda kaldık. Çavuş Köyü Hamitabat arası da yakın sayılır. Ahmet Korkut Öğretmen ata atladığı gibi o gece gidip mühürlü belgeyi alıp getirmiş.
Sabah kalkınca hazırlanmış belge elimizde oldu. Yazık ki bunları düşünürken başka olaylar da gözümde canlandı. O da eşi Behliyar Öğretmenle ilgili. Kendisi çok zarif, güzel konuşan bir insandır. Ne var ki, yanlarında kalan iki okul arkadaşım Vehbi ile Hasan’a çok haşin davranıyordu. Vehbi kendi kardeşi, Hasan da Ahmet Korkut Öğretmenin kardeşi. Behliyar Öğretmen daha yaramaz olan Hasan’ı görmezden gelir, kendi kardeşini hemen hemen her gün sopa ile döverdi. Vehbi’nin sesine mahallelinin ayaklandığına kaç kez tanık olmuştum. Bunları unutmuş gibi az kalsın kendisine Vehbi’yi soracaktım. Yüreğim birden cız etti, vazgeçtim. Ayrılırken de yüzüne bakmadan:
-Hoşça kalın! diyebildim. Umarım Ahmet Korkut Öğretmen durumu sezmemiştir.
6 Temmuz 1945 Cuma
“Eyvah, bu da geçiyor! Bir daha Edirne’ye gelecek miyim?” ünlemleri, soruları arasında hazırlandık. Genel Vali bize ne diyecek? Fahri Yücel:
-Çok çalışın, çalışırsanız benim gibi Genel Vali olursunuz! diyecek. Bu arada Genel Valilik tartışması başladı. Kaç Genel Valilik var? Ben bir tane tanıdım, Kazım Dirik Paşa. Kazım Dirik Paşa’yı Kızılçullu grubu ad olarak hep tanıyor ama görmemişler. Bizim Karaağaç’taki okulumuza gelmişti. Ben ayrıca kendi köyüme geldiğinde de görmüştüm.
Toparlanıp lisenin önüne çıktık. Dereden tepeden konuşarak Belediye Bahçesine gittik. Kahvaltımız çay simit. Karşımızda tatlıcılar var ama tatlı sıcakta susattığı için kimse istemiyor. Yolda susamaktan çekiniyorlar. Yol kaç saat sürecek? Lüleburgaz Edirne arası 5, 6, 7 olabilir. Kepirtepe de bir saat olduğuna göre burası sekiz de olabilir. Canı sıkılanlar kalkıp dolaştılar. Bu kez de ortalıktaki afişler konu edildi. Dümbüllü Kimdir? Dümbüllü, dümtekçi mi? Dümtekçi bizim dilimizde Alaturkacı çalgıcılar. Dümbüllü çalgıcı olamaz. Tek başına alaturkacı ne çalabilir ki? Bilen varmış, “komedici!” dedi.
Bu arada otobüs işini yokladım; “otobüs hazır!” dediler.
Saat tam 11:00’de karşıdaki, Genel Müfettişlik yazan kapıya dayandık. Öztekin Öğretmen eşiyle kızları getirmedi. Büyük bir salona girdik. İç içe kapılar. İçeriden yüksek sesler geliyor. Bir ara tanıdık gibi sesler, gülmeler geldi. Kalkanlar oldu. Bir de baktık ki içerden çıkanlardan biri her zaman radyodan sesini duyduğumuz şair Behçet Kemal Çağlar. Bizi görünce:
-Kimlerle karşılaştım, kimlerleeee? diye yüksek sesle etrafa duyurdu. Topluca ayakta duruyorduk. Öztekin Öğretmen işaret edince Ziraat Marşını söyledik. Behçet Kemal Çağlar geri dönerek:
-Ben bunun altında kalamam, özür dilerim Paşam! deyince masada oturan Genel Vali kalkarak:
-Memnun olurum, beni mutlu edersin! dedi. Ne olduğunu anlamıştık. Behçet Kemal Çağlar yüksek sesle Edirne için yazdığı SELİMİYE DESTANI şiirini okudu:
Selimiye Destanı Kuleler yıkılmış, çanlar tıkanmışVay ne haller olmuş bizim Balkan’aHer yana kül olup dibe dayanmışDört taş mum tükenmez yanar Sinan’a Yıldızlar bir gece mumunu serpe,Rab sabaha karşı eğile öpe,Başında inanı bir kurşun tepe,Bakma dağ başında başka dumana. Kaynar için için bizim Edirne,Habbe habbe değil bu kubbe kubbe,İymanın kaynayıp taşması mı ne?Akıl ermez yakılana yanana. Bir bitmez secdede yerdeki deden:Duydukça ruh uçar, serilir beden,Üç ezan okunur bir minareden;Her çan boş çıngırak bir boş yalana. Nasıl bel bağlamaz, can vermez insan,Kulumu yaratan yapmış bu insan;Eserin ayakta neredesin Sinan?Tunca arıyor seni dolana dolana. Taşan nedir göremeyen aldanır,Dört fıskiyeyi dört minare sanır.Baktıkça hasetten Meriç kıskanırBu cami denilen taş şadırvana. Varmıydı bu kubbe, Tanrım çatında?Sekizinci bu mu göğün katında,Baygınlar ayılsa bunun altında,“Gök bu muydu?” diye soran sorana. Sormasın dostları “Aşık kandedir?Koca Sinan “Aşık Ömer!” sendedir,Arşa dayadığın merdivendedir,Yerde sürünenler gelsin imana. Göğe mühürlüdür sende ahtımız;Ayrılamaz kaderimiz bahtımız,Edirne! İkinci payitahtımız!Bizce sen bir yana, dünya bir yana.
Arkasından da hepimizin çok sevdiği Güzelleme şiirini okudu.
Kaç oyuksuz mihrabı kaya sanıp geçmişim,Kaç zemzemi serince bir su deyip içmişim.Mimber sahanlığını yayla sanıp kaygısızSeccadeyi ot diye çiğnemişim saygısız, Ey mısır koçanından kırılan ince dişler,Ey en derin bilgiye taş çıkartan sezişler,Ey dile gelmiş kurtlar kuşlar diyarı hey! Tanrı yeşili zeytin, çoban yeşili söğüt,Halk türküsün de isyan, atasözünde öğüt,Ey gümüş, kömür, demir ve kükürt diyarı hey! Kız gibi, ceylanların, ceylan gibi kızların,Ötmez olmuş kuşların, ötüp duran sazların,Ve sözün kısacası: Bizlerin diyarı hey!
Behçet Kemal Çağlar’ı daha önce görmüştüm. Yanındaki de bir başka tanıdığım Ahmet Kutsi Tecer’di. Yanlarında sonradan adlarını öğrendiğimiz Edirne Millet Vekilleri, Fuat Balkan’la Ekrem Demiray da vardı.
Onlar ayrılınca Genel Vali bize ayrıca “Hoşgeldiniz!,, deyip yerine geçti ama oturmadı. Köy Enstitüleri’ne Türkiye’nin ihtiyacı olduğunu, kendisinin bütün ülkenin köşe bucağını dolaştığını, çok yokluklar gördüğünü ancak bilgi yokluğu kadar acındırıcısını görmediğini söyledi:
-Aç olanlar, kıvransa da gene bir şeyler uydurup ayakta kalıyor. Ancak bilgi yoksunları, bu boşluğu kesinlikle dolduramıyor. Bunu, siz yapacaksınız, bunu söylemek için, bu düşüncede olduğumu size duyurmak için davet ettim, tekrar tekrar teşekkür ederim! deyip bizi uğurladı!
Behçet Kemal Çağlar’la karşılaşmaya çok sevinen arkadaşlar, uzun süre ondan söz ettiler. Onu hemen hemen hepimiz ad olarak önce Onuncu Yıl marşından tanıdık. Sonra sonra şiirlerini, derken radyoda şiir okumasını hep severek dinledik. Ben geçen yaz iki kez gördüm. Birinde gene Ahmet Kutsi Tecer’le Aşık Veysel’e gelmişti. 2. kez de başka bir grupla idi.
Behçek Kemal Çağlar’ın okuduğu şiir konuşulurken şiirin bir yerinde geçen “Üç şerefesinde üç ezan okunan” sözüne takılan olmuş:
-Şimdiye dek bunu hiç düşünmedim; öyleyse Süleymaniye’de 10 minarede, Sultan Ahmet Camisinde on dört şerefede ezan okunabiliyor! Gülenler oldu:
-Ne gereği var, biri ikisi yetmiyor mu? deyince, bu kez de Öztekin Öğretmen güldü:
-İşi hep kendi yaşadığınız günler olarak düşünmeyin. Tarih derslerinde okudunuz, o kanlı isyanlarda baş kaldıranlar halkı yanlarına nasıl çektiler? Bunları da unutmayın; işte o şerefelerin hepsinde ezanlarla, salâlarla! Bakın, bizler bir şerefeden duyduğumuz ezandan bile derecesiz etkileniyoruz. Oysa onlar, bunu on, on iki sesli bir koro durumuna getirip etkiliyor; halk ne yapsın?
Konuşa konuşa otobüs durağına gittik. Otobüsümüz hazırdı, sayım yapıp bindik. Pek konuşmayan Abdullah Erçetin, bizim Edirne’de geçirdiğimiz ilk günlerle ilgili bir anısını anlattı:
-İlk günler, sıkıntılarımızı dağıtmak için şarkı söylüyor ya da yalan yanlış hikâyeler anlatıyorduk. Bir akşam, eğlencemize pek katılmayan bir arkadaş bir türkü söyledi. Türkü “Edirne Köprüsü taştan, sen çıkardın beni baştan” diye bitmişti. Arkadaş o denli güzel söyledi ki adı hemen o saat “Aşık!,, oldu. Aşık Ahmet. Arkadaş bir daha o şarkıyı söylemedi ama Aşık Ahmet olarak okulu bitirdi. Kendisine köyünde de Aşık Ahmet dendiğini kendisi söylemişti. (Okulda, köyünden öğrenciler vardı, onlar götürmüş)
Havza’dan geçerken Doğan da konuştu:
-Bir kahvemizi içer misiniz? Abdullah Ön:
-Süt var mı süt? Biz daha kahve tiryakisi olmadık!
Babaeski’de köprü yakınında durmayı önerdim; Lüleburgaz’la çok benzeyen cami köprü yakınlığını Malik Aksel Öğretmen anlatmıştı. “Duralım!,, denince sürücüye anımsattım. Tam köprüye gelince durduk. Cami, kentin yakınından geçen dere kıyısında, köprü de camiye çok yakın. İkisi de onarımlı!
Biner binmez sağımızda Alpullu görüldü. Şakalaşmalar şekerler üstüne yapıldı:
-Senin şeker bitti mi? İnip bir daha alsak!
Röslein’ın köyünden geçerken kimsenin konuşmaması benim işime geldi, başımı çevirip “Acaba”lı bir bakış attım; köyüne atanmış olabilir. Neden kimseye sormadım?
Lüleburgaz görününce arada da durmamızı önerdim. Babaeski’nin tersi, Lüleburgaz’da cami-köprü (Edirne yoluna göre) kente girişte. Bu terslik İstanbul yoluna göre değişiyor. Lüleburgaz’a girerken cami yanında durduk. Cami sağlam görünse de kullanılmıyor, minaresi yıkık. Söylendiğine göre Balkan Savaşı’nda yıkılmış. Balkan Savaşı’nın en önemli çatışması burada olmuş. Çorlu’da durmaya karar verdiğimiz için Lüleburgaz’dan geçtik.
Kepirtepe Köy Enstitüsü
Kepirtepe, asfalta arkasını dönmüş gibi tenhaydı. Kamber Amcamın köyü Yeni Bedir’i arkadaşlara gösterdim. Asfalt yolun düzgünlüğü arkadaşların gözünden kaçmadı: İstanbul’a gidip- gelme üstüne varsayımlar sıralandı.
Çorlu’da bir saate yakın kaldık. Çorlu’dan sonra özellikle deniz görülünce İstanbul’a geldik sevinçleri yaşandıydıysa da Silivri’ye yaklaşırken:
-Nerde bu İstanbul? soruları sorulmaya başlandı.
Hava kararmadan Sirkeci’ye indik.
Otobüs durağından ayrılınca bir süre dinlenmek isteyen oldu. Yeni Cami yanındaki Çayevi bahçesine yürüdük. Öztekin Öğretmen sabır diledi:
-Son gayretimizle Haydarpaşa’da trene atlarsak oradan ötesi kolay! deyip güldü.
Son sınıflar, önce sınıf geçip geçmedikleri, sonra da nerelere atanacakları, ikinci sınıflar gidecekleri bölgelerde nelerle karşılaşacakları, birinci sınıflar da hangi Enstitülere düşecekleri kaygılarını öne çıkarmış gibi suskunlar.
Öztekin Öğretmen saatine bakıp kalktı. Köprüye yürüdük. Tramvaylar bize yabancı yabancı gibi geldi, geçti. Oldukça kalabalık bir vapura bindik, birbirimizden ayrı yerlerde ayakta, karşılıklı bakışıp gülüştükten sonra Haydarpaşa’da indik. Gideceğimiz trenin kalkmasına bir saat varmış, biletlerimizi alıp bekleme salonuna oturduk. Şakalaşmalar, yavaş yavaş gezi öncesine kaymaya başladı:
-Kemandan ne haber? Tezini verdin mi?
Bize özel bir vagonda yer gösterdiler. Yerlerimize yerleşince uyuyabileceğimize sevinerek yola çıktık. Ben, uyuyacağımı pek ummazdım, İzmit’te pişmaniye tartışması çıkınca uyandım. İzmit’ten önce tren gene uzun süre beklemiş. “İyi ki uyumuştun, uyanık olsaydın sıkılacaktın!” dediler. “Uyursam, Mekece’de uyandırın!“ dedim. Uyandıran olmamış, Bilecik’te uyandım. Arkadaşların çoğu yere inmiş. Gece yarısını çoktan geçirmişiz.
7 Temmuz 1945 Cumartesi
Uykum açıldı, geçtiğimiz yerler yavaş yavaş görünmeye başladı.
Eskişehir’den bu kaçıncı geçişim? Kepirtepe’den Hasanoğlan’a giderken, tekrar Kepirtepe’ye dönerken… Kepirtepe’den Yüksek Bölüme gidince, geçen yılki gezide Isparta’ya gidişe, bu yıl Mekece’ye giderken… Beş kez buradan geçmişim. Kendimi uyardım:
-Burası Eskişehir değil, bir köşesi, tren istasyonu. Demeye kalmadı, Azmi Erdoğan geldi, sormadan öyle olduğunu anlattı. Arkadaşların çoğu uykuda.
Polatlı’da çok kaldık. Asker vagonları ayrıldı, eklendi. En az on kez (söz gelişi) tren kalktı sandım, tekrar geri geldi. Talip Apaydın:
-Benim ilçem de burası! deyince şaşırdım. Sordum:
-Hani sen Beypazarlı idin? Talip gülerek:
-Birinde doğdum, ötekisinde okudum! Aslında ikisinden de değilim, ben köy çocuğuyum, fark etmez; köyler, nerede olsa köydür! Talip’e takıldım:
-Kadıköy de köy! Talip bir an durakladı, anımsayınca:
-Oranın adı köy, Kadıların, Müftülerin, Paşaların köyü…
Polatlı’dan sonra, hava iyice aydınlandı. Arkadaşlar da birer ikişer uyandı. Konuşmalar hep “Ankara’da bugün ne yapacağız?” üstüne sürdü. Hasanoğlan’a geçilse ne olacaktı ki? Son sınıfların kaygısı, sınav sonuçları! Acaba? Kimse okulu bitirdiğine inanamıyor. Oysa konuşmalarda:
-Kimseyi bırakmazlar, doğru dürüst ders okumadık, sınavlar da öyle sınav sayılmaz, nasıl bırakırlar?
Üstelik Köy Enstitüleri’nde çok öğretmen açığı var!
Gerçekte biraz buruk olarak Ankara garına indik. Kimse demiyor ama görünen o. Eşyalarımızı gösterilen bir köşeye koyduk. Gönüllülerden bir nöbet listesi yapıp Ulus’a çıktık.
Öztekin Öğretmen’le eşi akrabalarına gitmiş, Yıldız’lar da bize katıldı. Yıldız yakındı:
-Bu geziyi hiç sevmedim; gezdim mi, gezmedim mi anlamadım! Halise ile Necmiye gülmekle yetindiler. Herkes Kızılırmak’a biz de İstanbul Pastanesine girdik. Necmiye, kesin kararını vermiş olmasına karşın kuşkular içinde, geziye katılması, bölüm değiştirmesinin olmayabileceği kuşkusunu uyandırmış. Öztekin Öğretmenin böyle bir isteğe engel olmayacağını söyledim. Necmiye bu kuşkusunu Öztekin Öğretmenin eşine de söylemiş. Eşi de benim dediğimi demiş:
- Mehmet böyle bir isteğe engel olmaz!
Necmiye geziden memnun:
-Ayrılmadan önce sizlerle gezdiğimden çok mutlu oldum! dedi. Bir ara Yıldız’la yalnız kalınca sordum:
-Arkadaşın ayrılıyor, yalnız kalıyorsun! Yıldız beklemediğim bir karşılık verdi:
-Güle güle gitsin. O zaten gönülle gelmemişti, geldiğine pişman oldu, beni de etkiledi; onun yüzünden çalışamadım. Hem neden yalnız kalacakmışım? Sen varsın, Ahmet Ağabey var, üç ay sonra da Nebahat gelecek. Müdür Bey kendisi söyledi: Nebahat’ı sana arkadaş gönderiyoruz! dedi. Nebahat’ı gördün o sarı saçlı neşeli arkadaşım.
Gelenler olduğu için konuşmayı kestik. Ancak, Yıldız’ın beni arkadaş olarak düşünmesi içimde bir kuşku yarattı. Bu düpedüz kullanma da olabilir daha başka bir niyet de! Doğan’la Ahmet Yol geldi, ikisi birden:
-Size ummadığınız bir kötü haber! dediler. Ben hemen Bölüm binasının yandığını düşündüm. Ancak söylemedim. Bölüm Başkanımız ayrılmış daha doğrusu başka yere atanmış olabilir! diye olasılıkları sıraladım. Ahmet Yol uzatmadan söyledi:
-Mehmet Yelaldı kalanlar arasındaymış!
Gerçekten şaştım. Şaşkınlığımdan sıraladım:
-Mehmet Zeybek geçmiş mi? Şerif Yener geçmiş mi? Orhan Doğan geçmiş mi?
Ahmet Yol:
-Vallahi onları sormadım; Mehmet Yelaldı’yı duyunca şaşkınlaştım, başka kimse aklıma gelmedi.
Yıldız, annesine telefon etmek istedi, birlikte Postaneye gittik. Dönüşte Rahmi Özdemir’le karşılaştım. Rahmi Özdemir, salt Yelaldı değil Kızılçullu çıkışlı dört arkadaşın kalışına şaştığını söyledi. Bayram Soğancı, Vacit Akyol, Rüstem Gündüz. Yıldız, arkadaşlarıyla alış-veriş için ayrılınca Kızılırmak Kıraathanesine geçtim. Bir grup arkadaş aynı konuyu konuşuyor. Arkadaşların ilk sözü:
-Mehmet Yelaldı kaldığına göre ötekiler nasıl geçmiş? Konuştukça sakinleştik:
-Hep kendi bölümümüzü düşünmeyelim, öteki dersleri bilmiyoruz ki!
Güzel bir gezi yaptık, onun mutluluğu ile dönüp birkaç gün dinlenmeyi düşlerken okula ulaşamadan daha Ankara’ya iner inmez geziyi unuttuk. Önümüzdeki staj olayı da yok oldu. Gelecek yıl olacak okul bitişi, geldi dilimize takıldı. Gençlik Parkı’na gittik, Yenişehir’de dolaştık. Bizim bölümdeki son sınıflar hep Hasanoğlan’a dönmüş.
Trene indiğimizde Öztekin Öğretmen, eşiyle geldi. Öztekin Öğretmen haberi duyunca inanmadı:
-Mehmet Yelaldı’yı telaşlandırmak için bir oyun olmasın? dedi. Olay üstünde çok durmamızdan olacak trene binince suskunlaştık. Zorunlu durumlarda tek tük konuşmalar oldu. Sözde okula dönüşte programımızın son perdesini kapatacaktık. Sessiz sakin bölüm salonuna indik. Eşyalarımızı bırakıp yemek salonuna gittik. Yemek masalarının çoğu boş. Belli ki genel bir sessizlik var. Öğrenci başkanı Hüseyin Atmaca asık bir yüzle geldi:
-Hoş geldiniz! dedi ama, dili dolanıyordu. Soru sorulmasını, elini ağzına kapatarak, önledi. Tek tük konuşlardan sonra salona dönüp eşyalarımızı alıp yatakhaneye gittik.
Yatağa uzandım ama gözlerimde uyku yok. Kulağıma gelen konuşmaları dinlemeye çalışıyorum, hep dersler, sınavlar, Köy Enstitüleri’nde geçen öğrencilik dönemlerinin kargaşası konuşuluyor.
Böyle sıkıntılı günlerde her zaman yaptığım gibi, kendi içime dönüp, geziyi bir daha gözden geçirdim. Gezinin en etkileyici tarafı, son gördüğümüz Edirne gibi geldi. Oysa Edirne’yi az çok biliyordum. Yeni bir olay olarak Genel Müfettişlikte marş söylememizle Behçet Kemal Çağlar’ın karşımızda canlı olarak ikinci kez şiir okuması (kampta da okumuştu). Bir de şiirde geçen minare şerefelerinin işlevleri üstüne orta çıkan savlar. Patrona Halil ayaklanması, arkasından da Devrilen Kazan romanında okuduğum ayaklanmalar. Birinde bir Muslu Bekir vardı, halk kışkırtıcısı, birinde de bir Gurabî (?) vardı sabahtan akşama dek minarelerde salâ okuyan… Sıkıldım, bu kez geziyi, gidiş sırasına göre anımsamaya çalıştım:
-Ankara’dan trene bindim, Mekece’de indim. Mekece-İznik arasını yürüdüm. Ara ara arkadaşları anımsadımsa da genelde eskiden olduğu gibi yalnız yürüdüm. Fundalıkta çok yürümüştüm. İznik Gölü, gözümün önüne geldi. Gölün batı tarafını daha yakından gördük, oysa asıl güney doğu tarafı görülmeye değer, oraları görür gibi oldum. Sular orada giderek kararıyor. Suların karardığı yerler derin olur. Bir yandan da suya uzak durmayı kuruyorum. Bir yere takıldım, neredeyse düşecektim. Gözlerimi açtım yataktayım. Herkes uykuda. Saate baktım, saat 03:40. Gözlerimi kapadım. Nasıl bir rüya bu? diye sordum kendime. Ben yatınca sahiden İznik Gölü’nü düşünüyordum. Düşündüğümün rüyasını görebilir miyim?
Birden okuduğum bir Rüya öyküsünü anımsadım. Ünlü Polonyalı yazar, Henryk Sienkiewicz yazmış. Anlaşıldığına göre kendi başından geçen bir olay. Gençliğinde, her genç gibi çok gezmiş, eğlenmiş, eş-dost edinmiş. Bir keresinde de o denli eğlenmiş ki mutluluğunun doruğunda uykuya yatmış. Yatarken de:
-Eğer rüya görürsem kesinlikle bu mutluluğumun devamı olacaktır! gibisine bir takım ön sezimli duygulara kapılmış. Ancak rüyasında umduğunun tam tersi olmuş; ona göre çok değişik, acayip kılıklı bir görevli kendisini cenaze arabasına davet etmiş. Öylesine korkmuş ki uyandığında bile rüyanın etkisinden kurtulamamış. Rüya olduğuna sevinmişse de, Cenaze arabasına davet edenin kılığı da bir türlü gözünün önünden gitmiyormuş. Bu sıkıntısını atmak için yer değiştirmiş. Gittiği kentin en ünlü otellerinden birinde kalıyormuş. Kaldığı otelin özel olarak yemek bölümü varmış. Akşam yemeğine gitmek üzere hazırlanmış, binmek üzere asansöre doğrulduğunda asansörün kapısı açılmış, asansör görevlisi yazarı asansöre davet etmiş. Yazar unutamadığı o rüyasındaki kılıklı adamla karşılaşmış. İrkilerek:
-Yürümek istiyorum! deyip geri dönmüş. Alt kata indiğinde bir kalabalıkla karşılaşmış. Meğer, yazarın binmediği asansör, düşmüş, içindekiler hep ölmüş. İnsanlar onlar için toplanmışmış. Yazarı davet eden görevli de ölenler arasındaymış.
Yazar, bu olayı yaşadığını yazıyor. Doğru mu? Yazarlar çoğunlukla yaşadığını değil yaşanabilecekleri yazarlar. Bu da öyle bir öykü neden olmasın? Gördüğümde uzun süre unutamadığım rüyaları anımsamaya çalışırken uyumuşum…