Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

22 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yüksek Bölüm Öğrencilerinin Yaklaşık Meslek Okullarıyla İlişkileri

 

31 Ocak 1944 Pazartesi

 

Uyanır uyanmaz kara kara düşünmeye başladım, dün ıkına tıkına bir çok sahneyi tekrarlayarak kişilerini tanıdığım, salt Epidumnum kentinin adını doğru söylemek için en az 20 kez yazıp sildiğim Yanlışlıklar Komedisini Mahir Canova Öğretmene anlatabilecek miyim? Anlatırsam, onun dersindeki pısırıklığım biraz gidecektir. Tiyatro Tarihindeki olayları anlatıyorum ama, dersin gerçek amacı, yaşayarak yapılan tiyatro; bir bakıma rol yapma ma'rifeti olduğu için ona güvenemiyorum. Bu düşünceyle işi, kendimce, en başarılı olabileceğim yöne kaymak istiyorum. Mahir Canova Öğretmen; sağolsun, beni anlamış gibi. Sanırım bu nedenle rol işlerinde bana doğrudan, "Şunu yap!" demiyor. Neredeyse bana sorarca:

-Bir de seni deneyelim mi? diyerek tekrarlarla nöbeti savuşturmama yardımcı oluyor. Hilmi Girginkoç Öğretmenle iyi anlaşmış durumdayım; piyano beni kurtardı. Şimdiki durumda bizim bölüm derslerimde hemen hemen hepsinde rahat durumdayım. Faik Canselen Öğretmene göre piyano başarım armoniyi şemsiyesi altına almış durumda. Bu söz Faik Öğretmenin söylediği bir yakıştırma. Akordiyon çalışım ise Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmene göre benim can simidim. Köy Enstitüleri için akordiyon çalmak, "Kolda altın bilezik!" diyor. (Sanat, altın bileziktir!" sözünün değiştirilişi!) Piyano, şimdiki durumda Hilmi Girginkoç Öğretmen için de makbul oldu. Piyanoya ses vermek için oturup oturup kalkıyordu. Şimdilerde ben piyanoya oturup öğretmenin söylediği sesleri çıkartıyorum. Zaman zaman da "Piyanist, işbaşı!" deyişi hoşuma gidiyor.

Resimle Sanat Tarihi derslerimin iyi gittiğine inanıyorum.

Bu duygular içinde Salona gidip sobayı yaktım. Piyano dersimi de atlattığım için oldukça rahatım.

Kahvaltıda öteki arkadaşlarda da benzer kaygılar var: Derslere girip çıkıyoruz ama ne yapıyoruz, ne kadarını öğreniyoruz? Ancak bakıyorum içlerinde hiç birisi benim gibi rahat değil. Sanırım onlar, dersleri ayrı ayrı ölçüp tartmadan tümüne bakarak işi büyütüyorlar. Duyanlar olmuş, öteki yüksek okulların kimilerinde senenin yarısında sınavlar yapılıyormuş. Hemen parmaklar sayıldı; ekim, kasım, aralık ocak; tam dört ay. Hemşerim Kadir hemen bir "Şükür!" çekti:

-Şimdi beni bir sınava çekseler tüm derslerden sıfır alır, kalırım. Benim, Enstitü döneminde öğrendiklerimin hiç birisi aklımda kalmadı, buradakileri de henüz kavramış durumda değilim. Aman, Allah korusun! Öyle bir şey olursa "Vallahi" köye de gidemem. Bizim köylüler çok şirrettir. (Bana baktı, sen bilirsin!) Onların diline düşmemek için çeker giderim! dedikten sonra arkadaşlara, Kepirtepe'deki arkadaşlarımızdan Ali Güleren'i anlattı:

-Arkadaşımız, son sınıfa geçtiğimiz yıl kültür derslerine başlamak üzereyken okuldan kovuldu. Neden kovulduğunu biz bir türlü öğrenemedik, "Allah bilir!" kendisi de öğrenememiştir. Bu felaket arkadaşın başına gelince bilinmeyen bir yere gitmiş. Uzun süre nerede olduğu saptanamamış. Kadir gene bana dönerek sordu:

-Öyle değil mi?

Anımsadıkça üzüldüğümüz olayı daha fazla kurcalamamak için Kadir'e sordum:

-Sen şimdi bu acı olayı neden açtın? Arkadaşlar hep güldüler. Kadir, benim sorumu yanıtlamadan bu kez de bana sordu:

-Ne yani ben kendime bir iş bulamaz mıyım? Benim yanıtlamama gerek kalmadı arkadaşlar Kadir'e iş buldular:

-Keman akortçuluğu. Bulunan işe Kadir de güldü. Keman akortçuluğu için ancak Devlet Konservatuvarında iş bulunur. Kadir böylece konservatuvarda olacak, arkadaşlarla konuşacak! Ekrem Bilgin'in aklı yatmamış.

-Baban gelir, seni orada bulur! Hep birlikte kahkahayı bastık. Yandaki masalardan takılanlar oldu:

-Sizi güldüren olayı bize de söyleyin! Sahi biz neye güldük? Önce ben söyledim:

-Ekrem'in sözüne! Bu kez Ekrem sordu:

-Ne varmış benim sözümde?

Salon kapısından girerken arkadan öğretmenlerin geldiğini görünce konuşmalar kesildi.

Öztekin Öğretmen bir uyarı yaptı:

-Bir süre deneyeceğiz, Şan Derslerini iki sınıf bir arada yapacak. İyi sonuç alınırsa öylece sürecek. 2. sınıflar buna çok sevindiler. Onların sayısı az olduğu için küçük odaya sıkışıyorlardı. (8 kişiler)

Bunu duyunca içim cız etti, benim piyanistlik gitti, çünkü 2. sınıflar arasında Hüseyin Çakar var. Çakar ne de olsa 2. sınıf. Üzgün üzgün dururken Hilmi Girginkoç Öğretmen bana:

-Senin görev sürecek, bu bir deneme, biz düzenimizi bozmayalım! deyince nasıl değiştiğimi doğrusu ben de görmek isterdim. Önce Hilmi Girginkoç Öğretmen piyanoya geçti, Johannes Brahms'ın iki parçasını Ninni ile Sevgili parçalarını, arkasından Jacques Offenbach'ın Barkarol'unu söyletti. Öğretmen İstiklal Marşını iki sesli yapalım mı? diye bize sordu. Meğer onlar 2. sınıflarla başlamışlarmış. İstiklal Marşı ikinci ses için oldukça uğraştık. İkinci sese ayrılanlar kolayca birinci sese kayıyor. İleri Marşını da iki sesli çalıştık. Ders sonunda öğretmenler bu çalışmanın bir süre böyle süreceğini duyurdular.

Mahir Canova Öğretmen gülümseyerek koromuzu beğendiğini söyledi. Sonra da:

-Gelecek günlerde biz de böyle karma çalışacağız. Bizim derslerimizin sınıfı, yüklendiği rollerle belirlenir! deyip konservatuvar çalışmalarından söz etti. İçimden:

-Tam sırası, deyip parmak kaldırmak üzereyken öğretmen:

-Kitabımıza çok ara verdik, bakalım Hintliler neler yapmışlar deyip kitapları açtırdı.

Öğretmen kitapları açtırdıktan sonra önce Japon sonra da Çin tiyatrolarını anımsatıp Hint tiyatrosunun daha dinci karakterine dikkatimizi çekti. Hintlilerin de çok eskilerden beri tiyatro ile ilgilendiğini ancak tiyatroyu dinsellik içinde ahlak geliştirici bir araç olarak kullandıklarına dikkatimizi çekti. Önce kitaptan okuyarak açıkladı. Bir kez de okuyalım deyip İbrahim Şen'e okuttu. İbrahim'e adının nereden geldiğini sordu. İbrahim Peygamberden geldiğini söyledi. Öğretmen, kesin bir söylenemez ama İbrahim birçok dilde başka başka söylenmektedir. Batı dillerinde Abraham, bizim Rumeliler ise İbram, derler. Ben güldüm:

-Bizde de! dedim. Öğretmen:

-A, bak bir Rumelili daha! deyip beni gösterdi. Bu kez de bana:

-Bu ödevi sana verelim; Rahma, rahmanlık, Brahma, brahmanlık. Hem bunları araştır; hem de Hint tiyatrosunu bize bir kez daha özetle. İbrahim Şen'e de:

-Bundan kurtuldum, diye sevinme; sen de bize, Mısır tiyatrosunu hazırla da şu bizim bildiğimiz tiyatronun temelini kuran Yunan Tiyatrosuna geçelim!

Öğretmen son sözünü söylerden ders bitti. Hazırladığımı ortaya çıkaramadım ama şimdi, onu ortaya çıkarmak için önemli bir olanak yakaladım. Kitaba baktım , Hint Tiyatrosu, topu topu dört sayfa. Bir sayfalık özet, hiç de önemli değil.

Yemekte, 2. sınıflarla birlikte ders yapmamız hem boş karşılandı hem de yer yer eleştirildi. Eleştirilerin çoğu 2. Sınıfların kimi tavırlarından kaynaklanıyordu. Özellikle Mehmet Yelaldı'nın bilgiççe konuşmasına takılanlar oldu. Mehmet Yelaldı bir ara, geçen yıl şan Öğretmeni Ruhi Su ile yaptıkları çalışmaları anlatırken:

-1. Sınıf arkadaşlarımız bunları bilmezler! demişti. Bence bu sözlerde alınacak bir taraf yok, onların çalışmalarını bilmememiz çok doğal. Zaten Mehmet Yelaldı bunu:

-O arkadaşlar yoktular! anlamında söylemişti.

Yemekten sonra birileri sevindi, (Abdullah Erçetin'le Mehmet Zeybek) Faik Canselen Öğretmen de öteki öğretmenlerle birlikte gitmiş. Yazık ki sevinçleri uzun sürmedi. Faik Canselen Öğretmen Mehmet Öztekin Öğretmenle anlaşmışlar, bu hafta Öztekin Öğretmen onun saatinde, gelecek hafta da Faik Canselen Öğretmen Öztekin Öğretmenin saatlerinde ders yapacakmış. Abdullah bunu duyunca:

-Bende şans olsa "Anam beni kız doğururdu!" dedi. Gerçekten böyle bir söz var, bu söz çok söylenir. Bunu duymayan varmış bir süre o konuşuldu. Muttalip Çardak ise "İyi ki anan seni erkek doğurmuş, arkadaşlık ediyoruz, eğer kız olsaydın mümkünü yok, senin yanına sokulamazdık! deyince gülenler oldu. Bu arada Abdullah'ın "Kız olsaydılığı” üstüne yakıştırmalar yapıldı hatta konserlerde gördüğümüz güzelle bile karşılaştırıldı. Arkadaşlar olsaydı molsaydı derken Enstitülü günleri anımsadım. Arkadaşlar Abdullah'a bir ara Kız Abdullah demişlerdi. Abdullah o zaman çileden çıkar kavga eder ya da kaçar giderdi. O günlerde sıra değişimi olmuş aynı sırayı paylaşmıştık. Sıra arkadaşı olarak Abdullah için bir kaç arkadaşın canını yakmıştım. Ben o günleri anımsarken arkadaşlar, düşlerindeki Kız Abdullah'la benim Konser Güzeli'mi karşılaştırdılar. Meğer kınalı saçlı, herkesin dikkatini çekmişmiş. Söylediklerine göre Satılmış Nişanlı'da oynamış. Önce inanmadım; "Oynasaydı kesinlikle seçerdim!" deyince, oyunlarda oyuncuların değiştiği anımsatılınca diretmedim. Az düşününce, gene garip bir duyguya kapıldığımı anlar gibi oldum; kendim tanımadığım biri üstüne konuşuyor, kuruntulara kapılıyorum da başkası benzer bir durum gösterince sinirleniyorum. İçime dönüp bir sıra bunu düşündüm. "Ben çok kıskancım galiba!" Bu benim çocukluğumda da vardı. Haklı olarak C'yi kıskanıyordum. Bunu ağabeylerim aklıma takmıştı. Sonra sonra Küçük Ablamı kıskanmaya başlamıştım. Bunu da köylerde halkın okuyup-yazma öğrenmesi için köy Halk Dersaneleri açıldığında kadınlar sınıfına giderken Küçük Ablamın yanında beni de arkadaş olarak gönderdiklerinde öğrenmiştim. Gitmek istemediğim zamanlarda Büyük Ablam kulağıma fısıltı olarak söyler, “Babam gitmeni istiyor!” derdi. Sonraları kendiliğimden ablamın gözeticisi olmuştum. Oysa ablam bir süre sonra gerçekten şimdiki enişteme kaçmıştı.

Arkadaşlar toplu keman çalışmalarına geçince Alt odadaki piyanoya geçtim. Benim piyano saatimdi, Faik Öğretmen gitmeseydi şimdi orada terleyecektim. Gene de kendimi sıktım; Für Elise, Mozart sonattan sonra sağ elle üst melodileri yokladım. Czerny parçası çok hoşuma gitti.

Sool sol sol sool, sool sol sol sool-sol la sol mi dooo!. . . . diye tekrarlarla giden bir sayfalık parçayı iki saatte dümdüz ettim. Notalar alt noktalı olduğundan çekiçleyerek çalınışı parçayı daha da güzelleştiriyor. Mehmet Zeybek gecikerek geldi, bir süre dinlemek istediğini söyledi. Hemen Czerny parçasını çaldım. Metodu eline alıp parçanın sayfasına baktı. Kendi kendine:

- Çok ilerilerdeymiş! deyişi, beni oldukça acındırdı. Arkadaşın çalışamayışını sağlığına bağladığımdan üzüntüm daha da artıyor.

Yukarı çıktığımda arkadaşların pek yapmadıkları bir tartışmaya tutuşmuş olduklarını gördüm. Konu; "Kitap okumak!" Salt kitap okumak da değil, "Beyaz kitaplar!" dediğimiz yeni yeni yayımlanan klasikler. En açık konuşanı, bizim Trakyalıların dediği gibi dobra dobra giden Halil Yıldırım kestirip atmış:

-Ben onlardan zevk almıyorum, kim ne derse desin, kendime işkence ederek, kitap okumam! Halil Yıldırım'ın bu kişisel çıkışına karşın öteki arkadaşlar özellikle Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin etkisiyle okuma yanlısı olarak bir süre konuştular. Konuşmalara baktım ortada gezen bir "dum!" yok ama, bol bol “cağım!" var. Öyle olduğunu sezince cesaretle söz konusu kitaplardan 4 tane okuduğumu, Sokrates'in savunması, Kral Oidipus, Oidipus Kolonosta, Antigone kitaplarının adlarını verdim. Sokrates'in savunmasıyla, Kral Oidipus'u okuyan olmuş. Mehmet Ünver, "Kral Oidipus 'u beğenmedin mi? diye sordu. Ben de:

-Beğenip beğenmemek değil, olayların geçtiği yerlerle zamanların inandırıcı olmadığını söyleyebilirim. Örneğin, Oidipus'u doğuran annenin oğlu ile evlenecek kadar genç kalması, onunla evlendikten sonra da dört çocuk doğurması, bu çocukları yetiştirmesi olası mı? diye sordum.

Ekrem Bilgin, Talip Apaydın Mitolojiden söz ettiler. Onlara da:

-Mitoloji olduğunu ben de biliyorum. Ancak mitolojik olayları anlatanların yanılgıları ne olacak? Örneğin Sofokles Oidipus'tan sonra aynı olayla ilgili daha iki kitap yazmış, Oidipus Kolonosta, Antigone. Oidipus Kolonosta kitabında, Oidipus, Atina'ya yakın bir yere gider. Atina kralı kendisini görmeye gelir. Atina'ya o denli yakındır ki Akropol tüm görkemiyle görülebilir. Bunun neresi mitoloji? Akropol’u İ. Ö. 5. y. y. da Perikles yaptırdı diye tarih dersinde okuduk. Hatta mimarlarıyla süsleyenlerin adları bile verilmekteydi. Tarih derslerine de gerek yok, şimdi ders kitabı olarak okuduğumuz Tiyatro Tarihinin 76-80 sayfalarında bunlar yazmakta, ünlü AKROPOL’un resmi bile bulunmaktadır. Bu bilgilere dayanarak Oidipus mitolojisi bilinen tarih içinde geçiyor, kanısına vardım!

Zil çalınca konuşma kesildi, yemeğe gittik. Bizim tartışma salonda kaldı sanmıştım. Yemekte Halil Yıldırım, gene aynı konuya doğrudan değil de yakın bir olayı anlattıktan sonra sordu:

-Buna ben şimdi inanayım mı?

Meğer Halil, mitoloji falan değil, tüm romanların yazdıklarına inanmıyormuş. Anlattığı olay da (O, adını vermedi ama anlattığı kitap İzlanda Balıkçısı'ydı) pek öyle ahım şahım bir olay değildi. "Bir kız, fakir oğlanla evlenmek istiyor. Oğlan ise o kızla evlenmesi için kızın fakirleşmesi koşulunu öne sürüyor. Kız salt oğlanla evlenebilmek için fakirleşiyor. Olur mu bu?" Soruya yanıt vermedim ama olayı anımsadım:

-Unutmadığım gibi, kolay kolay da unutamayacağım güzel Gaud'la Yann'ın öyküsü. Olay hiç de arkadaşın anlattığı gibi basit bir aşk işi değil, yetiştiği ortam, aldığı eğitim işi. Fakirlik içinde yetişen bir insanın kendisi için kurguladığı bir yaşam çizgisi vardır. Kişi becerilerini, umutlarını buna göre kazanır, buna göre kurar. Yann da bunu yapmıştır. Fakir ya da kıt kanaat geçinen bir insan, yaşamını bu düşünceler üstüne kurar. Fakir böyle olunca zengin başka düşünecek değil ya, o da tüm düşlerini varlığına göre geniş tutar. Böyle, iki zıt anlayıştaki insanların birlikte mutluluğu zorlaşır. Haklı olarak yaşam terazisi, varlıklı olanın tarafına inecektir. Ancak bir de onur terazisi vardır. Yetiştiği ortamda “Koruyacak bir varlığım yok hiç değilse onurumu korumalıyım!” diyerek yetişen bir kişi Yann'ın yaptığını yapar. Roman bir düş ürünü olduğuna göre yazar Piyer Loti böyle düşündüğünü okuyucuya yansıtmış. Bir çok insan da bunun tersini yapıyor. Bizim köyde bile biraz varlıklı olanlar hemen bir fakir delikanlıyı damat olarak alıyorlar. Ancak bunların çoğu uyum sağlayamadığından sonları acı bitiyor. Benim Salim Dayım böyle bir evlilik yapmıştı. İki yıl sonra bir komşu evine sığınarak, ağanın varlığını terketmişti. Yengem kendisine katılınca kısa zamanda bir ev sahibi oldular. Dayım çok çalışkan olduğundan kendini kısa zamanda topladı. Ancak yapmadığı iş kalmamıştı. Köy kurulduğundan beri (45 yıl) 15 km. uzaklıktaki Lüleburgaz pazarında ilk pazarcılığı o yapmıştı. İzlanda Balıkçısı'nı okuduğumda Yann'ı hemen Salim Dayıma benzetmiştim. Bir de tersini yapan örneğim vardır. Damat girdiği evin havasına uyup Ağa olmayı düşlüyordu. Oysa Ağalık şöyle dursun, aile bireyleri arasında silik bir yabancı olarak yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Buna başka örnekler de verilebilir. Yann, bunları düşünen bir kişi olmalı ki böylesi bir duruma düşmedi. Öyle ki, bir halk sözünde denildiği gibi "Azıcık aşım, kaygısız başım!” deyip bir birini seven Gaud'la Yann bir yıl mutluca yaşadılar. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!" derler. Yazar Piyer Loti İzlanda Balıkçısı kitabıyla buna güzel bir örnek vermiş.

Ben uzun uzun konuştum ama besbelli kendime konuştum. Yan gözle baktım, Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül elele tutuşmuş, kalkmak için susmamı bekliyor, ötekiler de öyle olsa gerek; hemen kalktılar.

Yemekten sonra kitaplıkta (Öğretmenimiz (!) ) Montaigne'i okudum, ödevimi hazırladım: İnsan Aklı.

Akıl, sözünü küçüklüğümden beri duyar hep merak ederdim:

-Akıl, nasıl bir şey? Hem var, hem yok. Kimi kez de çok-az oluyor. Küçüklüğümde yanlış bir iş ya da hareket yapınca akılsız oluveriyordum (öyle diyorlardı) Benzer bir buyruğu başarınca aklım yerine geliveriyordu. Bu, durum bir kaç kez tekrarlanınca olayın ayırdına varmıştım. Okul dönemi başlayınca bu daha da belirginleşti. Öğretmenin ev ödevi verdiği 2 sayfayı doldurursam, akıllılar arasındaki yerimi alıyordum. Tüm derslere tek öğretmen girdiği günlerde bir gün ödevimi yapmamıştım. O gece başka köyden bir akrabamız gelmişti; benimle ilgilendi, bilgi durumumu yokladı, sorduğu soruları hep yanıtladığım için beni çok akıllı bulduğunu söyleyince dünyalar benim olmuştu. Evdekilerin bana bakışlarında bile bir değişiklik saptamıştım. Konuk nedeniyle oldukça geç yatıldı. Benim iki sayfalık yazı ödevim yazılmadan kaldı. Akşamki akıllı durumum beni cesaretlendirmişti, sanki öğretmenin bundan haberi varmış gibi rahat rahat okula gittim. Öğretmen başka ödev yapmayanlarla birlikte beni de kaldırdı. Öteki ödev yapmayanlar, her günkü olağan durumlarını sürdürmüştü. Öğretmen yüzünü öteye çevirince sırıtıyorlar, öğretmen dönünce değişik bir tavır takınıyorlardı. Öğretmen bana dik dik baktı:

-Sen de mi bunlara katıldın? Aklın varsa başına topla! Hemen toplamazsan bir daha hiç toplayamazsın haberin olsun! deyip ötekilere geçti. "Aklın varsa, başına topla!" sözü neydi, pek anlamadım ama aklımın var olduğunu daha önce öğretmen de söylemişti. Özellikle akşam çok akıllıydım. Öyleyse bende akıl var ama dağılmış, bunu toplamam gerekiyor. Neyi nasıl toplayacağımı düşünürken benim gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Öğretmen görünce mendilim olup olmadığını sordu. Ablam o sabah temiz bir mendili cebime koymuştu, çıkarınca öğretmen: Aferin, bak ne güzel söz dinliyorsun, o mendil her zaman öyle olmalı bundan böyle sık sık mendiline bakacağım! dedi.

Ders boyunca hep aklı düşündüm "Akıl nedir?" Mendil taşımak mı? Mendili ablam sıkıştırmasaydı, olmayacaktı ama ben gene olacaktım. Akıl denilen şeyin, benden istenen, benden beklenen bir şey olduğunu sezer gibi olmuştum. Hemen tavrımda bir değişme oldu. Matematik dersinde parmak kaldırdım, bir aferin daha aldım. Beden Eğitimi hareketleri yaparken dikkat kesildim, bu kez aferinleri 4'e çıkardım. Böylece "Akıl!" denilen neyse O'nun başarıyla ilgili olduğunu iyice anladım. Daha sonraki zamanlarda hep o şeyi ararcasına, söyleneni iyi dinleyip yerine getirdim. Daha sonraları "Akıl" sözü edilmese de onun yerine başarı geçti; her başarı da "Aferin!" getirdi. Gerçi ben, Akıl denilen nesnenin ne olduğunu tam anlamamıştım ama onun bulunduğu alanları oldukça tanımıştım. Öğretmenimiz Montaigne'in yazısını bu bakımdan ilgiyle okudum. Üzülerek söyleyeyim, O da bana aklın ne olduğunu söylemedi, söylemedi ama benim uzun bir süreçte sezinlediğim yoldan gidileceğini gösterdi. O güvenle konuya dört elle sarıldım. Öncelikle konunun birey sorunu değil türsel bir boyutu olduğunu sezdim. Yaptıklarıma "Aferin" çekenlerin, türsel bir etkiyle değer biçtiklerini geç de olsa öğrendim. Böylece olayın toplumsal alana kayan bir yanı olduğu kanım daha da güçlendi. Özellikle konuşmalarda aynı anlamda kullanılan ya da anlamları karıştırılagelen akıl-zeka ayrılığı konusundaki kanımı, Öğretmenim Montaigne çok güçlendirdi. Özellikle dikkat ettim, Öğretmenin Montaigne yazısının başlığına İnsan Aklı adını vermesine karşın aklı tanıtmaya ya da nasıllığı- niceliği üstünde durmaya gerek görmemiş. Onu, insanların nasıl kullandığı üstüne okuduklarını ya da duyduklarını geneleyerek; bir sonuç çıkarmayı okuyucuya bırakmış. Öyle örnek kişiler seçmiş ki onlara olan güven, okuyanı düşünmeye zorladığından bir bakıma kendiliğinden bir sonuç çıkıyor. Çıkmadığı varsayılsa bile sonuca varma umudu çoğalıyor. Örneğin Kral Dionysos Platon'a İran işi süslü bir giysi hediye etmiş. Platon:

- Süslü giysileri kadınlar giyer, ben erkeğim! deyip almamış. Olayın buracığında durup düşününce önemli bir etkenle karşılaşıyoruz. İran'da yaşayanlar da insan Yunanistan'dakiler de. Ama kılıkları çok başka. Platon'a göre Yunanistan insanında erkek olgusu ile bir İran'daki erkek olgusu başka başka. Öyleyse değişmeyen insanın türsel yapısını değişmiş gibi gösteren toplumsal bir gerçeklik var. Bu gerçeklik insanı, sanıldığından daha çok değiştirmektedir. İşte bu değişiklik bireyin düşünce üretmesini de etkilemektedir. Örneğin Platon'un İran giysini giymemesi nedenini bir yanda tutup o giysiyi giymekten hoşnut olan bir İranlıyla Platon'u yan yana getirip gökyüzüne baktırsak, bir deniz kıyısına indirip denizi gözletsek; örneğimizi uzatarak, yağmurda ıslatsak, yangınla korkutsak deneklerimiz kişisel farklılıklar dışında benzer duygular yaşayacaktır. Çünkü o duygular insan türünün ortak özelliklerini taşımaktadır. Öyleyse görünen öteki değişiklikler toplumsal etkenlerden gelmektedir. Yapılan bu denemelerden sonra kendileri sorguya çekilince ise oldukça şaşırtıcı karşılıklar alınacaktır. Örneğin ateş için İranlı kutsallık üstüne yorumlar yapınca Platon ona katılmayacaktır. Ateş, İranlı için dinsel bir simgedir. Buna karşın Platon, su üstüne çok farklı duygular içinde Deniz Tanrısı Poseidon’a saygılar sunacaktır. Buna da İranlı şaşacaktır. Bu örnek bize insanların iki yönde düşünce ürettiğini, duygularının da bu düşüncelere koşut geliştiğini göstermektedir. Montaigne Öğretmen buna çok değişik, çok çarpıcı örnekler vermektedir. Bu örnekleri de göz önünde tutarak insanlığın bir yaz-boz tahtası denemeleri gibi geçirdiği evreleri göz önüne getirerek diyebiliriz ki günümüzde Akılla zekanın ayırımı kolayca yapılabilir. Örneğin gök gürültüsü insanların dikkatini ilk günlerden beri çekmiş, bazı acı sonuçları insanların kendini korumaya almasına zorlamıştır. Uzun denemelerden sonra insanlar kuşaktan kuşağa öğütler bırakarak korunma düşüncesini yerleştirmiş, bu bir öğrenme olarak süregelmiştir. Öğrenmeler yaygınlaşıp bir toplumca benimsenince bireylerin onlara uyması zorunluğu ortaya çıkar. Buna uymayan birey dışlanır. İşte bu topluma uyma olayı bireyin düşünme gücüne bağlıdır. Buna kolayca uymayı başaran bireyin düşünce mekanizmasına "Akıl" denilen ad verilmiştir. Koyunlarımızı süren çobanlara babam, (yeni başlayanlara) övütleri verirken bir tanesini vurgulayarak söylerdi:

-Sakın sakın, özellikle bahar, yaz aylarında yağmur yağarken yüksek yerlerde durma, ağaç altına sığınınca ağacın gövdesine yaklaşma, tepene yıldırım düşer! derdi. Bunu duyup belleyen, böylece yıldırım olayından kendini koruyan çoban akıl mekanizmasını kullanmış oluyordu. Salt bizim çobanlar değil tüm insanlık bu övütlerle 19. yy’a geldi. Ancak bu büyük doğa gücünden başka türlü korunma çareleri de aranıyordu. Yapılan deneyler sonunda bu da bulundu. Bunu bulan, bulamayıp da bulmak için çaba gösterenler de düşünsel mekanizmalarını kullanıyorlardı. Ancak onlarınki babamın övüdünden çok başkaydı. Onlar gördüklerini duyduklarını değil hatta o ya da bu ülkedeki insanların inançlarını düşünmeden doğanın varoluştan bu yana insanlar için giz olan bir olayı çözmek için diretiyorlardı. Sonunda bunu başardılar. İşte bu başarı, sıradan bir "Akıl" olayı diye açıklanamaz. Hiç değilse günlük konuşmalarda sıkça, avutmaca olarak kullanılan lafsal akılla açıklanamaz. İşte burada yine günlük konuşmalarda yerli yersiz akıl sözü ile özdeşleştirilerek kullanılan ZEKA kendini gösterir. Yıldırımdan korkmak bir yaşam güdüsüdür. Onun gücünden yüz yıllar boyu zarar gören insanlar, bazı deneyimlerden sonra korunma çareleri bulup, bunu gelecek kuşaklara kalıt olarak bırakmıştır. Korunma güdülerini iyi kullananlar AKIL'larını toplayıp bir zarar görmeden yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Salt yıldırıma, gök gürültüsüne değil, doğanın geçmiş zamanlarda kendileri için giz sandığı bir çok olaya el atan insanlar içinden birileri, düşünce mekanizmasının gücünü daha etkin duruma getirerek AKIL basamağını aşıp ZEKA doruğuna çıkarmıştır. Tümüne birden Uygarlık dediğimiz olay kesinlikle salt bir AKIL sözüyle açıklanamaz. René Descartes'in deyimiyle Tanrı, insanlara aklı eşit olarak dağıtmışsa bile besbelli ki zekâ dağıtımında ölçüyü o denli geniş tutmamış (!) (René Descartes böyle düşünmüyor, insanlar kendilerini böyle sandığı için öyle düşünenlerle alay ediyor)

Yazının başlığına takılıp İnsan Aklı olgusunun; bireyin, içinde yetiştiği toplumun katmanlaşıp katılaşan anlayışı içine sıkışıp kaldığını anlatmaya yeterli gördüğüm için Öğretmenimiz Montaigne'inin tek Kıral Dionisos Platon örneğini almama karşın başka örnekler de var. Örneğin Eski Yunan uygarlığının sayılı kentlerinden Isparta ile Atina örnekleri de toplumsal etkinin insan düşüncesini sınırlayıp akıl dedikleri bilgi yumağının büyük-küçük sınırları çizmesi açısından anılmaya değerdir. Örneğin Isparta, ünlü kanun koyucu Lykurgos'un buyrukları doğrultusunda savaşlara önem verip, bireyleri savaşa hazırlamak için uzun bir savaş eğitim sürecinden geçirdiğinden tarihte kuru bir uygarlık simgesi olarak anılır. Oysa Atina, Isparta'nın yaptığının tam tersi bireylerin özgürlüğünü kısıtlamamış bunu yerine tüm sanatsal etkinliklerini, birçok dalda spor yarışlarını ödüllerle özendirerek bireyleri salt rakipleriyle değil kendi kendileriyle yarışması bilincinin uyanmasının önünü açmıştır. Günümüzde tüm dünya insanının ilgisini çeken Olimpiyatların, atletizm yarışlarının başlangıcının eski Yunan, dolayısiyle Atina kültürüne bağlanması bile olayı kanıtlamaya yeter. Öte yandan Eski Yunan Uygarlığı denince akla gelenlerin çoğunun Atinalı oluşu da gözardı edilemeyecek bir kanıttır. Örneğin yazar Sofokles, Düşünür Sokrates, Filozof Platon, Filozof Aristoteles Atinalıdır. Atina ile boy ölçüşen, belli bir süreçte ona boyun bile eğdiren Isparta'dan salt zorbalığı anımsatan bir söz kalmış:

-ISPARTA EĞİTİMİ! Cezaya dayanan zorba eğitimi! Uygulanan değil, korkutmak için söylenen bir tarihsel söz!

Not: Başlangıçtan beri akıl denilen nesne ne ise, onun insan türünün düşünme gücünü anlatacak boyutta bir anlam taşımadığını belirtmeye çalıştım. Ayırdında olmadan bir örnek vermişim; tekrar okuyunca gözüme çarptı:

-Eski Yunan Uygarlığı denince AKLA gelen, demişim... Buradaki " akıl" sözü yaratıcı bir güç anlamı taşır mı? Ben taşımadığına inanıyorum.

Sabahattin Öğretmenin beğenip beğenmeyeceğini kestiremiyorum. Ancak ben, (Montaigne özentisi bile sayılsa) düşündüğümü olabildiğince açıklayan bir ödev hazırladığıma inanıyorum.

Yatınca da bir süre yazdıklarımı anımsamaya çalıştım. Tiyatro Tarihi kitabımızdan da yararlanabilirdim. Örneğin Perikles'in yaptırdığı Partenon da bir Atina anıtı.

 

1 Şubat 1944 Salı

 

İşte şubat da geldi! dedi biri. Bir başkası da 27 gün sonra mart gelecek! diye ekledi. Hop, hop! Ayları kısaltmayalım! diyen olunca konuşanlar kalabalıklaştı. Konu, şubat ayının kaç çekeceği. "Çift sayılı aylarda!" Arkasından da:

-Her çift sayıda olur mu? 4 yılda bir, her çift sayıya uyar mı? Birileri kahkahayı bastı:

-Cahiller, hem bilmiyorsunuz hem de bilirmiş gibi konuşuyorsunuz. Deminden beri bir yığın boş laf edildi. 1944 yılındayız, bu yıl şubat ayı 28 gün mü, yoksa 29 gün mü çeker? Konuşan Abdullah Ön'dü. Bir sessizlik oldu. "Bu yıl şubat ayı 29 gündür!" Ses Sami Akıncı'nındı. Arkasından Yusuf Asıl bağırdı:

-Yaşa Sami Abi! Gülenler oldu:

-Kim bu çocuk? Sami Akıncı'nın kardeşi de mi var? Bu kez de Rüstem Gündüz yüksek sesle "Boğuntuya getirmeyin, bilmediğiniz anlaşıldı, Sami Akıncı açıklasın da öğrenelim”. Sami Akıncı çıkmak üzereyken durdu:

-Sahiden bilmeyenler varsa, bildiğim kadarını söyleyeyim: Onluk çift sayılar 29 gündür, ötekileri siz bulursunuz! Sayılar başladı; 40, 29-44, 29, 48, 29. . 52, 29-56, 29-60, 29. . . . . . . . Rüstem Gündüz bu kez de Sami Akıncı'nın ardından bağırdı:

- 100'lerde nasıl olacak? Sami Akıncı gitmiş olduğu için bir yanıt alamadı. Ancak onun şakacılığını bilenler takıldılar:

-Zaloğlu Rüstem uzun yaşamak istiyor ya da inanıyor! Zaloğlu Rüstem sayıları bilmiyor, bilse 60 yıl sonra gelecek yüzyılı düşünmez! türü sözlerle tartışma konusu yön değiştirdi.

Kahvaltıda Hemşerim Kadir aynı konuya dolaylı olarak değindi:

-Sami Akıncı, hepimizden akıllı; okula girdiğimizden beri hep önde gidiyor! türünden övgüler sıraladı. Hep önde gidiş sözüne takılan Nihat Şengül "Bayrak tutmaktan yorulmuyor mu?” diye sordu. Ortaya getirilen sorunları çözme meraklısı Ekrem Bilgin, masadaki konuşmaları duymamış gibi konuyu yatakhanedeki durumuyla ele aldığından:

- Allah Allah! deyip yüzümüze baktıktan sonra:

- 100. yıl artık oluyor da 10. yıl neden olmuyor? diye sordu. Tartışmacılıktan çok uzlaşmacı olan Halil Yıldırım yardıma koştu:

-Senin bir yanlışın vardır, 10'lar hanesiyle 100'ler hanesi ikisi de tekil sayı neden değişik çıksın? Ekrem gene içine döndü. Bu kez Kadir, bu işin doğrusunu Sami Akıncı'dan öğreneceğini söyledi. Kadir az önce de, iki gündür üstünde durduğum Akıl'dan söz edince elimde olmayarak gene o konuya kaymıştım. Bu kez Abdullah uyardı:

-Sen ne susuyorsun bu konuda hiç bir fikrin yok mu? diye sorunca biraz da durumu önemsememiş görünerek:

-Bunlar ne konuşuyorlar, neyin hesabını yapıyorlar, bana söyler misin? diye sordum. Abdullah ciddi ciddi bana olayı anlattı:

-100. yıl artık oluyor da 10. yıl neden olmuyor? Önce güldüm, ardından da:

-Artık yıl 4 yılda bir olur. Böyle olduğuna göre 4'e bölünmeyen yıl sayıları artık yıl olamaz. 100 sayısı 4'e bölününce 4 tam 25 çıkar. 10 sayısı bölünmez.

Halil Yıldırım hemen bana "Akıllı!" sıfatını yapıştırdı. Halil'e teşekkür ettim ama akıllılık için hemen bir kuşku uyarısı yaptım:

-Akıllı derken kurnazlık demek istemediğinden emin misin? Çünkü kurnaz insanlar da akıllı geçinirler. Nihat Şengül:

- Hey hey! ne diyorsunuz siz, zaten bugün 4 saat laf dinleyeceğiz! deyip kalkınca tartışma kesildi. Kesilir gibi oldu ama benim için yeni başlamış oldu. Hiç değilse konu ortaya konulmuş oldu. Nihat arkadaş gerçekten haklıydı, bugün 4 saat konuşmaları dinlemek zorundayız. İki öğretmen de sık sık:

-Siz buyurun efendim ! deyip boyumuzun ölçüsünü aldıkları gibi 140 gözün (Sınıf 70 kişi) süzgecini de üstümüze döndürüyorlar.

Bu kez bütün cesaretimi toplayarak Sabahattin Öğretmenin masasına yakın oturdum. Aklımca, akıldan söz eden ya da ona yakın bir konu açılırsa söze katılıp konuşmanın yönünü istediğim yöne çevirmeyi deneyeceğim.

Sabahattin Öğretmen, her zamanki gibi gülümseyerek girdi, yerine oturur oturmaz da:

-Yılın bir ayını defterden sildik! deyip güldü, yüzünü hepimizin üstünde gezdirdikten sonra sordu:

-Bu sözü doğru söyleyemedim galiba, nasıldı? Doğrusunu bir türlü bulduramadım! deyince:

-Takvimden silmek! diyenler çıktı. Birkaç kişi söyleyince öğretmen:

-Kim dedi tam olarak anlayamadım! deyip konuşanlar tarafına bakınca Sabri Taşkın, kendisinin söylediğini, ancak sözün kullanılan şeklinin "Takvimden yaprak koparmak” olarak kullanıldığını anımsattı. Öğretmen sözü bir kaç kez tekrar ettikten sonra:

-Hadi öyleyse biz takvimden yaprakları aydan aya koparmış olalım! dedikten sonra parmaklarını sayarak:

-Ekim, kasım, aralık, ocak dört ayı geride bırakmışız, dört yaprak daha koparınca bir çalışma yılını tamamlamış olacağız! Öğretmen bundan sonra, geçmiş günlerdeki derslerin neden ağır gittiğini, ağır gittiğini bilmesine karşın neden hızlandırmaya kalkışmadığını, öyleyse neden ağır gitti, dediğini anlattı. Bu kez de anlattıklarının doğru anlaşılıp anlaşılmadığını sordu. Belli arkadaşların parmak kaldırdığını görünce, öğretmen sorularının parmak kaldıranlar için değil kaldırmayanlar için olduğunu söyleyince kıpırdanmalar oldu. Öğretmen işaret parmağıyla Ali Özcan'a, Kemal Kızılelma'ya, Numan Köseoğu'na, Emrullah Öztürk'e, Ziya Fikri Özlen'e, Faik Demir'e, Fakı Yörük'e, Hasan Serinken'e, Mehmet Gönül'e, İbrahim Ertur'a aynı soruyu sordu:

-Geçen bu zaman içinde sizinle karşılıklı söyleştik mi? Hasan Serinken dışındakiler "Hayır!" deyip sustular. Hasan Serinken ise:

-Konuşmadıklarınız daha var! dedi. Gülümser gibi bakan öğretmenin yüzü birden değişti:

-Hayır efendim, siz konu bir yana soruyu da yanlış anladınız sanırım; ben benim konuşmadıklarımı değil derslerdeki tartışmalara katılıp katılmama nedenleri üstünde duruyorum. Geçen üç ay içinde sizinle 24 saat ders yapmışız. Bu 24 saat içinde burada bulundunuz mu? Yoksa derslere de mi girmediniz?

Sabahattin Öğretmenin hemen karşısında oturan kız arkadaşlar Fatma ile Düriye ikisi birden:

-Girdiler efendim! dediler. Öğretmen onlara bakarak:

-Size inanıyorum ama siz de onların gönülleriyle katıldığını söyleyemezsiniz!

Öğretmen bu kez de “Birlikte geçirdiğimiz bu 24 saatte hiç durmadan ya konuştuk ya okuduk ya da okuduğumuz metnin içeri üstüne yorumlar yaparak katılıp katılmama kararları verdik. Düşünelim bir kere susarak katılanlar neye katıldıklarını savunabilirler mi? İsterseniz bir deneme yapalım. Bu on dakikada içinden biriniz kalksın, bize ilk dersimizde konuştuklarımızı özetlesin.” Yan gözle görüş alanımdakilere baktım, Mustafa Parlar, Şükrü Koç, Hasan Özden, Sami Akıncı, Mustafa Buğday parmak kaldırdı. Öğretmen benim tarafıma başını döndürünce ben de parmak kaldırdım. Öğretmen, sanki benim parmak kaldırmamı bekliyormuş gibi gülümser bir yüzle başını oynatarak:

-Dinliyoruz! deyince, ben:

-Derslerin başlayacağı kasım ayı başı olarak duyurulmasına karşın 15 Kasımda ancak başlandığını, ilk günlük programda dersimizin perşembe gününe konduğunu, bu nedenle ilk dersimizin 18 Kasım günü başladığını, derslerin genel uygulanması üstüne öğretmenimizin açıklamalarından sonra Montaigne'den bir metni Mustafa Parlar arkadaşımızın okuduğunu söyledim. Metnin konusu!. . deyince öğretmen elini kaldırıp konuşmamı durdurdu. Bu kez Mustafa Parlar'a:

- Zaten elin kalkmıştı, okuduğumuz metni özetleyerek arkadaşlara anımsatalım! dedi. Mustafa Parlar okuduğu yazıyı özetleyince öğretmen:

-İşte sizden istediğim bu, bu kadarcığı yapmayacak ya da yapamayacaksanız, demek oluyor ki siz bu okulun amacına uygun bir kişi olarak yetişmeye hazır değilsiniz. Yapacak bir şey yok, seçim sizin hakkınız! Biz de, halkın deyimiyle:

-Yolcu yolunda gerek! deyip yolumuza sizsiz gideriz! Öğretmen, konuşurken ders toplamına 24 saat demişti, Kendisine gelen yazıda okulun, kasım ayı başında açılacağı bildirildiği için yanıltıcı bir sayı söylediğini, onu 20 saat olarak düzeltti. Arkasından da:

-Okuduğumuz sınırlı sayıdaki metinlerin belli bir kalıcı yanı olanlarını seçtim; geçici, oyalayıcı değil evrensel düzeydeki konuları ortaya getirmeyi amaçladım. Bu nedenle, ötekilerin de en az bugünkü örneğe uyacak şekilde anımsanacağını umuyordum. Gene de bu umudum tümden tükenmiş değil. "Umut fakirin ekmeğidir!" diye bir Atasözümüz vardır. Halkımız bunu çok söyler. Söyler ama inanmaz, onunla gönül eyler. Arkasından da bir deyimle yanıtını kendi verir:

-Uma uma döndük muma! Hoş biz muma falan dönmedik, beklentilerimizde yanılgımız olacağı kuşkusu içinde derslerimizi bir süre daha sürdüreceğiz! deyip ayrıldı.

Öğretmen çıkınca kimse yerinden kımıldamadı. Burhan Güvenir elini, yanında oturduğu kitaplık rafına vurarak:

-Uslu atın çiftesi pek olur! deyip sustu. Gülenler oldu. Kadir Aytekin gülerek:

-Yapma Satılmış, dikkat et, o sana da vurabilir! Ağız dalaşı başlayınca kitaplık boşaldı.

Yunus Kazım Köni Öğretmen gecikmeli geldi. Gelir gelmez de niçin geciktiğini anlattı. Okul Müdürü bir konuda kendisine danışmış. Danışma konusu burada üstünde durulacak ölçüde önemli değilmiş ancak Danışma Olayı üstünde durulmaya değermiş. İnsan psikolojisi açısından çok önemliymiş. "Sora sora Bağdat bulunur." atasözünü önce söyledi sonra da anlamını sordu. Sora sora Bağdat'a gitmeyi çok doğal bulanlar oldu; bunu bir Atasözü olamayacağı savunuldu. Konu Atasözleri üstüne döndü. Az önceki dersin tersine konuşanlar çoğaldı. Veli Demiröz söz istedi:

-Ben Konya'lıyım, uzun tatilimde buradan Konya'ya kestirmeden gitmek istesem, köyden köye Konya'ya varırım. Konya'ya ulaşınca:

-Sora sora Konya'yı buldum ya da vardım dersem! deyince gülenler oldu. Birisi de:

-Veli Demiröz sözü! deyince öğretmen ses gelen tarafa bakarak

-Efendim! deyip bir süre duraksadıktan sonra:

-Efendim, siz Atasözlerine gereken önemi vermiyorsunuz ya da size onların önemini gereğince anlatmamışlar. Atasözleri kişilerce yapılmaz, yapılmaz değil yapılamaz da! "Sarı çizmeli Mehmet Ağa!" bir deyimdir. Kim demiş bunu? Ben bugüne dek bu sözü hiç söylemedim. Ama çarşı-pazar dolaşırken hep duyuyorum. Atı alan Üsküdar'ı geçti! Ne demek bu? Sen, istediğin kadar buna yabancı kal, bu söz senin çevrende söylenecek. İstersen bir gün sen de:

-Kayığa binen Boğazı geçti! de. Karşındaki de sana:

-Ne olmuş yani, kayığa atlayan binlerce kişi her gün boğazı geçiyor! diyecek. Atasözlerini, anladım sanmakla gerçekten anlamak ayrı şeyler. Anlamak için biraz üstünde durmak gerekiyor. Örneğin bir Atasözü:

-Bit yiğitte bulunur! der. Çok insan bunu, bit sözüne bakıp eliyle iter gibi sözü kendinden uzaklaştırır. O öyle sanır! Oysa sözün özü, "Ne varsa yiğitte vardır, yiğit insan açık yürekli, kanlı canlıdır, çevresine yardımcı olur. Bir de bunun tersini düşünelim; tembel, cılız, beceriksiz, kimseye yardım etmek şöyle dursun kendine hayrı olmayan biri. . . . İşte böylesine halk:

-Hadi oradan, sende bit bile bulunmaz! anlamını ters çevirip özetlemiştir:

-Bit yiğitte bulunur! Üzülmeyin, yiğit bit taşımaz, ama bu sözden de yüksünmez çünkü o yiğittir. Konuşmalar durdu. Öğretmen:

-Efendim, sözü nereden başlattık, nerelere götürdük. Bir bakıma bu, iyi de oldu; bu da bir danışma yöntemidir. Ben söze başlarken danışma sözünden girerek Psikoloji Biliminin gelişip güncelleşmesinde Danışmanın önemini belirtmek istemiştim. Evet, evet bir çok insanın iç sıkıntılarını Tıp adamlarına danışması sonucu psikoloji, günümüzde önemli bir noktaya ulaşmıştır. İlk psikologlar tıp doktorlarıdır. Rahatsızlık çeken sayısız insan bir bilene danışmaktan çekinir. Bu çekingenliği yüzünden de derdine deva bulamaz, hastalığa yenilip yarı yolda yaşamını bitirir. İlk derslerde Sigmund Freud, Psikoanaliz sözleri edilmişti. Sözü onlara getirip ilerde tekrar ele almak üzere şöyle bir tanıyalım. Sözleri edildiğine göre sanırım bu konuda görmemesine karşın kendi merakı nedeniyle bilgi edinenler olmuştur…

Öğretmen böyle deyince Mehmet Toydemir, Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen onlara dönerken zil çaldı. Öğretmen gülümsedi:

-Buraya noktayı koyalım, haftaya söze siz başlayacaksınız! deyip ayrıldı.

Öğretmen çıkınca Mehmet Toydemir'e sataşanlar oldu:

-Gösteriş için parmak kaldırdın! Mehmet Toydemir'den önce Hasan Özden:

-Ne varmış bunda, bela mela karıştırıyorsunuz, güç de olsa bu bahaneyle bir iki söz öğrenmiş olacağız! Sık sık yaptığı karşı çıkma numaralarından birini yapmaya kalkan Durmuş Ali Uğur:

-Ben o sözlerden birini öğrendim bile "psi-ana-liz!" deyip gülünce Hasan Özden:

-Aferin oğlum Ali Durmuş, az daha gayret et, sen bu kafayla yakında psiko-babayı da öğrenirsin! Durmuş Ali, Hasan Özden'e doğru yönelirken, önüne çıkanlar oldu. Bu kez de Muzaffer Kayhan titrek bir sesle:

-Analı babalı büyüyen bizler, anayı babadan ayırmayız. Babasız büyüyenler bunu bilmezler. Kimi kastediyorsun? sorusu soruldu ama, kimseden yanıt çıkmadı. Ayıp oldu!-Hak etti!-Ne var bunda? söylemleri arasında yemeğe indik.

Yemekte, az önceki tatsız konuşmalara ön vermemek için Ekrem Bilgin akşam çalınacak plakları sordu. Benden önce Kadir Pekgöz:

-Akşam plak dinleme var mı? deyince ben geçen hafta topluca aldığımız karara göre her salı akşamı plak dinleneceğini; geçen hafta öyle yaptığımızı tekrarladıktan sonra akşam çalınacak plakları söyledim.

2. liste :   

1. Wolfgang Amadeus Mozart, Jüpiter Senfoni (No 41), 4 plak

2. Felix Mendelssohn, Bir Yaz Gecesi (Uvertür), 2 plak

3. Johannes Brahms, La Major Sonat, 2 plak

4. Edvard Grieg, Peer Gynt Süit No 1, 2 plak

Söylediğim iyi oldu, arkadaşlar plaklar arasında dinleyip dinlemediklerini seçme tartışmasını yemek boyunca sürdürdüler. Bir bakıma iyi oldu, derslikteki takışma konuşulsaydı belki de değişik düşünenler çıkıp konuşmalar bizim salona dek uzayacaktı. Gerçekte tartışma psikoloji, psikoanaliz, ya da Freud değil, bitti gibi görünen ama alttan alta süren Kızılçullu-Çifteler çatışması. Bizim bölümdeki Kızılçullular pek ayrılık yapmıyor ya da yapmaz görünüyorsa da ders dışı zamanlardaki kümeleşmeler pek değişmedi. Çiftelerli arkadaşlar bu kümeleşmeyi yaptıkları gibi açık açık da üstünlüklerini sürdürmeye çabalıyorlar. Tüm böbürlenmelerine karşın bizim sınıfta şimdilik böyle bir şansı yakalayanları olmadı. Bölüm Başının eski öğretmenleri olmakla öğünmelerine karşın Bölüm Başından en çok paparayı onlar yiyor.

Öztekin Öğretmen dikkatimizi çekerek:

-Yüksek Okullar arasında yapılacak tanışma toplantılarında bölüm olarak neler yapabiliriz? sorusunu sorarak hepimizin düşüncesini sordu. Kenarda oturuyordum son soru bana gelince sordum:

-Yapılacak toplantılara tüm okullar mı katılacak, yoksa ikişer ya da üçer olarak bölünecek mi? Öğretmen gülümseyerek sordu:

-Ne değişir? Biz hazırlığımızı yaparız karşımızda kim olursa olsun farketmez! dedi. Dedi ama ne düşündüyse benim dilimin altındakini çıkarmamı istedi. Ben de:

-Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünde tanıdığım var, eğer oradakiler hep öyleyse biz onların yanında! derken, Öztekin Öğretmen sözü ağzımdan alıp:

-İşi yarışa dökmeyeceğiz, olabildiğince değişik gösteriler seçeceğiz, ilgililerle ilişki kurup ona göre kendimizi hazırlayacağımız! dedikten sonra da:

- Gazi Eğitim Enstitüsünün Müzik Bölümünün köklü bir kurumdur. Öğrencilerini tüm Türkiye genelinden seçerek alır, okulu bitirenler salt müzik öğretmenliği yapar. Buna karşın orada da herkes üstün bir başarı gösteremez. Örneğin, Cumhur Başkanlığı Senfoni Orkestrası için açılan sınavlara girenlerin çoğunun başaramadığını biliyoruz! dedi.

Bu açıklamalardan sonra kemancılar, bir süre bireysel olarak geçen hafta seçtikleri parçaları çalıştıktan sonra Öztekin Öğretmenin yönetiminde tek ses- çift ses çalışması yaptılar. 2. Sınıflar, salı-perşembe günleri Enstitü bölümün de uygulama derslerine katıldıklarından alt odadaki piyano tümüyle bana kaldı. Für Elise parçasının tamamını ezberledim. Son oktav atlama bölümünde bir iki takılma dışında oldukça düzgün çalmaya başladım. (Tempo 1)

Yukarı çıkınca arkadaşların çoğunun gitmiş olduğunu gördüm. Ekrem Bilgin, İbrahim Şen, Talip Apaydın, Mehmet Ünver hepsi birer köşeye çekilmiş çalışıyorlardı. Piyanonun boş olduğunu görünce az önce piyanodan kalkmamışım gibi gene oturdum. Bu piyanonun sesi daha güzel, aşağıdaki gibi metal değil (Metal ses söylemini akortçu Mithat Kurfalı Öğretmen söylemişti) akordiyonun sesini andıran bir yumuşaklık var. Für Elise çalmaya başladım. Yan gözle de (İlgilenmiyormuşum gibi davranmama karşın) arkadaşlara baktım; önce Talip kemanı kolunun altına alıp yay elinde yakınıma dek geldi. Bakmadan keman seslerini saydım, dört kemandan bir kemana indi, az sonra o da durunca kalktım. Bir de aldatmaca yaptım:

-A siz gitmemişsiniz; ben sizi gitti sandım! dedim. Önce Talip güzel çaldığımı, çalışmamın meyvesini aldığımı söyledi. Bu, Talip'in beni üçüncü onurlandırışıydı. Ben de:

-Piyano kemana göre başlangıçlarda kolay, bunu yeni yeni anlıyorum, ancak ileriye doğru o da zorlaşacak! diyerek sözü bağladım.

 

Talip Apaydın

Arkadaşlarla konuşarak yemeğe gittik. Azıcık gecikmişiz, masadakiler çıkışırca nerede kaldığımı sordular. Ekrem Bilgin, benim onlara konser verdiğimi söyledi. Yemek boyunca da çaldığım parçanın adını defalarca sordu. Faik Öğretmenden dinlediğim Für Elise parçasının besteleniş öyküsünü anlattım. Hemşerim Kadir Pekgöz ne düşündüyse ortaya:

-Bu müzikçiler aptal mı ne? Olmayacak işler yapıyor, başlarını derde sokuyor! dedi. Arkasından da Danko Pista filmini örnek verdi. Filmi iki kez izleyen Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül Kadir'e sordular:

-Sen o filmin neresini beğenmedin? İki arkadaş birden çıkışınca Kadir azıcık ürker gibi oldu: Adamın ölümünü beğendiniz mi? diye sordu. "Ölüm beğenilir mi?" sorusu soruldu, konuya başka karışanlar oldu. Kadir'i savunmak için değil, konuşma yönünün değiştiğini anımsatarak Kadir'in ilk sözünü tekrarladım:

-Bu müzikçiler aptal mı ne? Olmayacak işler yapıyor, başları derde giriyor. Bu sözden sonra Danko Pista filmi bir örnek olmaz. Önce bunda anlaşalım. Für Elise bestecisi Beethoven'in başına bu beste için bir bela gelmemiş, tersine güzel bir adla güzel bir piyano parçası ortaya çıkmış. Ekrem Bilgin söze karıştı:

-Sahiden güzel bir parça, insana eliyle bir iş yaparmış duygusunu uyandırıyor, tornavida ile burgulu çivi çakar gibi falan! deyince arkadaşlar güldüler:

-Yeni bir müzikçi anlatımı "Burgulu çivi çevirmek, kağnı geçiyormuş gibi yay çekmek, çivi çakarmış gibi tuşlara basmak, koyun melemesi gibi nota okumak, A... i... diyerek çıkıcı gam yapmak (Eşek anırması) Örnekler giderek tatsızlaşınca herkes uyarıya başladı:

-Biz şimdi kiminle dalga geçiyoruz? KENDİMİZLE!

Öztekin Öğretmen erken geldi, gelir gelmez listeye baktı, Mozart Jüpiter senfoni için, bu adı besteci Mozart takmamıştır. Bestelendiği 1780'li yıllarda bilinen senfonilerin en görkemlisi sayıldığından eleştirmenler bu adı yakıştırmış! dedi. Öğretmenin işaretini beklerken, öğretmen bu defa:

-İbrahim plağı koymaya hazırlandın ama bu gibi büyük eserlerde kısa bilgiler verelim, hiç değilse ton , bölüm gibi karakter belirleyen özellikleri söyleyelim! deyince kendim için hazırladığım kısa notumu okudum. Wolfgang Amadeus Mozart- Senfoni numarası 41. Do Major tonunda, Mozart eserlerinin Köhel sıralamasında numarası 551, dört bölümdür. Bölüm başlıkları:

1-Allegro Vivace

2. Andante Cantabile

3. Menuetto Allegretto

4. Finale Molto Allegro

Öztekin Öğretmen teşekkür etti. Fahri Yücel, elini kaldırdı. Öğretmen Fahri'ye dönünce Fahri Yücel:

-Senfoninin adı dikkatimi çekti. Jüpiter. Jüpiter Romalıların tanrısı. Daha eski olan Yunanlıların Zeus'u karşılığı. Üstelik daha yaygın tanınıyor. Neden Zeus değil de Jüpiter denmiş olabilir? Öğretmen, Fahri'ye:

-Sormakta haklısın, güzel bir soru; ancak ben bunu hiç düşünmedim. Jüpiter Senfoni deniyorsa da ben onu, Mozart’ın 41 nolu senfonisi olarak dinliyorum, doğrusu soruna bir doğru cevap verecek durumda değilim. Bunun önemli bir nedeni vardır; Mahmut Ragıp Öğretmenimiz bilir; unutma, bir konserde soralım!

Öğretmen, işaret verince plağı koydum. Daha önce dinlediğim için bazı yerler tanıdık gibi geliyor. İlk bölümü yer yer yağmurlu havalara benzettim, Özellikle yaza yaklaşan bahar aylarındaki yağmurlar gürültülü gelir, ara ara yağacak gibi sakinleşti sanılırken birden gürleme başlar. Bölüm boyunca öyle duygular içinde dinledim. 1. Bölümün bir özelliği de sanki senfoni bitiyormuş gibi gürültülü bağlanması. 2. Bölüm çok sakin başladı. Çalgılar konuşur gibi bir birine yanıt verdiler. Yaylılar daha yavaş flütler biraz daha baskın olan yerler oldu. Başladığı gibi bitti, son çalan flüttü. 3 Bölümde birinci bölümü andıran ara çıkışlar oldu. Sanki iki grup çalgı konuştu, yaylılar yavaştan aldı, nefesliler yüksekten gitti. Yer yer de fısıltılar oldu. buna karşın arada birden coşmalar sürdü. Sona doğru gene gök gürültülü yağmur havasını anımsadım ara ara gök gürledi. 4. Bölümde gene flüt öncülük etti, zaman öncülük zaman zaman da sanki orkestrayı kışkırtıyormuşçasına önde gidişi bitişe dek sürerken güçlü akor vuruşlarıyla bitti.

2. Plak, Felix Mendelsshon'un Bir Yaz Gecesi Rüyası (Uvertür) Bunu da daha önce dinledik. Ancak arkadaşlar çok sevdikleri için ara ara çalıyoruz. Özellikle sonundaki marş, düğünlerde çok çalınıyormuş. (Düğün Marşı, kapakta da Hochzeitsmarsch yazıyor. )

3. plak Johannes Brahms'ın keman-piyano sonatı. Öztekin Öğretmen gülerek:

-Bakın işte bizim dikkatle dinleyeceğimiz bir eser. Eser dediğime bakmayın, şekil olarak diyorum. Bizler, yani daha çok sizler kemanları ilerletebilirseniz ancak bu tür bir konsere katılabileceksiniz. Bulunduğunuz yerde bir piyano çalan olursa bu tür sonatlar sizin için aranan eserler olacaktır. Klasik müzik türünün çift çalgılarda en yaygını Keman-Piyano sonatlarıdır. Daha önce Cesar Franck'tan dinlemiştik. Onu anımsatınca Öğretmen bana takıldı:

-İbrahim de fırsatı kaçırmaz, unutkanları hemen uyarır. Sahi biz Cesar Franck'ın ünlü sonatını dinlemiştik. Şimdi dinleyeceğimiz sonatlar arasında benzerlikler vardır. Zaten besteciler yaştaş sayılacak kadar yakın yıllarda yaşamışlardır. En büyük fark Johannes Brahms Alman, hem de inadına Almandır. Al ondan da o kadar; Cesar Franck da inadına Fransız'dır. Öğretmen sözünü bitirince izin isteyip bir benzerliği de ben ekledim:

-İki sonat da La major tonunda!

Öğretmen işaret edince plağı koydum. Oldukça ağır bir sonat, kolay bellenecek bir melodisi yok gibi. Plak sonunda öğretmen:

- Brahms, armoniye önem veren bestecilerdendir, ona "İkinci Beethoven!" diyenler de vardır. Brahms, çok dinlenince çok sevilen bestecilerin başında gelir. Belleğe yerleşen melodileri kolay kolay unutulmaz. Mehmet Yelaldı, Şan derslerinde söylediğimiz Ninni'yi anımsattı. Öğretmen de:

-Evet evet, Brahms'ın, büyük boy eserleri yanında küçük gibi görünmesine karşın çok yaygın bilinen eserleri de vardır. Örneğin Macar Dansları; Macar Danslarını çalmayı deneyin, seveceğinizi sanıyorum, notaları var.

4. Plak Edvard Grieg. Peer Gynt no 1 Süit. Bu da daha önce dinlediklerimizden. Program biraz geç bittiği için yorum yapmadan dağıldık.

Yatınca Fahri Yücel'in sorusunu anımsadım. Tam da Malik Aksel Öğretmene sorulacak bir soru. Jüpiter-Zeus, Eski Roma-Eski Yunanistan! Orta bölümdeyken okuduğumuz tarihte Jüpiter çok geçmemişti. Bildiğim kadarıyla Romalıların Yunanlılar kadar bol Tanrısı da yok. Yunanlıların Zeus'tan başka, Apollo, Poseidon, Hera, Afrodit, Artemis olmak üzere daha bir çok Tanrıları varmış. Romalıların bir de güzellik Tanrısı Venüs'ü var. Belki başkası da olacak ama anımsayamadım, onları düşünürken uyumuşum. Birden bir gürültü oldu gibi geldi; kendimi rüyada sandım. Ama gerçekti, herkes ayakta, birileri biz de çıkalım! deyince gözlerimi açtım çoğunluk 2. Sınıflar, çevremde. Ne var, ne oldu? diye sorunca 2. Sınıflardan Rıza Dönmez:

-Çok yorgun yatmış olmalısın duyamadın, çok büyük bir deprem oldu. Önce ben de anlayamadım. Gözlerimi açınca başımın döndüğünü farkettim. Arkadaşlar "Deprem!” deyince toparlanıp dışarıya fırladım. Sonra geri dönüp yatan arkadaşları uyarmak gereğini duydum.

Baktım Rıza çok heyecanlı, neredeyse kolumdan tutup dışarıya sürükleyecek. Ben ağırdan alınca:

-Sen depremin ne olduğunu bilmiyorsun galiba deyip, kederli bir sesle tanık olduğu bir depremi anlattı. Kızılçullu'da okurken (2 yıl önce) Muğla'da deprem olmuş. Depremden sonra Muğlalı öğrencilere izin verilmiş, Rıza o zaman depremden zarar görenleri, evsiz kalıp ortalıkta çığlık atanları görmüş. Onların acılarını hala yüreğinden atamamış. Rıza beni çıkarmaya çalışırken arkadaşlardan geri gelenler oldu. Kendi sınıfından arkadaşları Rıza'nın durumunu bildiklerinden neredeyse kesin garantiler vererek yatağına götürdüler. Yakınımda yatanlar da dönünce ben de yatağıma uzandım. Yatar yatmaz uyumuşum.

 

2 Şubat 1944 Çarşamba

 

Kalkar kalkmaz gene depremden söz edilmeye başlandı. Ölçü de Erzincan Depremi, 40. 000 insan ölmüş, tüm kent binaları yıkılmış!

Abdullah Ön, yüksek sesle uyardı:

-Her depremde o dedikleriniz olmaz; ne olup bittiğini öğrenmeden varsayımlarla insanların canını sıkmayalım. Depremlerden zarar görmüş arkadaşlarımız var, onları üzmeyelim! deyince bir kaç kişi ona katıldı. Bu kez bizim sınıftan söze karışan oldu:

-Deprem bir Sosyolojik olay mıdır? Yusuf Asıl da:

- Ankara Grubu bugün onu da anlatsın! Yusuf'un sözüne uyar gibi görünüp de sataşmak isteyenler ağızlarından baklaları çıkardılar:

-Ankaralılar! Köylerinizin kızlarını da anlatacak mısınız? Ankaralılar adına Burhan Güvenir kendini sözcü sayıp karşılık verdi:

-Merak etmeyin, eşşeklerini bile anlatacağız. Eşek sözünü bastıra bastıra "Eşşek!" olarak söylemesi birilerince kendisine sataşmak için bir bahane sayıldı. Sabri Taşkın, Mehmet Kocaefe, Ahmet Özkan üçü birden:

- Köyünüzün eşşeklerini anlatmaya gerek yok, onları biliyoruz; aramızda yeteri kadar örnekleri var! dediler. Ali Bilgin'le Ali Bayrak, ikisi birden söylenen sözün açıklanmasını istediler. Bu kez de daha kalabalık bir grup önce "Eşşek!" sözünün açıklanması koşulunu öne sürdü. Veli Demiröz:

-Bizim Konya köylerinde genellikle eşekler üstüne kurulan sözlerde bildiğiniz eşek “Eşşek” olur deyince Bekir Semerci bu söze karşı durdu:

-Konya'nın hangi köylerinde? Konya büyük bir alan kaplıyor! deyince Veli Demiröz:

-Bütün Konya köylerinde, "Eşşek oğlu eşşek, Eşşeğin teki, Eşşeğe gem vurma, kendisini at sanır! Daha sayayım mı? deyip gitti.

-İki Konyalı, eşek yüzünden kapıştı! diyerek gülenler oldu. Bekir Semerci:

-Adam beni dinlemeden söylendi gitti; doğrucu başı! Deyince de bir başka Konyalı Muttalip Çardak:

-Veli Demiröz Konyalı olmasına Konyalıdır ama salt kendisini Konyalı sayar; gerçekte ise Bozkırlıdır. Bozkır nere Konya nere? Ali Özcan, Hüseyin Elmasyazar, Numan Köseoğlu üçü birden:

-Kesin şu Konya üstüne takazayı; yapacaksanız Karaman-Bozkır tartışması yapın! dediler. Bekir Semerci:

-Siz de duydunuz arkadaşlar; ben bir soru sordum. Ben Konya merkez köylerinden değilim ama gene de Konya ilinin en büyük ilçesindenim. Karaman'ın çok geniş bir çevresi vardır. Şuna bak:

-Bozkır gibi küçük, sapa bir çevre tüm Konya’yı temsil edecek! Konya'dan daha eski bir kültür merkezi olan Karaman, bir Bozkırlının söylediklerinden habersiz kalacak! olur mu bu, yakışır mı bir gerçek Karamanlıya? Bir Karamanlı olarak ben, bunu demek istedim. Hüseyin Elmasyazar, Bekir Semerci'nin koluna girdi, fısıldaşarak çıktılar. Onlar gidince Muttalip Çardak, bana açıklama yaptı:

-Bunlar, Çiftelerde de böyleydi. Konya monya diyorlar ama okula girdiklerinden beri böyle zıtlaşırlar. Bekir sakin görünür, kincidir. Veli atak konuşur, çok gelgeçtir, az sonra Bekir'in yanında görürsen şaşma! deyip güldü.

Kahvaltıda da Konyalıların tartışması gene konu oldu. "Bir bakıma iyi oldu, deprem sıkıntısından kurtulduk!" Sahiden bu tartışma neden çıktı? Kızılçullu arkadaşlar olaya değişik baktılar; Halil Yıldırım ağzından kaçırdı:

-Ha şöyle, birbirine girsin keratalar; bizimle uğraşacaklarına bir birlerini yesinler! Arkadaşa karşı bir kaç söz söylemem gerektiğini duydum ama onun yerine Veli Demiröz'ün örneklerinin doğruluğunu söyledim. Eşek, eşek deyip duruyoruz ama, söylemlerde halk çoğunlukla "eşşek!" diyor. Örneğin Eşşek hoşaftan ne anlar? Eşşeğin biri, Eşşek şakası, gibi sözler insanların öfkeli olduğu zamanlarda böyle söylenir. Gerçekte bunlar hep eşek üstünedir ama söylerken değişmektedir. Sanırım Veli Demiröz de bunu demek istedi. Hemen soranlar oldu:

-Sen Veli Demiröz'ü mü tutuyorsun? Taraf tutmadığımı, doğruyu bulmaya çalıştığımı, gerçekte Bekir Semerci'yle sık sık konuştuğumu, tutmak istesem onu tutacağımı, ancak şimdiki durumda onu tutarsam haksızlık edeceğimi, Bekir Semerci'nin son sözü söylemediğini, o, son sözünü söyleyince durumun daha da aydınlanacağını umduğumu söyledim.

Salona gidince gördüğümüze hiç de şaşmadım; Hüseyin Elmasyazar, Bekir Semerci, Veli Demiröz yan yana oturuyordu.

İbrahim Yasa Öğretmen, ağzında pipo ile kapıya dek geldi, kapı önünde bir süre, arkası bize dönük durduktan sonra salona girdi.

Ankara Köyleri için başlattıkları çalışmaların ana planını hazırladıklarını, bunun bir taslağının hepimize dağıtılacağını anlattı. Elindeki bir kağıttan bazı maddeler okudu. Sorulacak sorulardan biri, evlilik üstüneydi, çiftlerin kendi isteğiyle evlenip evlenmediği soruluyordu. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Sami:

-Bu sorunuza cevap alamazsınız! deyince öğretmen Sami Akıncı'nın kendi köyü için hazırladığı ödevi anımsadı; ya da öyle göründü. Gülümseyerek:

-Öyle ya, sizin bu konuda bir araştırmanız vardı, deneyimlisiniz; rica etsem o yazınızı bize okur musunuz? deyince Sami sordu:

-Tamamını mı yoksa salt Evlenme bölümünü mü? Sami hazırmış, konuşur gibi ağır ağır, oldukça yüksek sesle Bayramlı Köyünde Evlenme bölümünü okudu.

Arada öğretmen belli yerleri tekrarlattı, belli yerlerde durdurup konuştu, köyün il, ilçe merkezlerine yakınlığını sordu. Göçmen köyü olduğunu öğrenince göçlerin geldiği yerleri öğrenmek istedi. Yunanistan-Bulgaristan yanıtını alınca, bu kez de içimizde oralardan gelen olup olmadığını sordu. Yunanistan'dan gelen çıkmadı. Bulgaristan'dan gelen Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk parmak kaldırınca onlara sorular sordu. Örneğin, oraya ne zaman, nereden geldikleri sorusuna arkadaşlar cevap veremeyince öğretmen oldukça dertlendi:

-İşte biz hep böyleyiz:

-Ne giderken ne de gelirken ayrıldığımız yerleri için notlar tutmamışız. Bulgaristan'a gidenler, ayrıldıkları yeri belirleyemezler miydi, ayrıldıkları tarihi yazamazlar mıydı? diye sorunca arkadaşlardan "Çok zaman geçti!" diyenler oldu. Öğretmen birden:

-Ne çok zamanı? Rumeli’yi 15. yy'de aldık, oralara yerleşmeler 16. yy sonuna dek sürdü. Aynı tarihte Amerika'ya, Allah'ın yaban kırına gidenler nasıl tutmuş? Bugün Amerika'da hangi eve girsen, nereden, hangi tarihte geldiğini her aile bilir. Ne dendiği pek anlaşılmadı ama arkadaşlar kendi kendine bir şeyler söylediler. Bu arada Ahmet Özkan parmak kaldırdı, öğretmen söz verince:

-Sizin aileniz bu söylediklerinizi yapmış mı? diye sordu. Öğretmen soruya güldü; sonra da:

-Ben Amerika'dan söz ettim ama orada doğmadım, ben de Türkiyeliyim. Benim, nüfus kayıtlarım da karmaşıktır. Hele doğduğum yıl bile bir bilmece gibidir. Çünkü ben doğduğumda; benden önce doğup kısa zamanda ölen bir kardeşimin adı bana verilmiş hatta nüfus kağıdım da ölen ağabeyimindir. Bu nedenle ben çocukluğumu hep 6 yaş önde yaşıma göre daha yetişkin olarak geçirdim. 25 yaşımda öğretmen okulunu bitirmiş görünmeme karşın, gerçekte 19 yaşımdaydım. Sınav kazanıp Amerika'ya gitmeseydim, sanırım beni çoktaaaan askere alacaklardı. Bakın askerliğimi şimdi yapıyorum. Nüfus kağıdımda ise neredeyse askerlikten muaf tutulacak bir yaşta görünüyorum. Doğum yerim de Demirhisar, bilir misiniz Demirhisar nerede?

Demirhisar'ı, Seferhisar anlayan olmuş İzmirli Mestan Yapıcı'ya bakan oldu. Mestan omuz silkti. Öğretmen gördü, gülerek Mestan'a sordu:

-Ne o, bildiğini mi söyleyeceksin? O kadar uzak ki, oraya gitmekten Amerika'ya gitmek daha kolay. İşte böyle, birbirimizden farkımız yok; bu bir toplumsal kusurdur. Bırakın yüz yılları, dedelerimizi bile çabucak unutuyoruz. Tüm bunlar, okumamışlığın verdiği bir toplumsal uyuşukluktur. Öğretmen olarak ilk işlerimizden biri bu vurdumduymazlığı ortadan kaldırmak olmalı!

Dersin bittiğini zil duyurunca öğretmen Sami Akıncı'ya teşekkür etti. Daha çok var mı? diye sordu. Sami Akıncı, olduğunu söyleyince, öğretmen:

-Araştırmanın öteki bölümlerini de dinleyeceğiz! deyip ayrıldı.

Doçent Dr. Halil Demircioğlu dolu, oldukça da büyük çantasını masaya koyduktan sonra:

-Bugün okumaya biraz ara verelim. Atatürk, Türk Ulusunu bir ülkü yolunda toplamak amacıyla savaş sürecinde kendisi çok üzen İç İsyanlara nutkunda fazla yer ayırmamıştır. Yer yer anmıştır ama yapılan zararları ayrıntılarıyla anlatmamıştır. Oysa İç İsyanlar Kurtuluş Savaşını neredeyse akim kılacak boyutlarda savaş boyunca sürmüştür!" dedikten sonra:

-Örneğin Konya İsyanları önce Konya Valisinin yaptığı bir ihanetle taçlanmıştır. Dedikten sonra valinin gizlice İstanbul hükümetiyle bağlantı kurduğunu anlattı. Arkasından da "İlk Bozkır İsyanı!" dedi. Öğretmen:

-İlk Bozkır İsyanı! diye tekrarlayınca arkadaşlarda bir kıpırdanma oldu. İçimden "Eyvah, Bozkırlı Veli Demiröz için bu bir şanssızlık!" dedim. Neyse, o sıra Padişah hükümetindeki bir kabine değişikliğine atlayarak isyanları anlatmayı geri bıraktı. Padişah tarafından seçilen Sadrazamın, kabineyi kuran yeteneksiz sadrazamın seçtiği kabinede görev alanların ihanetlerini anlattı. Sarayda görevli, kişiliksiz insanların doldurduğu kabinelerin yurt durumuyla bir ilgisi olmadığını anlattı. Damat Ferit'in salt saraydan evli olduğu için (eşi padişah Mehmet Vahdettin'in kız kardeşi) sadrazam olduğunu, Damat Ferit'in yaratılış olarak dengesizliğini, ancak kurnazlığı nedeniyle dul Mediha Sultanla evlenerek, dış ülkelerde görev alarak kurnazlığını politikayla özümleştirip göz boyama ustası olduğundan Padişahları kandırdığını, paşalığının da askerlikle hiç bir ilgisi olmadığını, üst makamlarda bulunup bolca gelir sağlaması için böyle bir sıfat takıldığını anlattı. Diğer bir sadrazam Ali Rıza Paşanın da gerçek paşa olmadığını tekrarladı. Saray damatlarını seçme işinin tümüyle sultanların gönlüne bırakıldığını, oysa damatların sonraları tüm devletin yönetimini ele aldığını tekrarladı. Buna kötü bir örnek olarak da Damat Ferit Paşa'yı gösterdi. Tüm başarısızlıklarına karşın beş kez sadrazam oluşunu padişahın basiretsizliğine bağladı. Sadrazamlık konusunun Osmanlı devletinin kuruluşunda önemli bir mevki olduğunu kimi sadrazamların padişahların bile önüne geçtiğini örneğin Sokullu Mehmet Paşa'nın sadrazamlığı Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1565 - 1 yıl) başlamış, oğlu 2. Selim'in saltanatı (8 yıl) boyunca, torunu 3. Murat zamanında da katledilişine dek (5 yıl) olmak üzere tam 14 yıl sürdürmüştür. Buna karşın Sadrazamların ayrılmaları hatta yok edilişleri padişahın dilinin ucunda olduğunu, Yavuz Sultan Selim'in 8 sadrazam öldürttüğünü anlattı. Cumhuriyet Yönetimlerinin bu bakımdan da aranan bir yönetim şekli olduğunu anlatırken dersimiz bitti. Öğretmen, İç İsyanlara devam edeceğiz! deyip ayrıldı. Bizim Kepirtepeli Bekir Temuçin'in sesi geldi "Hadi konuş adaş!" dedi. İşte bu hiç aklıma gelmemişti. Sahiden bizim de bir Bekir arkadaşımız vardı. Onlar da öteki addaşlar gibi buluşup konuşmuş arkadaşlığı bir bakıma ilerletmiş olacaklar ki bizim Gerdellili Bekir içtenliği o denli ilerletmiş ki neredeyse adaşını kavgaya kışkırtıyor. Bekir Temuçin'e sataştım:

-Ne o adaşını kavgaya mı kızıştırıyorsun? Bekir Temuçin:

-Yok hemşerim, benim adaşım olgundur, kavga etmez; gerçeği ortaya çıkarma taraftarıdır. Bu onun hakkı değil mi yani? Daha sonra da yanıma gelip Bekir Semerci'yi bana övdü. Ben de Bekir Semerci'yi iyi tanıdığımı, sabahleyinki konuşmasında da bir anlamsızlık görmediğimi, salt söylenen genel bir sözün daha sınırlı tutulmasını uyarmak şeklinde yorumladığımı söyledim. Konuyu değiştirip köyüne yakın köylere öğretmen giden arkadaşları, Arif'le Yakup'u konuştuk. Bekir ikisiyle de mektuplaşıyormuş.

Yemekte deprem sözü gene depreşti. Deprem Ankara'ya yakın çevrede olmuş, Deprem merkezi Bolu'da binlerce ev yıkılmış, ancak ölü sayısı yüzlerle anılıyormuş. Bolu'nun bir il olduğunu biliyoruz ama içimizde kent merkezini görenimiz çıkmadı. Tren yolu geçmediği için Ankara'ya gelip giderken gördüklerimiz arasında Bolu yok. Bolu Beyi bir şiirde geçiyordu, Köroğlu Bolu Beyine meydan okuyordu. Ormanlık, Bolu Ormanlarını hep duymuştuk. Bolu adı bir çok kentin adını çağrıştırdı; Trakyalı arkadaşlar "Hayrabolu, Gelibolu!" deyince, İnebolu, Safranbolu, Tirebolu, adları sıralandı. Arkadaşlar başka benzer ad araştırırken Yıldırım Bayazıt'ın Niğbolu savaşını anımsadım. Tarihi sevmediğini hep söyleyen Ekrem Bilgin, besbelli, konuşma konusunu değiştirmek için bana MÜZİKTE FORM nedir? diye sordu. Tam bilmemekle birlikte yakıştırmalar yapmaya kalkıştım:

Armoni dersinde Faik Canselen Öğretmen bu sözü ara ara kullanıyor:

-Formuna bakarız, formunu biliyor muyuz? Önce formuna bakalım! türü konuşmalarda çok geçiyor ama üstüne düşüp formun gerçek anlamını sormamıştım. Sonat formu, denince 1. Giriş bölümü, 2. Gelişme bölümü 3. Son bölüm ya da Final bölümü. olduğunu form sözünü etmeden söylüyordum. Senfonilerde de benzer sıralanış oluyor. Ancak senfonilerde her bölümün de özel bir formu olurmuş. Arkadaşımız Ekrem Bilgin, bu tür şekil bilgilerine çok dikkat ediyor. O nedenle biraz çekinik olarak konuştum. Ancak, bu eksikliğimi hemen gidermeye karar verdim.

Öğleden sonraki çalışmalarımız; bölümümüzün özel dersleri. Enstrüman, (Keman-piyano) Halk Türküleri-Okul Şarkıları-Marşlar-Nota yazma-Okul Çocukları için oyunlar-Milli Oyunlar-Oyunların Melodilerini çalma-Koro Yönetimi gibi bölümün özel etkinliklerinden sorumluyuz.

Bugün ilk iki saat Millî Oyunların melodileri üzerinde çalıştık. Önce hepimizin bildiği Harmandalı ele alındı. Öztekin Öğretmen, oyunlarda çaldığım tempoyla akordiyon çalmamı istedi. Çok çaldığım bir melodi olduğu için Harmandalıyı sanırım iyi çaldım. Öztekin Öğretmen arkadaşlara takıldı:

-Sizlere, bırakın şu kemanları da akordiyon öğrenin diyecek değilim, ancak Köy Enstitülerinde Müzik Öğretmenliği yapmak için akordiyon çalma zorunluluğunu da söylemeden edemeyeceğim. Bakın İbrahim bu işi şimdiden garantilemiş durumda! Öztekin Öğretmen arkadaşlara bu kez de hiç değilse kalkın hep birlikte oynayın! deyip önce kendisi kalktı. Arkadaşlar sevinerek kalkıp bir halka oluşturdular. Yan gözle baktım bizim Kepirli iki arkadaş, Kadir'le Abdullah, özürlü gibi kenara çekildiler. İçimden gülmeyi geçirdim ama gülemedim. Kepirtepe'deyken onları oyunlara sokmak için çabalarımı anımsadım. Kadir neyse ne de Abdullah'a acıdım. Şimdi de çekingen bir durum sergiliyor. Oysa hemen girip uyması onun için çok kolay. Öyle çabuk uyum sağlıyor ki ben de buna şaşıyorum. O bunun ayırdında değil mi acaba?

Oyun sonunda Öztekin Öğretmen Kadir'le Abdullah'ı sorguladı. Bu arada da Öztekin Öğretmen ağzından bir söz kaçırdı.

-Millî Oyunlar için size, Kepirtepe'ye hiç öğretmen gelmedi mi? diye sordu. Bu soru arkadaşlar için can simidi oldu; ikisi birden "Gelmedi!" deyip gülüştüler. Bu arada Çifteler Köy Enstitüsü'ne oyun öğretmeni verildiğini de öğrenmiş olduk. Kızılçullu'da Millî Oyunlar için özel öğretmen olduğunu biliyordum. Gene de Öztekin Öğretmen iki arkadaşa en kısa zamanda önemli zeybekleri öğrenmelerini önerdi:

-Yapacağımız Grup Gezilerinde konserler yanında ekip olarak Millî Oyunları da oynayacağız, sizi kenarda bırakmam, haberiniz olsun! diye bir de "Gözdağı!" verdi.

Son iki saatta enstrüman çalıştık. Für Elise'yi beğendiğim gibi olgunlaştırdım. 84 numaralı İrlanda şarkısını ders olarak hazırladım. 85-86 nolu egzersizleri çalıştım. Biliyorum Faik Canselen Öğretmen onlar üzerinde duracak. 3'lemelerin su gibi gitmesi isteyeceğini biliyorum. Geçmiş bir parçada kısa bir 3'leme denemesi yapmıştık. Faik Canselen Öğretmen o zaman:

-Yooo, bunda fedakarlık yapılmaz, bunu bir daha çalışalım! demişti. Pazar gününe dek salt onlara çalışacağım.

Akşam yemeğinde, Öztekin Öğretmenin söylediği Grup Gezisi sözü yorumlandı. Acaba nereye gidilecek? Geçen yıl böyle bir gezi yapılmamış. Bir çok avutucu olasılıklar öne sürüldü. Sabahki tartışma etkili olmuş, çoğunluk Konya'ya gitme eğilimi gösterdi. Sanat Tarihi bakımından ben de orasını yeğledim. Sanki bize sorulacakmış gibi kendi kendimize "Gelin güveyi olduk!"

Çarşamba akşamları Kitaplıkta çalışmayı gelenekleştirdim. Hamdi Keskin Öğretmenin dersinde rahat olmak için öyle bir alışkanlık edinmeye çalışıyorum. Genellikle kendi götürdüğüm kitaplara bakıyorum ama zaman zaman da kitaplıktan yararlanıyorum. Hamdi Keskin Öğretmen, bir önceki hafta "Bu hafta da Baki'den söz edeceğiz!" demişti. Geçen hafta dediğini yapmadı, genel olarak arkadaşlarla konuştu. Sanırım bu hafta Baki'den söz edecektir. Baki'nin Mersiyesinden bölümler yazdım. Mersiye Divan türü olarak Terkibi Bent. Terkib-i Bent olarak da yazılır. Bentlerden oluşmuş anlamına gelir. Terkibi Bent hakkında bilgileri, geçen haftaki notlarımda açıklamıştım. Bu hafta gazel olarak bakalım Hamdi Keskin Öğretmen hangi gazelleri seçecek. Ben de Necmettin Halil Onan'ın Divan Şiiri Antolojisi'nden iki gazel seçtim.

 

1.          Gazel

 

Lâle-hadler kıldılar gülgeşt-i sahra' semt semt

Bağ-ü rağı geldiler idüp tema'şa' semt semt

 

Aşık-ı didar-ı pakindir meğerkim cuylar

Cüst ü cü eyler seni ey serv-bala semt semt

 

Leşger_i gam geldi dil şehrine kondu çok çok

Koptu yer yer fitne vü aşub-i gavga semt semt

 

Giryeden cü-yi sirişkim sübesü oldu revan

Yine külzum gibi cuşetti bu derya semt semt

 

Şi'ri Bâki seb'a-i iklime olmuştur revan

Okunursa yiridir bu nazm-i garra semt semt

 

Ölçüsü (vezni) Fâilâtün  fâilâtün  fâilâtün  fâilün

/ . / /  / . / /   / . / /   / . /

 

Şi * ri Bâ ki* seb a i*  ik li *  me ol muş tur re van (/ . /)

O * ku nur sâ yi* ri dir bu* naz  mi gar ra* semt semt

/  . / /  /  .  / /  /  . / /   /   /

not. (*) uzatma, kısaltma (İmale-zihaf) olan heceleri gösterir.

 

Açıklama:"Lale yanaklı güzeller, gül başçelerini köşe-bucak dolaşarak güllere baktılar. Akar sular senin berrak, güzel yüzüne, servi boyuna aşık olduklarından durmadan bakıyor. Senin için kederlenenler de var, onların gönülleri gam kargaşası içinde. Ağlamaktan akan sular oluşturan gözlerim neredeyse Kızıl Deniz gibi coştu. Baki'nin bundan önceki şiirleri Yedi Cıhanda okunmuştu; bu da kapışılarak okunursa şaşmamalı!"

 

2. Gazel

Nam-nişane kalmadı fasl-ı bahardan

Düştü çemende berk-i diraht i'tibardan

 

Escar'ı bağ hırka-i tecride girdiler

Bağ-ı hazan çemende el aldı çenardan

 

Her yaneden ayağın altın akup gelir.

Eşcar_ı bağ himmet umar cuybardan

 

Sahn_ı çemende durma salınsun saba ile

Azadedir nihal bugün berk ü bardan

 

Bâki çemende hayli perişen varak

Benzer ki bir şikayet var rüzgardan

 

Ölçüsü (Vezni)      Mef'ûlü fâilâtü mefûlü  fâilün

/ / . / . / .  / / .  / . /

 

Bâ  ki çe men  de  hay  li  pe ri*  şa i miş va  rak

Ben  zer  ki  bir şi  ka *  ye  ti var rü* z gâ  r * dan

/  /  .  /  .  /   .  .  /  / .   /  .  /

Açıklama: "Bahar son buldu, bahçelerdeki ağaç yaprakları dalından yerlere serilince gözden de düştü. Bahçelerde yapraksız kalan ağaçları rüzgar (Zaman), çileye girmiş dervişler gibi ortalıkta kalakaldılar. Ağaçlar şimdi derelerden yardım umuduyla, onların ayaklarına dek altın seriyor. (sarı yapraklar) Bahçenin ortasında bir fidan meyve ve yaprağından kurtulduğu için sabah rüzgarına uyarak salınmaktadır. Ey Baki, bahçede yapraklar oldukça perişan görünüyor, belli ki onlar da (Senin gibi) zamandan yakınıyorlar. "

Not: (*) İşaretli hecelerde düzeltme vardır. Uzatma-kısaltma (İmale-zihaf)

 

Hamdi Keskin Öğretmen:

-Öğretmen olmaya kar verdinizse sevseniz de sevmeseniz de şiirle ilişkiniz sürecek. Öğretmenlik her yönüyle bir eğitim işidir. İnsanları, gelecek yaşamlarında mutlu edebilecek bilgiler kadar zevk alabilecekleri yararlı güzellikleri seçmelerine de yardımcı olmak zorundasınız. Bu güne dek okumadınızsa bilmiyor olabilirsiniz; gelecek derslerde üstünde önemle duracağız; bizim çok önemli bir Halk Edebiyatımız vardır. Bu Edebiyatın tümüne yakını şiirdir. Bu tür insanlara karşı karşıya gelince sırtınızı çeviremeyeceksiniz. Onlar hoşsohbet insanlardır. Halk onları sever-sayar. Böyle bir toplulukta onlardan biri olmak gereğini duyduğunuzda bir şarkı özellikle de bir şiir size sevgi kapısı açacaktır! demişti. Şimdiye dek ezberlediğim şiirleri gözden geçirip yetişkinlerin sevebileceği şiirler yazıp ezberleyeceğim.

Yılbaşı gecesi Namdar Rahmi Karatay ne güzel okudu. Gerçi o kendi yazmış ama besbelli başkalarının yazdıklarını da okuyordur. Hamdi Keskin Öğretmen Divan Şiirinin bir okunuş özelliği vardır, ona uyularak okunursa daha gerçekçi olur ama uymadan da okunabilir! demişti. Ben zaten o yolu kendiliğimden denemiştim. Sabahat Kartekin Öğretmenin istememesine karşın (Bunu önce bilmiyordum) Trakya Genel Valisi Abidin Özmen'e, Yahya Kemal Beyatlı'nın Mahurdan Gazel'ini okumuştum. Aruz ölçüsü için Fikret Madaralı Öğretmen İstiklal Marşı'nı incelerken, ayrıca Tevfik Fikret'in Balıkçılar şiirini okuduğumuzda aruzdan söz etmiş, tahtaya örnek yazmıştı. Ancak o zaman bunu pek anlayamamıştım. Sonraları kendiliğimden ayırdına vardım. Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirlerini okurken duyduğum rahatlığı Yahya Kemal ya da Mehmet Akif'i okurken duyamayınca önemli bir ayrılığın bulunduğunu anladım. Lise kitaplarını karıştırınca olayı kavradım. Örneğin Yahya Kemal'in Açık Denizi'de:

 

Balkan Şehirlerinde geçerken çocukluğum,

Her lâhza, bir alev gibi hasretti duyduğum;

Kalbimde vardı Bayron'u bed-baht eden melâl,

Gezdim o yaşta dağları, hülyâm için de, lâl. . . . . .

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını:

Her yaz şimâle doğru, asırlarca, bir koşu. . .

Bağrımda bir akis gibi kalmış, uğultusu.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Söz dizileriyle, Faruk Nafiz Çamlıbel'in Çoban Çeşmesini ya da Ali adlı şiirlerini karşılaştırdım.

Çoban Çeşmesi:

 

Derinden derine ırmaklar ağlar

Uzaktan uzağa Çoban Çeşmesi.

Ey suyun sesinden anlayan bağlar,

Ne söyler şu dağa Çoban Çeşmesi?

 

"Gönlünü Şirin'in aşkı sarınca,

Yol almış dağların ufuklarınca,

O hızla dağları Ferhât yarınca,

Başlamış akmaya Çoban Çeşmesi. . .

. . . . . . . . . . . . . . .

Ya da:  Ali

Namlıya dayanmış yolu tararsın,

Bakışın, duruşun yaman be Ali!

Boşuna tetiği ne kurcalarsın?

Daha var atışa zaman be Ali!

 

Yıllanmış bir çınar pusuluk yerin

Nerdeyse gelecek beklediklerin,

Var, iki atımlık canı kaderin,

Desene halleri yaman be Ali!

. . . . . . . . .

Karşılaştırarak okuduğum bu şiirlerin okuma rahatlığı bakımdan son iki örneğin ötekinden farklı olduklarını kendim keşfettim. Bu nedenle Aruz vezni denilen karmaşık olayı kavramak için sürekli ip uçları aradım. Lise kitaplarındaki bilgileri kendime göre değerlendirirken Necmettin Halil Onan'ın Divan Şiiri Antolojisi ile karşılaştım. Tam istediğim gibi bir kitap. İçindeki örnekler sınırlı olmakla birlikte giriş sayfalarındaki bilgiler benim için yeterli oldu. Salt Fuzuli'den aldığı örneklerde 10 aruz kalıbı bulunuyor.

Hamdi Keskin Öğretmenin dersinde şimdiye dek adı geçen şairleri anımsamaya çalıştım. Tüm arkadaşların katılımıyla anılan şairler:

-Mehmet Akif Ersoy, Namık Kemal, Ziya Paşa, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik, Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamu, Enis Behiç Koryürek, Hasan Ali Yücel, Abdülhak Hamit Tarhan, Eşref, Celal Sahir Erozan, Orhan Seyfi Orhon, İbrahim Alaettin Gövsa, Halide Nusret Zorlutuna, Behçet Kemal Çağlar, Namdar Rahmi Karatay, Sabahattin Ali, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy,

Hamdi Keskin Öğretmenin derste sözünü ettiği, şiirlerini okudukları:

-Mevlana Celalettin Rumi, Dehhani, Şeyhi, Ahmet Yesevi, Ali Şi'r Nevai, Süleyman Çelebi, Ahmet Paşa, Avni (Fatih Sultan Mehmet), Cem, (Fatih Sultan Mehmet'in küçük oğlu) Necati, Hatai (Şah İsmail) Selimi (Yavuz Sultan Selim, Fuzuli, Bağdatlı Ruhi, Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), Baki. . . . .

Hamdi Keskin Öğretmen tüm bunları bilmek zorunda değilsiniz demesine karşın kendisine:

-Siz neden biliyorsunuz? diye sorulduğunda Öğretmen:

-Bir öğretmen olarak, geçmişin kültürünü oluşturan bu değerli insanların bize armağan olarak bıraktıklarını tanımayı bir borç saydım! diyerek bir bakıma bizi de o borcu ödemeye çağırdığını düşünerek ben de hiç değilse birer örnekle onları anmayı bir borç sayıyorum. Bu düşünceyle bundan sonra her birinden en az bir şiiri notlarımın arasına katacağım. Zaten, Hatai, Selimi, Muhibbi, Mevlana, Ahmet Yesevi, Ali Şi'r Nevai, Baki, Necati, Bağdatlı Ruhi, Ahmet Paşa'dan örnekler almış durumdayım. Arkadaşların anımsattığı şairlerden de bir çok örneğim var:

Mehmet Akif Ersoy, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Namdar Rahmi Karatay, Sabahattin Ali, Kemalettin Kamu, İbrahim Alaettin Gövsa, Behçet Kemal Çağlar, Hasan Ali Yücel, Enis Behiç Koryürek, Celal Sahir Erozan'dan örneklerim vardı. Bir daha tarayıp eksiklerini tamamlayacağım. Örneğin Fuzuli'den Gayrı redifli gazel gibi!

 

Gazel

Hasılım yoh ser-i küyunde belâdan gayrı

Garazım yok rey-i aşkında fenadan gayrı

Ney-i bezm-i gamem ne bulsan yele ver

Oda yanmış kuru cismimde hevadan gayrı

Yetti bikesliğim ol gayrete kim çevremde

Kimse yok çizgine gidab –ı belâdan gayrı

Perde çek çehreme hicran günü hey kanlı sirişk

Ki gözüm görmeye ol mah-likadan gayrı

Ne yanar bana kimse ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı

Bozma ey mevc gözüm yaşı hababım ki bu zeyl

Komadı hiç imaret bu binadan gayrı

Bezm-i aşk içre ey Fuzuli nice ah eylemeyem

Ne temettu bulunur bende sedadan gayrı

Fuzuli

Not: Divan Edebiyatında gazel-kaside türü şiirlerin uyaklardan sonra beyit sonlarında tekrar edilen sözlere redif (Tekrar) denir. Çoğu kez de bu tür gazel ya da kasideler redif sözleriyle anılır:

Gayrı redifli gazel, Su redifli kaside v. b. gibi

Ölçüsü (Vezni) :

Bez mi aş kic re Fu zu  li ni ce ah ey  le me yem

Ne  te met tu *  - bu lu nur  ben de se da  dan gay rı

/  .  / /  .  .  / /  .  .  / /  /  .  /

Fa  .  lâ tün  fe i  lâ tün  fe  i lâ tün fa i  lün

 

Yatınca gene şiirler aklıma geldi, şairleri anınca şiirleri kolayca anımsıyorum ama yazdığım o şiirlerin tamamına yakını evde; bana burada ne yararı olacak ki? Belki seneye bir işime yarar; o da yazın köye izinli gidip getirirsem. 2. sınıflara bakılırsa, yazın bir aya yakın tatilimiz olacakmış. Bir ay tatil köy için az sayılmaz. Sevinirken arka arkaya esnediğimi farkedince rüyamda da güzel şiirler okumak dileğiyle gözlerimi kapadım.

 

3 Şubat 1944 Perşembe

 

Sabah konuşmalarını duymamaya karar verdim. Bana göre sürekli boş şeylerden söz edip sonunda da kavgaya dönüştürüyorlar. Bu sabahki soruşturma da askerlik üstüne; köylere giden arkadaşlardan hiç askere alınan var mı? Bizim Kepirtepeli arkadaşlardan hepsi öğretmenliğini sürdürüyor. "Hepsi öğretmenliğini sürdürüyor” sözüne Emrullah Öztürk takıldı:

-Hepsi nasıl dersiniz? Hepsinden haber alındı mı ki? Yusuf Asıl mektup alınanları saydı. Haber alınamayan Baba Ali (Ali Önol) ile Hilmi Altınsoy. Onların da henüz askerlik çağı gelmedi. Kepirliler tartışırken öteki gruplar gülüştüler:

-Kepirlilerde birbirlerinin tutkunluğuna bakın, arkadaşlarını günü gününe izliyorlar! Bir kaç ses birden:

-Ne iyi ediyorlar, arkadaşlık odur işte! Başka sesler de duyuldu:

-Ama sayıları az! Abdullah Ön yüksek sesle:

-Aması maması yok, arkadaşlarda sadakat denilen bağlılık var. Siz bunu sayıya bağlarsanız ben de buna:

-Nerde çokluk orada. . . . . . . . . . (Nokta nokta) derim. Arkasından da Enver Ötnü ekledi:

-Söyleyecekseniz şunu doğru dürüst söyleyin de bari sözünüz bok olmasın! Zaloğlu Rüstem duramadı:

-Ağzına sağlık Enişte!. . . . Küçük Hasan denilen Hasan Gülel Rüstem Gündüz'e çıkıştı:

-Hani bana sözün vardı, ablanı bana verecektin? Gülüşler arasında düzeltme yapıldı:

-Sen daha çok küçüksün, Rüstem sana kızı için söz vermiştir.

Hemen hemen her sabah buna benzer konuşmalar oluyor. Gülüp geçmek de var ama ayırdında olmadan kimi kez olayın içine girmek de kaçınılmaz oluyor. Durup dinlemek kimi kez eğlendirici olsa bile insan gülmeyegörsün bir yerden takışmanın içine çekiliveriyor.

Kahvaltıda Abdullah'a anımsattım Ahmet Yesevi'den ne haber? Abdullah gülerek:

- Bırak anımsatma şunu, (öğretmeni kastederek) biz ikimiz de unuttuk onu, sen de unutursan o dediğin adamcağız (!) mezarında rahat rahat uyur! Ahmet Yesevi'nin uyumasından çok Abdullah'ın umursamazlığına şaştım. Oysa Hamdi Keskin Öğretmen kesin kesin Abdullah'a; "Yeri gelince senden bu konuda bilgi isteyeceğiz!" demişti. Öyle sanıyorum ki, Baki konusunun sonunda Halk Edebiyatına geçilecek. Halk Edebiyatına da geçmiş dönemlerden başlanırsa ilk söz Ahmet Yesevi üstüne olacaktır. Abdullah'ın mahcup olmasını istemiyorum. Nedense o, benim gibi düşünmüyor. Konumuzun ne olduğunu bilmeyen Halil Yıldırım olasılıklar öne sürerek konuşma konumuzdaki gizi çözme hevesine kapıldı, ilk olarak Abdullah'ın kayın pederinden söz ettiğimizi öne sürdü. Arkasından da bir "Allah Allah!" çekip, ölen bir başkası için bu tür konuşmalar neden yapılsın? deyip yüzümüze baktı. Öteki arkadaşlar da bize dönünce yalan söyleyerek (Ortak tanıdığımız bir rahmetliden söz ediyoruz! deyip) olayı kapattık.

Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek.

-Bir nebze olsun değindiğimiz Divan Edebiyatımızın, divansız bölümü de vardır. Biraz da ondan söz edip günümüz şiirine geçelim! dedikten sonra:

- İnsanlar uygarlaştıkça zevklerini de değiştirdi. Bu, salt bizim ülkemizin insanının değil, insanlığın bir özelliği, tarihe bakıldığında, bunun geçmişte de böyle olduğu görülmektedir. Bizim ülkemizde de geçmişte kullanılan ağdalı dil yerine daha kolay anlaşılır dil kullanmayı yeğledi. Fuzuli, Baki gibi kendilerinden önce konulan şekillere bağlı kalanlar yerine yeni yeni şekiller denendiğini, aruz kalıplarının da katı kurallarını gevşetip Türk Diline uygun olanları kulanıldı. Tarihimizde Tanzimat Dönemi adı ile anılan bu dönem, 1839den başlayıp 1880'lere dek sürer. Yuvarlak olarak 40 yıl diyebiliriz!

Öğretmen, Padişah Abdülmecit'in babasının (2. Mahmut'un) başlattığı yenileşmeyi sürdürmek istediğini, ancak bunun, uygar ülkelerdeki ölçütler içinde sürdürülmesini istediğini, bu nedenle Batı ülkelerinden örnekler alm ak için Batı ülkeleriyle ilişkileri sıklaştırmak istediğini, bu nedenle uzmanlar getirttiğini anlattı, özet olarak Tanzimat Fermanı denilen ıslahat hareketinin özetini yaptıktan sonra sözü dersimizin konusu olan Şinasi'ye getirerek:

-Şekil olarak eski gibidir ama, dikkat edilince bir değişik anlayış sezilmektedir! deyip, örnekler okudu. Örneklerden ikisi:

Gazel

Güldürürken yüzümü çehre-yi gül-fam-ı şerab

Neye lazım buna saki-yi dil-aram-ı şerab

 

Kalb eder katresi kalbimde sefaya kederi

Kimya-yı ferah olsa yakışır nam-ı şerab

 

Aklıma bade verir başka cila-yi irfan

O cilaya demeli pertev-i ilham-ı şerab

 

Neşe vaktinde ayarı kişinin belli olur

Acep insana mihenk taşı mıdır cam-ı şerap

 

Hazret-i Kevser ile ağlayamam dünyada

Güldürürken yüzümü çehre-yi gül fam- şerab

 

Şinasi

 

Ölçüsü: (Vezni)  Haz re ti  kev se ri le * ağ la ya mam dün ya * da ( fa-lün)

Gül dü rür ken yü zü mü* çeh  re yi gül fam i şe rap

/  . / /  .  . /  /  .  .  /  /  .  . /

Fa  i lâ tün  fe i  lâ tün fe  i  lâ tün fe i lün

 

Açıklama: Gül renkli görünüşüyle yüzümü güldüren şarabın içilmesi haram olmamalı. (Haram olmasına gerek yok) Katresi, gönüldeki kederi giderir. Rahaklık verici bir kimya adı yakışır şaraba. (Kimye çok değerli anlamında) Aklıma bilim (ilim-irfan) yeni kazanımlar verir. (Akı cilalar) Ancak o cila kesinlikle şarabın ilhamıdır. İnsanların sağlıklı dengesi neşeli olduğu sıralarda belli olur. Yoksa iyi insanları seçmek için şarap bir ölçü müdür? Gül renkli şarabın hoş görüntüsü beni güldürüyor, Cennet şerbetleri için yaşarken ağlamak istemiyorum!

 

Münacât

 

Hak-teala azamet aleminin padişehi

La mekandır olamaz devletinin taht-gehi

Hastır zat-ı ilahesine mülk-i ezeli

Bi- hudut anda olan kevkebe-i lem -yezeli

Eser- i hikmetidir yerle göğün bünyadı

Dolu boş cümle yed-i kudretinin icadı

İzzet ü şanına takdis kılar cümle melek

Eğilir secde eder piş-i celalinde felek

Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket

Değişir tazelenir mevsim-feyz ü bereket

Pertev-i rahmetinin lem'asıdır ayla güneş

Tab-ı hışmından alır alsa alsa cehennem ateş

Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar

Anların şulesi gök yüzünü yaldızlar

Kimi sabit kimi seyyar be- takdir-i Kadir

Tanrı'nın varlığına her biri bürhan -münir

Varlığın bilme ne hacet küre-i alem ile

Yeter isbatına halk ettiği zerre bile

Göremez zatını mahlukatının adi nazarı

Hisseder nurunu amma ki basiret basarı

Vahet-i zatına aklımca şehadet lazım

Can ü gönlümce münacat-ı ibadet lazım

Neş'e -i şevk ile âyâtına tapmak dilerim

Anla var Hâlik'ime gayrı ne yapmak dilerim

Ey Şinâsî içimi hayf-ı ilâhi dağlar

Suretim gerçi güler, kalb gözüm kan ağlar

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Not: Münâcât burada bitmez, başka ekleri de vardır. Örnek olabileceği düşüncesiyle bu bölüm yeterli görülmüştür.

 

Ölçüsü: (Vezni)   Failâtün feilâtün feilâtün falün

 

Ey  Şi nâ  sî  i çi mi* hay fı  i  lâ  hi* dağ lar

Su* re tim ger çi gü ler  kal - b* gö züm kan* ağ lar

fa  i lâ  tün fe i lâ  tün  fe  i  lâ  tün  fa  lün

 

Açıklaması: "Yüce Tanrı, evreninin padişahıdır. Tüm evrene egemen olduğundan yer yüzünde bir mekanı yoktur. Öncesi sonrası olmayan mekanda Tanrısal hükmünü sürdürür. Yerle göğün kuruluşunu biz bilemeyiz. Onun güçlü elinden çıkan nesneleri biz bilemeyiz. Onun yüceliğini tüm melekler kutlar, evren onun önünde eğilir. Gece-gündüz onun buyruğu ile oluşur. Böylece değişen mevsimler bolluk getirir. Ayla güneşe ışığı o verir. Cehennem de ateşi de O'nun öfkesinin sıcaklığıdır. Gökyüzündeki yıldızlar da onun korku uyandıran ışık kıvılcımlarıdır. O kıvılcımlardır ki gökyüzünün yıldızlarıdır. Onların kimileri durağan kimileri gezegendir. Onların ışıkları Tanrı varlığını kanıtlamaktadır. Yer yuvarlağı ile Tanrı'yı kanıtlamaya kalkmak gereksizdir. Tanrı yaratıklarının bir zerresi bile O'nun varlığını kanıtlar. Yarattıklarının yüzeysel bakışıyla görülemezse de gönülleri onun ışığını sezebilir. Ben, aklımla O'nun varlığını bile- biliyorum, gönlümle de O'na bağlanıp isteyerek kulluk ediyorum. İçten gelen bir sevinçle Tanrı'nın buyruklarına uymaya çalışıyorum. Herkes beni böyle anlamalı! Ey Şinasi, içini Tanrı korkusu dağlıyor. Gerçi yüzün gülüyorsa da için kan ağlıyor. "

Öğretmen, okuyup açıklamasını yaptıktan sonra gülümseyerek:

-Biliyorum, hemen bana soracaksınız "Bunun neresi yeni? Fuzuli ya da Baki'den ne farkı var? diyeceksiniz! Sorsanız sormakta haklı olacaksınız; sahiden ilk bakışta bir halk deyimimize göre "Eski hamam eski tas!" Konunun, yani edebiyatın dışında olanlar için bu böyledir. Yine bir halk deyimimize göre; bu konuda "Biraz mürekkep yalayan" az da olsa bir fark görür. Şinasi bir Tanzimat şairi olarak söylenir. Yenilik yaptığı da doğrudur. Ancak bizim de Tanzimat'ın ne olduğunu iyi bilmemiz zorunluğu vardır. Tanzimat bir fermanla halka sunulmuş. Yıl 1839. Onun dinleyen halk nasıl algıladı? Ferman hükümleri güzel olabilir. Gülhane denilen saray bahçesinde okunan ferman, Erzurum'daki, Halep'teki, Yemen'deki, Manastır ya da Silistre'deki insanlara nasıl iletildi? O zamanın (Osmanlı ülkesinde) en makbul haber yayıcı tellallardı. Tellal nedir, bilir misiniz? Meydanlarda yüksek sesle bağıran bir adam. Okur yazar değil, söyleneni ezberleyip meydanlarda bağırarak Devletin çok önemli bir kararını halka iletir. Yazılı bir belge okumadım kesin konuşamıyorum ama benzer başka olaylardan aldığım izlenimlere göre Tanzimat Fermanı, ruhu bakımdan ülkenin birçok köşesine varmadan rafa kaldırılmış bir fermandır. Genelde o zamanki azınlıklara verilen haklar bakımından önemlidir. Zaten ülkede azınlıkların çok olduğu yörelerde onların işine yaramıştır. Gelelim bizim konumuza. Ferman hükümlerine göre azınlıklar, Avrupa ülkelerindeki insan haklarını kurtarmış gibidir, matbaa açmışlar, kendi dillerinde yayın yapmışlar. Onları örnek alıp bizim halkımızın, (Sayısı ikiyi, üçü geçmez) Gazete çıkarması Ferman'dan 30 yıl sonra gerçekleşmiştir. Konumuz Şinasi, böyle bir ortamda kendine bir yer açmış, arkasından geleceklere ışık tutmuştur. Şinasi döneminde okur yazar çok azdır. Onlar da, çok eskilerin zevkini sürdüren türündendir. Şinasi'nin yaşdaşlarından eski geleneği sürdürenlerin yazdıklarını okumaya kalksak, çok acayip durumlarla karşılaşırız. Fuzuli, Baki onlar yanında şeker-baldır. Bu nedenle Şinasi eski dili konuşmak zorundaydı. Kullandığı sözcükle eski, söz kalıpları gene Arapça-Farsça ama biraz dikkatle üzerinde durunca bir değişme sezilmektedir. Ayrıca Şinasi, Edebiyatımızda şair olarak değil Edebiyata düşünceyi sokan, uygar dünyanın yüz yıllardır yaptığını bizim de denememizi ilk öneren olarak anılmaya değer bir yazarımızdır. Şiirde zorunlu olarak aruz kalıplarında kalsa da düşünceleriyle, Batı dünyasında geçerli yazı türlerine (Makale, fıkra, şiir çevirileri, tefrika) örnekler vermiştir. Atasözlerimizi toplayan, konuşma dilini yazıya geçiren, tiyatro konuşunda Şair Evlenmesi Tiyatro eseriyle ilk kapı açandır. Atatürk'ün buyruklarıyla başlatılan dilde yenileşmenin ilk kıvılcımını çakan da Şinasi'dir. Gazete konusunda da, azınlıkları bir yana bırakırsak bizim kendi basınımızdaki ilkimiz Şinasi'dir. Öğretmen gülümseyerek, devamla:

-Şinasi, haklı olarak bizim de zamanımızı aldı. Alışılagelen bir Edebiyat dersi uygulaması vardır; "Tanzimat Edebiyatı!" denince birkaç sözle Şinasi geçiştirilip üç beş söz de Ziya Paşa'ya ayrılarak büyük bir heyecan kaynağı olan Namık Kemal'e geçilir. Ben, bu kalıplaşmış ders yöntemlerini uygulama taraftarı değilim. Sizlerden Şinasi'yi döne döne okumanızı da istemiyorum. Size önermeye çalıştığım önemli nokta şudur:

-Biz öğretmenler, yurdumuzun geçmişi, geçmişimizde yurda hizmeti geçmiş insanları gerçek değeri içinde tanıma alışkanlığını alıp, olayları öyle yorumlamalıdır. Bakın bir Tanzimat tüm dersimizi kapsadı. Şimdiye dek Tanzimat için neler öğrendiniz, düşünün! genellikle; Gülhane Hattıhümayunu, Mustafa Reşit Paşa, Padişah Abdülmecit, o kadar! Tanzimat dönemi açılmışsa onun bir süreci vardır; bu süreçte yapılan değişiklikler nelerdir? Kayda değen bir şeyler varsa onları, bizden sonrakilere hakkıyla nakledelim. Bakın ben o süreçten bize kalan dersimizle ilgili en önemli saydıklarımı anlatmaya çalıştım. Tiyatro bizim dersimizin konusu. Genel olarak tiyatro üstüne konuşurken Türk Tiyatrosu dediğimizde Şinasi'yi anımsamalıyım. Ben bir ara müfettişlik de yaptım. Öğretmen gördüm, konu tiyatro türü. Öğrenci, komedi, dram, Trajedi türü diye sıralayınca öğretmen ısrarla soruyor:

-Dram deyince kimi anımsayacaksın? Öğrenci ıkına tıkına "Shakespeare!" Komedi? Moliere. Trajedi? Racine diyor. Ancak çocuk, bilinçsizce ezberlemiş. Böyleyken öğretmeni hoş gördüm. Ancak Türk tiyatrosuna söz gelince öğretmen Tanzimat Dönemi sözünden sonra hemen Namık Kemal'e, Vatan yahut Silistre'ye geçip ilk tiyatro eserimiz! diye söyleyince işareti koydum. Dersten sonra öğretmenle konuştum. Öğretmen çok rahat olarak:

-Şair Evlenmesi değersiz; Namık Kemal, Şinasi'ye göre daha gür sesli olduğundan, ben onu tercih ediyorum! Çok genç bir öğretmendi, okuduğu okulu, onu yetiştiren Prof'u da öğrenince içim sızladı. Prof. öğretmen yetiştirmemiş, kendi düşüncelerini yayan mürid yetiştirmiş. Biz öğretmeniz, öğrencilerimiz bizim müridlerimiz değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacak. Yaşamlarının yolunu onlar seçeceği gibi düşüncelerini, duygularını da onların seçmesi için o etkilemekten (zinhar) özellikle kaçınacağız.

Zil çalınca öğretmen kalktı, gülümseyerek:

-Dilimizin bir özelliği de verilen hükümlerin iki anlama da gelmesidir. Bakın, "Etkilemeyeceğiz!" deyince tersini düşünürsek dolaylı olarak etkilemiş oluyoruz!

Öğretmenin son sözü iyi anlaşılmadı. Derslerde pek konuşmayan Fatma bile:

-Bu duruma göre biz öğretmenlik de yapamayacağız galiba! Baksanıza söyleyeceğimiz her sözden olumlu-olumsuz sonuçlar çıkacak! dedi.

Hamdi Keskin Öğretmenin son sözü üstüne yapılan yorumları dinleyemeden Almanca dersi için Kitaplığa koştuk. Doçent Niyazi Çitakoğlu oldukça geç geldi. Gelince de hemen geç gelişinin nedenini açıkları:

-Hürrem Beyin (Okul Müdürü) bir çeviri (Tercüme) işi varmış, ona yardım etmiş. Mustafa Saatçı (Çok iyi bildiğimiz kurnaz tavrını takınarak) sordu:

-Çeviriniz, Türkçeden Almancaya mı, yoksa Almancadan Türkçeye mi? Öğretmen hiç düşünmeden:

-Almancadan! dedi. Birden başını kaldırarak Mustafa Saatçı'ya sordu:

-Ne fark eder, sen bunu ne maksatla sordun? dedi. Mustafa Saatçı, öğretmenin tavrına aldırmadan:

-Almancadan Türkçeye olsaydı biz de yardım ederdik! deyince Niyazı Çitakoğlu hemen yumuşadı. Gene de alaycı bir tavırla; "Evet evet, siz Almancadan Türkçeye çok iyi intibak ettiniz, Türkçe'den Almancaya biraz yabancı sayılırsınız (!) dedi. Bu kez de Sami Akıncı, (Konuşulanların karşılıklı olarak birer gizli sataşma olduğunu anlamamış gibi) sordu:

-İkisi arasında ne fark var ki öğretmenim? Öğretmen Sami’ye ciddi ciddi açıkladı:

-Göz alışkanlığı efendim! dedikten sonra çeviri işlerinde de alışkanlıkların önemli rol oynadığını anlattı:

-Önünüze metni koyarsınız, alıştığınız dilden çeviri yapıyorsanız, önünüzdeki metinde geçen sözlere bakınca karşı dilin karşılıkları tedai yoluyla (çağrışım) aklınıza düşer. Kendi diliniz değil de yabancı dilden çeviri yaparken tedai olayı bu denli çabuk olmaz. O zaman işler de ağır gider. Öğretmen gene Mustafa Saatçı'ya dönerek :

-Doğru söyle, sen sorunu sorarken bunları düşündün mü? Mustafa Saatçı düşündüğünü, düşünmese böyle bir soruyu soramayacağını söyleyince öğretmen kahkahayla gülerek:

-Doğrusu ben seni yanlış tanımışım, senin hep işlerin gırgırında gitmesi için yan tuttuğunu sanıyordum. Yusuf Asıl yardıma koştu:

-Mustafa Abi, şakacıdır ama ders konusuyla şakayı kesinlikle ayırır! deyince öğretmen bir kahkaha daha atıp:

-Bozacının şahidi, Sirkeci! dedi.

Sami Akıncı sanırım tartışmayı uzattırmamak için, daha önce bir metinde geçtiği için boza sözünün Almancasını bulamadığını söyledi. Öğretmen Sami'ye ilk kez güvensizlik gösterir gibi davranarak benden Büyük Almanca lugatını istedi. Ben lugatı verirken, Sami, lugatta olmadığını tekrarladı. Gene de öğretmen lugatı karıştırdı. Bir yere parmağını koyarak bize bozanın neden yapıldığını sordu. Yanıt veremeyince, bu kez de boza içip içmediğimizi sordu. Ona da yanıt veremedik. Öğretmen, önce "Darı!" dedi arkasından da darıdan! deyip lugatı hızla kapattı. Bu kez de:

-Siz darıyı da bilmezsiniz! deyince ben:

-Darıyı iyi biliyorum, biz darı ekeriz, darı, tavuklar için yem olarak kullanılır! dedim. Öğretmen, kendi kendine konuşur gibi:

-Bak işte, darıyı bilir de ondan boza yapmasını bilmez! "O mahiler ki derya içindedir, deryayı bilmez!" dedikten sonra bana ödevimi sordu. Ödevim hazırdı, okumak için açarken, Sami Akıncı, geçen ders yarım kalan okuduğu parçayı anımsattı. Öğretmen bu kez ona devam etmemizi söyledi. Sami elindeki Almanca yazıyı okudu. Sami hem okudu hem de ara ara durup sorular sordu. Dersin bundan sonrası Sami ile öğretmen arasında karşılıklı soru-cevap olarak sürdü. Ders sonunda kimse yerinden kalkmadı. Uzunca bir sessizlikten sonra Harun Özçelik:

-Vay canına, bu adam bize bir şeyler öğretmemek için seçilmiş sanki. Kursağımda Almanca öğrenme isteğim vardı. Almanca öğretmeni diye tanıtılınca sevinmiştim. Arkasından Hüseyin Orhan:

-Ben de öyle! deyince tüm arkadaşlar:

-Hangimiz öyle değildik! deyip ufuldanarak kalktılar. Son sözü Halil Basutçu söyledi:

-Ders yılının yarısını aşmış durumdayız, sabredelim, belki seneye gelmez. Bunlar atanmalı öğretmen değil, sık sık değişirler. Geçen yıl gelenlerin çoğu değişmiş. Didişmeyi sürdürürsek başımıza iş açılabilir. Bunlar arkalı insanlar, seçilerek çağrılıyor buraya. Sami Akıncı da Halil'e katıldı. Sami:

-Bu adam doçent moçent ama kesinlikle Alman dili doçenti değil, Almanca bildiği için çağırmışlar, geliyor.

Benim daha ilk günlerde sezinlediğimi arkadaşlar geç de olsa anladılar, buna sevindim. Gene de kendimi bu konuda yalnız saydım. Ben üzülürken onlar sanki yararlanıyormuş gibi tavırlar takınıyorlardı. Şimdiki çırpınışlara nedense katılamadım. Oysa ben, geç de olsa arkadaşların yanımda olmasından sevineceğimi sanıyordum. Tersi oldu, sevinçten çok üzüntü duydum. Nasıl bir üzüntüyse, başka üzüntülerime hiç benzemiyor. Arkadaşlar için, "Sanki yarın gene başka türlü konuşacaklarmış!" duygusundan kendimi alamadım. Büyük Lugat elimdeydi, öğretmenin arayıp baktığı maddeyi merak ettim. "Darı!" demişti. Lügat Almancadan Türkçeye Türkçe darıyı bulmak üzere Lügata ters bakma yöntemi uygulayarak ara ara parmak gezdirerek Ragıp Rıfkı Özgürel'in Almanca-Türkçe Lügatı'nın 250 sayfasına dek taradım. 250. sayfada Hirse: Darı yazılı. Bunun bozayla ilgisi ne? Boza darıdan yapılıyorsa, başka bir adı yok da darı olarak anılıyorsa, o zaman öğretmen, "Almancada bozanın ayrıca adı yok, yapıldığı maddenin adıyla anılıyor!" neden demiyor? Üstelik Sami "Büyük Lügatte yok!" demişti. Konuyu bir kez daha düşündüm. Arkadaşlarla ilk iki saat Hamdi Keskin Öğretmenin dersini birlikte dinledik. Hamdi Keskin Öğretmen, Öğretmenliğin nasıl yapılması gerektiğini örnekleriyle anlattı. On dakika sonra onun anlattığının tam tersiyle karşılaştık. Böyleyken hiç kimse:

-Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! demedi. Bunları düşünerek masadaki konuşmaları duymazdan gelerek yemek yedim. Bir de sevindirici haber verildi:

- Bölüm Başkanımız Enstitü bölümü son sınıf öğrencilerine örnek bir müzik dersi verecekmiş. İşte bu güzel, bir kenara oturup rahat rahat izleyeceğim. Bu sevinçle Müzik salonuna gittim. Öztekin Öğretmen:

-İbrahim, haydi bakalım, iyi bir başlangıç yapalım. Hüseyin Çakar yoruldu, çocuklar da değişiklikten hoşlanır; akordiyonu sen al, bugün bana yardımcı ol! Başarılı olursak bundan böyle de bu işi birlikte sürdürürüz.

Ne düşünüyordum, ne oldu! Akordiyonu alıp öğretmenin yanında dersliğe gittim. Derslikte 60 öğrenci var, 14 arkadaş da biziz; öğretmeni de katınca 75 kişi bir derslikte. Neyse ki, tanıdığım öğrenciler var, Galip, Ahmet, Hacı, Ömer, ön sıralarda oturuyor. Onları görünce içim rahatladı. Bizim arkadaşlar arkalara dağılınca neredeyse yok oldular; buna ayrıca sevindim. Öğretmen haftada bir gün derse geliyormuş. Ancak dersler ayrı iki sınıf olarak yapılıyormuş. Sınıflar ilk bir arada olunca benim gibi onlar da yabancı yabancı bakışıyorlar.

Öğretmen önce bir yoklama yaptı. İki ayrı sınıf bir arada olunca çocuklarda bir yarış hevesi uyandı; öğretmen de bunu körükleyince ders, neredeyse bilgi yarışına döndü.

Son sınıflar ilk üç sınıfı Çifteler Köy Enstitüsü'nde okumuşlar. 4. sınıfı da yarı orada yarı burada geçirip son sınıfa ulaşmışlar. Bizim bölüm başkanımız Mehmet Öztekin de Çifteler Köy Enstitüsü'nde müzik öğretmeniymiş. Ne var ki karşımdaki çocukların yarıdan çoğu hiç müzik dersi görmemiş gibi. Biz de Kepirtepe'de sahiden 2. 3. 4. sınıflarda müzik dersi okumadık. Gene de içimizden birileri şarkıyı, türküyü, marşı ayırabiliyordu. Burada, porte üstüne sol anahtarı koyamayanları, koyanların çoğunun da sol notasını yerine yazamayışını görünce şaşırdım. Öğretmene baktım; öğretmen genel durumdan memnun, öndeki bir kaç öğrencinin bireysel çabalarıyla öğrendiklerini ölçü alıp genele dokunmadan dersi sürdürdü. Ben akordiyon sesinden tam izleyemememe karşın gene de toplu söylenen şarkılarda uyumsuzluğu saptadım. Öğretmen bir ara bana akordiyon yardımıyla gam yaptırmamı söyledi. Öndekileri değil arkalardakileri seçtim. Seçtiklerimin hiç birisi uyum sağlayamadı. Daha sonra toplu olarak Dağbaşı, Ankara, Dumlupınar marşlarını, türkü olarak da Menekşe Buldum'la, Çiğdem Der ki türkülerini, Mini Kuzum şarkısını söylettim. Marşlarda onlar bana değil ben onlara uymaya çalıştım. Türkülerde akordiyon görüğünü iyice açmak zorunda kaldım. Şarkıda akordiyonu keserek uyardım. Tempoya uymalarını istedikten sonra tempo tutarak çaldım. İkinci söyleyişleri daha iyi oldu. Aynı parçaları onlardan sonra bizim arkadaşlar da söyledi. Onlara baslarla katıldım. Çocukların, akordiyon çalışımı soluksuz izlemeleri, gözlerini kırpmadan bakmaları hoşuma gitti. Sanırım akordiyon baslarının kullandığına hiç tanık olmamışlar, tüm gözler sol elime döndü. Öztekin Öğretmenin de gözünden kaçmamış:

-İbrahim, arasıra gel, bunlara akordiyon çal! dedi. Ön sıradakilere baktım, gülümsediler. Ahmet Kayalıdere'yi göstererek:

-Birlikte çalarız! dedim. Ahmet çok sevindi, ayağa kalkarak:

-Peki abi! deyince Öztekin Öğretmen:

-Siz tanışmışsınız bile, ne iyi! deyip çocukların dersliklerine gitmelerini tembihleyip uğurladıktan sonra biz de salonumuza döndük. Dönünce öğretmen:

-Bu ilk denememiz, onlar da acemi bizim de ilk uygulamamız; gelecekte sınıfları birleştirmeyiz. Sizler de birer ikişer ödev alırsınız, hem uygulama yapmış oluruz hem de çocukları bilgilendiririz! deyince ben hemen Köy Enstitüleri Müfredat programının Müzik Bölümünü anımsattım. Öğretmen bu kez:

-İbrahim, sen bu konuda oldukça bilgilisin. Ben Köy Enstitüsünde çalışırken program falan yoktu. Program yeni çıktı sayılır. Burada da konular değişince ilgilenmedim. Programı bulursan birlikte bakalım! deyince programın bende olduğunu söyledim. Öğretmen ona da sevindi. Gelecek uygulamamızı o hazırlığımıza göre yaparız! deyip bizi enstrüman çalışmamız için serbest bıraktı. 2. Sınıflar serbest olduklarından yeterince çalışmışlar, iki piyano da boştu. Metodumla öteki notalarımı alıp alt odadaki piyanoya gittim. Önce egzersizlerde parmaklarımı canlandırıp parçaları tekrar tekrar çaldım. Für Elise giderek en sevdiğim parçalar listesinde başa geçti.

Yemekte yeni bir konu; cumartesi günü sabah dersinden sonra topluca Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmek. Orada salt müzik okuyup müzik öğretmeni olunuyor; bizden farklı neleri var? Önce çok normal bir istek gibi geldi. Asım Öğretmen orada, o beni görürse nasıl karşılar? Bunu düşündüm ama arkadaşlara böyle söyleyemedim, oranın öğrencileri bizi nasıl karşılayacak? Oranın Müzik Bölümü öğrencileri bizi müzikçi olarak benimser mi? O okuldan bize müzik değil resim öğretmenleri geliyor. Hem de yapı bölümüne gelenlerle birlikte 4 resim dersi öğretmeni oradan geliyor. Hakkı İzzet, Ferit Apa, Malik Aksel, Veysel Erüstün. Onlar nedeniyle biz, hiç değilse Müzik değil Resim Bölümünü görmeye gidelim. Gitmişken Müzik Bölümü'nü de görmüş oluruz. Arkadaşımız Zekeriya Kayhan'ın ağabeyi de Resim Bölümünde, Zekeriya da bizimle gelir. Önerim benimsendi; Bayrak töreninden sonra Gazi Eğitim Enstitüsü'ne gidip konsere yetişmek üzere ayrılacağız. "Cumartesi tatili olduğu için zaten bölüm mölüm ayrılığı söz konusu değil, bulduklarımızla konuşuruz!" deyip kararımızı verdik.

Yatınca bir süre gene o konuyu düşündüm; Asım Öğretmen oradayken ben nasıl olur da Müzik Öğretmeni adayı olarak onun karşısına çıkarım? Olayı nasıl değerlendiriyorum? Yoksa yanılıyor muyum? Arkadaşların hiç birisi bunları düşünmüyor. Örneğin Kadir Pekgöz:

-Asım Öğretmeni de göreceğiz! deyip neredeyse zil takıp oynayacak. Bir de karşılaştırma yaptım; Süheyla Öğretmen de konservatuvarda, onunla karşılaşmayı çok isterken Asım Öğretmenle ise özellikle onun okulunda karşılaşmayı yadırgıyorum. Benimki de şans; gidilecek iki müzik okulu var, ikisinde de birer öğretmenim öğrenci. Birden duraksadım:

-Süheyla Öğretmen yoksa okuldan ayrıldı mı? Bir takım olasılıklar kurguladım; Kınalı saçlı güzel, pekala Süheyla Öğretmen olabilirdi. Tıpkı onun gibi bakmadan yanımdan geçip gidebilirdi. Ona yol vermek için sandalyemi çekince, hiç bakmadan ya da bakmaz gibi başını çevirerek "Mersi!" diyebilirdi. Daha neler? Birden anımsadım, Süheyla Öğretmen Gazi Eğitim Enstitüsü'ndeyken Saç Güzeli seçilmişmiş, kendisi anlatmıştı. Konserde gördüğümüz Kınalı Saçlı ile yarışabilir mi? Karşılaşınca bunu soracağım. Kendi kendime güldüm; buldun da sorman kaldı! Gözlerimi gülümseyerek kapattım.

 

4 Şubat 1944 Cuma

 

Sene sonunda gezi yapılacağını duyunca, gideceğimiz yerleri tartışıp Konya'da karar kılmıştık. Oysa bu kararı Malik Aksel Öğretmenle konuştuktan sonra verseydik daha isabetli olurdu. Bunu düşünüp, uygun bir ortam bulursam, bunu öğretmene açmayı düşündüm. Biliyorum bu biraz yapmacık bir durum ama, öğretmenler bu tür yaklaşımlardan hoşlanıyorlar. Ancak bunu doğrudan sorarsam arkadaşlar haklı olarak kızarlar. O zaman dolaylı olarak Konya sözünü ettirip, sanki bir rastlantıymış gibi bunu da ortaya getirmek kimsenin tepkisini çekmez. Belki de Konya gezisini başka arkadaşlar açarlar. Bekir Semerci-Veli Demiröz çatışmasını anımsadım, Bekir, Karaman'ın Konya'dan daha eski olduğunu, Karaman Beyliği zamanında Konya'nın oraya bağlı küçük bir kent olduğunu söylemişi. Ayrıca biz tarih derslerinde Anadolu Beyliklerini okurken Karaman Beyliğinin merkezinin Konya olduğunu öğrenmiştik. Karaman Beyliği'nin Fatih Sultan Mehmet tarafından kaldırılarak, Konya'nın Osmanlı İmparatorluğuna katıldığını söyleyip duruyorduk; b unun doğru olup olmadığını sorabilir miyim? Yanıtını kendim verdim:

-Soramam; sorarsam öğretmen haklı olarak "Tarih Öğretmeninden öğren!” diyebilir. Öyleyse Bekir Semerci'nin dediğini sorabilirim:

-Karaman'ın Konya ile boy ölçüşecek bir sanat geçmişi var mı? Sorumu tekrarlayınca kıs kıs güldüm. Sanki yanımda biri varmış da onu inandırmışım gibi güldüm.

Kahvaltıda, arkadaşlar sanki beni dinlemiş gibi, "Konya gezimize Malik Öğretmeni de götürelim! deyip gülüştüler. Yarı şaka yarı ciddi, Malik Öğretmenin gelmesiyle kazanacaklarımı-kaybedeceklerimiz tartışıldı. Gerekli-gereksiz varsayımları sıralayarak Müzik salonuna döndük. Konuşuldu ama bir karara bağlanamadı. Bu da benim işime yaradı; dolaylı olarak bu konuyu açabilirim.

Az sonra Malik Öğretmen geldi; her zamanki gibi yüzümüze bakmadan oturduğu yerden, (Çantasını boşaltırken) iyi olup olmadığımızı sordu. Ekrem Bilgin hemen:

- Cumartesi günü sizin okula gideceğiz! deyince Malik Öğretmen birden başını kaldırarak:

-Bu cumartesi, yarın mı? diye sordu. Arkadaşlar hep birden:

-Evet! deyince öğretmen yumuşak bir sesle:

-Gelin şu kararınızı erteleyelim, gelecek cumartesiye olsun. Cumartesi günleri ben orada bulunmuyorum. Ancak sizin için haftaya bulunabilirim. Böylece, oradaki geçmiş çalışmaların tüm ürünlerini görmüş olursunuz. Sizler müze görmediğiniz için toplu çalışmaları da görmediniz. Orası kapalı bir resim sergisidir. Resim bölümü açılalı beri yapılan seçilmiş bir çok güzel tabloyu orada göreceksiniz! deyince kararımızı değiştirdik. Ancak öğretmen, kendi konusunu geri bırakmış olacak, sene sonu gezisinden söz etti. Bu kez de bizim Konya kararımız öğretmene duyuruldu. Öğretmen tercihinin İstanbul olmasına karşın Konya'nın da isabetli bir karar olduğunu anlattı. Benim sorum için kapı kendiliğinden açılmıştı. Parmak kaldırıp sordum:

-Konya'ya gitmişken Karaman'a da uğrayabilecek miyiz acaba? Oralı arkadaşların söylediğine göre orada da çok sanat eski sanat eseri varmış! deyince öğretmen arkasına yaslanarak:

-Siz benim bugünkü programımı değiştirdiniz. Ancak ben bundan çok memnun kaldım. Bizim yurdumuz tümüyle bir eski eserler müzesidir. Salt Karaman değil, Ege, Akdeniz kıyıları birer açık hava müzesidir. Avrupa ülkeleri gelip bizden az paralarla kaçırdıklarını büyük müzeler açarak parayla göstererek müzelerini büyütürler. Bizde ise İstanbul'da tam düzenlenmiş bir müzemiz bulunmaktadır. O da Cumhuriyet döneminin oluşturmaya çalıştığı yeni bir girişimdir. Topkapı Eski Sarayının bir bölümünde henüz toplama dönemini sürdürmektedir. Karaman konusuna gelince:

-Karaman benim için tarihte kalmış bir beyliğin adıydı. Karaman konusunda başka hiç bir fikrim yoktu. Gazi'de Resim bölümü açılınca orada görev verdiler. Öğrencilerle, iyi-fena müze müzedir deyip, şimdi sizin yapacağınız gibi biz de İstanbul’a bir gezi yapmıştık. Gezimi salt müze gezmek değil İstanbul'u öğrencilerimize tanıtmaktı. Özellikle sarayları gezdik. Topkapı Sarayı'nda değişik zamanlar yapılan ayrı ayrı adlarda köşkler vardır. Bunlardan birinin adı Çinili Köşk'tür. Köşkün güzel çinilerini görünce ilgimi çekti; köşkü  ir yana bırakıp çinilerinin nerede yapıldığını sordum. Köşkü gezdiren rehber, çinilerin Karaman'daki bir eski yapıdan sökülüp getirilmiş olduğunu söyleyince Karaman benim gözümde birden Karaman Oğullarını da aşarak sanat inceliğine ulaşmış bir yer olarak gözümde büyüdü. Daha sonra sordum soruşturdum. Karaman, şimdilerde oldukça büyük bir ilçe. Ya tarihte? Tarihte, kendi zamanının önde gelen bir uygarlık merkezi. Ne zaman? Romalılardan önce, Lidya, Frigya, Pers, Makedonya, Roma uygarlıklarıyla boy ölçüşmüş bir kent. İlgimi çeken Karaman'a öğrencilerimle gittim. Gördüklerim bana çinileri de unutturdu. Karaman, hiç korunmamasına karşın gerçekten bir açık hava müzesi. Konya'ya da pek uzak değil, isteyen 4 -5 saati göze alıp görebilir. Görünce de gittiğine kesinlikle pişman olmaz. Orasını size anlatan arkadaşınız sanırım az söylemiş. Görüp geldiğinizde sizinle bunu gene konuşmak isterim. Öğretmen saatine bakıp güldü:

-Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu! Bu sözü Karamanlılara hiç yakıştıramıyorum, oralı öğrencilerim oldu, başka insanlarını da tanıdım, hepsi, sözünün sahibi, mert insanlar.

Öğretmen, oturur oturmaz boşaltmaya başladığı çantasını öyle bırakıp konuşmaya başlamıştı. Son sözünü söyledikten sonra kendi kendine gülerek hem konuştu hem de çıkardıklarını gene çantasına tıkıştırıp güleç bir yüzle selamlayıp ayrıldı.

Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu! sözü tartışılırken Veysel Öğretmen geldi. Sözü o da duymuş:

-Bu sözü hep duyarım ama ne zaman neye kullanıldığını bilmem. Belki Karamanlılar güvensiz insanlardır, onlar için çıkarılmış bir sözdür; siz neden takıldınız buna? deyince hep güldük. Veysel Öğretmen de güldü ama gene de kuşkuyla baktı. Muttalip Çardak:

-Aman öğretmenim bu konuyu açmayalım; az önce Malik Öğretmene açtık, öğretmen dersi süresince konuşmak zorunda kaldı. Siz de dersinizi feda edecekseniz açalım.

Veysel Öğretmen uzun bir "öyle miiiii!” dedikten sonra; “başka bir zamana kalsın” diyerek çantasından bir tomar kağıt çıkardı. Kağıtlar bizim kağıtlarımızdan, bir kaç hafta önce yaptığımız kemanlar. Öğretmen kağıtlarımızı dağıttı. Kağıtlarımıza bakıp kusurlarımızı ayrı ayrı anlattı. Gene bir keman alıp eski biçimde durdurdu, kağıt dağıtıp çizmemizi istedi. Daha dikkatli çizdim. Sahiden eski resmi ben yapmamışım gibi yabancı kaldım. Öğretmen bu kez de iki kağıdımızı alıp çantasına koydu. Bunu ne amaçla yaptığını sordu. Hepimiz başka başka sözler söyledik. Veysel Öğretmen:

-Ressamların modelleri üzerinde aylarca çalıştığını, modele bakmanın da bir alışkanlık oluşturması gerektiğini, siz tam olarak olayı kavramasanız da ben sizin iki zamanda bakışlarının değişip değişmediğini anlamaya çalışacağım. İyiye giden bir değişim varsa onu değerlendirip, gelişmeleri saptamaya çalışacağım. Bir değişim olmayanların dikkatini çekerek bir gelişim oluşturma yollarını arayacağım!

Öğretmen daha sonra bizim de öğretmen olduğumuzu, undan böyle de öğretmenliğin belli inceliklerini öğrenmeye çalışacağımızı anlattı. Birlikte çalışarak, bizden öncekilerin yaptığı deneyleri yapacağımızı, bu deneylerden olabildiğince yararlanacağımızı umduğunu söyledi. Kişiden kişiye farklı algılamalar olduğunu, bir model çalışıldığında farklı görüntüler çıkacağını, ancak kişinin bir modeli tekrar tekrar çalıştığında bir fark gösteremiyorsa onda gelişmenin ağır olduğunun anlaşılacağı, gülerek söyledi. Sonra da:

-Siz yetişkin insanlarsınız; sizi denemeyi düşünmüyorum; siz bu yöntemlerin olduğunu bilirseniz öğrencilerinizi tanımada kullanırsınız! Amacım, yöntemi size tanıtmak!

Öğretmen ayrılınca değişik yorumlar yapıldı. Kadir Pekgöz:

-Bizim neremiz yetişmiş, kesinlikle bizi denedi ama yüzümüze söylemiyor! Ekrem Bilgin Kadir'e karşılık verdi:

-Yetişmiş olmasak, doğrudan söylerdi, oysa dolambaçlı yollardan gidiyor "Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim!" diyor. Talip Apaydın:

-O sözle bir alakası yok bence, öğretmenin konuşmasına dikkat edersek, bir art niyet olmadığını anlarız! Halil Yıldırım:

-Yahu nereden çıkarıyorsunuz bunları? Görmüyor musunuz adamcağız neredeyse özür dileyerek bizimle ders yapmaya çalışıyor! Biz alışmışık (Alışmışız yerine) "Yaparım, ederim!" diyenlerin konuşmalarına! Kamil Yıldırım gülerek:

-Hamdi Akman gibilerine! (Kızılçullu Köy Enstitüsü yeni müdürü) Muttalip Çardak:

-Bizde de vardı öyleleri. . . . Azmi Erdoğan hemen karşı durdu:

-Kim demiş onu, kimmiş bizde öylesi? Abdullah Erçetin de bana sordu:

-Bizde var mıydı o dediklerinden? Ben, Enver Kartekin'i söylerken Kadir Pekgöz Besim İyitanır'ı ekledi. Böylece, kendi kendimize varsayımlarla hazırladığımız kötümser havayı yine kendimiz gülmece alanına taşıyarak yemeğe gittik.

Yemekte konu yarınki konser. Konserde kimlerden ne çalınacak? Ben, “Bach'ın çok eseri var, şimdiye dek ondan bir eser dinledik, ondan gelebilir!” dedim. Paganini, Haendel, Hindemith, Bela Bartok sıraladık. Ben Bach, Abdullah Schubert, Kadir Mozart, Ekrem Haydn, Kamil Paganini, Nihat Grieg, Talip önce “kim kaldı ki?” diye sordu, arkasından Mendelsshonn'u ekledi. Mehmet Ünver Tchaikovsky, Ali Kuş Brahms, Muttalip Schumann, İbrahim Şen, "O, bu, şuuuuuuu!” diye uzattıktan sonra Chopin deyince yeni bir gülme oyunu başladı:

-Mehmet, Ali, Veli! Verdi. . . . Al, ver! Weber! Part, zart Mozart! Yüzler birden değişti. Mozart'ı hepimiz sevdiğimiz için bu oyun hemen gözden düştü.

Öğleden sonra nota yazma çalışması yaptık. Sırayla hepimiz tahtaya kalkıp tebeşirle porte çizdik, tüm işaretleri de koyarak nota yazdık. Abdullah'la Ekrem'in yazdıkları beğenildi. Öztekin Öğretmen benim gönlümü almak gereğini duydu sanırım:

-İbrahim, sen defterine daha dikkatli yazıyorsun, tahtada az deneme yapmışsın galiba! dedi. Daha sonra öğretmen keman grubu ile çalıştı. Öğretmen odasına geçince biraz da, onun duymasını istediğim için yukarki piyanoda çalıştım. Özellikle kapıların açılıp kapanma arasında Für Elise'yi, Zerlinda'nın Aryasını, Mozart, Kv 545 nolu sonatın Andante bölümünü bastırarak çaldım.

Bugünkü nota yazmada kaybettiğimi sandığım neyse onu böylece kapatırım, diye düşündüm. Haklıymışım, bir süre sonra iyice kendimi bırakarak çalarken Öztekin Öğretmen geldi, gülerek:

-İbrahim, farkında mısın, sen düpedüz piyano çalmıyor, kemancılara konser veriyorsun: Onların bu düzeyde parça çalmaları için daha çok zaman geçecek, sen bunu kolay aştın. Aferin! dedi. Öğretmenin konuşmasını tüm arkadaşlar dinlediler. Amacıma ulaşmıştım, hemen temrinlere geçtim. Faik Canselen Öğretmenin tekrarlattığı üçlemeleri defalarca tekrarladım. Aynı duyarlığı onlarda da gösterince sanki yeni bir durum olmuş gibi piyanodan sevinerek kalktım. Yarın cumartesi, akşama dek piyano yok. Kısacası 24 saat piyanoya paydos.

Yemekte gene konuşmalar:

-Şu yazıyı yazıver, Verdi, Dağ başında duman, Schumann, Senin ceketin eski, Tchaikovsky, Kağnılar iki teker, Wagner, Bir Türk Dünyaya bedel; Haendel, Yırtık gömlek kirli don, Mendelsshon. . . . .

Yemekten sonra bizim Kepirliler, kitaplıktan bir araya geldiler, onlara katıldım. Konu gene köylere öğretmen olarak giden arkadaşlar. Mektuplar sıklaşmaya başladı. Yeğenim İsmet dışında bana mektup yazan olmadı. Doğrusu Mehmet Aygün'den bekliyordum. Mektuptan geçtim selam bile göndermedi. Yakup'la Arif'in selamlarını aldım. Meriç grubu dediğimiz 3'lü; Sefer, Fettah, Ali için Sefer'le selamlaşabiliriz ama ötekilerden sanmam bir selam gelsin. Bunda onlar mı haklı? Bence onların haklı olması söz konusu olamaz. Bu arkadaşlarla ters düşüşüm, çalışma konusunda onların kaytarganlığı, benimse işe sarılışım. Burada da aynı durumlarla karşı karşıyayım. Salt ben değil çalışanları öğretmenler överken tembeller kınamaya kalkışıyor. Sefer'i onlardan hep ayrı tuttum. Gene öyle düşünüyorum. Belki de o benden mektup bekliyordur. Mektuplaştığı Mustafa Saatçı ile selam gönderip bir süre beklerim.

Kitaplıkta Önce Yusuf Asıl'la karşılaştım. Dediğim gibi hemen ortaya bir mektup çıktı, Poyralı Köyü öğretmeni Ahmet Güner. İkimizin de oyun arkadaşı, aynı zamanda türkücü Aşık Ahmet. Edirne'de toplandığımızın haftasında yaptığımız tanışmada “Edirne Köprüsü Taştan, Sen Çıkardın Beni Baştan!” türküsünü söylediği için hemen sıfat yapıştırılmıştı. Aşık Ahmet! Halil Basutçu, Hüsnü Yalçın, Salih Baydemir, Hasan Üner geldi. Sami Akıncı her zamanki yerinde yoktu. Sami'yi sorunca Halil Basutçu:

-Haberin yok mu? Sami iki gündür rahatsız, ciddi bir rahatsızlığı varmış; bir yandan gizlemeye çalışıyor ama bir yandan da doktora çıkmayı düşünüyor! Üzüldüm, birlikteliğimizin 6. yılında Sami Akıncı'nın rahatsız olduğunu ilk kez duyuyorum. Bu benim için de bir ölçü; ilk günden beri ben en sağlıklıydım. Boyumla kilom hep birdi; Edirne/Karaağaç' girdiğimizde boyum 1. 66 cm, kilom 66 idi. Geçen bu 6 yıllık süreçte bu dengemi bozmadım. Sami ara sıra bana takılırdı:

-Sen benimle derslerde, ben de seninle sağlıkta yarışıyorum, Revire yatmayan, doktora gitmeyen ikimiz kaldık! dediğinden iki gün sonra Halis Öğretmenin bir hatası yüzünden elim sıkışıp revire gidince Sami'n in nazarı dokundu, demiştim. Üzüldüm. Mustafa Saatçı geldi ona sorduk, iyi arkadaşlar, Mustafa önemsemez göründü:

-Geçici bir baş dönmesi! deyip kesti. Bu baş dönmesine bir zaman Halil de tutulmuştu. Ancak ona bizim köydeki Ebe, Şehri Kadın "Aşık" teşhisi koymuştu. Yoksa Sami de mi aşık? Hemen Röslein'i anımsadım; neden olmasın? Piyeste sevgilerdi, ayrılınca mektuplaşırlar, "Yangın giderek bacayı sarar!" Az önce acıdığım Sami'ye karşı birden kuşkulu bir duygu geliştirdim. Önce konuyu Sami'den sıyırıp başka tarafa dökmeye kalkıştım. Olmadı, sözü gene Sami'ye getirdim. Neyse ki arkadaşlar, değişik olayları ortaya getirerek konu bizim dışımıza çıktı. Bir ara Söz eski müdürümüz Nejat İdil'e dayandı. Hasan Üner, Hüsnü Yalçın, Kızılçullulu arkadaşlardan onların Müdürü Emin Soysal'ın ayrılışını dinlemişler; Adam düpedüz müdürlüğü bırakmak istememiş. İzmir Valisi de Emin Soysal'dan yana olunca, uzun süre tartışma yapılmış, aylar sonra ancak adam oradan yeni görevine gitmiş. Gittikten sonra da gelip öğrencilerle görüşmüş, gazetelerde İsmail Hakkı Tonguç'u küçümseyen yazılar yazmış, öğrencilerle mektuplaşmış.

Hem güldük hem üzüldük. Bizim müdürümüz bu tür davranışlara tenezzül etmezdi! Kızılçullular da bizim gibi ayrılan müdürlerini unutmuyormuş. Onlara göre bizim müdürlerin ayrılmasının asıl nedeni ise okulların Köy Öğretmen okulundan Köy Enstitülerine çevrilmesiymiş. Yasa çıkmadan önce açık olan üç Köy Öğretmen Okulu müdürü de karşı çıkmış. Hakkı Tonguç o zaman onları mimlemiş sonra da fırsat beklemiş, küçük bir bahaneyle üç okulun da müdürlerini uzaklaştırmış. Ön ce Çifteler Müdürü Remzi Özyürek'i, arkasından Kızılçullu müdürü Emin Soysal'ı ayırdıktan sonra da sıra bizim Kepirtepe'ye gelmiş. Kardeşim Nejat! diye başlayan mektubunda aslında bir suçlama yok, öğrencilerin az çalıştırıldığı öne sürülüyor. Düşünebiliyor musunuz, bizim, Kepirtepe öğrencilerinin çok çalıştırılmadığından şikayetçi! Hüsnü Yalçın sinirlendi:

-Yahu bu adam 1941 yazında sık sık gelip bizimle konuşuyordu, hiç mi etkilenmemiş? Hüsnü sözünü bitirmeden uyarıldı:

-Sussssssss! "Yerin kulağı vardır!" Yerin kulağı olur mu? Önce şaka konuşuluyor sanmıştım, herkes kalkınca anlar gibi oldum, durum birden değişiverdi. Giden gidene! Uğurlar olsun! deyip, arkalarından baktım kaldım. Hüsnü Yalçın üzgün üzgün sordu:

-N'oldu bunlara? Acı acı gülüşerek bakıştık; Bizim birbirimize güvenimiz olmadığı için söylediğimiz sözler bile bizi korkutuyor. Emin Soysal'ı ballandıra ballandıra anlatanlar, kendilerine gelince susmayı yeğliyor. Çünkü kendi içlerinde yığınla tepki suçu var. Hasanoğlan'da kaldığımız yıl kan-ter içinde hafta tatili bile yapmadan bizi çalıştıranlara ne küfürler savruluyordu. O zaman küfredenler şimdi kendilerini suçlu sayıyor olmalı. Geriye dönük bir hesap sorulacak korkusu beyinlerine saplanmış, korkuları ondan. Oysa konuşup boşalsalar, rahatlayacaklar!

Hüsnü ile dertleşerek yatakhaneye gittik.

Yattım, konuşup boşaldığımı sanıyordum; aldanmışım, boşaldığım falan yok; tersine daha çok doldum. Uzun süre aynı konuyu düşündüm, insanlar değişir mi? Kepirtepe'de "a" olan burada" b" mi olacaktı?

 

5 Şubat 1944 Cumartesi

 

Halil Dere başıma dikilince aklıma geldi; biz Gazi Eğitim Enstitüsü gezisini geri bıraktık ama öteki bölümlerden sözleştiğimiz arkadaşlar vardı; Halil Dere, Zekeriya Kayhan, özellikle de Zekeriya salt bizim için gelmeye razı olmuştu. Hemen kalkıp Zekeriya'ya durumu anlattım. Zekeriya zaten isteksizmiş; "Allah sizden razı olsun, bu habere sevindim!" deyince rahatladım. Halil Dere bizimle gelmek istiyor, nereye gitsek razı. Birlikte mutfağa gidip almak isteyenler için kumanyaları ayırtıp kahvaltıya oturduk. Kahvaltıda gene besteci oyunu; Akşam sabah, Büyük Bach, Kara maça koz, Berlioz, çürük Grieg! demekten öte gidemedik. Beethoven, Brahms, Bizet, Cesar Franck, Ekrem gülerek:

-Mussorgsky! dedi ama arkası gelmedi; bir süre gülüşüldü.

Salonda Öztekin Öğretmeni bekledik. Hava karlı ama çok soğuk değil. Öztekin Öğretmen, Hasanoğlan kışını anlattı:

-Burada kar, bekler bekler yağar. Bakın birkaç gün daha bekleyecek, yolda belde kar azalınca bir de bakacaksınız başlamış! Arkadaşlar, Malik Aksel Öğretmenin ilgisini anlattılar. Öztekin Öğretmen:

-Bakın işte öğretmenlik budur. Dersiyle ilgili öğretebileceğinin azamisini (Olabildiğince çoğunu) öğretmek!

Tren oldukça kalabalıktı, nedenini soruşturanlar oldu. Ay başlarında böyle oluyormuş. Kırıkkale ile Elmadağ'daki fabrikalarda çalışanlar, ay başlarında sık gelip gidiyormuş. "Bir gün gelecek biz de böyle yakın kentlere gideceğiz!" diyenler oldu. Arkasından Köy Enstitüleri'nin yerleri saptanmaya kalkışıldı. Arifiye, Kepirtepe, Savaştepe, Kızılçullu, Çifteler iyi geçti. Gölköy, Gönen, Haruniye, Akçadağ, Pazarören, Cılavuz, Aksu Köy Enstitülerinin yerleri saptanamadı. Yerleri aşağı yukarı saptanıyor da yollara yakınlık durumları tam olarak kestirilemedi.

Kurtuluşta indik. Faik Öğretmen bizi gülerek karşıladı, biraz uzatarak:

- Sürprizzzz! Bilin bakalım ne oldu? deyince konser olmadığını söyleyenler oldu. Faik Öğretmen:

-Konser var canım, konserle bir ilgisi yok. Yalnız biz konsere gitmiyoruz, niçin mi? Daha güzel bir gösteriye gideceğimiz için! dedi, arkasında Başıyla Hilmi Girginkoç Öğretmeni gösterdi. Hilmi Girginkoç Öğretmen soluk soluğa hazırlanmakta olan Mozart'ın Figaro'nun Düğünü Operasının son provaları yapılıyormuş; bir iki ay içinde oynanacakmış, oyunu zevkle izleyebilmemiz için bir provayı görmemizi istemiş, izine bağlı bir durum olduğundan bu güne rastlamış, o nedenle önceden haber verememiş. Biz, bakıştık kaldık. Öztekin Öğretmen çok teşekkür etti:

-Bulunmaz bir fırsat, zevkle izleriz! deyince durum kesinleşti. Tam da konser saatinde Halkevi salonunda olacağız. Her zamanki dersliğimize gittik. Faik Canselen Öğretmen; bugün kendisini öğrenci saydığını, öğretmenin Hilmi Girginkoç olduğunu söyleyip geldi benim yanıma oturdu. Hilmi Girginkoç Öğretmen kendisinin de oynayacağını, bazı rollerin değişerek oynandığını, bugün oynayacakların adlarını daha sonra vereceğini söyleyip önce Operadaki kişileri, konusunu, vermek istediği fikirleri sıraladı.

Operadaki belli başlı kişiler (Şahıslar)

1. Kont Almaviva. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bariton

2. Figaro (Hizmetçi) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bas

3. Bartolo (Doktor) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bas

4. Basilo (Müzik Öğretmeni. ) . . . . . . . . . . . . Tenor

5. Don Kurzio (Yargıç) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tenor

6. Antonio Kontun bahçivanı. . . . . . . . . . . . Bas

7. Kontes Rosina (Kontun eşi) . . . . . . . . . . . Soprano

8. Susanna (Rosina'nın hizmetçisi) . . . . . Soprano

9. Kerubino (Kontun hizmetçisi) . . . . . . . . Soprano ( Değişik kılığa bürünür)

10. Barbarina (Bahçivanın kızı) . . . . . . . . . . . Soprano

11. Marçellina (Kahya kadın) . . . . . . . . . . . . . . . Mezzo Soprano

Ara ara sahne kalabalıklaşırsa da onlar salt görüntü yaparlar, koroya katılırlar.

Konu:18. yy'da İspanya'nın Sevilla kentinde geçer.

Öğretmen, operanın konusunu daha iyi anlamamız için Avrupa geleneklerine göre asil ya da kont, Şövalye, Sör payesi olanların, öteki insanları hiçe sayan bir takım hakları olduğunu, bu hakları, çoğu kez insan haysiyetini hiçe sayarak kullandıklarını anlattı. Örneğin bir köyde-kentte bir düğüne rastlayan kont gelinin ilk gecesi birlikte geçirmeyi hak sayar, dediğini de yaptırırdı. Geçmişte çok yapılan bu gurur kırıcı olay giderek azalmışsa da yer yer sürdürülmeye çalışılmaktadır. Orta çağlardan gelen bu haksızlığı tümden ortadan kaldırmak için sanatçılar (Yazarlar, Tiyatrocular, besteciler bu konuyu ele almış gülünç bir takım süslemelerle böyle düşünenleri hicvetmeye başlamıştır. Bir Fransız komedi yazarı olan Beaumarchais de Figaro'nun Düğünü’nü (bir komedi olarak) bu düşüncelerle yazmıştır. Bu konuya önemle eğilen ünlü besteci Wolfgang Amadeus Mozart iki büyük operasında bu konuyu işleyerek, asillik taslayanların foyasını zarif müziği ile süsleyip, açık açık alay ederek halkın gözü önüne serer. İlerde göreceğinizi umduğum Don Juan operası ile bugün izleyeceğiniz Figaro'nun Düğünü bu amaca yönelik örnek eserlerdir. Amaç bu olmakla birlikte bu fikri ortaya getirmek için inandırıcı bir olay kurgulanmak gerekir. İşte bugün göreceğimiz Figaro'nun Düğünü, biraz karmaşık olmasına karşın, bitişinde amacına ulaşan bir eser olduğunu göreceğiz:

 

Kont Almaviva, kontluğunun yanında varlıklıdır, asildir, kısacası her istediğini yapabilecek güçtedir. (Onun düşüncesine göre) Hiç değilse o buna kendini inandırmıştır. Açıkgöz bir hizmetçisi vardır, hizmetçidir, halktan biridir ama Feleğin sillesini yemiş, dersini almış, atacağı adımı iyi hesaplayan biridir. Hizmetçidir ama insandır; evlenip bir yuva kurmak ister. Eşi olacak adayı da bulmuştur; Esere adı verilen Figaro. Figaro günümüzde yaşasaydı kesinlikle Kont Almaviva gibi bir düzüne Almaviva'yı yönetirdi. Ne yapsın yaşam koşulları nedeniyle kontun kahrını çekmektedir ama, beceri bakımından bir gölge gibi durup Kont Almaviva'yı neredeyse yönetmektedir.

Kontes Rosina'nın oda hizmetçisi Susanna. Susanna da hizmetçidir ama duyarlı bir insandır. Kontes Rosina ile iyi anlaşmış, onun sırlarına ortak olmuştur.

Susanna ile Figaro evlenmek için kesin karar vermişlerdir. Bunu, Kontes gibi Kont da iyi karşılar. Ancak Kontun, giderek ortadan kaldırılmak istense de bir baba yadigarı hakkı vardır, (O buna bu gözle bakar) Gelin olacak Susanna ile ilk geceyi geçirmek! Bu olur mu, olmaz mı? Kont uzun boylu ölçüp döktükten sonra (genelde vazgeçilmiş) bu tehlikeli istekten vazgeçip, gönül rızasıyla Susanna'ya sahip olma kurnazlıklarını düşünür. Sonunda bunu, "Onu sevdiğini, sevdiğine onu inandırarak gerçekleşmeye karar verir. Bu da salt sevdiğini söylemekle olmayacağını hesaplayarak, tumturaklı yalanlarla kandıracak, kendine iyice bağladıktan sonra düşlediğini gerçekleştirecektir. Kont Almaviva kararını verip planını uygulamaya koyar. Susanna, duyarlı bir insandır ama kararlıdır da; Figaro'ya bağlanmış, geri dönüş düşünmez. Ancak Kont, giderek Susanna'yı sıkıştırır. İşin gittikçe üstelendiğini anlayan Susanna bir kurnazlık düşünür; eşi Kontes Rosina'yı ihmal eden Kont'u kıskandıracak bir rakip numarası hazırlar. (Yapmacık da olsa) hanımı Kontes Rosina'ya birini tebelleş etmelidir. Zaten öyle biri var gibidir. Susanna'ya başka amaçlarla da olsa, yapay buluşmaları sağlamak kalır. Susanna ile Kontes Rosina'nın sırdaşlığı giderek artmıştır. Bir yandan da Kont Susanna'ya iyice abayı yakmış rollerine kalkışmıştır, işlerin iyi gittiği inancındadır. Kontes Rosina'nın oynaşı Kerubino konağa girer çıkar. Kerubino da pek anlaşılmamakla birlikte, sanki gizli bir şeyler döndürüyor havası yaratır. Kont Almaviva eşinden kuşkulanınca işi, Kontesin odasında aramaya yapmaya dek götürür. Kontun kuşkulanmasını bir gelişme sayan Susanna, Figaro, Kontes birlikte plan kurarlar. Susanna Kont Almaviva'ya gece bahçede buluşmak üzere söz verir. Ancak Susanna'nın giysilerini Kontes Rosina giyecek, ayrı yerlerden bahçeye ikisi de inecektir. Sözleşilen gece gelir; Kont, Susanna ile buluşmak üzere hazırlanır. Buluşma yeri herkesçe bilindiğinden Figaro, Kontes Rosina, Susanna, Kont, Kerubino bahçededirler. Önce Susanna, arkasından Kontes Rosina arya söyler. Kontes Rosina Susanna sanısı yaratır.

Onlar, planlarını yürütedursunlar Kont, her türlü olasılığa karşı önlem almıştır. Ağaçların arkasında işaret bekleyen insanlar vardır. Kont'un planına göre, Susanna kendisine gelecektir ama, ya Figaro görüp Susanna'ya takılırsa! İşte o zaman Kont adamlarına işaret verip, Susanna ile Figaro'yu ele verecektir. Oysa Kont, hizmetçi Susanna ile değil eşi Kontes Rosina ile karşılaşır. Nasıl olduysa Kontun adamları da ortalığa çıkıverir. Kont, düşkırıklığına uğramasına karşın pişkince karısına sarılır. Böylece Figaro da Susanna da rahatlamış olur. Olay burada kesilmez, Figaro'nun anne-babası çıkar gelir, Figaro çocukken kaybolmuştur. İşaretlerle falan doğruluğu kanıtlandıktan sonra bir birlerine sarılırlar.

Böylece, kurnaz kontun kurduğu tuzak, çevresindeki (ona göre) sıradan insanların elbirliği ile Kontun kendisinin ayaklarını kıstırıp Kontes Rosina'ya teslim etmektedir. Olaya biraz geniş açkıdan bakacak olursak Figaro’nun Düğünü Operasının sonunda perde kapanırken, gerçekte kişizadelerin yüz yıllardır sürdürdüğü cinsel zevk saltanatlarının da bir daha açılmamak üzere kapandığını muştulamaktadır.

Hilmi Girginkoç Öğretmen:

-Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, müziği için söyleyecek bir sözüm yok, zaten orkestra ile değil piyano ile prova yapıyoruz, sık sık kesip başlanıyor. Hilmi Girginkoç Öğretmen sözünü bitirince

Öztekin Öğretmen söze karışarak:

-Müziği çok önemli değil, bizde plakları var gidince dinleriz! dedi. Şaşırdım, bizdeki Figaro değil Don Juan Operası, 23 plak; şimdiye dek ancak bir kez çalabildik. Duraksayıp yutkunduğumu, oldukça şaşkın baktığımı gören Faik Canselen Öğretmen bana takıldı:

-Plak repertuvarcısı İbrahim de konuşsun! dedi. Omuz silkerek, konuşmak istemediğimi belirttim. Ne diyebilirdim ki? Mehmet Öztekin Öğretmen yanlış söyledi mi diyecektim? Yutkundum. . . .

Saat 14:30’da Halkevinde toplanmak üzere serbest kaldık. Halil Dere, Yeni Şehir tarafına gitmek istedi. Hava ılık gibi, hayret Ankara içinde kar falan yok, her yer kuru. Ulus’ta otobüs durağında sıraya girip az bekledikten sonra bindik. Yaya olarak gitmiştik ama otobüsle gidiş süreci üstüne bir deneyimimiz yoktu. Az sonra, "Kızılay-Son durak!” dediler, herkesle birlikte biz de indik. Az ötede park gibi bir yer gördük, fotoğrafçılar resim çekiyordu. Önce resim çektirmeye karar verdik. Yaşlı bir fotoğrafçı öğrenci olduğumuzu öğrenince olayı açıkladı:

-Parayı peşin alıyorum, yerim Ulus'ta, resimleri oradan alacaksınız. Sahiden resim çektirmek istiyorsanız oraya uğrayın, bunlar geç çıkar! dedi. Otobüsle gittiğimiz yerden konuşa konuşa yaya olarak döndük. Aile Bahçesi yazılı kapıdan bir meydana çıktık, köftecileri görüne birine girdik. Şevki Aydın'la Mehmet Yelaldı oradaydı. Köfteciden çıkınca Kızılırmak Kıraathanesine uğradık. Arkadaşların çoğu oradaydı. Neredeyse ikiye bölünmüşler, tartışıyorlardı: Konsere gitseydik daha iyi olacaktı! Hayır operayı tanımak daha yararımıza! Şevki Aydın ortayı bulmak için öneride bulundu:

-İsteyen konsere gitsin! Öztekin Öğretmen onu sorun yapmaz. Zaten o bu sürprizi pek beğenmedi, beğenmedi ama Hilmi Girginkoç'un candan çağırışına "Hayır!" diyemezdi. Uzun uzun inatlaşmaya karşın kimse konsere gitme girişiminde bulunmadı. Konu giderek operanın konusuna döndü. Daha doğrusu opera konusuna değil de Kont ya da Asil denilen sınıfın, halktan olanları nasıl kullandığı üstünde duruldu. Derken izim halkımızın bu tür aşağılanmaya katlanamayacağı öne sürüldü. Ancak bizim köylerde de böylesi olayların olduğunu söyleyenler çıktı. Az önceki tartışmaya benzer bir gruplaşma olunca bu kez iş başka alana kaydı. Azmi Erdoğan:

-O dediklerinizi bizde Aleviler yapıyor! deyince tartışma yön değiştirdi:

-Aleviler öyle bir şey yapmıyor; onu yapanlar, kendilerini gizlemek için Alevilere iftira atıyor. Şevki Aydın sinirlendi:

-Ne diyorsunuz siz Allah aşkına! Anlatılan olay, Avrupa'daki asillerin bir İlahi hak gibi halkın ırzına geçmek nerede Alevilerin yapıp yapmadığı belli olmayan söylentileri nerede! Alevi arkadaşlarımız var, onlar bizden farklı olmadıkları gibi çalışkanlıkta üstünler bile. Operada anlatılan, gizli kapaklı değil asillerin çocukları istediği kadını alıp onunla yatıyor. Çocuk olacakmış, çocuk piç olacakmış, bunları hiç düşünmüyor!

Şevki Aydın sinirlenince kesik kesik, biraz da sert konuşur; sağ elini de avucu yukarıya doğru açık olarak kalkar, iner. Gene öyle başlayınca Mehmet Yelaldı:

-Saat yaklaştı, kalkalım mı? diyerek Şevki'nin sallanan elini tuttu. Oysa daha vakit vardı. Şevki Aydın gergin bir yüzle kalktı, bize bir şey demeden ikisi de arkası dönüp gittiler. Kısa bir sessizlikten sonra Azmi Erdoğan sordu:

-Ben şimdi onu kızdıracak ne söyledim? Nihat Şengül:

-Şevki'nin konuşması öyledir, sana kızmadı, öyle ortaya konuştu! Nihat, sözü uzatmamak ya da arkadan konuşmayı önlemek için öyle demişti. Gene de ben Azmi'ye sordum:

-Sen neden öyle dedin? Sizdeki Aleviler ötekilerden farklı mı? Azmi anlamazdan gelerek:

-Nasıl yani? deyince bu kez de:

-Bizdeki Aleviler! diye kesin bir ayırım yaptın! Azmi, Eskişehir dolaylarında öyle konuşmalar yapıldığını anlattı. Gerçekte bildiği bir şey olmadığını, duyduklarını söylediğini savundu. Arkadaşlar konudan sıkılmıştı:

-Bırakın şu Alevilik tartışmasını! deyince konuşmaktan vazgeçtim.

Yolda sağa sola bakınırken, özellikle Atatürk'ün geçici kabri olarak gösterilen Etnoğrafya Müzesini bir an önce görme üstüne olasılıklar düşle, varsayımlar üretirken vakti geçirmişiz, ucu ucuna kapıya vardık. Bizden başka gelen olmadığı için bir engelle karşılaşmadan girdik. Hilmi Girginkoç Öğretmen görevli olduğu için Bizi Mahir Canova Öğretmen karşıladı, kısa bir açıklama yaptıktan sonra bizi balkona gönderip ayrıldı. Öztekin Öğretmen olay için:

-Bakın, bu bize çok özel bir müzik ziyafeti! dedikten sonra parmağını ağzına götürerek konuşmama işareti verdi. Oyun piyano sesiyle başladı. Piyano sesini duyunca tüm ilgim piyanoya, piyano çalana kaydı. Yandan görebiliyorum, çalan bay, başının üstü saçsız. Hüseyin Çakar'ın geçen yılki piyano öğretmeni olan Prof. Zückmayer'i anımsadım. Onun resmini görmüştüm, resimde başı saçsızdı. Ben bunları aklımdan geçirirken iki kişi çıktı, evin içinde şarkı söyleyerek bir süre koşuştular. Bunların, Figaro ile Susanna olduğunu, adlarını karşılıklı söyleyişlerinden anladık. Erkek sık sık Susanna, bayan da "Figaro!" diye tekrar tekrar söylediler. Şarkılar çok neşeli başlamışken giderek konuşur gibi dertleşmeye dönüştü. Kont Almaviva ile Kontes Rosina'yı beklerken başkaları çıktı geldi. Bunlarla Figaro zaman zaman çıkışırca zaman zaman da kuzucuğumla konuştu. Sanırım bunlar Figaro'nun eski tanıdıklarıydı. Figaro onları ikide bir kapı dışarı etmeye kalkıştı. Ne var ki gelenler gidecek türden değildi, aralarındaki bayan bir ara Figaro'ya düpedüz sarılıp öpmek istedi; galiba da öptü. Figaro gitti geldi kağıtlar gösterdi.

Daha sonra gösterişli kılığından Kont Almaviva'yı, karşısında Susanna'nın susta duruşundan Kontes Rosina'yı seçtim. Burada bir duraklama oldu. Konuşanı biz göremedik ama, tekrar edileceğini anladık. Şimdiye dek sus pus olan arkadaşlar arasında fısıltılar oldu. Ben, en kenarda olduğum için pek anlayamadım ama arkadaşlardan bazılarının, oynayanların kimler olduğunu soruşturduklarını duyar gibi oldum. Oynayanlardan Hilmi Girginkoç Öğretmenle Rabia Erler dışında kimseyi tanımıyoruz. ancak ezberlediğimiz bir kaç ad var:

-Mesude Çağlayan, Semiha Berksoy, Saadet İkesus, Ayhan Aydan, Nurullah Şevket Taşkıran, Orhan Günek'le 2. sınıfların ağızlarından adı düşmeyen Ruhi Su. Bunların bir bölümü karşımızda ama seçmemiz olası değil Ben, Susanna'ya Rabia Erler'i yakıştırdım, ne var ki hareketlerine bakınca kanım değişti. Çünkü Rabia Erler bizimle konuşurken çok ağır başlı durgun gibi görünüyordu. Bu Susanna oldukça delifişek, hoplayıp zıplıyor. Tekrardan sonra olayları dikkatle izleyemedim. Hüseyin Çakar uzağımdaydı, gidip soramadım ama aklım hep Prof Zückmayer'de kaldı. Aklımca bu piyanoyu o çalıyordur. Bana göre ondan başkası böyle çalamaz. Duyduğuma göre Prof. Zückmayer, geçmiş yılların birinde Almanya'da yapılan Bach Piyano yarışmasında birinci olmuş. Hep onu düşlerken ara verildi. Hüseyin Çakar'a sormaya kalmadı, Mehmet Öztekin Öğretmen bana:

-İbrahim görüyor musun? Piyanist orkestra işini görüyor! dedi. Benden önce "Kim? diye soran olunca da pek önemsememiş gibi bir sesle "ÇAÇKES!" adında bir Alman!" yanıtını verdi. Merakım giderildi ama bu kez de, “önemli işleri hep bu yabancılar mı yapıyor?” sorusu aklıma takıldı. İzlediğimiz operayı, salt onu değil tüm operaları, temsilleri yöneten de bir Alman'mış. Rejisör Carl Ebert! Orkestra yöneticisi Prof. Praetorius da bir Alman.

Bir sahne değişimden sonra Kontes Rosina'nın yanında gerçekten bir aşığı olduğunu gördük. Aşık ya da oyun numarası aşık. Kontes Rosina ile konuşurken Susanna gelip uyarınca aşık (Kerubino) kaçtı. Az sonra Kont Almaviva göründü. Biz oyunda göremedik ama Konta göre ondan habersiz birşeyler olmuş ki, adam Kontes Rosina'dan düpedüz hesap sordu. Kont Almaviva'yı böyle kuşkular içinde görünce, okuduğum bir kitabı, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Mürebbiye'sini anımsadım. Orada da böyle bir sahne vardır. Konağa Mürebbiye (Öğretici-eğitici) olarak getirilen Bayan Anjel, güzeldir, ancak güzelliğini ağırbaşlı numaraları altında ustaca kullanarak çevresindeki erkekleri sıraya dizer. Konakta, Amca Bey, Sadri, Şemi Beyler, arka arkaya Anjel'in oltasına sıralanırlar. Sonunda atlatıldıklarını, pencerelerden gözetleyerek öğrenmiş olurlar.

Kontes Rosina’nın Susanna'nın yardımlarıyla Kont Almaviva'ya hazırladığı tuzak giderek gelişir. Esas işlevini tam anlayamadığım, araya sokulan Kerubino, kimden yanadır? Ancak o da Kont'un yanılmasına yardımcı olur. Kontun geldiğini duyunca (aptalca davranarak) bahçeye atlar. Bu kez de ortaya bahçivan çıkar.

Susanna ile Kontes Rosina planlarını iyi yürütürler. Susanna Kont'la bir gece bahçede buluşacaktır. Bu buluşma, Hilmi Girginkoç Öğretmenin anlattığı gibi oldu, Kont Almaviva tuzağa düşürüldü. Kont Almaviva, 180 derece dönüş yaparak Kontes Rosina'ya sarılarak onun mutluluğuna katıldı. Oyunun sonunda öteki entrikalı olayları öğrendik ama doğrusu öğrendiklerimizi tam olarak, izlediklerimizle sağlıklı olarak bağdaştıramadık. Hiç değilse ben, sonucu tam olarak anlayamadım. Çünkü, oyunun başından beri tüm olayların içinde olan Susanna sonunda bir ara boynu bükük olarak ortada kalır gibi oldu. Neden?

Prova söylendiğinden daha uzun sürdüğü için, çıkar çıkmaz yola koyulduk, ucu ucuna trene yetiştik. Tren gene doluydu. İlk kez trende yer aradık. Gene ilk kez (Çok dağınık oturduğumuzdan) gördüklerimiz üstüne tartışma açamadan döndük. İnince yorumlar başladı. İlk çarpıcı yorumu Kadir Pekgöz yaptı:

-Ben rejisör olsaydım (O Carl Ebert dedi) Susanna'yı Kontes yapardım; o daha hareketliydi dedi. Mehmet Öztekin Öğretmenle birlikte herkes güldü. Orhan Doğan karşılık verdi:

-Kadir, onu ben de düşündüm ama karşıma bir engel çıktı; onu yapabilmek için önce seni Carl Ebert yapmak gerekecek! Bu iki "Olsaydım!" sözü üstüne gülüşmeler yemekhaneye dek sürdü:

-Kadir nasıl Carl Eber olur? Yemekhaneye girerken Abdullah Ön de konuştu:

-Sözü amma da uzattınız, neden Kadir'i Carl Ebert yapmak için zorluyorsunuz. Kolaysa siz Orhan'ı Carl Ebert yapın, aynı sonucu alırsınız. Hem boyu posu daha elverişli, Orhan bir hıkınsa başarır. Konuşmalardan çok sıkıldığı anlaşılan Kadir birden :

-Yaşa Abi, sen çok yaşaaaa! diye bağırdı.

Yemekte, sabahki konser mi, opera mı? tartışmasını Nihat Şengül, Kamil Yıldırım gene açarak:

- Bir daha böyle bir durumla karşılaşırsak, biz katılmayız! dediler. Ne ilginç, gittiğinden herkes memnunken benim dışımdakilerin hepsi bu kez pişmanlık duy nlar tarafına geçtiler. Hemşerim Kadir, benim onlardan farklı düşünüşümün nedenini sorunca Kadir'e az önceki teşekkürünü anımsattım:

-O zaman Abdullah Ön'e teşekkür edemeyecektin. Bu kez de arkadaşlar benim sözümü de zekice buldular. Ekrem Bilgin bu kez önceki sözünden dönerek:

-Ben bu günümden memnunum, arkadaşların güzel sözlerine gülerek uyuyacağım! deyince tüm arkadaşlar:

-Ben de öyle! diyerek son sözlerinde birleştiler.

Kitaplıkta Sami Akıncı'yı görünce gittim. Yanında arkadaşlar vardı. Ben sormadan Sami:

- Biliyorum beni merak ettin, teşekkür ederim, iyi olduğumu doktordan öğrendim, iyi bir doktor, bizim Bakanlığımızın doktoruymuş; eski bakanımızın (Saffet Arıkan'ın) da kardeşiymiş. Açık açık bana iyi beslenmemi söyledi. üstelik "Ne bulursan ye!" dedi. İşte bu, benim en büyük sorunum; ne bulursam yiyemiyorum. Bundan sonra biraz daha kendimi zorlayacağım!

Konuyu değiştirip, yaz tatili için olasılıkla öne sürdük. Sami, başarabilirse tatilini köyünde geçirmeyi tasarladığını söyledi. Evinde hiç değilse bir kaç ay dilediği gibi beslenecekmiş. Arkadaşlar Sami Akıncı'yı çok sevdiklerinden kederli kederli dinlediler. Ben de dinler gibi durdum ama geçmiş beş yıl içinde zaman zaman Sami'ye duyduğum kinin boyutlarını anımsadım. O günlerde Sami hastalansaydı kesinlikle sevinirdim. Niçin? İşte şimdi o NİÇİN'in yanlışlığı için üzülüyorum. Sami, Köy Öğretmen Okuluna Orta Okuldan gelmiş. Oldukça bilgili. Ben, doğrudan köyden geldim. Üstelik ilkokulu bitirdikten 3 yıl sonra. Sami sorulanlara yanıt verirken ben aval aval bakıyordum. O zaman öğretmenler de sık sık yoklama yapıp not veriyordu. Sami 10 numara alırken ben hatır için 4 numara alıyordum. Öğretmenler maneviyatımı kırmamak için verdiklerini söylüyordu. Ders yılı sonunda ben Sami ile boy ölçüşmeye başladım. 2. yıl tüm inşaatla geçti, okulumuzu kendimiz yaptık. İşlerde de ben birinci ikinci savaşı verirken Sami, kooperatif adı altında bir kıytırık delikte karamela, fındık fıstık satarak öğleden sonraları işlere girmedi. Öğleden sonra işte pestilim çıkmasına karşın devrisi sabah derslerde Sami ile boy ölçüşmeyi sürdürdüm. Okul yönetimi onu koruduğu için Sami'ye bir diyeceğim yoktu. Ancak Sami bu kez bana açık açık karşı oldu. Arkadaşlardan kendine yakın olanları türlü bahanelerle bana karşı kışkırttı. Bunlardan birini her olasılığı göze alıp sopayla Sami'nin gözü önünde dövdüm. Sami'ye dönerek:

-Bu sana bir ders olsun, seni daha fena yaparım. Burası benim memleketim, okuldan kovulsam bile burada yaşayacağım. Benim ayrılışım, senin da ayrılışın olacaktır! Sami aklını kullanarak dediğimi iyi anladı, bir daha da karşıma çıkmadı. Sami ilk yılkı gibi karşıma çıkmadan çalışmasını sürdürseydi, onunla boy ölçüşmek değil özellikle birlikte Almanca çalışmayı kuruyordum, ne yazık ki bu olmadı. Bu geçici kin sürecinden sonra Sami'yi çalışkanlığı nedeniyle insan olarak sevdim. Şimdi de öteki arkadaşlar gibi "Ah-vah" etmiyor susuyorum ama sanırım benim üzüntüm hepsinden fazla. Sami ile bu tür konuşmalar yapmıyoruz ama çok iyi kestiriyorum o, beni anlıyor. "Kalpten kalbe yol vardır!" diyorlar; o yolun bizim aramızda varlığına kesinkes inanıyorum. Bir başka inancım da Sami, "Yiyemiyorum!" dediklerini yiyerek iyileşecek, buradaki köşesinde örnek çalışmasını sürdürecektir.

Ben bunları düşünürken arkadaşlar, Sami'nin rahatsızlığını bir yana bırakıp Kepirtepe'ye eski günlere döndüler. Özellikle de "Yeni Öğretmenler!" dediğimiz, son sene gelen öğretmenleri andılar. Onlara verilen adlar tekrarlandı. Bir ara "Onlar için yapılan konuşmaların, okuldaki tadı olmayacağını, dedi kodu sayılacağını!" söyledim. Yusuf Asıl başta ötekilerden bir kaçı, benim Kepirtepe'deyken de bu konuşmalardan yan çizdiğimi, o nedenle bu konuya yabancı kaldığımı söylediler. O anda bir konu aklıma geldi, günlüklerime ele geçer korkusuyla yazmamıştım; Ahmet Kun-Cemile Kun konusunda duyup da kimseye söylemediğim olayı anımsadım. "Dikkat!" deyip olayı, baştan sona anlattım. Katıla katıla güldükten sonra

-Ne varmış bunda? diyenler oldu. Bunda bir şey yoktu ama ben bunu o zaman, "Sanki bir şey varmış gibi” anlatır, gene böyle güldürürdüm. Bir başka olay da yeğenim İsmet'le ilgili. İsmet, köyde "Benli!" soyadlı bir ailenin kızıyla ilgileniyordu. Daha doğrusu annesi Zühre Teyzem kızı peylemişti. İsmet annesinde etkisinde kalarak daha Alpullu'dayken kıza mektup yazdı, karşılık aldı. Boş zamanlarımızda evlilik ya da sevgi-sevgili konuşmalarında İsmet, hatırlayacağınız üzere "Ah Benli, vah Benli! diye sayıklıyordu. Siz onu, ilkokuldaki gerçekten yüzü benli kız sanıp, İsmet'e takıldınız. İsmet neredeyse olayı açıklayacaktı. İsmet'i ben durdurup, öyle sanılmasını sürdürttüm. İsmet, sonraki yıllarda da "Ah Benli-vah Benli!" dedi. Anımsamış olanlar Alpullu'daki Benli kızı anıp geçtiniz. Oysa İsmet, son sınıfa geçtiğimiz yaz, şimdi eşi olan Benli ailesinin kızını kaçırdı, şimdilerde İsmet kız babası oldu. İsmet Öğretmenin şimdi Saime adlı bir kızı var. Bakın bunları ben biliyordum, dedikodu yapmanın verebileceği kötü sonuçları düşündüğüm için ağzımı tuttum. Oysa kimi arkadaşlar, son ucun nereye varacağını düşünmeden duydukları yalan yanlış sözleri şakalaşma adı altında yaymaktadır. Yusuf Asıl, benim sözlerimi perçinleyen, kendisiyle ilgili bir olayı anlattı. Yusuf'la bir kaç kez Yeni Bedir'deki Kamber Amcamlara gitmiştik. Yengem Yusuf'u, Yusuf'tan biraz küçük kendi oğlu Mahmut'la bir tutarak , "Sen de benim bir oğlumsun! deyip sahiplendi. Bu kadar da değil Yusuf'u evlendirmeye kalkıştı; gelin adayı olarak da bizim köy muhtarı Hüseyin Baştürk'ün kızı Fatma'yı seçti. (Yengemin akrabası) Bu konuşmalar, ciddi de olabilir şaka da. Ancak yengemin tavırları çok ciddiydi. Yusuf'la zaman zaman bunu aramızda da konuştuk. Şimdi soruyorum, böyle bir olay anımsıyor musunuz? Susacaksınız, doğal olarak; çünkü bu konuda size tek bir söz söylenmedi.

Sonunda benim söylemeye çalıştığım özelliğim gene güme gitti; davranışımın yararı-yararsızlığı bir yana itilerek yaptıklarım yaşlı oluşuma yoruldu. Oysa anlattığım olayların önemli bir bölümü benim, onların çoğunun şimdiki yaşlarının altında olduğunu düşünmek zahmetine bile girmediler. Onlara daha anlatacaklarım vardı. Örneğin, Hasanoğlan'dan Kepirtepe'ye dönmemiz için Cumhur Başkanına, Genel Kurmay Başkanına, T. B. M. Meclisi başkanına yazılan mektuplar!

Etrafımızda kimse kalmayınca, biz de kalktık.

Yatınca bir süre gene düşündüm; bunları anlatmam iyi oldu mu? Geçmişte ne olmuşsa olmuş, burada farklı olamaz mıyım? Hemen bugünkü bir olayı anımsadım; arkadaşlar sinemaya gitmiş. Gördükleri bir filmde artistlerden birini hemşerim Kadir Pekgöz'e benzetmişler. Onun adını Kadir'e takmışlar. Takmışlar ama, çevreye duyurmadan önce bana sormaya karar vermişler: "Sen ne dersin?" Ben ne diyeceğim? "Söyleyin!" nasıl derim? "Olmaz!" demeye ne hakkım var? Kısacası, böyle anlamsız şeylere neden bulaştırılıyorum? Bu olay beni hemşerim Kadir'le gene karşı karşıya bırakacak. O da sanacak ki ben "Hayır!" dersem susacaklar. Olur mu? Adamlar filmde görüp yakışırmış, aralarında konuşmuş olası karşılıkları hesaplamış, gönül almak için de beni araya sokmayı yeğlemişler. Oldukça üzgün olarak gözlerimi kapadım.

 

6 Şubat 1944 Pazar

 

Somyanın sallantısıyla uyandım. Deprem aklıma gelince birden sıçradım, Hemşerim Kadir;

-Yoksa korkuttum mu abi? Özü dilerim, uyanık sanmıştım! deyince, akşamki düşüncelerimi anımsayarak ben de özür dilerce yumuşak davranmaya çalıştım. Gene de akşamki olayla ilgili bir işaret beklerken Kadir ağlamaklı bir sesle evden mektup aldığını, annesinin rahatsızlığını, ağabeyinin askerde olduğunu, babasının zor durumlara düşmüş olabileceğini anlattı. Tüm kuruntularım uçtu gitti. "İşte bu nedenle Kepirtepe bizim için evimiz gibiydi; istediğimiz zaman gidebiliyorduk. Burada öyle bir olanağımız yok!" dedim ama gene de bir teselli olur, düşüncesiyle, Kadir'e:

-Şimdilerde askerlerin, biraz biraz rahatladığını, benim 3 ağabeyim de asker olmuştu. Bir kaç ay önce büyük ağabeyimi bıraktılar, öteki ikisini de sırayla arka arkaya izinli geldi. Köydeki öteki askerlerin de arka arkaya izinli geldiklerini, ağabeyi isterse izin alabileceğini, hatta şimdilerde eve gelmiş olabileceğini anlattım. Kadir mektubun tarihine baktı, yüzündeki gerginlik dağılır gibi oldu:

-Tarih, geçen hafta bu gün! dedi.

Ben de:

-Öyleyse Hüseyin şimdi evdedir, benim arkadaşım zekidir, kendini sevdirir; sevilen insanlara herkes yardımcı olur! Subaylar da insandır, benim iki ağabeyim de iyi, hoş görülü subayların hoşgörüsüyle sık sık izinli geldiler, ben buna tanık oldum! deyince Kadir rahatladı, birlikte kahvaltıya indik. Kahvaltıda arkadaşlar, fısıltılarla konuştular; Nihat Şengül bir ara bana göz kırptı. Belli ki benim Kadir'le " O yakıştırma sıfat olayını!" konuştuğumu sandı. Gördüğü bir filmde piyano çalan Jose İturbi'den söz etti. Mike Rooney'in son filmini görüp görmediğimi sordu. Ben de ona, Kadir'in annesinin rahatsızlığından söz ettim. Konu değişti, tüm arkadaşlar Kadir'i teselli yarışına girip sayısız yollar önererek gönlünü aldılar. Masaya kederli oturan Kadir neşeli, kalktı. Öyle ki bir ara kendimden bile kuşkulandım:

-Yoksa Kadir bana bir oyun mu oynadı? Ben bu denli saf mıyım? Hemen ben de bir oyun hazırladım:

-Kadir'in babası Hafız Amcaya Kadir'in iyi olduğunu anlatan bir mektup yazacağım. Yazmasam bile Kadir'e yazacağımı söyleyeceğim. Kadir sevinip, yazmamı engellemeye kalkmazsa sahiden yazacağım. Hafız Amca bizim köyün İmamı, babamın iyi konuştuğu bir insan. Beni de sevdiğini biliyorum, çok da sevinir. Hafız Amcanın Edirne /Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna yeni kaydolduğumdan iki gün sonra okula geldiğinde kayıtları yapan Fikret Madaralı Öğretmene beni göstererek:

-Benim bir oğlum da İbrahim'dir. Size bir değil iki oğlumu emanet ediyorum! demiş bu arada gözlerini silmişti. Fikret Madaralı Öğretmen de bana:

-Bugüne dek 80 öğrenci kaydettim, bir sen, kendi kaydını kendin yaptırmıştın. Hafız Amcan seni yalnız bırakmadı, bunun ne anlama geldiğini iyi düşün, sakın sakın unutma! demişti. Gerçi ben o zaman bunu pek önemsememiştim ama sonraları tatillere gittiğimde Hafız Amca'nın yakınlığını görünce düşüncelerim değişti. Kadir'e zaman zaman çok kızdığım oldu; her defasında Hafız Amca karşıma güler yüzüyle çıkıp öfkemi süpürmüştür. Aynı bağlılığı burada da sürdürmek zorunluluğunu duyuyorum. Kadir Pekgöz benim hemşerim, bir arkadaş kardeşi, baba dostu bir iyi insanın oğlu. . . . . .

Halil Dere de duymuş, karşıdan işaret etti. O da onu konuştuğumuzu sanmış, ben durumu anlatınca üzüldü:

-O arkadaşı zerrece sevmedim ama acılı durumdanken alay edecek kadar da gaddar değilim! Halil Dere; birlikte gitmek için söz verdiği Kemal Karadeniz'i beklerken Hüseyin Orhan 'la Kadir Pekgöz geldi. Kadir'in bizim konuştuklarımızdan haberi yok, kendine göre konuşuyor; Halil Dere'ye de arada takılıyor:

-Yakışıklı, Konservatuvardan daha birini seçemedin mi? Halil Dere yanıtladı:

-Seçtim, herkes duydu, sen nasıl duymadın? diye sordu. Kadir:

-Kim, kim, kim? deyince, Halil Dere:

-Orkestra şefini! yanıtını verdi. Onun gibi ellerini kollarını oynatmayı, yüzüyle de işaretler vermeyi geliştirip, öğretmen olunca öğrencilerini oturduğu yerden idare edecekmiş. Hem güldüm hem de üzüldüm, Kadir bir rastlantı bugün Mike Rooney'likten kurtuldu sayılır. Sonra ne olacak? Kadir'e tasarımı, babasına mektup yazacağımı söyledim. Beklediğimin tersine çok mutlu oldu, boynuma sarıldı. Bu konuda olumsuz düşüncelerimden ötürü üzüldüm. Banyodan döner dönmez yazmaya karar verdim. Mektupta neler yazacağımı da tasarladım:

-İyiyiz; okula iyi uyum sağladık, Kadir'le birbirimize destek olmak için aynı bölümü seçtik. Şansımıza okul müdürümüz Hürrem Arman da Kırklarelili, bize  "Hemşeriyiz" dedi. Bir sorunumuz olursa bize yardım edeceğini umuyoruz. Daha önce Hasanoğlan'ın çok soğuk olduğundan söz etmiştik, bu yıl oldukça ılık geçiyor. Bizim köye uğradığınızda bunları babama da anlatırsanız sevineceğim. Ben yazdım ama babam bir de sizden duyarsa daha mutlu olur. Biliyorsunuz, sizin sözlerinize güvenir. Sonsuz selam eder, ellerinizden öperim.

Yemekte mektubu Kadir'e verdim, almadı:

-Neler yazacağını tahmin ediyorum, okumama gerek yok! dedi. Oysa ben okursa bana daha çok güven duyar, düşüncesiyle böyle yazmıştım.

Her pazar günü gibi bugün de Faik Öğretmenin geleceğini hesaplayarak genellikle boş kalan alt odadaki piyanoya gittim. Piyano grubumuzdan gelen giden olmayınca öğle yemeğinden akşam yemeğine dek çalıştım. Faik Canselen öğretmen gelmezse üzüleceğimi düşünerek yemeğe gittim. Öğretmenleri getiren tren, bizim konser dönüşü bindiğimiz tren, genelde bizim akşam yemeğimizde geliyor. O nedenle haberleri yemekte alıyoruz. Gelen öğretmenler konuk sayıldığından Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca gelenleri yemekte duyuruyor. Bizim masanın yanından geçerken gene bana eğilerek söyledi:

-Senin Piyanocu geldi! Başkanımız Hüseyin Atmaca'yı bir çok yönden övgüyle karşılanıp anmama karşın bu sözü söyleyince (Hep böyle diyor, ben de ona benim öğretmenim piyano satmıyor, öğretiyor! diyorum) gözümde değer yitikliğine uğruyor. Ancak, öğretmenin gelmiş olmasına sevindiğim için üstünde fazla durmuyorum. Öğretmenin gelişi işimi çok kolaylaştırıyor. Özelikle pazar akşamları tüm arkadaşlarda bir gevşeklik var. Kendine özel olarak bir program yapmamış olanlar, yat ziline dek şamata etmekte yarış ediyorlar. İşte bu saati ben yarınki dersimin karşılığı olarak geçirince yarınki iki saati çok iyi değerlendiriyorum. Arkadaşlar tümüyle yukarı salondayken ben alt odada, verilen yeni ödevimi sıcağı sıcağına çalışıyorum. Bu nedenle pazar günü akşamları gözlerim, Faik Öğretmen için yollarda kalıyor.

Yemekten sonra koşarca notalarımı toplayıp alt odaya gittim. Az sonra da Faik Öğretmen geldi; gülerek:

- Beni bekliyordun değil mi? Ben yarın erken gitmek zorunda değilim ama sen istersin diye geldim, yarın serbest olman daha iyiyse bu gece işimizi bitirelim! Öğretmene düşüncemi anlattım. Öğretmen gülerek:

-Seni kurnaz tilki seni!

Öğretmen verdiği parçaları pek önemsemedi, etütler üzerinde durdu. Parçalar için:

-Bunları seversen nasıl olsa çalarsın. Önemli, olan tuşlara egemen olmak, bu da ancak etüt çalışlmalarıyla olur. Gel biz, senin metodun Beringer'in yanına bir de Czerny ekleyelim! dedi. Geçmiş derslerde bir Czerny çalmıştım onu açtırıp bir daha çaldırdı. Nota dolabımızda bir değil iki Czerny kitabı vardı. Öğretmene söyledim. Öğretmen Czerny için:

-Çok büyük bir piyanist, ünlü besteci Ludwig van Beetovenn'in öğrencisi. Franz Liszt'in de öğretmeni. Piyano tekniğini iyi bilen bir usta piyanist. Parmakları çalıştırıcı etütler bestelemiş. Etütleri de kuru parçalar değil oldukça melodiktir. Başlayıp bir alışırsan Czerny tiryakisi olur çıkarsın!

Çalışmamızın sonunda birlikte yukarı çıkıp kitap seçtik. Öğretmen iki Czerny kitabına da baktıktan sonra:

-Önce bu olsun! deyip 101 Eksersizi verdi. Arkasından da “Al sana bir nota-ses dünyası, Okyanus gibi bir şey; notalar arasında kulaç at dur. Yılmadan ilerlersen Kristof Kolomb gibi ergeç Amerika'yı bulursun!”

Öğretmen ayrılınca bir süre Czerny'yi karıştırdım. Kısa, birer sayfalık parçalar, "Bunların neresi Okyanus?” diyecek oldum ama baktıklarımın hiç birisini de Beringer'de yaptığım gibi ilk bakışta çıkaramadım. Kendi kendime güldüm:

-Bu gece tek öğrendiğim Macar dilinde "cz" harflerinin "ç" okunduğu oldu. Akordiyonla çaldığım Çardaş nasıl yazılmıştı? Çaldığım parçanın kapağındaki yazıyı anımsamaya çalıştım. İlginçtir, kapakta bay-bayan birbirine sarılmış olarak gözümün önünden gitmiyor da yazının yeri silinmiş gibi bembeyaz görünüyor. Sonunda kendime bir teselli buldum:

-O notanın Macarca yazıldığını nereden biliyorum? Pekala Almanca Tschardasch yazılmış olabilir! Dedim ama kendim de inanmadım; notanın üstündeki yazı o kadar uzun değildi.

Salonda kimse kalmayınca ben de kapatıp kapıları çıktım. Yatakhaneye gittiğimde Kadir yanıma geldi:

-Neden gelmedin, biz Kepirliler toplandık, bir sen eksiktin! dedi. Yalandan; piyano dersimin uzun sürdüğünü söyleyip sözü kapattım. Yandakileri göstererek uyuyanlar olduğunu anımsattım. Gerçekte içimden neşeliydim; nedense Kadir'in iyimser olarak beni karşılayıp neredeyse benim adıma acınır gibi konuşmasına ters bir tepki gösterdim.

Yatınca da bir süre düşündüm; onlara katılsaydım hangi konuda uyum sağlayacaktım. Zaten geçen akşam kesin değilse bile hiç değilse bir süre katılmayacağım üstüne kendime söz vermiştim. Kızılçullular toplanıyor ama (Hepsi değil bir grup) onlar Çifteler grubuna karşı tavır alıyor, bunu sürdürme planları kuruyorlar. Çiftelerden de büyükçe bir grup Kızılçullululara karşı savunma durumundalar. Bizim Kepirlilerin böyle bir sorunu yok. Tıpkı Kepirdeki gibi ya dedikodu ya da içlerinden birilerinin güncel bir sorunu varsa onun üzerinde çok of-puf etmek oluyor. Sorunun çözümü için çare aramak ya da öneri üretmek yok. Toplanan arkadaşları birer birer göz önüne getirdim. Sami Akıncı dışındakilerin yaptığı konuşmaları birer birer anımsadım. Son numaradan başa doğru (eski numaralar) sıraladım:

-Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan, Halil Basutçu, Hasan Üner, Salih Baydemir, Bekir Temuçin, Abdullah Erçetin, Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur, Sami Akıncı olmak üzere 16 arkadaşız. Abdullah Erçetin, Kadir Pekgöz'le aynı bölümdeyiz. Biz üçümüz, bölümümüzde olanı biteni anlatıyoruz. Sami Akıncı'nın anlatmasına gerek yok, ortak derslerde onun durumunu herkes biliyor. Halil Basutçu ile Salih Baydemir ara ara bölümlerinden haber veriyor. Harun Özçelik'in Hidayet Gülen ya da Mustafa Güneri Öğretmenlerle çalıştığını biliyoruz. Bekir Temuçin ara ara sesini duyuruyor. Ötekilerin nerede olduklarını yalnız kendileri biliyor. Mehmet Başaran'ın hangi bölümde olduğunu onun ağzından şimdiye dek duymadım. Bunu daha önce bir kez daha söylediğimde bana arkadaşlar:

-Arkadaş girdiği bölümden memnun değil, o şiir yazıyor, doğrudan Edebiyat bölümü bekliyordu! dediler. Oysa haftada 4 saat Edebiyat dersimiz var, bunlardan 2 saatini doğrudan şiir içinde yüzerek geçiriyoruz. Mehmet Başaran'ın o saatlarda nerede olduğunu bilen, gören var mı? Hasan Üner Kepirtepe'de kitap okuyanların başında gelirdi. Çok okuduğuna hepimiz tanığız. Oysa Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen kitap okuyanları sorduğunda Hasan Üner tam siper yapıp susuyor. Neden? Nedenini bilse bilse o biliyor. Mustafa Saatçı'ya bir sözüm yok. Çünkü o zaten okumuyor, öyle bir tartışmaya da zaten girmiyordu. Emrullah Öztürk'ün, Hüseyin Orhan'ın, İbrahim Ertur'un bölümlerini de sanırım okulu bitirdiğimizde diplomalarından öğreneceğim. Kendi kendime konu bulup üstünde uzun uzun duruyor, onlar üstüne yeni kararlar alıp düşünceler üretiyorum. Bunların yerine gene eskiden olduğu gibi şiir ezberlesem, ezberlediğim şiirleri tekrarlasam daha yararıma olur.

Son kararımı çok beğendim, iyimser duygular içinde uyudum.

 

7 Şubat 1944 Pazartesi

 

Akşamki soğuk davranışımdan bir sonuç çıkarmış olan Kadir beni gözetlemiş:

-Uyanmanı bekledim Mahir Canova Öğretmen bir ödev vermişti, unuttum neydi o? diye sordu. Akşamki tatsız davranışımı ben de beğenmediğim için yumuşak bir tavırla:

- Hind, Mısır Tiyatrolarını bizim okumamızı, önemli gördüğümüz noktaları kendisinden sormamızı, böylece o derslerin yapılmış sayılacağını, Yunan Tiyatrosuna öyle geçeceğimizi söylemişti! dedim. Kadir onları okumuş. Hemen:

-Onlar az ama çok karışık isimler geçiyor! dedi. Ben de:

-Onları deftere yaz, kolay ezberlersin! dedim. Birlikte Müzik Salonuna gittik. Enstitü Bölümünden Galip Gürler geldi. O da Enstitü bölümü aylık Başkanı seçilmiş:

-Abi, hiç merak etme; şimdi bir ay buradaki işleriniz aksamayacak! dedi. Sobayı birlikte ateşledik.

Kahvaltıda Tiyatro Dersi öncelik aldı. Hindistan üstüne hiç bilgimizin olmadığını anladık. Brahma-Putra-Veda-Sima deniyor ama ne, ne için? Sözler yerine oturmuyor? Sahiden tarih derslerinde de Hindistan'ı iyi okumamışım. Tek aklımda kalan, Büyük İskender'in Hindistan'a dek gittiği, İngiltere 40 milyon olmasına karşın 300 milyonluk Hindistan'ı sömürge olarak kullandığı ile Jules Verne'nin 80 günde Devrialem kitabında anlattığı, kocası ölen kadınların diri diri yakıldığıdır. Yapılan konuşmalardan çıkardığım sonuca göre ben, arkadaşlara göre çok daha bilgili durumdayım. . .

İlk dersimiz şan. Hilmi Girginkoç Öğretmen, beklediğimizin tersine, derse neşesiz bir görüntü içinde geldi. İlk sözü:

-İki sesli söylemeye geçmeden önce şu fa anahtarını tanımamız gerekecek deyip beni tahtaya gönderdi. Tahtaya önce bir porteye sol anahtarı; ikinci porteye fa anahtarı çizip iki porteye de do majör gamlarını sıraladım. Fa anahtarını kemancı arkadaşlar oldukça yadırgadılar. Bir ara da öğretmene:

-Sol anahtarı üstünde olsa biz iki sesi de daha rahat izleriz önerisini yaptılar. Öğretmen basılı notaların okunacağını söyleyip öneriyi benimsemedi. Azıcık da kızar gibi konuştu:

-Sakın kendinizi alaturkacılığa kaptırmayın, o hastalıktan kendinizi bir daha kurtaramazsınız! dedikten sonra Alaturkacılığın ne olduğunu sordu. Önce kimse yanıt vermedi. Öğretmen bana bakınca ben:

-Notasız, kulaktan alma yoluyla çalgı çalma! dedim. Öğretmen, önce gülerek:

-Ah keşke o kadar olsaydı, hepimiz onu yapardık. Hoş, şimdi de benzerlerini yapıyoruz. Zaten dünyada tüm çalgı çalanlar nota öğrenir diye bir kural yok. İnsanlar her devirde kulaktan alma şarkı söylemiş, çalgı çalmıştır. Biz dilimizin sözlerini annelerimizden kulaklarımızın kapması yoluyla öğrendik, Tüm dünyada çocuklar kendi, dillerini kulaktan alarak öğrenirler. Onlara kimse alaturka gözüyle bakmaz. Alaturka, insanların (daha çok da tembelliğe teşne olanların) karşısına çıkan kuralı aşmakta biraz zorlanınca, "Böyle de olur!" deyip kendi kendine kural uydurarak kendilerini kandırdığı gibi uydurma kurallarını, başkalarına da "Doğrusu budur!" deyip saptırmaktır. Yurdumuzda, salt müzikte değil tüm alanlarda bu hile yapılmaktadır. Ancak en çok müzikte yapıldığı için bir çok insan Alaturka deyince müziği anımsar. Şimdilerde de bu alaturkalık, radyo programlarıyla tüm yurda böyle yayılmaktadır. Batıda, neredeyse bin yıl önceleri bu işe el atılmış, sesler frekanslara bağlanmış. Öğretmen, "Frekansı bilirsiniz!" deyince doğrucu başımız (!) Ekrem Bilgin:

-Pek bilmiyoruz efendim ya da ben müzikteki frekansı bilmiyorum! deyince Hilmi Girginkoç Öğretmen Ekrem'e bir süre baktıktan sonra:

-Umarım fizikteki frekansı biliyorsundur! deyince Ekrem bu defa başını sallayarak:

-Onu biliyorum! dedi. Hilmi Girginkoç Öğretmen bu kez:

-Tamam işte, bildiğin o fizikteki frekansların sayısına göre nota sıralamışlar. Notaların sözgelimi do major gamı sırasına göre normal bildiğimiz do sesinin frekansı 100'se ince do 800 olacaktır, deyip tüm notaları sınırlamışlardır. Bundan sonra tüm müzik aletleri bu tertip üstüne akorlanıp birlik sağlanmış, akor düdükleri, diyapozonlar bulunmuş, nota işleri buna göre yapılmıştır. Bir Norveçlinin bestesi ile İspanyol bestecisinin eserleri arasındaki fark yalnız dille, şarkının sözlerindeki uluslarının toplumsal zevki, geleneksel olayların anlatımıdır. Gelelim şimdi alaturkaya; alaturka sözünün anlamını bilirsiniz "Türk işi, Türk usulü" anlamına gelir. Batı müzikçilerine göre ise kuralsızlıktır.” Öğretmen böyle deyince parmak kaldırmayı düşündüm ama cesaret edemedim . Gene de kıpırdanır gibi yapınca Hilmi Girginkoç Öğretmen anladı:

-Birşey diyeceksin galiba! deyince ben de:

-Mozart'ın Allaturkası!. . . Sözümü bitirmeden Öğretmen .

-Bakın işte o bile benim dediğimi kanıtlamaya yetecek. Çünkü Mozart o marşı, marş olarak bestelememiştir. Bestelediği bir piyano sonatına, sonat geleneği dışına çıkarak onu eklemiştir. Mozart, bestecilik konusunda tartışmasız bir dahidir. Bilirsiniz, sanatlarda, bilimlerde kuralları koyan dahilerdir. O nedenle onların yaptıkları çoğu kez kendilerinden sonra kural sayılır. Gerçekte tüm piyano sonatlarının formları incelenince Mozart'ın burada genel kuralın dışına çıktığı görülür. Mozart büyük bir Viyolonist olan Leopold Mozart'ın oğludur. Leopold Mozart, bizim müziğimizle ilgilenmiş, bazı melodileri bestelerinde kullanmıştır. Leopold Mozart, büyük besteci Josef Haynd'ın dostu aynı zamanda dünürüdür. Mozart'ın ablası olan Nannerd Mozart'la Josef Haydn'ın kardeşi, gene ünlü bir besteci olan Michael Haydn evlidir. Michael Haydn'ın Türk Konçertosu adını taşıyan bestesi vardır. Böyle bir aile içinde yetişen küçük Mozart'ın bizim müziğimizden habersiz olması düşünülemez! Kuşkusuz Mozart, sonatın sonuna eklediği marşı değişik bir renk olsun diye alaturka havasıyla bitirmiştir.

Öğretmen bana bakarak:

-Umarım "Biz hepimiz birer Mozart'ız” demeyeceksin! deyip güldü. Daha sonra öğretmen bana bir do sesi vermemi söyledi. Sol anahtarına göre alt do sesine dokundum. Önce öğretmen "Doooooo!" diye uzattı. arkasından da oldukça hızlı, arkadaşlara sırayla "Do" sesini çıkarttı. Sonra da ayrı, ayrı "doooo!" demelerini söyledi. İkinci kez de bir arkadaş "do" dedikten sonra ben do sesine bastım. Ses veren arkadaşlardan Abdullah Erçetin'den başka do sesini veren çıkmadı. En yakını Ekrem Bilgin, do diyez, Nihat Şengül, Re, Kamil Yıldırım, kurnazlık edip yapay bir ses çıkardı, si'ye düştü. Bu kez de beş nota içinde değişik notalara bastım. Hiç kimse doğru söyleyemedi. Öğretmen gülerek, birlikte söylediğimiz Johannes Brahms'ın Ninnisini ayrı ayrı söyletti. Söyleyen arkadaşın ilk sesinde tuşa bastım, 10 arkadaş üstünde yaptığımız denemede 3 arkadaş aynı seste, 2 arkadaş ta bir başka seste birleşti, diğer beş arkadaşın başlangıçları hep ayrı ayrı oldu. Ancak söz konusu Ninninin birlikte öğrendiğimiz tonunu hiç kimse tutturamadı. Gülerek:

-Hepiniz doğru başladınız, hepiniz Johannes Brahms'ın Ninnisine başladınız ama hep başka başka yerden. İşte size Müzikte alaturkaya bir örnek. Akşam üstüleri radyo başına geçin, Fasıl Heyetleri çalgılarıyla, hanendeler sesleriyle birlikte çalıp söyleyecekler. Güzel söyleyeceklerinden eminim. Ancak hepsi bildiğini söyleyecek. Öğretmen piyanoya geldi, arkadaşlara dönerek:

-Bunu bilirsiniz! deyip tek parmakla; "Biz Çamlıca'nın üç gülüyüz-Has Bahçelerin bülbülüyüz!” diyerek tek parmakla çaldı. Sonra da sağ elinin üç parmağını birleştirmiş olarak üç ses çıkartarak çaldı. Dönüp arkadaşlara baktı. Gülenler oldu. Öğretmen:

-Gülersiniz ya! dedikten sonra bu kez de iki elinin üçer parmağıyla aynı paralel sesleri çıkartarak çaldı. Arkadaşlara dönerek “İşte size alaturka müziğin ses yapısı. Önc e üç sesli çaldım, sonra da 6 sesli!” deyince bu kez de arkadaşlar güldüler. Talip Apaydın:

-Olur mu öğretmenim? Hani diyezler, bemoller! deyince bu kez de öğretmen:

-Ne diyezi; ne bemolü? Alaturka müzik dediklerinin, diyez, bemol gibi daha yüzleri bulan gerçek müzik sanatının kurallarından kaçanların müziği olduğunu bunun için söyledim. Sarı Kurdelem Sarı şarkısını Safiye Ayla'dan sonra kalkıp Münir Nurettin söyleyebilir. Çünkü alaturka anlayışında Bay-Bayan hatta çocuk sesi ayırımı yoktur. Ayırımlar kurallarla olur. Alaturkada kural yoktur. Ancak yanlış anlamayın, onun kendine özgü kuralları olduğu söylenir. İşte o kuralları koyanlar benim daha önce söylediğim kimselerdir. "Bu da böyle oluversin canım!" diyenlerin kuralları, yani kuralsızlıklar…

Mahir Canova Öğretmen kapıdan girince Hilmi Girginkoç Öğretmen gülerek:

-Nöbet değişimi yapıyoruz galiba, biz sözü biraz uzatmış olacağız deyip ayrılırken bana dönüp:

-Notaların diyapozon tınısı olarak frekanslarını arkadaşlarına yazdırıver! dedi

Mahir Öğretmen ilk söz olarak:

-Sizin öteki günlerdeki derslerinizin durumu nasıl? Onlarda da öğretmenler, böyle trende vagon değiştiren yolcular gibi girip çıkıyor mu, yoksa bildiğimiz derslik sistemine mi uyuluyor? deyince Arkadaşlar önce sesli sesli güldüler, Muttalip Çardak askerlik dışındaki derslerin okul sistemine uyduğunu, Askerlik dersinin ise öğretmenin düzenli gelemeyişinden biraz farklı geçtiğini anlattı. Öğretmen daha sonra Hint Tiyatrosunu okuyup okumadığımızı sordu. Ona da Ekrem Bilgin yanıt verdi. Ekrem:

-Okumasına okudum öğretmenim ama ya yazar Hint tiyatrosunu yazmamış ya da kitaptan yazdığı yazıları düşürmüş; okudum okudum hep dinden, tanrılardan söz ediliyor. Tanrılarının da Yunanistan Tanrıları gibi rahat öğrenilecek adları yok; hep putra mutra diye sıralanıyor. Öğretmen güldü:

-Haklısın Ekrem, madem okumuşsun, ne de olsa gözlerin alışmıştır; sen şunu olduğu kadarıyla bir de bize oku! Yazarı Bedrettin Tuncel yabancımız değildir, eksiklerini görünce isteriz, dedi. Ekrem ağır ağır okudu. Okuma bitince öğretmen:

-Ekrem haklı, tiyatro yok değil var ama kimin tiyatrosu, tanrıların, tanrıya yakın olduğunu sanan insanların, sözüm ona asillerin tiyatroları. O günlerin asilleri tanrılarına yaslanarak halkı yönlendirmiş, onların emekleriyle asilliklerini sürdürmüşlerdir. Biz henüz Yunan tiyatrosunu okumadık ama okuduğumuzda gerçekten büyük bir fark göreceğiz. Kitabımıza alındığı için değinip geçelim, gene de bir fikir sahibi oluruz. Mısır için de aynı durum. Onu da okuyup geçelim!

Mısır Tiyatrosunu da Kamil Yıldırım okudu. Mısır Ehramları, Firavunları derken söz tarihe kaydı. 1. Firavunluk, 4. Firavunluk, 3. Firavunluk süreçlerinin çok uzunluğu kimi arkadaşlarca garip karşılandı. 3. Firavunlukla 4. Firavunluk arası 1000 yıl deyince şaşıranlar oldu. Öğretmene bakınca, öğretmen:

-Bu farkı da sen anlat! deyince. Bizim Osmanlı İmparatorluğunu örnek aldım. 1300 yılında Osman Gazinin kurduğu imparatorluğu, Yıldırım’da bitirip Çelebi Mehmet'le 2. İmparatorluğu, 2. Mahmut'un Yeniçeri Ocağını kaldırmasıyla 3. İmparatorluğu, Kurtuluş savaşı sonunda da 4. İmparatorluğu kurdum. Aradaki zamanları da uzun, 8-9 yüz yıl tutarak bir benzetme yaptım. Manir Canova Öğretmen arkadaşların dikkatini çekti:

-Aman ha, tarih konusunda dikkatli olalım, içimizde sahiden bir tarih sever var! dedikten sonra kendisinin de bir tarih sever olduğunu, ancak insanların çoğunun tarihten adeta ürktüğünü anlattı. Bu kez de ben:

-Mısır tarihinde bir de 5. Firavunluk Dönemi var, Büyük İskender orasını alınca yönetim Yunanlılara geçti. Ancak Mısırlılar, yönetim şekli değişmesine karşın ona da Firavunluk gözüyle bakıp Romalılar gelene dek geçen 400 yıllık zaman da 5. Firavunluk dediler. Mahir Öğretmen bu kez de:

-Desene bu anlayış Mısır halkının değişmeyen kaderinden ileri geliyor. Baksanıza Kralları bu gün de Firavunlar gibi yaşıyor. Devletler arasında Mısır diye bir saygın devlet yok ama Mısır Kralı Faruk diye birinin boy boy resimleri gazetelerde, dergilerde Hollywood yıldızlarıyla yarışıyor.

Mahir Öğretmen bundan sonra Hint tiyatrosu ile Mısır tiyatrosunun kısa birer özetini çıkardı. Bize de:

- Bu kadarını bilirsek, bizim için yeterli sayılır! deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca arkadaşlar meraklı bakışlarla çevremi sardılar:

-Sen frekansları nereden bulacaksın? Önce aldırmadım:

- Bir yerlerden bulurum! deyince bu kez de:

-Öğretmen senin bulacağını nereden bildi? Arkadaşları meraklarından kurtardım:

-Öğretmen benim piyano çalıştığımı biliyor. Piyano akordu için her ay buraya Konservatuvar öğretmeni Mithat Kurfalı'nın geldiğini de biliyor. Öyleyse benim ondan soracağımı da bilir! Arkadaşlar bir tuhaf oldular. Sanırım Azmi Erdoğan daha fazla bir şaşkınlık geçirmiş, kendi kendine konuşarak arkasını dönüp gitti:

-Yok yahu, onlar daha önce aralarında konuşmuştur!

Onlar dediği Şan Öğretmeni Hilmi Girginkoç'la ben! Keşke bu olabilse; eski öğretmenim Asım Kaveller'le her buluştuğumuzda biraz daha büyüdüğümü, biraz daha yetişkinleştiğimi duyumsuyorum. Onun konuşmalarını anlayıp eşdeğerde sözler söyledikçe kendime güvenim ne denli artıyor, bunu anlatamam. Şimdiki öğretmenlerimle ders içindeki konuşmalarımın kazandırdığı onur da bana yetiyor. Bunu görüp de anlamayanlara koca bir GÜNAYDIN (!)

Yemekte konuşma konumuz Hint, Mısır tiyatro tarihlerinin özeti. Ortak kanı:

-Ne olacak, Hint tiyatrosunu öğrenince? Ne olacak Mısır tiyatrosunu öğrenirsek? Gene karşı çıktım:

-Hint Tiyatrosu için bir sözüm yok ama Mısır için konuşabilirim. Konservatuvardan Ulus'a dönerken önünden geçtiğimiz Sümer Sinemasında sürekli Mısır filmleri oynuyor, ben bile Yusuf Vehbi'yi orda tanıdım, Ümmü Gülsüm'ün şarkılarını orada dinledim. Öyleyse Mısır'da eski geleneklerini sürdüren bir tiyatro var. Ya da onların günümüzdeki tiyatrolarında eskiden kalma bir şeyler vardır. Hindistan için bir sözüm yok ama kitaptaki bir olasılık dikkat çekici, Büyük İskender Hindistan 'a bir çok yenilikler götürmüş; Homeros destanları İlyada ile Odise'yi ezber bilen İskender, acaba Aşilos'un, Sofokles'in, Öripides'in tiyatro eserlerini götürmedi mi? Bu sorum Mısır için de geçerli. Büyük İskender Mısır'ı alınca orada, adını taşıyan bir kent kurdurmuş, o kent, günümüzdeki İskenderiye. Yazar Anatole France'a göre, İskender öldüğünde,  vasiyeti gereği orada hazırlanan bir anıt mezara gömülmüş. Koca bir kent kurduran, adı o kente verilen İskender, Mısır'a bir tiyatro kurdurmamış olabilir mi?

Anatole France deyince bu kez de "Onu da nerden çıkardın?” diyen oldu. Bu kez de 100 kadar kitap okuduğumu, içlerinde Anatole France'tan Penguenler Adası ile Thais kitaplarının da bulunduğunu söyledim. Ben konuşurken hemşerim Kadir'le Abdullah'ın da bana tuhaf tuhaf bakmaları dikkatimi çekti. Haklılar, ben harıl harıl, kenarda köşede kitap okurken onlar sıralara serilip her günkü lak laklarını sürdürüyordu. Bekledim, küçük bir olumsuz söz söyleselerdi, okuldaki son günlerde kitap okuma konusunda sorduğum sorularıma verdikleri olumsuz yanıtları açıklayacaktım. Gerek kalmadı.

Armoni dersimizde Faik Canselen Öğretmen Fa anahtarı için küçük bir yoklama yaptı. Sanırım Hilmi Girginkoç Öğretmen onunla konuşmuş, onun dersinde kendilerine fa anahtarı sorulanlar becerememişti. Kısa bir değiniden sonra Faik Canselen Öğretmen de fa anahtarının Armoni dersi açısından bilinmesi zorunluğunu tekrarladı. Arkasından da Beringer Piyano metodumdaki Robert Schumann'ın Coral parçasını tahtaya yazmamı istedi. Çalıp geçtiğim, sevdiğim bir parçaydı. Notların çoğu iki vuruş olduğundan yazmak kolay oldu. Yazıp bitirince öğretmen bir de çalarak kontrol etmemi istedi. Parçayı ezberlediğim için bakmadan çaldım. Bu kez öğretmen yazılı parçanın dörtlü, beşli ses öbeklerinin yığılışını sordu. İlk ölçüdeki notaları bana açıklattı. Parça sol major, daha önce ben çaldığımda öğretmenin açıklamalarını çok dikkatli dinlediğimden; söyledikleri unutmamıştım. İlk vuruş sol-si-re-sol (1-3-5-8) ikincı vuruş, fa-la-re-la, (7-2-5-2) . Öğretmen işaret verince yerime oturdum. Öğretmen parçanın tamamını bizim bulmamızı istedi. Bir süre sonra aramızda dolaşan öğretmen bu kez de benden, sol majör gamını tahtada numaralamamı istedi. Sol, 1-la, 2, si, 3-do, 4-re-5, mi-6, fa-7-sol-8 olarak tahtaya yazdım. Sondan 5. ölçüdeki re oktav re, fa, la (5-5-7-2) yazarken ders bitti.

Öğretmen gülümseyerek:

-Ya ben uzun parça seçtim, ya da siz ağırdan aldınız, bu bir deney olsun; bundan sonra bir uyum sağlamaya çalışalım. Siz bunu tamamlayın. Gelecek derslerde yeri geldiğince bunun üstünde konuşarak bazı ip uçları yakalamaya çalışacağız! deyip ayıldı.

Öğretmen gidince bir süre konuşmaları dinledim. Arkadaşlar, işin hep kolayına kaçmaya çalışıyor. Bu kez de sevdiğim arkadaşlardan Nihat Şengül, bir kimseyi düşünerek değil; kendi kendine:

-Bana ne yahu, ben kemanda akor mu basacağım? Neme yetmez benim tek sesli çalmam? Talip Apaydın, dokundurmadan, yumuşak yumuşak:

-Hilmi Girginkoç Öğretmen daha ayılmamıştır; kulakları çınlarsa bunu bizden bilecektir! diyerek çok değil dört saat önceki konuşmaları anımsattı. Nihat Şengül alaturka çalmadığını, alaturkayı asla savunmadığını, savunmayacağını ancak akorların da kemanda çalınmayacağını söyledi. Söze karışmamış gibi davranarak nota kitapları arasından keman parçaları seçip gösterdim, ikili, üçlü bir kaç değil parça boyunca akorlu sürenler parçalar olduğu gibi dörtlü akorlu bir çok keman parçası örneği bulduk. Nihat'tan önce öteki arkadaşlar:

-Ohooooo! Biz onları çalacak mıyız? Böyle demelerine karşın işi şakaya çevirip bir birlerine takıldılar. Kamil, Muttallip'e:

-Sen çalamazsan oğlun çalar! Ekrem Bilgin sordu:

-Neden oğlu? Kızı çalamaz mı? Azmi Erdoğan:

-Muttalip'in kızı olmaz, çünkü o kızları sevmiyor. Sonunda Muttalip konuştu:

-Durun yahu, benim de fikrimi alın. Kız buldunuz da "Hayır mı dedik!" Arkadaşlar kahkahalarla güldü:

-Yok, bir de sana kız bulacaktık! Muttalip işi tiyatroculuğa çevirdi:

-Lütfen arkadaşlar, bu sahnede birlikte oynayacağız, rollerimizin beğenilmesi için birbirimize yardım edelim. Ekrem Bilgin hemen açıkladı:

-Muttalip Aegeon rolünde! Olayı kavrayamayanlar oldu.

-O da kim? diye sorulunca Muttalip:

-Beni dışlar gibi oldunuz. Ben de kendimi Aegeon gibi yalnız saydığımdan Salinas'lara yalvarmayı yeğledim. Salinas adı geçince anımsayanlar oldu:

-Bunlar Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedisi oynuyor! deyip gülenler oldu.

Şaka birden önemli bir yana döndü:

-Bizler, gördüğümüz ya da okuduğumuz tiyatro eserlerinden örnek alıp kısa oyunlara dönüştürerek kendi aramızda oynayamaz mıyız? Hemen bir karar verildi. Bunlar salt gördüğümüz tiyatrolardan başka okuduğumuz romanlardan da olabilir. Zorunlu olarak bayansız bölümler seçelim. Tiyatro sevenleri bir heyecan sardı. "Ah, bir de bölümümüzde bayan olsaydı!” Ayrı bölümde olmalarına karşın Fatma ile Düriye düşünüldü ama bu işin olacağına kimse inanmadı.

Yemekte aynı konu eni konu didiklendi. Üstelik bu düşünce Mahir Öğretmen tarafından da desteklenirse, belki bizi geçen gün Figaro’nun Düğünü'nde olduğu gibi konservatuvar öğrenci temsil provalarına götürür. Böylece tiyatrocu kızları yakından tanırız. Herkes neşelendi. Bir süredir susan Muttalip sordu:

-Bunlar şimdi, hep benim yüzünden mi ortaya geldi, yoksa sizler de mi kızları düşlüyorsunuz? Nihat herkesten önce yanıtladı:

-Düşlemediğimiz ay, hafta, gün değil saat var mı? deyince tüm masadakiler, "Ben de, ben de!" demediler ama demişçesine gülümsediler. Böylece, fikir birliği edilen ender olaylardan birinin paydaşları olarak masadan kalktık.

Pazartesi günlerim oldukça yoğun geçiyor. Bölümün gerçek dersleri olarak baktığımdan onlardan kıl kadar kayırma düşünemiyorum. Ancak aynı değerde gördüğüm Sabahattin Eyuboğlu ile Hamdi Keskin Öğretmenlerin derslerini de o değerde tutmaya çabalıyorum. Sabahattin Öğretmen ders işlerken baskın yapar gibi öğrencinin üstüne varmıyor. Ancak, "Bu konuya bakın, ya da burası anlamaya çalışalım” dediği konularda azıcık bocalayanlara sorular arka arkaya geliyor. Acı veren, incitici sorular oluyor bunlar:

-Bunu konuşmuştuk değil mi? Yaparız! demiştiniz, yoksa sen o zaman da böyle susmuş muydun? Sükût ikrardan gelir! derler. Bunun bir anlamı olabilir mi? Bazıları bu sözü, "Sukut ikrardan gelir!" diyor. Siz hangisini daha anlamlı buluyorsunuz? türü sorulara dayanamam. İlk derslerden beri sormasını beklediğim sorulardan biri Montaigne'in alıntı yaptığı yazarlar. Sabahattin Öğretmen özellikle bunlara önem vermekte, sık sık da:

-Öğretmenimiz Montaigne önemseyip adını vermiş, biz neden tanımazdan gelip geçelim? demektedir. O nedenle onları kısa notlar alarak tanımak, sorulunca da hiç değilse bir kaç söz söylemek istiyorum.

İlk okuduğumuz Mutluluk Üstüne parçasında geçen kişiler: Ovidius, Krezus, Agesilaus, Solon, Priamos; Pompeus, Maria Stuart, Laberius, Lucretius

Ovidius: Romalı şair, M. Ö. 43 yılında doğmuş, M. S 18 yılında ölmüştür. İmparator Ogüst'ün gözünden düştüğü için Roma'dan şimdiki Romanya bölgesine sürgün edilmiş, orada kalmıştır.

Krezus, ünlü Lidya kralıdır. İlk parayı bastırmış olmasıyla tanınır. Zenginlik üstüne söylentilerde Karun olarak geçer. "Karun kadar zengin!" deyimi onun üstüne söylenmişti.

Solon, Yunanistan filozoflarındandır. Atina kenti için hazırladığı yasalarla ünlüdür.

Priamos: Truva Kralıdır. Homeros'un İlyada Destanında geçer. Ünlü Hektor'un babasıdır.

Pompeus, Romalı general, Julius Caesar'la Triumvirlik kurmuş, sonra araları açılınca yapılan savaşta kaybetmiştir.

Marie Stuart: İskoçya Kraliçesi. Yeğeni İngiltere Kraliçesi Elizabet'le araları açıldığından, Elizabet tarafından genç yaşında idam ettirilmiştir. Friedrich Schiller'in bu olayı anlatan Marie Stuart adlı kitabı vardır. (Okudum)

Laberius: Romalı şair. M. Ö. 2. ve 1. yyıllar arasında yaşadı, Roma'nın öncü şairlerindedir.

Lucretius: Romalı şair; M. Ö 95 yılında doğdu. Sağlığı bozulduğunda yaşamının büyük bir bölümünü hasta (akıl yetmezliği) olarak yaşadı.

Şimdilik bu denli kısa notlarla geçiştirdiğim bu bilgileri, en kısa zamanda genişletmeye çalışacağım. Zaten listem tamamlanmadı. Bunlar, ilk parçamızda geçen kişilerdir. Bu konuda, daha yeni öğrendiğim Tercüme Dergisinde oldukça çok yabancı yazar ya da düşünür tanıtılıyor.

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ