Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

12 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Çıkacak Köy Enstitüleri Dergisi’nin İçeriği Üstüne Tartışmalar

 

10 Kasım 1944 Cuma

 

“Şakanın şakası olur mu? Ne şakası? Düpedüz yanlış düşünme! Ardından bir de inat! Ne oluyoruz yani? Bu gün, Atatürk’ün ölümünün 7. yılıdır. Bu, size göre 8. olur mu?” Gülenler oldu. Muttali Çardak söylenerek geçti. Soranlar oldu:

-Ne oldu, neden celâllendin?

-Neden olacak? “Büyük Matemimizin 7. Yılı” dedim. Demez olsaydım, birisi:

-Senin yediyse benim de 8. Yıl! demez mi ? Birden tepem attı. Adam, benden bir sınıf önde ya, ne dense kendini benden önde sayıp efelenip duruyor, ne söylense kendinin bir üstte olduğunu kabul ettirme sevdasında! Megaloman!

- Hey, uzatma! Ortada bir yanlış anlama var: Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır. Dur, bir dakika!

Süleyman Alkan’ın bu uyarısına herkes dikkat kesildi. Ancak Muttali kapıdan çıkmıştı. Orhan Doğan da:

-Hemşerim! diye seslendi ama o da karşılıksız kaldı. Olaya yakından tanık olan Nihat Şengül kahvaltıda anlatı.

Muttalip’le Azmi Erdoğan, Eskişehir/Çifteler Köy Öğretmen Okulu’na geldiklerini konuşmuşlar. Okula kayıt günleri On Kasım 1938 günlerine rastladığını anımsayıp Atatürk’ün Yas gününe rastlamasını bir süre konuşmuşlar. Konuşmanın başlangıcını yani okula girişini duyan Fahri Yücel de uzaktan söze karışmış:

-Benim de 8. Yılım! deyişi bundanmış. Muttalip’in birden tepkisine üzülen Fahri Yücel susmuş. Ancak olayı dinleyen öteki arkadaşlar, yanlış anlayışın düzelmesi için devreye girmişler. Fahri Yücel’in hemşerisi Azmi Erdoğan Muttalip Çardak’ı frenlemeye çalışmış ama o da yararlı olamamış.

Bizim masadakiler hem güldüler hem de teşhis koydular:

-Muttalip rol yapmak için kendini hazırlıyor. Mahir Canova Öğretmen, “Yaşayarak rol yapacaksınız!” dememiş miydi? İşte, Muttalip yaşayarak rol yapıyor. Ne demek yaşayarak rol yapmak? Üstlenilen rolün (Kişi nasıl bir kişiyi hangi olay içinde göstermeyi üstlenmişse o kişi gibi olmalıdır) ancak öyle yapılabileceğini izleyiciye inandırmak. Ağlanıyorsa, gerçekten ağlayacaksın, gülünmesi gerekirse güleceksin. Gülmek, ağlamak gibi, yürümek, yatmak, kalkmak, inandırıcı olacak! Sinemalarda gördüklerimiz, hep birer roldür. Filmleri izleyenlerin çoğu, onların kendi yaşamları sanır. Oysa onlar kendi yaşamlarında filmde görülenden kesinlikle farklı tavırlar içindedir.

Kahvaltıdan sonra bizim salonda toplandık. Üçüncü sınıflar, Enstitü Bölümündeki kümelerinin başına gitmişler. Bölüm Başkanımız gelince biz de Yönetim binasına gittik.

Töreni Enstitü Bölümü hazırladığından biz de görevsiz katılanlar arasındayız.

Hava serin, yağış yok! Nasıl bir program uygulanacağını hep biliyoruz. Bilmediğimiz, kimlerin konuşacağı. . .

Saat 09:05’te genel bir “dikkat!” çekildi. Az sonra Hidayet Gülen Öğretmen günün anlamı üstüne açıklayıcı bir konuşma yaptı. Okul Müdürü Rauf İnan, Kurtuluş Savaşı öncesinden başlayıp 1938 On Kasım gününe dek belli başlı olaylara değinen bir konuşma yaptı.

Öğrenci Meliha Bölük, Mustafa Kemal’in çocukluğunu, okuduğu okulları anlattı. 2. kez söz alan Hidayet Gülen Öğretmen, Atatürk’ü nasıl gördüğünü, Atatürk’ün izlediği, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akın piyesinde rolü olduğu için Atatürk’ün onları kutlamasını gerçekten kederli bir sesle yansıttı. Sözünü bitirince Tavaf dedi. Yutkunduktan sonra “İbrahim Alaettin Gövsa’nın Tavaf’ı” diye tekrarladı.

 

         Tavâf

 

    Bir milletin melâlini söyler derin derin

    Derya önünde çırpınarak Dolmabahçe’nin,

 

    Gönlümde eski hâtıralar eyledin tavâf,

    Artık o doğmuyor diye müzlimdi her taraf

 

    Çamlar hüzünlü, yollara düşmüş söğüt, çınar,

    Yaprak döküm huzura kapanmıştı sonbahar.

 

    Mermerli medhalin ona lâyık vekarı boş,

    Heyhât o muhteşem kapının intizârı boş.

 

    Sessiz nöbetçiler de heyûlâ dolaşmada,

    Her yerde bir kederli muammâ dolaşmada.

 

    Susmuş bütün saray, nefes almaz o izdihâm;

    Son uykusunda tek rahat etsin deyip Atam.

 

    Son uykusunda öyle mi bir devri uyandıran,

    Bir ırka can veren Atatürk adlı kahraman?

 

    Düşsün olur mu toprağa göçmüş çınar gibi,

    Sönsün mü mavi gözleri bir âsuman gibi?

 

    Sussun o mâ-verâ konuş o ma’denî sedâ,

    Dursun olur mu hilkate bir fahr olan zekâ?

 

    Sözler ki çağlayıp köpüren bir pınar gibi,

     Hisler ki şahlanıp atılan dalgalar gibi.

 

    Atiye, hâle, geçmişe her anda bir temâs

    Bin türlü ihtisâs ile bin türlü ihtirâs.

 

    Milyonla halkı cezp ile mihraak olan zekâ,

    İfrâtı, hadsi, vecdi, tezadıyla bir dehâ. . .

 

    Bir meş’aleydi neş’esi her bezme nûr olur,

    Bir hârikaydı benliği bir mülkü doldurur.

 

     Cismiyle pek güzeldi ve rûhuyla devdi o,

     Bir yıldırımdı, bir mütekâsif alevdi o.

 

     Eyvâh o varlığın bize kalmış fesânesi,

     Yastıkta bir ışık yele, asrlan nişânesi.

 

    Kasrşımda servilik ve gurubun vuran alı,

    Göklerde şimdi Çankaya’nın şanlı kartalı. . .

 

    Ey nâm alan, zafer yaratan, inkîlâp açan,

    Ey yol veren hükümleri tarihe bir zaman,

 

    Ey eski kahramanları geçmiş asırların,

    Gaazi’ye ihtirâm ile kalkın ve toplanın,

 

     Saf bağlayıp selâma durun hep , O’dur gelen!

     Türk halkının muhabbeti üstünde yükselen.

 

     Ölmez elbet gönüllere heykel kuran Atam,

     Lâkin nedir içimdeki pâyansız indiham?

 

            İbrahim Alâettin Gövsa

 

Hidayet Gülen Öğretmen’den sonra Öğrenci başkanı Hüseyin Atmaca, Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu öğrencisiyken Atatürk’ün ölüm haberini nasıl aldıklarını, nasıl üzüldüklerini ayrıntılarıyla anlattı.

Nazif Balcıoğlu Öğretmen Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini, arkasından da İsmet İnönü’nün Atatürk’ün ölümü üzerine söylediği söylevi okudu.

Bir öğrenci, Orhan Seyfi Orhon’un O Gidiyor adlı şiirini okudu:

         

         O gidiyor

 

      Gidiyor, rast gelemez bir daha tarih eşine;

      Gidiyor on yedi milyon kişi takmış peşine!

 

      Gidiyor, sonsuz olan kudreti sığmaz akla;

      Gidiyor, göğsünü çepçevre saran bayrakla.

 

      Gidiyor, izleri üstünde birikmiş yaşlar;

      Gidiyor, yerde kılıçlarla eğilmiş başlar. . .

 

      Gidiyor, harbin o en korkulu aslan yelesi;

      Gidiyor, sulhun ufuklarda yanan meş’alesi!

 

      Yine bir devr açacakmış gibi en başta o var

      Hıçkıran seste o var, sessiz akan yaşta o var.

 

      Silkiyor ruhunun ulvîliği fâni etini,

      Çiziyor ufka bakan her güneşin heybetini.

 

      Büyüyor, gökten inip toprağa yaklaştıkça;

      Büyüyor git gide gözlerden uzaklaştıkça.

 

               Orhan Seyfi Orhon

     

 Eğitimbaşı Şeref Tarlan, tüm öğrencilerin sınıflarında olacağını, öğretmenlerin kendileriyle bir dersten çok Atatürk’ün yaptıklarını, yapmak istediklerini, bize emanet ettiği Cumhuriyetin yurdumuza kazandırdığı yenilikleri anlatacaklarını, yemekten sonra normal programın devam edeceğini duyurdu.

Biz de, bölüm başkanımızla birlikte kendi salonumuza döndük. Bölüm Başkanı:

-Bugün üzgünüz, yasımız var. Ancak biz, tüm çalışmalarımızda, özellikle müzik alanında Atatürk’ün yönlendiği yönde gittiğimiz, gideceğimiz, yaşamımızın sağlığı, insan olarak mutluluğumuz da bu yola bağlı olduğu için soluduğumuz her dakika Atatürk ilkeleriyle haşır-neşiriz. On Kasım günleri bir yas simgesi ise yılın kalan tüm günleri de Atatürk’e verilmiş bir çalışma, başarma, yurdumuzu, mesleğimizi sevdiğimiz üstüne verilmiş birer and simgesidir. Öyleyse haydi işbaşına!

Son sınıflar olmadığı için iki piyano da boştu. Kemancıları baş başa bırakıp alt odaya gittim. Odaya girince bir garip duyguya kapıldım; sanki Atatürk bugün ölmüş gibi, içimden ağlamak geldi. Ağlayamadım ama, boğazım dolu dolu oldu, yutkundum. Çocukluğumda da böyle durumlar yaşadığımı anımsadım. Köydeki arkadaşım Ahmet (İsmail Ağmet) gözümün önüne gelip dikildi. Onun da annesi ölmüştü. Sokakta, öteki mahalle arkadaşlarımızla oynarken, başları dara girince ikide bir “Anne!” diye bağıranlar olurdu. Böyle durumlarda Ahmet beni uyarırdı. Oyunu bırakıp bir kuytuya çekilir bir birimize bakıp ağlardık. İşte o zamanlarda olduğu gibi şimdi de bir benzer durum oldu; arka arkaya yutkundum. Birden gözlerimden yaşlar boşandı. Atatürk için mi yoksa annemin yokluğu mu? ayıramadım. Bizim ailemizden başka ölenlerimiz de vardı; babamın iki ablası ile iki ağabeyini yakından tanımıştım; onlar da gözümün önünden geldi, geçti. Müderris Ahmet Amcam benim okumam için çok öğütler vermişti. Kendisi, Edirne’de, İstanbul’da medreselerde okumuş, oralarda müderrislik yapmış, son çalıştığı Dâr-ül-fünûn’dan 1933 yılında emekli olunca Kırklareli’ye dönmüştü. Onu, ilkokul 5. sınıftayken evine konuk gittiğimizde çok yakından görmüştüm. Son duyduğum sözleri:

-Okulunu bitirince şahâdetnâmeni al gel, seni ortaokula ben yazdıracağım! Tek oğlu Zeki için “Zeki çok tembel, sen ona çalışmayı öğreteceksin!” demişti. Ölüm, anlaştığımız müşterek olayı sözde bıraktı. Amcamın beklediği şahâdetnâmeyi aldım ama amcama yetiştiremedim.

 Mehmet Amcam da benim okumamı istiyordu. Sık sık:

-İki oğlumu da istediğim gibi okutamadım. Okudular ama onlar kendine okudu, ben, benim için okumalarını istiyordum, o olmadı, bunu seninle gerçekleştireceğiz! deyip gülerdi. Kahveye sık sık gelip bana kitap okuturdu. Ona okuduğum kitaplar çoğunlukla Hazreti Ali, Şah İsmail, Hacı Bektaş üstüne olurdu. Mehmet Amcam Bektaşi Dedesi idi. Pullu Dede olarak anılırdı. O zaman bunu pek anlamamıştım. Köyde başka yaşlılar vardı, onlara neden “Dede!” demiyorlardı? Bunu onun ölümünde anlamıştım; köyün iki tane mezarlığı varken onu, köyün üst tarafında, Kırklareli yolu kenarına tek mezara gömmüşlerdi. Kısa süre sonra o yöre “Dedenin Mezarı!” diye anılmaya başlanmıştı. Mehmet Amcam için bir çok söylentiler çıkmıştı. Bir tanesine ben de tanık olduğum için ötekilere de inanmıştım. İlkokul 3. sınıftaydım. Okula gitmeden önce kahveye uğrardım. O sabah da uğramıştım. Büyük amcam bana takıldı:

-Bugün ben de seninle okula geleceğim! İnandım, birlikte yola çıktık. Okul yolum üstünde Kaplı Ahmet adlı arkadaşımın evi vardı, oraya gelince Mehmet Amcam bana:

-Haydi sana güle güle, ben Ahmet’in Nenesine uğrayıp bir kahvesini içeceğim.

Arkadaşım Ahmet’le okul gittik. Okuldan döndüğümde Mehmet Amcamın öldüğünü öğrendim. Sonradan söylendiğine göre amcam Ahmet’lerin evine girince Ahmet’in baba annesine:

-Uykum var, şuraya bir şilte ser de azıcık kestireyim. Sakın gençler gibi telaşlanma! demiş. Ahmet’in baba annesi amcamın tavırlarından kuşkulanmış ama, dediğini yapmış. Az sonra baktığında uyuduğunu görmüş. İkinci bakışında ise ölüsüyle karşılaşmış. Tüm söylentiler bir yana Mehmet Amcam o sabah, ben okula giderken sağ idi, benimle konuştu, öğle paydosunda eve döndüğümde ise ölmüştü. Mehmet Amcam 68, Ahmet Amcam 74 yıl yaşamış. Nefise, Elfide halalarım daha uzun yaşamışlar; Nefise halam 80, Elfide halam ise 82 yıl yaşamış.

Bunları düşünürken önümdeki notaları dikkatli izleyemediğim için aklıma gelen parçaları sıraladım. Nedense Bach Wachet auf dışında hiç birisi beni teselli etmedi. Bu kez de bütün duyarlığımla Wachet auf’a sarıldım. Hüseyin Çakar gelmiş, bir süre kapıdan dinlemiş. Girince:

-O denli içten çalıyordun ki, kapıyı açıp dikkatini dağıtmak istemedim! dedi. Gerçi o arkadaşın kendi hassasiyetinden ileri geliyordu ama benim de, dediği gibi bütün duyarlığım üstümdeydi. Piyanodan kalkınca rahatladım.

Üst salona çıkınca baktım; arkadaşlar yemeğe gidiyordu onlara takılıp gittim.

Yemekte konu On Kasım. Sabahki anma programı beğenilmemiş. Birden canlanır gibi olup ortaya sordum:

-Neresi beğenilmedi? O beğenilmeyen yere ne konsa daha güzel olurdu? Kısa bir suskunluktan sonra gülmeler başladı. Ekrem Bilgin Okul Müdürü Rauf İnan yerine benim konuşmamın uygun olacağını söyledi. Öteki arkadaşlar gibi ben de güldüm. Bu bir şaka ama gerçekte her birimiz için ders verici bir şaka! Birbirimize sığınmışız, tartışsak bile güven içinde bir tartışma oluyor. Kendi başımıza neler yapabileceğimiz üstüne fazla bir deneyimimiz yok. Öğrenci-öğretmen-Usta-İşçi bin (1000) insan karşısına çıkıp konuşmak kolay olmasa gerek! Bu yaz oldukça deneyim kazandım. Kazandım ama kazandıklarım, belli bir mekan içinde oldu. Öğrencilerle ders yaparken gelenler, benzer tavırlar içinde olduğundan, sanki bilinen tekrarlanmış gibi oluyor. Yabancı bir yerde, yabancı bir grupla karşılaşsam aynı başarıyı göstermem beklenemez!

Kamil Yıldırım sordu:

-Bir başka konu konuşalım olmaz mı? Bıktım şu sizin, bizden henüz çok uzak olan konuşmalarınızdan. Bizim, bize daha yakın, ilgilenecek konularımız yok mu? Sanırım bu konu, daha önce kendi aralarında konuşulmuş, Ekrem Bilgin:

-Var, var ama onu senin açmanı bekliyoruz. Hepimiz merakla Kamil Yıldırım’a baktık. Kamil Yıldırım sözde ilgisizmiş gibisine bir tavırla konuyu açtı:

-Öğrenci Başkanı seçimi! Gerçekten konu, güncel bir konu. Ancak, seçim yapılsa bile başkanın değişmeyeceği yaygın olarak bilindiğinden üstünde kimse durmuyordu. Bu düşünce öne sürüldüğünde karşı duranlar oldu:

-O eskiden öyleydi, şimdi Kızılçullu sayısal çoğunluğu kaybetmiş durumda. Kaybetmiş olmasa bile eskisi gibi garanti değil. Kızılçullu+ Kepirtepe+ Arifiye+ Pazarören toplam 100. Oysa genel toplam 209. (İki yüz dokuz) Öteki gruplardan da bize katılacaklar var. Ancak onların sayıları hem belli değil hem de katılacakları kesin değil. Okul Müdürü Rauf İnan Öğrenci Başkanı Çifteler kaynaklı olmasını istiyormuş. Açık açık böyle demiyormuş ama.

- Bir yıl birinden ertesi yıl da ötekinden olsun! diyormuş. Eğitimbaşı Hürrem Arman ise Atmaca’nın değişmesini istemiyormuş. Bunu duyunca hem inanamadım hem de biraz şaşırdım. Sözde Eğitimbaşı Hürrem Arman açık açık:

-Atmaca benim işlerimi iyi yürütüyor. Başkası bana bu denli yardım edemez! diyormuş. Bunlar konuşulduktan sonra Kamil Yıldırım’a sordum:

-Bu işler seni neden ilgilendiriyor? Meğer, Kamil Yıldım Denizli ilindenmiş, hemşerisi Hüseyin Atmaca’nın başkanlıktan ayrılmasını istemiyormuş. Masadaki tüm arkadaşlar, Aksu, Haruniye, Beşikdüzü, Akçadağ, Hasanoğlan, Gölköy’den gelenle konuşup en az bir kişiyi kendi tarafımıza çekmeye karar verdi. Ben de Hasanoğlan’ dan Ömer Çiftçi için öncelikle söz verdim; Ömer beni kırmaz! Tartışmalı başlattığımız olayı tatlıya bağlayıp masadan kalktık.

Öğrenci Başkanlığı seçimine katılacak arkadaşların listesi, çıkış kaynaklarına göre çoğaltılmış, bir çoklarının elinde var.

 

Kızılçullu              

3. Sınıf (30-Otuz)

İsmail Tıknaz Ekrem Ula, Mehmet Zeybe , Şevki Aydın, Mesut Şahbas, Rahmi Özdemir, Musa Eroğlu, Mehmet Ali Ural, Mehmet Tedirgin, Şevket Hızal, Nusret Ökmen, Hüseyin Atmaca, Şerif Yalman, Hüseyin Çakar, Enver Ötnü, Mustafa Ersoy, Galip Şahin, Mesut Yardım Nuri Özyıldız; Tevfik Gültekin, Hüseyin Sezgin, Fahri Duman, Rıza Dönmez, Fevzi Özlen, Nazmi Öztürk, Süleyman Adıyaman, Mehmet Yelaldı, Vacit Akyol, Bayram Soğancı, Rüstem Gündüz

2. Sınıf (34- Otuz dört)

Kamil Yıldırım, İbrahim Şen, Mehmet Gönül, Ahmet Özkan, Mestan Yapıcı, Fatma Ersan, Niyazi Başkaya, Mustafa Top, Halil Dere, Nihat Şengül, Ekrem Bilgin, Mustafa Acar, Mustafa Parlar, Muzaffer Kayhan, Düriye Aran, Kemal Güngör, Hasan Serinken, Kemal Karadeniz, Hasan Özden, Mehmet Kocaefe, Şükrü Koç, Hasan Gülel, Kemal Kızılelma, Mehmet Toydemir, Hasan Gülün, Sabri Taşkın, Ziya Fikri Özlen, Arif Işılak, Faik Demir, Ahmet Özer, Süleyman Koyuncu Fettah Savran, Halil Yıldırım, Zekeriya Kayhan,

1. Sınıf (5-Beş)

Maide Kiremitçi, Mustafa Sarıkaya, Recep Akyüz, Haşim Kanar, Recep Ünlü

 

Çifteler

3. Sınıf (17-On yedi)

Musa Çınar, Mustafa Ünüvar, Rahim Ünüvar, Cahit Erten, Hüseyin Yücel, Vasfi Anıl, Abdullah Özkucur, Fahri Yücel, Abdullah Ön, Orhan Doğan, İsmail Koralay, Mustafa Barış, Satılmış Aslantaş, Süleyman Alkan, Ali Yılmaz, İhsan Güvenç, Remzi Erten

2. Sınıf (26-Yirmi altı)

Azmi Erdoğan, Talip Apaydın, Bekir Semerci, Ahmet Allı, Mustafa Yüksel, Burdan Güvenir, Muhittin İlhan, Yusuf Demirçin, Muttalip Çardak, Fakı Yörük, Ali Bilgin, Mustafa Aydoğan, Veli Demiröz, Süleyman Karagöz, Turan Aydoğan, Ali Özcan, Hüseyin Elmasyazar, Mustafa Ünal, Ahmet Sertel, Hasan Tabanlı, Kadir Aytekin, İhsan Arıkan, Numan Köse , Ali Kuş, Niyazi Baykal, Ali Yücel,

1. Sınıf (11-On Bir)

Niyazi Kayhan, Tahsin Yücel, Mehmet Acar, Perihan Bozkaya, Nevber Tarcan, Naci Ön, İbrahim Toprak, Abdullah Ertürk, Mehmet Tanrıkulu, Ahmet Savaş, Emin Kes

 

Kepirtepe

2. Sınıf (15-On Beş)

Sami Akıncı, Halil Basutçu, Hasan Üner, Salih Baydemir, Harun Özçelik, Hüseyin Orhan, Mehmet Başaran, Mustafa Saatçı, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Kadir Pekgöz, Bekir Temuçin, İbrahim Tunalı, İbrahim Ertur, Abdullah Erçetin

1. Sınıf (3-Üç)

Doğan Güney, Tevfik Uğurlu, İbrahim Öznal

 

Hasanoğlan

1. Sınıf (4-Dört)

Galip Gürler, Turan Yiğit, Rıza Diken, Ömer Çiftçi

 

Gölköy

1. Sınıf (9-Dokuz)

Mahir Erol, Rasim Köktürk , İsmail Sönmez, Hasan Yılmaz, Hatice Uncu, Mehmet Öztürk, Bayram Bayrak, Bayram Akkoç, Cemal Türkmen

 

Arifiye

1. Sınıf (10- On)

Yıldız Kırktepe, Necmiye Uçar, İbrahim Us, Ali Aslan, Mehmet Ulucan, Ahmet Yol, Rıfat Ural, Hasan Ayaz, Muzaffer Dağlı, Selahattin Odabaşı

 

Akpınar

1. Sınıf (3- Üç)

Yusuf Tuncel, Ziya Altıntaş, Abdülkadir Başara

 

Pazarören

1. Sınıf (10- On)

Veli Dalak, Hüseyin Öztürk, Tufan Doğan, Turgut Kavraal, Ali Dündar, Hatun Efe, İbrahim Aytekin, Mehmet Ali Şengül, Naci Tatar, Mehmet Gökdemir

 

Akçadağ

1. Sınıf (4- Dört)

Ahmet Aksoy, Abdülkadir Ariç, Arif Gelen, Cemal Yıldırım

 

Haruniye

1. Sınıf (5- Beş)

Bekir Ural, Saime Çetin, İbrahim Türk, Hüsnü Çelik, Osman Darıcı

 

Aksu

1. Sınıf (4- Dört)

Fahri Özçelik, Cavit Oral, Hüseyin Aşık, Pakize Yılmaz

 

Gönen

1. Sınıf (4- Dört)

Süleyman Topçu, Fatma Dicle, Ahmet Altın, Kemal Yılmaz

 

Yıldızeli

1. Sınıf (6 Altı)

Süleyman Varlı, Refika Bıldırcın, Bekir Demirsoy, Zeki Siper, Niyazi Köse, Bekir Takçı

 

Savaştepe

1. Sınıf (3- Üç)

Eyüp Tekin, Nafize Tuncay, Arif Korkmaz

 

Cılavuz

1. Sınıf (6- Altı )

Mehmet Cıhangir, Fahri Topuz, İsa Öztürk, Osman Nuri Alper, Hayri Kızılyel, Halise Sarıkaya

 

Beşikdüzü

1. Sınıf (2- İki)

Cesarettin Ateş, Raşit Özdemir

 

Genel toplam: 209-İki Yüz Dokuz

 

*  *  *

 

Öztekin Öğretmen, oldukça gecikmiş olarak geldi. 1. 2. sınıflar tam olarak salondaydı. Öztekin Öğretmen işaret verince keman çalışanlar kemanlarını bıraktı. Öztekin Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:

-Müzikte, hatta müzikte değil tüm sanatlarda kendine özgü sözler vardır. Biz bunlara ıstılâh diyorduk. Istılâh ya da ıstılâhat. Şimdi bu sözler değişti, siz ne diyorsunuz? diye sorup güldü. “Terim!” karşılığı verilince:

-A, evet! deyip sözünü sürdürdü. Müzik alanında terim ya da ıstılâh tanımına pek uymayan, ancak Türkçe’de bir benzeri olmadığı için onlara da terim diyeceğimiz sözler olduğunu anlattı.

Örneğin tüm yazılı notaların porteleri üstündeki sözler:

 

Allegro, Andante, Allegro molto, Allegro non troppo, Allegro non assai

Allegrotto, Presto, Vivace, Poko Andante, Adagio, Allegro assai, Minuetto

Allegro sprituoso, Largo, Largetto, Andante Semplice Prestisimo

Allegro Moderato, Largetto Andante, Andante vivacesima, Adagi Molto

Grave, Lento, Allegro Giosto, Scherzo, Allegro Aftettuoso, Grasioso

Andantino Grasioso (Grazioso), İntermezzo, Rondo, Rondo Allegro

Adagio un poco mosso, Sostonito, Agitato, Espressivo, Adagio Eskpressivo

Allegro Aperto, Allegro ma non troppo, Romans (Romanza), Lanzaretto

Semplise, Vivacissimo, Allegro vivacisso, Andante Semplise vivacissimo

Finale. . . . .

 

-Bunları, karışık olarak sıraladım ama isterseniz bir sıraya koyarsınız.

Presto-vivace-Allegro-Allegretto-Moderato-Andante-Andantino-Adagio-Agitato-Largo-Largetto-Lento-Grave. Bunlar, gerçek anlamda hareket bildirirler. Bunlarla birlikte yazılanlar ise daha çok duyguları belirtir. Neşeli, daha az ya da daha çok neşeli, kederli , daha az ya da çok kederli, sevinçli, ılımlı, gösterişli, duygulu, romantikliğe dek giden bir sıra sıfat anlamı taşırlar!

Öztekin Öğretmen, gülümseyerek Finale sözünü bir daha tekrarlayıp:

-Bunları daha uzatmak mümkün, ama biz daha uzatmayalım! deyince Ekrem Bilgin:

- En iyisi bizler, birer İtalyanca lügat alalım! Öğretmen, Ekrem’in dediğini başka anlamda algıladığı için:

-İtalyanca lügata gerek yok, bunları çaldığınız ya da dinlediğiniz eserlerde gördükçe kendiliğinizden öğreneceksiniz! Arkadaşlar arasındaki bakışlardan bir şeyler sezinleyen öğretmen Ekrem’e dönerek:

-Yoksa sen başka bir anlamda mı İtalyanca lügatten söz ettin? Ekrem biraz çekinerek doğru konuştu:

-Evet öğretmenim, sözlerin daha uzayacağını sanarak, İtalyanca öğrenmenin daha yararlı olacağını düşünmüştüm. Öğretmen oldukça yüksek sesle güldü. Arkasından da :

-Bunları Türkçe de yazsanız bu denli olmasa bile gene de uzar gider. Örneğin, hafif, daha hafif, çok hafif, daha çok hafif, hafifçe ya da yavaş, yavaşça, biraz daha yavaşça diye söylense İtalyanca’dan geri kalmaz! Ağır sözü de; ağır, Ağırca, Ağırbaşlı, Vekar (Vakar) vakarlı, ciddi, oturaklı, temkinli, sözlerini insan davranışları için söylüyoruz. Biraz düşünsek bunları daha da uzatabiliriz. Önemli nokta da bunların bir bölümü, müzik türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Adagio, Andante, Menuette, Largo, Cherzo, Rondo v. b. Senfoni, Kuartet, sonat türlerinin birer bölümü oldukları gibi başlı başına da parça olarak bestelenmiştir. Haendell’in Largo’su, Mozart’ın Adagio’su, Luigi Boccherini’nin Menuette’si bu tür bestelerdir. Bunların sayılarını yüzlere, binlere çıkarabiliriz.

Öztekin Öğretmen bundan sonra “bir bestecinin elinden çıkmış porte üzerinde bulunan öteki işaretleri anımsayalım” deyip yüzlerimize baktı. Kemancı arkadaşlara göre bunlarla benim daha fazla karşılaştığımı düşünerek parmak kaldırdım. Bu düşüncemi de söyledim. Öztekin Öğretmen teşekkür etti. Ben de Beringer metodundan saptayabildiklerimi söyledim:

-Portenin üzerinde önce anahtarlar bulunur. Genelde bunlar daha fazladır ama genellikle sol-fa anahtarları kullanılır. Anahtarın bulunduğu çizgi üstündeki nota anahtarın adını alır. Sol anahtarıysa , anahtar üstündeki nota, sol olur. Yapılacak gam, (Nota sıralaması) buna göre ad alır. Gam, sıralanan sekiz nota dizilişine denir. Porte üzerinde anahtardan sonra hangi gam sıralanmışsa o belirtilir. Genellikle bunlar harflerle gösterilir.

Do=C, Re=D, Mi=E, Fa=F, Sol=G, La=A, Si=B (Si, kimilerince H ile gösterilir)

Yurdumuzda gamlar, başlangıç notasının adıyla anılır. Gamları donatan işaretler, kalınlaştıran-incelten işaretlerdir. İncelten diyez, kalınlaştıran bemoldür. Bunların azalıp çoğalması gam sıralamasındaki kalıplarına uyma durumuna göre olur. Gam sıralamaları iki türlüdür. Majör-Minör. Majör gam iki bütün bir yarım, üç bütün bir yarım sesten oluşur. Do majör gamında bu dizi doğal olarak kalıba uyar, o nedenle uzatma kısaltma olmaz. Do’dan sonra da gamın 5. Notları diyez alır. Örneğin Sol majör, bir diyez, solun beşlisi do diyez olur. Böylece Sol majör bir diyezli, Re majör iki diyezli, sonrakiler de beşer beşer atlayarak diyez alırlar. Majör gamlarında diyez sırası Fa, Do, Sol, Re, La, Mi, Si olarak sürer.

-Minör gamları, başka bir güne bırakalım diyen öğretmen porte üzerindeki öteki işretleri sordu. Devamla:

-Bundan sonra önce bölüm çizgilerini, bu çizgiler içinde bulunan nota değerlerini bildiren sayı ya da sayı bildiren harfleri sıralar; 2/4, 3/4, 4/4=C, 6/8, 9/8. . . . Nota değerindeki sus işaretleri. . . Porte sonlarında geri dönüş bildiren da copa ile gerektiği yere konmuş geri dönüşü bildiren noktalı çift çizgiler! deyip tahtaya çizdim.

Öztekin Öğretmen teşekkür etti:

- Bir başka zaman devam edelim! deyip, bizi serbest bıraktı. Alttaki piyanoya indim. Chopin çalarken aklıma geldi, Chopin’in müzik türleri bile başlı başına öğrenilmek isteyen boyutta. Mazurka, Polonez, Ballade, Barcarol, Bercause, Bolero, Etüde, Fantazi, İmpefrumte, Krakoviak, Nocturno, Polonaise , Prelude, Scherzo, Taranteilla, Walser  olmak üzere on altı adet saptadım. Sanırım daha çok var. Oysa biz bir yıldır konserlerde ancak, Senfoni, Konçerto, Uvertür, Serenad, Sonat, olarak altı tür dinledik. Senfoniler arasında, Menuette, Scherzo, Marş geçti ama onları içine karıştığı bütünün içinde saydık. Dinlediğimiz plâklarda da bunlar gibi başkaları da var ama genel ses ya da belirli temalar arasında kaldıklarından ad özelliğini kestirmemiz kolay olmadı. Ancak çok özel eserlerde unutulmaz izler kalabiliyor. Örneğin Hector Berlioz’un Fantastik Senfonisi’nin Marş’ı, Beethoven, Dokuzuncu Senfoni korolu bölüm melodisi kolay kolay unutulmuyor. Hem bunları düşündüm hem de Chopin parçalarını iyice pişirdim.

Yemekte, müzik konusunda piyanodaki başarımın yanında bilgi birikimimin de onun derecesinde gelişmiş olduğu söylendi. Bu hoşuma gitti. Bunu bir pohpohlanma olarak değil arkadaşların değerlendirmede tarafsız olmaları açısından önemsedim.

Halil Dere yakınımdan geçerken göz etti. Bu, “Kitaplığa gel!” demekti. Kalkınca gittim. Kitaplık, oldukça soğuk. Oturanlar var ama titrememek için kendilerini zor tutuyorlar. Kitaplık, İdris dağından kopan rüzgarın hedef noktası. Mekân olarak küçük ama iki kapılı, bol pencereli. Bizden önce gelenler titremeye başlamışlar. Büyük salona gitmeye karar verdiler. Büyük salon tıka basa dolu. Sandalyesini çeken:

-Siz ne konuşuyorsunuz? diyerek çevremizde halkaya katıldı. Böyle olunca beklenilen konuya değinilmeden genel konular üzerinde duruldu. Gene de yararlı konular ele alındı. Örneğin çıkarılmak istenen derginin içeriği üstüne bir çok arkadaş fikrini söyledi. Derginin adı Köy Enstitüleri Dergisi olacağına göre tüm köy enstitülerini kucaklaması gerektiği savunuldu. Ancak kimi arkadaşlar, haklı olarak derginin Köy Enstitüleri’ni halkımıza tanıtmak amacıyla çıkacağına göre içeriğinin önem taşıdığını, öyleyse eşit yazı yerine değerli yazıların alınması öne sürüldü. Böylece tartışmalar, iki görüş üstünde yoğunlaştı. 1. Derginin, eşitlik esasına göre yayınlanması, 2. Derginin, Köy Enstitüleri adına çıkmasına karşın içeriği bakımından seçim yapılması görüşleri karşı karşıya geldi. 2. grubun, özellikle Yüksek Bölüm Öğrencilerinin yapacağı çalışmaların Enstitü Bölümü öğrencilerine göre daha ilgi çekeceğini öne sürüp, derginin okuyucu kazanmasını amaçladıkları ortaya çıktı. Buna karşı olanlarsa:

-“Öyleyse Yüksek Bölüm kendisi bir dergi çıkarsın, belli bir ölçüde öteki enstitülerden yazılar seçsin” görüşünü öne sürdü. Bir söyleşi niteliğinde yapılan tartışmalar, sonuç olarak büyük bir anlaşmazlığın doğacağı kanısını uyandırdı.

Yatınca bir süre düşündüm:

-Biz, aslında iki grup oluşmasına neden olan Öğrenci Başkanlığı konusu için toplanmıştık. Oysa daha büyük bir gruplaşmaya neden olacak başka bir konu varmış. Bu konu öyle çıkış kaynaklarından değil daha önemli, kişisel çıkarlara dayanmakta; yazarlık sevdasına kendini kaptıran birileri “Acemi nalbant çoban eşeğinde öğrenir!” özlü sözüne uyarak, kendilerine bir alan açmak niyetlerini ortaya koymaktalar. Bu geceki konuşmalarda değişik öneriler ortaya konuldu. Örneğin, Yüksek Bölümlere eşit yer ayrılması. (8 Bölüm olduğuna göre, bu bölümlerden eşit yazı, araştırma her sayıda bulunmalı.) Olmazmış. Niçin? Öyle olursa şair arkadaşlar, şiirlerini dergiye koyamayacakmış.

Konuşmaları uzun süre dinledikten sonra buna da ben karşı çıktım. Derginin çıkmasını en çok isteyen Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy adlı kitabından bir bölümü anımsattım. Köy Enstitüleri’nde şairin, şiirin esamisi yok. Dergiye şiir koyarak öğrencileri özendirmeyelim. Şiir, bireyin içinden gelen bir duygu tepkisidir. O bireyde varsa kendiliğinden olur. Olduğu zaman da iyi olursa onu basacak yeri o kendisi bulur. Şiir nasıl yazılır? Ben şiir yazma denemeleri yapmış biri olarak diyorum ki, Köy Enstitüleri’ndeki saatli programlara uyarak çalışanlar şiire yer ayıramaz. Ayırırlarsa kesinlikle arkadaşlarının çalışma temposuna uymakta zorluk çekerler. Böylesi bir uyumsuzluk, oralarda olması beklenen iş ahengini bozar. Bunları düşündüğü için İsmail Hakkı Tonguç, yukarda değindiğim düşüncelerini söylemiştir. Şiir kurgulayan kişi, kendini düşlere kaptırır, zamanın akışına ayak uyduramaz. Bu dediklerime ünlü Fransız yazarı Alphonse Daudet’nin bir öyküsünü kanıt belgesi olarak gösterebilirim. Bir ilçenin kaymakamı, yönetimi altındaki köyleri teftişe çıkar. O günlerin gezme araçları at arabalarıdır. Kaymakam arabasına binip arabacıya gideceği yerin yönünü söyler. Mevsim bahardır, çevre yeşermiştir. Gün güneşlik içinde giderken kaymakam bir yerde arabacıya durmasını söyler. Araba durur; kaymakam, çayır-çimen bir yerde arabadan uzaklaşır. Arabacı, olayı önce normal karşılar, atını çözüp yemini verir. Ancak kaymakam bir türlü gelmez. Güneş batıya döner, nedeyse akşam olacak! Arabacı, kaygılanmaya başlar sonunda kaymakamın gittiği yana yönelir. Kaymakam, yere yatmış, üstü başı tos-toprak, ağzında bir çiçek sapı, elinde kalem, kendi kendine konuşmaktadır. Meğer kaymakam, doğanın güzelliği karşısında coşmuş, şiir yazmaya kalkışmıştır. Akşam olur, kaymakam şiirle tebelleşerek günü geçirir.

Bu anlayış, salt Köy Enstitüsü ülküsüne değil, bizim yurdumuzdaki köy yaşamı gerçeğine de uymaz. Bunları düşünerek, çıkarılacak derginin kesin kurallar içinde yönetilmesi, kendine özgü, çalışmayı, iş becerisini ilk koşul olarak öne çıkarmayı amaçlamasını öneriyorum.

Dergi Yönetimi oluşuncaya dek, yazılı önerilerin öğrenci başkanlığına verileceği daha önce duyurulmuştu. Bu nedenle ben de bu düşüncelerimi yazıp Öğrenci Başkanlığına vereceğim. Kafamda derleyip toparladığım düşüncelerim sanki herkesçe benimsenmiş gibi sevinerek gözlerimi yumarak uyudum!

 

11 Kasım 1944 Cumartesi

 

Hava yağmurlu. Yeni arkadaşlardan bazıları bana sordu:

-Gelmesek bize ceza verilir mi? Ceza verilip verilmeyeceğini bilmem ama konser öncesi Konservatuvara ders için gidiyoruz. Konuşmalarda hep ders diye konuşuluyor. Geçmiş yıl yoklama yapılmadı ama sayılar az olduğu için kontrol kolaydı. Belki bu yıl yoklama yapılır. Bunları üzülerek söyledim; arkadaşların pardösüleri yok. Birinci sınıfları hoş görüyorum da bizim sınıftakilerin parası varken bunu düşünmemeleri neden? Bunu sorunca hemşerim Kadir beni uyardı:

-Stajda aldıkları paraları ailelerine göndermiş olabilirler. İçimden utandım, benim öyle bir düşüncem yok. Yoksa ben duygusuz muyum? Babama pekalâ elli hatta yüz lira gönderebilirdim.

Sabah sabah kederlendim.

Kahvaltıda Doğan geldi, birlikte tren durağına indik. Arkadaşların neşesi yok, tren pencerelerinden ürkek ürkek yağan yağmura bakıyorlar. “Trende kurudayız ama az sonra Cebeci Durağı’nda inince ne olacak?” dercesine bakışıyorlar. Kızlara baktım, Yıldız’la Necmiye’nin pardösü gibi uzunca korunakları var. Halise, yağmuru umursamaz gibi. Sanırım içinden:

-Ben Karslıyım, buranın yağmurundan çekinmem! diye düşünüyor. Geçen hafta Öztekin Öğretmen onları bir yere götürmüştü. Belki gene götürür. Yıldız’a yardım olur düşüncesiyle yağmur sürerse Konservatuvar’da kalmalarını önerdim. “Md. Yardımcılarından birini tanıyorum, izin isteyebilirim!” dedim.

Trenden inince yağmurun arttığını gördük, koşuşarak Konservatuvara ulaştık. Md. Yardımcısı kapı önünde duruyordu. Ben onunla konuşmayı aklımdan geçirirken Bölüm Başkanımız selam verip yanına gitti. Dönünce de kızlara isterlerse konsere dek okulda kalabileceklerini, gösterilen yerde oturabileceklerini söyledi. Faik Öğretmen bizi üst odada bekliyormuş. Merdivenden çıkarken Yıldız bana yaklaşıp teşekkür etti. Konservatuvar’da kalmalarını ben sağlamışım.

Faik Canselen Öğretmen ellerini çırparak konuştu:

-Kış geldi gelecek; üşümeye, titremeye hazır olalım! deyip hepimizin üstünde gözlerini gezdirerek:

-Ankara’nın soğuğunu bilmeyenler benden sorsun, şakaya gelmez, insanın burun direğini dondurur. Burun için bir önlem alamasak da sırtımızı sağlam giysilerle korumalıyız! dedi. Bir süre müzikle ilgilenenlerin soğuktan niçin sakınması gerektiğini anlattı. Keman tellerinden, piyano akortlarından başlayıp insanların ses tellerini gerilmesine dek bir çok soğuk değişikliklerini saydı. Bunlar hep arkadaşların yetersiz giyimleri yüzündendi.

Faik Canselen Öğretmen elindeki kağıda bakıp, konserde çalınacak eserlerden önce bestecilerini söyledi. Romantik müziğin yılmaz savunucusu Robert Schumann’ı gülümseyerek anlattı. Gençliğinde Hukuk öğrenimi yaptığını, bu yüzden hakkını hukukunu koruduğunu, sevdiği kızı bile, evlenmelerine razı olmayan babaya dava açarak aldığını anlattı. Romantik müziği salt beste yaparak değil bilimsel yazılar yazarak savunduğunu söyledi. Dört senfonisi ile bir piyano konçertosu yanında sayısı oldukça kabarık değişik türde besteleri bulunduğunu anlatı. Dinleyeceğimiz No: 3, Op. 97. Mi majör senfoninin özelliklerini belirtti. “Adı ile müsemma!” deyip, Ren nehrinin akışlarından esinlendiğini sandığını ekledikten sonra senfoninin beş bölümden oluştuğunu, bölüm başlıklarının da Schumann’a özgü adlandırıldığı, 1. Bölüm Lebhaft. 2. Bölüm, Scherzo, 3. Bölüm, nicht schnell, 4. Bölüm, Feierlich, 5. Bölüm gene Lebhaft olduğunu belirtti. Çalgıların, özellikle nefesli sazların uyumuna dikkatimizi çekti. Çalgı adlarını da sıraladı: 2 flüt, 2 obua, 2 klarnet, 2 basso, , 4 korno, 2 tompet trombon, timpani. . . . .

İkinci eser için de:

-“Alın size ikinci bir romantik” dedikten sonra Çek besteci Anton Dvor’ak’ı anlattı: Klasik, özellikle Viyana klasiklerinin yurdunda yetişmesine karşın Schumann kadar olmamakla birlikte romantiklerin safına geçtiğini söyledi. Robert Schumann’dan çok Schumann’ın bir öğrencisi olan Johannes Brahms’ın etkisinde kaldığını belirtti. Ayrıca memleketi olan Moldavya halk müziğine el atan hemşerisi Smetana’ya özenerek halk müziği temalarını ele aldığını, Johannes Brahms’a özenerek, onun Macar Dansları benzeri bir dizi Slav dansı bestelediğini anlattı. Bestecinin 8. Senfonisi için:

- Dört bölümdür. 1. Bölüm-Allegro con brio, 2. Bölüm-Allegro, 3. Bölüm-Alegretto graziazo, 4. Bölüm-Alegro ma non troppo. . .

Öğretmen gülümseyerek:

-Umarım, bu sözlerin ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur! deyince Öztekin Öğretmen:

-Bilirler, daha doğrusu bilmeleri gerekli, çünkü daha dün bunları konuştuk!

Faik Öğretmen:

-Ne tesadüf! dedikten sonra geçen yıl dinlediğimiz Yeni Dünya Senfonisini anımsattı. İki elini açıp orkestra şefleri gibi ileri geri oynattıktan sonra tii re re raa ra ra raa ra ra ra! sesleri çıkardı. Arkasından da bunun Amerika’da bestelendiğini, bugün dinleyeceğimizin ise bestecinin Amerika’ya gitmeden önce bestelediği son senfoni olduğunu söyledi:

- Böylece eski dünya ile yeni dünyanın besteci üzerindeki etkileri saptanabilir. İşte size bir fırsat, bakın bakalım besteci yeni dünyadan neler kazanmış! Bakın bunu ilk kez siz yapacak değilsiniz. Bu, yüz yıl önce de yapılmıştı. İlk çalındığında, Amerikan yerlilerinin tamtamlarını duyar gibi olduğunu yazanlara Johannes Brahms:

-Onlar, tam tam sesi değil, Moldavya ile Bohemya çobanlarının kaval sesleri, Anton Dvor’ak onları giderken beraberinde götürmüştü, götürdüğü gibi geri getirdi!

diyerek alay etmişti. Bakalım siz ne diyeceksiniz?

Geçen yıl izlediğimiz senfoninin unutulduğunu söyleyenler oldu. Ben söz alıp anımsattım:

-Bizde plâkları var! Faik Öğretmen:

-Bakın plâklarınız arasında varmış, bahaneyle dinlersiniz! Faik Öğretmen son olarak:

-Senfoni alanında usta bir besteci dinleyeceksiniz, dikkatli, zevkli dinlemeler! deyip sözü kesti.

Yağmur azalmış gibiydi ama tümden kesilmemişti. Gözlerim Yıldız’ı aradı. Onu korumaya söz vermiştim ama nasıl, nerede, neye karşı koruyacağımı bilemiyordum. Rahatsız edici bir duruma düşmemek için Yıldız’ı değil kendimi korumaya almış gibiyim. Bu ikinci korumacılığım. Bella için de korumacı yapılmıştım. Ancak Bella, kısa zamanda beni koruyacak duruma geçmişti.

Yıldız, kalacaklarını karşıdan işaret etti.

Hemşerim Kadir Pekgöz’le Doğan Güney bana katıldı, koşar adımla Ulus’a Kızılırmak Kıraathanesine ulaştık. Yağmur nedeniyle kıraathane lebâlep dolu. Sandalye bile zor bulduk. Doğan Güney:

-Kahve denilen yere hiç girmemiştim, bütün kahveler böyle mi? diye sordu. Doğan’a çocukluğumun kahvede geçtiğini anlattım. Ayrıca köy kahvelerinin daha sağlıksız olduğunu, sigara dumanından gözlerimin yandığını söyleyince Doğan gözlerime dikkatlice baktı. Söylediklerim yıllar önceki durumdu, okula gelince ilgim kesildi, beş yıl ilgi kesilince kahvenin olumsuz etkileri geride kaldığından Doğan umduğu olumsuz izleri bulamadı. Bu ara Kadir de köye gittiğinde kahvelere gittiğini anlattı. Hemşerim, düpedüz kahramanlık olsun diye yalan söylemişti. Kadir’in kahvelere gitmediğini ben biliyordum. Kepirtepe Köy Enstitü’ndeyken birlikte köylerimize döndüğümüz oluyordu. Bizim köyün yolu tam da onların köy kahvelerinin önünden geçer. Birlikte gittiğimizde Kadir, kısa yoldan evine ayrılırdı. Bir keresinde birlikte kahvelerin önünden geçtik. Kimi müşteriler kahvelerin önündeki peykelerde oturuyordu. Dördüncü, beşinci sınıfları o köyde okuduğum, ayrıca kendi köyümde kahveci çocuğu olduğumdan, Kadir’in köylüleri beni hep tanır. Kahve önünde gördüklerinde ısrarla durdurup çay içirirler. Kadir’le birlikte gittiğimizde de gene önüme çıkıp durdurdular. Kadir’le ikimiz de çayları içtik. Hal hatır soruldu bu arada Kadir’i de benden sordular:

-Arkadaşın sizin köyden değil, sizden olsaydı tanırdık. Misafir olarak mı geliyor? Nerelidir? Şaka ediyorlar sandım. Kadir kendisi konuştu:

-Kara Hafız’ın küçük oğluyum, Hüseyin’in kardeşi. Köyden küçük yaşta ayrıldım, aralarda geldiğimde de babam kahvelere izin vermediğinden ortalıkta gözükmedim! Kadir, o zaman haklıydı ama bunu unutup da şimdi köydeki kahvelerden söz etmesini yadırgadım. Biz konuşurken gelenler oldu.

Yağmur kesilir gibi olmuş. Millî Eğitim Bakanlığı Kitaplığına gidecektim, saat geçmiş. Kıraathane boşalır gibi oldu. Doğan satranç oynamak istedi. Boşalan bir satrancı kapattık. Asım Öğretmenin arkadaşları tam da buraya, bu satranca geliyorlar. Bir süre hem oynadık hem de ben tınmadan onu bekledim. Doğan’ı sevdiğini biliyorum, bakalım nasıl karşılayacak? Beklediğim olmadı, yağmur açınca çıkıp yemek yedik. Döndüğümüzde Kızılırmak Kıraathanesini bizimkiler doldurmuş. Meğerse arkadaşlar yağmurdan korunmak için Anafartalar’daki sinemaya doluşmuşlar. (Sümer Sineması) Mısır filmi varmış (Yusuf Vehbi) Abdullah Erçetin sinemaya pek gitmez. Bu gün çaresiz gitmiş. Sordum, Abdullah bir ara uyumuş. Tek anlattığı, adamın üç dört kızı, gelinleri varmış. Akşam yatınca bu bayanlar birer patlıcanı yarıp içine burunlarını sokuyormuş. Patlıcan arasında kalan burun küçülüyormuş. Adam akşam eve gelince bu manzarayı görüp üzülüyormuş. Asım Öğretmenin gelmeyeceğini anlayınca çıktık, hava açılmış gibiydi, ağır ağır Konservatuvar yolunu tuttuk.

Konsere rahat rahat yetiştik. Mahmut Ragıp Öğretmenim yerindeydi, yanı boştu ama fazla olmamak için, bir arkasına oturdum. Dönüp bakınca selâm verdim; gülümseyip boş yeri gösterdi. Sevinerek geçtim. Yanına oturan için:

-Ayhan bu sıra sıkışık durumda, önemli bir oyun hazırlıyorlar, bir süre konser monser gözü görmez! dedi. O bunu dedi, alkışlar başladı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü oldukça kalabalık bir grupla geldi. Oturur oturmaz da Şef prof. Preatorius çıktı. Selam verip orkestraya dönünce birden davul sesi, öteki sesleri bastırarak sertçe başladı. Birkaç kez güm gümledikten sonra sakinleştiyse de güm gümler ara ara sürdü. Nefesli çalgılar bir süre karşılıklı konuştu. Yazık ki nefesli çalgıları seslerinden ayıramıyorum. Tek tek çalınınca klarnetle flütü ancak ayırabiliyorum. Ben, sayıklarken 1. Bölüm uzun güm gümlerden sonra bitti. İkinci bölüm çok sakin başladı. Sel suyu akışları gibi dönerek yayılan sesler. zaman zaman çıkış yaparak sürdü. Uzun süre çalgılar, sakin sakin uyum içinde çaldı. Az kalsın uyuyacaktım. Bir yandan da Ayhan’ı düşündüm. Ayhan erkek adı. Kepirtepe’deki resim öğretmenimizin soyadı Ayhan’dı. Kendi kendime güldüm:

-Nereden çıkardım bu erkek adı hükmünü? Ayhan adlı bir erkek görmedim ki! Yoksa Aydın’la mı karıştırıyorum? Aydın Tarkan, Aydın Gün. . . Biri, benim akordiyon çalışma arkadaşım, biri yeni Şan Öğretmenimiz. Ayrıca Aydın, soyadı olarak da kullanılıyor, örneğin arkadaşımız Şevki Aydın. Belli olan şu ki, Ayhan da Aydın da köylü adı değil. Çünkü Kepirtepe Köy Enstitüsü’ünde böyle biri yoktu. Yurdun dört yanından toplanmış olan Yüksek bölümdeki iki yüz on kişi içinde de bu adlar yok. Bula bula Şevki Aydın’ın soyadını buldum. Ben bunu düşünürken alkışlar koptu. Komşum bana dönerek:

- “Gördün ya romantiklik budur işte; Schumann, çok sevdiği Ren nehrinin akışı gibi yakaladığı temayı türlü ses renkleri içinde sürdürdü. Bitişte de müzikten anlayan her kişi “Bu, burada bitmeli!” diye düşünürken besteci noktayı koydu. Schumann, Ren nehrini severmiş. Ne acı, sonunda da iflâh olmaz bir derde tutulunca kendini Ren nehrine atmış. Schumann iyi bir besteci olduğu kadar çok iyi bir öğretmenmiş, başta Johannes Brahms olmak üzere çok öğrenci yetiştirmiş. Bunların başında da eşi Clara Schumann gelir. Gerçi onun babası da ünlü bir müzik eğitimcisi, Robert Schumann’ın da öğretmeniydi. Kızını iyi eğitmişti. Evlendiklerinde Clara konserler veriyordu. Ancak Schumann piyano solisti olmasıyla yetinmeyip eşini besteciliğe de yöneltti. Schumann’ın erken ölümüne karşın Clara uzun yaşadı, yaşamı boyu da yorulmadan konserler verdi. Bir piyano konçertosu yanında çok sayıda piyano eserleri, liedleri vardır. Bayanların piyanoya yönlenmelerine önderlik etmiş, yetmiş yıl gibi uzun bir süreci kapsayan konserleriyle müzik tarihinde rekor sahibi olmuştur. Mozart gibi Clara da harika çocuk olarak beş yaşında konserlere başlamıştır.” dedikten sonra çantasına eğilerek hem konuştu hem de bir şeyler karıştırdı. Bana dönünce:

-Bak sana ne getirdim, benim çok müzik sever dostlarım vardır. Bu konudaki sevdamı bildiklerinden hep yardımcı olmak isterler. Bu orkestradan emekli olan hem adaşım hem de ağabeyim durumunda biriyle sık sık konuşurum. Mahmut Muray. Bandodan yetişme iyi bir klarnetçidir. Eskilerden söz ederken senin dedenin adı geçti. Resmini görmüş:

-“Filozoflar gibi saçını uzatmış, ona bir resim göndereyim, eski günleri anımsasın, bilirim o resim falan saklamaz, baksın görsün nereden nereye geldiğini!” deyip selâmını gönderdi. Bu resmi karşılaşınca ona ver, çok sevinecektir! deyip bir resim verdi. Sıkı sıkı da tembihledi:

-Sakın zayi olmasın, kıymetini bilenler için çok nadidedir! dedikten sonra kuruluşundan 1915 yılına dek Saray Bandosun önemini, özellikle Enver Paşa döneminde ordu bandosunun başarılarını övdü. Ordu bandosunun 1. Dünya Savaşı sırasında Almanya gezisini daha önce dinlemiştim. İkinci kez de ilgiyle dinledim. Şef. Prof. Erns Praetorius çıkınca alkışlar başladı. Bu kez de fısıltı olarak

 

  Cumhuriyet öncesi tam kadrolu bir bandonun toplu görünüşü

 

Anton Dvor’ak’tan daha önce eser dinleyip dinlemediğimi sordu. Dinlediğimi söylerken konser başladı.

Senfoni çok sakin giriş yaptı. Kendi kendime gülümsedim:

-Faik Öğretmen kopya yapmamıza kendisi izin verdi. 9. Senfoni’nin sert başladığını o söylemişti. 8. Senfonide birinci bölüm oldukça sakin, oldukça da uzun sürdü. Kendimi azıcık zorlayınca bir şeyler düşünmek zorunluluğunu duyuyorum, öyle yapmazsam eserleri dinlerken uykum geliyor. . Bestecinin Op. 104 h (si) minör viyolonsel konçertosunu plâktan bir kaç kez dinlemiştim. Ayrıca Slav Dansları da çok güzel. Bunları düşünürken bir yandan da Mahmut Ragıp Öğretmeni süzüyorum. Az kıpırdar gibi olunca kendimi toplayıp baktım, parmağının ucuyla tempo tutuyor. Orkestra neredeyse oyun havası çalıyor. Dikkat kesildim ama az sonra senfoni şenlikli bir hava içinde bitiverdi. İnsanlar orkestrayı alkışlarken ben de katıldım ama azıcık yüzüm kızardı. Gene de susmadım:

-Güzel bitti! dedim. Komşum:

-Ne de olsa Viyana havası almış, Brahms’ların, Strauss’ların dostluğunu kazanmış, Haydn, Mozart, Beethoven müzik harmanında yoğrulmuş bir besteci, bu kadar da mı olmasın? deyip gülümsedi. Gülümsedi ama kendimi suçlu saydığım için, sanki beni paylayacakmış gibisine bir duygu içinde teşekkürlerle izin isteyip ayrıldım.

Arkadaşlar arasına girerken oldukça gururluydum. Acaba onlar buna ne diyor?

Akşam soğuğu yüzleri kavuracak derecede sertleşmişti. Kimi arkadaşlar Ulus’a inmeyi göze alamadılar. O civarlarda da kahveler varmış, bunu söyleyince büyük bir grup duraksadı. Doğan Güney benimle gelmeyi göze aldı. El sallayıp ayrılırken kızlar da bizimle gelmek istediler. İstediğimiz ölçüde hızlı gidemedik ama, onlara arkadaş olmayı görev saydığımızdan mutlu da olduk. Böylece, Yıldız’ın anne isteğine uygun ilk görevi de yapmış oldum. Ulus’ta Büyük Postaneye gittik, kitapçıları gezdik, Aile Bahçesi’nin kapalı yerinde çay içtik. Sınıf arkadaşları Doğan onlara söz yetiştirdi, onlar da çok mutlu oldular. Öyle ki, sabah konservatuvarda kapalı kalınca bir daha konserlere gelmemeye karar vermişlermiş. Bizim gösterdiğimiz yakınlık onları o kararından vazgeçirmiş. Buna da ayrıca çok sevinmişler.

Gar binasının korunaklılığından söz ederek erkenden istasyon yolunu boyladık. Bizden önce gidenler olmuş. Öncelikle birinci sınıflar bize katılınca ben bir bahaneyle ayrıldım. Bizden de gelenler oldu, onlarla bir işim varmış gibi durdurup konuştum. Böylece kasıtlı ayrılmamış numarasıyla aklımca kızlarla fazla bir ilgim olmadığını göstermeye çalıştım. Arkadaşlardan takılanlar olabilirdi. Böyle bir durumda kendimi ne denli savunsam karşımdakine inandıramam. Üstelik konuşmaları duyanlar da kendilerine göre yorum yapacaktır.

Trende, bol bol konser yorumu yapıldı. Dvor’ak’ın adına gülündü. “Duvarjak, duvrak-Ak duvar”, diyenler oldu. Hasanoğlan durağında, sabahki yağmur yerine sert bir esintiyle karşılaştık. Koşarca yemekhaneye ulaştık. Nebahat nöbetçiymiş, kapı yanında duruyordu bakıştık, gülümseyince durdum. Konseri sordu. Konseri ballandıra ballandıra anlattım, onun olmadığına üzüldüğümü söyledim. Nebahat filme gidip gitmediğimi sordu. Bunu fırsat bilip numaramı yaptım:

-Sensiz sinemaya gitmek içimden gelmiyor! dedim ama arkasından da bir “Hadi oradan!” paylanması bekliyordum, öyle olmadı. Nebahat:

-Görülmeğe değer filmler olunca gene gideriz! Beklemediğim bir karşılık, tam durup konuşulacak bir yaklaşım. Yazık ki ortam elverişli değil. . .

Sevinçle şaşkınlık arasında yemeğe oturdum.

Arkadaşlar, soğuktan konserden, Robert Schumann’ın Anton Dvor’ak’ın ad yazılışlarından söz etmeyi sürdürdüler:

-Schumann, Chumann olarak da yazılırmış. Ya sonundaki iki n, ne anlama gelirmiş? Duvarjak okunmasına karşın neden Dvor’ak oluyormuş. Robert Schumann Alman olduğuna göre adının Sch ile yazılmasını, sondaki iki n’in ise gene Alman adlarında öyle olduğunu Johann Wolfgang von Goethe, Johann Sebastiyan Bach, adlarını öne sürerek açıkladım. Schumann’ın Chumann yazılmasına da Chopin’i örnek verdim.

Konuşmalara katıldım ama aklın Nebahat’a takıldı; nöbetçi olduğuna göre yemekten sonra buralara gelsem nasıl karşılar? Kendimi cesaretlendirdim; kalkınca onlarla birlikte büyük salona gittim. Salona girip oturmadan sanki yemekhanede bir şey unutmuşum gibi geri döndüm. Salonun bir kapısından girip ötekinden çıktım. Salonda görevli öğrencilerden başka kimse yoktu. Boşuna dönmüşüm ama bu, bana fikir verdi:

-Bu kez olmasa bile bir başka zaman, pekâlâ gelip konuşabilirim. Öğrencilerden başka kimseler yok, o nöbetçi olduğuna göre yemekhanede bulunması çok normal! Ben, bir şey unutup geri dönemez miyim yani! Bunları düşünerek, bizim salona gittim. Salonda çok az kimse vardı, oturup piyano çalıştım. Ben piyanoya oturunca sesler kesildi. Hiç ilgilenmeden aklıma gelen parçaları çaldım. Gerçi aklım hep yemekhanede Nebahat’la buluşup konuşuyordu ama parmaklarım tuşlarda doğru dolaşıyordu. Arkama baktığımda arkadaşların, (çoğu yeni) beni dinlediğini gördüm. İçlerinde Ahmet Yol da vardı; gülerek hem bir bravo çekti hem de alkışladı. Arkadaşı, ilk günden daha dürüst biri olarak tanımıştım, o nedenle davranışı içtenlikli buldum, çok da hoşuma gitti. Teşekkür ettim.

Birlikte kalkıp yatakhaneye geçtik. Cumartesi akşamları, genellikle erken yatanlar var. Ancak yatanların çoğu, yatak sohbeti sürdürüyor. Özellikle son sınıflardan Rahmi Özdemir, Musa Eroğlu, İhsan Güvenç, Nuri Özyıldız, Satılmış Aslantaş , Ali Yılmaz, Cahit Eren, Mehmet Pekgirgin, Nusret Ökmen, Fevzi Özlen, Rüstem Gündüz. . . . Bunlar çoğunlukla erkencidir ama konuşanlar sayılıdır, hepsi konuşmaz. Arada konuşanları körüklerler. Genellikle konuşanlar Rüstem Gündüz, İhsan Güvenç, Nuri Özyıldız, Satılmış Aslantaş olur. Ara ara Rahmi Özdemir, Ali Yılmaz da katılır. Uzun konuşmaları İhsan Güvenç yapar. Takılmaların, ilk çıkışların ustası Rüstem Gündüz’dür. Uyanık olduğu zaman susmaz ya, arada sustuğu olursa kesinlikle biri takılır:

-Zaloğlu, hasta mısın ki susuyorsun? Tamam! İhsan Göğüş’ten bir kahkaha! Arkasından da susturabilirsen sustur!

Rüstem Gündüz:

-Ağzımı bozduracaksın! diye başlar ama kesinlikle ağzını bozmadan karşılıklar verir. Kendi meşrebince her sorunun karşılığını verir. Ta ki vakit gecikir, uyuyanlar çoğalırsa:

-Mabadı yarına! der, arkasından da “verilmedik bir karşılık kalmışsa. bunun da hesabı sorula!” deyip keser.

Bu geceki konuşmalar savaş üzerineydi. Hemen hemen herkes bir şeyler söyledi. Rüstem Gündüz, Franklin Roosevelt’in dördüncü kez Cumhurbaşkanı seçilişine şaştığını, orada bir kişi ancak iki kez Cumhurbaşkanı olabilirken Roosevelt’in dördüncü seçilişine akıl erdiremediğini söyleyince Enver Ötnü:

-Çek çek biraz daha, boyun gibi aklını da azıcık uzatırsan erdireceksin! deyince bir kaç kişi birden:

-Sen önce kendi boyunu uzat! dediler. Rüstem Gündüz söylenenleri duymazdan geldi. Roosevelt’in kazanmasına çok sevindiğini ancak Amerikalıların kendi koydukları kuralı savaş korkusuyla kendilerinin bozmasına şaştığını söyledi. Nuri Adıgüzel:

-Hadi hadi, sözü uzatma, seni biliriz, sen hep kazanandan yanasın! Rüstem yüksek sesle:

-Daha neler! Ben neden hep kazanın yanındaymışım? Kahkahayla güldükten sonra:

-Mussoline’nin tepe taklak edilişine üzülmediğimi mi söylemek istiyorsunuz? İnsan olarak ona da üzüldüm (!) Bu kez de İhsan Güvenç karşı oldu:

-Öylesine acınır mı? O bir katildi! Uzunca bir:

-SUSSSSSSS! sesi geldi. . . . Uyku!!!!

 

12 Kasım 1944 Pazar

 

Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un geleceği dün duyurulmuş. Akşam, yemekten sonra öteki bölümlerdeki arkadaşlarla konuşmadığım için duymamışım. Haber duyulduğundan beri fiskoslar sürüyormuş. Dergi Kurulu olarak on kişilik bir grup oluşturulacakmış, Çifteler çıkışlılar bu grupta çoğunluk almak için büyük çaba harcıyormuş.

Kahvaltıda da aynı konu:

-Kimi seçelim? Seçimle olacağını kim söyledi? Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç:

-Dergi işi çok önemli, başlayıp herhangi bir nedenle sürdürülememesi durumunda kazandığımız bütün müspet puvanları kaybederiz! demişti. Ayrıca bu işi, geçtiğimiz aylarda bizim kaldığımız yere geldiğinde benim Yıldız dergilerimi göstererek:

-Çıkaracağımız dergide fikir düzeyi yüksek filmler gördükçe onları da önemli kitaplar gibi ele alalım, yararlı yönlerini övelim, göze batan eksiklerini de eleştirelim! demişti. Ayrıca benden de filmler, daha doğrusu sinema üzerine bir yazı istemişti. O yazıyı hazırladım, bir gün sözü edilince kendisine vereceğim. Bence bu dergi işini Genel Müdür çok önemsiyor, bizim seçeceğimiz arkadaşlara bırakmaz, kendisi yönlendirir.

Arkadaşlar beni dikkatle izlediler ama sanki verdikleri bir karardan dönmek istemediklerini gizler gibi karşılıklı bakıştılar. Bunu anlayınca ben de:

-Seçim olursa sizinleyim, ayrılık söz konusu değil, bunu bilin! deyince güldüler. Meğer onlar, bizim bölümden beni aday gösteriyormuş. Bir süre gülüştük. Kesinlikle böyle bir sorumluluk altına giremeyeceğimi, piyanodan böyle bir görev için ayrılmayı düşünmediğimi söyledim. Söyledim ama geç kalmışım, Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, her bölümün adayının adını çoktan almış.

Kahvaltıdan sonra bizim salona topluca gittik. Hemen hemen kızlar dışında tam kadro. Kimisi “soba işini nasıl bir düzen içinde sürdürebiliriz?” sorusunu yöneltiyor, kimisi de:

-Sen bu işi çok iyi başarırsın, seçim yapalım, oyum senin! diyor.

Hüseyin Çakar salondaki piyanoyu kapatmış. Uzun süre kalkmayacağını biliyorum. “Kalk! demeye hakkım yok: Hakkım bir yana, o çalışırken salonda durmaya bile hakkım yok!” diyorum kendi kendime. Çünkü salonda olursam, onu bekler gibi bir durum sezinlerse kesinlikle çalışmasını kesip kalkar. Bunu bildiğimden, o çalışırken ya alt odaya gidiyorum ya da kitaplığa. Alt odayı dinledim, ses gelmeyince oraya indim. Hava oldukça serin ama alt oda korunaklı olduğundan üşüyecek kadar soğuk değil. Tek sorun Mehmet Zeybek’in gelip gelmemesi. Mehmet Zeybek gelince de kalkmayı bir görev sayıyorum. O da zaten kendi programında bile çalışmıyor. Onun programlı saatlerini ben dolduruyorum. Bir yandan beklenti içindeyim bir yandan da kıyasıya çalışıyorum. Doğan geldi:

-Yemeğe gitmiyor musun? Nasıl gitmem, yemek vakti geldi mi ki? Düğmeli yenimi çekip saate bakıyorum, 10 dakika gecikmişim bile. Koşuşarak yemeğe gittik.

Yemekte konu, şairler, şiirler. Bizim şairleri saydılar:

-Abdullah Özkucur, Turhan Aydoğan! Kadir Pekgöz bizim Kepirtepeli Mehmet Başaran’ı kattı. Masadakiler önce şaka ediyor sandılar: “O da mı şiir yazıyor?” Ben de:

-Yıllardır öyle deniyor ama bir gün olsun kendi yazdığını değil, başkasının yazdığı iki mısra okuduğunu bile duymadığımı söyledim. Bu kez de Abdullah Erçetin söze karıştı:

-Arkadaş yazıyor ama, kendine güvensizliği nedeniyle açıklayamıyor. Abdullah da Haruniye’den gelen şair Osman Darıcı’dan söz etti. Güzel şiir okuyormuş. Ekrem Bilgin söz üzerinde durarak olayı saptırdı:

-Güzel şiir okumak ne demek? Şiiri mi güzel okuyor yoksa şiirlerin güzellerini mi seçip okuyor? Konu, örneklere yayılarak uzadı. Radyolardan sık sık dinlediğimiz Behçet Kemal Çağlar örnek gösterilerek şiirin nasıl okunacağı belli bir şablona dayatıldı.

Çevrelerimizdeki masalar boşalınca biz de kalktık. Kapıdan çıkarken gözüm öteki kapı önünde duran Nebahat’a takıldı. Bir bahane bulup geri döndüm. Sözde masada bir şey unutmuşum gibi öteberi bakındım. Nöbetçi öğrenciler geldi. Usturuplu bir yalan uydurdum,  “Küçük bir bavul anahtarı düşürmüşüm” Öğrenciler anahtar ararken Nebahat geldi. Söylediğime inanmadı, gülümseyişinden anladım ama inanmış göründü. İşin ilgince öğrencilerden biri sahiden az ileride bir anahtar buldu. Öğrenci anahtarı bana verdi, teşekkür ettim. Öğrenciler ayrılınca bir süre konuştuk. Anahtar elimde, ayrılırken Nebahat anahtarı istedi:

-Elin anahtarını neden götürüyorsun, gelip arayabilir! deyip güldü. Ben de:

-O anahtar, bu konuşmamızın kapısını araladı, bir başka zaman için de kullanabilirim!

Nebahat gülümseyerek:

-O zaman gene bir kurnazlık düşünürsün! deyip anahtarı aldı.

-Kurnazlıklarıma kızmadığına sevindim! deyip ayrıldım.

Oldukça iç rahatlığı içinde salona döndüm. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç, yanında Arifiye Köy Enstitüsü müdürü Süleyman Edip Balkır’la İlköğretim Şube Müdürlerinden Ferit Oğuz Bayır’la birlikte geldi. Arkalarında bizim müdür Rauf İnan, Eğitimbaşı Hürrem Arman, Enstitü Bölümü Eğitimbaşı Şeref Tarlan, Sanatbaşı Mustafa Güneri, Tarımbaşı İzzet Palamar’la öğretmen Ali Kılıç vardı. Oturunca bir süre aralarında konuştular. Konuşma kesilince İsmail Hakkı Tonguç kaşlarını çatarak başını kaldırdı:

-Dergi işinde biraz geciktik ama, gene de çok geç sayılmaz; istersek yılbaşından önce siftah edebiliriz. Gelin, şu işi bugün enine boyuna tartışıp bir karar verelim. Karar verelim ki görev yüklenecek arkadaşlar değişmez ilkelerimizi öğrenip o uğurda çalışmalarını sürdürsünler. Sözlü olarak başlangıcını bir nebze görüşmüştük ama “Lafla peynir gemisi yürümez derler!”, bizimki de lâf olarak kalmıştı. Ben, fikren bir tasım yaptım ama, dergiyi siz çıkaracaksınız, sizin görüşleriniz önemli.

Derinliğine bir sessizlik oldu. Eğitimbaşı Hürrem Arman sessizliği bozdu:

-Efendim ben tam alarak muttali olamadım, dergimiz aylık mı çıkacak? Genel Müdür gülümseyerek:

-Bu sizin elinizde, isterseniz aylık da çıkarabilirsiniz. Ben işin fiiliyatıyla ilgileniyorum.

Son sınıflardan Hüseyin Sezgin söz istedi. Yazı yazdığını söyledi. Yazılarını basılması için gönderdiği gazeteler ya da dergilerin basmadığını söyledi, “dergi çıkınca yazı yazanları bu dertten kurtaracak!” dedi. İsmail Tıknaz söz istedi. İsmail Tıknaz:

-Söz istemeden önce, konuşmayı düşünüyordum ama düşüncemi ortaya getirmenin erken olacağı için susuyordum. Hüseyin Sezgin arkadaşım bana fırsat verdi, kendisine teşekkür ederim. Ben yazmak, ya da yazar olmak niyetinde değilim. Ancak bir köy enstitülü olarak bunca çalışmaların halkımıza doğrudan duyurulmasını istiyorum. Çıkacak dergi, şurada burada basılmaya değer görülmeyen yazıları basacaksa, umduğum gerçekleşmez, diye kaygılanıyorum Köy Enstitüsü adını taşıyan bir dergi Köy Enstitüleri’nin aynası olmalı; yazarlığa, şairliğe soyunan arkadaşlarımız biraz daha çırpınıp öteki yazarlar gibi kendilerine basıcı bulmalıdır.

İsmail Tıknaz konuşurken İsmail Hakkı Tonguç “Tasdik ediyorum!” derce gülümseyerek dinledi. İsmail Tıknaz’ dan sonra parmaklar kalktı. Genel Müdür Rahmi Özdemir’e söz verdi. Rahmi Özdemir:

-Arkadaşım İsmail’in görüşüne aynen katılıyorum. Onları söylemek isterdim, eğer söyleseydim bu denli düzgün söyleyemeyecektim. Arkadaşa tekrar teşekkür ederken bir düşüncemi eklemek istiyorum. Kendi illerimizi gezip gördük. Bizlere, dolaylı olarak da okullarımıza eski ilgi yok. İllerde çıkan, küçük ilân gazetelerinde bile aleyhimizde yazılar çıkıyor. Dergimiz bu tür saldırılara kesinlikle karşı olmasın!

Büyük bir grup parmak kaldırdı. Genel Müdür tam karşısında oturan Bekir Semerci’ye söz verdi. Bekir Semerci:

-Dergi çıkarmak için toplandık. Çıkarıp çıkaramayacağımızı bir yana itip çıktıktan sonra yapılması-yapılmaması gerekenleri konuşuyoruz.

Genel Müdür Bekir’e sordu:

-Senin bir söyleyeceğin var mı? Bekir Semerci, dirençli bir bakışla:

- Var, dergiyi çıkaralım, elimize gelecek yazılara göre seçim yapıp öne sürülen kaygıları ortadan kaldırabiliriz. Çıkaracağımız dergi bir öğrenci dergisi olacağına göre derslerimizle, öğrendiklerimizle ilgili olacaktır. Amacımız bizim bildiklerimizi; onları henüz öğrenmemiş olanlara iletmek olacağına göre bizi kaygılandıran bir durum söz konusu olmamalıdır.

Parmaklar kalktı. Azmi Erdoğan, Sabri Taşkın, Faik Demir, Hasan Özden, İhsan Güvenç, Abdullah Özkucur, Veli Demiröz, Mehmet Toydemir, Mustafa Parlar söz istedi. İlk konuşan Azmi Erdoğan:

- Seçilecek arkadaşların her bölümden olmasını, özellikle öteki enstitülerden gelecek yazıları incelemek için bunun gerekliliğini anlattı. Azmi Erdoğan’dan sonra konuşan Sabri Taşkın:

 -Azmi Erdoğan arkadaşın önerisine aynen katılıyorum. Ayıca, seçilecek yazı ayıklama kurulunun işlerini azaltacak yedek gruplar oluşturulmasını gerekli görüyorum! Söz verilen Mehmet Toydemir:

- Dergiye şiir alınmamasını öneriyorum! deyip susunca, Genel Müdür bir süre Mehmet Toydemir’e baktı, soru soracak sanısını uyandırmasına karşın sormadı. Mehmet Toydemir’in hemen yanındaki Mehmet Kocaefe’ye söz verdi. Kocaefe de.

-Dergide kesinlikle şiir olmamalı! deyince Genel Müdür gülümsedi. Mehmet Kocaefe’ye sordu:

-Arkadaşın da şiir istemedi ancak o kesin bir ifade kullanmadı, aranızda bir fark gördüm. Mehmet Kocaefe sözün sonunu beklemeden:

-Efendim, siz de böyle düşünüyorsunuz. Kitabınızda bunları yazmışsınız.

İsmail Hakkı Tonguç gözlerini üstümüzde gezdirdikten sonra sordu:

-Sahiden kitabımda böyle mi diyorum? Hemen hemen salonun yarısı parmak kaldırdı. Genel Müdür gülümseyerek, “soruyu değiştirelim” deyip:

-Peki, niçin öyle diyorum, bunu açıklar mısınız? İçlerinde benim de bulunduğum on kadar arkadaş parmak kaldırdı. Şükrü Koç’a işaret etti. Şükrü Koç:

-Önce şiirin ne olduğunu konuşmalıyız. Şiir nedir, ne anlatır, şiiri kimler yazar, kimler okur? Edebiyat kitaplarında, dergilerinde bunlar anlatılıyor, sözde öğretiliyor ama dikkatli takip edilince şairler, yazarlar arasında da büyük çatışmalar var. Eski şiir, Yeni şiir, Halk şiiri kendi sevenlerince sevilip savunuluyor. Bunlardan habersiz, dergimizde çıkacak şiirler, onların gözüne batabilir. Geçen yıl sonlarındaki Edebiyat Derslerimizde bu konu üzerinde durduk. Genç şairlerin yazdıklarını alaya alan hatta yazanlara hakaret eden, onları küçük düşüren ünlü şairlerin sözlerini okuduk. İzninizle ben size en ılımlılarından bir örnek vereceğim:

 

        Eskilere Göre Yeniler

 

      Zamane şairleri Yani’ye Kâni derler.

      İki satır dizince adına mâni derler.

 

      Çaldıkları ıslığa saf şiir derler çoğu,

      Çektikleri sıtmaya vahy- i rabbâni derler.

 

      Altı saatlik ömrü olmayan şiire bâki,

      Altı asır yaşamış gazele fâni derler.

 

      Nazma yumruk atanlar ya dâhidir ya şair;

      Musiki, renk ve mâna koyana câni derler.

 

      Eskilerin bir ölmez şiir perisi vardı:

      Yeniler böylesini görse zebanî derler.

 

      Eskiler ilham için gezerlerdi adada;

      Yenilere sorarsan idrakim ânî derler.

 

      Aynı adam sanırlar bütün sakallıları,

      Abdülhak Hâmide de Hamid-i sâni derler.

 

      Devrin şiirlerde her kim mâna ararken

      Aklını oynatırsa, tesiri âni derler.

 

      Eskiler böyle anlar yenilerin şi’rini.

      Yenilere sorarsan, idraki mâni derler.

 

      Çamdeviren sorarsa, kimdir hakiki şair,

      Memleket yollarında Veyselkaranî derler.

 

            Çamdeviren (Faruk Nafiz Çamlıbel)

 

Bilindiği gibi, bizim yetişme tarzımız, köylerimizin köylülerimizin sorunlarını çözmeye yöneliktir. Onları yoluna koymadan, Edebiyat alanına girmeye kalkışmamız, bizim işimizi zorlaştırır. Bence şiir yazmak, şairlik taslamak köy kalkınması davasıyla bağdaşmayan bir uğraştır. İçimizde şiirle uğraşan arkadaşlar kusura bakmasınlar. Unutmasınlar ki içimizde şiir severlerin sayısının on katı spor severler vardır. Güzel Sanatlar Kolu dışında olmasına karşın içimizde müzik sevenler vardır. Ressamlığa heveslenenler vardır. Bunlar da sevdiklerine sarılırsa gittikleri Köy Enstitülerindeki çalışmalarda birlik kurulabilir mi? Oradaki öğrenciler de bunları görüp bireysel isteklerine sarılırsa Öğretmen Okullarını bitirenlerden farkımız kalır mı?

Şükrü Koç’un sorusu Genel Müdürün dikkatini çekti; elini kaldırarak Şükrü’ye “Bir dakika, bunu sen bana sormamış ol! Zaten bana sormadığını biliyorum. Bakalım arkadaşların buna ne cevap verecekler?” Sekiz on kişi el kaldırdı. Birbirine çok yakın oturan Mustafa Parlar’la Abdullah Özkucur da parmak kaldıranlar arasındaydı. Genel Müdür eliyle işaret edince ikisi birden kalktı. Abdullah Özkucur, kendisinin şiir yazdığını, şiire Köy Enstitüsüne gelmeden önce başladığını söyleyince azımsanmayacak büyük bir grup gülümseyerek Özkucur’u dinledi. Mustafa Parlar, kendisine sıra verildiğinden o denli emindi ki oturmadı. Abdullah Özkucur, şiir üstüne sözler söyledi. Üstü kapalı olarak şiir politika ilişkisini anımsattı. “Şairleri kimse susturamaz!” dedikten sonra Yunus Emre’den Mevlana’dan söz etti. Genel Müdür parmağıyla Mustafa Parlar’a işaret etti. Gülümseyerek:

- Takdim tehir! Bu hep olur.” Mustafa Parlar:

-Bu iyi oldu; ben zaten arkadaşın söylediğinin sakıncalarını sıralayacaktım. Bizler bu okullara gelmeden önce köylerdeki her genç insan gibi bazı alışkanlıkları kazanmıştık. Bunları burada sayıp dökmeye gerek yok. Bunların yeterli olmayacağını bildiğimiz için buralardayız. Sayısı belli arkadaş şiir heveslisi. Önemli olan çoğunluğun görüşü. Bunu düşündüğüm için bu konuyu geriye bırakıp bugün, amacımıza uygun bir derginin çatısını çatalım! diyorum. Şair arkadaşlarımız şiirlerini yazsınlar, toplantılarımızda okuyup beğeni kazanırlarsa onları neden dergimize almayalım? Bizlere şiirini okuyup beğendiren arkadaşın şiirini ben götürüp yazı kuruluna kendim veririm. Ancak, ben, ikinci ders yılıma girdim, şimdiye dek bir arkadaştan şiir dinledim, doğrusu onu da beğenmedim. Şiir yazmam, daha doğrusu yazamam ama şiir okurum. Öğünmek saymazsanız, sınıf arkadaşlarım bilir, Edebiyat derslerinde en çok şiir okuyanlardan biri benim. Kendi dergimde arkadaşlarım tarafından yazılmış bir şiiri neden okumak istemeyeyim?

Mustafa Parlar sorusunu sorup duraksayınca Süleyman Alkan söz istedi. Genel Müdür, başıyla konuşma işareti verince, Süleyman Alkan:

-Efendim dergi çıkarmak istiyoruz; çıkaracağımız dergi, Köy Enstitüleri’nin amacı doğrultusunda olacak. Amacımız belli; köy yaşamındaki cehaleti her yönüyle ortadan kaldırmak. Bunun için burada doğruyu, güzeli, dayanıklıyı öğrenip köylerin gözü önüne sereceğiz. Bu lâfla olmaz. Bizden öncekileri beğenmedik. Ben okula 1937 yılında girince ilk kez köy konusunda şu eleştiriyi duymuştum. Garip bir rastlantı, bu eleştiri de bir şiir üstüne yaslandırılmıştı. Şiirin adı “Gezsen Anadolu’yu. Bilirsiniz:

 

       Sen ne güzel bulursun,

       Gezsen Anadolu’yu.

       Dertlerden kurtulursun,

       Gezsen Anadolu’yu.

       İçince bir tas ayran,

       Gider, varsa her yaran

       Gezsen Anadolu’yu. . . .

 

deyip gidiyordu. Biz Anadolu’da dertlerimizden kurtulmak için değil dertleri ortadan kaldırmak için gidiyoruz. Gezip gazel okumayacağız. Öyleyse neyi tartışıyoruz?

Süleyman Alkan sorusunu sorup durunca, (sonraki konuşmalardan anlaşıldığına göre) sözünün bittiğini sanan Genel Müdür:

-O kadar güzel sözler söylediniz, o kadar inandırıcı konuştunuz ki sizler konuşurken bu şiir konusuna kendimi kaptırıverdim. Benim öğrenciliğimde de bir Anadolu Özlemi, bir halka gitme isteği yaygındı. Genç Kalemler hareketi ile başlayan özellikle Ziya Gökalp’in irdelediği bir kendini bulma sevdası yaygınlaşmıştı. Ne var ki Osmanlı Devleti’nin yönetim düzeni, bireylerin bu isteğini kolaylaştıracak yönde değil tam tersine köstekleyecek bir düzendi. İstese de gençler gruplaşıp gezemezdi. Çünkü gezmek, halkla ilişki kurmak yönetime fesat çıkarmak anlamını taşıyordu. Okumuşlar gidemiyordu ama gitselerdi ne olacaktı? Gitselerdi, az önce arkadaşınızın okuduğu şiirde söylenenleri bulamayacaklardı. Anadolu’ya değil, İstanbul’un burnu dibine, günübirlik at arabasıyla giden, İstiklâl Marşı’mızın yazarı değerli şair Mehmet Akif bakın ne yazıyor!

 

   Sorma, Kartal’da idim hem de bu çarşamba günü

   Dediler: “Kurnada dünden beri var köy düğünü,

   Hoşlanırsın hadi, olmaz mı?” Pekhâlâ, gideriz;

   Hem biraz kır görürüz, hem de güleş seyrederiz”

   Keşke gitmem demiş olsaydım. . . ilâhi o ne hal,

   O nasıl maskara dernek ki, tarifi muhal!. .

   Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra,

   Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra.

   Bet beniz sapsarı bîçarelerin hepsinde;

   Ne olur, bir kişi olsun görebilsem zinde?

   Şiş-karın, sıska çocuklar gibi kollar sarkık;

   Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık.

   Gözler busbulanık rengi kapaklar şiş şiş;

   Yüz buruşmuş, uzamış, cephe daralmış gitmiş.

   Gezecek yerde o âvâre nazarlar dalıyor,

   Serilip düştü mü bir noktaya kaldırması zor!

   Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün,

   Düşünüp durmakta öküz gibi küskün küskün.

   Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek.

   Öyle seksenlik adamalar aramak pek yanlış;

   Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış.

   Değişik sanki o aslan gibi ırkın torunu!

    Bense Türk’ün o gürbüz, o cıvan unsurunu,

    Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer

    Ne çabuk elden ayaktan düşecekmiş o meğer!. .

    Neyse, değnekçi gelip: ”Meydan açılsın, savulun!”

    Der demez başladı kalp sesi yırtık davulun.

    Güm güm ötmek ne gezer? Tık nefes olmuş kasnak!

    Göğsü tokmak gibi ötüyor hışlayarak.

    Zurna hım hım mı nedir? Söylemiyor bir türlü;

    Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü.

    Güneş oldukça kızışmış, beni vurmuştu sıcak;

    Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak.

    Tam demiştim: azıcık yaslanayım, dinleneyim. . . .

    Biri tıksırdı ensemde. . . Acayip bu da kim?

    Ne göreyim: Kelebek tarlası olmuş da içi,

    Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi!

   “Ama bak, aklıma gelmezse de hürmet talebi;

    O kadar fazla samimiyeti sevmem çelebi;

    Sakalından çekerim, sonra, karışmam . . . Hadi git!”

    Nerde! Aldırmadı. . . sordum, baş ödülmüş bu yiğit!

    Hele sen geç yiğidim, geç bakalım, başka ne var?

    Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar.

    Pehlivanlar hani? derken söküvermez mi, babam,

    Birbirinden daha biçare sekiz çıplak adam?

    Ah o soygunluğu, rüyada gören korkardı:

    Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı.

    Bir delik torbaya girmiş kimi, kispet yerine;

    Çekivermiş kimi, bir liyme çuval dizlerine.

    Kiminin giydiği çakşır, kiminin bir şalvar,

    Kiminin, uçkuru boynundan asılmış donu var.

    Acaba yağ sürünürler mi desem? Yağ nerede?

    Bereket versin onun ma’deni varmış derede:

    Sağ omuzlarda birer; başları kerkikli, ağaç;

   Kadın, erkek, suyu aktarmada bakraç bakraç.

   Sonra, neredense gelip” Yağlanınız haydi!” sesi,

   Çünkü meydanda duran kaplara artık hepsi,

   Palaz ördek gibi, bandıkça avuçlar bandı;

   Meşin ıslar gibi, kavruk deriler ıslandı.

   Bu merasim de bitip, başlayacak dendi güleş,

   Çarpınıp çırpınarak çıktı nihayet iki eş.

   Daha ilk elde boşansın mı alınlarda ter,

   O göğüsler, sana ötsün mü körükten beter?

   Baktım: altında o bir çifte perişan bağrın,

   Soluğanlar gibi kalkıp iniyor çifte karın!

   Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü;

   Hele çok sürmeyerek dördü de cansız yere düştü.

   İki biçare, serilmiş yatıyorken yerde,

    “Kalkın artık!” dediler, lâkin o derman nerde!

    Güleşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi;

    Orta, baş, hepsi de bunlar gibi âvâreydi.

    . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

    Karşıdan, tentesinin nısfı hasır, nısfı aba,

    Bir tekerlekleri alçak, yana yatmış araba;

    Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak,

    İki mahzun öküzün seyrine münkaad olarak;

    Ne yanık mersiyeler söylediler dingiline!

    Bunu gördüm acımak geldi içimden geline:

    Sana baksın da kızım, bahtın utansın. . . Ne deyim?

    O, senin, kimdi, nerde yatar, bilmediğim,

    Ninenin ruhuna aguuş açıyorken melekût,

    Tertemiz na’şını gufran gibi örten tâbût

    Şu gelinlik arabandan daha şâhaneydi.

    Geçti rüya gibi, Allahım, o günler neydi?

    Şu bayırlarda-ki vaktiyle bütün bağlardı-

    Sesi dünyayı tutan bir bereket çağlardı.

     Ya şu vâdi ki, çırılçıplak uzanmış bitap,

     Hiç yazın böyle fezâsında tüter miydi serâb?

     Şimdi âfâka alev püskürüyor her çatlak,

     Yarılıp hasta dudaklar gibi yer yer toprak.

    -Deşme oğlum, yaradır, hem de yürekler yarası. . .

    -Neydi yarabbi geçmişte böyle miydi burası?

     Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla;

     Koca mer’a dolu baştan başa sağmallarla.

     İğne atsan yere düşmez, o ekin bir tufan;

     Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan. . . . .

       . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Genel Müdür, kitap elinde, gülümseyerek:

-Mehmet Akif, Mehmet Akif Ersoy, ünlü şairlerimizden biri. Şiirine düşüncelerini katan şairlerimizden. Size okuduğum bölümler bir uzun şiirin daha doğrusu onun düşüncelerini halka anlatmak için tuttuğu yolu şiirle hikâye ediyor. Bakın, sözü, bizim bugünkü konumuz getiriyor. Şiirin tamamını bulup okumalısınız! deyip devam etti.

 

     -Hangi bir fende teali edebildin evlât?

     Hangi sanatta rüsûhun göze çarpar? Anlat!

     Ulemadan mı sayıldın?Fukehâdan mı?

             -Hayır.

     Ya siyasi misin? Kendine bir meslek ayır.

     -Şairim.

     -Olmaz olaydın; o ne yüzler karası!

     Bence dünyadaki işlerin en maskarası.

     -Affedersiniz onu!

     -İmkânı yok etmem ne demek?

     Ah, vaktiyle gelip danışsaydın Köse’ne,

     Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.

     -Ama pek hırpaladın şi’ri. . .

        -Evet hırpaladım:

     Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,

     Ben de tarih okudum; âlemi az çok bilirim.

     Şuarâ” dendi mi, birden bire oynar sinirim.

     İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı güruh,

     O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

     Dalkavukluktaki idmanları, sermâyeleri. . .

     Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri.

     Bu sıkılmazlara “Medhet!” diye, mangır sunarak,

     Ne erazil adam olmuş, oku tarihi de bak!

     Edebiyata edepsizliği onlar soktu!. . . . .

 

Genel Müdür, okuduğu kitabı kapattıktan sonra:

-Tamamını okursanız, daha doğrusu Mehmet Akif’i can gözüyle okursanız, halkımızın geri kalmışlığını daha geniş bir açıdan göreceksiniz. Konuyu siz açtınız. Ben bu konuyu daha değişik cephelerden ele almaktayım. Gördüğünüz gibi şiirleri çantamda taşıyorum. Bir gün konusu açılırsa, öğretmenlik gibi kaymakamlık ya da tarım teşkilâtı üstünde de vesikalarla karşılaşacaksınız. Bunu, siz de düşünmelisiniz. Bundan sonra söyleyeceklerimi, Mehmet Akif Ersoy’un kesin hükümleri etkisiyle dar bir pencereden bakış olarak düşünebilirsiniz. Biliniz ki şiiri ben de severim. Sevdiğim şairler vardır. Tanzimat döneminden bu yana Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Genç Kalemlerden Ziya Gökalp, her öğretmen için birer kaynaktır. Şiiri nasıl sevmem? Bir öğretmenin şiir sevmemesi söz konusu olur mu? Şairi yere vuran Mehmet Akif kendisi bir şair değil mi? Ancak konumuz şiir değil, öğretmenliğe kendini adamış insanların, kendini şiire kaptırıp saf değiştirme endişesi ile karşı karşıya kalma durumu söz konusu. Halkımızın güzel bir sözü vardır. Ben o sözü hep bizim meslek için düşünmüşümdür. Söylendikçe de hemen mesleğimi anımsarım. “Bir koltuğa iki karpuz sığmaz!” Öğretmenlik gibi bir büyük karpuzun girdiği koltuğa başka bir karpuz değil, bir elma ya da portakal konmasına bile gönlüm razı olamaz! Gelelim şiire; şiir, bir duygu işidir. Öğretmenlik mesleği içinde yürütülebilecek bir tarafı vardır. Bizim başarılı bir çok şairimiz, mesleklerini başarıyla yürütüyorlar. Ancak onların çalışma alanları bizden farklı; bunu görmemezlik edemeyiz. Konumuz şiir sevmemek değildir. Bilinen şu ki, şiir, insanlığın ilk günlerinden beri sarıldığı bir teselli, bir sevgi, bir özlem, bir zafer ürünüdür. Geçmişe doğru bakıldığında karşımıza çıkan yazılı belgelerden biri, Homeros Destanları denilen İlyada ile Odyse, şiir olarak anlatılır. Bizim tarihimizle ilgili bir büyük destan olan Manas da manzumdur. Bu nedenle şiiri küçümsememiz söz konusu olamaz, olmamalıdır. Böyle demekle beraber, az önce arkadaşımızın örneğini verdiği türden söylemlere de kaba tabirle kulak asmamalıyız. Radyolardan dinlersiniz, yurdumuzu gezip en ücra köşeleri, güzelliklerini dile getiren bizi heyecanlandıran şairlerimizi alkışlıyoruz. Gene de kim söylemişse söylemiş, Mehmet Akif ölçüsünde olmamakla birlikte doğru söylemiş:

-Şairdir, sözüne inanılmaz! Benim bu konuda güvenilir bir arkadaştan dinlediğim bir olay vardır. Anlatan da olaya konu olan da yaşadıkları için adlarını vermeyeceğim. Siz isterseniz arar bulursunuz. Biliyorsunuz, yurdumuz büyük bir badire atlattı, büyük bir Kurtuluş Mücadelesi verdi. Bu mücadeleden önce de şairlerimiz vardı, şiirler yazıyordu. Mehmet Akif’i, Rıza Tevfik’i hele hele halk ozanlarını okumuşsunuzdur. Hepinizin okumamış olsa bile duyduğunuzu sandığım Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları bu tür şiirlerdendir. İşte bu anlayış içinde yazılmış güzel bir şiir:

 

        Anadolu Toprağı

 

      Senelerse sana hasret taşıyan

      Bir gönülle kollarına atılsam.

      Ben de bir gün kucağında yaşayan

      Bahtiyârlar arasına katılsam.

 

      En bakımsız, en kuytu bir bucağın

      Bence İrem Bağı gibi güzeldir.

      Bir yıkılmış evin, harâp ocağın

      Şu heybetli saraylara bedeldir.

 

      Kadîr Mevlâm, eğer senden uzakta

      Bana takdîr eylemişse ölümü;

      Rahat etmem bu yabancı toprakta,

      Cennette de avutamam gönlümü.

 

      Anladım ki; sevdâ, gençlik, şeref, şân. .

      Asılsızmış şu yalancı dünyâda,

      Hasretinle yâd ellerde dolaşan

      Hızr’ı bulsa yine ermez murâda.

 

      Yalnız senin tatlı esen havanda

      Kendi millî gurûrumu sezerim.

      Yalnız senin dağında, ya ovanda

      Başım gökte, alnım açık gezerim

 

       Hürrüm, derim, eskisinden daha hür,

       Zincirinle bağlansa da ayağım,

       Şimdikinden daha ferah görünür

       Zindanında olsa bile durağım.

 

       Bir gün olup kucağına ulaşsam,

       Gözlerimden döksem sevinç yaşıı,

       Sancağımın gölgesinde dolaşsam,

       Öpsem, öpsem toprağını, taşını. . . .

 

Güzel bir şiir değil mi? Ben bu şiiri, öğrenciliğimde okuyup beğendiğim için defterime yazmıştım. Zaman zaman da okudum. Kendime sorduğum olmuştur: Acaba, mamur-müreffeh bir Anadolu özlemimde, insanlarının daha güzel bir hayat yaşamaları için çırpınmamda bu şiirin payı var mıdır? Kendi kendime sorduğum bir başka soru da, acaba bunu yazan, bu denli Anadolu aşığı olmasına karşın bir gün olsun hiç değilse Mehmet Akif gibi İstanbul’un burnu dibinde bir köyü görmek istemiş midir? Mehmet Akif’in gördüğü köyü görmüş olsaydı bu denli Anadolu özlemi çekecek miydi? İstanbul’dan, hatta tam olarak İstanbul’dan da değil, Pera denilen azınlıkların donattığı mahalde, günümüzde İstiklâl Caddesi, o zamanki adıyla Cadde-i Kebir denilen Paris imrenimli caddede Anadolu düşleri üstüne eyyam kesmek bizim gerçeğimize uyar mı? Bunu kendime hep sordum ama net bir sonuca vardım diyememekle beraber bu şiiri de unutmadım. Ancak, şiiri unutmamamın bir başka nedeni daha var. İşte o nedeni de, az önce söylediğim kişiden öğrendim. Bunu yazan şair, o zamanlar henüz yirmi yaşındadır. Birden ünlü olmuş şairlerimizdendir. İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul, bir süre sonra hep bildiğimiz nedenlerle İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Arkasından da Yedi Düvel, İstanbul’da karargâh kurar. Bildiğiniz gibi bir avuç insan Kurtuluş Savaşını, tabir caizse “Kelle koltukta!” başlatır. 1919-1923. Tam dört yıl Anadolu halkı dış ve iç düşmanlarla cebelleşir. Bu şiiri yazan o sıra tam da Anadolu’yu kurtarmak için kan revan içinde cephelerde koşuşan, yaralanan, ölen insanların yaşındadır (yirmi, otuz yaşlar arası). Gelgelelim bu şair, kılını bile kıpırdatmaz. Anadolu’ya çıkınca “Hür!” olacağını söyleyen şair, düşman işgali altında rahatça yaşadığı gibi Kurtuluşa katılanları yerici tavır takınır, açık açık Padişah Vahdettin, Sadrazam Ferit Paşa çığırtkanlığı yapar. Cumhuriyet kurulur, bildiğiniz gibi mutlu yıllara kavuşulmuştur. İşte, bakın biz Anadolu olarak Anadolu halkı adına ortaya çıktık, çırpınıyoruz. O şair, bir kez olsun bu konuda bir söz etmemiş, iki satır yazmak zahmetine girmemiştir. Üstüne üslük bir kez olsun Ankara’ya da uğramamıştır. Gene de bir beklentisi olduğunu Ankara’daki arkadaşlarına sık sık duyurmaktadır. Vaktiyle sevdiğini söylediği Anadolu kentlerinden birinden seçtirilerek T.B.M.M’ne girmek!

Buraya bir nokta koyalım. Çünkü bir istisna değil, ele aldığımız konuyla ilgili sadece bir örnektir.

Bu konuşmalardan sonra sizden beklediğim bir çalışmayı, bilhassa yapmanızı isteyeceğim. Köy Enstitüleri’ne uğradıkça oradaki öğrencilerin eğlencelerine de severek katılıyorum. Sizler de oralardan geldiniz, bilirsiniz. Özellikle temsillerinde köy halkı ile köylülerin seçip yönetime getirdiği muhtarlarla cenkleşmesi ele alınır. Neden? Neden olacak? O çocukların küçük dünyasında derin iz bırakan olaylar köylerde muhtarların başının altından çıkar da ondan. O çocukların hayalleri, düşleri sınırlıdır. Ancak sizlerin, onlara nazaran ufkunuz gelişmiş, genişlemiş, daha ayrıntılı olaylara tanık olabilir duruma gelmiştir; öyle olması da gerekir. Böyle olduğunu varsayınca sizin de kurguladığınız sahnelerde bir takım kalıplaşmış, benzer simgeler olmuştur, olması gerekir. Kuşkusuz bunlar köy muhtarlarının üstündeki kişilerden olacaktır. Müfettişler, Müdürler, Kaymakamlar v.b. Asıllarına bakınca bunlar kimlerdir? Bilirsiniz, bunlar kendilerine “Münevver!” derler. Bununla da kalmayıp Entellektüel olmakla övünürler. Bunlar, devlet yönetim mevkilerde bulunduğuna göre doğal olarak okumuş insanlardır. Yazık ki bunlar arasında, sayıları küçümsenmeyek birileri bizim işlerimize yardımcı olmadıkları gibi engellemekten de geri durmamaktadır. Peki, bu okumuş insanlar, memleket hayrına çalışanlara neden engel olurlar? Burada biraz duralım mı? Çünkü onlar okumuşlar ama okuduklarını içlerine sindirememişlerdir. Bu hükümle, güzel işler başaran, yaratıcı bürokratları kastetmiyorum. Böyleleri daima sizin yanınızda olacaklardır. Sizden, çalışanlara engel çıkaranları, çıkaracak olanları tanımanızı istiyorum. Bunlar ne mene insanlardır ki, okumuş, müfettiş olmuş, müdür olmuş, kaymakam olmuş ama üslendiği görevin sorumluğunu idrakten yoksundur. Şeref sözü verdiği mesleğinin vecibelerini yerine getirmez, çalışanları takdir edemez, aksine engeller. Bu tip insanlar görmedinizse göreceksiniz, gördünüzse o mahlûku bir daha göz önüne getirip düşüneceksiniz. Siz bu tür insanları, yani bir yüksek okulu bitiren, kendisine şerefli bir mevki verilen münevver olması gerekirken yarı münevverliğe tornistan etmiş kişilerin neden böylesi zülleştiğini araştırmak zorundasınız. Araştırmalısınız ki, yarın karşınıza çıkacak bu türlü görev hastalarını, deneyimli bir doktorun hastasına doğru teşhis koyması gibi hükmünüzü yerinde verip neşterinizi çalmalısınız (çekmelisiniz) Sizlerin bu konuda dikkatinizi çekmek istiyorum. Yazılarınızı şevkle okuyacağım. İki yüz kağıdın tamamını okurum, diyemiyorum. Ancak, içlerinden birilerini bizzat okuyup teselli olmak istiyorum. Sizlerden bunu bekliyorum. Hodri meydan!

Genel Müdür, duygulu bir sesle.

-Söz sizin, benim diyeceklerim şimdilik bu kadar!

Hüseyin Atmaca söz istedi. Genel Müdür gülümseyerek sordu:

-Bir önerin mi var, yoksa konuyu toparlamak mı istiyorsun? Atmaca’dan önce Eğitimbaşı Hürrem Arman, Genel Müdür’e dönerek:

-Efendim, müsaadelerinizle konuyu ben toparlamak istiyorum. Atmaca’ya lütfen izin verin! Genel Müdür Hüseyin Atmaca’ya işaret etti. Hüseyin Atmaca:

-Yüksek Köy Enstitüsü olarak bir dergi çıkarmaya karar versek, bu uzunca tartışmaları daha da sürdürebilirdik. Ancak çıkacak dergi, tüm Köy Enstitüleri adına olacak. Öyleyse gönlümüzden geçenleri değil, tüm ülkeyi kucaklayacak, ilkokul öğrencisi ile o öğrencilerin öğretmenlerini bağrına basan boyutta bir dergiyi düşünmek zorundayız. Bu, biz Yüksek Bölüm olarak bu işin dışındayız anlamına getirilmesin. “Bal tutan parmağını yalar!” kabilinden biz de varlığımızı göstereceğiz! O nedenle biz, yazı türü, şekli, yeni, eski tartışması yerine kendi alanımızın gereksinimlerini saptamaya çalışalım. Biz Öğrenci Başkanlığı olarak, bu toplantıda sizlere duyurmak üzere bir ön çalışma yaptık, izin verirseniz o projemizi gerçekleştirip size bir ikinci toplantıda sunalım. O proje üstünde yapılacak konuşmalar sınırlı kalacağı için daha verimli olacaktır. Projemizin mimarı değerli Eğitimbaşımızdır. Kendileri sizi aydınlatacaktır. Ayrıca sorusu olanlara Öğrenci başkanlığınızın kapısı açıktır.

Eğitimbaşı Hürrem Arman, bir kaç kez öksürdükten sonra, her bölümden bir arkadaş seçtirdiklerini, seçilen bu sekiz arkadaşla Öğrenci Başkanlığı müştereken bir Dergi Kolu oluşturduğunu, bu kolun deneme mahiyetinde ilk sayıyı çıkaracağını, ilk sayının denemesinden sonra eksikleri gidermek için gerekirse yeni yöntemler oluşturulacağını, bunu yaparken bir çok fakültenin benzer çalışmalarını incelediklerini anlattı. Oluşturulan Dergi Kolunun yazıları toplamaya hemen başlayacağını, toplantı yerlerinin şimdilik Öğrenci Başkanlığı odası olduğunu, en kısa bir zamanda ayrı bir yer sağlayacağını, gelecek toplantının en kısa zamanda ellerimizde dergilerle gerçekleştireceklerini umduğunu söyledi. Genel Müdür Hürrem Arman’a teşekkür etti. Gülümseyerek:

-Çalışkan insanlar için “Bitmemiş iş, başlanmayan iştir, bitmiş işse, vaktinde başlanan iştir!”

Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç, Okul Müdürü Rauf İnan’ın koluna girip salondan çıktı. Ferit Oğuz Bayır, Hürrem Arman’ı kapının önünde karşısına alıp uzun süre bir Eğitmen Kursunda çıkardıkları dergi hikayesi anlattı. Tam da kapının önünde konuştukları için bizler salonda kalınca yerimizde kâh oturduk kâh kalktık. Fısıltılar giderek gürültüye dönüşünce Eğitimbaşı Hürrem Arman, belinin üstünde tuttuğu eliyle çıkmamızı işaret edince birer ikişer yanlarından sıyrılarak geçtik.

Kapıdan çıkanların neler dediği pek anlaşılmadı ama Sabri Taşkın fikrini hemen açıkladı:

-Genel Müdürün dediğini, yazarsanız bu adamı yazın. Kapının ağzında konuşmak münevverliğe yakışır mı? Mehmet Toydemir, hemşerisi Sabri Taşkın’ı uyardı:

-Kapı önünden çekilmesini rica etseydin! Bu kez de, gerçekten rica edilseydi, ne karşılık verecekti? Herkes bir şey söyledi, güldürdü. Ancak Hasan Gülün’ün söylediğine daha çok gülündü:

-Kapıyı yanlış yere koymuşlar! der. Hasan Gülün de Muğlalı. Mehmet Toydemir’le Sabri Taşkın:

-Yaşa hemşerim, işte bir gerçek münevver! diyerek sarıldılar. “Gülün arkadaşlar gülün, güldüren Hasan Gülün!” Sözleri arasında yemeğe gittik.

Yemekte soruldu:

-Şiirlerimiz dergide basılacak mı , basılmayacak mı? Biz şimdi münevver miyiz değil miyiz?

Arkadaşlar şakalaşırken yarınki dersleri düşündüm, Faik Canselen, Mahir Canova, Aydın Gün Öğretmen çok başka düşünceler, duygular içinde bizlere ders veriyor. Oysa biz onların düşlediği alanlardan çok başka yönlere dönük yol çizmeye çalışıyoruz.

Yemekten sonra piyanonun başına oturup aralıksız çalıştım.

Oldukça geç gittiğimden arkadaşlar uyumuştu, sessizce yattım.

Bir süre gene kuruntulara kapıldım, okulu bitirince burada kalamazsam ne yaparım? İstemediğim bir yere gönderilirsem gider miyim? Gitmediğimi düşündüm,  ne yaparım? Köye dönerim. Köye dönersem, toprak falan istemem. “Benim toprağım var!” derim. Ya Lüleburgaz kaymakamı bir yarı münevver çıkarsa. . . . Münevver, Münevver Öğretmen, Münevver Hemşire! O güzel insanların adları nasıl da ortalıkta dolaştırılıyor!

 

13 Kasım 1944 Pazartesi

 

Gözlerimi açınca Doğan’la karşılaştım. Doğan, özür dilerce:

-Vallahi şimdi geldim, acaba uyuyor mu diye bakarken gözlerini açtın, ben mi uyandırdım? Uyanmış olduğumu söyleyip kalktım. Doğan’la bir benzeşik tarafımız da ikimizin de Mahir Canova’nın Tiyatro Dersi’nden çekinmesi! Ben, Tarihi sevdiğim için Tiyatro Tarihi’nde olayları çabuk belliyorum. Ayrıca okuduğum Yunan Klâsikleri, Aeskhilos, Sofokles, Euripides, Eflatun, Aristoteles’ten okuduğum kitaplar işime yaradı. Doğan tarih dersini hiç mi hiç sevmiyor. Bu nedenle onun Mahir Canova Öğretmenden çekinmesi bana göre daha fazla.

Karşılıklı konuşarak teselli buluyoruz. Benim tesellim; öteki arkadaşların düpedüz cahilliği: Onlar benim bildiklerini öğreninceye dek ben bu okulu rahat rahat bitiririm! Ben böyle deyince Doğan da cesaretleniyor. Onun da kemanı var. Doğan şu anda üçüncü sınıfların çok önünde. Onun başarıyla çaldığı parçaları çalmak için sırılsıklam terleyen on sınıflar var.

Ben salon düzeninden sorumlu olduğum için erken gittik.

Az sonra öğretmenler geldi. Aydın Gün Öğretmen önce plâk listesini inceledi. Plâklarımız arasında vokal müzik olarak Mozart Don Juan Operası ile Bach’ın Wedding Kantatıyla Si Minör Messe’si var. Aydın Öğretmen Don Juan operasını ayırmamı istedi.

Derste önce insan sesleri üzerinde durdu. Sordu, erkek seslerini denedi. Arkasından Don Juan Opera plâklarından seçme yaptı. Plâk çalarken söylenen aryalara dikkat çekerek ses renklerini dinlettiğini anladık. Bas, bariton, tenor, Soprano. Operada rolü olan Don Juan, bariton, Zerlina’nın soprano olduğunu geçen yıl Hilmi Girginkoç Öğretmenle Soprano Rabia Erler’in söylediklerinden öğrenmiştim. Daha önce de Beringer metodunda aryalarını notalarını çalmıştım. Don Juan’ın bariton, Zerlina’nın soprano olduğunu söyleyince Aydın Gün Öğretmen çok önemsedi, dikkatimi övdü, teşekkür etti.

Çalan plaklar zaman zaman durdurularak konuşulduğundan dersimiz hem çok zevkli hem de çabuk geçti.

Mahir Canova Öğretmen geldiğinde şaşırdık.

Mahir Canova Öğretmen de bize sordu:

-İsterseniz bu hafta bir hatırlama yapalım, geçen yıl okuduğumuz o tarihin kalın perdesi altındaki olayları silkeleyelim! dedi. Önce ilk temsillerin nasıl başlamış olabileceğini akıl yoluyla bulmaya çalıştık. Örneğin Avcılık dönemlerinde büyük bir avı yakalayan avcının olayı jestlerle mimiklerle anlatmasını, sonra sonra bunlara hareketler katmasını varsayarak berilere doğru geldik. Çin, Hint, Mısır tiyatrolarının özetleri sonunda dersimiz de bitti.

Yemekte çılgınca bir sevinç:

-Ders dediğin böyle olur!

Yemekten sonra, Faik Canselen Öğretmen Armoni dersinde eski bir kitabı gösterdi: Armoni kuralları. Fransız besteci Jean-Philippe Rameau yazmış. Yıl 1750. Şaşırdık. Bu kitap o yıllardan beri bestecilerin başvuru kitabıymış. Benim, o dönemler hakkında yazılarını okuduğum yazarlardan dolayı azıcık bilgim olmasına karşın yüz yıllarca elde kalacak böylesine kitap yazan bir besteci doğrusu duymamıştım. Gerçi aynı dönemde yaşayan ünlü yazar Jean Jacques Rousseau’nun geçimini nota yazarak sağladığını biliyordum. Zaman, Joseph Haydn’ın (1732-1809) yaşadığı, Mozart’ın (1756-1791) “Çocuk deha” olarak tanındığı dönemler. 1750-70 yılları arası… O zamanlar baskı işleri henüz gelişmediğinden nota çoğaltmaları insanların yaptığını geçen yıl da konuşmuştuk. Johann Sebastian Bach’ın bir çok eserinin notalarını eşi Anna Magdalena Bach’ın çoğalttığını öğrenmiştik.

Faik Öğretmen, kitabı kaldırarak açıklama yaptı. Batı müziği dediğimiz majör, minör gamlar üstüne kurulan notalı müziğin geçmişinin Eski Yunan uygarlığına dek uzandığını söyledi: “Filozof Platon (Eflatun) Devlet adlı kitabında Sokrates’i konuştururken onun, müzik konusunda sakıncalarını, kendisinden önce yaşamış bir başka filozofa, Damon’a dayandırır. Demek oluyor ki müzik üstüne tartışmalar o günlerde de varmış. Damon ya da Sokrates, bayağı, pespaye müziğin insanlar için zararından söz eder ama örnekleyemediğimiz için konu hakkında fazla bir söz söyleyemiyoruz. Ancak daha sonra, özellikle kilisenin müziğe sarılmasından sonra Müziğin nasıl olması gerektiği ya da hangi müziğin insanlar için zararlı olduğu anlaşılır duruma gelmiştir. Özellikle kilise, İsa’dan sonra 8. y. yıl ortalarında şimdiki müzik ölçülerinin esaslarını saptamıştır. Bu ölçülerden bir tanesi, sesleri, ayrı ayrı düşünüp bölümlere ayırmak olmuştur. Örneğin do sesi, Si sesi ile re sesi arasında sınırlı bir alandadır. Bu alanı da parçalara bölmek elimizdedir. Düşünenler bu alanları dokuz parça ile sınırlamıştır. Bu parçaların her biri koma adıyla anılır. Söz gelimi do sesi alanı dokuz komadır. Bu dokuz komalık ses ancak ikiye bölünebilir. Bölmek için de simge kullanılır. Bölünen sesin ince tarafı gerekirse diyez, kalın dilimi gerekirse bemol işareti konur. Böylece müzikte kesin bir kural konmuştur. Nota denilen ses grupları yarım sesten daha inceye indirilemez. Tuşlu çalgılar buna göre ayarlanır, perdeli çalgıların perdeleri buna göre aralık yapılır. Kiliseler orglarını böyle yaptırıp örnek olmuştur. Sonraları yapılan klavsen, daha sonra da piyano bu düzene uymuştur. Fizik bilimi geliştikçe müzik seslerinin daha kesin kurallara bağlanmasına yardımcı olmuştur. Titreşim sayımları, diyapozon, müzik seslerinin değişmezliğini disiplin altına almıştır. Olayı böyle özetledikten sonra uygulamalara bakalım. Örneğin insan sesi, piyano sesi gibi belli bir kurala bağlanabilir mi? Hatta insan sesi gibi, az önce değinmeden geçtiğimiz yaylı çalgılar söz konusu kurala uyar mı? İşte Sokrates’in de görüşüne saygı duyduğu Filozof Damon’dan bu yana üstesinden gelinemeyen sorun… İnsanı rahatsız eden, hiç bir kural uygulanamayan, kesinlikle bir gelişme gösteremeyen İsa’dan önceki 600’ü de eklersen 2600 yıllarından beri tartışılan konu. Bunun özü; Kilisenin yasakladığı, kurala uymayan sesleri müzik sesi gibi ortaya dökmedir. Bunun yurdumuzda uygulandığını görüyorsunuz. Batılılar buna “alaturka” diyor. Alaturka sözünün anlamı Türk İşi olmakla birlikte bunun Türklükle hiç bir ilgisi yoktur. Türk halkının çok eskiden beri çalgısı bağlamadır. Dikkat ederseniz bağlamanın perdesi vardır. Gerçek alaturka müziğin çalgılarında perde bulunmaz. Alaturka sözünün kökeni Osmanlı Sarayı’nın basiretsizliğinden gelen bir yanılgıdır. Osmanlı Devletini kuranlar Türk’tür. Baştakiler Türk olduğu için kendi ulusunu da Türk olarak benimsemiştir. Daha sonraları Osmanlı Sarayı iyice dejenere olmasına, halkın da karmaşıp bir insan yığını biçimine girmesine karşın halk anılışlarında Türk sözü bir alışkanlık olarak sürmüştür. Bilindiği gibi saray taifesi Bizans artığı ne varsa benimsemiş, müziğini de bağrına basmıştır. Saraya gelen yabancılar sarayda ne gördüyse Türk işi sandığından o acayip müziğe de alaturka deyip geçmiştir.

İşin gerçeğini öğrenmek istersek, içinden çıktığımız halkın yaptığı müziği incelemememiz gerekir. Katıksız halk türküleri Batı’nın kurallarına tıpatıp uyuyor. Uymayanlar bulunuyorsa da bunlar, değişik nedenlerle Saraydan yayılan özenti esintilerdir.

Gelelim Batı Müziğinin yaylı çalgılarına; bunlara neden göz yumulmuş? Hayır, göz yumulmamış. Yaylı çalgıcılara denmiş ki:

-Arkadaş bizimle olmak istiyorsan bize uyacaksın. Kemanını piyanoya ya da sabit frekansa uydur, gel seni orkestraya alayım. Uymuyorsan git kendini dinleyecek adam bul!

Bu alaturka, alafranga konusunu iyi öğreneceğiz…

Faik Öğretmen, yemekten hemen sonra çalışmamızı söyleyip ayrıldı.

Yemekte herkeste bir sevinç, “Dersler çok zevkli başladı!” Aydın Gün Öğretmen çok yumuşak tavırlı, öğretmen değil bir ağabey! Ekrem sordu:

-Benim ağabeyim yok, ben o yüzden ağabeyin ne olduğunu bilmiyorum, bana anlatır mısınız? Kadir Pekgöz gönüllü oldu. Kadir’e sordular: “Ağabey olunca Ekrem’e ne yaptıracaksın?” Çok ciddi olarak:

-Ağabeyim bana ne yaptırıyorsa ben de ona onu yaptıracağım. Kadir inandırıcı olmak için araya beni de kattı. Kadir’in ağabeyi benim ilkokul arkadaşımdı. Ağabeyinin Kadir’e yaptırdıkları:

-Sigara içerken babasını gözetlemek, annesi iş buyurunca Kadir’e yüklemek, hayvanları sulamak, bahçeyi temizlemek, çamurlu ayakkabıların kurumuş çamurları silip yıkamak!

Ekrem birden:

-Tamam tamam, ağabey falan istemem, ben kendi ayakkabılarımı bile silmiyorum!

Neşeli yemek güzel ama Faik Öğretmeni düşünerek kalktım.

Alt odadaki piyanoya indik. Faik öğretmen önce Hanon etütleri dinledi: 54-55 no. Başlardan kendisi her parçadan bir kaç mezür çalarak atlaya atlaya geçti. Bana dönerek:

- Hanon çalışmalarını, parça çaldığın gibi düşünmemelisin. Bunu konuşma ile şarkı söyleme ya da şiir okumaya benzetebiliriz. Konuşma kalıcı bir olaydır. “Konuşmaya aldırma, ben sırası gelince bir şarkı söyleyeyim ya da bir şiir okuyayım yeter. Varsın yaşam boyu konuşmam düzgün olmasın” der miyiz? Bu da öyle! Hanon ya da benzeri çalışmalar tıpkı düzgün konuşma gibi piyanoya hakimiyeti sağlar. Ya, İbrahim, piyano çalışanların böyle, kendisinden başka kimsenin göremediği bir zorunlu yanı vardır!

Arkasından Chopin kitabını açıp piyanoya kendisi koydu . İki kez çaldırdıktan sonra gülerek:

-Haydi bir de Nocturne deneyelim deyip, Nocturne Op. 9 No:2’yi verdi. Kendisi 2 kez çaldı. “Bu hafta da Chopin olsun!” Azıcık düşünür gibi duraksadıktan sonra gene Hanon’u açıp:

-Bu haftadan sonra bir süre parça çalmayalım, Hanon çalış! Bana parça dinletmek istiyorsan geçmiş parçaları dinlet. Örneğin senin Beringer metodunda güzel parçalar vardı, Mozart. Mozart’ın parçaları, onun büyük eserlerdendir. Birlikte çaldığımız Sonat, o sonatın aslını bul, çalış!

Faik Öğretmen neşeliydi, tavırlarını olumsuz olarak karşılamadım ama, gene de azıcık buruklaştım. Niçin parça çalışmayayım?

Faik Canselen Öğretmenle Öğretmenler Kulübü’ne dek gittim. Yolda Aysel Öğretmenle karşılaştık. Aysel Öğretmen gülümseyerek günaydın dedi. O geçince Faik Öğretmen sordu:

-Ben dikkatsizim, arkadaşını görmüştüm, konuşmuştuk ama unuttum, bu muydu? diye sordu. O olmadığını söyleyince durarak sordu:

-Yoksa vazgeçtin mi? Vazgeçmediğimi:

- O vazgeçmezse ben vazgeçmem! deyince, elini omuzuma koyarak:

-Benden sana bugün bir aferin daha, işte böyle, tuttuğunu kopar. Ancak dikkatli ol, sevgi denilen o güzel duygu gaddarlığa dayanamaz, O’na karşı çok nazik olmaya çalış! deyip ayrıldı.

Geri döndüğümde bir süre düşündüm, ben, Faik Öğretmenin düşündüğü ölçüde duygulu muyum? Tuttuğumu koparacağım ama ona karşı yumuşak olacağım. Faik Öğretmen kendisi neden bekâr? O, daha tuttuğunu koparan birisi. Yoksa tuttuğunu koparanlar duygularını kaybediyor mu? A, C falan derken Röslein’i de defterden sildim. O istese gelirdi, gelmek için çaba göstermediğine göre neden onun arkasından gideyim? Ben, Ekrem gibi düşünmüyorum. Ekrem, Saliha demiş başka bir şey demiyor. İşte ben bunu yapamam.

Yeni parçamı sevmedim. Kalkmak için bahane arıyormuşum, Mehmet Zeybek gelince sevindim.

           *

Ödevimizin kesin bir sınırı çizilmediği gibi, tam olarak konusu da belirlenmedi. Buna karşın, görev sırasında karşılaşabileceğimiz (olası) kimi yetkililerin bizleri değerlendirmelerinden olumsuz etkileneceğimiz varsayılarak, bunların daha çok kimlerden gelebileceği konuşulurken söz konusu edildiğine göre, “Yarı münevver, ya da onların kendilerine öyle baktığı için rahatça “Entellektüel!” takımından!” deyip düşüncelerimi böyle bir görüş çevresinde topladım.

 

***

 

Biz, önce bilginin ne olduğunu bilmeliyiz. Bilgi sahibi olduğunu sanan insanların çoğu bilgi sandığı bilgilerin bilgi olmadığının ya da çok yarım bilgiler olduğunun ayırdında olamadan ömürlerini tüketirler. Bir bölümü de çevrelerindeki yarım bilgililerin etkisinde kalarak yanlış yollarda gerçek aramaya kalkarlar. Bunlar da araya araya bir takım kişileri kılavuz belleyip onların peşinde ömür tüketirler. Oysa aradıkları o gerçek bilgidir, bilimdir. Atatürk bunun için doğruyu işaret etmiştir:

-Hayatta, en hakikî mürşit ilimdir!

Hiç okul görmemişler için bir şey diyemem. Ancak onların içinde, özellikle de geçmişte, bizim bugünkü bilgilerimizin temelini atanlar vardır. Buda’lar, Konfüçyüs’ler, Sokrates’ler, Platon’lar, Aristoteles’ler, bizim tarihimizden, Ahmet Yesevî, Mevlâna, Hacıbektaş, Yunus Emre ne mene okumuştur ya da okumamıştır? Ancak kendilerinden sonra gelenlere yol açmışlardır. Tarih babaya sorduğumuzda, o bize; bizden önce bu dünyaya çok gelip gidenler olduğunu söylemektedir.

Günümüze gelince:

-Çevremizdekilerin söylediklerine inanırsak kendimizi bilimin tam ortasında sanırız. O konuşanlardan birine yaklaştıkça görürüz ki adam, ceffelkalem bir süre okula gitmiştir. Hem de sıradan mahalle okullarına değil şu Aristoteles’in başlattığı söylenen liseye gitmiş, oradan bir de diploma almıştır. İsterseniz buna “Öğretmen okuluna” hatta “Fakülteye” de diyebilirsiniz. Oturduğu derslikte bir harita görmüştür, onu yaşamı boyu unutmaz. Harita duvarda asılıdır ya, ona göre yukarı kuzey aşağısı güneydir. Onun aklında bu kadarcığı sıkışıp kalmıştır. Yıllar sonra çocukları yetişip onun vaktiyle okuduklarını duydukça, örneğin; dere, ırmak, nehir adları geçtikçe onları getirip belleğindeki haritaya yerleştirir. Yaşamı sürecinde bir başka şey daha öğrenmiştir:

-Sular aşağıya akar. İş tamamdır; adam fermanı verir:

- Bütün nehirler aşağıya yani güneye akar. Gel de sen bu adama şimdi Amazon nehrinin güneye değil de doğuya, Nil nehrinin kuzeye, Kongo nehrinin batıya aktığını anlat. Dahası, Amazon Nehri hakkında bilgin varsa istersen biraz deşele. Amazon Nehri’nin bizim Kızılırmak nehrimiz büyüklüğünde 99 kolu var, de! Adam şaşar, bu doksan dokuz kol, yani 99 Kızılırmak o ülkeye nasıl sığıyor? Adam Brezilya’nın Türkiye’den 14 kat büyük olduğunu kafasında toparlayamaz, kalkar o daracık kafası içinde, Türkiye haritası üzerine 99 Kızılırmak yerleştirmeye çalışır!

Nehirden söz açılmışken adama Yenisey, Obi, Lena gibi tüm Sibirya’nın sularını taşıyan nehirlerin düpedüz kuzeye aktığını söylesen iyice fıttırır. Bir şey demese bile kafasının içinde suyun kuzeye, yani yukarı gidişini düşlemeye kalkışır. Dünya küresini değil, anımsadığı haritalardır, onları anımsayıp, takılıp kalır.

Tuna nehrini sorsan bilir, en sevdiği Tuna Dalgaları valsı ya da Mavi Tuna’dır. Düşlerinde de en büyük nehir Tuna’dır. Nehirlerin büyüklüğü nesiyle ölçülür? desen kendine göre bir neden bulur. Nehirlerin ölçüsünün akıttığı su olduğunu söyleyince büsbütün şaşırır:

-Akan su nasıl ölçülür? Debi falan deyince aval aval yüzüne bakar. Gene de onun bir lise ya da bir başka okul diploması vardır. İstersen dünyanın en yüksek dağını sor. Kuşkusuz onu da bilir; “Himalâya!” der. Hatta 8890 metre yüksekliğindeki Everest adını da ekler. Bizim Trakya’mın en yüksek noktası Yıldız dağları içindeki Mahya tepesidir. Yüksekliği 1000 metredir. Mahya tepesini Himalâyaların Everest tepesine denk düşürmek için kaç tane Mahya tepesini üst üste getirmek gerektiğini sorsan, hemen 8 (sekiz) Mahya tepesi, cevabını yapıştırır. Çünkü adamın yükseklik tabanının denizlerden başladığı hakkında fikri tam gelişmemiştir. Bu nedenle Everest’in yığınak olarak Mahya tepesinden olsa olsa dört kat yüksek olduğunu düşünmesi söz konusu değildir. Tibet plâtosunun doğal olarak 4000 metrelerde olduğunu aklından bulması beklenemez. Bu örnekleri her türlü bilgi alanına yayabiliriz. Okumuş ya ya okumaya kalkışmasına karşın okuyamamış, diplomalı cahil insanlar neden böyledir? Bunun çok kısa bir cevabı vardır:

-Çünkü o insanlar, oturduğu o okul sıralarında daha akıl denilen insana özgü yaratıcı kaynağı harekete geçirmemiş, onun vereceği enerjiyi kullanmadığı için de fikir üretme mekanizmasını geliştirmemiştir. Düşünemeyen, düşünmeyi oluşturacak beyinsel gücü kıvılcımlaştırıp, fikir denilen o kıvılcım bileşkesini oluşturamayan her canlı, gerçekten bir canlıdır. Ancak onun öteki tüm canlılardan pek farkı yoktur. İnsan kalıbında, insanların oluşturduğu bir düzen içinde gelir gider.

Bizim de böyle olup olmamamız elimizde; istersek kırkayak denilen böceğin neden kırk ayaklı olduğunu kendimize sorar, bir karşılık bulmaya çabalarız. Bulamasak bile bulunabileceği düşüncesini geliştiririz. Sağladığımız bulgular, bir başka insanın işine yarar. Uygarlığın var edilişi tek bir bilginin işi değildir. Yüz yıllar içinde bir birine eklenerek gelen yarım yarım bulgular birleşerek bir zincir oluşturmuş. O zincir öylesi bir güç kazanmış ki, sayısı milyarları aşan insanlar ona tutunarak yükselmektedir. Archimedes, 2300 yıl önce bir hamam tasıyla deneyini yaparak temelini attığı günümüzdeki gemiciliğin pîri sayılır. Oysa Archimedes, bizim çağımızdaki denizaltı gemilerini rüyasında bile görmemiştir.

Liselerde uzun yıllar öğretmenlik yapan bir öğretmen öğrencilerin şakalı konuşmalarını anlatırken en çok güldüğü yakıştırma olarak, bir öğrencinin matematik dersi sınavından çıkınca:

-Öyle zor, öyle kazık geometri sorusu geldi ki, Pythagoras bile gelse yapamazdı! demesini söylerdi. Çok doğru, şaka değil bu bir gerçek. Pythagoras, Thales ya da Euklides hangisi gelse kendilerine Carl Friedrich Gauss, Bernard Riemann ya da Nikolas İvanovitch Lobatchwevsky geometrilerinden sorulacak soruları cevaplayamazlar. İşte bilimin gücü burada! Bilim, o alanda uğraş veren kişilerin ortak ürünüdür ama tek başına o kimsenin tekelinde değildir. İstersek bilimi bir kuleye benzetebiliriz. Taştan örülmüş bir kule! Bu kulenin her taşı bir bilgindir. Her taşın o kulede bir payı vardır ama o kule hiç bir taşın değildir.

Bilim, bir başka benzetmeye göre kaynatılan sütün kaymağıdır. Sütü kaynatmadan kaymağa ulaşamazsın. Minarenin alemidir, minareye tırmanmadan aleme ulaşmaktan söz edilemez.

Özet olarak: Cehalet, akıl mekanizmasının özürüdür. Tıpkı beden özürleri gibi… Bedenlerimizde eksik çalışan bir organ için söyleyebildiklerimizi burada da

   

Lobatchewsky       Carl Friedrich Gauss   İvanovitch

 

söyleyebiliriz. Bilindiği gibi her canlının bir iç organ düzeni bir de dış organ düzeni vardır. Dış organları gözleyebildiğimiz için rahatça yakıştırmalar yaparız. Örneğin insanlarda bir kol iş görmüyorsa bu tür insana “Çolak!”, ayak çalışmıyorsa “Topal!” deriz. Gözü görmüyorsa “Kör!”, kulak duymuyorsa “Sağır!” deriz. İç organlar için de benzer durum düşünülebilir. Ancak, düşünce ile ilgili mekanizma bu denli kolay adlandırılamamaktadır. Çünkü, düşünce mekanizması, hem gözlemden uzak hem de oldukça karmaşıktır. Bunu, Mantık, Psikoloji bilimlerinden yararlanarak açıklayabiliriz. Düşünce, beyin denilen tüm algıları toplayıp düzenli bir biçimde koruyan güç yumağının, belli etkinlikleri oluşturan kolları ya da yardımcıları vardır. Bunları, algı, dikkat, çağrışım, bellek, etki, tepki gibi adlar altında inceleyip görevlerini öğrenirsek, bunların karşılıklı etkilenişim sonunda fikirler oluştuğunu sezebiliriz. Fikirlerin oluşması, birey için genel anlamda bir düşünce görünümüdür. Fikirlerin sağlıklı oluşu bireyin beyinsel çalışmasının sağlıklı ya da duyarlı oluşunun belirtisidir. Söz gelimi, öğrendiğini unutan bir bireyin belleği zayıftır. Bu doğrudan beyinden olduğu gibi, algılama zayıflığından da olabilir. Her ne hal ise bu bir kusurdur. Öyleyse bu beyin çalışmasında bir eksiklik vardır. Kısacası bu, bilgi alıp yeni bilgilere yönelmede kusurlu bir bilgi edinme mekanizmasıdır. Buna biz, neden özürlü demeyelim? Bunu soruyorum ama tüm insanlara değil, bize, bizim halkımıza, halkımızın uyanmasını üstlenen bilgili insanlara diyorum. İlk büyük savaşta, savaş dışı kalmak isteyen A.B.D. deryadaki gemilerini batıran Almanya’ya savaş açmaya karar verirken, Avrupa’ya gönderecek askerlerinin taşınması tasasına düşmüştür. Almanya çok güçlüdür, tek başına da değildir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ile başka devletler de onun yanındadır. Savaş, besbelli karada olacaktır. Buraya gönderilecek kara savaşçılarının sayısal azaltılması için çareler aranmıştır. Bilginlerin önerisi şudur:

-Becerileri belirsiz kalabalık yerine, belirli becerililerden oluşacak azlık daha başarılı olur! Öyleyse Avrupa’ya gönderilen aday savaşçılar, bilim süzgecinden geçirilmeli! Öyle yapılır. Bir süredir zekâ testleri üstünde çalışan Lewis Terman’la bir grup uzman hazırladıkları testlerle aday savaşçıları bir süzgeçten geçirip savaşa uğurlarlar. Bilindiği gibi A.B.D. ordusu çok az kayıpla büyük başarı kazanarak savaşı sonlandırır.

Bir başka örnek de Fransa’dan alabiliriz. Fransa, okullardaki başarısızlıkların nedenlerini bilginlerin araştırmasını ister. Bunun için araştırma birimleri kurulur. Alfred Binet adlı bilginin başında olduğu bir grup, öğrenciler arasındaki zekâ ayrılıklarını ölçme yöntemi oluşturur. Sonradan Alfred Binet’in adını taşıyan Zekâ testleri tüm uygar ülkelerde benimsenerek uygulamaya geçirilir. Tarih 1905-1915 arasıdır. Aradan bunca yıl geçmesine karşın bizim ülkemizde bu çalışmalar nedense duyulmamıştır (!) Gerçekten duyulmamış mıdır? Duyulmaz olur mu? Paris terzi modellerini daha ilk haftasında Beyoğlu mağazalarına getirenler bunları duymaz olur mu? Onlara sorarsan verecekleri cevap hazırdır:

-Bu, bilginlerin işidir. Haklılar, gerçekten bu, bilginlerin işidir.

Bilginler bunları yazıp söylüyor ama bu söylemler nedense yaygınlaşamıyor. Nedense diyorum ya bunun nedeni de pekâlâ biliniyor. Örneğin, “Cogito ergo sum!” sözü ile ünlü Descartes, şunu söylemiştir:

-Tanrı, insanlara bir çok bağışta bulunmuştur. Buna karşın insanlar kendilerine yapılan bağışların azlığındn hep sızlanmışlardır. Meleklerin bu konuda yaptığı uyarı üzerine Tanrı bir başka deneme yapmıştır; “Dağıttığım akıldan bir miktar arttı, eksik akıl almış olan varsa gelsin!” Tanrı’nın çağrısına kimse uymamıştır. Filozof Descartes der ki:

-İnsanlar kendini tam akıllı sayarlar! Descartes’ten (1593-1650) bu yana geçen üç yüz yılda değişen bir durum yok. Ancak insanlar ortaya çıkmamakta direnedursunlar, bilginler (özellikle Psikologlar) özürlü bireyleri bilimsel yöntemlerle ortaya çıkarmaktadır. İşte, okuduğu halde, okuduğunu anlamadan okullardan diploma alıp çıkınca kendini, olmadığını bile bile, akıllı, dahası âllâme sanan cahillere akılsal ya da zihinsel özürlü gözüyle bakılıp toplumsal düzende beceremeyecekleri işlerin verilmemesi, özürsüz insanların işlerini arttırmasına karşın onların çıkardığı pürüzlerden kurtaracak, özellikle aksattıkları toplum işlerinin, beklenen düzeye yükselmesine yardımcı olacaktır. Halk arasında bir söz tekrar edip durulur:

-İnsana göre iş değil, işe göre insan! Bu söz şöyle yorumlanmaktadır. İnsana ya da adamına göre iş demek; adam kayırmak, birilerinin birilerini koruması, korunan kişinin yorulmadan kazanması anlamına gelir. Bence bu sözün anlamı değişmelidir. Herkes, kendi yapabileceği işi yapmalı. Bu nasıl sağlanır? Bu, bir zaman nasılsa almış olduğu diplomaya bakarak değil, işe girerken yapılacak bir bilgi-beceri sınamasıyla sağlanır. Az beceriliye, fazla beceri istemeyen bir iş, çok beceriliye de beceri isteyen işler verilmelidir. Amca, dayı ya da torpil denilen kayırmalar, böyle bir bilimsel ölçünün uygulanmasıyla ortadan kalkar.

         *  *  *

Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç son toplantıda Mehmet Akif Ersoy’dan şiir okuduktan sonra bize:

-Mehmet Akif Ersoy’u salt bir şair olarak değil, fikir adamı olarak düşünüp şiirlerini ona göre dikkatli okuyun. O sıradan bir şair değil, görüşlerini yaymak için şairliğini kullanmıştır. Onun yazdıkları, kürsülerden doğrudan doğruya halka söylenmiş hitaplardır! demişti. Safahat kitabını karıştırırken aşağıdaki şiirini buldum. Genel Müdür çok haklıymış. Türkçe derslerinde adı geçtikçe hep “dinci şair” denip geçiliyordu. Oysa Mehmet Akif, Safahat’ı yazdığı yıllarda yurtça kalkınmanın, halkın okumasına bağlı olduğunu yazmış. Safahat kitabının 4. Bölümünde “İki Arkadaş Fatih Yolunda” başlığı altında şunları söylemiş:

 

      Hizmetin sonu ölmek değildir elbette.

      Düşenler oldu zamânıyle aynı âkibete;

      Fakat bugün yaşıyorlar, hem eskisinden iyi:

      Nasılsa gaaip eden kâmilen muhârebeyi,

      Esâret altına girmişti bir büyük millet.

      Zevî-l-ukuul areasında seçilme bir hey’et,

      Düşündü milleti i’lâya çâre hangisidir?

      Döküldü ortaya ârâ-yı encümen bir bir:

      Siyâseten kimi kurtarmak istemiş kalanı;

      Demiş ki diğeri:”Asker halâs eder vatanı”?

      O der: “Donanmaya vardır bugün eşedd-i lüzum.

      Bu der:”Hayır, daha elzemdir iktisab-ı ulûm”

      Kiminde san’ate rağbet, kiminde nâktde heves;

      Hulâsa, her kafadan başka başka çıkmış ses.

      Bir ihtiyar yalnız dinleyip bidâyette;

      Mahalle mektebi lâzım!” demiş nihâyette,

      Zavallının sözü pek anlaşılmamış ilkin;

       “Bunak!” diyen bile olmuş düşünmeden; lâkin,

       Herif, bu söz ne demektir, güzelce şerh etmiş;

       Deminki lâfları pek vâkıfâne cerh etmiş.

       Sonunda:”Kuvvetimiz, şüphesiz, ilerlemeli;

       Fakat düşünmeli her şeyde önceden temeli

       Taammün etmesi lâzım maârifin mutlak:

       Okur yazarsa ahâli, ne var yapılmayacak?

       Donanma, ordu birer ihtiyâc-ı mübrimdir;

       Deyip karârını vermiş, ki aynen icraya

       Konunca ortaya çıkmış bugünkü Almanya.

       “Sedan”da orduyu teslim eden Fransızlar,

       -Ki her zamân o vukuâtı yâdedip sızlar-

       Ne der, bilir misiniz? Hem de öyledir ınanın:

      ”Muallim ordusudur harp den Prusyalının;

       Muallim ordusu , lâkin asıl muzaffer olan!”

       Bu sözden almadır, hiç değilse, ibret alan!”

           . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Mehmet Akif Ersoy: Arkadaşına bir hikâye anlatıyor. Hikâye, bilindiği gibi 1870 yılında yapılan Fransa-Almanya arasındaki savaş üstüne kurulmuş. Almanya sayısal olarak kalabalık bir ulustur. Ancak, Hıristiyanlar arasında çıkan kavgaları savaşlara dökünce (Katolik-Protestan) küçük parçalara ayrılmış, Güçsüz devletler olarak uzlaşmaz bir hava içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Fransa Katolik kalarak bütünlüğünü korumuş, Alman devletçiklerini zaman zaman hırpalamıştır. Özellikle Napolyon Bonapart döneminde neredeyse haritadan silmiştir. Bu duruma çok üzülen ırkına bağlı kimseler bu onursuz olayı düşünüp çare aramışlardır. Önerilen çarelerin en uygunu olarak da halkın okumasını öne almışlardır. Öncelikle halk okulları açılmış, buralardan yetişenler daha yüksek okullara gitmiş, buralardan yetişenler Alman Kültür düzeyini yükseltmiştir. Genel bilgi olarak öğrendiğimiz, Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich von Schiller, İmmanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Johann Friedrich Herbart, Friedrich Froebel gibi, salt Almanlara değil insanlığa ışık tutan sanat, eğitim, bilim adamları, Otto von Bismarck gibi devlet adamı, Karl Bernhard von Moltke gibi askerler yetişmiştir. Bunların derleyip toparladığı birleşmiş Almanya 1870 Savaşı’nda Fransa’dan öcünü almıştır. Buna şaşan Fransız halkı, kendileri için bir teselli bulmuşlardır. Alman ordusu; Öğretmen Ordusudur. Alman Öğretmen Ordusu Fransız ordusunu yendi!

Not: Ünlü Fransız yazarı Alphanse Daudet bu konuyu Bilardo Partisi ile Son Ders Hikayelerinde anlatır. Ona göre, savaşın kaybedilmesi, Fransız subaylarının yetersizliğindendir. Hikayede, bir Fransız generalinin bilardo oynarken esir düştüğünü anlatır.

Mehmet Akif Ersoy’un kitabını karıştırırken bir de resmini gördüm. Resmi de ilgimi çekti. Giyimli kravatlı, hiç de bazılarının dediği gibi katı dinci bir görüntüsü yok. Tıpkı İstiklâl Marşı gibi bizden biri. Salt köylerin perişan durumuna, köylülerin geri kalmışlığına üzülmüyor, kentlerimizin de gerçek yüzünü bize neredeyse ağlayarak anlatıyor. Batı’da Tren, doğuda Tren, Batı’da otel, Doğuda Ötel karşılaştırmaları, sokakların durumları, temizlik konusundaki titizliği onun salt sözlerinde değil, giyim-kuşam tertibi de anlattıklarından ayrı bir yaşam yaşadığını kanıtlıyor. Salt şiirlerinden değil kılığından da anladığıma göre Mehmet Akif Ersoy sıradan bir din adamı görüntüsünün ötesinde İstiklal Marşı ile bize aşıladığı bağımsızlık ruhunu yüreğinde duyan bir yurtseverdir. Aslen Arnavut kökenli olduğunu söyleyenlere de sözüm var:

 

-Arnavutluk’ta, bağımsızlık için kazan kaldıranlara karşı yazdığı manzum yazıyı lütfen okusunlar.

 

      Siyasetin kanı: servet, hayatı: satfettir,

      Zebunküş Avrupa bir hak tanır ki: kuvvettir.

      Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

      Özengi öpmeye hasretti Garbim elçileri!

      O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,

      Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

     “Kadermiş!” öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:

       Belanı istedin, Allah da verdi. . . Doğusu bu.

       Talep nasılsa tabii, netice öyle çıkar,

      Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?

      “Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

      Onun hesabına bir çok hurâfe uydurdun!

      Sonunda bir de tevekkül tutuşturup araya,

      Zavallı dini çevirdin sonunda maskaraya!

      Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

      Yorulma, öyle ya Mevlâ ecir-i hassın iken!

      Yazıp sabahleyin evden çıkarken işleri,

      Birer birer oku, tekmil edince defterini;

      Bütün o işleri Rabbin görür:vazifesidir. . .

      Yükün hafifledi: sen şimdi doğru kahveye gir!

      Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak. . .

      Hüdâ vekil-i umurun değil mi?. . Keyfine bak!

      Onun hazine-i in’âmı kendi veznendir!

      Havâle et ne kadar masrafın olursa. . . verir!

      Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen o!

      Levâzımın tükenmiş, değil mi? Ekleyen o!

      Çekip kumandası altında ordu ordu melek

      Senin hesâbına küffârı hâksâr edecek!

      Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:

     “Yetiş!” de, kendisi gelsin ya Hızrı göndersin!

      Evinde hastalanan varsa, borcudur bakacak!

      Şıfâ hazinesi derhal oluk oluk akacak.

      Demek ki: her şeyin Allah. . . Yanaşman, ırgatın o;

      Çoluk çocuk ona âit, lalan, dadın, bacın o;

      Vekil-i harcın o; kâhyan, müdîr - i veznen o;

      Alış seninse de, mes’ul olan verişten o;

      Denizde cenk olacakmış, Gemin o, kaptanın o;

      Ya ordu lâzım imiş. . askerin, kumandanın o;

      Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı o;

      Tabib-i âile, eczacı. . . Hepsi, hasılı o;

      Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu?

      Biraz da saygı gerekir, ne saygısızlık bu?

           . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Mehmet Akif Ersoy’u İstiklâl Marşı’nı yazan şair olarak tanımıştım. Daha sonra Fikret Madaralı Öğretmen Tevfik Fikret’le birlikte ikisinin şiirlerini karşılaştırıp benzerliklerini, ayrıldıkları noktaları anlatmıştı. Bu aşamada Tevfik Fikret’i saltanat yönetimine karşı, Mehmet Akif Ersoy’u ise saltanat yanlısı olarak algılamıştım. Ancak, tarih derslerinde saltanatın büyük zararlarını öğrendikçe onu savunanlara karşı da bir tavır takınmıştım. Daha sonra Türkçe derslerimize giren Sabahat Kartekin Öğretmen Mehmet Akif Ersoy’dan şair olarak çok olumlu sözler söylediğinde özellikle de Bülbül şiirini çok duygulu okuyunca Mehmet Akif Ersoy’u kendim tanımak istedim. Adı anılınca sokulup dinledim. Geçen yılki Edebiyat derslerimizde Hamdi Keskin Öğretmen de bir nebze dokunmuştu. O sıralar arkadaşların tavırlarını izledim. Çoğunda ortak bir ortak kanı sezdim:

-Mehmet Akif Ersoy önce Kurtuluş Savaşı’na katılmış ama sonra dinci kanada dönerek Halifeliğin kaldırılması nedeniyle yurdunu terk etmiş, böylece dinsel tutkusu onu yurt sevgisinin dışına itmiştir! gibisine söylemlerle karşılaştım. Bu tür tercih yapanlar olduğu için ilk bakışta inanasım geldi. Ancak, tarih bilgimin bana verdiği güvenle bu görüşlere hemen katılmadım. Onun ünlü Safahat kitabını alıp karıştırdım. Kitabı karıştırdıkça kimsenin konuşmadığı, hatta olduğundan bile söz etmediği şiirleriyle karşılaştım. Tevfik Fikret’le kalem kavgaları ettiğine göre Mehmet Akif’in Kurtuluş savaşından önce uzun bir geçmişi var. Karıştırdığım yazılarını o sıralar yazmış. Çanakkale Savaşı, daha sonra Bursa’nın düşmanlarca işgali üstüne yazdığı duyarlı şiirleri bunu kanıtlamaktadır. Okuduklarımda dinden söz ediliyor. Ediliyor ama bunu ben çok doğal buldum. Şöyle ki, zaten kendisi adlar koymuş: Fatih Kürsisi, Süleymaniye Kürsisi. . . Besbelli bunlar o camilerde, oraya gelen cemaat için hazırlanmış ya da öyle düşlenmiştir. Zaten okuyunca anlaşılacağı üzere cemaate hitaben manzum söylemler. Böyle olunca Mehmet Akif’in başka bir şairle karşılaştırılması bence anlamsız. O kendisini dindar sayıyor, bildiklerini bilmeyenlere duyuruyor. Duymak istemeyenleri de paylıyor. Kendi kendime duyduklarımdan başka bir sonuç çıkardım, Mehmet Akif Ersoy, kendine özgü bir şair. O şiir denilen duyarlı söyleyiş biçimini, etkilemek istediklerini kendine çekmek için kullanmış. Halk Ozanları da böyle değil mi? Nice sözlü hikâyeler, destanlar anlatılmıştır ama onların çoğu daha anlatıldığı çağlarda yoklara karışmıştır. Söylemek istediklerini manzum olarak anlatanlarınkiler tarih boyunca sürüp gitmektedir. Mehmet Akif Ersoy da besbelli bu tür bir düşünceyle cemaate manzum olarak hitap etmeyi seçmiştir.

Üzerinde durulması gereken konu, Genel Müdürümüz bu konuya neden girmiştir? Ayrıca, Orhan Seyfi Orhon gibi ünlü bir şairle birlikte anması, üstelik Mehmet Akif Ersoy’u Orhan Seyfi Orhan’a göre öne çıkarmasının O’nca bir nedeni olmalı! Önemli olan bunu sezmek!

Mehmet Akif Ersoy Süleymaniye Kürsîsi’nden kime hitap ediyor? Camiye gelenlere. Camiye gelenler, Müslüman olduğuna inanan çoğunluğu okumamış insanlar. Bu çok önemli bir saptama. Şair salt din konusu değil insanların uyanmasını da önemsiyor. Üst baş temizliğinden, belediye hizmetlerine, evinden oteline, hizmetlilerden müşterilerine dek olumsuz örnekleri sıralıyor. Bunların bizimle ilgisi doğal olarak var. Oysa bizim yetiştiğimiz, gelecekte görev alanımız olan köyleri şimdiye dek anlatanlar köylülere değil de kentlerdekilere anlatıyorlar. Sanırım bu noktadan bir ilgi kurulabilir.

Bunu düşünerek yattım. 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ